11 Haziran 2018 Pazartesi

Mimciler susmayın! - ZAFER DİPER

İlk insan (Homo sapiens) mağaralara resimler çizdi. Beden dilini kullandı; kimi zaman bir nesneyi, bir varlığı, bir duyguyu anlatabilmek, haberleşmek, iletişim kurabilmek için, ki bu bir anlamda Sözsüz Oyun’un(pantomim) doğuşu, başlangıcı değil miydi? Geçmişte de günümüzde de mim yapabilmek için başta bedeni tanımak, bedeni kullanabilmek yetisi gerekmez mi? Bir açıklamaya bakarsak, “İnsanı bilmek için önce kendini bilmeğe Pantomim Sanatı denmez mi?”

Yıllar önce İngiltere’ye; Brighton’a, sözsüz oyunun söylencesel(efsanevi) sanatçılarından Marcel Marceau gelmez mi! Haftalar önce biletler tükenmişse de, zar zor bir yer bulmuştum nasılsa... 19. yüzyıl Harlequin’i,   Chaplin   ve  Keaton’la harmanladığı söylenegelen; hırpalanmış bir şapka, kırmızı bir çiçekle, ak yüzlü bir palyaço olan o ünlü karakteri “Bip” ile sahnedeydi Marceau. İnanılmazdı yaratımları. Birinde, örneğin, Kafes oyununda bomboş bir sahnede, sanki bir kafes vardı da onun içindeydi.

1955-56 yılları arasında Marceau’nun da öğrencisi olan Theo Lesoualche adlı mimcinin oyunlarını sahnelemesiyle bir ilk yaşandı Türkiye’de bu sanat dalında ve giderek gelişti. 1970’lerde TRT haber bülteninden hemen sonra 10 dakikalık gösteriler biçiminde sunulan “sözsüz oyun” halkla buluşmamış mıydı? Ne günlerdi!

Vecihi Ofluoğlu da 1968 yılında ''Pano'' adı altında Türkiye’de ilk kez çağdaş anlamda bir pantomim topluluğu kurdu. Çoğu sahnelenmiş yüzün üzerinde kendi yazdığı pantomim oyunu bulunan Ofluoğlu; 20 yıla yakın, sağır ve dilsizlerden oluşan Türk Sessiz Tiyatrosu’nun yazar ve yönetmenliğini yaptı. Savaş karşıtı “Halay ” ve “ Utanç Lekesi ” adlı oyunları yurt dışında ödüller aldı, TRT, BBC ve Japon televizyonlarında yayınlandı. Türkiye’de ilk kez karikatür, şiir ve şarkıları, sahne için biçimlendirip oynadı. Ünol Büyükgönenç’in dinletilerinde “Nâzım Şarkıları”na eşlik etti. Türkiye'de yine bir ilki gerçekleştirip İstanbul Üniversitesi bünyesinde "Pantomim Sanat Dalı"nı kurdu. 35 yıldır İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı'nda opera, bale, müzikal ve pantomim sanat dallarında mimik, hareket ve oyunculuk derslerini vermekte... iken... bu günlerde yayınlanan bir basın duyurusu şunları dile getirmekte özetle: “İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Bale Ana Sanat Dalı bünyesinde Vecihi Ofluoğlu tarafından kurulan Pantomim Sanat Dalı Bölümü düzenli olarak öğrenci alımı yaparak aktif bir şekilde pantomim sanatçısı yetiştirmiş bir bölümdür. Dünyada üniversite bünyesinde eğitim veren ilk ve tek bölüm olan Pantomim Sanat Dalı, uluslararası ve yerel olmak üzere birçok çalışmalar gerçekleştirmiştir. Dünyanın en eski sanatlarından biri olan Pantomim, insan duygularını söze gerek kalmadan yansıtan ve duygularını mimik, jestlerle ifade eden tek sanat dalıdır. İnsanlar arası iletişimin en gelişmiş evrensel boyutudur. (...)

Konservatuar yönetimi bu sene Pantomim bölümüne kontenjan açmayacağını iletmiştir. Pantomim bölümünü kapatıyoruz açıklaması yapılmasa da söz konusu olan sürecin devamında bizi nelerin beklediğini öngörebiliyoruz. Bu sene kontenjan açılmıyorsa ilerleyen senelerde pantomim bölümü unutulmaya mahkûm olacaktır. (...)Sanat okullarının kapatılması, öğrenci alımının durdurulması gelecekte ülkemizin kültür sanat düzeyinin de aşağı çekilmesi anlamına gelecektir.(...)Pantomim Bölümü mezunları ve öğrencileri olarak bu sene Pantomim bölümüne neden kontenjan açılmadığının cevabını istiyoruz...”
Devletin, sanat siyasası ile ilgili tüm birimlerine yöneltilmiş bir soru kuşkusuz. 

Evet, o zaman onlar söyleyecek ve bizler de bileceğiz: “ne iş?”
Marceau ne demiş: “Bir pantomimciyi asla konuşturmayın, sonra susmak bilmez!

“Usta, bunlar konuşmaya başladı ama, ne diyorsun şimdi?”

“Diyorum ki: ‘mimciler, hiç susmayın!’”

Zafer Diper / BİRGÜN

Aiskhylos’tan Marx’a - ONUR BEHRAMOĞLU

“Bütün sanatları Prometheus verdi insanlara” der Aiskhylos; ateşi çalması günahsa bile, insanlığı yok olmaktan kurtaran günah sayar onu, ilerlemenin kıvılcımı.

George Thomson’ın ‘Tragedyanın Kökeni-Aiskhylos ve Atina’ adlı yapıtında, ilkel aşamalarında kabile toplumunun dini olan totemcilik uzunca anlatılır. Kabileyi oluşturan klanlardan her biri ‘totem’ denilen bir doğal nesneyle bağıntılı, klan kişileri kendilerini kendi totemleriyle akraba sayarlar. Totemi yemek ve aynı totemin üyeleri arasında evlilik yasaktır.



Totem türlerinin artması için yapılan çoğaltma törenlerinde gerçek eylemin bir tür alıştırması ve tamamlayıcısı olan ilkel büyü, gerçekliğin kontrol altına alındığı yanılsamasını yaratır. Üretim tekniği gelişip yeni yiyecek kaynakları ortaya çıktıkça ekonomik tabanını yitiren totemcilik, düzen için onay sağlayan dinsel sisteme dönüşecektir. Geriye kalan, akrabalık duygusu, dıştan evlenme uygulaması, belli bir hayvan ve bitki türünün yenmesine karşı biçimsel tabudur. 
Dıştan evlenmenin başlangıçtaki işlevi, klanlar arasında yiyeceklerin dolaşımını sağlamaktır. İnsanlar tek başına avlanmaya başladığında, artık bireysel olan üretim tarzıyla, hâlâ kolektif olan tüketim tarzı arasında bir çelişki ortaya çıkar. Özel mülkiyetin ve ailenin tohumu işte bu çelişkidedir. Klanlar eşit değildir artık, işbirliği yarışmaya dönmüştür. Kabilenin yapısı ekonomik değişikliklere bağlı olarak dağılınca insanların ve hayvanların birbiriyle akraba oldukları fikri son bulur; yabanıl çığlıkları, kendinden geçme hareketleriyle yansılama töreni şiir, müzik, dansa dönüşür.

Mal sahipliği, sığırların evcilleştirilmesiyle mevzi kazanırken (İngilizce ‘büyükbaş’ anlamına gelen ‘cattle’ ile sermaye anlamına gelen ‘capital’ kelimeleri aynı Latince kökten gelmektedir) biriken servet toplumsal eşitsizlikleri büyütür. Mülkiyet erkek çizgisinde kalsın diye, kadın mirasçı kendi klanı içinden biriyle evlenmeye zorlanıyordur artık. Kabile sisteminin yapısının dayandığı dıştan evlenme ilkesi ve kadınların görece özgürlüğü mülkiyet çıkarlarına feda edilmiştir.
Kitabının uzunca bir bölümünde Kader Tanrıçası Moirai’ye işaret eder Thomson. Sözcüğün temel anlamı pay ya da bölümdür. Et Moira’sı eşit olarak kura ile dağıtılmaktadır başlangıçta. Özel mülkiyetin büyümesiyle kuranın kullanımı sınırlanır, halk arasındaki Moira kavramı da, her insanın yaşamda payını saptayan tanrıçalara dönüşür. Moira’ların dişi biçimde kavranılışı anaerkilliğin işaretidir ancak mülkiyet düzeninin yeni tanrıları üstün gelir, kabilenin yerini devlet alır, topluluk bölünür. 

Eski Yunan demokrasisi, temelde, sıradan halkın yitirilen eşitliği yeniden ele geçirme arayışı, daha yüksek düzeydeki bir kabile demokrasisine dönüştür. Atina’da büyük paraların harcandığı devlet kurban törenlerinde etin halka dağıtılışı aşağı sınıflara et yeme fırsatını sağlamaktadır, ilkel klanların komün şenliğinden buralara düşülmüştür işte. İlyada’da, bugün de süregiden mücadelenin özünü dair ipuçlarını okuruz: “Kavgada en önde olmalıyız ki, halk, yağlı sürülerimizle beslenen ve en güzel şaraplarımızı içen bu bizim krallarımız dövüşebiliyor diyebilsinler.” 

Atina demokrasisinin proletaryası, kölelerdir. Aiskhylos, bu sınıfı kendi demokrasi anlayışının dışında tutan bir ılımlı demokrat olarak, Tanrı Zeus ve ateşi çalan Prometheus’un uzlaşmasıyla simgelenen ‘zıtların ortalamada birleşmesi’nin savunucudur. Bu elbette, toprak sahibi aristokrasi ile yoksul serfler arasında yükselenlerin ideolojisidir. Başarıldığını gördüğü bir orta sınıf demokratik devrimini övmektedir Aiskhylos, biriken çelişkileriyle demokrasinin yok olup gitmesine sadece birkaç adım kalmıştır oysa. “Tragedya şenlikleri sürüyordu ama ilgi sahneye koyma ustalığına, oyunculuğa dönmüştü; özellikle de toplumsal yaşama güvenini yitirmiş bir seyirciye Aiskhylos’un eski moda kolektivizminden çok daha çekici gelen haince bireyciliğiyle Euripides’in zamanı gelmekteydi. Yaratıcı bir güç olarak tragedya sanatı yoktu artık; çağdaş Avrupa burjuva devrimi onu bir kez daha yaratıncaya kadar.”

Toplumsal dayanışma ruhunu yitirmiş yığınların suç ortaklığıyla şark usulü bir despotizmi sürdürüp giden Türkiye’de 24 Haziran seçimleri sonrasında orta sınıflara da hitap edebilecek türde bir uzlaşmanın altyapısı hazırlanıyor bugünlerde. Seçime dayalı oligarşilerin yani modern demokrasilerin dünya ölçeğindeki krizine çözüm, yerden göğe ne buldularsa yağmalayan egemenlerin mülksüzleştirilmesi olabilir mi? Bilemiyoruz, kapitalizmin bu evresinde böyle meseleleri kamusal alanda konuşup tartışmak, hatta bunu gizli gizli düşünmek bile neredeyse tabu çünkü. 

“Bütün sanatları Prometheus verdi insanlara” der Aiskhylos; ateşi çalması günahsa bile, insanlığı yok olmaktan kurtaran günah sayar onu, ilerlemenin kıvılcımı. Olympos’a yeniden kabul edilmek için uğraşan bir yakarıcıdır aslında, ‘Yakaranlar’da koroyu oluşturan ve mal-mülk uğruna akraba evliliğine isyan eden Danaos kızları gibi toplumdışı biridir Prometheus. Bütün sanatlardır, ilk olarak da başkaldırı; komün şenliklerinde coşkuyla haykıranların seslerini Marx’ta yangına dönüştüren ateştir Prometheus:

“Çağdaş burjuva toplumu, çağırdığı cehennemî güçlere artık söz dinletemeyen bir büyücüye benzemektedir. Düşünceleriniz, burjuva üretim ve mülkiyet ilişkilerinin ürünüdür; hukukunuzun da, sınıfınızın yasa düzeyine yükseltilmiş iradesinden başka bir şey olmaması gibi. Bizim istediğimiz, emekçinin yalnızca sermayeyi artırmak amacıyla yaşadığı ve ancak egemen sınıfın çıkarının sınırları içinde yaşayabildiği bu acıklı sahiplenme biçimini ortadan kaldırmaktır. İnsanı biçimlendiren ortam ise, bu ortam insani kılınmalıdır.”

ONUR BEHRAMOĞLU  / BİRGÜN

AKP hangi çıkmazdan besleniyor?..- Mehmet FARAÇ

AKP seçim meydanlarında "oyalama" gündemleriyle muhalefeti ezmeye çalışırken, rakiplerden gelen karşı tepkiler en çok da ekonomik sorunlar üzerinde yoğunlaşıyor... Halk bu yüzden de miting alanlarını hınca hınç dolduruyor...

AKP'nin pervasız harcamaları, devlette mide bulandırıcı hale gelen israf, saraydaki şatafat ve "örtülü ödenek"teki kuşkular halkın zihninde artık daha fazla dönüyor, gelir dağılımındaki dengesizlik ise büyük öfke yaratıyor...

AKP tüm bu sosyo-ekonomik çıkmazları bayram ikramiyesi, vergi indirimleri ve imar affı gibi seçim yatırımlarıyla perdelemeye çalışıyor ama şu gerçek de hiçbir zaman örtbas edilemiyor;
Halkın büyük bölümü artık evine et ve meyve alamıyor, marketler-pazarlar ateş pahası, dövizdeki dalgalanma yoksulun alım gücünü yerle bir ediyor, üç kuruş maaş zammı alan emekliler elektrik-su-doğal gaz faturalarına bile yetişemiyor...

Türkiye tarihinde görülmemiş sosyal sorunlar boşanmaları körüklüyor, yoksulluk ve geçim sıkıntısı "cinnet" vakalarını artırıyor, özetle halkın önemli bir kesimi burnundan soluyor...

Başka bir ülkede, böylesine bir sosyo-ekonomik çöküş yaşanmış olsaydı, halk demokratik tepkisini iyice yükseltir, işte son olarak Ürdün'de olduğu gibi pahalılık ve zamlarla ilgili eylemlere direnemeyen hükümet de hemen istifa ederdi?..

Diyeceksiniz ki; "Madem bu ülkede, yıllardır zam-pahalılık-enflasyon çıkmazında büyük sosyal bunalımlar yaşanıyor, öyleyse AKP nasıl oluyor da 16 yıldır iktidarda kalabiliyor?.."
Bu duyarsızlığın din sömürüsü, geri kalmışlık, tarikat-aşiret örgütlenmesi ve cehaletin yanı sıra çok önemli bir gerekçesi var ki, "çaresizlik"le birlikte ne yazık ki "teslimiyet"i de zorunlu kılıyor!..

Yoksullaştır, köleleştir, sömür!..
Yukarıdaki saptamaların özeti şudur; Ekonomik özgürlük, sosyal güvence, yüksek yaşam standartları ve kendi kendine yetebilme gibi gerekçeler artık hak getire bu ülkede...

Çünkü Türkiye, "kendi kendine yeten 7 ülkeden biri" olmaktan uzaklaşır uzaklaşmaz tüm bu gerekçeler eski bir mendil gibi çöpe atıldı ve milyonlarca insan da devlet kapısında çaresizce bekleyen dilenciler konumuna getirildi...

Ne yazık ki "üretim" ekonomisinin yerle bir edildiği bir ülkede, tarım yapılamaz hale gelince, her alanda emek mücadelesi durdu, pazarların eski coşkusu kalmadı, ticaret allak bullak oldu, enflasyon zırvaladı, "dışa bağımlılık" arttı ve tüm bu ekonomik çöküş ise sosyal patlamalara yol açtı...
Ve tüm bunlarla birlikte büyüyen işsizlik kaosu kırsaldan metropollere "göç"ü yoğunlaştırdı, sosyal güvenceden yoksun milyonlarca insan da kent merkezlerinde toplanmak zorunda bırakıldı... Peki sonra neler mi oldu?..

AKP'nin iktidara gelmesinden dört yıl sonra, 25 Mart 2006 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanan, "Yeşil Kartlı sayısı 12 milyonu aştı" başlıklı bir haber, üretimden uzaklaştırılanlarla ilgili "yoksullaştır-köleleştir" stratejisinin hangi boyutlara ulaştığına da dikkat çekmişti...

O dönemde "aylık geliri 127 YTL'nin altında olanlara" verilen Yeşil Kart sayısı adeta patlama yapmış ve 12 milyonu aşmıştı... Yani, bazı illerde nüfusun yüzde 50'sinden fazlası Yeşil Kartlı'ydı...
Sağlık Bakanlığı'nın 2006'daki verilerine bakıldığında, illere göre Yeşil Kartlıların sayısı şöyle sıralanmıştı;
528 bin nüfuslu Ağrı'da 289 bin kişi, 253 bin nüfuslu Bingöl'de 151 bin kişi, 388 bin nüfuslu Bitlis'te 150 bin kişi, 1 milyon 362 bin nüfuslu Diyarbakır'da 549 bin kişi, 236 bin nüfuslu Hakkâri'de 135 bin kişi, 263 bin nüfuslu Siirt'te 133 bin kişi, 877 bin nüfuslu Van'da ise tam 491 bin kişi Yeşil Kart taşıyordu...

Devletin Fırat'la Harran'ı birleştirerek tarımsal üretimde patlama yapmayı planladığı GAP'ın merkezi Urfa'da ise Yeşil Kart'lıların sayısı 500 bini aşmıştı... İşte orada AKP bazı seçimlerde yüzde 75 oy almıştı!..


9 milyon Yeşil Kartlı...
2006'da Yeşil Kart'la ilgili şok edici rakamları TBMM gündemine getiren CHP milletvekili merhum Mevlüt Aslanoğlu, "Geliri 128 YTL olana bu kart verilmiyor!.. 18 milyon kişi başvurmuş, 12 milyon kişininki karşılanmış" diye konuşmuştu.

Gazeteci Ercan İnan ise AKP iktidarının 8. yılında, 8 Temmuz 2010'da Vatan gazetesinde Yeşil Kart'lılarla ilgili şu saptamaları yapmıştı;
"SGK'ya aktif prim ödeyenlerin sayısı 14 milyon 987 bini ancak buluyor... Üstelik bunların 435 bini de çalışmayıp dışarıdan gönüllü prim ödeyenlerden oluşuyor... Yeşil Kartlı sayısı ise 9 milyon 449 bin 734. 33 ilde Yeşil Kartlı sayısı, bir işi olup da SGK'ya prim ödeyenlerin sayısından fazla..."
AKP'nin Yeşil Kart furyasının yoğunlaştığı 2006'dan bu yana 12 yıl geçti... Ancak 20 Eylül 2017'de CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer'in soru önergesini yanıtlayan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya, Yeşil Kartlı sayısını 8 milyon 983 bin 853 olarak açıklamıştı...

Kaya şöyle demişti;
"2012 yılı itibariyle Yeşil Kart uygulamasına son verildi. Bu tarihten itibaren Bakanlığımızca Genel Sağlık Sigortası (GSS) iş ve işlemleri yürütülmeye başlanmıştır. GSS primleri devlet tarafından ödenen kişi sayısı 2012 yılında 9 milyon 99 bin 59, 2013 yılında 9 milyon 111 bin 923, 2014 yılında 9 milyon 368 bin 920 ve 2015 yılında 8 milyon 983 bin 853 oldu."

Yazının başından itibaren dikkat çekilen tablo yalnızca bir ülkenin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik çarpıklıkları anlatmıyor, en önemlisi de tarikat-aşiret yapılanmasından da beslenen bir iktidarın dayattığı çaresizlik ve teslimiyete de dikkat çekiyor...

Heyhat ki; ABD, Mars'ta yaşam alanları kurmayı planlarken, "kıraathane açacağım, orada bedava çay ve kek dağıtacağım" diyen bir iktidarla, "fabrika açacağız, iş vereceğiz, millet kekini kendi parasıyla alacak" diyen bir muhalefet bu ülkede kıran kırana mücadele ediyor...

İşte bu yüzden de, 24 Haziran yalnızca siyasal değişimi zorlamamalı, aynı zamanda üreten, kazanan ve onuruyla yaşamakta direnen bir ulusun direnişini de zaferle taçlandırmalı...

Çünkü yokluk-yoksulluk içinde, yedi düvele karşı, çarıkla savaşarak cumhuriyeti kuran bir kuşağın bugünkü evlatlarına "yoksullaştır-köleleştir" teslimiyeti hiç mi hiç yakışmıyor...


Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

AKP ve Erdoğan dik durabilir mi? Kaynak - Arslan BULUT

AKP'li Hakan Çavuşoğlu, "Türkiye'yi kontrol altına almaya çalışıyorlar. Türkiye'yi dizayn etmeye çalışıyorlar. Kontrol altına alamamalarının nedeni de Recep Tayyip Erdoğan'dır çünkü boynunu bükmüyor, eğilmiyor, dik duruyor." dedi.


Türkiye'yi kim kontrol etmek isteyebilir? ABD, İngiltere, Rusya ve Çin isteyebilir... Türkiye, NATO sürecinden itibaren askeri ve siyasi yönden ABD'nin, ekonomik yönden de İngiltere'nin kontrolündedir.

Türk ordusu Amerikan silahları ile donatılmış durumdadır. Bu durum ABD'nin "yardım yap ve denetle" politikasının sonucudur. Son ekonomik krizde, doların yedi-sekiz liraya fırlamasını önlemek için başvurulan kapı da İngiltere'dir.

Diğer taraftan Türkiye, Rusya'ya da enerji hatlarıyla göbeğinden bağlanmıştır. Çin ise Türkiye yönetimini güvenilmez buluyor, bu sebeple şimdilik ipek yolu projesine dahil etmiyor!

                                                                         ***

AKP'li Ömer Çelik de ''Karşımızdakilerin Türkiye'yi yönetecek bir iradesinin ve vizyonunun olmadığı ortaya çıktı. AK Parti sadece kendisiyle yarışan bir partidir. AK Parti'nin rakibi yoktur." dedi.

AKP'nin 16 yıldır ülkeyi düşürdüğü çukur hangi vizyonun eseridir acaba? Libya, Suriye politikası, borç politikası, faiz politikası hangi vizyonun eseridir?
Suriye politikası, ülkenin ve milletin geleceğiyle kumar oynamak değil miydi?

Kimse, El Bab, Afrin harekâtları ve Menbiç anlaşmasının bu kumarı kazandırdığını zannetmesin.
Bakınız CIA'nın beyin takımından Henri Barkey, "Menbiç, Erdoğan için seçimler yüzünden önemliydi. ABD, Erdoğan'a bir hediye verdi. Erdoğan ikinci turda kazanır." dedi.
Erdoğan'ın ikinci turda kazanması için de şimdiden Kandil hediyesi paketleniyor!

                                                                       ***

Peki ama ABD, Erdoğan'ın seçimi kazanmasını niçin istiyor? Neden Menbiç ve Kandil konusunda yol veriyor?
Çünkü ABD yeni bir açılım istiyor. Bunu da en iyi Erdoğan'ın yapabileceğini düşünüyorlar. Barkey, "Teröristlerle masaya oturdunuz, konuştunuz, onlarla anlaşmalar yaptınız ve aslında bu anlaşmaları uyguladınız da..." dedi ve "Eğer seçimlerde muhalefet kazanırsa, bu sefer başka bir oyun kurulacak" ifadelerini kullandı.

Yine ABD derin yapısının oyun kurucularından Alan Makovsky ise ikinci turda Tayyip Erdoğan'ın Meral Akşener'e veya partisinden bir kişiye başkan yardımcılığı teklif edeceğini ve böylece seçimi kazanacağını iddia etti!

Kısacası, ABD'nin Türkiye politikasını oluşturan adamlar işi gücü bırakmış, "Tayyip Erdoğan nasıl seçilir ve AKP nasıl Meclis'te çoğunluğu elde tutar, olmazsa açılımı yeni iktidara nasıl yaptırırız?" diye yeni oyunlar kurmak peşindedir.

                                                                          ***

AKP'nin vizyonu, Amerikan yörüngesinden hiç çıkmadığı halde, Türkiye dahil 22 İslam ülkesinin haritasını değiştireceği söylenen Büyük Orta Doğu Projesi'nin eş başkanlığını Türkiye'de Yeni Osmanlıcılık diye tanıtmak mıdır?

AKP'nın vizyonu, ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak, bunun için Ege'deki Türk adalarında Yunan egemenliğini, Kıbrıs'ın tamamında Rum egemenliğini kabul etmek dahil her türlü tavizi vermek midir?

AKP'nin vizyonu, FETÖ ile iş birliği içinde Türk ordusunu tasfiye etmek değil midir? Türkiye işgal edilseydi, Ergenekon ve Balyoz gibi operasyonlar ancak yapılabilirdi. İşte İngilizler, Meclis'i basmış, milletvekillerini Malta'ya sürmüş hatta bir kısmını Ermeni iddiaları yüzünden yargılamıştı ama beraat etmişlerdi. Şimdikiler hâlâ yargılanıyor!

Kendi ülkesinin kozmik odasına, CIA'ya hizmet eden FETÖ'cüleri sokan, kendi genelkurmay başkanını hapse attıran ve Türk olmaktan kurtulmakla övünen bir iktidarın, ABD, İngiltere ve Rusya karşısında dik durması, güçlü olması mümkün değildir. Tek adamlık işte bu teslimiyeti devam ettirmek için gerekliydi!

Bekâ dedikleri, Amerikan bekâsıdır!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

10 Haziran 2018 Pazar

Adela - ORHAN GÖKDEMİR

Asıl adı Adela…17 Haziran 1930’da doğdu. Tiyatro oyuncusu Amelya ve komedyen Naşit, kızlarına Adela adını uygun gördü. Avrupalı rengârenk bir kelebek türü de böyle anılır. Gerçekten de renkli bir kelebek olacaktı Adela.


Annesi Amelya, Ermeni kökenli bir annenin ve Rum kökenli bir babanın kızıydı. Dedesi Kemani Yorgo Efendi, anneannesi de meşhur kantocularından Küçük Verjin’di. Ne çıkar oyuncudan başka böyle bir aileden? O da sahnenin yolunu tuttu, tozunu yuttu. Düşünün, 14 yaşında çıktı tiyatro sahnesine ilk. Sayısız film yaptı, ünlendi. Ona rağmen utangaçlığı ve mütevazılığı hep baki kaldı.

Tiyatro oyuncusu Ziya Keskiner ile 1950’de evlendi. İki yıl sonra Ahmet dünyaya geldi. Ahmet’in eve kattığı mutluluk bir süre sonra gölgelendi. Kalbinde sorunla doğmuştu çocuk, ameliyat olması gerekiyordu. Ancak bu ameliyat o yıllarda sadece ABD’de mümkündü. İki oyuncuda bunu karşılayacak para ne gezer? 
Eşleri, dostları seferber oldu. Denkleştirdiler parayı. Çocuğu alıp götürdüler. Ancak umulduğu gibi olmadı, masada kaldı çocuk. Gülüşüyle dağı taşı titreten kadın işte o çocuğun annesidir.

Kendini tiyatroya, sinemaya ve çocuklara adadı o da. Ödüller aldı. Halkın belleğinde silinmez izler bıraktı. Türkiye karanlık yıllarına yaklaşıyordu. Tek kanallı siyah beyaz devlet televizyonunda nasıl olduysa ona da yer açtılar. “Uykudan Önce” çocuklara masallar anlatması isteniyordu. Her gece evinde fotoğrafını bağrına basarak oğluna anlattığı masalları bundan sonra beyaz camdan bütün çocuklarına anlatacaktı.

Bu kadar anne olabilmesi belki de anneliğinin bir annenin başına gelebilecek en büyük felaketle sonuçlanmasındandı. Hem bir kuşaktan bütün çocukların hem de yeşil perdenin “annesi” olmayı başardı. 1985’te ''Yılın Annesi'' seçildi. Bana kalırsa bütün yılların annesidir hâlâ.

1987’de 57 yaşında öldü. Geride sade bir gülüş bıraktı. Gülüşü gülden güzel bir kadındır nihayetinde. Hababam Sınıfı’nın hademe Hafize’si, Neşeli Günler’in inatçı Saadet’idir. Siz onu Adile Naşit olarak biliyorsunuz.

                                                                 ***

Her ne olduysa Adela öldükten sonra oldu. Karanlık bastı ülkeyi. Ne çocuklara masal anlatan Hafize’ler kaldı geride, ne turşu satarak çocuklarını dik tutmaya çalışan Saadet Hanımlar. Birdenbire çöle dönüştü ülke. O çölde akılsız, vicdansız yaratıklar türedi. Çocukları öldürdüler, analarını yuhaladılar, sağ kalanlara tecavüz ettiler.

Diyorlar ki şimdi, bütün kötülükler Adela’nın ninni söylemesinden kaynaklanıyordu. Biz geldik susturduk o ninnileri… Haklılar. Ninniler yok artık. Adela’den kalan o gülüş çoktan soldu. Çocuk çığlıkları yükseliyor her yandan. Şimdi çocuklara ninnileri cübbeliler, nurofiller söylüyor…

                                                               ***

Adela’den kurtulmuşlar ve mükemmel bir düzen yaratmışlar kendilerine sorarsan. Delili ne? Arabesk müzik. Eskiden çok acı çektikleri için arabesk dinlerlermiş ama şimdi dinlemiyorlarmış. Sebebi de toplumda acı kalmamasıymış.

Arabeskin düşük kralı Orhan Gencebay eşliğinde çıktıkları MESAM seferi Arif Sağ ve arkadaşları tarafından püskürtüleli iki hafta olmadı daha. Arabesk kalmamışmış! Kurdukları düzenin ta kendisidir arabesk.

                                                               ***

Adela’dan kalan gülden güzel bir gülüştür cumhuriyet. Gericilik ise deodorant reklamından üzerimize boca edilen saçları boyalı arabeskçi sırıtışıdır…

                                                                ***

Diyor ki üzerimize boca edilen o arabeskçi; Duş almak yetmez, burunların sağlığı için deodorant sıkmak şart. Çürümüş bir düzenin son sözüdür işittiğiniz.
Berkin Elvan’ın kanı kurumadı daha. Annesi Gülsüm’ü her gözaltına aldıklarında itip kakıyorlar hala. Geçenlerde kolunu kırıp bıraktılar. Çünkü onların yetiştirdiği çocuklarla meseleleri var.
Sıra geldi Adela’ya.
Çünkü çürüdü düzenleri. Öyle bir koku ki yayılan, ne duş fayda eder ne deodorant.

                                                                  ***

Ninniler yok artık. Adela’den kalan o gülüş çoktan soldu. Çocuk çığlıkları yükseliyor her yandan. Çürümenin kokusudur duyduğunuz. 

Ne duş fayda eder ne deodorant.

Orhan Gökdemir / SOL 

Çakallar ulurken onlar yürüyor! - Işıl Özgentürk

Çakallar uluyor ama binlerce insan kim korkar hain kurttan diyerek yürüyor: 
F tipi cezaevlerini protesto edenler; 
KHK mağduru öğretmenler, öğretim üyeleri; ansızın oy verdikleri vekillerinin hapishanelerde çürümesine karşı çıkanlar, seçilmiş belediyelere kayyım atanmasını içine sindiremeyenler, hukuksuzluğu, adaletsizliği bangır bangır haykıranlar; tüketicinin dolaylı vergilerle nasıl yoksullaştığını kalem kalem ortaya dökenler; çocukları dağlarda vurulan, sokaklarda sürüklenen, cezaevlerinde işkenceden ölen Türk ve Kürt anaları; Diyanet’in laikliğe aykırı olduğunu haykıranlar, azıcık maaşlarına göz dikilen emekliler; bir türlü failleri bulunamayan faili meçhul kadınları, kızları, ağabeyleri, devletin attığı bombalarla ölen çocuklarını bağırlarına basmış, “Katil kim?” diye haykıran Uludereliler; sendikal hakları yok edilen, köleliğe mahkûm işçiler, emekçiler; bölgelerindeki yeşil alana cami değil park yapılmasını talep eden mahalleliler, rüzgâr ve güneş enerjisinin es geçilip dışa bağımlı termik ve nükleer santral kurmanın bu ülkeyi yok edeceğini iyi bilenler; eğitim sisteminin köle beyaz yakalılar ürettiğine bizzat tanık olan kahraman öğretmenler, ayağında ayaklarına küçük gelen plastik bir terlikle karda yürüyerek okula gitmeye çalışan küçücük kızların anaları babaları, 12 yaşında çocuk gelinler ülkesinde yaşamanın bir zulüm olduğunu hissedenler, her gün bir kadın çığlığıyla uyanmanın derin acısını yüreklerinde duyanlar; yalaka ekonomistlerin sürekli yalanlarıyla beyni yıkanan ama elinde avucunda ekmek parası olmayanlar; lüks alışveriş ve gökdelen yapmanın şehirleşme olmadığını bilen mimarlar, yalanlarla yükseltilen sağlık sektörünün nasıl bir zengin oyunu olduğunu bizzat oyunun içinde yaşayarak öğrenen doktorlar, sağlık görevlileri; bankalar astronomik kâr ederken kendilerine ödenmesi gereken ücret zammını elleri böğründe bekleyen banka işçileri; Köy Enstitülerinin bu ülke için nasıl bir nimet olduğuna hayatları boyunca tanık olan Köy Enstitüsü mezunları ve bu büyük eğitim projesine vurgun olanlar; sosyetenin her gün değişik bir kılıkta boy gösterdiği resim galerilerinde değil sokaklarda, varoşlarda resim yapmak isteyen ressamlar, muhteşem olduğu söylenen Türk aile yapısını, ensestti; tecavüzü, çocuk gelinleri sorgulayan film yapımcıları, Kahramanmaraş, Çorum ve Madımak’ta diri diri yakılan, hunharca öldürülen insanların aileleri, köyleri yakılan, göç etmek zorunda kalan ve kentlerde yok olan göç aileleri; ellerinde seks işçiliği yapmaktan başka çaresi olmayan travestiler, kadın seks işçileri; Boğaz’da, deniz kıyılarında, meyhanelerde içkisini yudumlamayı bir yaşam keyfi olarak görenler; başları bağlı olduğu için kahvelere, okullara girerken küçümsenen başı örtülü genç kızlar; “sokaklarda dolaşmak bizim de hakkımız!” diyen milyonlarca engelli yurttaş, sürüp giden savaş nedeniyle canını yitirmemiş ama akıl sağlığını ya da bedeninde en değerli organlarını yitirmiş, köşeye atılmış gaziler; “İnsan öldürmek istemiyoruz” diyerek her türlü aşağılanmayı göze alan ve vicdani ret ilkesini hayata geçirmeye çalışan askerlik çağına gelmiş genç insanlar, askerlik şubesinde “İb..misin, o halde bize bir video getir” denilen cinsel tercihleri nedeniyle aşağılanan gençler, kendinden rütbe olarak küçük bir subayı sevdi diye ordudan atılan ve intihar eden genç bir kadın subayın ölümünü içine sindiremeyenler; bu cennet ülkenin her zaman kendi kendine yeteceğini savunanlar, yok edilen tarım için içleri yananlar, müzelerdeki 42 uygarlığın en güzel heykellerine bakıp “ucube” diye bir heykelin yıkılmasını canında hissedenler; Kurtuluş Savaşı’yla ilgili filmleri izlerken,  Nâzım Hikmet’in, Dağlarca’nın ve daha birçok şairin bu konularda yazdığı şiirleri okurken gözleri yaşaranlar; ülkenin dört bir tarafındaki limanların satılmasını, köprülerin özel şirketlere devredilmesini güvenlik açısından çok sakıncalı bulanlar, evet onlar ve daha pek çokları yürüyor... 


Çakallar şaşkınlar; korkuyorlar, kalabalığa son güçleriyle hep birlikte saldırıyorlar... Boşuna, artık kimseler, kan bulaşmış sivri tırnaklarından, öldürmek için açılmış sivri dişli ağızlarının korkunç görüntüsünden hiç kimseler korkmuyor! 
Ve herkes biliyor ki çakallar da yenilir!

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Afrin olmadı Kandil verelim - FATİH YAŞLI

Henüz ayrıntılarına vakıf olamadığımız bir diplomatik süreç ve birtakım pazarlıklar neticesinde YPG’nin kentten çekilmesiyle Afrin operasyonu 18 Mart 2018’de -ne tesadüftür ki Çanakkale Zaferi’nin yıldönümüne denk ge(tiri)lerek- sona ermişti. O günden bugüne Afrin’de ciddi ölçekli neredeyse hiçbir çatışma yaşanmadı ama ne hikmetse “Reis” eline mikrofonu her aldığında “Afrin’de öldürülen terörist sayısı şu kadar oldu” diyor ve sayıya beş on kişi daha ekliyor.


Oysa Afrin’in 24 Haziran seçimleri üzerinde herhangi bir etkisinin olması, bunun bir propaganda malzemesi olarak kullanılması artık mümkün değil. Türkiye toplumu Afrin’i çoktan unuttu bile, oradan yeniden bir kahramanlık destanı, yeniden bir seferberlik hali çıkmaz, imkânsız. Oradan çıkmaz ama seçimlere giden Türkiye’de, işler iktidar partisi için pek de yolunda gitmiyor gibi görünürken şapkadan yeni tavşanların çıkarılmasına ihtiyaç var. Bunun için ise şüphesiz emperyalizmle yeni anlaşma zeminleri bulmak gerekiyor.

Bu arayışlardan ilki, hatırlayacaksınız, İngiltere’de Kraliçe ve Başbakan May üzerinden İngiliz devletiyle ve İngiliz sermaye çevreleri üzerinden uluslararası mali sermayeyle birtakım görüşme ve pazarlıkları beraberinde getirmiş, “Londra Mutabakatı” olarak adlandırılan süreç ortaya çıkmıştı. O mutabakatın devam ettiğinin en önemli göstergesi, Londra’da verilen “Enflasyon yüksek çıkarsa, faizleri artırırız” sözünün tutulması oldu. Merkez Bankası’nın Perşembe günkü faiz artırımıyla Türkiye dünyanın en yüksek faiz oranına sahip ülkelerinden biri artık.

İkinci arayış ise Suriye’de ABD ile olandı ve Menbic için bir müzakere süreci başlatılmıştı. Bu köşede 28 Mart 2018’de yayımlanan “‘Metal Yorgunluğu’ndan ‘diriliş’e, Afrin’den nereye” adlı yazımızda şöyle demiştik:

“Afrin’de ABD yoktu ama Menbic’de var. Afrin için herhangi bir müzakere heyeti kurulmamıştı ama Menbic için kurulmuş durumda. Belki birtakım blöf niteliğinde girişimlerde bulunulabilir ama ABD ile herhangi bir sıcak çatışmayı göze alma ihtimali pek mümkün görünmüyor. Dolayısıyla YPG güçlerinin Fırat’ın doğusuna kaydırılmasıyla ve ABD ordusu ile TSK’nin bir tür ‘güvenli bölge’ oluşturmasıyla burada bir uzlaşıya gidilebilir, bu nedenle burada da bir operasyon ihtimali son derece zayıftır.”

Hafta içi yapılan açıklamalara bakılırsa, ABD ile yürütülen pazarlıklarda bu konuda hayli mesafe alınmışa benziyor. YPG güçlerinin Menbic’den çıkarak Fırat’ın doğusuna geçmesi, kentte ABD ve Türk askerinin denetimi birlikte sağlaması, Türkiye’nin ise Fırat’ın doğusuna yönelik tehditlerinden vazgeçmesi konuşulanlar arasında. Böylece en başından beri dile getirdiğimiz “İktidar, ABD’ye Suriye’de Fırat’ın batısında birlikte çalışalım mesajı veriyor, Zeytin Dalı aslında ABD’ye uzatılıyor” tezimiz de doğrulanmış oluyor. İktidar partisi Suriye üzerinden ABD’yle yeni bir denge düzleminde buluşmanın pazarlıklarına devam ediyor.

Bu pazarlığın yansıdığı alanlardan biri ise işte az önce “şapkadan çıkartılacak tavşan” diye nitelendirdiğimiz Kandil Operasyonu. ABD ile Suriye için yapılan anlaşmanın bir boyutunda Kandil’e yönelik bir operasyona cevaz verilmesi olduğu görülebiliyor. Kandil’de artık pek kimse kalmamışsa da, “Kandil’e bayrak diktik” söyleminin seçim sonuçları üzerinde ciddi etkiler yaratabileceği ve gidişatı değiştirebileceği beklentisi üzerinden iktidar yeni bir operasyona hazırlanıyor.

Peki böylesi bir operasyonla hedeflenen ne, ne yapılmak isteniyor?

Birincisi, olası bir Kandil operasyonuna HDP’nin vereceği tepki üzerinden kamuoyundaki “HDP eşittir PKK” kanaatinin güçlendirilmesi ve böylelikle barajı geçmesi için HDP’ye verilecek “emanet” oyların önünün kesilerek HDP’nin baraj altında bırakılması amaçlanıyor. İkincisi, CHP yönetiminin bu operasyona vereceği destekle HDP tabanının özellikle ikinci turda Muharrem İnce’ye oy vermesinin engellenebileceği düşünülüyor. Ve son olarak, üçüncüsü de, İYİ Parti’ye kaymakta olan milliyetçi oyların durması ve böylelikle Cumhur İttifakı’nın oylarının artırılarak Meclis çoğunluğunun elde edilmesi planlanıyor.

Peki seçime çok az bir zaman kala, şapkadan çıkarılacak Kandil tavşanı işe yarayacak mı? Muhalefet tam da moral üstünlüğünü ele geçirmiş gibi görünüyorken, CHP ile HDP arasında gözle görülebilir bir yakınlaşma varken, Kürt sorununun siyasi yöntemlerle çözülebileceği İYİ Parti ve Saadet’in de söyleminin bir parçası olmuşken bu hedeflere ulaşılabilir mi?

Eskisine nazaran daha zor olsa da, milliyetçiliğin ve hamasetin bu topraklarda hayli alıcısı olduğunu biliyoruz. Bu sefer de benzer bir süreç yaşanabilir, “vatan millet Sakarya” demagojisi bu sefer de işe yarayabilir. Eğer bunun olmaması ve bu sefer işe yaramaması isteniyorsa, toplum bu demagojiyi teşhir etmeli, kurulacak tuzağa düşmeyeceğini, sandıktaki tavrını da buna göre belirleyeceğini net bir şekilde ortaya koymalıdır.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Pal Sokağı Çocukları’nın yazarının akrabaları Kuzey Kıbrıs’ta: Uzağımızda değilsin Ferench Molnar - MUSTAFA K. ERDEMOL

Molnar’ın yeğeni İlonka Molnar “Serap” adıyla yıllarca Kuzey Kıbrıs’ta yaşadı. Sinemamızın iyi bilinen oyuncularındandı.


Bir kitabı bu kadar çok seveceksiniz, her fırsatta yeniden yeniden okuyacaksınız, çocuklarına okutsunlar diye arkadaşlarınıza önereceksiniz, günün birinde de yine bu kitapla bağlantılı çok ama çok hoş bir rastlantı gelip sizi bulacak. Bunu yaşadım ben.

Çok mutlu olduğum bu rastlantı beni Kuzey Kıbrıs’ta buldu. Hayranı olduğum Pal Sokağı Çocukları kitabının yazarıyla aramızda böylesine zayıf da olsa bir bağ bulunacağı hiç mi hiç aklıma gelmezdi. Sadece benim değil herhalde kimsenin aklına gelmezdi. Çünkü daha önce hiç duymamıştım bunu. Macarlarla Türklerin akraba uluslar olduğu iddialarını bilir, en tanınmış Macar şairi Attila Jozsef’in Türk olabileceği söylentilerini işitirdim. Ama çocuk klasikleri arasında bir başyapıt olarak değerlendirilen Pal Sokağı Çocukları’nın yazarı Ferench Molnar’la “evlilik yoluyla” akraba olabileceğimizi hiç tahmin etmezdim. Meğer Molnar’ın yeğeni Kuzey Kıbrıs’ta yaşıyormuş, hem de yıllardır.

Tatil için bulunduğum Kuzey Kıbrıs’ta, elimde satın aldığım kitaplarımla arkadaşımın görevli olduğu bir siyasi partinin merkezine gitmeseydim, orada basın bürosunda görevli olan gazeteci Oya Gürel ile tanışmasaydım, söz elimdeki kitaplardan açılmayacak, Pal Sokağı Çocukları’ndan da söz edilmeyecekti. Herkes gibi Oya’ya da beni en çok etkileyen kitabın bu kitap olduğunu söyledim. Oya, benim önce inanmadığım fakat kendisi için çok doğal olan bu akrabalık bağından söz ediverdi hemen: “Biliyor musunuz, annem Molnar’ın yeğenidir.” Henüz tanıştığım Oya’ya, elimde olmadan, kabaca “hadi canım” deyişim onun bu cümlelerinden hemen sonra çıktı ağzımdan. Tabii ki yaşamda bu tür rastlantılar var, bu da onlardan biri olabilirdi pekala. Eğer doğruysa, yakınlık derecesinin ne olduğu bir yana, karşımda Molnar’ın kanını taşıyan, belki huyunu da, yazarlık yeteneğini de ondan almış olabilme olasılığı bulunan biri duruyordu. Şaşırmam doğaldı. Oya, beni kabalığımdan utandıracak kadar sakin bir kibarlıkla “isterseniz annemle konuşabilirsiniz” dedi.

Kabalığımı gizleyememiştim ama sevincimi bastırabilmiştim. Sadece Molnar’ın yeğeni oluşuyla değil, anlattığı yaşam öyküsüyle de ilgimi, hayranlığımı çeken “Serap” Hanım’la, yani Molnar’ın yeğeniyle tanışmam böyle oldu benim.

Oya’nın annesi “Serap” Hanım’ın hafif aksanlı Türkçesiyle anlattıkları nedense Bedriye ile Todori’nin aşklarını anımsatmıştı bana. Osmanlı’nın son dönemlerinde Müslüman Bedriye ile Rum Todori’nin birbirlerine olan aşkı, yörede çalkantılara, çatışmalara yol açmıştır. Yüzlerce örneği vardır bunun elbette. Todori’nin talihsizliğini yaşamamıştır belki ama “Serap” Hanım da benzeri sıkıntıları çekmiş meğer. Büyük bir aşkla sevdiği Kıbrıslı Türk Cahit Bey’le tanıştığında İlonka Molnar’dır adı. Eşine yapılan “Macar gavuruyla mı evleneceksin?” tacizleri adını Serap’a çevirmesine yol açar. Öyle ki Oya ancak on sekiz yaşına geldiğinde öğrenebilir annesinin gerçek kimliğini, rastlantıyla hem de. Şöyle anlatmıştı Oya: “Bir gece televizyonda Bulgaristan’daki Noel kutlamaları gösteriliyordu, ne ilgisi varsa. Tırnova şehrinden de görüntüler sunuldu. O sırada annemin ağladığını farkettim. Ne olduğunu sorduğumda bir şey söylemedi. Yanımızda babam vardı, belki de o yüzden. O güne kadar yapmadığım bir şeyi yaptım. Annemin odasına koşup ne kadar belge, kimlik, pasaport varsa bulup çıkardım. Annemin gerçek kimliğini o zaman öğrenebildim. Arkadaşlarım küçükken ‘sen Macarmışsın’ dediklerinde kızardım. Çünkü annemin babasının adı Hidayet Çoşkun’du. Anneminki Serap. Oysa arkadaşlarım haklıymış. Dedem de adını değiştirmiş. Babama bağırıp çağırdım, neden annemin kimliğini bizlerden sakladın diye!”
Serap Hanım’ın babası Macar, annesi Bulgar. Annesiyle babasının birbirlerini tanıdıkları dönemi “Atatürk zamanında” diye tanımlıyordu. “Babam Bulgaristan’a geldi Macaristan’dan. Annem Bulgaristan’da öğretmenlik yapıyordu. Tanışıp evleniyorlar. Sonra da İstanbul’a gidiyorlar” diye anlatmıştı bana buluştuğumuzda.

Bulgarca, Rusçanın yanı sıra diğer Slav dillerini de konuşabiliyordu Serap Hanım. Anne gitar çalıyor, dayı Sofya Operası’nda sanatçı, akrabalardan biri İstanbul’da dönemin en ünlü kültür merkezlerinden biri olan Ses Tiyatrosu’nda çalışıyor. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda okulu kapanınca Serap Hanım da kendisini sanat dünyasının içinde buluyor. “Meraklıydım” dediği dans, bale gösterilerini girdiği Ses Tiyatrosu’nda gerçekleştiriyor. Evleninceye kadar elbette. Bu arada filmlerde de rol alıyor: “Arakon kardeşlerin yapımcılığını üstlendikleri Ankara Ekspresi filminde casus rolündeydim. Başrolde Turan Seyfioğlu vardı. Ses’te Ali ve Celal Sururi kardeşlerle çalıştım. Dönemin en parlak yıldızlarından Nevin Aypar çok yakın arkadaşımdı, nikâhımda da bulundu” diye anlatmıştı bunu.

O zamanlar gencecik bir tıp öğrencisi olan Cahit Bey’le evleninceye değin, başka filmlerde de ufak tefek roller almaya devam etmiş Serap hanım.

Ferench Molnar’ın babasının amcası olduğuna ilişkin bilgileri annesinden duyan Serap Hanım, bunları annesine babasının söylediğini de belirtmişti, “Annemle biz pek inanmazdık” demeyi de ihmal etmeden: “Babam sonradan bana da anlatmaya başladı. Büyük amcam Molnar çapkın biriymiş.

Budapeşte’nin gece yaşamına çok düşkünmüş. Hatta bir müzikal yıldızıyla birlikte de olmuş. Dedim ya biz babama inanmaz, dinler geçerdik. 1952 yılında eşimle evlendiğim gün gazetelerde bir haber gördük. Molnar’ın ölüm haberiydi. Resim babama çok benziyordu. Sonradan iyice araştırdık, emin olduk. Molnar, dedemin küçük kardeşiymiş.”

Molnar’ın benim okuyabildiğim biyografilerinde yer almayan kimi bilgilere de sahipti Serap Hanım. Pal Sokağı Çocukları’nı 19 yaşında yazdığını, Birinci Dünya Savaşı’nda savaş muhabirliği yaptığını, hiç evlenmediğini ondan öğrendim. Macarca’da soyadların önden okunduğunu, bu nedenle büyük amcasının adının Ferench Molnar olarak değil, Molnar Ferench olarak yazılması gerektiğini, (Pal Sokağı Çocukları’nın babamın bana aldığı Macarca’dan çevrilmiş Türkçe baskısında Molnar Ferenc olarak yazılıydı gerçekten de), bu yüzden kendi babasının değiştirmeden önceki adını Molnar Yanoş olarak yazdığını da. Büyük yazarın dünyaca ünlü Waldorf Astoria’da hisseleri bulunduğunu da söylemişti Serap Hanım.

Bilmelerine, emin olmalarına karşın Molnar’ın akrabaları olduğunu kanıtlayamamış Serap Hanım’ın babası. Molnar ABD vatandaşı olduğu için ABD Büyükelçiliği’ne başvurmuşlar. Benzeri bir araştırmanın Macaristan’da da yapılması gerekmiş. Ancak Macaristan’a gitme olanakları hiç olmayınca yasal olarak Molnar’ın akrabası olduklarını onaylatma şansları olmamış.

Sadece döneminde değil, günümüzde de en çok okunan, çocukların dünyasında (bana göre) erişilmez bir yer edinen Ferench Molnar’ın bizimle böyle bir bağı bulunmasından mutlu olmuştum. Kişisel olarak zaten hiç uzağımda olmayan bu büyük yazarın, bu kadar “yakınımda” olmuş olmasından hâlâ mutluluk duyarım. Pal Sokağı Çocukları gerçekten bir başyapıttır.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Gerçek, Erdoğan’ın en büyük rakibidir - Mustafa Hoş

“Yeterince büyük bir yalan söylerseniz ve tekrar ederseniz bu yalanı sürekli, insanlar sonunda buna inanmaya başlayacaktır. Yalan, halkın yalanın siyasi, ekonomik ve / veya askeri sonuçlarından devlet tarafından korunabilmesi için muhafaza edilebilir. Dolayısıyla Devlet, muhalefeti bastırmak için tüm güçlerini kullanması açısından, yalan hayati bir önem taşımaktadır; çünkü gerçek doğru yoldur ve bu da devletin en büyük düşmanıdır” Joseph Goebbels
16 yıllık  AKP iktidarındaki yalanları sıralamaya başlasam dünyanın en kalın kitabını yazmış olurum. O yüzden sadece bu kısa seçim dönemine bakalım.

Recep Tayyip Erdoğan ne dedi, gerçek neydi?

28 Nisan 2018
İzmir Mitingi “Yahu bundan 15 sene önce şu koskoca İzmir’in doğru dürüst bir havalimanı var mıydı?” diye sordu ve kendi yanıtladı: “Ya biz geldik, Adnan Menderes Havalimanı’nı yaptık ya.”

Gerçek: İzmir Adnan Menderes Havalimanı 1987 yılında Özal tarafından açıldı.

1 Haziran 2018
Adıyaman Mitingi “Adıyaman’da havalimanı var mıydı? Biz yaptık biz.”

Gerçek: Adıyaman Havalimanı 1998 yılında hizmete girdi. 2001 yılına kadar da düzenli seferler devam etti. Ancak Türk Hava Yolları tarafından düzenlenen tarifeli seferler 2001-2005 arasında durduruldu. 2005’ten sonra yeniden başladı.

7 Haziran 2018
Mersin Mitingi “Adana-Mersin demiryolunu yeniledik, seyahat süresini düşürdük. Mersin-Silifke arasını hızlı tren hattına bağlamayı planlıyoruz.”

Gerçek: Silifke-Mersin arasında demiryolu hattı bile yok

7 Haziran 2018
Tarsus’ta Turizm Bölgesi ve 600 Yataklı Devlet Hastanesinin Temel Atma Töreni “Cumhuriyet Halk Partisi, biz gelince yıkacağız diyor. Öbürü biz satacağız diyor. Hatırlayın birinci köprüyü Süleyman Demirel yapmıştı. O zaman ki komünistler ne diyordu: Biz köprüyü satacağız diyordu. Rahmetli Özal da satamazsınız diyordu. Ne oldu? Neyi satıyorsun? Bu millet sizi mezara gömer.”

Gerçek: 1983 seçimleri sırasında, televizyondaki bir tartışmada Özal’ın, Boğaz Köprüsü’nü satma vaadine karşı, Halkçı Parti Lideri Necdet Calp, yumruğunu masaya vurup “Satamazsınız beyefendi, sattırmayız” demişti.

8 Haziran 2018
Muhtarlar Toplantısı “Ben 75 öğrencili sınıflarda okuduğum zaman, tek partili dönemdi, yani CHP’nin iktidarda olduğu dönemdi.”

Gerçek: Erdoğan, 1954’te, yani çok partili hayata geçildikten 4 yıl sonra doğdu. İlk ve ortaöğretim yaşamı boyunca CHP hiç tek başına iktidar olmadı.

Sadece son birkaç güne baktığımızda ve yalanları alt alta koyduğumuzda ürpermemek mümkün değil. Nasıl oluyor da bu kadar kolay yalan söyleniyor. Bunun birçok parametresi elbet var. Toplum bilimciler, sosyologlar, Psikiyatristlerin de söyleyecek çok şeyi olmalı. Ama bu yalanların bu kadar kolay söylenmesinin en önemli etkeni medyanın bütünüyle biat etmesidir. Erdoğan’ın hitabet, belagat hatiplik illüzyonunun ana kaynağının prompter olduğu da bir gerçektir. Erdoğan’ın metinlerini yazanların yalan yazma rahatlığı Erdoğan’ın söylediği yalanlar kadar düşündürücüdür. Erdoğan da metinlerini yazanlar da çok rahat. Çünkü o kadar eminler ki yalanları yüzlerine vurulamayacak. Medya, Erdoğan ve AKP’den daha çok Goebbels’in büyük yalanlar teorisini, meslek ilkelerine tercih etmiş durumda. Artık medyanın bu halini, “çürüme”, “yandaş” “mesleğe ihanet” gibi kavramlarla açıklamak da doğru değil. Bu bir suç ortaklığıdır.

Gazetecinin görevi hakikattir. Hakikate ulaşmanın en kestirme yolu soru sormaktır. Milan Kundera “Soru, dekor bezini yırtıp sahnenin arkasında gizli olanı gösteren bıçak gibidir” der. Erdoğan’ın katıldığı televizyon programı ve basın toplantılarında sorular var mı? Yok. Olan ne? Erdoğan’ın propaganda sözlerine uygun sorular uydurmak.

Erdoğan’ın katıldığı en son Kanal D’deki programda Mehmet Soysal’ın “FETÖ’nün sizin zamanınızda büyüdüğü iddialarına ne yanıt verirsiniz” sorusuna Erdoğan, “FETÖ bizim zamanımızda büyüdüğü iddiasını reddetmem, doğrudur.

Bizim zamanımızda böyle bir ihanet içerisinde olacaklarını düşünmedik. Aldatıldık” dediği anda Soysal araya girerek “Ama sadece sizin döneminizde değil. 40 yıllık geçmişi var” dedi. Erdoğan da hemen “Bülent Ecevit, Erdal İnönü bunların en yakın dostuydu. Bunların yurtdışındaki okullarını Erdal İnönü’nün ziyaret ettiğini iyi bilirim. Ecevit’in aynı şekilde bilirim. Davetlerine katıldıklarını iyi bilirim. Kimse kimseyi aldatmasın. Gelsinler konuşalım. Samimi değiller.

Yanıldık bunlara çok inandık” diye ekledi. Mehmet Soysal, Erdoğan’ın sözünü kesecek kadar cevvalleşti. Nedeni şuydu.

“Buradan bir gol yer, ben düzelteyim” Bunun gazetecilikle uzaktan yakından ilgisi yok. Bir kez sözünü kesmeye cüret ediyor o da Erdoğan’ın sözlerinin ona zarar vermesi kaygısı. Sadece Mehmet Soysal değil Erdoğan’la gezen, ekrana çıkan herkes aynı konumda. Onlar soruyu dekor bezini yırtan bıçak olarak kullanmıyorlar. Onların durumu kasabın bıçağını yalayan koyun olmalarıdır.

Kısaca özetlemek gerekirse Türkiye büyük yalanlar ülkesidir ve suç ortağı medyadır. Gerçek ise Erdoğan ve AKP’nin en büyük rakibidir.

O yüzden 24 Haziran, bu büyük yalanlar ve suç ortaklığına T A M A M deme günüdür.

Mustafa Hoş - Gazeteci, yazar
BİRGÜN

Reis bizi Alaska’ya götür! - OSMAN ÖZTÜRK

Kamu Özel Ortaklığıyla yapılacak Şehir Hastaneleri.
Arsa devletten, hastane şirketten…
Riskler devlete, kârlar şirkete.
Öncelikle devlet garantisi…
Hastaneye hasta gelmese bile hastane yüzde yetmiş doluymuş gibi tahsilat.
İlaveten altı üstü kızarmış tel kadayıfı…
Hem devletten kira geliri hem de hastanenin “ticari alanları”nın bilumum kârı.
Dahası kapitülasyon kafası…
Hastane icarlarının yirmi beş yıllık imtiyazı.
Üstelik Düyun-u Umumiye kumpası…
Anlaşmazlık durumunda Türk mahkemeleri değil, Uluslararası Tahkim Divanı.
Tam bir rant düzeni, tam bir soygun mekanizması!..

•••

TTB daha şehir hastanelerinin ilk hukuki düzenlemeleri yapılırken olayın öneminin farkına varmış, süreci yakından takibe almıştı.
Bir yandan ihaleleri mahkemelere taşıdı, bir yandan da basın açıklamaları, raporlar, kitaplar, sempozyumlarla konu hakkında ciddi bir birikimin oluşmasını sağladı.
Bunlarla da yetinmedi, geçtiğimiz yıl TTB Şehir Hastaneleri İzleme Grubu kurdu.
İzleme Grubu’ndan Kayıhan Pala’nın derlediği “Türkiye’de Sağlıkta Kamu-Özel Ortaklığı/Şehir Hastaneleri” kitabı da geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları’ndan çıktı.
Kitapta TTB tarafından yayınlanan kitaplar, Toplum ve Hekim dergisinde çıkan yazılara ek olarak konuyu ekonomi politik ve sağlık hizmetleri boyutlarıyla ele alan makaleler yer alıyor.

•••

Sabri Öncü’nün “Talan Yoluyla Sermaye Birikim Aracı Olarak Kamu-Özel Ortaklığı: Verimsiz ve pahalı Bir Finansman Modeli”…
Sedat Çal’ın “Kamu-Özel Ortaklığı ve Kamu Hizmetlerinin Metalaştırılması”…
Mustafa Sönmez’in “Sermaye Birikimi, ‘kamu-özel İşbirliği’ ve Şehir Hastaneleri”…
Uğur Emek’in “Şehir Hastanelerinde Paranın Değeri Yaklaşımı”…
Kayıhan Pala’nın “Sağlık Alanında Kamu-Özel Ortaklığı: Birleşik Krallık Deneyimi”…
Çiğdem Toker’in “Bütçeyi Hasta Eden Bir Sağlık Modeli: Şehir Hastaneleri”…
Halis Yerlikaya’nın “Şehir Hastaneleri: Yozgat Deneyimi”…
Bayazıt İlhan’ın “Ankara’da Şehir Hastaneleri: Sağlık Çalışanlarını ve Hastaları Neler Bekliyor?”…
Kitapta yer alan hepsi birbirinden değerli yazılardan bazıları.

•••

Tesadüf, tam da bizimkilerin Şehir Hastaneleri kitabının raflara çıktığı günlerde Tayyip Erdoğan gene bir televizyon programında sözü Şehir Hastaneleri meselesine getirip “Bu hastanelerin müşterisi inşallah çok daha artacak!” demiş…

Sonra da şöyle devam etmiş…

“Şu an bile vatandaşlarımız buraya geldiğinde o kadar mutlu oluyor ki. Gidiyorum, gözleri doluyor. ‘Ey Tayyibim diyor, sen bu hastaneleri yaptın. Ben ne davarımı, ne ineğimi sattım... Buraya para ödemeden yattım’ diyor.”
Bir insan bir hizmeti parasız olarak alıyorsa nasıl oluyor da müşteri oluyor, ayrı mesele de…

Bir insan nasıl olur da hasta bir insanı, lösemili bir çocuğu, mesela, müşteri olarak görür...Bir siyasetçi nasıl olur da hasta sayısının artması, hastanelerin dolup taşması için Allah’a dua eder. Allah sonumuzu hayreyle, yarabbim!..

•••

Konuşmanın en hoşuma giden bölümü ise şurası oldu…
“Biz gelmeden önce MR mı vardı, tomografi mi vardı? Geldiğimizde birkaç tane kırık dökük ambulans vardı. Eskiden köpeklerin çektiği ambulans ile götürülürdü!..”
Atlı kızak dese Kars’tan, Sivas’tan söz etmek istedi de yanlış ifade etti…
Okumayı seven biri olsa, bencileyin Jack London’ın Yukon Vadisi’nde, Mackenzie Irmağı’nda geçen öykülerinin hayranıdır, deyip geçicem de…
Köpeklerin çektiği ambulans ne oluyor, ya!..
Hayır, bu saatten sonra ne derse desin, sıkıntı değil de…
Bir an için, televizyonlarının başında kendisini izleyen kefenlerine sarılı Çarşıbaşı AKP Gençlik Teşkilatı’nı gözümün önüne getirdim.
İster misiniz, gaza gelip hep birlikte slogan atmaya başlasınlar…

Reis bizi Alaska’ya götür!..

OSMAN ÖZTÜRK / BİRGÜN


Not: Dört aydır Sincan Cezaevi’nde özgürlüğünden alıkonan Profesör Doktor Onur Hamzaoğlu için, İstanbul Tabib Odası ve Barış Akademisyenlerinin hazırladığı “Hamzaoğlu” okuma tiyatrosu 12 Haziran Salı saat 20.00’de Şişli Cemil Candaş Kent Kültür Merkezi’nde. giriş serbest. Bütün dostları bekliyoruz.

Dip dalga yok he mi! - MURAT İDE

En sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim;
-Eğer bir dip dalga yaklaşıyor olmasaydı, 16 yıllık iktidarın tüm afişlerinde yine "YERLİ UÇAK GÖKLERDE" anonsunu duyardık..
Öyle alıştı ki Erdoğan ve partisi, her seçimde yerli uçağı göklere salıp uçuşa geçiyorlar ve ilginçtir sonuç da alıyorlardı..
Bu kez dikkatinizi çekiyor mu, bir Bakanın iki kelamı dışında,  bir türlü havalanamayan, bırakın havalanmayı daha fabrikadan hangardan çıkamayan yerli uçaktan tıs yok..
Çünkü en iyi onlar biliyor artık uçup kaçmanın işe yaramayacağını..

                                                                          **

Türkiye'nin mütedeyyin insanları, tertemiz inançlarının ışığında, mücahid sanıp kredi açtıklarının, aslında birer müteahhitlik projesi olduğunu anladı.. Ve dip dalga, Türkiye'nin muhafazakar insanlarından geliyor..
Rahmetli Demirel'in dediği gibi, "Siyasette 24 saat bile uzun bir süre"
Siz bakmayın o anket tezgahlarına, milliyetçi-muhafazakar seçmenin, 16 yıldır kredi kullandırdığı Ak Parti iktidarını ağır itham ve tespitlerle sorguladığı bir gerçek..

                                                                          **

Bu sorgulamanın en çok farkında olan da yine iktidarın kendisi..
Mesela sorayım size;
-Ak Parti "Büyük Ankara Mitingi" dediği bir toplantıyı, önceki yıllarda 20 bin kişilik bir stadyuma sıkıştırır mıydı?



Hatırlayın meydanlar yetmiyordu.. Taşıma-maşıma doluyordu alanlar.. Gerçekle ilk kez Yenikapı'daki Gazze Mitingi ile karşılaştı Ak Parti.. Ve Erdoğan ya da Yıldırım, yaptıkları her mitingde muhtemel ki içlerinden şöyle diyor "Hey gidi günler hey"

                                                                          **

Siyasetin duayenleri der ki "Meydanlar her zaman doğru ölçü değil"
Doğrudur.. Ama 16 yıldır meydanlardan verdikleri fotoğrafla övünen, algılardaki etkisiyle de beslenen bir iktidar, bugün Ankara gibi, 200 bin kişilik miting yapabildiği bir kentte 'Büyük Miting'ini 20 bin kişilik 19 Mayıs Stadyumu'na şıkıştırıyorsa, bunun bir anlamı vardır..
İşin ilginç ve belki de tevafuk diyebileceğimiz yanı da, yıkılıp yenisi yapılacak olan 19 Mayıs Stadyumu'nun 'SON ETKİNLİĞİ' bu miting..

                                                                           **

Şu bir gerçek; Ak Parti'yi "Yerli uçak göklerde" oyalamacasından, somut siyasi söylemlere yönelten bir şeyler oldu.. 16 yıl geriye baktığınızda, bu yeni duruma sebep olan yeni bir şeyler olmalı.. Var.. Siyasette artık İYİ Parti var..Bunu, görevimden ve tercihimden bağımsız söylüyorum.. Bilenler bilir, gerçekten samimiyetle söylüyorum..

Değilse, 16 yıldır havalanamayan yerli uçağı göklerde gösterip seçim kazanan bir parti bu seçimde neden İYİ Parti'nin tüm vaatlerini bir bir yerine getirmeye söz versin..
Bakınız 3600 ek gösterge meselesi.. Bakınız Taşeron işçilere kadro meselesi.. Bakınız Emeklilerin haklarındaki iyileştirme hazırlıkları.. Bakınız emeklilere bayram ikramiyesi.. Bakınız askerlik mevzuu.

Yine seçimden önce söz verecek ve yine seçimden sonra inşaata boğulup unutacak..
Ama Ak Parti artık daha somut bir şeyler söyleme ihtiyacı hissediyor.. Çünkü artık siyasette 'Hayatımıza dokunan' söylemleri ile yeni bir parti var..

                                                                          **

Bu gerçek ortada dururken, Ak Parti'nin tek çaresi siyaseti yine AKP-CHP arasındaki bir maça çevirmek..
İşte seçmenin izin vermemesi gereken de bu..
Herkes kendine o soruyu sormalı;
-Tayyip Erdoğan, söylediği, önerdiği her şeyin gereğini yapacağını söylerken, neden Meral Akşener demiyor?
Çünkü ikinci turda rakip Meral Akşener olursa, milletin kendisini dinlendireceğini biliyor..

                                                                          **

Çılgın projeler uydurup yine baş aktör olmaya çalışan bir Ak Parti var karşımızda.. Ama kimya bozulunca, çılgın proje dedikleri de saçma sapan şeyler oluyor..
Son örnek kıraathaneler.. Söyler misiniz; Sana iş bulacağım diyen bir iktidar, neden vakit öldür diye kıraathane vadeder ki?
Oldu olacak, köprüye araç, hastaneye hasta garantisi verenler, kahvehaneye de iki sade bir orta garantisi versin..
Hâlâ yollar yaptık, köprüler yaptık diye bağırıyor her yerde.. Ama millet köprünün ya da otoyolun yenebilir bir şey olmadığını biliyor..
Ve hatırlayın lütfen, eskiden vergi ile ilgili bir slogan vardı;
-Ödediğiniz her kuruş vergi size yol-su-elektrik olarak geri dönecek..
Peki şimdi tablo ne?
Biz vergiyi yine ödüyoruz ama yola da, suya da, elektriğe de daha fazla ödüyoruz.. Ne anladım bu işten?
Şunu anladım;
-Eskiden ödediğimiz vergiler yol-su-elektrik olarak geri dönerdi.. Şimdi, yapılan yollar-köprüler-santraller bize EK VERGİ OLARAK geri dönüyor..
Sizce de bir gariplik yok mu?
                                                                         **

İşte bu gerçeklerin acıttığı hayatlardır dip dalganın kaynağı..
Millet ya o dalgayı yaratacak ya da 16 yıldır masal anlatan bir iktidarın sebep olacağı ekonomik dalganın hasarıyla yeni yaralar açılacak..

                                                                         **

Önüne gelene "EYT" diye bağıran bir siyaset taktiği, son günlerde içeriden yeni hedefini belirledi.. 16 yıllık oyun tekrarlanıyor.. Bu kez özne "Bay Muharrem"
Mesele ne biliyor musunuz?
Onlar bu sanal "EYT"leri ile birbirlerine yürüyüp, bunu da bize pazarlarken, her "EYT" denildiğinde benim aklıma EYT'in sosyal gerçekliği, "Emeklilikte Yaşa Takılanlar" geliyor..
24 Haziran'da karar vereceğimiz de işte bu..
Ya, birbirleriyle kavga ediyor-muş gibi yapıp, mevcut düzeni korumalarına seyirci kalacağız..
Ya da hayatın gerçeklerine dönüp, "YETER, OYUN BİTTİ" diyeceğiz..
Memleketin sağcısına da  solcusuna da muhafazakarına da sekülerine de düşen sorumluluk bu..
Biz esaslı bir "EYT" demezsek, beyler yine mutlu, bizim içinse, yandı gülüm keten helva..


MURAT İDE / YENİÇAĞ