22 Nisan 2018 Pazar

Gecekondu mahallesinde Mercedes! - TARIK ŞENGÜL

Türkiye baskın seçime kilitlenirken, geçtiğimiz haftadan aklımda üç sahne kaldı. 

Birinci sahnede, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Grup konuşmasını yapıyor. Kılıçdaroğlu, konuşmasının bir bölümünü başta İstanbul olmak üzere özellikle büyük kentlerde yara haline gelen tapu sorununa ayırıyor ve halktan yetki isteyerek, tapu sorunu yaşanan yerlerde tapuları hak sahiplerine vereceğini vurgulayıp, “Evet tapu dağıtacağım. 50 yıldır oturanlara vereceğim. O zat bilsin ki, biz Ecevit geleneğinden geliyoruz. Toprak işleyenindir” diyor.

İkinci sahne, o zat dediği Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İstanbul Maltepe’de halka yönelik yaptığı konuşmadan. Tapu sözü veren Kılıçdaroğlu’nu eleştiren Erdoğan, “nerede bunlar cebinde mi. Neyi dağıtıyorsun. Bunlar hep böyle hayatları boyunca dağıttılar. Kendilerini dağıttılar kendilerini” diyor.

Üçüncü sahne, İstanbul’un Beykoz İlçe Kongresi öncesinde, Yine Erdoğan’ın halka yönelik yaptığı konuşmadan. Cumhurbaşkanı Erdoğan, konuşmasında ilçenin imarı konusuna değinip, “size tapu dağıttık” dedikten sonra yanına AKP’li Beykoz Belediye Başkanı Yücel Çelikbilek’i çağırıyor. Çelikbilek, Erdoğan’ın yanına gelirken, miting alanından “yuh” sesleri yükselince, Erdoğan, Çelikbilek’ten aldığı bilgiyle, “Mahkemenin aleyhte karar verdiği şeyleri bizim düzeltmemiz mümkün mü?” diyerek müdahale ediyor. Bu müdahaleye rağmen dinleyiciler arasından “yuh” ve “yalan söylüyor” sesleri yükselmeye devam ediyor.

Ne kadar içten olduğunu tartışabilirsiniz ama şu bir gerçek ki AKP, toplumun ezilen kesimlerine yöneldi, onların sorunlarını öne çıkardı ve sonuçta bu kesimlerden geniş bir destek alarak iktidara geldi. Şimdi o bağ hızla kopuyor!
Kurulan bağlar içinde arsa ve konut alanı önemli bir yer tutuyordu. Nitekim AKP’nin uzun iktidar döneminde, kentsel dönüşümün sihirli ve çekici bir kavram haline gelmesi de bu yüzden oldu.

Gecekondu ve benzer nitelikteki bölgelerde yaşayan hak sahiplerine dönüşüm projelerinin bu kesimleri ihya edeceği sözü verildi. Benzer biçimde TOKİ’nin konut projelerinin yarattığı rant eleştirildiğinde, bu rantın alt gelir gruplarının ucuza konut sağlanması için kullanılacağı söylendi. Yine 2B niteliğindeki arsalar üzerine yapılan konutların bu bölgelerde yaşayanlara satışının sağlanacağı, böylece özellikle bu alanlarda işgalci konumdaki alt gelir gruplarının mülkiyet sorunlarının çözüleceği sözü verildi. 

Peki tutuldu mu bu sözler?

Gidin, bakın İstanbul’un göbeğindeki Fikirtepe’de ortaya çıkan duruma; sağlanan onca teşvik ve imar hakkı avantajlarıyla alana giren ve boşaltılan binaları yıkan müteahhitlerin bir bölümünün nerede olduğunu kimse bilmiyor. Müteahhitlere güvenip, kiraya çıkan hak sahipleri şu sıralar çaresiz durumdalar. Sulukule’de yerinden edilenlerin nerede yaşadığını bilmiyoruz ama aynı alanda yükselen villalarda kimlerin yaşadığını hepimiz biliyoruz! Başıbüyük, Ayazma, Gülsuyu, Gülensu gibi dönüşüm bölgelerinde hak sahipleri arasında kim memnun bir sorun bakalım!

AKP iktidarının kentsel dönüşüm ve arsa politikası yoksulluk alanlarında kocaman bir başarısızlığa dönüştü. Peki AKP niçin başaramıyor? Yanıt çok karmaşık değil. AKP iktidarı, bu alanlara rant gözlüğüyle bakıyor ve yaratılan rantın o alana ait olmayan çok sayıda talibi var. Belediyesi var, TOKi’si var, müteahhitleri var, spekülatörleri ve aracıları var, var da var! Öyle olunca, rant paylaşım savaşlarından hep hak sahipleri yenilerek çıkıyor. Eğer bir alan rant yaratmıyorsa o zamanda da ne belediyelerin, ne Şehircilik Bakanlığı’nın, ne de TOKİ’nin ilgi alanına girmiyor.

Belediye Başkanı “efendim, mahkeme kararı var” diyor, Cumhurbaşkanı Erdoğan’da mahkeme kararı varmış diye tekrarlıyor. Yargı kararlarına uyulmasından daha doğru ne olabilir diyeceğiz ama keşke, alınan aleyhte mahkeme kararlarına rağmen gökyüzü ve ahlak kurallarını delen onca rant projesini bilmesek! İşte orada kentin orta yerinde duran Gökkafes, bakın bakalım dosyasında kaç tane olumsuz mahkeme kararı var?

Mahkeme kararları kentlerin yoksuluna, ezilenine, dışarıda kalanına işliyor! AKP, desteğini alarak iktidara geldiği bu kesimlerden hızla kopuyor. Koptukça da Kılıçdaroğlu’nun sözünü ettiği gecekondu mahallesinden bir zamanlar çıkıp, sonra Mercedesi’yle dönen sonradan olma zengine benziyor. Bu benzetmenin yapıldığı saatlerde AKP’li siyasetçilere seçim sürecinde lüks arabalarınıza binmeyin deniliyor.

Hikâye bitmiş değil! İki ay sonra hep birlikte göreceğiz; bu mahallelere konulan sandıklardan Tarık Akan, Kadir İnanır, Yılmaz Güney mi yoksa Hülya Koçyiğit, Yavuz Bingöl, Tamer Karadağlı mı çıkacak...

Tarık Şengül / BİRGÜN

Konut sektörü de su kaynattı - HAYRİ KOZANOĞLU

Türkiye’de konut satışları mart ayında bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 14 azalarak 110 bin 905’e geriledi. Ülke 2018 Haziranı’nda baskın bir seçime sürüklenirken, konut sektörü de ekonomideki kötü gidişin ‘hali pür melalini’ yansıtıyor.

Büyümenin motoru olarak sunulan konut sektöründe işlerin yolunda gitmediğinin belirtileri vardı. Son açıklanan rakamlarla işlerin sarpa sardığı ayan beyan ortaya çıktı. Zaten müteahhitler uzun zamandır durumdan şikâyet ediyor, sürekli hükümetten faiz indirimi, KDV tavizi gibi taleplerde bulunuyorlardı.

Konut üretimi inşaat sektörünün kabataslak yüzde 60’ını oluşturuyor. Türkiye’de konut satışları eylül sonuna kadar geçerli vergi indirimlerine rağmen 2017’de hız keserek ancak yüzde 5 artmıştı. Özellikle ipotekli satışlarda duraklama gözlenmişti. İstanbul ve Ankara durgunluğun en belirgin ortaya çıktığı merkezler olarak öne çıkıyor.

Konut fiyatları reel anlamda geriliyor
Konut sektörüne ilişkin eğilimleri iki veri setinden izlemek mümkün. Biri Merkez Bankası’nın Hedonik Konut Fiyat Endeksi, diğeri de TÜİK’in konut satış istatistikleri. Konut Fiyat Endeksi 2018 yılı şubat ayında bir önceki aya göre yüzde 0.76 artarken, yıllık artış ise yüzde 9.51 olarak gerçekleşti. Böylelikle reel anlamda konut fiyatları yüzde 0.68 geriledi.

Asıl dikkat çeken, yüzde 10’un üzerinde seyreden tüketici enflasyonuna karşın, 2018 Şubat itibariyle İstanbul’da son bir yılın konut fiyat artışının yüzde 3.98, Ankara’da ise yüzde 6.16 gerçekleşmesi. İzmir’de konut fiyatları yüzde 16.70 yükselişle ortalamayı yükseltiyor. Üç büyük ilde şubat ayı konut fiyatları sırasıyla yüzde 0.55, 0.13 ve 1.24 oranlarında yükseldi. Özellikle Ankara’da tam bir durgunluk gözleniyor.

Konut satışları düşüyor
Derken dün 2018 Mart ayı konut satış rakamları geldi ve durumun daha da vahim olduğu ortaya çıktı. Türkiye’de konut satışları mart ayında bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 14 azalarak 110 bin 905’e geriledi.

İpotekli konut satışlarında daha keskin bir düşüş yaşanarak, 2017 Mart ayına göre yüzde 35 düşüş gözlendi. Sektör sözcüleri aylık faizlerin yüzde 1’in altına düşmesi halinde konut kredilerine rağbetin bıçak gibi kesildiğini ifade ediyorlar. Nitekim Merkez Bankası’na göre konut kredisi faizleri yüzde 15 düzeyinde bulunuyor.

Konut satışlarında diğer bir ölçüt, ilk defa satılan konutlar ve ikinci el konut satışları arasındaki dengedir. İlk defa satılan konutların son bir yılda yüzde 10.1, ikinci el konut satışlarının ise yüzde 17 azaldığı anlaşılıyor. Ekonomik büyümeyi asıl etkileyen, konut stoklarındaki değişme, yani ilk el satışlarıdır. Ortalama yüzde 14’ün altında kalsa dahi, bu segmentteki yüzde 10.1 çekilme yine de ürkütücü.

Döviz kurundaki sıçramanın da etkisiyle, konut sektörü yabancılar açısından giderek cazip hale geldi. Nitekim martta yabancılara konut satışları yüzde 15.8 artarak, 1827 oldu.

Sonuç
2016 Eylül itibarıyla konut kredilerinde peşinat oranının yüzde 25’ten yüzde 20’ye indirilmesine; tapu harcı, KDV kolaylıklarına karşın konut sektöründe kanama durdurulamıyor. Faiz oranlarının yüksek seyri, özellikle sektörün yaklaşık üçte birini oluşturan ipotekli satışları vuruyor. Ülkede gelir ve servet dağılımının bozulması, özellikle dar gelirlilerin kira ödeme kapasitesini daraltıyor. Kiraların göreceli gerilemesi, bir konutun kendini amorti etme süresini artırıyor (Türkiye’de ortalama 20 yıl), bu da konut yatırımlarını baltalıyor. Sektör yabancılara satışlarla ayakta durmaya çalışıyor. Ülke 2018 Haziranı’nda baskın bir seçime sürüklenirken, konut sektörü de ekonomideki kötü gidişin “hali pür melalini” yansıtıyor.

 HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Ankara’dan soruşturma, ‘FETÖ’den ceza yok: Neden? - ERK ACARER

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “24 Haziran 2018 tarihinde erken seçime gidiyoruz” açıklamasının ardından, ülke gündemi bir anda allak bullak oldu. Anayasa, “İlk turda kazanan olmadığı taktirde 2’inci tur, seçimi izleyen 2’inci pazar günü yapılır” diyor. Buna göre en geç 8 Temmuz 2018’de Türkiye’nin istikameti belirlenecek.

Bu sadece bir rejim değişikliği ya da ülkenin kader oylaması değil bir liderin de en kritik seçimi olacak.

Herkesin bildiği, açıkça ifade edilebilir. İktidar ve Saray rejimi ‘hanedanlık’ ve ‘yargılanma’ arasındaki ince çizgide. Seçimin, bu denli erken bir tarihe çekilmiş olması, AKP’nin ülke yönetimi konusundaki tükenişi ile ilgili. Çökmek üzere olan ekonominin bir taban dalgası yaratmasına kesin gözüyle bakılıyor.

Topluma dayatma
İktidarın, yangından mal kaçıracak kadar telaşlı olmasını ise sadece yaklaşan ekonomik kriz ile açıklamak yeterli değil. Yolsuzluk, katliam, hukukuzluk dosyaları üst üste yığılmış durumda. Peş peşe ve çok defa Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ihlal edildi. Tüm bunların sonucunda ilan edilen bir seçim tarihi değil, topluma “Ya herru ya merru” dayatması.

İktidarın amacı
Mızrak çuvala sığmıyor. Tüm bunların üzerine, Türkiye’de 2015 yılından bu yana yaşanan katliamlardan darbelere toplumsal şaibeler biniyor. Yıllardır seçim kazanmak için savaşa ihtiyaç duyan iktidarın, baskılarla soru işaretlerini gidermesi mümkün değil. Bu nedenle bir an önce fişi çekip, mutlak karanlığın üzerine yatmak istiyor.

Sadece 4 gün yattı
Konuya ilişkin somut örnekler vermek mümkün. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 2 Nisan 2018’de ‘FETÖ/PDY’ Hacettepe Teknokent yapılanmasına yönelik olarak, 4 ilde operasyon yapıldı ve hakkında karar bulunan 25 kişiden 18’i gözaltına alındı. Gözaltına alınanlardan, Ankara İstihbarat eski Şube Müdürü Cihangir Ulusoy, 14 Nisan 2018 tarihinde çıkarıldığı Sulh Ceza Hakimliğince ‘resmi belgede sahtecilik’ ‘FETÖ/PDY’ yapılanmasına üye olmak ve yardım etmek sualamasıyla tutuklandı.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 2018’in Ocak ayının 3’ü itibarı ile yaptığı açıklamada, ‘FETÖ/PDY’ kapsamındaki tutuklular kapsamında şu bilgileri vermişti: “Bugüne kadar 113 bin 260 kişi FETÖ’yle ilgili gözaltına alınmış ve yaklaşık 745 kişinin gözaltı işlemi devam ediyor. Tutuklu sayısı 47 bin 155 ve bu önemli bir rakam.”

Tartışmasız önemli bir rakam. Bu kapsamda tutuklananların 10 bin 732’si polis. Polislerin neredeyse tümü halen cezaevinide, çıkanlara ise adli kontrol hükümleri uygulanıyor. İstisna ise Ankara İstihbarat eski Şube Müdürü Cihangir Ulusoy. ‘Resmi belgede sahtecilik’, ‘FETÖ/PDY’ yapılanmasına üye olmak ve ‘yardım’ suçlamaları ile tutuklanıp, sadece 4 gün cezaevinide kalıdı. Çok kritik bir nokta ise şuydu; Ulusoy’a adli kontrol şartı uygulanmadı.

Kimdir bu Cihangir Ulusoy?
Haber, gazetelerde “Şube Müdürü Cihangir Ulusoy cezaevine girdi/çıktı” ifadeleriyle yer buldu. Ancak bir konunun altı yeterince çizilmedi. Ulusoy, Başkent Tren Garı’nda 10 Ekim 2015 tarihinde gerçekleşen ve 103 kişinin yaşamını yitirdiği Türkiye’nin en büyük katliamda, Ankara’da istihbarat şefiydi. Müfettişlere verdiği ifadede dramatik bir biçimde “Önlem almıştık” dedi. Ama barış isteyenlere karşı: “Tahmini 10-15 bin arasında bir katılım olabileceğini güvenlik şube müdürlüğü ile sözlü olarak paylaştık. Ayrıca toplantı sonrasında bazı grupların Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na yönelebilecekini ilettik…”
Patlamayı araştıran müfettişler hazırladıkları raporların eklerinde patlamayı konu alan 62 ayrı istihbarat bilgisinin olduğunu deşifre etti. Rapora göre olay günü olan, 10 Ekim tarihine ilişkin bir istihbarat bile vardı ve daha çarpıcı olanı, bunda canlı bomba Yunus Alagöz’ün adı yazıyordu.

Tekrar Ankara’ya atanmıştı
Mülkiye ve polis başmüfettişlerinin hazırladığı 25 Şubat 2016 tarihli raporda Ankara Emniyet Müdürü Kadri Kartal, TEM Şube Müdürü Hakan Duman, eski Güvenlik Şube Müdür Vekili Adem Arslanoğlu ve TEM Şubesi C Büro Amiri Hüseyin Özgür Gür hakkında soruşturma izni verilmesi istendi. Ancak valilik, soruşturma için izin vermedi.
Soruşturma izni verilmeyenler arasına eski İstihbaratçı Cihangir Ulusoy da vardı. Görevinden alındı. Fakat 15 Temmuz darbesinin ardından bir kez daha aynı görevine getirildi.
Ankara katliamında 62 istihbarata rağmen önlem almayan bir istihbarat şefi, görevden alındıktan sonra tekrar niye aynı göreve getirildi? Önemli istinatlara rağmen ve bunca meslektaşı cezaevindeyken o, neden sadece 4 gün içerde tutulup adli kontrol hükümleri uygulamadan bırakıldı?

Adil Öksüz olayı gibi
Bu ayrıcalıklar, ‘kirli pazarlıkların ve acaba Ulusoy’un “Konuşurum” tehdididinin’ sonucu olarak verilmiş olabillir mi? ‘Ankara’nın önemli şifrelerinden Ulusoy kim bilir şimdi nerede? Bu sorularla birlikte, bir benzetme yapmak mümkün. Ulusoy, “Adil Öksüz” vakasına benziyor.

“Bana sormayın, onlara sorun”
Ulusoy’un müfettişlere verdiği cevaplardan biri şu yönde:
”…Sayın Valimizin doğrudan bilgi alabildiği İl MİT Bölge Başkanlığının ve İl Jandarma Komutanlığının da istihbarat imkan ve kabiliyetlerinden faydalanarak toplanan grubun faaliyetleri (IŞİD) ve muhtemel riskler konusunda bilgi alabilecektir. Ayrıca sayın Valimizin merkezi düzeyde başkaca haber alma ve bilgi edinme yetenekleri de vardır…”
Velhasıl, iktidar sadece ‘ekonomiden kaygılı’ demek yetmiyor. Mızrak çuvala sığmıyor. İşte bu seçim, o çuvalın üzerini toprakla örtme çabasıdır.

Erk Acarer / BİRGÜN

21 Nisan 2018 Cumartesi

Legion d'Honneur nişanını nereye takmalı? - ERHAN NALÇACI




Bu soruya yanıt vermeyeceğim, okuyucu yazıyı okuduktan sonra kendi karar versin!

Emperyalist bir devlet olmanın önemli şartlarından biri, işçi sınıfını diğer ülkelerin emekçilerine karşı işlenen suçlarda sermaye sınıfının işbirlikçisi haline getirebilmektir. Diğer ülkelerin işçilerinin sömürülmesinden alınan pay bir oranda işçi sınıfını düzen içinde tutmak için kullanılır.

Ancak emperyalist ülke eskisi gibi sömüremiyorsa ve bu pay düşüyorsa sermaye kendi ülkesinde işçi sınıfının ayağa kalkışı ile yüzleşmek zorunda kalır. Emperyalist düzenin krizi asıl olarak bu düğümde saklıdır.

Şimdi Fransa’nın içinde bulunduğu durum tam olarak buna denk düşüyor.
1830, 1848 Devrimleri’nin, Paris Komünü’nün, Halk Cephesi ve Nazilere karşı Partizan direnişinin şanlı ülkesinde özellikle 1960’lı yıllardan itibaren işçi sınıfı düzene hapsedilerek etkisizleştirildi. Fransız Komünist Partisi düzen içi bir partiye dönüşürken, işçi sınıfı aldığı yüksek sosyal ücretle törpülendi.

Şimdi Fransa uluslararası pazarlarda yeterince rekabet edemiyor, büyüme oranı %2’nin altında seyrediyor ve borçları hızla yükselmeye devam ediyor. Aşağıdaki şekil 2. Dünya Savaşı bitiminde Fransız sömürgelerini gösteriyor. Artık sömürge olmayan bu ülkelerle eşitsiz ve yeri geldiğinde askeri güçle sürdürdüğü ilişkide de zorlanıyor.

Şekil: Maviye boyanmış kısım1945’te Fransa’nın sahip olduğu sömürge ve Fransız mandası altındaki ülkeleri gösteriyor. Kuzey Batı Afrika’nın dışında Vietnam ve Suriye/Lübnan dikkati çekiyor.
 Fransız sermayesinin işçi sınıfının ücretini düşürmekten ve sömürü oranını artırmaktan başka çaresi yok. Son birkaç yıldır işçi sınıfına karşı başlatılan ve şu anda Macron tarafından yürütülen operasyon –bizim çok iyi deneyimlediğimiz gibi- özelleştirmelerle gidiyor.

Örneğin, demiryolu ulaşımı ve enerji üretimi, dağıtımı özelleştiriliyor. Buna paralel olarak işten çıkarmalar kolaylaştırılıyor, ücretler düşürülüyor, hastalık izinlerinin ücretsiz hale getirilmesi gibi sayısız başlıkta emeğe saldırılıyor.

Geçen yıl bu köşede (http://haber.sol.org.tr/yazarlar/erhan-nalcaci/fransada-kriz-209891), Fransa’da son yıllarda yaşanan terör eylemlerinin ve buna dayandırılan olağanüstü hâl uygulamasının sicili çok kirli Fransız sermayesi ve devleti tarafından örgütlenebileceği ima edilmişti.

Şimdi ise buna benzer önlemler fayda etmiyor gözüküyor. Fransa her sektörden yüz binlerce işçinin katıldığı ve yaz aylarına kadar süreceği ile edilen grev dalgaları ile sarsılıyor. Genel grev dalgası üniversite ve lise öğrencileri tarafından da destekleniyor. Demiryolu, sağlık, eğitim, havayolları, posta ve sayısız sektör çalışanı Fransa’nın hemen bütün büyük kentlerinde eylemdeler. Ayrıca üretimi durdurmanın şöyle sonuçları da var. Örneğin, elektrik ve gaz sektörü işçileri seçici olarak şirketlere ve alışveriş merkezlerine elektrik verilmeyeceğini bildirmişler.

Fransız emperyalizmi ise ancak kendinden büyüklerin arkasına sığınarak iş çevirebiliyor. Macron rezili, durup dururken Suriye’de kimyasal silah kullanılırsa saldıracaklarını açıklayınca ABD, İngiltere ve Fransa arasında gizli bir anlaşma yapıldığını anlamıştık. Sonra saldırının çapı konusunda uzlaşamadılar. Adeta herkesin gözü önünde aralarında pazarlık yaptılar. Macron, kendi ismi kadar Suriye Devleti’nin kimyasal silah kullanmadığını bildiği halde, bu pazarlıkta “sadece kimyasal tesislerine saldıralım” diyordu, yani “saldırıyı sınırlı tutalım”ı bu şekilde kodluyordu.

Şimdi kendi açılarından bile neye yaradığı anlaşılmayan saldırı sonrası Fransa fırlatmaya çalıştığı füzelerin bir kısmının neden ateşlenmediğini tartışıyor. Anlaşılan füzeler Fransız burjuvazisinden daha namusluymuş! Bu arada unutulmuştur, Fransa’nın Suriye halkının direnmesi üzerine 1925 ve 1945’te iki kez Şam’ı ağır bir şekilde bombaladığını ve binlerce kişiyi katlettiğini hatırlatalım.

Beşşar Esad’a Fransa tarafından 2001’de verilen Legion d'Honneur nişanının geri alınması söz konusu olunca dün Esad nişanı geri iade etti.

Tabii zamanında niye aldığı ayrı bir soru ama iade ederken, Fransa’yı ABD’nin peşinden kölece giden bir devlet olarak tanımlamış.
Yıllar önce bu nişanı reddeden ünlü Fransız şarkıcı Leo Ferre “Utanç gibi kırmızı ve mutsuz kurdele” demişti.
Bu yüzyıl içinde beklediğimiz sosyalist devrim dalgasının duraklarından birinin Fransa olması ihtimâl dâhilinde ve Fransız burjuvazisi Legion d'Honneur’ünü de alıp tarihin çöplüğüne gidecek.

Erhan Nalçacı / SOL

Paşasının Tasası - ORHAN GÖKDEMİR

İlker Başbuğ, Türkiye Cumhuriyeti’nin son genelkurmay başkanlarından biri. Terör örgütü yöneticiliğinden ve darbeye teşebbüsten müebbet aldı. Yattı çıktı. Fethullahi örgüt astlarını bir bir derdest ederken kuvvet komutanlarını yanına alıp sert bir ifadeyle çıkıştığı günü hatırlıyorum. O kızgın ifadesinin altında ürkmüş bir fani vardı. Zaten o çıkışından geriye bir tek “boru bu, boru” repliği kaldı. Boru dediği kullanılmış lav silahıydı. Taşınabilir ve bir atımlık bir silahtı söz konusu olan. Kullanılmış veya kullanılmamış, içinde mermisi yoksa zaten bir borudan ibarettir. Boru moru, cumhuriyeti ve laikliği tepelemeye yeminli cemaat boruya mı bakacak? Tuttu attı onu da içeri. Boruyu da delil listesine ekledi üstelik. O cemaatçiler ortaklarıyla kapışmasalar, şimdi içeride çile dolduruyor olacaktı. Hayatının dersidir. Genelkurmay başkanlığıdır bu, boru değildir!


Bu arkadaşın seleflerinden birini, cemaatin yönettiği o mahkemeye çağırıp, olup biten hakkındaki fikrini sordular. Kem küm edip bir süre laf çevirdikten sonra “kasaptaki ete soğan doğramam” dedi. Koca genelkurmay başkanı, “bana ne, ne halleri varsa görsünler” diyecek değil ya!

Bir başkası, Hüseyin Kıvrıkoğlu, aklınca irticai hareketlere ayar verdiğini düşünmekteydi. Muktedir olduğu günlerde dönemin başbakanı Bülent Ecevit’e “28 Şubat daha bitmedi, 1000 yıl sürecek” dediği iddia ediliyordu. Bu sözü söylemesinden üç beş yıl sonra Ergenekon davası başladı. Davanın esası irticayla mücadele etmeye teşebbüs eden askerlerin tasfiyesiydi. Sordular beyefendiye, ne diyorsun diye. "Ergenekon'da suçlanan isimlerle ne tanışıklığım ne de konuşmuşluğum var" diye cevapladı. Hâlbuki “tarikatçı” dediği halefi ‘Soğancı Hilmi Paşa’yı pek yakından tanımaktaydı. Zira koltuğuna –dediği doğruysa- o tarikatçıyı oturtan kendisiydi.

Bir hoşluk daha. “Milenyumcu” bu 28 Şubat paşası, 28 Şubat davasına sanık olarak değil tanık olarak çağırıldı. Orada görüp duyduklarını anlatırken bin yılın lafını bile etmedi. Maksat, emekliliğin tadı kaçmasın.

Bir tarihtir, tarihleri. İrticayla mücadele ediyoruz diye diye Cumhuriyetin kendilerine teslim ettiği orduyu, bir avuç sümük yiyen familyasından badem bıyık tarikatçıya teslim ettiler. Üstelik o sümüklülerden yedikleri dayağın haddi hesabı yok. Sonunda gelip irtica iktidar olduysa sayelerindedir.

Bizde “harakiri” müessesesinin olmaması bir katliamı önlemiştir çok şükür. Onun yerine “encümen-i daniş”cilik oynayıp, boş zamanlarında da kitap yazıyorlar. Kitap dediğime bakmayın, yazdıklarını bir tür harakiri sayabiliriz. Zayiat korkunçtur!
Boş durmamış “güç odakları”nı yazmış paşamız, imzadaydı önceki gün. Hakkıdır, o odaklara yenilmişten, teslim olmuştan daha iyi bilecek değiliz ya! Güzel, geniş, rahat ülke burası. Cumhuriyeti bir avuç yobaza teslim etmenin utancını kimse duymuyor bizden başka...

***

Mağduriyete neden olmuş olmayayım. Bu paşaların irticayla mücadeleye güçlerinin yetmemiş olma ihtimalini görmezden geliyor değilim. Mümkündür.

Ama bu tarih bizim de tarihimiz, unutamıyoruz işte. Ta Ziverbey işkence hanesinde başladı bunların laik cumhuriyetle ve solla mücadelesi. Bize karşı pek acımasızdılar. Talat Ağabey, Talat Turhan yakında göçtü gitti. Ziverbey’de yol arkadaşlarının kendisine yaptıklarını anlatırken sınıf arkadaşlarına karşı tarifsiz bir öfke kaplıyordu yüzünü. NATO ordusuydular, ABD’ye bağlıydılar. O nedenle pek kararlı ve pek acımasızdılar. Talat Ağabey o gün o tezgâhta elektriğin şokuyla sarsılırken bunu anladığı için yıllarca kontrgerilla adlı bu hayalet şebekenin peşine düştü. Tam kuyruğundan yakaladığını sandığı anda bu Ergenekon işini çıkardılar. O hayhuyda at izi it izine karıştı, ortalıkta ne şebeke kaldı ne de kuyruk.

Sonra biliyorsunuz, 12 Eylülün ardından aramızdan milyonu aşkın arkadaşımızı, yoldaşımızı alıp alıp götürdüler. 90 güne çıkardılar gözaltı süresini. Kafalarına çivi çakılan arkadaşlarımız, günlerce bok çukurunda tutulan ve çıkarıldığında deri yerine derin yaralar taşıyan yoldaşlarımız var. Ormanlık alana götürüp, kaçmaya zorladıkları ve kaçıyor diye kurşunladıkları canlarımız var. Binlerce delimiz ve binlerce ölümüz var o günlerden bakiye. Erbil Tuşalp’in “Bin Tanık” kitabının veya benim “Faili Meçhul Cinayetler Tarihi”nin sayfalarını şöyle bir karıştırın, ne kadar güçlü ve ne kadar zalim olabildiklerini hemen anlayacaksınız. Sola karşı düzenin ormanında 10 kaplan gücünde olan bu arkadaşlar birden bire uysal kediye döndüyse, bağlı oldukları güç odakları öyle istedi diyedir.

***

Toplumun dinselleştirilmesi bir 12 Eylül projesiydi. Adım adım ördüler bu yolu. Solu gördükleri yerde ezdiler, yobazı buldukları yerde devleti teslim ettiler. Sonuç ortada. Şimdi koltuklarında Vakayı Hayriye’den bu yana gördüğümüz en tuhaf asker olan “Şahit Paşa” oturuyor. Geçen hafta bir sınır karakolunu teftişteydi tarikat şeyhlerinden biri. Dağıttılar eskisini, yerine Asakir-i Mensure-i Nakşibendiye’yi kurdular, “Allah’ımıza hamdolsun.”           
O arada laik cumhuriyet yıkıldı, hukuku ortadan kalktı. Yerde yatan onun ölüsüdür. Havuz gazetelerinden birinin ahmak muhabiri, cenazenin 24 Haziran’da kaldırılacağını müjdeliyordu, ben yazıyı yazarken. Dediklerine bakılırsa ölüye pamuk bile tıkamaya niyetleri yok arkadaşların.

***

Yıktılar da yerine kurdukları ne? Eğitimi imam hatipleştiriyorlar, yönetimi tek tipleştiriyorlar. Devletin kucağında biat ede ede tırmanan bu adamlar biate dayalı bir devlet biçimlendiriyor şimdi. AKP’ye, reisine biat etmeyenin devletin kapısından geçemeyeceği bir dönemin içindeyiz.
Dinselleşmede sona geldik yalnız. Bunun bir ölü kabuktan ibaret olduğu her halde görülüyor. Ahlaka gerek yok, camiye gitmek yeterli. İnanmaya gerek yok, türban takmak yeterli. Dini bilmeye gerek yok, badem bıyık yeterli. Yıktıkları, ölü ele geçirdikleri cumhuriyet ne yapıyorsa tersini yapmaya çalışıyorlar. Onlar için az din iyiydi, bunlar için az laiklik iyi. Onlar bütün imamları laik yapmaya çalışıyorlardı, bunlar bütün laikleri imam yapmaya. Ama olmuyor işte. Zorladıkça dinle sağladıkları yanılsama bozuluyor, paramparça oluyor.

***

Güç odaklarının çatışması önemli tabii, daha önce yazılmamıştı tarihi. Hem yazılsa bile dört yıldızlısını okumak başka. İlk fırsatta alıp okuyacağım İlker Paşa’nın yazdıklarını. Tavsiye ederim siz de okuyun. İster bilgilenin, ister harakiri hatırası olarak alıp saklayın.
Kör olasıca güç odakları; çökerttiler laikliği, yıktılar cumhuriyeti. Sorumlusu olan arkadaşlar ise oturmuş eğleniyor. 
Ne diyeyim başka? 
Gören de sanır ki genelkurmay başkanı benim!

Orhan Gökdemir / SOL

Cumhuriyet’ten hınç alıyorlar - IŞIK KANSU

Babam, uzun yıllar Turhal ve Etimesgut şeker fabrikalarında doktorluk yaptı. Köylü ve işçi çocuklarını, onların analarını, babalarını sağalttı. Ben, Turhal’ı ve çevresini uygarlıkla, işle, üretimle buluşturan şeker fabrikasının hastanesinde doğdum, lojmanında büyüdüm.
 
İçinde yaşayarak öğrendim, tıpkı Turhal gibi Anadolu’nun birçok yöresinde açılan Sümerbank’ın bez fabrikaları ve Türkiye Şeker Şirketi’nin şeker fabrikalarının, yoksul toprakları ve insanları hem aydınlanma ile, hem cumhuriyetçilikle, hem de kalkınma ile tanıştırdığını. 

Şimdi başımıza oturup kalkmaz olmuş bir kadro, Cumhuriyete kinle dolu olduklarından, bir Cumhuriyet atılımı olan şeker fabrikalarından da hınç alıyor. 


Osmanlı ile övünen bu kindar kadro, neye özendiğinin ayrımında bile değil. 

Değerli dostum Dr. Serdar Şahinkaya, Türkiye Barolar Birliği Emek Komisyonu’nun düzenlediği bir etkinlikte “Cumhuriyetin sanayileşmesi ve şeker fabrikaları”nı anlatırken, dünya sanayileşme devriminin doruğuna ulaşırken Osmanlı’daki durumu şöyle özetledi: 
1915 yılında sınaî tesislerin toplam sayısı 282’dir. Sektörlere göre dağılımı örneklendirildiğinde ise öne çıkanlar; 33 un değirmeni, 9 makarna, 6 konserve, 4 bira fabrikası, 2 tütün mağazası, 4 buzhane, 7 tuğla, 6 kireç, 8 kutu, 5 yağ, 3 sabun imalathanesi, 2 porselen imalatı ve elmas traşçılık, 13 deri işleme, 13 marangoz ve doğrama atölyesi, 13 yün ve 5 pamuk ipliği ve dokuma, 41 ham ipek, 6 ipekli dokuma ve 13 sair dokuma fabrikası, 43 matbaa ve sair kâğıt imalatı, 8 sigara kâğıdı ve 3 kimyasal ürün tesisidir.” 

Böbürlendikleri Osmanlı işte bu kadar. 

Cumhuriyetçilerin ne kadar olduklarını ise, Prof. Dr. Afet İnan’ın “Devletçilik İlkesi ve Türkiye Cumhuriyetinin Birinci Sanayi Planı 1933” adlı yapıtının ekindeki harita ile kanıtladı Dr. Şahinkaya sunumunda. 

Haritada, Anadolu’nun tüm yörelerinde pıtrak gibi kurulan tesisleri görüyorsunuz. Dr. Şahinkaya’nın dediği gibi: “1923-1938 döneminde Cumhuriyet, kendi köyünden öteyi vatan bilmeyen köylüler ülkesinde sanayi temelli ulusal bir ekonomiyi emperyalist çıkarların kesiştiği bölgede ve iki dünya savaşı yıllarının olağanüstü çalkantılı ortamında yaratmıştır. Buyaratma, toplum yaşamından ekonomiye, hukuktan eğitime, siyasetten uluslararası ilişkilere, yarı sömürgeden bağımsız bir ulus devlete, bilinçli bir tercih, tutarlı bir stratejiyle köklü bir biçimde gerçekleştirilmiştir. Dünya tarihinde başka bir örneği yoktur.” 
Bugün de dünyada başka örneği bulunmayan bir noktada olduğumuz doğrudur: 
Uygarlığa, atılımcılığa, özgürlüğe, demokrasiye, ilerlemeye ve bağımsızlığa karşı geri gidişte bir başka örneğimiz yok!

(Işık Kansu -CUMHURİYET)

20 Nisan 2018 Cuma

Ekonomide balonlaşma ve 'hava kaçırma' - KORKUT BORATAV

Günümüz kapitalizmi, ekonomik bunalımların öncülü olan farklı bir kriz çevrimiyle yeniden tanıştı. Finansal balonlaşmalar ve sonrası… 

ŞİŞEN, HAVA KAÇIRAN, PATLAYAN BALONLAR
Finans kapitalin öne çıktığı, en azından damgasını vurduğu bugünün dünyasını etkileyen çevrimin halkalarına göz atalım: 
Finansal balonlaşma → balonun hava kaçırması veya patlaması → finansal gerilimler veya kriz...
Batı’da bu “balon”, menkul değer (bazen emlâk) piyasalarında; hisse senedi, tahvil, bono ve son dönemlerde çok çeşitlenen yatırım araçlarının fiyatlarında gözlenir. 
Aşırı finansal şişkinlik,  reel ekonomiyi zorlayınca “hava kaçırarak” veya  patlayarak giderilecektir. Sadece “hava kaçıran” balonların şişkinliği (“subaplar   devreye girerek”) son bulabilir; finansal sistemdeki gerilim, reel ekonomiye taşınmadan geçiştirebilir. Balon patlarsa, finansal sistemde çöküntüler yaygınlaşır; ekonomik bunalımları belirleyen ana değişkenler de devreye girer. 2007’de ABD’de finansal balon “patlamış”; ekonomik bunalımı tetiklemişti. 

Türkiye gibi dünya sisteminin çevresinde (“Güney” coğrafyasında) yer alan “yükselen piyasa ekonomilerinde” benzer bir çevrim söz konusudur. Buralarda oluşan finansal dalgalanmada   yabancı sermaye hareketleri önemli rol oynar. Sürecin başlaması sermaye hareketleri istatistiklerinden izlenir. Günlük dalgalanmaları, döviz piyasaları yansıtır. Finansal “gidişat” hangi yöndedir? Bu sorunun kestirme yanıtını Batı’da borsa endeksleri, Güney’de döviz kurları verir: Dövizin (doların) ucuzlaması balonlaşmaya, pahalılaşması finansal gerilime  işaret eder.

Yakın geçmişe kuşbakışı göz atalım: Batı piyasalarında dört yıllık güçlü, adeta tek yönlü bir finansal balonlaşma endişe uyandırmaya başlamıştı. Şubat 2018’de “hava kaçırma” başladı; on gün boyunca “patlama” olasılığı tartışıldı. Sonunda menkul varlık fiyatları ve borsalar daha düşük bir platforma yerleşti; finansal gerilim, krize dönüşmedi.
Batı’nın finansal balonları hava kaçırdığında, “yükselen piyasalara” dönük fon akımları frenlenir; bu ekonomiler hızla etkilenir.  2018 başında bu coğrafyada “işler yolunda” görünmekte; kendine özgü “balonlaşmalar” tedirginlik yaratmamaktaydı. Şubat sonrasında Batı’daki finansal gerilim bazı çevre ekonomilerinde de finansal yansımalara yol açtı.

Türkiye’nin bu ortamdan nasıl etkilendiğini gözden geçirelim. 

TÜRKİYE'DE BALONLAŞMA            
Bir çevre ekonomisi olarak Türkiye finans sisteminde balonlaşma ve gerilim belirtileri var mıdır? 
Bu bağlamda, yukarıda da vurguladığım gibi sermaye hareketleri önem taşır; ana göstergeleri bu istatistiklerde aramamız gerekir. Elimizde iki aylık (Ocak-Şubat 2018’e ait) veriler var. Aşağıdaki tabloda bunlar özetleniyor; 2017 ile karşılaştırılıyor. 
İlk tespite göre,  2018’in ilk iki ayı bir balonlaşma ortamı içermektedir. 

Sayılara vuralım: Yabancı sermaye girişleri yüzde 78 artmış; dolar olarak  7,2 milyardan 12,8 milyara çıkmıştır. Kayıt-dışı sermaye hareketlerinde  2,9 milyar dolarlık çıkış son bulmuştur.  Türkiyeli (“yerli”) banka, şirket ve rantiyeler geçen yıl ülke dışına 0,5 milyar dolar  fon çıkarırken bu yıl fazlasıyla (2,3 milyar dolarla) Türkiye’ye dönmüşlerdir. Bu hareket, TC bankalarının dış dünyadaki rezervlerinin (mevduatın) 4,3 milyar dolarını Türkiye’ye aktarmasından kaynaklanıyor.  

Bu üç ana kalemden (yabancı, yerli ve kayıt dışı akımlardan) oluşan  toplam sermaye hareketleri ise Ocak-Şubat 2017’de üç milyar dolara yakın “net çıkış” (-2,9 milyar), bu yıl ise 15 milyarlık giriş göstermektedir. Arada on sekiz milyar dolarlık bir sıçrama (pozitif fark) gerçekleşmiştir.

Sonuçta ekonomik canlanma, cari işlem açığını iki misli (%112) tırmandırmıştır. Sermaye  hareketlerinin toplam bilançosu (15,3 milyar dolar) cari açığı fazlasıyla aşmış; iki yıl önce eriyen rezervler  çarpıcı boyutta (- 1,5 milyar dolar →  +4,1milyar dolar) artmıştır.


BALONLAŞMANIN GERİLİME DÖNÜŞMESİ
Niçin “balonlaşma” diyoruz? İki aylık canlanmanın Ocak’ta yoğunlaştığını ifade edeyim. Yabancı sermaye girişlerinin dörtte üçü Ocak’ta gerçekleşti. Bu tempoda bir dış kaynak girişinin sürdürülmesi, eski terimlerle, “mümkün ama muhtemel değildir”. Ocak 2018’in cari açığı  7 milyar dolara ulaşmıştı. Bu temponun aynen sürdürülmesi on iki ayda 80 milyar doları aşan  açıkla sonuçlanır; “ne mümkündür, ne de muhtemel…”  Nitekim, “frenlenme” Şubat’ta da başlamış, dış açık 4,2 milyara inmiştir.  Rezerv birikimi tümüyle ilk ayda gerçekleşmiştir. Şubat’ta rezerv erimesi başlamıştır. 

Ocak’taki “bol kepçe dış kaynak”, döviz piyasalarına yansımış; ay sonunda dolar  binde beş oranında ucuzlamıştı. Ucuzlayan döviz, ülkeye bir “sıcak para cenneti” görüntüsü verir. Bu balonlaşma nasıl başladı? Türkiye’de “normal” ortamlarda “otonom”, yani “kendiliğinden” sermaye girişleri  iç talebi pompalar; ekonomiyi canlandırır. Belli bir eşik aşıldıktan sonra, canlanmanın finansal yansıması, reel ekonomiyi aşar; balonlaşma oluşur. 
Bazen süreç, 2018’deki gibi içeriden başlayabilir. Seçim konjonktürü nedeniyle kamu maliyesinden kaynaklanan talep genişlemesi öne çıktı; bütçe destekli kredi garanti fonu uygulamalarında olduğu gibi… Seçim ekonomisi kapasite kısıtlarına çarpınca enflasyon yükselir. Artan iç talep, dış kaynak girişleriyle desteklendikçe balonlaşma söz konusudur. Yabancı fon akımları  yavaşlayınca balon sönmeye, hava kaçırmaya  başlayacaktır. Bu akımların Şubat’ta yavaşlamaya başladığına yukarıda değindim. 

Mart’tan başlayarak bu konjonktür içindeyiz.  Birkaç gösterge aktarayım.
Yabancıların Türkiye’deki menkul kıymet (hisse senedi, tahvil, bono) yatırımlarından Mart’ta 500 milyon dolarlık net çıkış gerçekleşti. Dış kaynaklarda henüz istatistiklerde görünmeyen diğer olumsuz hareketlerin (yavaşlama, çıkış) başladığını TCMB’nin brüt döviz rezervlerini eritmesinden anlıyoruz: 2 Mart-4 Nisan arasında bu rezervler 6,2 milyar dolar azaldı. Ocak sonundaki zirveden hesaplanırsa  rezerv erimesi 8,3 milyar dolar çıktı.
Döviz piyasalarına akan TCMB rezervleri, dolardaki yükselmeyi önleyemedi. Sayıları hatırlatayım: Mart başını izleyen beş hafta sonunda dolar  4 TL’yi aşmış; yüzde 6,5 pahalılaşmıştır. Hesabı Ocak sonundan başlatırsak, artış yüzde 8,4’e yükseliyor.  

TCMB’nin eriyen rezervlerinin desteği olmasaydı döviz fiyatlarındaki tırmanma nereye ulaşacaktı? Bilemeyiz. 
Finansal balon “hava kaçırmaya” başlamıştır; yoksa “patlama” sınırında mıdır? 

TÜRKİYE'NİN 'OLUMSUZ AYRIŞMASI'
Şubat’tan itibaren, Batı’daki finansal balonlaşmanın “hava kaçırarak” daha düşük bir düzeye yerleştiğine yukarıda değindim. Bu “düzelme” süreci, “yükselen piyasa ekonomileri”nin zayıf halkalarını da olumsuz etkiledi. Döviz fiyatları ve borsa endeksleri gibi günlük göstergeleri izleyen finans uzmanları, son bir ayda Türkiye’nin (Rusya ile birlikte) en sert etkilenen ülke olduğunu belirledi.

Bu uzmanlardan biri (Jefferies’den Sean Darby), Türkiye üzerine ahkâm kesmiş (Financial Times, 13 Nisan). Aktarıyorum:
“TCMB 25 Nisan toplantısında [%12,75’lik] geç likidite faizini yükseltmezse Türkiye’nin rahatlamasını beklemiyoruz. Sıcak para girişleri kredileri canlandırmış;  enflasyonu yükseltmiştir. ABD’de faizler artarken Merkez Bankası sert bir parasal  daralmaya geçmezse sermaye çıkışları önlenemez. Türkiye’de hisse senetleri bugün ucuzlamış görünüyor, ama şirketlerin yüzde 70’inde temettü getirileri yüzde 1’in altındadır ve borçluluk oranı yüksektir. Merkez Bankası faizleri yükseltirse bunlar güç durum sürüklenecektir. Türkiye’ye yatırımı bu nedenle önermiyoruz.”

TCMB, Cumhurbaşkanı’nın baskılarını sineye çeker de faizlere dokunmazsa ne olur? Döviz fiyatlarının tırmanması sürer; bu hareketi önleyecek rezerv silahı da tükendiği için bu kez döviz borçlusu şirketler bunalıma sürüklenir. Hatırlatalım ki Ocak 2018’de şirketlerin net döviz pozisyonu eksi 222 milyar dolara çıkmıştı. 2017’nin dolarlı milli gelirinin dörtte birini aşmaktadır.

Kısacası faizlerin yükselmesi TL borçlusu şirketleri, değiştirilmemesi döviz borçlularını sarsacaktır. 

Banker Darby, sıcak para yatırımcılarına “bu ortamda borsaya girmeyin” diyor ve finansal gerilimi hafifletecek bir kanalın tıkanmasına katkı yapıyor.   Peki, bu daralmayı banka kredileri niçin telâfi etmesin? Nitekim, Ocak-Şubat 2018’deTürkiye’ye giren 12,9 milyar dolarlık yabancı sermayenin yüzde 90’ından fazlası dış borçlar (banka kredileri veya tahvil ihracı yoluyla) artırılarak gerçekleşmişti. Bu kanal niçin sürdürülmesin? 

Galiba, bu kaynak da tükenme işaretleri veriyor: Türkiye’nin 12 ay içinde vadesi gelen dış borçlarının toplamı 185 milyar dolardır. Bu bedele geçmiş 12 aylık cari işlem açığını (53 milyarı)  da ekleyin: Bir yıl içinde Türkiye’nin dış bağlantılarını olduğu gibi sürdürebilmesini mümkün kılan asgari döviz toplamı 238 milyar dolardır. 

Dış kırılganlık göstergeleri olumsuz ve daha da bozulmakta  olan Türkiye’nin alacaklıları, vadesi gelen kredilerin yenilenmesini (döndürülmesini) reddettiklerinde finansal balon patlayabilir. 2009’da bu durum birkaç ay sürdü; ekonominin küçülmesine yol açtı. 
Tekrar eder mi? 

İktidar bloku bundan korkuyor ve erken seçime gidiyor. 

Korkut Boratav / SOL

Yanlış adımlar kılavuzu - KEMAL CAN

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim tarihini açıklanmasını televizyondan öğrenen Başbakan ve AKP milletvekilleri görüntüsü siyasetin karar alma biçimini anlatıyor. Açıklamanın ardından, sınav tarihini değiştiren YÖK Başkanı, henüz ne yapacağını bilmiyor olsa da talimatı kabullenen YSK Başkanı da kabullenilmiş bir kuralsızlığı gösteriyor. Uzun süre AKP hükümetinde bakanlık yapmış Ertuğrul Günay konuya dikkat çekti: Meclis’te alınmış bir seçim kararı olmadan, usulen bile olsa YSK’ye hazırlıkların yetişip yetişmeyeceği sorulmadan, herkesin açıklamayı emir kabul etmesi, keyfiliğin ve bu keyfiliğe teslim oluşun ifadesi. Açıkça muhalefetin önünü kesme hamleleri yanında, sadece bu üslupsuzluk ve ölçüsüzlük yüzünden bile, muhalefetin “seçimden kaçıyorlar” suçlamasından korkmayıp Meclis görüşmeleri sırasında, bu etik dışı, kuraldışı ve fütursuz sürece itiraz etmesi, bu ölçüsüzlüğü seçimin zemini haline getirmesi gerekir. “Ne derler” diyerek “dokunulmazlıktaki” gibi “destek” tuzağına düşülmesi ise kötü bir başlangıç olur. 


Muhalefet blokunda, 16 Nisan sonrasında çok konuşulmaya başlayan ve erken seçimin görülmesi ile birlikte yeniden hız kazanan çok güçlü bir inanış var: “Artık yeni sistemde milletvekili seçimlerinin bir önemi yok, dolayısıyla bütün dikkatin cumhurbaşkanı seçimine ve oradaki sonuca verilmesi gerekir.” Bağımsız aday girişimlerinin de ısrarla üzerinde durdukları bir yaklaşım bu. Fakat, bu noktadan yola çıkmak, getirilmek istenen yeni düzene karşı duruşu örgütleme iddiasındaki muhalefetin kendi ayağına kurşun sıkması demek. Her şeyi belirlemek isteyen “kötü” tek adama karşı, her şeyi düzeltecek “iyi” adam (veya kadın) önermek başlı başına bir çelişki. Tutarsız olmasının yanında gerçekçi de değil. Çoğunlukçuluğa karşı çoğulculuğun zaferi, bu yaklaşımın en geniş ve en güçlü biçimde temsil edileceği Meclis ve onun eliyle yapılacak bir restorasyon ile mümkün. Meclis karşılığı olmayan Cumhurbaşkanlığı seçim “zaferi”, 7 Haziran sonrasına benzeyebilir ve bu tehlikeyi seçmen de görür. 

Tartışmaları erken başlatıp zamanı iyi kullanarak mesafe alamamış muhalefetin henüz belirgin bir stratejisi yok. Bu kısıtlı sürede, karmaşık ilkeler listesi, kafa karıştırıcı taktik formüller üretmek de çok mümkün olmayabilir. Bu yüzden, “Seni başkan yaptırmayacağız” gibi, basit ve güçlü bir hedef işaret etmek gerekiyor. Fakat bu taşıyıcı sloganın cevap vermesi gereken sorular olacak. Çünkü, iktidar konjonktürel risklerin büyüdüğü bir zamanda aşırı erken seçim kararı alarak, stratejisini yine dere geçerken at değiştirilmez inanışına dayalı “belirsizlik tehlikesi” üzerine kuracağını gösterdi. Risklerin kendisine döndürülmesini engellemek için de baskı süresini kontrol edilebilir ölçüde kısalttı. Hedefe pragmatik seçmeni koyacak ve şu temel soruyu zorlayacak: “Beni indirmeyi aklınıza getirirken, sonra ne olacağını da düşünün.” Bu hamlenin karşısında muhalefetin aynı hedef kitlenin önüne, “Mevcudun devamına rıza gösterirsen başına geleceği hâlâ anlamadın mı” sorusunun yanında, “tehlikesiz” geçiş garantisini inandırıcı önermelerle koyması gerekiyor. Ayaklardan birinin eksik kalması yürümeyi çok zorlaştırabilir. 

Seçim yasası değişikliğinde olduğu gibi, etik dışı erken seçim hamlesinin ardından da, beklendiği gibi boykot tartışmaları alevlendi ve biraz da sertleşti. Muhalefet enerjisinin nasıl kullanılacağı, kullanılması gerektiği, hangi yolun bu enerjiyi artıracağı veya bitireceği konuşuluyor. Seçime girecek muhalefet partilerinin kurumsal olarak baştan beri destek vermediği boykot fikri, şimdiye kadar geniş bir toplumsal hareketlilik de üretmiş değil. Oyuna ortak olup elini kirletmek istememek son derece saygın bir tercih olabilir (ki öyledir), umudu canlı tutmak ve başarmaktan önce çabayı hedeflemek de öyle. Fakat baskın seçim gündemi, muhalefetin açıklanabilir pozisyon ile zorlanabilir hedef arasındaki seçimini acilleştiriyor, bu konuda - şimdiye kadar yapılması gereken- geniş tartışma imkânlarına pek yer bırakmıyor. 

25 Haziran sabahı utanılmayacak bir yöntemle, pişman olunmayacak bir sonuç almanın yolu, enerji tüketmekten değil, yaratmaktan geçiyor.

Kemal Can / CUMHURİYET

‘A. Kirsi Ali’ ne diyor? - Meriç Velidedeoğlu

Ülkemizin gündemi saatle değişen inanılmaz bir karmaşaya dönüştürülüyor, “tek” kişinin aldığı kararlarla... 

Belirlediği seçim tarihi, doğal olarak gündemi kapladığı şu sırada; geçen hafta cuma günü yapılan, “28 Şubat Davası”nın son duruşmasının sonuçlarından söz etmeyi yine de sürdürelim diyorum, değerli dostlar. 

“28 Şubat 1997” tarihli, “Milli Güvenlik Kurulu”nda (MGK) alınan bir dizi kararla, dönemin “Refah-Yol Hükümeti”ni devirmeye çalıştıkları savıyla, içlerinde eski  “Genelkurmay Başkanı”, eski “2.Başkanı”,  birçok “general” ve “albayın” bulunduğu
“102” komutan ve eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz ile birlikte “103” kişi hakkında karar verildi. “68” sanık beraat etti, “10”u için zaman aşımı uygulandı, “4”ü yaşamını yitirdiğinden dava düştü, “21”i de “müebbet hapis” cezası aldı. 

Öte yanda, “21 komutan”a böyle bir cezanın verilmesine neden olan “28 Şubat Kararları”nın alınmasına, uygulanmasına da neden olan durumun, ülkemizin “laik yapı”sını yok etmek isteyen “yıkıcı tehditler” olduğu bilindiği gibi, bu “laik yapı”yı korumanın, “TSK’nın görevi” olduğu da bilinir. 

İşte bu görevi dolayısiyle dış dünyada, “TSK”ya karşı yapılan eleştiriler, “2002”de,  “AKP”nin iktidarıyla birlikte yavaş yavaş belirecektir. Özellikle “22 Temmuz  2007” seçimlerinden önce, mayıs, haziran aylarında yoğunlaşır, “TSK”ya yapılan suçlamalar. Öyle ki, Batı’nın bilinen o ünlü gazeteleri yanında, “Al Beyan”, “Kuds ul Arabi”, “Hayat”, “Ehram” gibi Arapça yayın yapan gazeteler de veryansın ederler.  “TSK”ya. Ve bunların çevirileri de, hiç gecikmeden basınımızda yayımlanır. 
Bu dış basın, “TSK”ya karşı “AKP”yi -gülmece boyutuna varan-“övme” kuyruğuna girdiğinde, bunlara karşı “TSK”yı savunan bir makale yayımlanır, “News Perspectiver Quarterly” dergisinde. Somali kökenli, eski Hollanda milletvekili “A. Kirsi Ali”nin, “Laikliği Silahsızlandırmayın!” başlıklı bu yazısı, nedense basınımızda hiç mi hiç ilgi uyandırmamıştı Cumhuriyet dışında. (6 Eylül 2007) 

Yazar, “Türkiye’ye laiklik getirmenin herhangi bir laiklik anlamına gelmediğini”  
belirtip, “Bir İslam ülkesi olan Türkiye’ye laik düzenin getirilmesi, Batı’nın, Hıristiyan ülkeleri Almanya’ya veya Fransa’ya laik düzenin getirilmesine benzemez!” diye sürdürür; ardından da, “Ordu eşsiz biçimde, Türkiye’nin laik karakterinin bekçiliğini yapma görevine sahiptir!” vurgulamasını da yapar.

Öte yanda Kirsi Ali, Türkiye’de laik düzenin oluşturulmasının Batı ülkelerinden “başka” oluşunun nedeninin, ilkin, Batı’da, “Reformasyon”, “Aydınlanma”, “1789 Devrimi”  süreçlerinin yaşanmasına bağlı olduğunu belirtir. Ardından da,   “Hıristiyan”  ve “İslam” şeriatları arasındaki “ayrıma” değinir ki, Türkiye’de laikliğin korunmasının,  “TSK’ya bağlılığının zorunluğunu, “tarafsız” olarak ortaya koymaya çalışır.

Öte yanda, değerli bir hukukçu olan “Ali Sirmen”in de, salı günkü yazısında: “Ömür boyu hapis cezasına çarptırılanların hepsi kaynağını anayasadan alan bir yetkiyi kullanmışlar, bir devlet kurumunun, yine kaynağını anayasadan alan yetkisine dayanan kararlarını uygulamışlardı” vurgusu da bu durumun “hukuksal bağlamı”nı açık ve net bir biçimde ortaya koymuştur. 

“2013”te başlayan davanın, “beş yıl” sonra “2018”de, “hukuk”un “AKP” iktidarınca hiçe sayılmasının, doruk yaptığı bir dönemde sonuçlandırılmasının anlamı da, böylece ortaya dökülmüştür!..

 Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Haziran eğitim ayıdır - ÜNAL ÖZMEN

Yaklaşık 18 milyon öğrencinin karne, 3 milyonunun diploma alacağı 2017-2018 Eğitim Öğretim Yılı 8 Haziran’da sona eriyor. Hemen ve ardından ilköğretimden ortaöğretime (2 Haziran), ortaöğretimden üniversiteye geçiş (30 Haziran) ve bursluluk (3 Haziran) sınavları yapılacak. 

Sınava girsin veya girmesin ne öğrencinin ne velisinin, Eylül’de hangi okulda ve hatta hangi şehirde eğitimine devam edeceği konusunda bir öngörüsü yok. Ara sınıflardaki öğrencilerin yeni okul arayışı devam ediyor. Bu belirsizliğin yol açtığı okul kayıt ve nakil işlemlerinin telaşa dönüştüğü aydır Haziran. Ve ayrıca direniş ayıdır Haziran…

Eğer muhalefet insanların arayışına, “ben çocuğumu okula gönderdim, okul çocuğumu Kuran kursuna gönderdi” diyen türbanlı annenin sorusuna anlamlı yanıt verebilirse, Erdoğan’ı, eğitim ayı olan Haziran’ı seçim ayı olarak belirlediğine pişman edebilir.
Bugün devletin otoritesi altında yürütülen fakat kamusal olmayan eğitimin insanlara bir iş, statü, saygınlık, beceri, yeni bir hayat vaadi yok. Eskiden insanlar okuyunca ne olacağını biliyordu, şimdi ne olamayacağını biliyor. 

Muhalefet, okulu ve eğitimi, bireyin kendi geleceğini özgürce planladığı kamusal bir yaşam alanına dönüştürecek eğitim siyasetine ağırlık vermelidir.
Erdoğan’ın 16 yıldır yönetemediği eğitime dair söyleyeceği hiçbir sözü, hiçbir vaadi seçmende karşılık bulmaz. Toplum, din eğitiminin modern anlamda eğitim olmadığının farkında, farkında olmadığı halkın lehine olan eğitimi savunanların nerede olduğudur.

Türkiye halkı seçimini çocuğu ile Erdoğan iktidarı arasında yapmak zorunda.Muhalefet de seçim beyannamesinin ilk maddesini eğitime ayırmalıdır. 
Eğer değerlendirebilirse Kemal Kılıçdaroğlu bu konuda oldukça şanslı: Birkaç gün önce (16-18 Nisan) açılışını yaptığı Balçova Belediyesi ile Yeni Kuşak Köy Enstitülerinin düzenlediği Eğitimde Adaleti ve Geleceği Düşünmek Sempozyumundan kamusal, laik ve bilimsel eğitime dair iyi bir metin çıkarabilir. Benim de konuşmacı olarak katıldığım sempozyumda, halkın lehine bir eğitimin yol ve yöntemleri ele alındı. Tek uyarım bu tür çok katılımcı, çok oturumlu etkinliklerde kaçınılmaz olarak araya sızmış olan liberal fikirleri ayrıştırmaya, onlara itibar etmemeye dikkat etmek... Liberalizmin her halükarda halk karşıtı ve eğitimde dinselleşmeye hizmet ettiğini bilmek gerek.

Erdoğan seçim tarihi olarak 24 Haziran’ı belirlerken Ramazan ayında yükselen dini duyarlığı seçime katmanın hesabını yaptı: 
Camiler seçim bürosu olarak kullanılacak, belediyeler binlerce kişilik iftar sofraları açacak (ki muhalefet partilerinin belediyeleri de bu yarışa katılacak), 15 Haziranda başlayan Ramazan Bayramı AKP’lilerin yüz bulamadığı seçmenin hane kapısını çalmaya vesile olacak, içinde yoksullar için üretilmiş standart dışı ürünlerin bulunduğu “yardım” kolileri dağıtılacak; her bir televizyon kamerasını minbere sabitleyecek, gazeteler kuponsuz Kuran dağıtacak. Komşun, oruç tutmadığını bildiği halde sahurda kapını çalacak, Aleviye “Kızılbaş” denecek, dini bulunmayan söz ve davranışlar linç nedeni sayılacak… Velhasıl dini olmayan her söz ve davranış eleştiri konusu yapılarak kutuplaşmış, ayrışmış toplum kesimlerinin yeni amaçlar için bir araya gelmesi engellenmeye çalışılacak.

Cami ve din, islamcı ittifakın güçlü olduğu yerse okul ve eğitim en zayıf olduğu alandır. 
Gallup Türkiye 2017 araştırmasına göre Türkiye vatandaşlarının yüzde 70.2’sinin önceliği “İyi okullar ve üniversitelere sahip olmak.” Dünden bugüne bu oran değişmedi, aksine arttı. İyi geleceğin iyi eğitimle mümkün olduğuna inanan topluma yeni bir eğitim modeli sunmayıp 2003 öncesine döneceğim deseniz bile geleceğe dair hiçbir hayale fırsat tanımayan İslamcılarla baş edebilir, din simsarlarının din içindeki rolünün sorgulanmasına vesile olabilirsiniz.

Ünal Özmen / BİRGÜN