3 Haziran 2018 Pazar

Övünmeye kaynak, mitomanyak! - Mine G. Kırıkkanat

Psikiyatri alanında, yalan söylediğini farkında bile olmadan desteksiz atanlara “mitoman” deniliyor.

Psikiyatri uzmanı Ferdinand Dupré, 1905 yılında Yunanca efsane anlamında ‘mitos’ ve Latince delilik anlamında ‘mania’ sözcüklerini birleştirerek adını koyduğu   ‘mitomania’  hastalığına yakalanan mitomanları dört sınıfa ayırmış: 

Kendini övmek için yalan söyleyen hastalar, gerçeklerden kaçmak için yalan söyleyen hastalar, aşağılık kompleksini gizlemek için iftira atan hastalar, dolandırmak ve kandırmak için yalana başvuran hastalar. 

Yine Dupré’ye göre, bazı hastalardaki mitomania illeti az ya da ileri derecede psikotik ve nevrotik bozuklukların göstergesi olabilirmiş… 

Mitomania’yı ‘basit yalancılık’tan ayıran özellik, kişinin yalan söylediğini farkında olmadan yalan söylemesi. Mitoman, gerçekleri hayallerden ayırt edemiyor ve söylediklerine inanıyor. Bu inanç, doğruyu bilen kişilerin karşısında bile şaşırtıcı bir özgüvenle desteksiz atmasına yol açıyor. İllet, öznenin sürekli yalana sığınmak ihtiyacından kaynaklanan ve kabul edilmeyen gerçeklikten bir kaçış yolu…
Tedavisi hiç mi hiç kolay değil. 


Hastanın uzun yıllar sürebilecek, o da belki işe yarayacak bir psikanalize girmesi gerekiyor. Ama hasta olduğunu reddeden bir mitomani psikanalize ikna etmek zaten imkânsız!
***

Dolayısıyla mitomani hastasının durumu, zamanla ağırlaşıyor. 

Gerçeklerden giderek kopan mitoman, içine kapanıyor ve yalnızlaşıyor. Kendisiyle konuşmak, söyleşmek, yalanlar üzerine kurulu bir dünyada yaşadığından, fikir alışverişi imkânsızlaşıyor. 

Bütün bu saptamalar, mitomani için arama yaptığım tıp literatüründe var olan bilgiler.
Türkiye’de çok uzun süreden beri gözümüzün içine baka baka, devasa yalanlar söyleniyor. Seçimlerden önce de böyleydi. Geçen yılki referandum kampanyasında iktidarın afişlerinden birinde “Sıkıyönetim bitecek” yazıyordu, örneğin. Türkiye’de sıkıyönetim yoktu, OHAL vardı ve zaten referandum sonrasında da bitmedi, uzatıldıkça uzatılıyor. Yıllardır benzer yalanlara alıştığımız için, “basit yalancılık” deyip geçtik. Halkın aklıyla alay etmek mitomania olamaz, elbette! 

Ama bu yıl 24 Haziran’a alınan erken seçim sürecinde ‘fütursuz’ tanımını aşan kabalık ve büyüklükte ‘yanılmalar’, binlerce kişinin gözünün içine baka baka yapılır oldu. 
Merhum Süleyman Demirel, memleketi Isparta’da adını taşıyan üniversiteyi 1992 yılında kurdurmuştu. Zaten SDÜ’nün logosunda da nal gibi kuruluş tarihi yazıyordu. Ama geçen hafta Isparta’da kürsüye çıkan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Üniversiteyi Isparta’da kim kurdu? Biz kurduk(!)” diyebildi. Ispartalı yandaşları da coşkuyla alkışladı.

***

1999’da AKP bırakın iktidar, parti olarak bile var değildi. Ama Türkiye G20 ülkeleri arasındaydı. Cumhurbaşkanı kürsüye çıktı, Türkiye’nin G20’ye AKP iktidarında girdiğini söyledi. Yandaşlarından da epeyce alkış aldı. 

“Tekirdağ’a 3 baraj, 4 gölet inşa ettik” dedi. Oysa var olan tüm baraj ve göletler 1975 ile 1998 yılları arasında yapılmıştı… Ahali yine alkışladı! 

Bu yanılmalar, geçen hafta oldu. Örnekleri epeyce çoğaltabilir, zaten kendisi gibi sürekli yanılan, dolayısıyla da yanıltan iktidar partisi ile müttefiklerine yayabiliriz. 

Memlekette mitomania salgını mı var, sorusu meşru. Ama yok, mitomania bu değil! Çünkü malum şahıslar, bilinçli biçimde gerçeği tersyüz ediyor; kendilerini dinleyen seçmenin cehaletine güvenerek bazen yaptıklarını inkâr, bazen de yapmadıklarını sahiplenebiliyorlar.
 
Cehaleti yaymak ve cahil nüfusu çoğaltmak için gösterdikleri gayretin meyvelerini topluyorlar. Damat bakan Albayrak, AKP seçmeninin “Cumhurbaşkanımız Ay’a kadar 4 şeritli yol yapacağım dese, vallahi inanırız!” sözleriyle boşuna mı övünüyor? 

Ne var ki dünyayı kandırmak, Türkiye’de özenle yetiştirdikleri cahilleri uyutmak gibi kolay değil. 

Ve Türkiye, o dünyanın bir parçası. 

Cehalete teslim olursa, afiyetle yutulacak bir parçası.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Muharrem İnce ve apoleti sökelecek paşalar... - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Haziran 1913...
Mareşal Fevzi Çakmak Gülcemal adlı geminin güvertesinden yıkılmış omuzları, hüzünlü bakışları ile uzaklaşan kıyıları izliyordu... Kurtuluş Savaşı kahramanı, o anları 10 yıl sonra şöyle anlatacaktı;
"Batı Rumeli'de 500 yıllık Türk hakimiyetine veda ettik. Güneş batarken Arnavutluk kıyıları da yavaş yavaş gözümün önünden siliniyordu. Atalarımızın asırlar boyunca kanları ile suladığı eski ve yeni şehitlerimizin gömüldüğü vatan parçasının terk edilmesi, kalplerimizde giderilemeyecek acılar, hasretler meydana getiriyordu..."

Peki, ne olmuştu da beş asırlık Türk vatanı olan Balkan coğrafyasını kaybetmiştik? Osmanlı ordusunun bütçesi, rakip ordunun bütçesinin dört katıydı, subaylarının sayısı düşman ordunun subaylarının neredeyse üç katıydı...

Ama savaş kaybedilmişti...

O savaşta yer alan Fevzi Çakmak, genç Cumhuriyetin Genelkurmay Başkanı olduğunda gelecek kuşaklara da ders olacak şu açıklamayı yapacaktı;
" Ordunun içine siyaset girmişti!..."

Mareşal Çakmak; " O vakte kadar görülmemiş bir disiplin içinde ve düzende olan 1'inci Tümen, iç siyasetle uğraşan birkaç subayın kışkırtması ile çürüdü, inancı bozuldu. Askerler subaylarını, subaylar komutanlarını tanımamaya başladı. O düzenli birlik rezil oldu..." diyordu.

                                                                         ***
Emekli General Nejat Eslen beni arayıp heyecanla "izledin mi?" diye sordu...
"Neyi?" diye cevapladım... Eslen Paşa, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bir toplantıda siyasi konuşma yaptığını, izleyiciler arasında bulunan bir ordu komutanının gülerek Erdoğan'ı alkışladığını, ordunun siyasete alet olduğunu gösteren bu görüntülerin vahim sonuçlar doğuracağını söyledi...
Kayıtlardan girip baktım, Cumhurbaşkanı Erdoğan Malatya'da bir iftar yemeğinde yapmıştı bu konuşmayı... Skandal görüntülerdi...

Eleştirimi sosyal medyadan dile getirdim;
"Cumhurbaşkanı Erdoğan bir salon konuşmasında Muharrem İnce'yi eleştiriyor. Salonda gülüşmeler ve sonrasında alkışlar... Ancak gülüşenler ve alkışlayanlar arasında TSK İkinci Ordu Komutanı Korgeneral de var! Siyasi bir eleştiriye alkış tutan komutanı da gördük..."


Bu paylaşım kısa zamanda yüzbinlere ulaştı... Komutanın bu davranışı büyük tepki topladı... Yapılan yorumlar arasında abartılı bulduğum ve katılmadığım olanlar da var ama şunu belirtmem gerekir;
Bu olay kişisel bir olay değildir... İkinci Ordu Komutanı'nı tanımıyorum. Olay ilkeseldir ve memleket meselesidir... Toplantı sırasında siyasi konuşmalar yapan, Cumhurbaşkanlığı yarışında rakipleri ile dalga geçen ve eleştiren Erdoğan'ı, resmi üniforma ve parlayan apoletleri ile gülümseyerek alkışlayan bir komutan, TSK içinde büyük sıkıntılara neden olur... Aynı görüntüyü Muharrem İnce'nin ya da Meral Akşener'in konuşması sırasında da görsem aynı tepkiyi gösteririm...

                                                                         ***

Yakaladığı bu görüntü ile Türkiye'yi "uyandıran" Eslen Paşa da gidişattan endişeli... "Ordunun siyasete karışması Türkiye'nin sonunu getirir" diyor...

Referandum öncesinde, "yeni Anayasa onaylanırsa artık TSK personeli terfi alabilmek için AKP il ve ilçe başkanlarının kapısını kollayacaklar" diyordum...

Bin yıllık geleneği olan şanlı Türk ordusuna yapılacak en büyük haksızlıklardan biriydi bu... Kimse başkomutanlık masalını bu sürece gerekçe göstermemeli...

Muharrem İnce haklı olarak bu görüntüye isyan ediyor; "Türk Ordusu'nun generali misin, Ak Parti'nin il başkanı mısın?" diye soruyor...

İnce; "Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir general, siyasi bir parti başkanının konuşmasında ki o konuşmada vatan, bayrak demiyor, beni eleştiriyor, beni eleştirdiği yerde o general, Erdoğan'ı alkışlıyor... 30 Ağustos'ta onun apoletlerini sökeceğim..." diyor.

                                                                         ***

Bakınız, Kurtuluş Savaşı kahramanı Mareşal Fevzi Çakmak yıllar öncesinden uyarıyor;
"Orduya siyasetin bulaşması çürümeyi getirir"  diyor!

Balkan Savaşı'nı neden kaybettiğimizi unutmayalım... İş Bankası yayınlarından çıkan Fevzi Çakmak'ın anlatımlarının yer aldığı "Batı Rumeli'yi Nasıl Kaybettik" adlı kitabı mutlaka okuyunuz...

Özellikle TSK personeli ve subayları okumalı... Tarih bize "çürümeye" karşı panzehri de sunuyor...


Tuncay MOLLAVEİSOĞLU  / YENİÇAĞ

2 Haziran 2018 Cumartesi

Kahrolası kamyonizm! - ORHAN GÖKDEMİR

İçinde kitap geçen iki öykü anlatıyım size. Birincisinin kahramanı, Beki İkala Erikli. Yazardı, melekleri anlatırdı kitaplarında, çok satardı. Kitap marketine girdiniz mi çok satanların ilk üç sırasında mutlaka onu görürdünüz. Kitaplarını alanlar uygun bir şekilde çağırırlarsa meleklerin kendilerine yardıma koşacağına inanırdı. Beki Hanım’ın kitapları da zaten melekleri ürkütmeden nasıl uygun bir şekilde çağrılacağı üzerineydi. Sorun şu ki Beki Hanımın meleklerinin çoğunluğu İbrani melekleriydi ve durup dururken neden Müslümanlara yardıma koştuğu belli değildi.

Sonra öğrendik ki yazarımız ücreti mukabili arzu edenlere “melek danışmanlığı” da yapmaktaymış. Bu iş için dayayıp döşediği Taksim’deki dairesinden çıkarken bir okuyucusu tarafından vuruldu, öldü. Geçenlerde sonuçlandı cinayet davası. Katil zanlısı “okuyucu” Sinem Koç, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Koç, son savunmasında "Hepsi o kadın yüzünden. Evrende bazı varlıklar var diyordu. Ölümün olmadığını düşünüyordum. O kadın, kitaplarında da ölüm yok diyordu" dedi.

İkincisinin kahramanı, Halim Şefik Güzelson. Şairdi Halim Şefik. Güzel şiirler yazardı. Zamanının büyük şairleriyle dosttu. Çok yakın olduğu Orhan Veli vakitsiz ölünce arkasından acıklı şiirler yazdı. Geride bıraktığı tek kitabı “Otopsi” onun ölümünü anlatır. Öğrenciliğimde büyük bir şans eseri tanışmış, dostluk kurmuştum şairle. Kitaplarını bir küfeye doldurup sırtladıktan sonra sokak sokak dolaşıp nasıl sattığını anlatırdı keyifle. Hatırlayacaksınız, bir kılıçbalığının öyküsünü anlattığı “Balık Ağzı” şiiri onundur.
Halim Şefik’i bilmez çoğu kişi. Çünkü hiçbir zaman çok satmamıştır. Ama mutlaka hepinize dokunmuştur bir yerlerden. Mesela Ruhi Su dinlerken gülümser bir türkünün içinden. Ahmet Kaya “satın beni, rakı için” derken onu dillendirmektedir.


İşte iki öykü… Görünüşe göre ikisi de kitaba değin. Ama dikkatle bakarsanız biri kesin olarak kitapsızdır. Kâğıda basılan şey değildir kitap. Ondan önce bir fikirdir, bir şiirdir, bir anlatıdır, bir hayattır, bir insandır. Bu bapta satıp satmamasının hiçbir önemi yoktur.

                                                                 ***

Kitap konusu tekinsiz bir iştir o yüzden. Neyle uğraştığınızı, neye bulaştığınızı iyi bilmeniz, adımlarınızı ona göre atmanız gerekir. Elinize almadan önce içinde aydınlık var mı bakacaksınız. Karanlık olmayacak içinde, yoksa bozulur, okuyanı da bozar. Melek satıp, din bezirgânlığı yapıp, şarlatanlığı cilalayıp kitap yaptığınızı sanırsınız. Bir de bakmışsınız elinizde patlamış. Patlar evet, hatta çarpabilir, öldürebilir de sizi. Beki Hanımın başına gelen budur. Halim Şefik’in dizelerinin tam tersi bir sonuca yol açıp yaşatması da öyle.

Kitabı böylesine karanlık bir nesneye dönüştüren mekanizmaların başında “marketçilik” geliyor. Gözü kör olsun, kitap da bir meta sonuçta, alıp satıp kâr etmek mümkün. Ama bu durumda içinde ne olduğundan bağımsız bir şeye dönüşüyor mal. Ne kadar sattığı, ne kadar kâr ettirdiği ne anlattığının önüne geçiyor. O yüzden melek satıcısı Beki İkala’yı biliyor ama Halim Şefik amcayı tanımıyoruz.

Bu marketlerden biri, aralarında benim “AKP’li Yıllarda Türkiye’nin Düzeni” adlı kitabımın da bulunduğu birkaç kitabı almama kararı verdi geçen günlerde. Tekin Yayınevinin açıklaması böyle. Gerekçesini bilmiyoruz. Mesele piyasa ise elbette satmama hakkı var. Ama kitap bu, çer çöpü satıp bizimkilere ambargo uygulayınca sorun çıkarır. Çıkardı zaten. Olay duyulunca sosyal medyada markete karşı boykot hareketi başladı. Birkaç saat sonra yayınevine sipariş geçti market.

Sorup soruşturdum, pek çok yayınevi benzeri bir kuşatma altındaymış aslında. Hatta adı geçen market, piyasadaki tekel konumundan dolayı yüzde 45 olan ıskonto oranını yüzde 65’e çıkarmış. Vermesen bir dert, versen marketin kölesine dönüşüyorsun. O pazarlıklar sırasında patlamış bizim olay.
                                                                   ***

Market dediğim şu; Malum Doğan Holding'in sahibi olduğu D&R (Dienar), Turkuvaz Grubunun sahibi olduğu TK’ya (Herhalde bu da “Tika” diye telaffuz ediliyordur) satıldı. Tika, cemaatin el konulan NT (Enti) mağazasının şekil değiştirmiş hali. Öğrendiğim kadarıyla şimdi bu Tika da kendini imha edecek ve Dienar olarak devam edecek hayatına. Açılımlarını merak etmedim, tahminlerimi yazayım. Dienar, Doğan ve Recep olabilir. Tika, Tayyar ve Kamil’dir. Kamil’i soruyorsanız bilmiyorum, zaten hiçbir önemi yok, 

Tayyar varsa tamamdır. Biliyorsunuz “T” ile başlayıp çift “y” ile yazılan isimlerin sihirli bir etkisi var sistemimizde. Hatta Beki Hanımın melekleri toplaşıp gelse onunki gibi bir “effect” yaratması mümkün değildir. Enti’yi atlamış olmayayım, o da büyük ihtimal “Nur ve Ticaret”in kısaltılması olmalı.

Uzatmayayım, bu “Nur Ticaret” ve “Doğan Recep” devlet zoruyla sahiplerinden alınıp birleştirilince ülke genelinde yaklaşık 380 mağazaya ulaşmış oldu. Bu kitap satış piyasasının yaklaşık yüzde 70’ini elinde tutmak demek. Büyük bir tekelden söz ediyoruz yani.

Sahibi kim peki bu devlet destekli tekelin? 
Görünüşe göre biraz Kalyon İnşaat, biraz Katar. Karışık ve organize işler. Yani bizim kitapları satmayan aslında Kalyon İnşaat. Hani şu memleketin üzerine beton döken birkaç şirketten biri. Ne var bizim kitabın kapağında? Tayyiban kamyonları. Bence AKP’yi eleştirdiğim için değil, kamyonları eleştirdiğim için geldi sansür. O kamyonlar artık toplumun tek kutsalı. AKP’ye inanmasını sağlıyor kalabalıkların o kamyonlar. Damat Berat Albayrak, “Cumhurbaşkanı aya dört şeritli otoban yaptım dese inanırlar” diyerek özetledi “kamyonizmin” düzendeki işlevini. Otoban kamyonsuz olur mu? Kamyonu gördükçe oyları artıyor AKP’nin. Büyük günah benimkisi, kamyonu eleştirdim, hak ediyorum sansürü.

                                                                  ***

Geçen hafta Ensar sponsorluğu ile ünlü bir GSM şirketinin yan kuruluşu olan yayın platformunda sanat tarihi ile ilgili bir belgesel izleyeyim dedim. Fakat, belgeselin yarısı karanlık. Anlamadım önce, sonra baktım çarmıha gerilmiş İsa sansürledikleri şeylerden biri. Hâlbuki donu var âdemin. Ardından Da Vinci’nin çizimleri aldı nasibini. Artemis heykelini tepeden tırnağa sansürlenmiş görünce dayanamadım, sosyal medya hesaplarına sitemimi gönderdim. Cevap verdiler, RTÜK’ün emirlerine uyuyorlarmış. Kimi kime şikâyet edeceksin?

Bir büyük şebeke bu. Kayyum atayarak veya halkın parasıyla şirketleri alıp iktidar partisinin borazanına dönüştürüyorlar. Da Vincinin çizimlerinden tahrik olup, çocuklara tecavüze aldırmayanların yönetimine bırakıyorlar. Kamyonizm özel mülkiyeti iktidarın mülkiyetine dönüştürerek ilerliyor. Tahkim edilmiş ekstra bir baskıyla, tuhaf bir faşizmle karşı karşıyayız. Öyle bir hal ki, basını yamuk, kitapçısı kitapsız, iktidarı pespaye, yargısı düğmeli... Her şeyi çökerttiler. Ortalıkta sadece bir saray ve ona bağlı olarak çalışan kamyonlar var.
                                                                 ***

Düşünün, kamyona dayalı iktidarın kamyoncusu bizim kapağında kamyon olan kitabı satacak. Neden satsın. Kamyonizme aykırı. Satmaz.

Dert mi ediyoruz peki? Tabii ki hayır. Onlar iktidarın yancısıysa biz de Halim Şefik’in yancısıyız. Koyarız kitaplarımızı bir küfeye, sırtlayıp sokak sokak dolaştırırız. Okuyucusuyla birlikte yaparız bunu hem de. Satıp rakı içeriz.

Demem o ki, bu düzeni değiştireceğiz, o kamyonları da tekerlerinden asacağız.
Haftaya Çarşamba ve Perşembe günleri Manavgat’tayız. Yazılama Yayınevi standında Doğan ve Recep’te, Dienar, bulamadığınız kitapları paylaşacağız. 

Bekleriz.


Orhan Gökdemir / SOL

İşçiler 16 yılda neler kaybetti? - KORKUT BORATAV

Yazının başlığındaki soruyu DİSK Araştırma Dairesi, yeni bir raporunda soruyor ve yanıtlıyor: AKP Yıllarında Emek: İşçiler 16 Yılda Neler Kaybetti? (Mayıs 2018, DİSK-AR).


Türkiye’de emeğin durumunu yakından izlemek isteyenler için DİSK Araştırma Dairesi’nin (DİSK-AR’ın) raporları vazgeçilmez kaynaktır. İstihdam, işsizlik, emekliler, asgari ücretler, yoksulluk sınırı üzerindeki raporları kastediyorum. Veriler güncelleştikçe, raporlar yenilenir; bulgular süreklilik kazanır; dönüşümler rahatlıkla incelenir.
Bu yıl başında yayımlanan Türkiye İşçi Sınıf Gerçeği başlıklı rapor farklıydı. Bir yandan “işçi sınıfının manzarasını” betimlemekte; bir yandan da sınıfın yapısına, dönüşümüne ışık tutan ipuçları sunmaktaydı. 

AKP Yıllarında Emek de kapsamlı bir çalışmadır; “günceli izleme” hedefini aşmakta; “emeğin durumu” açısından son 16 yılın bir bilançosunu çıkarmaktadır. 
Bu bilançonun ortaya koyduğu bazı bulguları özetlemek, kısaca tartışmak istedim. 

Örgütlenme, toplu sözleşmeler, grevler
Örgütlenme yoksa işçi sınıfı yoktur; sadece işçilervardır. Örgütsüz işçilerin toplamı, olsa olsa kendiliğinden (“öylesine”) bir sınıftır; “kıymet-i harbiyesi” yoktur. Ücret düzeylerini, çalışma koşullarını işverenle örgütlü olarak pazarlık edebiliyorlarsa işçi sınıfının asgarî koşulları oluşmuştur. Bu anlamdaki ekonomik örgütlenme, kapitalizmin bugünkü ortamında sendikalaşma, toplu sözleşme yapma ve bunu tamamlayan grev hakları ile belirlenir. 

DİSK Raporu, 2017’de sendikalaşma oranının yüzde 12 olduğunu; kayıt-dışı işçiler katılırsa yüzde 10,3’e indiğini belirliyor. Kırk yıl önce yüzde 50 eşiğini aşan sendikalaşma oranının aşınması 12 Eylül rejimi içinde başlamış; AKP döneminde de hızlanmıştır. 
Sendikalı işçilerin yüzde 30’u toplu sözleşme hakkından yoksundur. Bu nedenle ücretli-maaşlı emekçiler içinde toplu sözleşme hakkına sahip olanlar oranı yüzde 7,3’e iner. Rapor, bu oranı OECD ülkeleriyle karşılaştırıyor ve Türkiye’nin 30 ülkenin sonuncusu olduğunu belirliyor. 

Rapor, AKP’li yıllarda 193000 işçiyi kapsayan grev erteleme kararları alındığını belirtiyor. Bu kararlar 2017-2018’de OHAL kararnameleri ile yoğunlaşmış; 155000 işçiyi (toplamın yüzde 80’ini) kapsamıştır. 

Asgari Ücretler
DİSK-AR’ın ücret incelemeleri üzerinde yoğunlaşmasını bekleriz. Yeni milli gelir serileri, ücretlerin GSYH’deki payını veriyor. Bu verilerin incelenmesi, farklı verilerle  tutarlılığının sınanması gerekir. Farklı sektörlere, üretim kollarına ait saatlik ücretlerin  emek verimi serileriyle birlikte incelenmesi önem taşır. Ücret / verim makaslarının hareketi, sektör katma değerlerinde brüt ücret ve kâr paylarının seyrine ışık tutar.

DİSK raporu, bu çerçevede sadece asgarî ücretlerin AKP’li yıllardaki gelişimini inceliyor.

Bölüşüm ağırlıklı incelemeler, sınıfsal karşıtlıklar üzerine inşa edilirse anlamlı olur. Bu açıdan enflasyondan arındırılmış (“reel”) ücretler değil; bunların diğer gelir türleriyle karşılaştırılması anlamlıdır. 

DİSK Raporu da bu yaklaşımı izlemekte ve reel asgari ücretlerin seyrini sabit fiyatlı milli gelir hareketleriyle karşılaştırmaktadır. AKP döneminde reel ücretlerdeki artış temposunun milli gelirin gerisinde seyrettiği belirleniyor.

Ne var ki, asgarî ücret istatistikleri, asgari ücretlerin toplamını değil, işçi başına aylık ücreti vermektedir. Bu nedenle toplam değil, kişi başına GSYH hareketleri ile karşılaştırılmalıdır. Bu karşılaştırma yapıldığında da DİSK Raporu’nun sonucu değişmeyecektir: AKP iktidarını kapsayan 2003-2017’de reel asgarî ücretler, kişi başına sabit fiyatlı GSYH’nin gerisinde seyretmiştir. 

Bu bulgu, işçi sınıfının asgarî ücretli katmanının, Türkiye toplumunun diğer sınıfları karşısında göreli durumunun gerilediği anlamına gelir. 

İşsizlik
DİSK Raporu, AKP’li yıllarda dar ve geniş anlamda işsizlik oranlarının seyrini inceliyor ve özellikle 2012 sonrasındaki artış eğilimini vurguluyor. 
TÜİK’in istihdam ve işsizlik istatistiklerinde kapsam ve tanımlar, zaman içinde değişir; bulguları kesintisiz olarak izlemek güçleşir. Bu nedenle olsa gerek, Rapor, dar anlamda işsizlik oranlarını 2004’ten başlatıyor.

Belli bir hata payını göze alarak geçmiş verileri ve sonraki yıllarla birleştirmek mümkündür. DİSK-AR, verileri 1990’lı yıllara kadar taşıyabilseydi, AKP’nin işsizlik karnesi Rapor’da belirlenenden çok daha kötü çıkacaktı.

AKP iktidarının beş yıl öncesine bakalım: 1998-2002’de ortalama işsizlik oranları, “dar” tanıma göre yüzde 8; “geniş” tanıma göre yüzde 11,3’tür. AKP’li yıllarda bu oranlar belirgin bir üst-eşiğe çıkmış ve küçük dalgalanmalara rağmen yukarıda seyretmiştir. 
DİSK Raporu da bu üst-eşiğin (dar anlamda işsizlik için) 2004-2017’de ortalama olarak yüzde 10,7 olduğunu belirliyor. Geniş tanımlı işsizlik 2003-2017 için hesaplansaydı, ortalama işsizlik oranı yüzde 16,8’e çıkacaktı.

Son on altı yılda yedek işgücü ordusu hızla genişlemiştir. Bu olgu, istatistiklere işsizlik oranlarında belirgin artışlar biçiminde yansımıştır. 

Çalışma koşulları
Esnekleşen işgücü piyasalarının istatistiklere yansıması işsizlik oranları ile sınırlı değildir; çalışma koşullarında da izlenebilir.

DİSK Raporu, bu bağlamda iş cinayetleri ve çalışma süreleri üzerinde bilgiler içeriyor. 
Rapor’un aktardığı SGK verileri, yıllık “iş kazası sonucu ölüm” sayılarını veriyor. Ölümler, ayrıca, “yıllık işçi sayıları”na oranlanmıştır. Kullanılan “işçi sayıları” TÜİK verileriyle tutarsızdır; kaynağı belli değildir. “Ölüm / işçi sayısı oranları” iş cinayetlerindeki ağır tabloyu ortaya koymamaktadır.

 Durumun ağırlığı farklı bir hesaplamayla ortaya konulabilirdi: İş cinayetlerinin sayısı 2003’te 811, 2016’da 1405’tir. On dört yılda 16984 emekçi iş kazası sonunda ölmüştür. Yıllık ölüm sayılarında artma eğilimi belirgindir. Bu iki veriden hareketle iş cinayetlerinde yıllık (“üssel”) artış oranı (“eğilimi”) yüzde 4,3 olarak hesaplanır. Aynı dönemde Türkiye’de istihdamın ortalama yıllık artış oranı ise yüzde 1,9’dur.

Demek oluyor ki, “iş cinayetleri”, Türkiye’de istihdam artışının zorunlu bir sonucu değildir. Çalışırken ölme olasılığı (“eğilimi”), çalışanın işçi olması halinde belirgin biçimde artmaktadır. İş cinayetlerinin yükselmesi de, istihdam biçimleri içinde kapitalist ilişkilerin başıboş yaygınlaşmasından; yani “çalışanların iş güvenliğinden yoksun biçimde proleterleşmesinden” kaynaklanmaktadır. 

DİSK Raporu’nda çalışma koşullarıyla ilgili diğer çarpıcı bilgi haftalık ortalama çalışma süreleri ile ilgilidir. Rapor, 2016’da 36 OECD ülkesine ait çalışma süresi ortalamalarında Türkiye’nin yerini veriyor. 

En uzun çalıma süresi 50,1 saat ile Kolombiya’dadır ve Türkiye haftalık ortalama 49,3 saat ile ikinci sıradadır. OECD ortalaması ise 40,4 saat olarak belirlenmiştir.

Bu yüksek ortalama, bir yandan sendikasızlaşma, bir yandan da kayıt-dışı istihdamla bağlantılı olmalıdır. 2017’de Türkiye’de kayıt-dışı ücretli çalışanların sayısı 3,5 milyon civarındaydı. Bu emekçilerin, fazla mesai ödenmeden ve haftalık 50 saati aşkın sürelerde çalıştırıldığı; Türkiye ortalamasının da bu nedenle yukarı çekildiği söylenebilir. Türkiye işçi sınıfının önemli bir bölümü, insafsızca yukarı çekilen mutlak artık-değer koşullarında varlığını sürdürmektedir.

AKP iktidarı ve işveren çevreleri koro halinde yapısal reform teranesini sürdürüyorlar ve hâlâ ana gündem maddesi olarak işgücü piyasalarında esnekleşme hedefinde ısrar ediyorlar. 

İşçilerin sendikalaşma oranını yüzde 10’a, toplu sözleşme haklarını yüzde 7’ye indirdiniz. 2016’da iş cinayetleri 1405 kurban verdi; haftalık çalışma süresini 50 saat sınırına dayadınız. Daha ne istiyorsunuz?

Rapor’da bir gezinti
DİSK-AR Raporu’nun yukarıda değinemediğim öğelerine göz atalım. 
  • OHAL / KHK sonunda kamudan ihraç edilen 138.186 kişinin kurumlara göre dağılımı.
  • Gelir dağılımında eşitsizliğin seyri ve Türkiye’nin OECD ülkeleri içindeki yeri.
  • AKP döneminde borç tuzağı: Tüketicilerin borç yükünün gelirlere oranındaki çarpıcı artış. 
  • AKP yıllarında özelleştirmenin hazin bilançosu.
  • Vergi yükünde adaletsizliğin artışı.
  • Çalışma hayatında cinsiyet eşitsizliğindeki artış
  • Emeklilerin kayıpları.
Rapor, “24 Haziran Seçimleri ve İşçi Sınıfının Talepleri” başlıklı bir bölümle son buluyor. Bunlar, “demokrasi ve sosyal hukuk devleti” çağrısı ve ülkeyi adım adım faşizme sürükleyen rejim değişikliğinden ve OHAL’den vazgeçilmesi istekleri ile başlıyor. Neoliberal dönemde sosyal devlet düzenlemelerindeki kayıpların geri kazanılmasını aşan kapsamlı talepler ile sürdürülüyor. 

Emek araştırmalarında eşgüdüm 
Bu vesileyle üç yıl önce, DİSK-AR’ın Raporu ile benzer başlık taşıyan bir başka çalışmayı hatırlatmak isterim: Bağımsız Sosyal Bilimciler, AKP’li Yıllarda Emeğin Durumu (İstanbul 2015, Yordam Kitap).

Yirmi üç sosyal bilimcinin ortaklaşa katkılarından oluşan bu çalışma, önemli bölüşüm bulguları içermekteydi. Kapsamı, tahmin edileceği gibi DİSK Raporu’ndan daha geniştir. Ancak nicel veriler 2014’ten öteye gitmemekteydi. 

Sınıf mücadelesinde emek cephesinin etkili ideolojik silahlarından biri, kapitalizmin (dolayısıyla Türkiye’nin) sınıfsal bölüşüm karşıtlıklarının teşhiri, incelenmesi, çözümlenmesi ile başlar. Egemen sınıflar ise, “aynı geminin yolcusuyuz” teranesi içinde bölüşüm incelemelerinden kaçarlar.

Etkili bir mücadele silahı olması için emek cephesinin bölüşüm analizleri, birbirini tamamlayan bir zincirin halkaları olmalıdır. Kullanılan yöntemler, göstergeler, bulgular, sonraki araştırmalara rehberlik etmeli; geliştirilmeli, sürdürülmelidir.

DİSK’in AKP Döneminde Emek başlıklı raporu da bu doğrultuda önemli halkalardan biri olarak yer almaktadır.

Korkut Boratav / SOL

'Edebiyat ve yaşam arasında Che' - CEREN KARGI / SOL

"İzin verin ahmakça görünmek pahasına da olsa söyleyeyim; gerçek devrimcinin kılavuzu büyük bir sevgi duygusundan gelir. Bu özelliğe sahip olmayan birinin devrimci olması düşünülemez."


Ernesto Guevara, -daha sonraları Kübalılar Che ismini takacaktı- ekonomik durumu iyi Arjantinli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Doğduğu andan ölene kadar astım hastası olan Ernesto’ya bu tanı konulduktan sonra, ailesi sağlığına kavuşabilmesi için ormanlık bir bölgeye taşınır. Karakterinin şekillenişinde bu izole hayatın ve hastalığının etkisi büyüktür. Hastalığından dolayı düzensiz bir eğitim alan Ernesto, daha çok annesiyle eğitimini sürdürür. Bu korunaklı hayatın yanı sıra, çıktığı uzun orman gezintileri ve en önemlisi de kitaplarla iç içe sürdürdüğü yaşamı Ernesto'nun karakterini çarpıcı bir biçimde etkiler.

Edebiyat ve Yaşam Arasında Che, Julio M. Llanes'in uzun yıllar süren araştırmaları, görüşmeleri ve neredeyse Che'nin ayak bastığı her yere gerçekleştirdiği seyahatleri sonucu yazılmış bir kitap. Llanes kitabı dört bölüme ayırıyor: Okumalar, Seyahatler, Yazılar ve Kenar Notları. Yazılama Yayınevi'nden Banu Karakaş çevirisiyle yayımlanan kitap, Che Guevara'nın çocukluğundanölümüne kadar sekteye uğramamış kendini geliştirme süreci, sanat ve edebiyata yaklaşımı, karakteriyle yaşadıkları ve öğrendiklerini nasıl harmanladığına odaklanıyor.

OKUMAK VE ÖĞRENMEK BİR REFLEKSTİ
Kitabın ilk bölümü, Che Guevara’nın çocukluk ve gençlik yıllarında yaptığı okumalarıyla başlar. Annesiyle birlikte kazandığı okuma alışkanlığı, sonsuz merak duygusu ve öğrenme isteği ile gelişir. Annesiyle tekrar tekrar okuduğu kitaplara baktığımızda Che’nin daha çocukken kazanmış olduğu eşitlik ve adalet duygusunun temellerini izleyebiliyoruz.  Edebiyat ve Yaşam Arasında Che,yazarın Che’nin yaşantısı ve okuma evrenine eşgüdümlü yaklaşması dolayısıyla da dikkate değer bir kitap. Che Guevara, bu bölümde de anlatıldığı gibi okumaya tutku derecesinde bağlıdır. Bu da dünyayı daha erken yaşta tanımasını sağlar. Güney Amerika medeniyetleri başta olmak üzere hem tarihi hem edebi okumalar yapar, böylelikle tarih ve sınıf bilinci gelişir. Okumaları öyle yoğundur ki, bir süre sonra vardığı noktayı şöyle açıklar: "Okumaya ve öğrenmeye o kadar alıştım ki artık bir refleks haline geldi." [1]

GÜNEY AMERİKALI DON KİŞOT: CHE
Che Guevara, Don Kişot’u çocukken keşfeder. Söz konusu kitabı hayatının belli dönemlerinde tekrar tekrar okumaya devam eder. La Mancha’lı şövalye birçok kişinin aksine …onun için gülünesi bir karakter değil, düşlerinin ve umutlarının benimsenmesi gereken boyutlarda olduğu bir kahramandı. [2] Che, Don Kişot’ta insanlık onuru, adalet duygusu ve tükenmek bilmez bir azim bulur. Dünyayı anlamlandırabilmek, eski medeniyetleri, insanları keşfetmek ve en sonunda da devrim mücadelesi için çıktığı yollarda, Che kendisini Don Kişot’a benzetir ve yazdığı birçok metinde bu karaktere atıfta bulunur: Çünkü bir gün gezgin şövalye pelerinimi terk edip kendime bir savaş giysisi almam gerekecek yer olan Arjantin’e bu günahkâr kemiklerimle döneceğim. [3] 

RUHSAL VE PRATİK BİR İHTİYAÇ: ŞİİR
Che Guevara, romana olduğu kadar şiir türüne de ilgi duymaktadır. Özellikle toplumsal duyarlılığı olan şairlerin şiirlerini ezberler ve çevresindekilere okur. Onun için ezber ritüelleri amaçsız değil aksine “sanki ruhsal bir ihtiyaca cevap verir gibiydi. [4] Önceleri şiirlerini sevip daha sonra dost olduğu Kübalı şair Nicolás Guillén, bir başka arkadaşı İspanyol şair León Felipe, Pablo Neruda ve JoséMarti sevdiği şairler arasındadır. Llanes, kitabın şiirle ilgili kısmında düzenlenen bir şiir okuma etkinliğini örnek verir. Küba devrim mücadelesinin hemen sonrasında, okuma yazma bilmeyen köylüler için gerçekleştirilen şiir etkinliğine davet edilen şair Nicolás Guillén bu etkinliği şöyle ifade eder: "Şiir, ilk defa bir karargâhın kapısından giriyordu."[5] 
Che Guevara ayrıca diğer ülkelerdeki yazar ve şairleri de takip eder. Annesine yazdığı bir mektupta Nâzım Hikmet'in şu dizeleri yer almıştır: "Yalnız yarım kalmış bir şarkının acısını toprağa götüreceğim."[6]

YAŞLI MARIA’YA SÖZ
Julio M. Llanes, kitabın ikinci bölümü olan Seyahatler’i iki kısma ayırır. Che’nin ilk gruba dahil ettiği seyahatleri kendisini ve yaşadığı dünyayı tanıma işlevi gören, sınıfsal bilincinin oluşmasını sağlayan maden ve cüzzam hastanesi ziyaretleri gibi seyahatlerdir. Yazarın ikinci grupta işlediği seyahatler ise aklı başında ve “teoride bir devrimci” olarak gerçekleştirdiği yolculuklarıdır.

Che’yi en çok etkileyen seyahatlerden biri, arkadaşıyla birlikte kaldığı San Pablo’daki cüzzam hastanesidir. Bu hastanede hastalarla haftalarca vakit geçirirler. İnsana, insanlığa sonsuz sevgi besleyen genç devrimci, burada tanışmış olduğu ve ölmek üzere olan yaşlı Maria’ya bir devrim sözü de verir:
Yaşlı Maria, öleceksin
Seninle ciddi konuşmak istiyorum 
Hayatın acılarla dolu bir gül bahçesi oldu.
(...) huzur içinde uyu, yaşlı savaşçı,
Torunlarının hepsi güneşin doğuşunu görecek,
AND İÇİYORUM
.[6]

KİŞİSEL ZAFERLERDEN TOPLUMCULUĞA
Che Guevara, teori ile pratikten herhangi birini diğerinin önüne koymazvehayatını ikisinin dengeli bir bütünselliği içinde yaşar. Teorik okumalarını yaparken aynı zamanda bilimsel çalışmalar yürütür. “Veremli akciğer dokusunda histamin”, “histamine bağlı progesteron” çalıştığı konulardandır. Ancak kendini toplumu değiştirmeye/dönüştürmeye adayan herkeste olduğu gibi Che’nin eylemselliğe bakış açısında da birtakım değişiklikler gerçekleşmiştir:
Tıpkı herkes gibi ben de zafer kazanmak istiyordum; meşhur bir araştırmacı olacağımı hayal ederdim; nihayetinde insanlığın hizmetine sunulacak bir şey bulabilmek için yorulmaksızın çalışmayı hayal ederdim hep, fakat o an yaşadığım kişisel bir zaferdi.(…)öncelikle öğrenci sonra da doktor olarak gezdiğim için sefalet, açlık ve hastalıkları yakından gördüm. Birinin çocuğunu imkansızlıklardan dolayı iyileştirememenin acizliğine, mütemadiyen sürmekte olan açlığın ve sefaletin yarattığı acıya, artık bir babanın çocuğunu kaybetmesinin bile tıpkı Amerika vatanımızın ezilen sınıflarında da pek çok kez yaşandığı gibi önemsiz bir kaza olarak görüldüğüne şahit oldum. Ve artık o dönemde gözüme meşhur bir araştırmacı olmak veya tıp bilimine ciddi bir katkıda bulunmak kadar önemli gözüken başka şeylerin olduğunu görmeye başladım: Bunlardan biri de bu insanlara yardım etmekti. [7]

KÜBA’YA DOĞRU
Seyahatlerinin Meksika uğrağında Fidel’lerle tanıştığında Küba’ya askeri harekât planları yapan bu kararlı devrimcilere katılma kararı alır. Gözlem seyahatleri artık sona ermiştir. Annesine yazdığı mektuplarda seyahatlerinin yön değiştirdiğini şöyle ifade eder: “… Yeni bir ülkeye gittiğimde artık dağları taşları gezmek, müzeleri ve kalıntıları görmek için değil, aynı zamanda (çünkü bunlar benim her zaman ilgimi çekiyor) halkın mücadelesine katılmak için de gitmiş olacağım." [8] Che Guevara, bu kararından dolayı birçokları tarafından eleştirilir. Bazı arkadaşları, memleketi olmayan Küba’da vereceği devrim mücadelesinin yanlış anlaşılacağını ve ajan olarak yaftalanabileceğini söylerler. O bütün bu eleştirilere karşın, yalnızca Arjantin’i değil bütün Amerika’yı vatanı olarak gördüğünü anlatmaya çalışır. 

BİR YAZAR OLARAK CHE
Kitabın üçüncü kısmı olan Yazılar, Che Guevara’nın yaşamı boyunca almış olduğu notlar, kaleme aldığı mektuplar, eleştiri yazıları, seyahat anıları üzerine yazarın incelemelerinden oluşuyor. Che, yayımlanan ilk kitabı Gerilla Savaşı’nda (1960), Küba’daki bağımsızlık savaşında edindiği izlenim ve deneyimlerini paylaşır. Daha sonra yine kendi tanıklıklarını içeren Motosiklet Günlükleri ve Tekrar Yollarda basılır. Ölümünün ardından ise Devrim Savaşından Kesitler: Kongo yayımlanacaktır. Llanes bu bölümü, Che’nin basılmış olan kitaplarından ve diğer metinlerinden örnekler vererek işler. Yazarın ısrarla üzerinde durduğu bir metin Che’nin Küba’da Sosyalizm ve İnsan yazısıdır. Che, bu yazısında devrim mücadelesi vermiş ve yeni bir toplum inşa etmekte olan bireyi işler.

MİTLEŞTİRMEYE KARŞI
Kitabın son sayfalarında yazar Che Guevara’nın mitleştirilmesini de ele alır. Halk tarafından bir mit ya da efsane olarak görülen, posterlere, pankartlara, tişörtlere basılan Che halk tarafından “devrimciliğin” bir simgesi olarak anılmaya başlar. Bununla birlikte; Che’nin, onu mitleştiren değil insan olarak kısıtlarıyla öğrenmeye çalışan, ilkelerini ‘benimseyen’ değil sorgulayarak kendine uyarlayan, kendisini ve ülkesini tanıyarak dönüştürmek için mücadele eden bir tavrı tercih edeceğini söyleyebiliriz. 

SONUÇ 
Edebiyat ve Yaşam Arasında Che, Che’nin yalnızca romantik bir devrimci, düşünmeden hareket eden bir tezcanlı ya da mitleştirildiği, efsaneleştirildiği gibi insanüstü bir varlık olmadığının kanıtı niteliğinde bir kitap. Che’yi tarihsel geçmişi ve gelişimi ile etkilendiği çevresel koşullarla birlikte, yani Che’nin daima önemsemiş olduğu bir anlayışla, ele alan bu kitabın okunmaya değer olduğunu söyleyebiliriz. Başlangıçtaki Che alıntısından da anlaşılacağı üzere onun en belirgin özelliklerinden biri olan insanlığa sonsuz sevgi besleyişini kitabın tümünde hissederek okuyabiliyoruz. Che, her meselenin odağına insanı koyar ve onu önceleyerek davranır. Bu, edebiyata bakışında da aynı şekilde gerçekleşmiştir. Bir burjuva bakış açısı olarak, insanüstü görülen ve idealist bir biçimde ele alınan sanat ve edebiyatın insana içkin ve toplumla birebir bağlantılı olduğu Che’nin yaşantısı üzerinden kitapta net bir şekilde yansıtılmaktadır.

Ceren Kargı / SOL

[1] Julio M. Llanes, Edebiyat ve Yaşam Arasında Che, Yazılama Yayınevi, Nisan 2018, s. 23. 
[2] a.g.y., s.84.
[3] a.g.y., s.86.
[4] a.g.y., s.28.
[5] a.g.y., s.36. 
[6] a.g.y., s.43.
[7] a.g.y., s.73.
[8] a.g.y., s.66.

Çin’in yanıtı ne olacak? - MUSTAFA K. ERDEMOL

Çin’in Ortadoğu Özel Temsilcisi Gong Xiaosheng, Mısır ve İsrail’in, Pekin’den Filistin-İsrail barış sürecinde “büyük bir rol” oynamasını talep ettiklerini söylemesi üzerinde durulmaya değer bir konu. Her şeyden önce, Filistin sorununa ABD’den başkasının dahil olmasını istemeyen İsrail açısından büyük bir tutum değişikliğidir bu.

Mısır ile İsrail’in bu çağrısı Çin’den karşılık bulur mu? Çünkü Çin, dış politikada özellikle Deng Şiao Ping dönemiyle başlayan “uluslararası sorunlardan uzak durma” tutumunu uzun süre sürdürdü. Şimdiki Devlet Başkanı Şi Jinping’le bu politikanın terk edilip daha aktif bir çizgi izleneceğinin işaretleri var.


Ekim 2017’de Çin Komünist Partisi’nin 19. Ulusal Parti Kongresi’ne verdiği raporda, Şi, Çin’in yeni uluslararası rolünü “Çin halkı, ayağa kalktı, zenginleşti ve güçlendi. Şimdi gençleşmenin meyvelerini kucaklayacağız. Yeni dönem Çin’in insanlığa daha fazla katkı sağladığı bir dönem olacak” sözleriyle açıklamıştı.

ÇKP kongrelerini izleyenler, hiçbir Genel Sekreter’in kongre açılışında Çin’den “büyük güç” olarak söz etmediğini bilirler. Bunu ilk söyleyen Şi Jinping oldu. Ama bunu söylerken asla emperyal bir güç olmayacaklarının da altını çizdi. “Güç” dedi ama “sorumluluk sahibi bir güç” eklemesini de yaptı. Çin’in yeni konumu çok özetle böyle. 

Büyük, karışık, çalkantılı bir tarihi var Çin’in. 19. yüzyılın ortalarından, 20. yüzyılın ortalarına kadar süren yarı sömürgecilik, askeri yenilgiler, iç savaşlar tarihidir bu. Ama bunların hepsi 1949 Çin Devrimi’yle son buldu. Mao’nun birleştirdiği bir ülkedir Çin artık. Deng Şiao Ping ise ülkenin bugünkü gelişmesinin temellerini atan bir lider olarak anılıyor. Şimdiki lider Şi Jinping de “gençleştirme”yi önemsiyor, ülkesini “sorumlu büyük güç” haline getirmeye çalışıyor.

Şi, emperyal bir güç olmayacaklarını söyledi ama “kazan - kazan” politikası takip edeceklerinin de altını çizdi. Küreselleşmeye de büyük değer veren bir lider olduğunu biliyoruz. Kongrede “önce Çin” politikası gütmeyeceklerini söylemesi küresel eğilimlere uygun bir tutum. “Hiçbir ülke tek başına insanlığın karşılaştığı zorluklarla mücadele edemez. Hiçbir ülke kendini kapayarak da sorunları çözemez” sözleri de bu açıdan anlamlıdır. Bu sözlerin pratik karşılığı Çin Halk Cumhuriyeti’nin Paris İklim Değişikliği Anlaşması’na da İran’ın nükleer anlaşması da bağlı kalacağını ifade etmesidir.

Bugünkü durum şu; Çin’in dünyanın her yerinde yatırımları var. Bu onu siyasi olarak da etkili bir ülke yapıyor. Bu nedenle barışın, istikrarın korunması Çin için de önemli bir konu. Uluslararası yatırımları, bunun sağladığı etkinliği sürdürebilmenin yolu küresel istikrarı korumaktan geçiyor. Bunun için de alternatif projelerle çıkıyor dünyanın önüne. “Bir Kuşak Bir Yol” projesi bunların içinde en önemli olanı. Bu proje sayesinde Çin, kendi ekonomik yüklerini de Pakistan gibi ülkelere ihraç etme şansını buldu. 
Yani Çin artık dış politikada daha aktif olacağı yeni bir döneme giriyor. Bunun zorlukları da var, beraberinde getireceği fırsatlar da.

Diğer ülkelerle yakın işbirliği içinde olması gerektiğinin farkında artık Çin. AB ile ilişkileri de farklı bir boyuta dönüşebilir. Çünkü ABD ile girdiği ticaret savaşında, AB Pekin’le diyaloğunu geliştirmek zorunda kalacak. Sadece bu değil AB’nin yapması gereken, Çin’in politikalarını da kabul etmek zorunda. ABD ile arasındaki sorunlarda “sorumlu bir güç” olan Çin’i yanında bulması AB’nin yararına olur.

Uluslararası stratejisini geliştiren bir ülke olan Çin de, bu stratejiyi sürdürmek istiyorsa başka ulusları da dinlemek zorunda. Bunu yavaş yavaş yapıyor aslında. Birkaç ay önce Suriye sorununda daha aktif rol alacaklarını duyurmuştu Pekin. Şu ana kadar herhangi “aktif” bir katılımına tanık olmadık Pekin’in ama uluslararası platformlarda sesini daha da yükseltir olduğunu biliyoruz.

Bu nedenle, artık ABD’nin dışında “taraf”lar da aradığını öğrendiğimiz İsrail’in de Mısır’ın da Ortadoğu’nun en önemli anlaşmazlıklarından Filistin konusunda Çin’i taraf olmaya çağırmaları zamanlama açısından çok uygun. Dünyanın çatışmalı bölgelerinde istikrar olması kendi açısından da önemli olan Çin artık yatırımlarını çoğaltmak, bu yatırımlarının siyasi etkisini sürdürmek için sorunlu bölgelere “sorumlu bir güç” olarak yaklaşmak zorunda.

Bakalım Çin, Mısır ile İsrail’in bu çağrısına ne yanıt verecek?

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Yıkıma karşı halktan yana çözüm önerileri - HAYRİ KOZANOĞLU

Dizinin bu bölümünde çözüm önerilerini tartışmaya açacağız. Yanlış anlaşılmasın, AKP yönetimine, “faiz koridorunu biraz genişletin”, “mali disiplini sakın elden bırakmayın” yollu ifadelerle akıl vermeye çalışmıyoruz. Sadece, giderek kötüleşen ekonomik koşullar karşısında nasıl direnilebileceği, toplumun önünde hangi alternatifler bulunduğu konusundaki tartışmalara katkıda bulunmayı amaçlıyoruz. 

Çıkış noktamız, emeğiyle geçinen geniş toplum kesimlerinin kendi gücüyle, kendi öz örgütlenmeleriyle dayatılan neoliberal reçetelere karşı koyma kapasitesine sahip olduğu inancıdır.

RTE’nin karşısındaki Cumhurbaşkanı adaylarının ekonomik vaatlerde bulunmasını açıkçası onaylamıyoruz. Çünkü bu çaba, örtük biçimde başkanın yürütme gücüne sahip olmasını kabullenmek anlamı taşıyor. Ne var ki bu saatten sonra İnce’yi veya Demirtaş’ı eleştirmeyi de doğru bulmuyoruz. Yolları açık olsun demekle yetiniyoruz.

Birleşik Haziran Hareketi’nin “Krizden Çıkış İçin Emeğin10 Çözümü” , DİSK’in “AKP Döneminde Emek Raporu” ve Birleşik Metal-İş’in “Manifesto’sunu” aşağıdaki satırlara da yer yer esin kaynağı oluşturan doğru yolda atılmış adımlar şeklinde değerlendiriyoruz.

1 - Yurttaşlık geliri (YG), tüm yurttaşlara ülkenin doğal ve ekonomik kaynaklarının paydaşı olma sıfatıyla eşit bir ödeme yapılmasını öngörür. Böylelikle her bireye belli bir satın alma gücü kazandırmak, gelir dağılımı bozukluklarını törpülemek, patronla pazarlığa otururken emekçisinin pazarlık gücünü artırmak imkanı kazanılmış olur. İtalya’da birinci parti konumuna gelen 5 Yıldız Hareketi’nin yükselişinde, özellikle Güney’in yoksul bölgelerinde kazanılan oylarda YG Vaadinin etkili olduğu bildiriliyor. Bunu bir fırsatçılık değil, sadece bir geçmişi bulunan bir iddianın doğrulanması kabul edin lütfen. Çünkü ÖDP bu uygulamayı 1999 seçim beyannamesinden beri savunuyor. Ancak daha doğru yöntem, bu talebi yükseltenlerin YG üzerinden bir “toplumsal hareket” yaratması gibi görünüyor.

2 - Bireysel borçlanmanın kritik noktalara ulaştığının önceki bölümlerde altını çizmiştik. Özellikle kredi kartının bir ödeme aracı değil de bir borçlanma fırsatı gibi görülmesi ve ihtiyaç kredilerinin kabarması, en fazla düşük gelirli yurttaşlarımızı zor durumda bırakıyor. Bu konuda da seçim vaatlerine bel bağlamak yerine bir “borçlular hareketinin” öz taleplerini dillendirmesi, kendi bağımsız mücadelesini sürdürmesi en doğrusu. Bu noktada “Barzon Hareketi” adı verilen Meksika’daki örgütlenme deneyimini hatırlatmakta yarar görüyoruz.

3 - Şeker fabrikalarının özelleştirilmesine karşı yoğun toplum tepkisi, geçmişte emekçilerin oy tercihlerini, yaşam tarzı konumlarını aşan biçimde Tekel direnişine destek vermeleri aslında özelleştirmeye karşı halkın direncinin kanıtları. Geçmişteki özelleştirmelerin de iptalini amaçlayan özelleştirmeye karşı topyekün bir inisiyatif geliştirilmesi de toplumsal bir gereksinme.

4 - Kamunun ekonomideki ağırlığının azaltılması yolundaki neoliberal rüzgâra kapılmamak gerekiyor. Ancak, kamu bütçesinden Saray’daki sefahat, Meclis Başkanı’nın lüks araba sevdasının yoksul yurttaşın cebinden finanse edilmesi gibi sembolik örneklerden çıkarak savurganlığa karşı toplumsal denetim mekanizmaları geliştirmek gerekiyor. Ama en önemli bütçe tasarrufunun, barışçı bir dış politikayla birlikte savaş harcamalarının kısılması sonucu sağlanabileceğini akıldan çıkarmadan.

5 - Kolektif mülkiyet biçimlerinden biri olan kooperatifler baskıcı bir rejimde dahi halkın yönetim kapasitesini artırmak, dayanışmacı ve eşitlikçi bir yapı kurmak için anlamlı ve önemlidirler. Bugünkü Türkiye’de kooperatifler demokrasi ve hoşgörü kültürünün yerleştiği; toplumsal cinsiyet, mezhep ve etnik ayrımcılıkların egemenlik sağlayamadığı; sözün, yetkinin, kararın kooperatif bileşenlerinde toplandığı bir örgütlenme biçimi özelliğiyle toplum için bir nefes borusu olabilirler. Zaten şimdiden çok anlamlı örnekleri yaratılmış durumda.

6 - Günümüzde veri ve enformasyonun herkesin erişebildiği kamusal bir nitelik taşıması, internetin demokratikleşmesi, her yurttaşın aynı eğitim gibi teknolojiden de yararlanmasının bir hak olarak kabul edilmesi gerekir. Ayrıca dijital demokrasinin gerçekleşmesinde kamu otoritelerinin sorumlulndadır ve bütçeden yeterli kaynak ayrılmak zorundadır. Uber benzeri şirketlere karşı da platform kooperatiflerini savunmalıyız. Böylelikle hem teknolojinin olanaklarından yararlanabilir, hem de kamusal bir zeminde aracıları geçersiz kılabiliriz.

- Türkiye’nin vergi gelirlerinde günlük harcamalarımızdan alınan dolaylı vergilerin ağırlığı yüzde 65’le aşırı yüksektir. Bu olgu gelir ve servet adaletsizliğini katmerleyen çarpık bir sonuç ortaya çıkarıyor. Sonunda geniş halk kesimlerinin ödediği dolaylı vergiler yerine : ilkesel olarak, kar, rant ve servetten alınan dolaysız vergilerin ağırlığının artırılmasını savunmalıyız.

8 - Biraz gerilere gidersek, yaşanan 1979 krizinde özel sektörün DÇM adı verilen döviz borçlarının kur risklerini devlet üstlendiği, 2001’de ise banka kurtarma operasyonlarının maliyeti kamu bütçesine yıkıldığı için, sonunda faturayı halkın ödediğini biliyoruz . Söz konusu dönemlerde geniş emekçi kesimler gerçekten büyük sıkıntılara katlanmak zorunda kaldı. Bu kez “kârlar özel zararlar kamusal” anlayışının egemen olmasına izin vermemeliyiz. Döviz borcu 337 milyar dolara dayanan şirketleri devlet kurtarmamalıdır. Eğer bir şirket kapanmak zorunda kalırsa, üretimin ve istihdamın devam etmesinin koşulları aranmalı, emekçilerin yönetim ve denetime ağırlıklarını koyması yoluna gidilmelidir.

9 - Döviz mevduat hesapları en son rakamlarla, 87 milyar doları gerçek kişilere, 67 milyar doları tüzel kişilere ait olmak üzere 187.5 milyar dolarlık aşırı bir düzeye ulaştı. Ne var ki, bu hesapların TL’ye çevrilmesi önerisi ciddi sorunları da beraberinde getirebilir. Çünkü parasını finansal sisteme sokmayanların, döviz kuru yüksekken TL’ye dönenlerin ödüllendirilmesi sonucunu doğurabilir. Ayrıcı yüksek kurdan, örneğin dolar 4.80’ken döviz alarak vagona son anda atlayanların iki kez cezalandırılmasına neden olur. Mevduatların bir kısmı da, vadesi gelecek döviz borçlarının ödenmesi için bankada tutulan şirket fonlarıdır. Önerimiz, döviz hesaplarından bir para çekişi halinde, yatırıldığı zamanki döviz kuru temel alınarak, ortaya çıkan farkın sermaye kazancı kabul edilmesi, buradan bir vergi tahakkuk ettirilmesidir. Böylece hem mevduat sahipleri tasarruflarını zorunlu olmadan çekmeyerek finansal sistemi tehlikeye atmayacaklardır. Hem de nakde döndüklerinde daha düşük bir bedel ödeyeceklerdir.

10 - Emekçiler kıdem tazminatı haklarını korumakta, işsizlik sigortası fonundaki paralarının amaç dışı kullanımına karşı çıkmakta çok kararlı davranmalıdırlar. Güvencesiz çalışmayı kolaylaştıran, taşeron çalıştırma sistemini teşvik eden uygulamalara karşı da en geniş bir ittifakla direnmeli, işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunu hak mücadelelerinin eksenine oturtmalıdırlar.

Dizimiz burada sona erdi: TAMAM

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Kriz sade yurttaşa nasıl yansıyor? - HAYRİ KOZANOĞLU

Enflasyonun yüzde 15’e yükseleceğini öngörmek zor değil. Seçim sonrası, ertelenen petrol ve elektrik zamları devreye girerek yurttaşın belini büken hayat pahalılığı daha da artacak.

AKP çevreleri, ekonomide yaşananlar dünyadaki çalkantının Türkiye’ye yansıması mı, yoksa ülkemize yönelik bir saldırı mı var tartışadursun, kriz sade yurttaşı vurmaya başladı bile. Ne yazık ki, “döviz borcum da yok, borsada yatırımım da” diyenler dahi korumasız durumda…

1 Ekonominin yüzde 7.4 büyüdüğü 2017 yılında dahi ortalama işsizlik yüzde 10.9 olmuştu. Şimdi büyümenin hız keseceği, yılın ilerleyen bölümünde muhtemelen duracağı bir konjonktürde işsizlik kaçınılmaz biçimde artacak. 2007’de işsizlik yüzde 9.2 iken, 2009’da yüzde 13.1’e sıçradığını hatırlamak dahi böyle bir öngörüde bulunmak için yeterli sanırım.

2 Kriz dönemlerinde düzen sözcülerince, “ilk saldırılacak hedef” işçi ücretleri gibi görülür. Son yaşanan süreçte de baklayı ağzından ilk çıkaran Sözcü yazarı Ege Cansen oldu:

“Bir daha devalüasyon krizine düşmemek için, cari açığın kapanmasından başka çare yoktur. Bunun için de ücret artışlarının devalüasyonun altında seyretmesi, esnek istihdam reformunun (taşeronluk, yarı zamanlı ve geçici işçi çalıştırma dahil) yapılması şarttır.”

Neresinden tutmak gerekir bilemiyorum; devalüasyon kadar ücret artışı talep eden bir sendika mı var? Cari açığın nedeni gerçekten işçi ücretleri mi? Ancak Cansen’in ifadesinin işçi ücretlerine yönelik saldırının başladığını doğruladığı açık. Üstelik Nisan 2018 IMF raporu bile, imalat sanayi birim emek maliyetlerinin 2016’ya göre yüzde 10, 2010’a göre ise yüzde 26 gerilediğini söylerken…

3 Gerek 2001, gerekse de 2008-2009 krizinden aşina olduğumuz gibi, uygun ortam bulunca sadece zor duruma düşenler değil, fırsatı ganimet bilen tüm firmalar işçilere yükleniyor. İşten çıkarmaların yanısıra ücretlerin eksik ödenmesi, geciktirilmesi pratikleri yaygınlaştırılıyor.

4 Böyle dönemlerde kazanılmış haklara göz dikilmesi de beklenmeli. Sözünü ettiğimiz IMF raporu kıdem tazminatının işverenin üzerinde yük olduğunu vurguluyordu. Ayrıca işsizlik sigortası fonunda birikmiş, en son rakamlarla 116.7 milyar TL’ye de amacı dışında el atmaya da yeltenebilirler.

5 Enflasyonun son döviz kuru sıçraması öncesinde de yükselme eğiliminde olduğunu herkes biliyordu. Bundan sonra tüketici fiyatlarının yüzde 15’e doğru hareketleneceğini öngörmek zor değil. Seçim sonrası, ertelenen petrol ve elektrik zamları devreye girerek yurttaşın belini büken hayat pahalılığı daha da artacak gibi görünüyor.

6 Enflasyonun genel düzeyi ötesinde ithal bağımlılığı bulunan bazı kalemler çok kritik önemdedir. Seçim sath-ı mailinde bulunulmasına karşın Sağlık Bakanlığı geçen hafta ithal ilaç fiyatlarına yüzde 2.5 zam yaptı. Çiftçi için yaşamsal önemde bulunan mazot fiyatları da şimdilik zam miktarı ÖTV’den düşülerek sabit tutuldu. Seçim furyası sonrası büyük fiyat artışları kapıda görünüyor. Toplu taşıma dahil ulaştırma maliyetleri, buna bağlı olarak okul servis ücretlerinin artışı da önümüzdeki dönem sade yurttaşın belini bükecek.

7 Her kriz döneminde karşımıza çıktığı gibi önümüzdeki süreçte de kamunun küçültülmesi teranesiyle karşılaşacağız. Bu kapsamda, özelleştirme hamleleri de muhtemelen yoğunlaşacak. Ereğli, Kardemir, Petkim, Telekom gibi stratejik kuruluşları özelleştirme sevdasıyla elden çıkaranlar; ellerinde stok kalmadığı için bu kez ormanlarımızı, kıyılarımızı, derelerimizi harç mezat satışa yönelebilirler. Zaten epeyce yol alan sağlık, eğitim, sosyal güvenlik gibi toplumsal hizmet alanlarını ticarileştirme çabaları daha da hız kazanabilir.

İşsizliğin arttığı, bir istihdam olanağı bulunanların da gelirlerinin düştüğü/ücret ödemelerinin aksadığı dönemlerde insanlar ister istemez daha fazla borçlanmak zorunda kalıyorlar. Faizlerin yükselmesi borçlanma maliyetlerini artırıyor, geri ödenmesini zorlaştırıyor. Merkez Bankası’nın dün açıkladığı Finansal İstikrar Raporu’na göre, hanehalkı yükümlülükleri Mart 2018 sonu rakamlarıyla 574.6 milyar TL’ye ulaşmış durumda. Özellikle alt gelir gruplarının kullandığı ihtiyaç kredileri, 222 milyar TL’yle birinci borç kalemi haline geldi. Önümüzdeki dönemde tahsil edilemeyen borçların yaygınlaşması olasılığı yüksek görünüyor.

Daha çok orta sınıfları ilgilendiren bir konu da yaz mevsimi yaklaşırken tatil imkânları. TL’deki değer yitimi, turistik işletmelere döviz cinsinden fiyat kırma fırsatı yarattı. Ancak yerli turistler açısından yurtdışı seyahatlerin neredeyse imkansızlaşması bir yana, bu imkan iç turizmde de fiyatların aşırı yükselmesine neden olabilir. Yabancılarla doluluk oranını artıran işletmelerin yerli tatilcilere fazla itibar etmemesi de gündeme gelebilir.

10 Deneyimlerimizden ekonomideki kötü gidişin tedirginliği, güvensizliği, mutsuzluğu yaygınlaştırdığını biliyoruz. Böyle dönemlerde depresyon, intihar, boşanma vakaları artıyor. Araştırmacı Esther Dyson “işsizlik, eğitim ve sağlığın” nasıl birbirinin içine geçmiş alanlar olduğunu şöyle açıklıyor:

Siz işsizseniz, sağlık sorunları yaşama ihtimaliniz de yüksektir; çocuklarınızın eğitimine para ayırma şansınız da yoktur; sağlıksızsanız işsiz kalma ihtimaliniz daha da artar…

Okuduğunuz yazıdan, yurttaşlarımızı kurbanlık koyun benzeri başına gelecekleri pasifçe bekleyen nesneler gibi gördüğümüz sonucu çıkmasın. 

Çözüm önerilerimizi, emekçilerin direniş imkanlarını yarın dizinin son bölümünde gündeme getireceğiz.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN