18 Haziran 2018 Pazartesi

Bu sırada Ürdün’de - ERGİN YILDIZOĞLU

Hemen, “Ne alakası var” demeyin, AKP liderinin Niğde mitinginde meydandakilere çıkıştığı gibi... Suruç’ta yaşananlara bakıp, “hadi yine başlıyor” gibi bir şey yazmaya hazırlanıyordum ki, gözüm Ürdün ile ilgili haberlere takıldı. Biraz daha yakından bakınca ayırdına vardım ki bir alakası var. O yüzden, Suruç’ta yaşananlarla ilgili yazıyı, gelişmeleri beklemek üzere, erteledim.

IMF yine sahnede... 
Zaten, Suriyeli göçmenlerin yükünü göğüslemeye çalışan Ürdün ekonomisi iki yıl önce dış borçlarını ödemekte zorlanmaya başlayarak bir borç krizine girmiş, IMF’den yardım istemek zorunda kalmış. IMF 2016 yılında Ürdün’e çeşitli ürünlere devlet desteğinin azaltılması, vergilerin indirilmesi gibi mali önlemlerle, ekonominin yabancı yatımcılara daha cazip hale getirilmesi, kaynakların, yerel gereksinimlerden alınarak, borç ödemeye yönlendirilmesi koşuluyla altı yıl vadeli 723 milyon dolarlık bir kredi açmayı kabul etmiş. 
Hükümet bu önlemleri devreye sokmaya, ekmek, elektrik gibi birçok temel tüketim malının fiyatı hızla artmaya başlayınca, Ürdün halkı ve sendikalar sokaklara dökülmüşler. 

Associated Press’e konuşan, eczacı Halit Hilmi“Benden bir sürü vergi istiyorlar, doğru dürüst devlet hizmeti vermiyorlar amameclistekilere yüksek maaşlar veriyorlar, bakanlıklara Mercedes otomobiller alıyorlar, faturayı halk ödüyor” diyor. 
Geçen ay, Başbakan Hani Mülki, IMF’nin önerdiği vergi indirimi reformunu devreye sokmaya kalkınca, bu reform esas olarak işçi sınıfını ve orta sınıfları vurduğundan protesto eylemleri giderek yoğunlaştı.
 
Mayıs sonundan bu yana öfkeli kitleler her gün Başbakanlık ofisi önünde toplanıp  “maanaş” (bizde yok) diye bağırıyor. Eczacıları, doktorları, mühendisleri de kapsayan 17 sendikayı temsil eden konfederasyon sık sık bir-iki günlük uyarı grevleri düzenliyor. Göstericiler sokaklarda “ekmek, özgürlük, toplumsal adalet”, “hükümet istifa” sloganları atıyorlar.


Sonunda, Kral, Mulki’yi görevinden aldı, yerine eğitim bakanı, Harvard, MIT mezunu ekonomist Omar Razzaz’ı hükümeti kurmakla görevlendirdi. İlk konuşmasında, “Elimde sihirli değnek yok, sorunlar ağır, önümüzde uzun ve zor bir yol var” diyen Razzaz’ın, son vergi yasasını yumuşatmanın ötesinde, IMF programına sadık kalmaktan başka çaresi yok gibi görünüyor. Bu yüzden, sendikalar tatmin olmadı. 

Parlamentonun önde gelen üyelerinde, 1960’ta öldürülen ünlü politikacı Barakat al-Majali’nin oğlu Amjad Hazaa al- Majali’ye göre “Bu protestolar son vergi reformuna değil, esas olarak ülkenin yönetimini ele geçirmiş, yabancıları temsil eden, liberal elitin yönetimine karşı” diyor.

Alakası şöyle... 
Türkiye ekonomisi bir borç krizinin eşiğinde duruyor. Kimi analistlere göre kriz başladı bile. Prof. Acemoğlu, temkinli bir dil kullanarak Şu anda ekonominin negatife girmesi engellenemez boyutta” diyor.Prof. Gürkaynak’a göre de “artık idare edilemez bir noktaya geldik”, “yatırım yapılmamasının nedeni yüksek faizler değil, memleketin yaşanılmaz hale gelmesi”... “Canımızın acıyacağı kesin.” 

Boratav Hocamız da geçen hafta, Birgün’deki yazısında, IMF’nin son Türkiye raporuna atıfla, eğer bir borç kriziyle IMF’ye el açacak olursak, canımızın nasıl yanacağını anlatıyordu. IMF ekonominin daraltılmasını, kamu maliyesinin disiplin altına alınmasını, böylece yaratılacak kaynakların borçların ödenmesine yönlendirilmesini isteyecek: Daha fazla işsizlik, yoksulluk, hatta iflas dalgası... 

Siyasal İslamın ahbap çavuş kapitalizminin, dışardan düşük faizle alıp içerde, yarın yokmuş gibi paylaştığı kaynaklar da ekonomi daraltılarak, sosyal harcamalar kısılarak, yeni vergi ve fiyat artışları devreye sokularak, kısacası, halkın daha da yoksullaştırılması pahasına ödenmeye çalışılacak. Hem de petrol fiyatlarının ve uluslararası piyasalarda borçlanma maliyetinin artmaya başladığı bir dönemde. 
Sandığa giderken bizi buraya kimin, nasıl getirdiğini unutmayalım. Ne demişler, 
“yaptıkları yapacaklarının göstergesidir”. Bunlar iktidarda kalırsa, krize eşlik edecek, yalan, baskı ve zulüm de cabası.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

"İç düşman", "Dış düşman" ve Türkiye’de siyaset - TANER TİMUR

Yurt ve dünya konjonktürü, iktidardaki oligarşiye “Tamam!” diyor, bir dikta şansı tanımıyordu. “Sistem”e tekrar yamanma çabaları da bekleneni vermedi. Üstelik seçim arifesinde, yani “aday Erdoğan”ın en güçlü görünmesi gereken bir anda, ekonomide kararlar onun tarafından değil, ona da ters düşecek şekilde, bakanları tarafından alınıyordu.

“Herkes bize düşman!”.. Geçenlerde bir gazetemizin manşeti buydu ve bir araştırma kurumunun bulguları böyle özetleniyordu. Üst başlık olarak da şunlar yazılıydı: “Türkiye’de sorunların nedenini ‘dış düşmana’ havale etme eğilimi toplumun dünya algısını da etkiledi” (Karar, 6 Haziran). Ertesi gün de Hürriyet’ten bir yazar, bir üniversitenin aynı yöndeki bulgusunu özetliyor ve hükmü soruya çeviriyordu: “Herkes bize düşman mı?”

•••

Bugünlerde böyle sorgulamalar sık sık yapılıyor ve iyi de oluyor. Ne var ki sorgulamaya bence iki unsur daha eklenmeli. Önce şu: Cümleyi mutlaka bir de tersinden okuyarak şunu sormalıyız: “Peki, ya bizler? Bizler başkalarını nasıl görüyoruz?”. Ve bir de şu: Listeye “iç düşman”ları da eklemeliyiz.

Siyaset ve “düşmanlık” denince hukuk dünyasında akla önce Carl Schmitt adı gelir. Alman hukukçu 1940’larda siyaseti “düşmanlık” ilişkilerine dayandıran bir kuram geliştirmiş ve bir de “iç düşman” kavramı yaratmıştı. Bunlara karşı alınacak “hukuki” önlemleri de şöyle sıralamıştı: Olağanüstü hal rejimi; mutlak otorite; devrimci partilerin kapatılması; ceza hukukunun siyasileştirilmesi vb. Görüldüğü gibi son yıllarda bunların hemen hepsi de bizde uygulandı. Üstelik Nazi kuramcıya hiç de gönderme yapılmadan! Schmitt’in düşünceleri çeşitli ortamlarda, konjonktürel dürtülerle uygulanıyordu. Örneğin Erdoğan, seçim meydanlarında “CHP pisliktir! CHP çöptür! CHP susuzluktur!” diye gürlerken, kimse onun bir “doktrin”den esinlenmiş olduğunu düşünmüyordu. Cumhurbaşkanı bunları iktidar güdüsüyle, içinden geldiği gibi söylüyordu!

•••

Evet, düşmanlık her dönemde yaygın oldu; yine de, tarihte ne Avrupa’da sistematik bir “Türk düşmanlığı”ndan, ne de Osmanlı’da benzer bir Batı düşmanlığından söz edilebileceği kanısındayım. İsterseniz bu konuyla ilgili küçük bir tarihi gezinti yapalım.

“Osmanlı Kimliği” başlıklı kitabımda Avrupalıların “Osmanlı” hakkında yüzyıllar boyunca nasıl karışık duygular yaşadıklarını bir sürü örnekle anlatmıştım. Özellikle İstanbul’un fethini izleyen yüzyılda Osmanlı Devleti, Avrupa siyasetinin bir parçası haline gelmişti ve örneğin İtalyan devletleri, aralarındaki kavgalarda Türk’ü yanlarına almayı bir başarı sayıyorlardı. Bu olguya işaret eden Maxime Rodinson, 15 ve 16. yüzyılın yayınlarında “Osmanlı siyasi ve idari sisteminin, çeşitli alanlardaki etkin niteliğiyle Batı’da takdir duyguları yarattığını” ve Müslüman Doğu’nun da, bütünüyle, “zengin, refah içinde, üstün bir uygarlık” olarak Batı’yı “büyülediğini” yazıyordu. (La Fascination de L’Islam, 1980, s. 56, 59). Oysa birkaç yüzyıl sonra tablo tamamen değişmiş ve “Avrupa’da, 15-17. yüzyıllar arasında ‘Türklerin bu önlenemez başarılarının sırrı ne? Tanrı neden Hristiyanların değil de inançsızların yanında?” şeklinde sorulan sorular, 19. yüzyılda tersine dönmüştü”. (L. Valensi ve G. Martinez-Gros, L’Islam, l’Islamisme et l’Occident, 2013, s. 227).

19. yüzyılı Osmanlılar “Doğu Sorunu”nun kirli oyunları içinde, Fransızların “şamar oğlanı” anlamı kazanan “Tête de Turc” (Türk kafası) deyiminin ezikliği içinde geçirdiler. Deyim, aslında düşmanlıktan çok küçümsemeyi ve aşağılamayı ifade ediyordu.

•••

Osmanlılar ise bu sürecin tam tersini yaşadılar. 15 ve 16. yüzyıllarda “Dar’ül harp”de fetihler devam ettiği sürece “ehl-i küfr”ü küçümsüyor ya da yok sayıyorlardı. Oysa yenilgilerle beraber bu duygular korkuyla karışık bir hayranlığa dönüşmeye başladı. Bu yöndeki belirtiler daha 18. yüzyılda Paris’e elçi olarak gönderilen 28 Çelebizade Mehmet Efendi’nin sefaretnamesinde ortaya çıkmıştı. Mehmet Efendi’nin yanında götürdüğü oğlu da, 20 yıl sonra (1740), Paris’e elçi olarak gitmiş ve dönüşünde İbrahim Müteferrika ile birlikte ilk matbaamızı kurmuştu. Onları izleyen yüzyılda ise hem Tanzimat paşaları, hem de Yeni Osmanlılar bu hayranlığın çarpıcı örneklerini verdiler. Ziya Paşa “Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler kâşaneler gördüm” diyor, Namık Kemal ise bazı yazılarında Avrupa’yı hiçbir Avrupalının övemeyeceği derecede övüyordu. Vatan şairimiz “Maarif”le ilgili bir yazısında, kasten abartarak, Avrupa’da “adi gemicisine, hamalına varıncaya kadar” herkesin “bir veya daha ziyade ecnebi lisanını anlayıp, okuyup, yazdıklarını” ve tüm bilimlerin “mukaddemat”ına da “vakıf bulunduklarını” anlatmıştı (İbret, 22 Haziran, 1872).

•••

Hayranlık, Jön-Türkler’de ve Cumhuriyet döneminde de devam etti ve kimi iddiaların aksine bu konuda en çarpıcı uyarılar da Mustafa Kemal ve İsmet paşalardan geldi. Atatürk daha Cumhuriyet bile ilan edilmeden, 1923 Mart’ında yaptığı bir konuşmada aydınlarıyla halkı arasında bir kopukluk olan “bozuk zihniyetli milletler”i eleştiriyor, İnönü ise, 1939’da Türk Tarih Kurumu’na gönderdiği bir mektupta “Bir milletin en büyük kaybı kendine itimadını kaybetmesidir” diyordu. Ne var ki çok partili hayata geçilip de “oy avcılığı” bir retorik ya da demagoji ustalığı haline gelince “düşmanlık politikası” da etkili ve verimli bir silaha dönüştü.

•••

1946’da “Dörtlü Takrir” ile Demokrat Parti’yi kuran dört politikacı da CHP’li idiler. Üstelik Parti’nin en üst kademelerinde bulunmuşlardı. Oysa iktidara yürüyüşlerinde en büyük “düşman”ları da eski partileri oldu. Öyle ki bugün bile Tayyip Bey ve AKP yöneticileri CHP’yi lanetlerken, 1946-50 arasında DP’nin ürettiği sloganlardan daha iyisini bulamıyor.

Aslında o yıllarda CHP de geride kalmamış, kısasa kısasla yanıt vermişti. Böylece “komünist”, “yobaz”, “din düşmanı”, “savaş vurguncusu”, “jandarma ve tahsildar zulmü” gibi etiketler o dönemde “düşman”a uygun görülen sıfatlar oldu. Bir yanda kendi başlattığı reformları (Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu, Köy Enstitüleri vb) bile savunamaz hale gelmiş, ruhsuz bir bürokrasi; öte yanda Atlantik ötesinden gelecek dolarlara ağzı sulanarak bakan toprak ağaları, karaborsacı tüccarlar ve sözcüleri.. “Cephe”ler bunlardı ve 1946’da “Çok Partili Rejim”e böyle bir “cepheleşme” ile girildi. Dışarıdaki “büyük düşman” içerde de hayali bir “iç düşman” yaratmış ve bunun hakkında dolaylı bir anlaşmaya varılmıştı. Taraflar bir yandan birbirini “Moskof ajanlığı” ile suçluyor, öte yandan da “Moskof”a karşı önlemler için aralarında yarışıyordu. Bu amaçla din ve mukaddesat duyguları da seferber edildi. O kadar ki, DP iktidarının ilk yıllarında, Ticani tarikatına mensup yobazlar iktidara aslında kendilerinin geldiğini sanarak nerede bir Atatürk heykeli görseler çekici indirmeye başlamışlardı. Doğrusu bu kadarını DP yöneticileri de beklemiyordu; gereken önlemi aldılar ve “şeflik sistemi” denen “düşman”ı başka araçlarla yok etmeye çalıştılar.

Aradan geçen yetmiş yıl içinde de bu “dost-düşman” kavgası, her dönemde ağır basan çıkarlara göre yeni dost ve düşman kategorileri üreterek sürüp gitti. Bugünlere böyle geldik ve seçimlere de adeta bir cihad çağrısıyla gidiyoruz.

•••

Devlet Bahçeli’nin erken seçimlere yol açan 17 Nisan konuşması gerçekten de bir cihad çağrısına benziyordu. “Milli bekamız tehlikede” diyordu ülkücü lider, “Kaos üreticileri faaliyet halinde (...) 2019’a kadar bekleyemeyiz!”. Sanki ülke işgal edilmek üzereydi! Bu nedenle seçimler de derhal “Malazgirt ve Büyük Taarruz günü olan 26 Ağustos’a” çekilmeli ve “kaosa oynayanların oyunları” bir an önce bozulmalıydı.

Bu durumda gözler derhal Tayyip Bey’e çevrildi ve ondan, doğrusu, sert bir yanıt bekleniyordu. Öyle ya, Devlet Başkanı tüm konuşmalarında ülkenin nasıl görülmemiş bir kalkınma içinde olduğunu, 2023 hedefine doğru nasıl hızla ilerlediğimizi ve yakında mutlaka “ilk 10”a da gireceğimizi anlatıp durmuyor muydu? Yok eğer Bahçeli’nin dediği gibi, 16 yıllık icraat sonunda ülke uçurumun kenarına gelmiş ve bir “beka sorunu” ortaya çıkmışsa, o zaman kendisine düşen de halktan özür dilemek ve hemen istifasını vermek olacaktı. Bunu yapmayı da aklından geçirmediğine göre ne diyebilirdi?

Aslında Erdoğan ne Bahçeli’yi terslemeyi, ne de istifayı düşünmüştü. Formülü şuydu: 24 saat içinde yanıtını verirken iç ve dış düşmanları “terörist” başlığı altında topluyor ve tüm sorumluluğu da onlara yıkıyordu. Bahçeli tamamen haklıydı; hatta az bile söylemişti. Ülkenin 26 Ağustos’u dahi beklemeye tahammülü yoktu. Eğer ülke bugünlerde “kaosun eşiğinde” olup bir “beka sorunu” yaşıyorsa, bu, Türkiye’yi yönetenlerin değil, onun “düşmanları”nın, “komplocu”ların, “büyümemizi çekemeyenlerin” eseriydi. Ve maalesef bu “düşman cephe”de muhalefet partileri de yer almışlardı.

“Suriye’deki gelişmelerin hızlandığı, makro ekonomik dengelerden, büyük yatırımlara kadar her konuda çok önemli kararlar vermemiz gereken bir dönemde seçim konusunu gündemden bir an önce çıkarmamız gerekiyordu.” Erken seçim önerisi “yetkili kurullarda enine boyuna müzakere edilmiş” ve seçimin 24 Haziran’da yapılması kararlaştırılmıştı.

•••

Seçim kararına esas itibariyle “Suriye’de hızlanan gelişmeler” ve “makro ekonomik denge” kaygıları neden olmuştu. Ülke topraklarının dörtte üçünü kontrol altına alan Esad, şimdi de Rusya’nın yardımıyla İdlib’e gözünü dikmişti. Oysa orada 2,5 milyon kadar sığınmacı yaşıyordu. Birleşmiş Milletler Suriye İnsani Yardım Koordinatörü Panos Moumtzis, “2.5 milyon insanın yerlerinden olup Türkiye’ye yönelmesinden endişe duyuyoruz” diyor, “bu insanların gidecekleri başka hiçbir yer yok” diye ikaz ediyordu (Hürriyet, 12 Haziran). İdlib, bu nüfusa, rejimle yapılan anlaşma sonucu Halep ve Doğu Guta’dan ayrılan muhaliflerin, cihadistlerin ve yakınlarının sığınması ile ulaşmıştı. Suriye cephesinde varılan nokta buydu. Oysa bu konuda çözüme yönelik bir açıklama yapılacağına Kandil operasyonu başlatıldı. Seçim anketleri kaygı verici işaretler veriyordu; Kandil’in vurulması tabloyu değiştirecek ve Abdülkadir Selvi’nin yazdığı gibi, “denkleme Kandil’den önce ve Kandil’den sonra seçeneği” de eklenecekti (Hürriyet, 11 Haziran). Seçim barometresi “dost-düşman” çizelgesinin de belirleyicisi haline gelmişti.

•••

“Makro ekonomik dengeler”e gelince, eğer son altı ayda TL erimiş ve faizler de % 20’lere yaklaşmışsa o da ittifak halindeki iç ve dış düşmanların eseriydi. 24 Haziran’da “terör ve destekçilerine” atılacak “Osmanlı tokadı” ile her şey yoluna girecek, dolar ve faizler hızla düşecekti. Erdoğan kararlıydı, ama seçim kararını açıklarken bile “kabine ve MYK üyelerinin yüzünde bir ‘erken seçim’ coşkusu ve heyecanı yoktu” (Milliyet, 19 Nisan). Kaldı ki izleyen iki aylık seçim kampanyasında bu durum daha da açık şekilde ortaya çıktı. Borsa çöküyor, TL hızla değer kaybediyor, faizler tırmanıyordu. “Kaos kapıda” diyen Bahçeli’ye seçimle huzuru sağlayacaklarını ve “eski sistemin hastalıklarını” yok edeceklerini söyleyen Erdoğan’ın resti tutmamıştı. Yorumları reyting kuruluşları kadar etkili bir gazetede, tam tersine, ekonominin ancak bir iktidar değişikliği ile tırmanışa geçeceği (“a phenomenal rally”) ileri sürülüyordu (Financial Times, 26 Mayıs 2018). Kısaca yurt ve dünya konjonktürü, iktidardaki oligarşiye “Tamam!” diyor, bir dikta şansı tanımıyordu. “Sistem”e tekrar yamanma çabaları da bekleneni vermedi. Üstelik seçim arifesinde, yani “aday Erdoğan”ın en güçlü görünmesi gereken bir anda, ekonomide kararlar onun tarafından değil, ona da ters düşecek şekilde, bakanları tarafından alınıyordu. AB ve ABD ile diplomatik müzakereleri ise yine bir bakanı yürütüyordu. Erdoğan batılı mahfillerde adeta bir persona non grata statüsüne itilmiş gibiydi. Kısaca daha seçim yapılmadan yön belli olmuş, dünya gerçekleri Türkiye’ye “barış ve huzur” yönünü göstermişti. Muharrem İnce’nin OHAL’i hemen kaldırma vaadinin yankıları ve Erdoğan’ın alelacele benzer şeyler söylemek zorunda kalması bunun en açık kanıtıydı. Yine de 24 Haziran’da sandıklardan farklı bir sonuç çıkar, seçmenler “devam!” derse, o zaman da, Türkiye, geçmişte acılı örneklerini defalarca yaşadığımız bir “türbülans alanı”na giriyor demektir.

Taner Timur / BİRGÜN

Halk yollara akın etti, vatandaş gezmesine gidemiyor…- ANIL ABA

Yıllar evvel, ücretli olduğu için sadece zengin züppelerin faydalanabildiği bir plaj halka açılınca ülkem gazeteleri “halk plaja akın etti, vatandaş denize giremiyor” diye manşet atmışlardı hatırlarsanız. Aynı şey. Şimdi de her bayram “halk” memleketine gitmek için yollara akın ettiğinden “vatandaş” gezmesine gidemiyor…

Sabahtan ailenin göçmüş büyüklerinin ruhlarına Fatiha okumak için mezarlıkların yolu tutulur. Sonra Anadolu yakasında oturan kayınvalidenize gidersiniz. Çünkü geçen sene önce kendi annenize gitmiştiniz. Yemekler yenir, çaylar içilir; saat olur 4 buçuk. Ne olduğunu anlamadan günün yarısı gitmiştir bile…

Ama esas çile kayınvalidenin evinden ayrılıp uzun yola çıkınca başlar. Çakallık yapıp yıllık izninizin bir gününü bayram öncesine almak da fayda etmez çünkü bir akıllı siz değilsinizdir. Nüfusu 20 milyona yaklaşan İstanbul’un yarısı bayramda şehri terk ettiğinden, aynı stratejiyle hareket eden milyonlarca başka insan vardır.

Feribot kuyrukları bir dert, otoban gişeleri ayrı… Yolda hangi şeride geçseniz orası yavaşlar. Küçük hesaplarla bu işin içinden çıkılmayacağını fark etmişsinizdir artık.

Distopik mega şehirler
Kapitalizmde şehirler eşitsiz ve dengesiz bir biçimde gelişir. Üretimde ölçeğe göre artan getiri olduğundan mega şehirler inşa etmek her zaman daha kârlıdır. Fabrikalardan bankalara, sinemalardan üniversitelere aklınıza gelebilecek her şey birkaç şehirde yoğunlaşır. Misal, bugün Gümüşhane’de tek bir sinema salonu dahi yokken İstanbul’da, yarısı sinek avlayan, 256 salon vardır. Van’da sadece bir üniversite varken İstanbul’da 52 üniversite vardır. Oysa Van’ın nüfusu İstanbul’un 15’te biridir.

Üstüne bir de “taşı toprağı altın” diye pazarlayıp köy ve kasabaların fukaraları büyük şehirlere çağrılır. Zaten işsizlik oranları büyük kentlerde her zaman daha yüksektir. Çünkü sistemin her daim çalışmaya hazır ve nazır bir yedek işgücü ordusuna ihtiyacı vardır.

Büyük şehirlere büyük binalar yapılır, büyük binalar yapıldıkça şehirler daha da büyür. Kaymak tabakası şehrin nezih muhitlerini kapattığından milyonlar varoşlara tıkılır. New York City, Tokyo, Paris, Los Angeles, Londra, İstanbul… Kapitalizmin bütün büyük şehirleri hep aynı şekilde büyümüşlerdir.

Oysa sosyalizmde ülkeye eşit yayılan bir kalkınma politikası vardır. Mesela Rusya’nın en büyük sahne sanatları salonu, sanılanın aksine, Moskova’daki Bolşoy ya da St. Petersburg’taki Mariinsky değil, ta Novosibirsk’teki Opera Evi’dir.

Sovyetlerde en büyük hastaneler, stadyumlar, sinema salonları, fabrikalar vs. hep küçük ve orta ölçekli şehirlere yapılmıştır. Aynı şekilde Havana, Küba’nın en nezih ve güzel şehirlerinden biri kesinlikle değildir. Castro yönetimi Cienfuegos, Vinales ve Santiago de Cuba gibi şehirlere görece daha fazla yatırım yapmıştır. Çünkü üretimden ve refahtan herkes eşit pay almalıdır. Ardahan’da doğan insanların günahı ne?


Bayram trafiğinin sebebi
İşçilerin yılın herhangi bir haftasında istedikleri herhangi bir yere seyahat edecek ne maddi durumları vardır ne de vakitleri… Zaten çoğu işçi cumartesi hatta pazar günleri bile çalışır. Yani öyle canları sıkıldığında küçük bir hafta sonu kaçamağı yapamazlar. Bırakın Abant’ı, Safranbolu’yu, Assos’u falan gezmeyi, yakınlarını görmek için memleketlerine dahi gidemezler. 

Ufak kaçışlar ve küçücük gitmeler yapmak, Pakize Suda’nın dediği gibi, kaymak tabakasına mahsus bir lükstür. Ancak üst-orta gelir grubuna mensup zenginler canları istedikleri zaman, hiç trafiğe takılmadan, bir yerlere gidip bol etiketli Instagram paylaşımı yapabilirler. Dolayısıyla Hürriyet’in Kelebek ekinde gördüğünüz “Şehrin stresinden kurtulmak için hafta sonları gidilebileceğiniz 21 yer” gibi listeler Türkiye nüfusunun taş çatlasın yüzde 5’ine hitap eder. Geriye kalanlar ise bu gezmeleri yılın sadece iki haftasında, Kurban ve Ramazan bayramlarında yapabilirler.

Demem o ki “bayram trafiği,” aslında kaymak tabakasının her zaman yaptığı seyahatleri bütün işçiler aynı anda yapmaya kalkınca ortaya çıkan bir sorundur. Yollar, köprüler, gişeler viyadükler tıkanır; kazalarda yüzlerce insan can verir… Çünkü liberal züppelerin çok bayıldığı bu kapitalist düzen herkes gezsin, herkes eğlensin, herkes güzel yaşasın diye değil toplumun çok küçük bir kesimi sefa sürsün diye tasarlanmıştır. Şehirler, yollar, havaalanları, plajlar, restoranlar, tiyatrolar, konser salonları hep zenginlerin alım gücüne, onların yaşam tarzına göre planlanır.

Zaten dikkat ederseniz bayram trafiğinden en çok üst-orta gelir grubundaki beyaz yakalılar şikâyet eder. Bayram trafiğinde eski model ucuz arabalar kullanan dar gelirliler genelde çileyi tiye alarak sırıtırlarken, lüks araçlardakilerin yüzlerinde ciddi bir sinir vardır. Paralarıyla rezil olduklarını hissederler. Onlara göre, her hafta sonu gittikleri yerlere bayram tatilinde gidemiyor olmalarının sebebi memleketlerine giden köylü yığınlardır. 

Yıllar evvel, ücretli olduğu için sadece zengin züppelerin faydalanabildiği bir plaj halka açılınca ülkem gazeteleri “halk plaja akın etti, vatandaş denize giremiyor” diye manşet atmışlardı hatırlarsanız. Aynı şey. Şimdi de her bayram “halk” memleketine gitmek için yollara akın ettiğinden “vatandaş” gezmesine gidemiyor…

Zenginin lüksü fukaranın sefaleti üzerine kuruludur. Bu düzende sefa, zengine helâl garibana haramdır. Herkesin, her hafta sonu, kaliteli bir hayat yaşaması kapitalist sistemin mantığına aykırıdır. Yılda zaten var birkaç gün tatiliniz, onun da yarısı yollarda geçiyor. Siz iyisi mi şehre dönüş trafiğinde kafanıza bir huni takın, hiç şerit değiştirmeden düz devam edin…

Anıl Aba / BİRGÜN


Sayın Genel Başkan kekten söz etmek geyik muhabbeti değildir: Kek edebiyatın da politikanın da vazgeçilmezidir.- MUSTAFA K. ERDEMOL

ABD’de, İngiltere’de kek yüzünden ne tartışmalar çıktı bilseniz. Hiç de geyik muhabbeti değildi. Bizim tartışmamız da bu tür muhabbet değil.

AKP Genel Başkanı “146 vaadimiz içinden sadece millet kıraathanelerindeki keklere takılmışlar. Asıl kek bunlara denir. Bu kadar geyik yeter” demiş de olsa kek muhabbeti öyle kolay kolay bitmez. Çünkü Genel Başkan bilmiyor belli ki ama kek, sadece bizim politik yaşantımızda değil, bir çok ülkenin siyasetinde de adından söz ettirmiş önemli bir taam.
Ona değineceğim ama öncelikle Genel Başkan’a kötü bir haberim var; kıraathanelere gelenlere ikram olarak sunulacağını söylediği kek, hiç de “yerli ve milli” değil. Kek uzun bir tarihi geçmişe sahip. Viking kökenli Kaka kelimesinden türemiştir. Batı dillerine Cake olarak bu terimden devşirilmiştir. İçkinin “milli” olanının ayran olduğunu keşfeden Genel Başkan’ın kekin kökü dışarıda bir gıda olduğunu bilmemesi oldukça tuhaf.

Tamam, biz de bir hayli severiz ama Avrupa ile Avrupa etkisinin güçlü olduğu Kuzey Amerika gibi bölgeler her zaman kekin merkezi olmuştur. Batı tarzı kek Asya’da çok az yapılır örneğin. Japonya’da Kasutera adı verilen o küçük kekler bunların arasındadır. İsviçre’de bir ara çok eski köy kalıntıları arasında kek yapımında kullanılan taş aletler bulundu. O zamanlar yapılan kekler günümüzün mayasız ekmeğinin atası sayılıyor. Bir çok şeyin olduğu gibi meyveli keklerin de öncüleri Romalılardı. Ünlü İngiliz şair, ki çoook büyüktür, Chaucer özel günler için yapılan keklerden söz eder bir kaç şiirinde. Yani bize bir hayli uzak bir kültürün ürünüdür kek.

Tarihi bu kadar eski olan kekin kimi ülkelerin gündemini uzun süre meşgul ettiği de oldu. Sofralardan kalkıp siyasi çekişmelerin, insan hakları ihlali tartışmalarının ortasında buldu kendisini bu masum ürün.

Amerika’da kek yapımcıları ayağa kalkmıştı
Donald Trump’ın seçim kampanyası sırasında kullandığı slogan, malum “Make Amerika Great Again”di (Amerika’yı Yeniden Büyük Yap). Bu slogan aslında birçok kesime ilham kaynağı oldu. Çok da çeşitleri çıktı. Bunlardan biri de “Make America Cake Again”di, yani “Amerika Kekini Yeniden Yap”. Çünkü ABD’li fırıncılar ülkenin mutfak tarihine ilginin az olduğunu, bu ilgisizlikten kekin de payını aldığını düşündüklerinden bu sloganla bir kampanya başlattılar.

Kekin, fırıncıların da kabul ettikleri sevimsiz bir tarihi de var. Amerikan Devrimi olarak da adlandırılan 1775 - 1783 yıllarında İngiltere ile Kuzey Amerika’daki 13 koloni arasında geçen Bağımsızlık Savaşı’ndan önce İngiliz kadınlar askere çağrılan İngiliz askerleri için yaparlardı keki. Yoğun, doğal maya kullanılmış, sakızlı ya da baharatlı keklerdi bunlar. Ama daha sonra Amerikan mutfağının da vazgeçilmezi oldu.

Fırıncılar obezite başta olmak üzere birçok sağlık sorununa yol açan fast food tarzı beslenme alışkanlığının kek yapımını da unutturduğunu düşünüyorlardı. Bu nedenle herkesi yeniden kek yapmaya çağırıyorlardı.

İyi de yapıyorlardı tabii. Çünkü zaten eskisi gibi çok yapılmayan kekler her fırında yapılıyor olsa Colerado’da yaşanan kek kaynaklı o olay yaşanmayacak, kadın örgütleri de o olaya dahil olmayacaktı. Çünkü Kek’in kadın hakları ile de ilgisi var dolaylı olarak.

Olay şu; Colerado’da bir pastane sahibi, düğünleri için kendisinden “düğün keki” yapmasını isteyen gay bir çiftin bu talebini “dini görüşlerim buna izin vermiyor” diyerek reddedince konu yargıya taşındı. Mahkeme pastane sahibini haklı bularak gay çiftin davasını reddetti. Pastane sahibinin tutumu homofobik bir tutum kuşkusuz. Gay örgütleri haklı olarak mahkemenin kararına karşı çıktılar. Bunun düpedüz bir insan hakkı ihlali olduğunu savundular.

Kadın örgütleri de tepki gösterenler arasındaydı. Onlarınki hem gay çifte destek vermek hem de “dini gerekçelere” dayandırılan tutumlara yasal bir koruma verilirse yarın bunun kadınlara da uygulanabileceğini vurgulamak için protestolarda yer aldılar. Kısacası “kek herkes için üretilmesi gereken bir ürün, ayrımcılığa konu edilmemeli” diyorlardı.
Fırıncıların kek üretimi için başlattıkları kampanya 2016’daydı, Colerdo olayı daha iki hafta önce oldu. Kek kaynaklı toplumsal hareketlilik demek ki her zaman karşılaşılabilen bir durum.

İngiltere’de Kek yüzünden kıyamet koptu 
İngiltere’de yapılan halk oylaması sonucu AB’den ayrılma kararı çıktıktan sonra Brexit adı verilen “ayrılma süreci”nin nasıl gerçekleştirileceğinin tartışıldığı sıralardı. Muhafazakâr Partili bir milletvekilinin parlamentoda süren tartışmalar sırasında can sıkıntısından düştüğü notlar bir televizyon kamerasına yakalandı. Notta “Kek al ve ye” cümlesi de vardı. AB gibi bir ortaklıktan alınabilecek ne varsa onu almak anlamı çıkarıldı bu nottan. Ortalık karıştı. En sonunda muhafazakâr hükümet milletvekilinin notundaki ifadenin İngiltere’nin Brexit sürecindeki görüşünü yansıtmadığını açıklamak zorunda kaldı. Ama Lüksemburg Başbakanı Xavier Bettel çok kızdı bu duruma; İngilizlerin durumunu, bir benzetmeye başvurarak, “Keklerini alıp yemeyi, üstelik fırıncının kendilerine gülümsemesini istiyorlar” cümlesiyle değerlendirdi. Yani “AB’den ayrılırken bile fırsatçılık yapıyor İngiltere” demeye getirdi Başbakan.

İngiltere Kek’i etrafındaki ekonomik tartışmalar
Kek deyip geçmek kolay değil derken bir bildiğim var ki söylüyorum bunu. Geçen yıl İngilizler neyi tartıştılar biliyor musunuz? Jöleden yapılmış, portakal, çikolata karışımı bir kek vardır İngiltere’de. Jaffa Cake denir. Şimdi bu aslında kek midir, bisküvi midir diye kapıştı taraflar birbirleriyle.

Ne gerek var denir ama kazın ayağı öyle değil. Çikolata kaplı bisküvilerden vergi alıyor İngiliz hükmeti, aynı şekilde üretilen keklerdense almıyor. Üreten firma (adını vermeyeyim ne olur ne olmaz) Jaffa Cake’i kek olarak tanımlıyor haliyle. Şimdi onun rakip firmalar tarafından bisküvi olarak tanımlanmasından zarar göreceğini düşünüyor. Mahkemeye düştü iş. Davaya bakan yargıç Jaffa Cake’in kek benzeri nitelikleri ve bisküvi gibi özellikleri olsa da aslında kek olduğu kararına vardı. Firma nasıl rahatlamıştır tahmin edebilirsiniz.


Emily Dickinson yapsın parmaklarınızı yersiniz


Emily Dickinson 1830 – 1886 yılları arasında yaşamış, ABD’nin en büyük şairlerindendi. Ama çoğu kimse onun gelmiş geçmiş en muhteşem ahçılardan biri olduğunu belki bilmez. Günün çoğunu mutfakta geçirirdi. Hem ailesine hem de arkadaşlarına inanılmaz güzel kekler yapardı. Bir tarifini uygulayayım dedim beceremedim ama Dickinson mutfakta harikalar yaratırdı. Önemli bazı şiirlerini de mutfakta kek yaparken yazmışlığı vardır. Bir şiirini bir arkadaşının verdiği Hindistan Cevizli Kek tarifinin bulunduğu kâğıdın arkasına yazdı örneğin. (E. Cummings’in de kek üzerine yazdığı bir iki mısra vardır, ama bulamadım maalesef).

Uzatmayayım. Kek hem siyasal tartışmaların hem ebedi konuların malzemesi olmuş son derece yararlı bir üründür. Öyle “kekle ilgili geyik muhabbeti bitsin artık” demekle bitmez bu konu.

Hem bu “muhabbeti” genel başkan başlattı. Biz kıraathanelerde “yerli ve milli” olarak bazlama, gözleme olur diye umuyorduk.

“Kek” ikramından söz eden o.

MUSTAFA K. ERDEMOL  / BİRGÜN

Seçimin gizli gündemi! - ARSLAN BULUT

AKP'li Lütfi Elvan, "Türkiye'mize, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'a, partimize yine dışarıdan, o gelişmiş ülkelerden saldırılar var. " dedi.

Bu sözler, seçimden önceki son yazımda incelemeyi düşündüğüm konuyu öne almamı sağladı. Elvan, "gelişmiş ülkelerden gelen saldırı"dan bahsediyor. Hangi gelişmiş ülkeleri kastettiği ise "Bize şunu söylüyorlardı Avrupa'da. 'Bizim seçimlerimize karışmayın.' diyorlar. Biz sizin seçiminize karışmıyoruz ama sen de Türkiye'ye karışmayacaksın." sözlerinden belli ki Batı Avrupa ülkeleri...
Peki ABD'nin tutumu nedir? ABD'nin tutumunu, birkaç gün önce CIA'nın beyin takımından Henry Barkey açıkladı ve "Menbiç Erdoğan için seçimler yüzünden önemliydi, ABD Erdoğan'a bir hediye verdi" dedi. Kandil'e yönelik operasyonlara ABD'nin ses çıkarmaması da bu politikanın parçası...
                                                                         ***

ABD ne istiyor peki? ABD, Büyük Orta Doğu Projesi'nin en kritik hedefi olarak bölgede Hopa Limanı'ndan Süleymaniye'ye kadar uzanan büyük bir Kürdistan devleti kurmak istiyor. Suriye'nin kuzeyinde, Fırat'ın doğusunda 60 bin kişilik PKK/PYD ordusunu bunun için kurdular. Fırat'ın Batısı, yani El Bab ve Afrin bölgesinde Türkiye'nin operasyon yapmasına bu sebeple ses çıkarmadılar. Zaten bu bölge, BOP haritasında da Büyük Kürdistan'ın dışında kalıyor! Hatta bazı Amerikan belgelerinde Türkmen bölgesi olarak geçiyor!

El Bab ve Afrin, Erdoğan'ın, kaybettiklerini kazanmasına yetmedi, Menbiç desteği verdiler, Kandil desteği verdiler... Bunlar da yetmiyor ama seçime daha bir hafta var!

Asıl sorun şu ki, ABD, sadece iktidar bloku değil, muhalefet bloku üzerinde de aynı hedefe yönelik havuçlar kullanıyor. Abdullah Öcalan'ın son projesi olarak takdim edilen, aslında ABD projesi olan "konfederasyon modeli"ni muhalefet üzerinden hayata geçirebilmek için de alternatif düzenlemeler yapıldı. Aday listelerinde ve seçim söylemlerinde bile buna göre ayarlamalar yapıldı.

Dikkat ederseniz, hiçbir parti ve hiçbir aday bu konuya girmiyor! HDP bile girmiyor!

Kek tartışması daha önemli görülüyor! Kimse, Türkiye'ye dayatılan "Türk-Arap-Kürt konfederasyonu" modeli konusunda konuşamıyor!

Binali Yıldırım ise "Bu FETÖ niye verilmiyor biliyor musunuz? Bazı şeylerin ne olduğu ortaya çıkacak, bundan endişe ediyorlar, onun için vermiyorlar." diyor!

FETÖ verilirse, 15 Temmuz'un ne olduğu da ortaya çıkacak, 17-25 Aralık öncesi, AKP-FETÖ ilişkileri ortaya dökülecek, daha da önemlisi ABD'ye verilen siyasi tavizler mahkeme tutanaklarına geçecek!
                                                                         ***

Modelin hayata geçirilmesi için, Türk halkını da ikna etmek gerekiyor elbette. Bunu sağlamak için Türkiye'ye Suriye ve Irak'tan toprak katıyor gibi göstererek, millî duyguları kabartmak, böylece aynı havucu halka da yedirmek istiyorlar. "Yeni Osmanlı" diye propaganda ettikleri budur. Sürecin sonunda ise her biri özerk veya federe olan devletçiklerin plebisitle Türkiye'den koparılması planlanıyor. Bunun için Türkiye'nin nüfus yapısı üzerinde oynamaları gerekiyordu. 4 milyon Suriyeli yeterli olmadı, iki milyon daha gönderecekler!

Evet, seçim sonuçlarını ekonomik durum ve bu konudaki projeler belirler ama Türkiye'nin parçalanmasını öngören Büyük Orta Doğu Projesi'ni uygulayan, bunun için Türkiye'nin tapusunu bile değiştiren iktidara karşı bir alternatif proje geliştirildi mi?

                                                                         ***

Zahide Uçar'ın yazdığı gibi, "AKP, üretimi, tarım ve hayvancılığı, yerli tohumu bitirdi, ülkeyi ve vatandaşı borç batağına düşürdü, milleti kutuplaştırdı, birbirine düşmanlaştırdı. Ege'de Türk adalarını Yunanistan'a teslim etti. Kıbrıs'ta tam bir teslimiyet var. Ülkenin alt yapısını 70 milyar dolara sattı, sömürgelerde bile çıkarılamayacak bir maden yasası çıkardı, İslâmı itibarsızlaştırdı ve Londra'daki dünya faiz lobisine teslim oldu"

Millet İttifakı, bu konularda güvence verebilirse, AKP iktidarı silinir gider.


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

Seri iflaslar gelebilir - REMZİ ÖZDEMİR

Prof. Dr. Özgür Demirtaş, son yılların en popüler ekonomisti.
Özellikle yaşadığımız krize yönelik çok isabetli yorumları var. Sosyal medya üzerinden herkesin anlayacağı bir tarzda anlatıyor.

En son attığı bir mesajı bugün yaşadığımız sıkıntıyı mükemmel bir şekilde anlatıyor:
"Cebinde 100 lira paran var. Üstüne 500 lira borç aldın. Şov amaçlı, kâr getirmeyen yatırıma yatırdın. 600 liralık adamım diye övünüyorsun. Halbuki sen, 100 liralık da değilsin. Borç aldığın para senin değildi, borcun faizi de 99 olsun. Sen artık 1 liralıksın!"

Hoca, Türkiye'nin yaşadığı durumu o kadar güzel anlatmış ki!
Türkiye'nin başına ne geldiyse bu borç yüzünden geldi. 100 liraya karşı alınan 500 liralık borç.
Şu an Türkiye'de tam bir ekonomik cehennem var.

Acı olan ne biliyor musunuz halkın büyük bir bölümü halen farkında değil.
Türk ekonomisi alev alev yanıyor. Daha 1 ay öncesine kadar hükümetin düşürülmesi için bankalara baskı yaptığı faiz oranı yüzde 20'ye ulaştı.

Merkez Bankası geç de olsa faizi artırdı ama doların ateşi sönmüyor. Amerikan Merkez Bankası FED'in faizleri artırdığı bir dönemde Türkiye gibi borçlu ülkelerin durumu çok zor.
FED 'in faiz artıracağı 3 yıl önceden belliydi. Adamlar ilan etti. Hazırlığınızı yapın dedi.

Bizim hükümet ne yaptı?

Tüketim ile ekonomiyi büyüttü.
                                                                          ***

Bir haftadır AKP'nin kalesi niteliğindeki Adıyaman'dayım.
Adıyaman bir dönemin tahıl ve sebze deposu.
Cumhuriyet döneminin en önemli fabrikalarından Sümerbank Pamuklu Dokuma Fabrikası'nın olduğu şehir.
Yine tütün ovaları ile dünyanın en kaliteli tütününün yetiştiği şehir. TEKEL'in en önemli yaprak tütün işleme fabrikasının olduğu şehir.
Yem fabrikası, Et ve Balık Kurumu. Bunlar da çeşitli hükümetler tarafından yıllar içerisinde bu şehirde kurulmuş.

Şimdi bu fabrikaların hiçbiri yok.


Hepsi önce özelleştirilmiş sonra kapatılmış. Makineler satılmış arsasına ise evler ve AVM'ler yapılmış.

Şehrin en büyük sorunu işsizlik. Gençler asgari ücretin bile altında ücrete çalışmaya razı. Yeter ki sosyal güvencesi olan bir işi olsun.
Son yıllarda şehrin ekonomisi tütünle dönüyordu. Sigaranın paketinin 10 liraya ulaşması bu tütün pazarının gelişmesine neden oldu.
1 kilo tütün 100 lira civarında. Yüzlerce paket sigara çıkıyor.
Bunu fark eden hükümet bunu da yasakladı. Protesto edenleri copladı.

Şehir ekonomisi şu an borca dönüyor. Banka şubeleri bedava döner ayran dağıtan hayır kurumları gibi tıklım tıklım.

Kimisi ev almak için kimisi kredi kartı borcunu kapatmak için yüzde 2 faizle ihtiyaç kredisi almak için.

Adıyaman Türkiye'nin durumunu en iyi anlatan şehir.

                                                                         ***

350 milyar dolara ulaşan özel sektör dış borcu. Bu paranın ne kadarıyla fabrika açıldı ne kadarıyla üretim yapıldı?

Tabii ki hiçbiri ile. Yemi-samanı ithal eden bir ülkede 60 yıllık tavuk şirketinin iflas erteleme istemesi son derece normal.

Marketlerde yerli bulgur, mercimek, nohut ve kuru fasulye bulmak neredeyse imkânsız.

Burada tavukçunun iflası münferit bir olay değil. Bu zincirin sadece bir halkası. Türkiye'de artan her kuruş dolar binlerce şirketi iflasa biraz daha yaklaştırıyor.

Hocanın dediği gibi biz 100 lira ile 500 lira borç aldık ve 600 liralık adam gibi yaşadık. İşte o borcu verenler parasını geri istiyor. Tabii ki yüksek faizle birlikte.


Remzi Özdemir / YENİÇAĞ

17 Haziran 2018 Pazar

Halktan devşirilen ‘millet’in dramı - UĞUR KUTAY

Son zamanlarda İstanbul’u en çok kirleten pankartlardan birinde şu slogan/vaat göze çarpıyor: “Atatürk havalimanı arazisi, milletin bahçesi oluyor.”

Sloganlar, hakkında eleştirel düşünce üretilmesine olanak tanımayan, hatta üzerine düşünme işini neredeyse o sloganı üretenlerden başka kimsenin yapmadığı blok ifadelerdir. Kitlelerin gerçeklikle ilişkisinin iktidar medyası tarafından belirlendiği bir “Ben ne diyorsam o!” (post-truth) döneminde bolca slogan üretilir. Bunların çoğu da bilinçdışının ideolojik dışavurumu olarak ortaya çıkar.

Bu sloganda da seçilen sözcükler ve cümle yapısı bir kent hizmetine değil, doğrudan AKP’nin temel ideolojik savaşına vurgu yapıyor: ‘Burası bir zamanlar Atatürk’le ilgili, ona özel bir yerdi. Biz o araziyi alıp millete veriyoruz.’
‘Millet’ sözcüğünün tam da RTE sözlüğündeki anlamıyla -Millet: AKP yandaşları- kullanıldığı bu sloganda, AKP’nin varlık gerekçesi olan ideolojik düşmanlık billurlaşıyor: “Ülkeyi cumhuriyet yanlılarından alıp şeriat yanlılarına, sekülerlerden alıp dindarlara veriyoruz.”

Pankartın kime ait olduğunu bilmesek bile bu sloganın Atatürk Orman Çiftliği’ni talan edip gözümüzün içine baka baka kaçaksaray yapan, AKM’yi şehvetle yıkan zihniyetin ürünü olduğunu ilk tahminde bulabiliriz. Ülkenin kaderini belirleyen partinin ekonomiden, uluslararası ilişkilerden, eğitimden anlamaması yeterince kötü değilmiş gibi bir de ideolojisini ülkeyi 1923 öncesine döndürmek ve bunu mümkünse tam da 2023’te yaparak zaferini sembollerle perçinlemek arzusuna dayandırması ne feci bir şey!

Ama dünya hakkında o kadar cahiller ki, yaptıkları her şeyin kapitalist paradigmanın bir parçası olduğunu fark edemiyorlar.


Tam da RTE’nin bedava çay ve kek dağıtılacak ‘millet kıraathanesi’ni müjdelediği gün, 1930ların New York’unda gökdelen inşaatlarında çalışan göçmen işçilerin dramının anlatıldığı Giant (Devadlı bir çizgi roman okuyordum. Toplumcu gerçekçi estetiğin izlerini taşıyan bu muhteşem yapıtta, devasa bedeninden dolayı çalışma arkadaşlarının ‘Dev’ diye hitap ettiği bir inşaat işçisinin öyküsüne tanık oluyoruz. Kiralık bekar odasından çıkıp Manhattan’daki inşaat alanına giderken Dev her sabah 1929 ekonomik buhranının yıkım gücünü gösteren bir yapının, bir tür ‘millet kıraathanesi’nin önünden geçer. Yüzlerce işsizin bitmeyen kuyruklar oluşturduğu bu mekânlarda insanlara ‘bedava kahve ve kurabiye’ verilmektedir.

Giant’ı okuma şansı bulamayabilirsiniz, ama eğer bu tuhaf vaadini gerçekleştirme şansı bulursa RTE’nin bedava çay ve kek dağıtacağı ‘kıraathane’lere bakın, ekonomik buhran dönemlerinde açlıktan kırılan halkın nasıl çirkin bir şekilde oyalandığını birinci elden göreceksiniz...

Uğur Kutay / BİRGÜN

Nafile büyüklük! - Mine G. Kırıkkanat

Dünyamız, bir şeyler olmaya çalışırken hiçbir şey olamayan insanlarla dolu. Oysa, ‘Yaşama büyük bir şey yaparak başlayınız. Ardından yapacağınız tüm küçük şeyler büyük olacaktır’ demiş bir düşünür. Belki de bir şey olmaya değil, bir şey yapmaya çalışmak gerekiyor. Ve yakından bakıldığında, bir şey yapmaya çalışan insanların bir şey oldukları görülüyor. 

Bu sentez, elbette Türkiye için geçerli değil. 

Türkiye, çok uzun zamandan beri hiçbir şey öğrenmeden her şeyi öğretmeye kalkan insanların prim yaptığı bir ülke… 

Yazar, kendisi doğru dürüst okumadan yazmaya soyunuyor. Asla iyi yazar olamadığı yetmiyormuş gibi, kendisini çok iyi yazar sanıyor. 

Doktor, iyi doktor olamadan ünlü doktor olmaya, sunucu doğru dürüst konuşmayı beceremeden haber okumaya, hatta daha da kötüsü röportaj falan yapmaya; memur ve işçi çalışmadan kazanmaya, patron bir koyup on almaya, devlet adamı devlet nedir bilmeden adamlığa, milletvekili milleti es geçip vekillik yapmaya kararlı. 

Çoğu kimse büyük bir şey yaparak başlamıyor yaşama. Hemen herkes yatırım yapmadan, bedel ödemeden, çaba harcamadan büyümek arzusunda. Oysa istisnasız hepsi, büyük görünseler de güdük kalıyor ve bu dünyadan geçip gittiklerinde hiçbir iz bırakmıyorlar arkalarında.
***

Yapılan tüm küçük işleri bile büyük gösterecek o ilk ‘büyük şey’i önce düşünmenizi, sonra da başarmanızı sağlayan, yaşam treninin lokomotifini çekip götüren ‘şey’ nedir peki? İnanç ve tutku elbette. 

Eğer inandığınız bir işi seçerek yapıyorsanız, en önemsiz, en değersiz eylemde bile ‘büyük’ oluyorsunuz.

İnanç, neyi niçin ve hangi amaçla yaptığını bilmek... Yolundan şaşmamak, değişen rüzgârlara karşı bir o yana, bir bu yana savrulmadan dayanmak, asılmak ve en büyük yargıç, baş hakem ‘zaman’ karşısında kalıcılık kazanmak yeteneğini sağlıyor bize. Tutku ise uğrunda herşeyi göze aldığımız işi en iyi biçimde başarmak olanağını. 
Böyle insanları önce görmezden geliyorlar. Ama onların pırıltısı mutlaka deliyor karanlıkları, yolumuzu aydınlatıyor ve hiç unutulmuyorlar. 

Çöken bir devletten yeni bir vatan, yeni bir ulus, yeni bir rejim; ama daha da önemlisi ilerici bir düşünceye dayalı inanç, güven, kimlik ve birlik yaratmayı başaran Atatürk, işte bu anlamda büyük ve bu yüzden unutulmuyor!

***

On altı yıldır Türkiye’ye bazen yasadışına taşan keyfi uygulamalarla hâkim olan AKP ve uydularının vahim yanlışı, “büyük iş” olarak var etmeyi değil, yok etmeyi şavullamasıydı. Rejimi değiştireceğiz diye devleti çökerttiler. 

Kıtlıktan çıkıp bolluk ambarına düşmüşlüğün açgözlü kurnazlığıyla büyük düşünebiliriz sandılar. Madem en alttan gelip en üste çıkabilmişlerdi, onlar için her şey mübahtı. Madem diplomasız iken diplomalıymış gibi yapılabiliyordu, her şey “gibi” yapılabilirdi. 
Oysa çarıklı erkânı harp kurnazlığı, elbette büyükten ancak görgüsüz ve yalnız içi boş bir gösterişi anlayabilirdi. Öyle de oldu. 

On altı yıldan beri her seçimde karşımıza çıkıp, “büyük iş” diye büyük inşaatlarla övünüyorlar. En büyük saray, en büyük havalimanı, en büyük hapisane, hastane derken; betona gömülen şehirler, moloza boğulan denizler, göller, evet, gerçekten her yer inşaat… 

Artık dünyanın en büyük sarayında oturan dünyanın en büyük cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan, şimdi en son büyük projesi “millet kıraathaneleri” ile karşımızda. O iş de zaten rant, o iş de inşaat. 

Lakin büyüyor gibi gösterilen Türkiye’nin büyümesi, aslında La Fontaine’in “öküz olmak isteyen kurbağa” öyküsünü izliyor gibi…
 
Patlayınca içinden ne çıkacak, nereye kadar saçılıp yayılacak, hep birlikte göreceğiz!

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

İstanbul’un iki bağımsız adayı: Aydemir Güler, Orhan Aydın - Işıl Özgentürk

Birazcık politikayla ilgilenen kişiler bilirler ki, bu iki ad Aydemir Güler ve Orhan Aydın kendilerine hiç de yabancı değillerdir. Aydemir Güler TKP Merkez Komitesi Üyesi, Orhan Aydın ise yaman bir insan hakları savunucusudur, en çok da sanatçı hakları ve sanat konusunda muhalefetiyle bilinir. Bekleyen 13 davası olduğunu şöyle bir kulağıma fısıldadı. 

Şimdi bu iki değerli insan; Yargıtay’ın öküz altında buzağı arar gibi, sürekli bahaneler yaratarak TKP’yi (Türkiye Komünist Partisi) seçim dışı bırakması nedeniyle, İstanbul birinci ve ikinci bölgeden bağımsız adaylar. Bölgelerinde AKP, CHP, HDP seçmeninin önemli bir ağırlığı var. Peki bu iki aday aradan sıyrılıp İstanbul’dan milletvekili olabilecekler mi? 

Aydemir Güler, özellikle işçi sınıfı arasında bir kırılma yaşandığını, AKP’nin işçi hakları konusunda sürekli büyük sermayenin çıkarlarına göre hareket ettiğine dair bilgilenmenin arttığını söylüyor. Ayrıca işçi sınıfının sendikalara güveninin azaldığını, bunun ise çok tehlikeli olduğunu savunuyor. Sendikalarda yeniden güvenin tam ortasına getirmek gerektiğini, bunun da kendileri için baş görev olduğunu özellikle belirtiyor. 

“Sendikalara yepyeni bir özsuyu akmalı, sınıf bilinci yeniden harekete geçmeli. Diyorlar ki, artık işçi sınıfı küçük burjuva nitelikler kazandı, kaybedecek çok şeyi var. Bu doğru ama kapitalist düzen sürdükçe her zaman bir ezen, bir ezilen sınıf olacaktır. Her şey değişirken bu gerçek farklı biçimlerde de olsa, hiç değişmiyor.” Aydemir Güler devam ediyor: “Ben biraz önce Yoğurtçu Parkı’ndaydım. Bölgemizdeki inşaat kamyonlarınınkurbanlarını anmak için bir tören yapılıyordu. Ne yazık ki, en fazla 60 kişi vardı. Bir boşvermişlik, bu düzen nasılsa öyle gider duygusu dalga dalga her yere yayılmış. Biz öncelikle bu duygunun değiştirebilir olduğunu  göstermeye çalışıyoruz. Şu anda sahadaki genç arkadaşlarımız kahvelerde, pazarlarda sürekli insanlarla konuşup, onlara kendi güçlerini hatırlatmaya çalışıyorlar.Sonuçta geçmişimiz, bizi bugüne taşıyor. Ve geçmişimiz hiç de yabanaatılacak bir geçmiş değil 15- 16 Haziran’ı anlatmalıyız, bir milyon kişinin toplandığı 1 Mayıs’ları yeniden yeniden göstermeliyiz. Nerelerde mi, şimdi silme AKP’ye oy veren işçi sınıfının yoğun olduğu bölgelerde kahvelerde film gösterimleri yapıyoruz. Hatırlamak iyidir insana güç verir ve karar değiştirir.” 
Hemen soruyorum, “gerçekten kazanacağınıza inanıyor musunuz?”, “Evet, buna inanıyorum ve bir ilkemizden sözetmek istiyorum. Bir komünistin işi hiç bitmez. Bilir ki yol uzundur ve her an her şeyi yeniden, yeniden anlatmak gerek. Bizim yaptığımız da budur.” 



Aydemir Güler’den sonra sözü her zaman ki muzip gülümsemesiyle Orhan Aydın alıyor. 

“Ben heyecanlıyım, tez canlıyım hemen söze giriyorum. Bu alçak, bu kokuşmuş düzen devam edemez! Hiçbir iktidar bu kadar gaddar olmamıştı. Ülke hiçbir  zaman bu kadar bataklığa gömülmemişti. Tweet’lerimden dolayı sürekli hakkımda dava açıyorlar. Ben de tek tek yanıtlarımı veriyorum. Burasını babanızın çiftliğimi  sandınız burası 42 uygarlığın yaşadığı Anadolu toprakları! Önce bunu bilin! Hiçbir iktidar zamanında bu denli sistematik ve yoğun sanat düşmanlığı yapılmadı.  Heykelden başladılar, kitap, tiyatro, klasik müzik, sinema ne buldularsa törpülemeye, yok etmeye çalışıyorlar. AKM’nin her önünden geçtiğimde yüreğim sıkışıyor, başka ülkelere gittiğimde tiyatro ışıkları, opera ışıkları gördüğümde yüreğim sıkışıyor. Bu iktidar sadece ekmeğimizle oynamadı, sanatın her dalıyla oynadı, bizi vasata mahrum etmeye çalışıyor, ama biz bunda yokuz! Bu böyle biline! Tiyatromuzla, şiirimizle, edebiyatımızla biz varız!” 

Bir ara Orhan Aydın’ın sözünü kesip soruyorum, “Kazanabilir misin ?

” Gülüyor, “Ben her zaman umutlu bir adamım. Bölgemde kimi oy vermesi konusunda oldukça fazla kafası karışmış yurttaş var. Seçim listeleri onları farkı seçimlere zorluyor. Ben de diyorum ki, ‘söz size Beyoğlu’nu yeniden Beyoğlu yapacağım! Okmeydanı neşenin ve umudun meydanı olacak, Taksim de!’ Hadi bakalım oy vermesinler!”

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Çilehane’de can cana - Miyase İlknur

Orta Anadolu bozkırının kasaba görünümlü ilçesi Hacıbektaş, kışın ayazı, karı, boranı geçtikten sonra baharla birlikte mihmanlarını karşılamaya hazırlanır. Önce 17 Mayıs’ta Mahzuni’nin sevenlerini, dostlarını onun adına ağırlar. Mahzuni’nin ve yaşıtı cümle ozanların yıllarca Hacıbektaş’ta Bahriye Ana’nın evinde kurduğu erenler meclisindeki gibi sazlar çalınır nefesler söylenir, lokmalar paylaşılır her 17 Mayıs’ta... Bir ay sonra yani 21 Haziran’da bu kez İlhan Selçuk’la Turhan Selçuk’un yarenleri, yoldaşları sökün eder Hacıbektaş’a. Nesimi, Fuzuli, Yunus Emre, Şah İsmail Hatayi, Kul Himmet, Virani, Aşık Veysel, Mahzuni ve Davut Sulari’nin iki sıra dizili büstlerinin olduğu Ozanlar Yolu’nu tırmanarak kucaklaşırlar.


Abdülcanbazı’ın babası Turhan Selçuk ile “Pencere”si her daim açık olan ve o pencereden yayılan ışık ile zihinlerini aydınlatan İlhan Selçuk’la... 10 Ağustos’ta ise bu kez Selçuk kardeşlerin yanı başında yatan Fikret Otyam’ın misafirleri gelecektir bu tepeye. Tablolarındaki ceylan gözlü Harran kızlarının, semahta pervaz vuran canların selamlarını getireceklerdir Otyam’a... 16 Ağustos’ta ise bu kez Hünkâr’ın muhipleri pirlerinin huzuruna varmak için akın edecek bu yoksul ama konuksever ilçeye. Dedebağı’nda, gülleri artık açmasa da Hanbağı’nda, Beştaşlar’da cemler yapılacak, lokmalar pişecek, semahlar dönülecek, aslanlarla ceylan kucaklaşacak üç gün boyunca. Adı daha Hacıbektaş olmadan da misafir perverdi bu diyarın insanı. Sulucakahöyük olarak anıldığında ilk mihmanları Hacı Bektaş namıyla bilenen bir derviş olmuşu ta 13. yüzyılda. Çepnilerden oluşan yöre halkı, bu uluyu içlerine alıp gönüllerinin hünkârı yapmıştı. “Gönülde bir hünkar olunca başa bir hünkâr gerekmez” deyi yaşayıp gittiler yüzlerce yıl.

Hünkârdan sonra da mihmanları eksik olmadı zaten. Kimleri mihman edip ağırlamadı ki bu diyar. Yunus gibi dervişler gelip geçti bu dergâhtan devlet adamları da... Dergâhın içindeki çeşmeyi yaptıran Malkoçoğlu Bali Bey fazla eğlenmedi amma Kanuni’nin sadrazamı Server Ali Paşa burayı yurt belledi kendine. Sadrazamlıktan istifa edip Hacıbektaş dergâhına hizmet edeceğini söylediğinde Kanuni’nin kızıp “Sen Server Ali Paşa değil Sersem Ali Paşa’sın” dediği Sersem Ali Paşa, paşalığı bırakıp Sersem Ali Baba olup dergâha varıp postta oturdu. Kurtuluş günlerinde de Gazi Mustafa Kemal Paşa mihman oldu Hacı Bektaş Dergâhı’na. Anadolu’da verilen iki büyük kurtuluş savaşının da merkezinde yer aldı. Moğol istilasına karşı direnen Ahi Evran’ın eşi Fatma Bacı ile yoldaşları Moğollar’dan kaçıp Hacıbektaş’ın gölgesine sığındılar.

1919’da ise Mustafa Kemal, kurtuluş mücadelesine başlarken de buraya uğrayıp canların desteğini aldıktan sonra yola koyuldu. O nedenle Mahzuni’nin, İlhan ve Turhan Selçuk’un, Fikret Otyam’ın koynunda yattığı bu toprakların halkı, her geleni “Mihman Ali’dir” deyi bağrına basar, kucaklar ve en iyi şekilde ağırlar. Nâzım’ı da ağırlamak istedi Hacıbektaş halkı. Köy mezarlığındaki yeri de başında dikilecek çınarı da hazırdı oysa. Belediye de resmi başvuruda bulunmuştu ama olmadı olamadı. Madem Nâzım gelemiyor bu topraklara bari heykeli olsun dediler ve diktiler Nâzım’ın heykelini geçen ay Ozanlar Yoluna. Çınar demişken İlhan ve Turhan Selçuk’un başında da birer çınar dikilmişti birkaç yıl önce. 

Turhan Selçuk’un çınarı nedense kuruyuvermişti aniden. Ama yeniden dikildi o çınar yerine. Bu kez tuttu, kurumadı ve hızla büyüyüp yetişti kardeşi İlhan’ın çınarının boyuna. Bugün 17 Haziran. Seçim nedeniyle öne alındı İlhan ve Turhan Selçuk’un anma günü. İyi de oldu. Türkiye’nin karanlıktan aydınlığa çıkacağını umduğumuz son düzlükte onların zor zamanlarda verdiği mücadeleden ilham alarak, büyük bir kararlılık ve direnme ruhuyla evlerimize döneceğiz. Biz o mücadele ruhuyla evlerimize dönerken dört güzel insanı Çilehane Tepesi’nin ayazında bırakacağız. Ama 24 Haziran sabahı tüm ülkeyi aydınlatan güneş doğduğunda yaşamlarında birbirleriyle dost olan bu dört yoldaşın mezarlarında da gonca güller açacak.

Miyase İlknur / CUMHURİYET

Milletin beklediği asıl bayram.. - Mehmet FARAÇ

Ülkenin bir kesiminin elleri balda börekte... Bu ülke sefaleten cayır cayır yansa da, düşman tarafından işgal edilse de ve milyonlar yokluk içinde kıvransa da, umurlarında değil o aç gözlü zavallı güruhun!..


Çünkü kendi zenginlerini de yaratan bir iktidarın siyaset çeşmesinden akan ballı kaymak, politikayı rantiyeyle buluşturanlar için zinhar vazgeçilmez bir şatafata dönüştü...

Dile kolay; "tesettür-cemaat-tarikat" falan derken kendi sosyetesini bile yaratan bir siyaset anlayışının hegemonyasında, lüksün sınırsız zevkini tadan ve iktidarın nasıl bir güç zehirlenmesi olduğunun bilincine varan şaşkın ve pervasız kitleler de var bu ülkede...

Ve o kitleler belki de yaşamları boyunca göremeyecekleri tam 16 yıllık bir rant hırsının ardından siyaset kurumlarından çok daha panik halindeler... "Düştük düşeceğiz" diye kabuslar görüyor o yandaş rantiye kesimi!..

Kimler yok ki o siyaset zengini, vurdumduymaz, şımarık, bencil ve pervasız zevatın içinde?.. Say say bitmez;
Gecekondudan yalıya taşınan asker kaçağı televizyon pinokyosu yandaşlar, "AKP giderse hepimizi zindana atarlar" diye etekleri tutuşan çakma laboratuvar gazetecileri...

"Erdoğan seçilemezse yurtdışına kaçarım" diyen makyajlı televizyon baykuşları, TOKİ zenginleri, ihale mafyası, rüşvet-vurgun tayfası, kısacası yandaşlar, yandaşlar ve de şımarık rantiyeciliğin balçıklı yollarında kendini kaybetmekten de utanmayan yandaşlar...

                                                                        ***
Kuklaları oynatan iktidar!..
Tüm bu siyaset zengini, umursamaz ve bazen de "Ali kıran, baş kesen" güruh var ya, "bu devran böyle gelmiş, böyle gider" diye iktidar sarhoşluğunun rüyalarında hülyalı hülyalı dolaşırken, topluma yapmadık işkence de bırakmadılar;
Onlar var ya; Her fırsatta halkı aşağıladılar, yalan haberlerle, masabaşı anketlerle milleti uyutmaya çalıştılar, vatansever gazetecilere ambargo uygulattılar, basın emekçilerini işsiz bıraktılar, solcuları, Atatürkçüleri hedef tahtasına koydular, iktidar sırtlarını sıvazlasın diye millete küfür ettiler ve bu sırada sürekli de ceplerini doldurdular...

Konu yandaşlık, konu satılmışlık, konu liboşluk, konu döneklik olunca sağ-sol da farketmiyor aslında... Konu "cumhuriyet" kalelerindeki kripto FETÖ'cülük, konu haysiyet celladı alçaklıklar olunca figüranları çoktur bu taarruz güruhunun...

Her tip kukla var hikmeti kendinden menkul, rotasız tayfanın içinde; baş eğen parmak- kaldıran siyasetçiler, belediye başkanlarına satılan yalancı anketçiler, gazeteci kılıklı satılmışlar...

Dahası da var; "televizyoncu" kılığındaki halk düşmanı ambargocular, iktidara kukla olmuş bürokratlar, çakma "profesör" kılıklı"ot" tüccarları, köleşmiş müritler, memleketi ve doğayı yağmalayan müteahhitler vs.
                                                                       ***
Gidişatın son dönemeci!..
Türkiye'de siyaset rantiyesinin uşaklığını yapanlar, tetikçilik uğruna milleti baskı altında tutmaya çalışırken ve de "ya başkanlık ya kaos" manşetleriye halkı tehdit etmeye bocalarken toplumun en az yarısı siyaset-medya kuşatmasının kıskacı içine alındı...

Kimler ezilmedi ki son 16 yılda bu ülkede?.. Kimler tetikçilerle politik sahiplerinin kirli ve sinsi taarruzları altında inim inim inletilmedi ki?..

Tarımın dışa bağımlı hale getirilmesi yüzünden sefil hale getirilen milyonlarca "üretici", işsiz bırakılan milyonlarca "emekçi" ve üç kuruşluk maaş zamları elektrik-su-doğalgaz kazığıyla ellerinden alınan milyonlarca "emekli" ne yazık ki kan ağladı bu ülkede...

Ve AKP'nin gerici-baskıcı siyasetinin altında, bir yandan geçim sıkıntısı, işsizlik ve sosyal sorunların kaosuyla cendereye atılan, diğer yandan "rejim" kaygısı nedeniyle gelecek endişesi yaşayan milyonlarca yurttaşa da yaşam zehir edildi bu topraklarda...

Girdabı "millet" dağıtacak...
Memleketin gidişatı belli, karanlık büyüyor... Yukarıda tasvir edilen ahval ve şeraitten ise sağır sultan bile haberdar...

Peki, ne olacak bu işin sonu?..
Gidişat nereye?..
Bu girdaptan nasıl çıkılacak, bu cendere nasıl tarumar edilecek ve bu rejim tuzağı nasıl bertaraf olacak?..
Bayramın ilk iki günündeki ortama baktım da, dalından kopmuş hüzünlü bir yaprak gibi solgundu insanların yüzleri... Bayramın kulaklara her zaman mutluluk fısıldayan eski coşkusundan ne yazık ki eser yoktu...

Büyükten küçüğe, bu memleketin neredeyse her evladının yüreğinde alkış çalan mutluluk güvercinlerinin kanatları da bayrama rağmen adeta bezirgan hale gelmişti...

Hiç kuşkusuz gelecek kaygısının, hem de önümüzdeki hafta yapılacak seçim yüzünden iyice büyüdüğü bir ülkede, 2018 yılı Şeker Bayramı'nın finali aslında 24 Haziran'da yaşanacak!!!
24 Haziran ya "millet "için "asıl bayram" olacak ya da haftalardır muhalefetin yarattığı coşkuyla umut bayrağını ilk kez zirveye doğru koşturan ülkenin en az yarısı hezimetle karşılacak!..
"Şeker" ya da "Kurban..." Ya da ulusal bayramlar... Hepsinin her yıl tekrarı olsa da, hepsi ne yazık ki gelip geçici...

Oysa laik rejimin son dönemeci olacak bir "24 Haziran" tarihi yalnızca ulusun değil, vatanın da "asıl bayram"ı olacak ki, meydanları ilk kez bu kadar coşku ve heyacanla dolduran milyonlar da bunun farkında...

"Düşmanımın düşmanı dostumdur" hastalığından müzdarip liboş işbilikçilerin gazına gelerek, takiyeci gericilerle, güvercin kılığındaki bölücülere el uzatmak hiçbir koşulda ülkeye yarar getirmeyecek...

Çünkü konu vatan-millet-bayrak, Atatürk, laiklik, barış-kardeşlik, Aydınlanma ve cumhuriyetin bekasıysa birbirinden farkları yok bunların...

O halde laik cumhuriyeti ilelebet payidar edecek asıl ve de nice bayramlar için, canla-başla, coşkuyla-cesaretle ha gayret...


Mehmet Faraç / YENİÇAĞ