29 Mayıs 2018 Salı

Prof. Dr. Seyfettin Gürsel: Halk, iktidarın ‘vatan, millet söylemi’ yerine dövize sığınıyor - MELTEM YILMAZ(Röportaj)

BETAM Direktörü ekonomist Prof. Dr. Seyfettin Gürsel: Halk, iktidarın ‘vatan, millet söylemi’ yerine dövize sığınıyor.

Liradaki değer kaybına dair komplolar bıkkınlık verdi. Milyarlarca dolar yatırmış yöneticiler döviz kurunu neden yükseltsin?...

Liradaki değer kaybının önüne geçilemiyor. Enflasyon ve işsizlikte çift hanelerde. Her geçen gün de işsizlik de enflasyon da tırmanıyor. Gıdadan ilaç ve akaryakıta kadar her alanda zam üstüne zam gelirken ekonomik kriz giderek derinleşiyor. Son birkaç ayda çok sayıda kişi yaşadıkları ekonomik kriz nedeniyle kendisini yaktı. Krizi komplolarla açıklamaya çalışan siyasi iktidar yaşananlara karşı “kayıtsız” kalırken, Erzurum mitinginde konuşan AKP Lideri ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, vatandaşlardan yastık altındaki döviz ve altınlarını Türk lirasına çevirmelerini istedi.

Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi (BETAM) Direktörü ekonomist Prof. Dr. Seyfettin Gürsel, bu haftaki Pazartesi Söyleşisi’nin konuğu oldu. Türk lirasının değer kaybının dış komplolar olduğu iddialarına karşı çıkan Prof. Dr. Gürsel, “Komplo iddiası artık bıkkınlık verdi. Varsa kim bunlar? Neden bir türlü komplocular isimlendirilmiyor?” sorularını dile getirdi.

Partilerin seçim beyannamelerini de değerlendiren Prof. Gürsel, şöyle devam etti: “2001 krizinden sonra oluşturulan ekonomik kurumsal düzene, yani başta Merkez Bankası’nın para politikası bağımsızlığı olmak üzere, enflasyon hedeflemesi, sermaye akımları serbestliği, diğer kurumların özerkliği, mülkiyet hakları ve tabi hukuk devletine kim kararlı bir şekilde sahip çıkıyor? Muharrem İnce ve Meral Akşener bu sahipliliği açıkça ilan ediyorlar. Recep Tayyip Erdoğan ise bu alanda ikircikli bir söyleme sahip. Bakıyorsunuz, hesabı seçimden seçime ben vereceğime göre ekonomi benden sorulur diyor, piyasalarda hararet yükselmeye başlayınca da bu sefer açık piyasa ekonomisinden taviz vermeyiz diyor. Neye inanacağınız size kalmış.”

»1 Ocak’tan bu yana dolar 3.74 liradan 5 TLye dayandı. Türk Lirası Ocak ayından bu yana dolar ve avro karşısında yüzde 30 değer kaybetti. Ve sonunda Merkez Bankası müdahale etti. Bu müdahalenin zamanlamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tabii ki çok geç kaldı! Erdoğan’ın Londra açıklamalarının ardından zaten çıkışta olan döviz kuru hızla artmaya başlamıştı. 16 Mayıs Çarşamba günü Doların Merkez Bankası efektif satış kuru 4.47’yi bulmuştu. O gün Merkez Bankası bir açıklama yaparak kurun yükselişini yakından izlediğini, enflasyona olumsuz etki yapmasına izin vermeyip gerekeni yapacağını söyledi. Kur sakinleşir gibi oldu ama MB’nin seyretmeye devam ettiği görüldükçe kur artışı devam etti. Aradan bir hafta geçti. 23 Mayıs Çarşamba günü 4.86’yı bulmuştu. Gün içinde 4,92’yi görüp biraz gerilemişti ama bu saatlik şiddetli iniş çıkışlardan söz bile etmiyorum. Para Politikası Kurulu’nun neden acilen toplanmadığını herkes merak ediyordu. Sonradan Reuters merakımızı giderdi: Merkez Bankası başkanı Murat Çetinkaya, Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek ve Maliye Bakanı Naci Ağbal ile toplantı yapmış.



»Cumhurbaşkanını ikna etmenin yollarını aramışlar!
Evet. Esaslı bir faiz artışının gerekliliği üzerine mutabık kalmışlar ama Cumhurbaşkanını nasıl ikna ederiz derdine düşmüşler. Sonunda Başbakan Binali Yıldırım’a gidilmiş ve ikna görevini o üstlenmiş. Belli ki ikna başarılı olmuş. Nihayet çarşamba akşamı Para Politikası Kurulu olağanüstü toplanarak Merkez Bankası fonlama faizini yüzde 13.50’dan 16,5’e yükseltti. Dolar kuru da bir kaç saatliğine 4,54’e kadar geriledikten sonar tekrar yükseldi. Cuma kapanışta 4,74’tü. Gelişmeler tam da Reuters’ın aktardığı gibi mi oldu bilemem ama bana çok mantıklı görünüyor. Merkez Bankası yönetimi gerçekten politika bağımsızlığına sahip olduğuna inansaydı bir hafta beklemez çok daha önceden yapacağını yapardı, kur da bugün çok daha düşük bir düzeyde olurdu.

»Doların bu derece yükselmesinde iç gelişmeler mi yoksa dış gelişmeler mi daha etkili?
Dış gelişmelerden ABD Merkez Bankası FED’in para politikasını giderek sıkılaştırması sonucu doların, avro dâhil diğer güçlü paralara karşı değerlenmesi kast ediliyorsa, evet bu gelişme doların türk lirasına karşı değer kazanmasında kısmen pay sahibi oldu. Gelişmekte olan ülkelerin paraları bir miktar değer kaybetti. Ama hiçbiri paldır kültür yuvarlanmadı. Arjantin pesosu hariç. İflasın eşiğine gelerek IMF’ın kapısını çalan bir ülke ile kıyaslanmak de istemeyiz herhalde, öyle değil mi? Kaldı ki doların güçleneceği biliniyordu. Merkez Bankası para politikasını çoktan ona göre konumlandırmalıydı. Sözü uzatmaya gerek yok. Türk lirasının yokuş aşağı yuvarlanmasının ardında Cumhurbaşkanı’nın para politikasında dümeni artık eline almaya kararlı olduğunu, dümeni de ısrarla savunduğu “enflasyon sonuç faiz nedendir, dolayısıyla faizleri idari kararla indirmek gerekir” iddiasının bulunduğu çok açık.

»Ya iktidar ağzının dillendirdiği, TL’deki değer kaybının dış komplo olduğu iddiaları?
Bu özgün ekonomi teorisinin doğru mu eğri mi olduğunu tartışmaya gerek duymuyorum. Diyelim ki doğru. Ne var ki doğruluğuna büyük fon yöneticileri inanmadıkları gibi bizim vatandaşlar da inanmıyor. Dolayısıyla tasarruflarını hangi parayla tutacaklarına neye inanıyorlarsa ona göre karar veriyorlar. Bakın, Londra serüvenine kadar yabancılar türk lirası varlıklardan pek çıkış yapmıyorlardı. Dolar kuru bizimkilerin dövize rağbet etmeleri sonucu yükseliyordu. Ayrıca dövizle borçlanmış şirketler, hatta ithalatçılar da doların yükselmesini beklediklerinden dolar alıyorlardı. Bu manzaraya bakıp komployu yüzbinlerce Türkiye vatandaşı başlattı mı diyeceğiz? Kaldı ki beğenelim beğenmeyelim döviz piyasasının tüm aktörleri kazanmak ya da en azından kaybetmemek için hareket ederler.

»Nasıl?
Geçmişin kötü deneyimlerini unutmayan yerliler vatan, millet söylemine değil yanlış politikaların uygulanacağı endişesiyle dövize sığınırlar. Yabancılar da yatırım yaptıkları türk lirası cinsinden bono ve tahvillerin döviz cinsinden getirisini kollarlar. Faizden kazanacakları türk liraların kurun hızla yükselmesi tehdidi altında buharlaşacağından endişe duymaya başladıklarında varlıklarını bir an önce satıp anında döviz çevirip kaçmaya bakarlar. Geç kalanlar da zararın neresinden dönsek kardır hesabına girerler. Ortalık sakinleşip döviz kuru öngörülebilir bir istikrara kavuşuncaya kadar da böyle bir piyasaya uğramazlar. Olan budur. Türk Lirası varlıklara on milyarlarca dolar yatırmış olan uluslararası fon yöneticileri büyük zararları göze alıp neden döviz kurunu yükseltsinler? Bunlar mazoşist mi? Bu zararların hesabını kendi yatırımcılarına nasıl verebilirler? Komplo iddiası artık bıkkınlık verdi. Varsa kim bunlar? Neden bir türlü komplocular isimlendirilmiyor?

»İktidar ile ana muhalefet partisinin beyannamelerinde yer alan ekonomi alanındaki vaatleri değerlendirdiğinizde nasıl bir tablo çıkıyor karşımıza?
Vaatler sonsuz! Doğrusu bunlarla ilgilenmiyorum. Baktığım tek bir konu var: 2001 krizinden sonra oluşturulan ekonomik kurumsal düzene, yani başta Merkez Bankası’nın para politikası bağımsızlığı olmak üzere, enflasyon hedeflemesi, sermaye akımları serbestliği, diğer kurumların özerkliği, mülkiyet hakları ve tabi hukuk devletine kim kararlı bir şekilde sahip çıkıyor. Muharrem İnce ve Meral Akşener bu sahipliliği açıkça ilan ediyorlar. Recep Tayyip Erdoğan ise bu alanda ikircikli bir söyleme sahip. Bakıyorsunuz, hesabı seçimden seçime ben vereceğime göre ekonomi benden sorulur diyor, piyasalarda hararet yükselmeye başlayınca da bu sefer açık piyasa ekonomisinden taviz vermeyiz diyor. Neye inanacağınız size kalmış.

                                                           ***

Senaryodan senaryo beğen!

»24 Haziran seçimlerinden sonra Türkiye’yi nasıl bir dönem bekliyor? Ekonomideki gidişatın nasıl seyredeceği düşüncesindesiniz? Hangi senaryoya göre nasıl bir sürece gireceğiz?

Senaryolar bir hayli kabarık. Bir kere 24 Haziran’a kadar neler yaşanacak kestirmek güç. Seçimlere bir aydan az bir süre var ama bana bir yıl varmış gibi uzun geliyor. Emin değilim ama öyle anlaşılıyor ki 24 Haziran’a kadar ekonomi yönetimi, yani Hazine, Maliye ve Merkez Bankası standart önlemlerle döviz kurunu sakinleştirmeye öncelik verecekler. Cumhurbaşkanı da diğer vaatlere odaklanacak. 24 Haziran akşamı dört ihtimal var:

1) Recep Tayip Erdoğan birinci turda seçilir, bu aynı zamanda cumhur ittifakının TBMM’de çoğunluğu aldığı anlamına gelir. Bu senaryonun kritik sorusu Erdoğan’ın ekonomi politikasında inandıklarını uygulamaya gidip gitmeyeceğidir. Giderse şimdilik şunu söyleyebilirim. İnandığı enflasyonla mücadele yöntemini mevcut makroekonomik kurumsal düzende uygulayamaz. Tutarlı olmak için ekonomi rejimini de değiştirmesi gerekir.

2) Erdoğan birinci turda az bir farkla seçilemez ama cumhur ittifakı en az yüzde 47 oy alır ya da HDP barajı az bir farkla aşamaz ve TBMM’de çoğunluğu sağlarsa… İkinci turda Erdoğan seçilecektir. Birinci senaryo gündeme gelir.

3) Erdoğan birinci turda seçilemez, cumhur ittifakı en fazla yüzde 46 oy alır, HDP barajı geçer millet ittifakı da yüzde 42 alırsa. Cumhur İttifakı TBMM’de azınlıkta kalır ama ikinci turda Erdoğan kazanırsa. Daha şimdiden ülkeyi böyle yönetmeyeceğini ilan ettiğine göre her iki seçim de yenilenecek demektir. Bu arada ekonominin sert bir durgunluğa girmesi yüksek ihtimal.

4) Cumhur İttifakı yine azınlıkta kalır ama ikinci turda Muharrem İnce ya da Meral Akşener seçilir. Kısa vadede ekonomide bir rahatlama olur. Orta vadede ne olacağı ise şu iki senaryodan hangisini seçeceklerine bağlı olacaktır: Popülist vaatlerini hemen yerine mi getirmeye çalışacaklar yoksa önce bozulan dengeleri ve AB ile ilişkileri süratle düzeltmeye artı yapısal reformlara öncelik verip sosyal vaatleri ekonomi güçlendikçe adım adım mı uygulamaya sokacaklar? Orta vadede ekonomi bu tercihe göre şekillenecektir.


                 Meltem Yılmaz/BİRGÜN-Röportaj

28 Mayıs 2018 Pazartesi

Markalaşıp ‘makara’laşan tarikatlar - TAYFUN ATAY

Üç yıl önce tarikatların günümüz dünyasının ekonomi-politik gerçekliği karşısında geleneklerini ve tarihsel varoluş dayanaklarını nasıl yitirdiklerini işaret eden bir yazı dizisi kaleme almıştım. Dizinin ilk bölümünün başlığı aslında her şeyi fazla söze hacet bırakmaksızın özetliyordu; “Hepsi holding oldu” şeklinde… 


Tarikatlar ortaya çıkış prensiplerini inkâr edercesine şirketleşmiş, yani dünyevileşmişti. Yani “takva”dan (Allah adına dünyanın işlerinden, hayhuyundan sakınma) uzaklaşmış, tam anlamıyla “masiva”nın (“yalan dünya”) parçası haline gelmişlerdi. Dolayısıyla tüketim kapitalizminin İslam dünyasını, Müslümanlığı ve İslamcılığı (“post-İslamizm”e devşirerek) teslim alması tarikatlar için de geçerliydi. Bu doğrultuda olup bitenlere ah eden samimi bir tarikat ehli diyordu ki “Düne kadar hiç olmazsa ‘tuz’du bu memlekette tarikatlar; ama artık tuz da koktu!” 

Bugün daha da vahim bir noktaya ilerlendiğini dünkü Cumhuriyet PA7AR’da Aydın Tonga kardeşimizin çarpıcı yazısından hareketle söylemek mümkün: Tarikatlar tuz olmaktan çıktığı kadar “marka” haline de gelmiş artık!.. 

Türkiye’de adından en çok söz edilen Nakşibendi çevre olan İsmailağa Cemaati içinde “isim kullanma” kavgası baş göstermiş. Şöyle ki 1980’lerden bugüne Fatih-Çarşamba’da sınırlı/mütevazı bir irşat faaliyeti sürdürmekte iken şimdi dallanıp budaklanıp memleket sathında muazzam bir şebekeye dönüşmüş olan cemaat, artık kendi içinde de segmentasyona uğramış durumda. İşte bu “segment”lerden biri (kendisini “gövde” sayanı) diğerine “patent” davası açıyor ve diyor ki “İsmailağa bir ‘marka’dır, her önüne gelen bunu kullanamaz”. 

Mahkeme de davayı haklı bularak İsmailağa’nın bir marka olduğunu tescillemiş!.. 
Tüketim kapitalizmi dünyasında demek ki o meşhur filmi anımsayarak (“The Devil Wears Prada”) konuşmak gerekirse artık sadece şeytan marka giymiyor, tarikatlar da marka giyiyor. 

Ne hazin bir dünyada yaşıyoruz! Sermaye (“kapital”), sadece şeytana değil tarikata da pabucunu ters giydiriyor. 

Kapitalizmde tarikatlar, şeytanla aynı kaderi paylaşıyor!..
 
Eskiden tarikat denince akla tekkeler gelirken şimdi şirketler gelmekte; eskiden dergâhlar, mescitler, camiler, çilehaneler gelirken artık televizyon kuruluşları, zincirleşmiş alışveriş mağazaları, adına “uluslararası” nitelemesi oturtmuş özel hastaneler, “uluslarüstü” iş hacmine sahip finans kuruluşları gelmekte. 

Hâlbuki İslam tarihinde tarikatlarla kurumsallaşacak tasavvufun doğuşu, Emeviler döneminin giderek dünya malına tamah eden, lükse, maddiyata, zenginliğe ve şaşaaya gark olmuş haline duyulan rahatsızlık ve tepkinin sonucuydu. O yüzden “Bir lokma bir hırka” denmiştir, O yüzden “Bir dost bir post yeter bana” denmiştir. O yüzden “Fakirlik benim elbisem” denmiştir. 

Görüldüğü üzere artık böyle denmemekte ve elbise olarak “fakirlik” değil, “marka” giyilmekte. 

İsmailağa Cemaati’nin kurucu şeyhi Mahmut Hoca (Ustaosmanoğlu) uzun zamandır ağır hasta ve “irşat” (yol göstericilik) anlamında çoktan işlevini yitirmiş durumda. Onun yerini doldurmaya hevesli, kimine göre 4-5, kimine göre 10-15 aday var. 

Mahmut Hoca’dan artık bir manevi rehber olmaktan ziyade bir “maddi kaynak” olarak söz ediliyor. Metalaştırıldığı öne sürülüyor. Bir “gerçeklik” olmaktan çıktığı “simülasyon” (olmayan ama varmış gibi gösterilen şey) haline geldiğine vurgu yapılıyor. 

Şirket, marka, meta, simülasyon!.. Tarikatlar artık “züht”, tevekkül”, “hikmet”, “marifet” gibi tabirlerle anılıp özdeşleştirilmek yerine işte bu kavramlarla muteber kılınmış durumda. 

Hallac-ı Mansur gibi muazzam bir Allah dostu sufiyi “Ene’l-Hak” dediği için zamanın ulemasının ölüme gönderdiğini biliyorsunuz. Onun sözündeki hikmeti bomba gibi bir çözümlemeye tâbi tutan ardılları, “Ne yani ‘Ene’l Bâtıl’mı diyeydi” tepkisiyle savunmuşlardır hep Hallac’ı... 

Tarikatların bugün geldiği noktada yaptıkları her şey işte bana bunu çağrıştırıyor. 
Onların “Ene’l Bâtıl” diye çığrıştıklarını düşündürüyor!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Yalnızlaşma - bloklaşma - ERGİN YILDIZOĞLU

İmparatorluk, hegemonyadan farklıdır; diğer ülkelerin çıkarlarını yok sayarak, dayatma ile yönetme eğilimi anlamına gelir. Bu nedenle “imparator” hem yalnızdır, hem de rakiplerinin, kendisine karşı blok oluşturma riskiyle yüz yüzedir.
 
Trump yönetiminde ABD’nin “imparatorluk projesine” geri dönme çabaları, devletler arası ilişkilerde yalnızlaşmasına yol açıyor. Trump yönetiminin, ABD’nin çıkarlarını büyük güçlere dayatma çabaları, karşısında bloklaşma olasılığını, ilişkilerde giderek sertleşme eğilimini güçlendiriyor. Angela Merkel’in son Çin ziyareti, bu eğilime ilişkin önemli ipuçları sunuyordu.


İnsanın böyle dostu olunca... 
Geçen hafta, ABD Senato Silahlı Hizmetler Komitesi, 716 milyar dolarlık yıllık savunma bütçesini onaylarken, Çin ve Rusya’yı, ABD’ye ve müttefiklerine yönelik tehditler olarak niteliyordu. Trump yönetimi de Çin’in, ABD karşısında ürettiği ticaret fazlasından, dünya ekonomisinde gittikçe artan etkisinden yakınıyor, Çin’in ekonomik, teknolojik, askeri alanlarda yükselmesini engelleyerek, ABD’nin küresel üstünlüğünü korumayı hedefliyor. Ancak, Trump yönetiminin aldığı, almayı planladığı önlemler garip biçimde, hep yakın müttefiklerini vuruyor.
 
Trump yönetiminde ABD, Avrupa Birliği’nin özellikle önem verdiği Paris İklimAnlaşması’ndan; 12 ülkeyi kapsayan özellikle Japonya, Güney Kore, Avustralya için önemli Trans Pasifik Ticaret Anlaşması’ndan çıktı. Ardından, demir- çelik ve Alüminyum ithalatına, Meksika, Kanada, AB, Güney Kore gibi ülkeleri vurma pahasına, yüzde 25’e ulaşan ithalat vergileri getirdi. Geçen hafta, Trump’ın otomotiv ürünleri ve yedek parçalarına yüksek ithalat vergileri koymaya hazırlandığını okuduk. Bunlar da öncelikle, Meksika, Kanada, Japonya, Almanya ve Güney Kore’yi etkileyecek. 
ABD’nin İran nükleer anlaşmasından çıktıktan sonra uygulamaya hazırlandığı yaptırımlar da öncelikle Avrupa Birliği ülkelerini etkileyecek. AB Komisyonu Başkanı Donald Tusk’a göre “İnsanın böyle dostu olunca düşmana ne gerek var diyesi geliyor”.

... kendine yeni dostlar aramaz mı? 
Bu koşullarda, AB’nin merkez ülkelerinin, Almanya ve Fransa’nın ABD’ye karşı korunma politikalarını düşünmeye, dengeleyici seçenekler aramaya başlaması, Çin ve Rusya ile aralarındaki sorunları azaltmaya, ilişkileri geliştirmeye çalışmaları kaçınılmaz oluyor. Geçen hafta, Macron Moskova’daydı: “Cher Vladimir, Dear Emanuelle filan...” Ancak haftanın en önemli olayı Merkel’in Çin ziyaretiydi.
 
Wall Street Journal, Çin ile Almanya arasındaki ekonomik ilişkilerdeki hızlı gelişmeye, Çin’in Almanya’nın en önemli ticaret ortağı olduğuna dikkat çekiyor, Almanya’nın Çin ile 14.4 milyar dolar dış ticaret açığını, ABD’nin 375 milyar dolarlık açığıyla karşılaştırıyordu. Spiegel, Zeit ve Welt gibi yayınlara göre, Merkel’in bu ziyaretinin öncekilerden, şimdi “ABD devlet başkanı dünya düzenini altüst ettiğinden”, önemli farkları vardı.
 
Merkel ve Çin Başbakanı Li Keqiang ortak basın toplantısında, ABD’ye karşın, İran nükleer anlaşmasını, dünya ticaretinde serbestliği korumaya kararlı olduklarını açıkladılar. Süddeutsche Zeitung, Merkel’in İran konusunda Çin ile birlikte çalıştığına, Alman ekonomisinin Çin ekonomisine artan bağımlılığının getirdiği risklere işaret ediyordu. Spiegel de bir yorumunda 16 Orta ve Doğu Avrupa ülkesinin Çin’le ekonomik ilişkilerinin hızla derinleşmesinden, bu ülkelerin Çin’i, AB merkezine karşı dengeleyici olarak görmeye başlamalarından yakınıyordu. 

Merkel’in, bu ziyaretinde, Alman firmalarının Çin piyasalarına erişiminde yeni olanaklar konusunda vaatler aldığı, Çin firmalarının, gittikçe artan oranlarda önemli Alman firmalarına ortak olmalarını bir sorun olarak görmediklerini vurguladığı aktarılıyor. Deutsche Welle de bir yorumunda, “uluslararası krizlerin çözümünde  Almanya - Çin ile işbirliğinin kritik öneme sahip olduğunu” vurguluyor. 


ABD dış politikası, Çin’in bir çekim merkezi olma eğilimini güçlendiriyor. Savaşlar da işte böyle, imparatorluk, bloklaşma, karşılıklı güvensizlik ve korku ortamlarında çıkıyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Acı reçeteye Hayır - BURCU CANSU

Haziran Hareketi, ekonomik krize dair 10 çözüm önerisi sundu ve “Türkiye’nin sürüklendiği krizden emekçiler lehine çıkışın tek yolu, halkın örgütlü ve birleşik mücadelesidir” dedi.




Birleşik Haziran Hareketi, Türkiye’nin ana gündemini oluşturan ekonomik kriz ve bu krizin çıkışına ilişkin önerileri de içeren bir forum düzenledi. “Acı Reçeteye Hayır” başlıklı ekonomi forumunda, Prof. Korkut Boratav, Prof. Hayri Kozanoğlu, CHP PM üyesi Selin Sayek Böke, Prof. Gamze Yücesan Özdemir, Prof. Aziz Konukman, Doç. Dr. Serdal Bahçe ekonomiye ilişkin analizlerini sundu. Foruma Haziran Hareketi’nden Aslı Aydın ve Kansu Yıldırım’ın çözüm önerileri sunumu ile başlandı.

Haziran Hareketi’nin krizden çıkış için emeğin 10 çözümü şu şekilde:
Çıkış yolu, demokratik planlama temelinde öz kaynaklara dayalı üretim ekonomisinde aranacaktır.
Bu çıkmaz sokaktan dönmenin yolu, ne parasal adımlar, ne de mali disiplin adı altında sıkılan kemer politikalarıdır. Tek çözüm, öz kaynaklara dayalı demokratik planlama temelinde üretim ekonomisidir. Borsa vurguncularına ve sıcak para hareketlerine karşı kamunun denetimi arttırılmalıdır. Cumhuriyetin onca yıllık kurumlarını ve halkın değerlerini Türkiye Varlık Fonu A.Ş gibi finans piyasalarına yem eden aracı kurumlar kapatılmalıdır. İşsizlik ve emeklilik fonunu “zor günlerde arpalık” gibi gören anlayış terk edilerek, bu fonlar bir yurttaşlık hakkı olarak düzenlenmelidir.

Gelir ve servet dağılımı adaletsizliklerine son vereceğiz.
Türkiye ekonomisinin bugünkü sorunları, finansal sorunlardan ziyade, yapısal sorunlardır. Yapısal sorunlardan biri, Türkiye’yi devasa bir şantiyeye dönüştüren inşaat ve betonlaşma faaliyetleridir. Yandaş şirketleri palazlandıran rant-talan ekonomisi artık limitlerine dayanmıştır. Konut rant aracı olmaktan çıkarılmalıdır. Konutlar, ihtiyaca dönük, kentin kültürel ve ekolojik yapısı gözetilerek inşa edilmelidir. Borçlar, faturayı emekçi kesime ödetmeyecek şekilde yeniden yapılandırılmalıdır. Bu kapsama, tüketici kredileri, ihtiyaç kredileri sokularak, kamu bütçesinden şirketler kurtarılmamalıdır. Emekçilere sağlıklı bir barınma imkânı sağlayan lojman hakkı sağlanmalıdır. Lojman satışlarına son verilmeli, lojman ve sosyal tesis sayıları attırılmalıdır.

Dijital teknolojiyi de yakalayarak sanayileşeceğiz.
Sanayisizleşen Türkiye, daha fazla ithalat ve dışa bağımlılığın derinleşmesi demektir. AKP iktidarında sermayenin biriktiği alanlar, sanayiden ziyade rant alanlarıdır. Sanayinin milli gelir içindeki payı düşmektedir. Enerjinin ve ara girdilerin dışa bağımlı elde edildiği “taşeron sanayi”, yani ithalata dayalı üretim biçimi hâkim kılınmaktadır. Türkiye, uygulanan rant politikaları nedeniyle sanayiden uzaklaşmakta, “teknoloji üreten” değil, “teknoloji tüketen” ülkeler arasında sayılmaktadır. Dijital teknolojiler, bugün olduğu gibi eşitsizlik ve sömürünün kaynağı olarak değil, herkesin erişebildiği kamusal niteliğiyle birlikte topluma sunulmalıdır.

Türkiye tarımına kooperatifleşmeye ağırlık veren bir anlayışla sahip çıkacağız.
“Acele kamulaştırma” kararlarıyla toprak gaspı, şirketler adına bizzat devlet tarafından yapılmaktadır. Gıdanın şirketlerin kontrolüne son vermek, gıda egemenliğimizi ve tarım arazilerimizi korumak, küçük aile tarımını geliştirebilmek için:

»Üreticileri tükenme noktasına getiren neoliberal tarım politikalarına son verilmelidir.
»Kamucu ve planlı bir tarım ekonomisi yürürlüğe koyulmalıdır.
»Çiftçinin köylünün emeğinin karşılığı verilmelidir. Taban fiyatı uygulamasında tekeller değil, üreticiler gözetilmelidir.
»Tekellere karşı üretenlerin dayanışmasını ön plana çıkaran kooperatifleşmeye ağırlık verilmelidir.

Toprağı suyu havasıyla ekolojik bir memleket hedefliyoruz.
Ormanlar, dereler, kıyılar, yeşil alanlar can çekişmektedir. Kişi başına düşen yeşil alan herhangi bir Avrupa kentinde 60 metrekare iken, İstanbul’da 7,5 metrekareye düşmüş durumdadır. Ülkenin toprağı, suyu, havası ve denizleri üzerindeki yağma ve talan projeleri bir an önce kaldırılmalıdır. Bu değerler yasal koruma altına alınmalı, imara açılması engellenmelidir. Temiz, sürekli ve ulaşılabilir bir enerji kaynağı yaratmanın yolları aranmalıdır.
İşsizlik “kader” değildir. İstihdam her yurttaşın hakkıdır.
İşsizlik, içinde yaşadığımız düzenin bir sonucudur. İşsizlik ancak kamucu ve istihdam yaratıcı sektörlere teşvik eden politikalarla azaltılabilir. Düşük ücret politikasına son verilmelidir. Asgari ücret enflasyon oranı dikkate alınarak, toplam milli gelir artışından emekçilere pay verilerek ve geçmişten gelen ücret kayıpları telafi edilerek yeniden belirlenmelidir. Esnek istihdamın, taşeron çalışmanın, kiralık işçiliğin hâkim kılındığı bu sömürü düzeni artık son bulmalı, güvenceli istihdamı sağlayan politikalar yürürlüğe koyulmalıdır. İstihdamda kamunun rolü arttırılmalıdır.

Sendikalaşma ve grev yasakları dâhil emekçilerin önündeki tüm engelleri kaldıracağız.
Emekçilerin hayatları sömürü koşulları derinleştikçe hiçe sayılmaktadır. Kar hırsı ve patronları koruyan politikalar, güvencesiz istihdama yol açmakta ve iş cinayetlerine davetiye çıkarmaktadır. İşçi sağlığı ve iş güvenliği için kamunun denetimi arttırılmalıdır.

Eğitim ve sağlık olmak üzere temel kamu hizmetleri bir haktır ve ücretsiz olacaktır.
Rant amaçlı, keyfi kamu harcamalarına son verilmelidir. Eğitim ve sağlık gibi temel kamu hizmetleri ücretsiz olmalı, katkı-katılım payı ve GSS prim uygulamasına son verilmelidir. Dolaylı vergiler minimum düzeye indirilmelidir. Vergi, adaletsizliğin değil, adaleti tesis etmenin bir aracı olmalıdır. Kamu harcamaları, kamu yararı ilkesi doğrultusunda rasyonelleştirilmelidir. Kamunun toplum yararını amaçlayan üretici yönü geri kazandırılmalıdır. Sosyal yardım rejimini siyasi bir silah gibi kullanan iktidar yurttaşları dilenci gibi görmektedir. Bu çürümüş anlayışa Hayır diyoruz. Yoksulluğu sürdürülebilir kılmayı amaçlayan sosyal yardım modeli terk edilerek, yurttaşlık gelirini temel alan eşitlikçi ve nitelikli bir model geliştirilmelidir.

Özelleştirmelere son verilecek, özelleştirilen kuruluşlar koşulların izin verildiği ölçüde kamuya kazandırılacaktır.
AKP iktidarda olduğu süre zarfında 60 milyar dolardan fazla özelleştirme gerçekleştirmiş, kamusal varlıkları satmıştır. Özelleştirmeler, ülkenin yoksullaşması ve yağmalanması, emperyalizme ve dışa bağımlılığın artması demektir. Özelleştirmeler, kamunun tasfiye edilmesi ve emekçilerin güvencesizliğe itilmesi demektir. Özelleştirmelere son verilmelidir. Özelleştirilen kurumlar teknik koşulların olanak verdiği ölçüde kamulaştırılmalıdır. Üretken bir ekonomi için KİT’ler planlı, verimli, kamu yararı için açılmalı ve harekete geçirilmelidir. Kamu mülkiyetini korumaya yönelik yasal düzenlemeler gereklidir. Özelleştirmeleri kolaylaştıran ulusal ve uluslararası anlaşmaların tümü iptal edilmelidir.

Çözüm, üretenlerin yönettiği bir ekonomidir.
Bu sistem çözüm üretemez durumdadır. Sistem içi çözüm arayışları nafiledir. Türkiye’nin içine sürüklendiği krizden emekçiler lehine çıkışın tek yolu, halkın örgütlü ve birleşik mücadelesidir. AKP iktidarının ülkemizi içine sürüklediği krizden emekçiler lehine çıkış, sadece seçimlerde ortaya çıkacak sonuçlarda aranmamalıdır. Türkiye’yi krize sürükleyen, emekçileri yoksullaştıran AKP iktidarına HAYIR diyoruz. Emekçiler kendi örgütlülüklerini mahallelerde, işyerlerinde geliştirdiği ölçüde çözüme yaklaşacaktır. Bunun için tüm emekçileri, işçileri mahallelerde, iş yerlerinde birleşmeye, Meclisleşmeye çağırıyoruz. Haziran Hareketi, Meclisleriyle birlikte bu çarpık düzene HAYIR diyor. Çözüm, merkezine halk iktidarını alan, emeğin kamucu programıdır. Üretenlerin yönettiği bir ekonomik model inşa etmekten başka çözüm yoktur. 

“Acı Reçeteye HAYIR diyoruz.”
***
‘Bu sistem içerisinde tam bir mutluluk kimse için yok’
Prof. Dr. Korkut Boratav: “Dünyaya hâkim olan 4 finans kuralı var. Türkiye bundan 1989’da vazgeçti. Serbest bıraktı. İkincisi döviz kurunu kontrol edebilirsiniz. Türkiye bundan da Kemal Derviş döneminde 2001’de vazgeçti. 2002 sonunda iktidara gelen AKP de aynı kuralları kabul etti. Şimdi buna ya uyacaksınız ya da cezalandırılacaksınız. Nedir cezalandırma? Fon girişleri durur. Krediler pahalılaşır ya da ana parayı tahsil etmeye başlar bankalar. Bu da döviz krizine sürükler. Sonuç, kurallara uymaya razı olursanız, teslim olursanız IMF’ye gidersiniz. İşte Türkiye bu noktada.”

Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu: “Bu sistem içerisinde tam bir mutluluk kimse için yok. Artık faiz dilediği gibi oynayabilse bile döviz kurunu gördüğünüz gibi tutamıyor. Kredi kartları bir borçlanma aracı değil bir ödeme aracı olarak kullanılmalıdır. Bu konuyu bir direniş zemini olarak değerlendiren, taleplerini katılımcı süreçlerle kendi belirleyen bir borçlular hareketi Haziran Hareketi'ni yanında bulacaktır.”

Prof. Dr. Aziz Konukman: “Krizde Erdoğan’ın rolü büyük. Türkiye esnek kur, sermaye hareketlerinin serbest olduğu ve bağımsız para politikalarının izlendiği bir model uyguluyor. Sistem böyle devam ettiği müddetçe Erdoğan gitse de çözüm olmaz. Radikal bir çözüm arayışına girilmeli. Nedir bu çözüm önerileri derseniz de, Haziran Hareketi’nin açıkladığı 10 madde. Bu çözüm önerileri dikkate alınmalı ve uygulanmalıdır.”

CHP PM Üyesi Selin Sayek Böke: “Bugün bir iktidar söylemi oluşturmalıyız. Yeni siyaseti kuracaksak sınıfsal bir yerden kurmalıyız. Ekonomiye dair reçetenin acı olmasının önüne geçecek, emek mücadelesinin demokrasi mücadelesi ile el ele gitmesidir. Ekmek, aş, iş için verilecek mücadele, demokrasi mücadelesinden bağımsız değildir.”

Prof. Dr. Gamze Yücesan Özdemir: “Haziran Hareketi’nin açıkladığı emeğin 10 çözümü bütüncül bir ufuk sunuyor. Burada emek politikalarını da bütüncül bakmak gerekiyor. İktidar uzunca bir süredir ve OHAL’de iktisadi, ideolojik ve siyasi ayakları olan bir emek rejimi tesis edilmeye çalışıyor.”

Doç Dr. Serdal Bahçe: Artık müdahale araçları kalmadı; özelleştirmeler, dış ticaret rejiminin serbestleştirilmesi, tarımsal kitlerin tasfiye edilmesi derken devletin müdahale edecek araçları kalmadı. Bunun karşısında muhalefetin geliştirdiği söylem hayal kırıklığı yaratıyor. Merkez Bankası bağımsızlığı artık muhalefetin savunacağı bir şey değildir. Başka bir hat tutturmak durumundayız. 

Haziran’ın açıkladığı 10 Madde ciddi bir kapı aralıyor, direniş mevzii sağlıyor.

Burcu Cansu / BİRGÜN

Sola, yıldızlara ve yarına dair - Gamze Yücesan Özdemir - Prof. Dr.

Burjuva siyasal alanının içindeki stratejik hesapları sol seçmen görebilmekte ve değerlendirebilmektedir. Elbette sol seçmen bu aritmetiği bozarak AKP-MHP ittifakını geriletecek aday(lar)a ve partiye/partilere oyunu verecektir. Bizim için söz konusu olan ise seçim aritmetiği içinde ve bu toz duman içinde geri planda kalan tam bağımsız, laik ve emekten yana bir Türkiye’nin mümkün olduğunu söylemektir.


Sosyalist solun, bu topraklarda laik, tam bağımsız ve emekten yana mücadelesi yıldızlara doğru ve yıldızlarla birlikte bir mücadele olmuştur. Kızıl yıldız, beş köşesi ile beş kıtaya başka bir dünya kurma çağrısıdır. Karanlıkta yolunu kaybedenlere gideceği yönü gösterir. Che’nin yıldızlı beresi, başka bir dünyayı kurma iradesinin simgesidir. Ve birçok genci mücadeleye taşıyan ise, gözlerini açtıklarında duvarlarda gördükleri yıldız yumruk olmuştur.
Karanlık gecelerde yıldız olmak başka bir dünyanın üzerinde yükseleceği ahlakı, değerleri ve ilkeleri imler. Peki, sosyalist sol, bugün, 24 Haziran’da ve sonrasında memleketin içinde bulunduğu karanlık gecede yıldız mıdır? Dünden devraldığı ve yarına taşıyacağı tarihsel sorumlulukları nelerdir?

Memleketin içinden geçtiği dönemde, en önemli tarihsel sorumluluk, solun vazgeçilmez değerleri (anti-emperyalizm, laiklik ve emekten yana olmak) üzerinde yükselen asgari bir kurucu program ve bu programın taşıyıcısı bir cumhurbaşkanı adayı çıkarmaktı. Bu gerçekleşemedi. Bağımsız sol aday ve kurucu bir sol programın yokluğu meselesinde solun uzun dönemli ve çok boyutlu bunalımının günümüzdeki toplumsal sonuçları etkilidir. Bu sonuçların bir boyutu toplumsal muhalefet örgütlerinin dağınıklığı ve bir araya gelmesi önündeki kimi engeller ise, diğer boyutu solun, siyasal alanda toplum için gerçek bir alternatif olamamasıdır. Bu bileşik etki sonucu, siyasal iktidara yönelik hamlelerde “geniş bir biçimsel demokrasi cephesi” çağrısı ve sol liberal/radikal demokrat bir hatta konumlanım belirgin olmuştur.

Bu gerçekliğin ışığında, çok daha büyük bir tarihsel sorumluluk omuzlarımızdadır: Bağımsız solu var etmek! Yeni bir ülkenin ancak solun kurucu ilkeleri üzerinde yükselebileceğini vazgeçmeden, usanmadan ve yorulmadan söylemek.

Seçim aritmetiği içinde, günlük ittifaklar içinde, müzakereler içinde yitip gidenlerin, yitip gitmemesi için çaba sarf etmek!

Tek adam yerine halk egemenliğini, piyasacılığa karşı kamuculuğu, gericiliğe karşı bilimin aydınlığını, emperyalizme karşı tam bağımsızlığı, bireyciliğe karşı dayanışmayı her yerde, herkesle ve herkesin parçası olarak paylaşmak!

Herkesin, “olağanüstü bir dönemden geçiyoruz” diyerek, neoliberal siyasal alanının içine sıkışıp kaldığı ve kötünün görece iyisine razı olmaya başladığı anda, bu fikri, ufku ve iradeyi var etmek! Bunun mücadele adımları neler olabilir?

Bağımsız sol bir siyaseti sahiplenenler için ilk adım, kuşkusuz başka bir dünyayı talep eden laik, emekten yana ve anti-emperyalist bir cephenin örülmesidir. Bu ise, seçimin ve sandığın da içinde olduğu geniş bir mücadele alanına işaret eder. Seçim sürecinde, AKP-MHP ittifakının geriletilmesi için gereken seçim taktiğini değerlendirmek ve seçim aritmetiğini yapmak zor değildir. Burjuva siyasal alanının içindeki stratejik hesapları sol seçmen görebilmekte ve değerlendirebilmektedir. Elbette sol seçmen bu aritmetiği bozarak AKP-MHP ittifakını geriletecek aday(lar)a ve partiye/partilere oyunu verecektir. Bizim için söz konusu olan ise seçim aritmetiği içinde ve bu toz duman içinde geri planda kalan tam bağımsız, laik ve emekten yana bir Türkiye’nin mümkün olduğunu söylemektir.


21. yüzyılda sosyalizmi tartışan Lebowitz’in sözleri ile; “Aslında insani gelişimi hedefleyen bir sosyalizm gökten inmeyecektir, insanların kendilerini dönüştürdükleri bir sürecin ya da pek çok sürecin bir sonucu olacaktır.” Memleketin her yerinde birlikte söz söyleme, eyleme ve çözüm üretme pratikleri çoğaltılmalıdır öyleyse.


Laik, emekten yana ve anti-emperyalist bir siyasetin örüleceği alan halk sınıflarının egemenlerle girdiği uzlaşmaz çelişkiler alanıdır. Bu alanın üreteceği çözümler değil ama kurucu unsurları müzakereye açık değildir. Dolayısıyla, kendi siyasetimizi önermek ve önererek kurmak zorunluluğunu erteleyemeyiz.

Bağımsız sol için ikinci adım, hayatın her alanına ve her anına kurucu ve dayanışmacı bir siyaseti taşımaktır.

“Yoksulluğun ve gericiliğin yerini halk sınıflarının hizmetinde bir ekonomi ve toplum almalıdır” düşüncesini dillendirmektir. Diğer bir deyişle, sermayenin ihtiyaçlarına karşı insanın ve toplumun ihtiyaçlarını öne alan bir yaklaşımı sahiplenmektir.

Emekçilerin kötü sağlık, yetersiz beslenme ve gerici eğitim koşulları, işsizlik, yok edilen çevre ve derin yoksulluk, ancak örgütlü siyasi taleplere çevrildiğinde piyasalara emekçiler lehine müdahale edecek programlara konu olur. Son yıllarda iç ve dış politikadaki gelişmelere paralel, tüm iktisadi göstergelerin alt üst olması, emekçi sınıfların gündelik yaşamlarını mahvetmektedir. Kanser hastaları, tedavi masraflarını karşılayamadığı için yaşamını yitirmektedir. Uzun dönemli işsizlik ve borçluluk nedeniyle çıkış yolu bulamayan işçiler, kendilerini yakarak yaşamlarını sona erdirmeyi göze almaktadır. Toplumdan yükselen “Geçinemiyoruz” sesleri, hayat pahalılığının, geçim sıkıntısının ve işsizliğin sınıfsal ve toplumsal görünümleridir.

Anılan sıkıntıların çözümü, toplumun ihtiyaçlarını piyasaların ihtiyaçları karşısına koyabilecek bir talepler dizisini, bu taleplerin sahiplerinin katılımıyla harekete geçirebilecek siyasettedir. Dolayısıyla, çözüm, sermayenin mantığı karşısına halkın/yaşamın mantığını koyan bir üretim, dağıtım, bölüşüm ve tüketim pratikleri dizgisinin inşasında yatmaktadır. Söz konusu inşai faaliyet kurucu, kurucu olduğu ölçüde anti-emperyalist, yurtsever ve kalkınmacıdır.

Bağımsız sol için üçüncü adım ise, doğrudan demokrasi ile söz, karar ve yetkinin halka ait olduğunu yüksek sesle söylemektir. Halkın benimsemediği bir önerinin vekaleten ve halkın üzerinden diretilemeyeceğini kabul etmektir.
Unutmayalım ki, halkın kendi sözünü söylediği anlar, bu memlekette hayatın filizlendiği anlardır. HES direnişleri, tarım tekellerine karşı fındık ve üzüm eylemleri, OHAL koşullarında greve çıkan ve hak talep eden işçiler, gerici eğitime karşı çocuklarının geleceğini sahiplenen veliler, balkonlardan sallanan “Hayır” bayrakları, mahallelerden yükselen “Tamam” sesleri...

Başka bir deyişle gelecek ufkumuzu, parçası olduğumuz, sıkıntıları birlikte göğüslediğimiz, birlikte ağlayıp birlikte güldüğümüz halkın içinden seslendirelim, kabul edilmesini, herkesin talebine dönüşmesini hedefleyelim!

21. yüzyılda sosyalizmi tartışan Lebowitz’in sözleri ile; “Aslında insani gelişimi hedefleyen bir sosyalizm gökten inmeyecektir, insanların kendilerini dönüştürdükleri bir sürecin ya da pek çok sürecin bir sonucu olacaktır.” Memleketin her yerinde birlikte söz söyleme, eyleme ve çözüm üretme pratikleri çoğaltılmalıdır öyleyse.

Doğrudan demokrasi için aslolan okur-yazarlık ve duyar-anlarlıktır. Okur-yazar, duyar-anlar olmak, harfleri yan yana getirerek teknik olarak sözcükleri okumak ya da yazmak, kulağınıza çarpan sesleri kelime karşıtlarına çevirmek değildir. Halkın çığlığını okumak, duymak ve anlamak; eleştirel bilinçlenme yoluyla, siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel koşulları tarihsel olarak ele alıp sorgulayabilmektir. Okur-yazar ve duyar-anlar olmak, dünyayı deneyimleme ve değiştirme yaşantısına sahip olmaktır.


Çözümü bu ülkenin kuşatılmış ve yıpranmış insanları bulabilir, ancak onlar bunu yapabilir. Bu ülkenin kuşatılmış ve yıpranmış insanları çığlık atıyor! Gelir eşitsizliğine, gericiliğe, çocukların yiten eğitimine, gençlerin kayıp yarınlarına ve kadınların yok edilen haklarına karşı çığlık atıyor! Bu insanların solunda olan bizler, orada mıyız? Okuyor, yazıyor, duyuyor ve anlıyor muyuz?

Sözün kısası, bugün, bağımsız sosyalist siyaset, dünden devraldığı devrimci mirasın “olağanüstü koşullar” ya da “seçim aritmetiği” içinde solgunlaşmasına, silikleşmesine izin vermemelidir. Sol değerleri, ilkeleri ve ahlakı kurucu bir program etrafında kıskançlıkla korumalı, dillendirmeli ve devrimci mirası yarına aktarmalıyız. Tüm mücadelemiz, bu memleketin çocukları için. Onlara sözümüz var: Karanlık bir gecede gözlerini her açtıklarında mutlaka ama mutlaka gökyüzünde ve yeryüzünde yıldızları görecekler. Mutlaka ve daima...

Gamze Yücesan Özdemir - Prof. Dr. / BİRGÜN

Hayvancılıkta başka bir politika mümkün - ORHAN SARIBAL

İktidar 8 yılda 5.7 milyar dolarlık canlı hayvan ve karkas ithalatı yapmasına rağmen kişi başına kırmızı et üretimini düşürdü. Üreticiler piyasaların insafına terk edilmemelidir.

Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı yetkilileri, 2003-2017 yılları arasında hayvancılığa yaklaşık 24,5 milyar TL hibe desteği sağlandığını, uygulamanın başladığı 2010 Ağustos ayından 2017 Eylül ayına kadar toplam 10,5 milyar lira faizsiz kredi kullandırıldığını belirterek bu sayede elde ettikleri kazanımları sıralamaktadırlar.

Bunlar içerisinde ilk sıraya da “2002 yılında 4.300 olan 50 baş ve üzeri büyükbaş hayvan bulunduran işletme sayısının 31.500’e çıkarılmasını” koymaktadırlar. Hemen her Bakan, 2002 yılında 420 bin ton olan kırmızı et üretimini 1 milyon tonun üzerine çıkardıklarını ifade ederek bu başarılarıyla (!) övünmektedir. Ancak aynı Bakanlar 2002 yılında 421 bin ton olan üretimin 2009’da niçin 413 bin tona düştüğünü; 2010 yılında ise nasıl 781 bin tona çıkarıldığına hiç değinmemektedirler.

Bir başka ifade ile zaten eksik ve yanlış olan istatistikleri işlerine geldiği gibi kullanarak hem kamuoyuna hem de başta Cumhurbaşkanı ve Başbakan olmak üzere sorumlu oldukları makamlara yalan söyletmeyi sürdürmektedirler.

Üretim artıyorsa ithalat neden?
Bu arada 2010 yılına kadar uzunca bir süre et ve et üretimi amaçlı canlı sığır ithal etmeyen Türkiye’nin, kırmızı et üretiminin neredeyse iki kat artırıldığı söylenen 2010 yılından itibaren ciddi bir ithalatçı olmasını gözlerden kaçırmaya çalışmaktadırlar. Gerçekten üretim bu kadar arttıysa neden ithalat yapıldığını açıklamak gerekmez mi?

‘Kişi başı üretimi artırdık’ yalanı
Hatta “2002 yılında kişi başına 6 kg olan kırmızı et üretimini 14 kg’a çıkardık” diyerek, bu yalanı ayrıntı vererek sürdürmek bir siyasetçi için akıllıca ve doğru bir iş midir? Bu siyasetçi aynı ifadeleri Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu’nda da tekrarlayarak, yanlış bilgiye en azından söz konusu komisyonu da ortak etmiş sayılmaz mı? Konuya yabancı olan bu bakanlar konuşmalarını hazırlayan, kamuoyu önüne bu açık yanlış bilgilerle çıkmalarına sebep olan bürokrasiyi sorgulamazlar mı? Faruk Çelik ve Eşref Fakıbaba tarafından da yapılan bu açıklamaların geçmişi Mehdi Eker’e kadar uzanmaktadır.

AKP iktidarı da geçmiş birçok iktidar gibi, hayvancılıktan sadece sığırcılığı, sığırcılıktan da büyük işletmeleri önceleyen, koruyan, kollayan destekleme sisteminin sürdürüldüğü ve bununla da övünüldüğü bir iktidar olmaktan kurtulamamıştır. Hatta bu dönemin tek kusuru bu yanlışın görülememesi değil, bilerek bu yanlışta ısrar etmek ve bazı kesimlere bu yolla
kazanç sağlamak olmuştur.

Küçük işletmeler gözden çıkarıldı
Bu anlayışı benimseyenlerin küçük ölçekli işletmeleri gözden çıkarmaları beklenen bir durumdur. Nitekim Türkiye’de yıllardır küçük ve orta ölçekli işletmeleri akıllıca desteklemek, korumak ve geliştirmek yerine, destekler ve krediler, özellikle hayvancılıkta büyük işletmelerin kurulması ve geliştirilmesine ayrılmakta, yani sermaye tarımı (şirket tarımı) teşvik edilmektedir.

Türkiye’nin kırmızı et üretimi düşüktür. Çünkü hem kesilecek hayvan sayısının üretimi yetersiz, hem de karkas ağırlığı istenen düzeyde değildir. Kesilecek hayvan sayısını artıracak uygulamalardan biri doğuracak hayvan sayısını, dolayısıyla da toplam hayvan sayısını artıracak önlemlerin alınmasıdır. Türkiye bu işi, şimdi yapmakta olduğu gibi, büyük ölçekli işletmelerin kurulmasını teşvik ederek gerçekleştiremez. Çünkü, büyük ölçekli işletme kurdurmak hayvan sayısını artırmanın değil, öncelikle işletme sayısını azaltmanın bir yoludur.

Uygulanan model başarısız
İşletme sayılarının azalması, çoğu kez, otlak ve meradan yararlanma düzeyini düşürür. Hele ki hemen her türde entansif üretim tarzı ve büyük ölçekli işletmeler teşvik edilince mera-hayvan bağlantısının kopması kaçınılmaz hale gelir. Bunun doğal sonucu da hemen her zaman hayvan sayısının azalması, et üretimin düşmesi, fiyatların yükselmesidir.

Uygulanan bu sistemin son 8 yılda yapılan yaklaşık 5 milyar 750 milyon dolarlık canlı hayvan ve karkas ithalatına (ki bunun 1,3 milyar dolarlık bölümü 2017 yılında gerçekleştirilmiştir) rağmen 2017 yılında kişi başına kırmızı et üretiminin düşmesidir.

hayvancilikta-baska-bir-politika-mumkun-468348-1.


Dışa bağımlılıktan nasıl kurtulabiliriz?
»Çiftçilerin hükümetlerin güdümünde değil demokratik temelde ve kendi çıkarlarını koruyacak biçimde örgütlenmeleri teşvik edilmeli ve desteklenmelidir.
»Et ve Süt Kurumu (ESK) ithalat ofisi değil, piyasaya müdahale edebilecek bir kurum haline getirilmelidir.
»Yemi tarlada yetiştirip ahıra veya ağıla taşıyan büyük ölçekli işletmeler yerine, yemin ve otun uygun olduğu her yerde üretim biçimleri desteklenmelidir. Ancak bu durum meraların sermayeye tahsisi ya da devri gibi bir sonuç yaratmamalıdır.
»Meralardan etkin bir şekilde yararlanabilecek düşük ve orta seviyede süt verimine sahip sürüler desteklenerek inek sayısı artırılmalı.
»Meralar ve tarım arazilerinin amaç dışı kullanımına asla izin verilmemeli.
»Destekler üretim artışı ve maliyetin düşmesine hizmet edecek biçimde ve şeffaflık içerisinde verilmelidir.
»Hem süt sığırcılığı hem de sığır besiciliğinde sözleşmeli üretim dayatılmamalı, sözleşme yapılacak ise alıcının gerçek üretici örgütleri ile muhatap olması sağlanmalıdır. Sözleşmeli üretimi özendirecek destekler alıcılar üzerinden değil, bu örgütler vasıtasıyla doğrudan üreticiye verilmelidir.
»Hayvan üreticilerinin korunması ve üretici ailelerin refah seviyelerini artırmak için her türlü çalışma yapılmalıdır.
»Destekler büyük işletmelerin kurulmasına değil, şartları uygun olan küçük ve orta ölçekli işletmelerin desteklenmesine yönlendirilmelidir.
»Kırsal alanda yaşayan çiftçilerin-üreticilerin çocuklarına eğitimin her alanında (üniversiteye giriş puanı, yurt temini, burs gibi) pozitif ayrımcılık sağlanmalıdır.

Sonuç olarak; hayvansal üretimde gıda güvencesinin sağlanabilmesi için ithalattan vazgeçilmeli; hayvancılık destekleri büyük (endüstriyel) işletmeler yerine küçük aile işletmelerine yönlendirilmeli; süt ve et gibi hassas ürünlerde piyasa doğru şekilde izlenmeli, üretici örgütleri güçlendirilmeli, üreticiler iç ve dış piyasaların insafına terk edilmemelidir.

ORHAN SARIBAL - CHP Bursa Mv.
BİRGÜN

Yoksulu aç bırakan şatafattan hesap sorulacak mı?.. - Mehmet FARAÇ

"Yağma Hasan'ın böreği" sözü var ya, tarihçiler son 500 yılın siyaset ve devlet şatafatını araştırsalar, herhalde AKP döneminde yaşanan dehşet verici savurganlığın Kilimanjaro'nun görkemini bile geride bıraktığını çok kolay tespit edebilirler...

Osmanlı'nın harem-şatafat hattında, "değmeyin keyfime" dediği "Lale Devri" bile kıskanırdı sonradan görmeciliğin, son yıllarda iyice utandıran siyaset ve zenginlik piyesini...
İşte Türkiye'de son yıllarda, tuhaf, şaşırtıcı ve şok edici bir değişim yaşıyor siyasetle birlikte insan profili de...

Yokluktan zenginliğe, ezilmişlikten sonradan görmeciliğe uzanan bir değişim parmak ısırtırcasına şımartıyor AKP güruhundan beslenen "ne oldum delisi" kesimleri!..

"Dinci"lerin Teşvikiye'yi, iktidar borazanı karı-koca televizyon tetikçilerinin ise "yalı"ları keşfetmesi gibi, kendilerini "dindar, muhafazakâr" diye niteleyen; çember sakallısından, kara çarşaflısına, tesettürlü sosyetesinden tarikat müridine kadar Lale Devri'nin şatafatını bile kıskandıracak müthiş bir debdebe yaşıyor iktidardan beslenenler...

Kadın-erkek, genç-yaşlı fark etmiyor; AKP tabanının bir kesimi gecekondulardan lüks sitelere, şeyh dergahından kafelere, halk otobüsünden lüks ciplere uzanan öylesine şaşırtıcı bir sosyo-ekonomik değişim-dönüşüm sergiliyor ki, görenlerin ağzı açık kalıyor...

Ve insanlar, siyasetin kendi zenginlerini yaratma konusunda mide bulandırıcı rekorlar kırdığı son yıllardaki talancı zihniyete bakınca, "İyi ki Hz. Ömer bu dönemde yaşamıyor" demekten de kendilerini alamıyor...


Mide bulandıran şovlar!..
Kuşkulu zenginlik, sonradan görmecilik, kendini bilmezlik, siyasetten beslenenlerin sözde sosyal "statü" atladığı ve geçmişini de hızla unuttuğu çok vahim bir dönemin "yuh" denilecek savurganlığını da gösteriyor topluma...


Hiç kuşkusuz ne ANAP ne DYP ne de REFAHYOL döneminde görüldü böylesine zıvanadan çıkmış bir zenginlik, böylesine bir saltanat süreci...

Baksanıza; tarikat dergahlarında, yıllar boyu "bir lokma-bir hırka" şiarına sarılarak, mütevazi iftar yemeklerini gösterişe kaçmadan yiyen bir kesim vardı ki, artık beş yıldızlı otellerin lüks restoranlarında, kuş sütünün bile eksik olmadığı gösterişli sofralarda adeta "şov" yapıyorlar... Üstelik kimseyi umursamadan ve de mide bulandırırcasına!..

Devletin sözde "aile bakanı" olacak bir hanım ise devletin parasıyla lüks otellerde iftar programları düzenleyerek savurganlığa öncülük etmeye devam ediyor ki, en vahimi de bu olsa gerek...

Ve İslam'ı anlatmakla görevli sözde "din" adamlarının, ekranlarda, harem-selamlıklı lüks otellerde ve camilerin bulunduğu meydanlarda, televizyonlardan aldıkları milyonlarca lira karşılığında adeta "temaşa" sergilemesi de var ki, "takiye" denilen ikiyüzlü tutarsızlığa "rayting" yaptırmaya devam ediyor!..

                                                                          ***
Manzaranın açlık şavkı!..
Yaşamın dünya kurulduğundan bu yana süregelen devinimi içinde hiç şüphesiz her şeyin, her olayın, her eylemin ve her hareketin bir karşılığı vardır ya, işte bu pencereden AKP döneminin lüksünü sorgulamak da kaçınılmaz oluyor...

"Zıt" kutuplar, yaşamın şaşırtıcı hareketleri içinde bazen şatafatçı zihniyetin suratına şamar indirircesine çarpıklıkları yansıtmaya devam etse de, "aç-tok" dengesizliği açısından gidişat hiç değişmiyor işte...

Bu sosyal çarpıklığı, AKP'nin kimilerini iyice zengin eden, çoğunluğu da ne yazık ki iyice yoksullaştıran haksız-adaletsiz-ikiyüzlü icraatları içinde çok net görebilirsiniz...
Varsılla yoksul arasındaki mesafenin kapanmaz bir uçuruma dönüştüğü son 16 yıllık dönemde, sosyo-ekonomik zıtlık ve gelir dağılımı dengesizliği yaşamın her alanında sırıtmaya, isyan etmeye devam ediyor;

Çarpık manzaranın açlık şavkıdır, pazar yerlerinden, çöp kutularından gıda toplamaya çalışan, aşevlerinin önünde yüzlerini kapatarak bir tabak yemek almaya çalışan mazlum, yoksul, garip ve sahipsiz insanların yürek burkan çaresizlikleri...

"Zıtlık" dedik ya; cumhurbaşkanının oturduğu ve yapıldığından bu yana büyük tepki çeken saraya ayda yüz milyonlarca lira harcama yapılırken (en çok fakir-fukara edebiyatı AKP döneminde "arz-ı endam" ederken) zenginlik ve yoksulluk, açlarla tokların sofralarında "zehir-zıkkım olsun" dercesine çatışmaya devam ediyor!..

Haksız bir düzeni tarif de eden bu sosyal çatışma; yalnızca siyasetin iktidar koltuklarında, makam ve bina israfının utanç verici boyutlara ulaştığı- devletin iliklerine kadar sömürüldüğü yandaş bürokraside değil, yukarıda sıraladığımız, siyasetten beslenen kesimler üzerinden de vuruyor halkı!..


Yeşil Kart, "hamili kart!.."
Yukarıdaki tablo en az 8 milyon Yeşil Kartlı'nın devletten beslendiği ve siyasete hizmet etmeye zorlandığı bir Türkiye tablosudur aynı zamanda...

Yani; yoksullaştır-köleleştir siyasetinin sömürü hattında, Yeşil Kart'lılarla, siyaset zengini "hamili kart" taşıyan AKP zenginlerinin çatışması devam ediyor bu ülkede...

Muharrem İnce'nin eşi ile birlikte mütevazı çarşı-pazar alışverişinin fotoğrafları ile Meral Akşener'in devletteki israfa isyan eden dünkü açıklamaları da akla getirdi yukarıdaki tüm satırları...
O halde dün de bu köşede vurgulandığı gibi, olası bir iktidar değişiminde, öncelikli yapılacakların listesinde en başta müdahale edilecek çarpıklık da bellidir;
Devlette araç gereç, bina ve harcama savurganlığı sona erdirilmeli, saray şatafatının muslukları kesilmeli, adaletsiz gelir dağılımı engellenmeli, talan eden değil emek veren kazanmalı, "yoksullaştır-köleleştir" planı çöpe atılmalı ve yoksulun, işsizin, emeklinin, emekçinin "insan gibi" yaşayabileceği sosyo-ekonomik önlemler hızla devreye sokulmalı...

Ve de hiç çekinmeden, "nereden buldun" sorularıyla son 16 yılın hesabı da sorulmalıdır şu sonradan görme iktidar zenginleriyle onlardan beslenen pervasız güruhtan... Milletin yüreği soğumaz aksine...


Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

En pahalı tıraş! - REMZİ ÖZDEMİR

Tarih: 2 Aralık 2016.
Dolar kuru 3.59 ile tarihi zirveyi gördü. Cumhurbaşkanı Erdoğan halka çağrı yaptı:
-Dolarınızı satın!
Cumhurbaşkanı'nın bu çağrısıyla çok sayıda vatandaş harekete geçti ve dolarını satmaya başladı. Hatta Cumhurbaşkanı'nın bu çağrısı bir çok şirket ve esnaf tarafından da desteklendi.
Bir otobüs şirketi açıklama yaptı. 500 dolar bozdurup makbuzunu getirene otobüs bileti bedava.
250 dolar bozdurup getirene yemek bedava! Nihayetinde bu iş berberlere kadar yayıldı. 500 dolar bozdurana bedava tıraş kampanyası açıldı.
Kampanyalar büyük ilgi gördü. Gerçekten 500 dolar bozduranlar 50 liralık otobüs biletini bedava aldı. 30 liralık tıraşa para vermedi ve en az 3 kaplık 25 lira tutarındaki yemeği lokantada yiyip bir kuruş bile ödemedi.

Aradan 1 yıl 4 ay geçti.
Dolar kuru 4.900 TL'yi gördü. Vatandaşın 500 dolarını bozdurarak o gün olduğu bedava tıraş ona oldukça pahalıya patladı. Basit bir hesap yaptığımızda vatandaş 500 dolarını o günkü en yüksek kurdan yani 3.59 TL'den bile bozdurmuş olsa kaybı 1.310, yani 500 dolarda 655 lira. O gün için dolar bozdurarak bedavaya getirdiği tıraş için bugünkü hesapla 655 lira ödemiş oldu! Yani oldukça pahalı bir tıraş.
Bunun için söylenecek tek bir şey var o da "Hayırlı tıraşlar!"


Yine bir çağrı var!
Aradan geçen bu süreden sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan bir kez daha döviz bozdurun çağrısı yaptı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın döviz satın çağrısına şu ana kadar ne ciddi ne de ufak bir katılım gözüküyor. Hele o 2 Aralık 2016'daki çağrısı gibi kampanyalar hiç düzenlenmiyor. Çünkü Cumhurbaşkanı ve diğer bakanların döviz alanın eli yanacak söylemlerinin tam tersi çıktı.
O gün tam tersi hükümetin ekonomi kurmaylarının söyledikleri değil de ekonomistlerin söyledikleri gibi yapıp dövizlerini satmasalardı bugün müthiş bir kazanç sağlamış olacaklardı. Aslında buna kazanç olarak da bakmak yanlış bir şey. Dövizdeki artışı kâr olarak görmek doğru değil. O sadece paranın değerini korumak.

Bunu şöyle bir örnek ile izah edebiliriz:
2 Aralık'ta 100 dolar karşılığı olan 359 TL ile ne kadar benzin alabiliyorduk. O gün için 1 litre kurşunsuz benzin İstanbul'da 4 lira 92 kuruştan satılıyordu. O para ile yaklaşık olarak 72 litre kurşunsuz benzin alınıyordu. Bugün 95 oktan kurşunsuz benzinin litresi, devlet destekli 6.26 lira. 72 litre benzin için 452 lira ödemek zorundayız. O gün dolarını satmayıp bugün satanlar 73 litre benzin alabiliyorlar. Özetle dolarını satmayanlar parasının değerini korumuş oldu. Hükümetin çağrısı ile satanlar ise sadece 57 litre benzin alabiliyorlar.

Cumhurbaşkanı Erdoğan şimdi yine dolarınızı satın diyor.

Bu çağrıya kulak vermeden önce hesabınızı kitabınızı çok iyi yapmanızı tavsiye ederim. Kesinlikle kimseye döviz alın ya da bozdurmayın demiyorum. Sadece finansal okur yazar olun. Siyasetçilerin ağzından çıkan sözleri ekonomik gerçekçilik süzgecinden geçirin. Ne kadarı mantıklı ne kadarı mantıksız buna siz karar verin. Çünkü o gün siz tertemiz millî duygularla dolarınızı satarken, maalesef birileri düşük fiyattan aldı ve kendisini korudu.

Siyasetçiler susmalı
Türkiye'nin dış ticaret açığı ve en önemlisi çok ciddi borcu var. Bu borç özellikle parayı üretime değil de toprağa yani inşaata gömdüğümüz için finans sektörü dışındaki şirketlerde çok fazla. 300 milyar dolara yakın özel sektörün borcu var. Dolardaki her kuruş bu şirketlerin biraz daha zarar etmesine neden oluyor.

Dövizdeki son yükselişler siyasetçilerin gereksiz konuşmaları ile oldu.  Artık iş dünyası siyasetçilerin konuşmalarından korkar oldular. Çünkü bir bakan çıkıyor "dolar kuru gerçekçi değil" diyor. Biri çıkıyor "alanın eli yanacak" diyor. Sonunda olan da bu hükümetin ekonomi öngörüsüne kanıp borçlanan özel sektöre oluyor.
Özel sektörün kâbusu devam ediyor.
Hükümet erken seçim kararı ile kendini kurtarmaya çalışırken, yüzbinlerce kişiye iş ve aş veren özel sektörü de ateşe attı.
Bugün itibariyle lütfen görün bakın! Cumhurbaşkanı'nın döviz bozdurun çağrısına yanıt gelecek mi gelmeyecek mi? Vitrininde 'dolar bozdurana bedava tıraş' yazıları görecek misiniz görmeyecek misiniz?


Remzi Özdemir / YENİÇAĞ