27 Temmuz 2018 Cuma

Dünyanın en gözel şüarı - L. DOĞAN TILIÇ

Geçen gün bir arkadaşım, matematiksel ispatı da olan bir özdeyişin Azericesini göndermişti: “Yüksəlib birləşməkdənsə, birləşib yüksəlmək yaxşıdır. / Riyaziyyatta olduğu kimi: 2³+4³=72 (2+4)³=216” Matematiksel olarak da ispatlanmış özdeyişi “Dünyanın en gözəl şüarı” ilan etmişler. Yani dünyanın en güzel ilkesi!

Anlamışsınızdır ama yine de Azericeyi Türkçeye çevireyim: “Yükselip birleşmektense, birleşip yükselmek daha iyidir. / Matematikte olduğu gibi.”

Azerbaycan’a ilk kez 90’ların başında gitmiştim; Karabağ’daki gerilimi/çatışmaları izlemek için. O ilk ziyarette; Azerilerin matematik konusundaki olağanüstü yetenekleri ve gerçek hayatta şu “dünyanın en güzel ilkesi” dedikleri şeyden ne kadar uzak oldukları dikkatimi çekmişti.

Karabağ’da her Azeri köyü kendini korumaya odaklanıyor, bir türlü birleşik bir direniş geliştirilemiyordu; yani o “en gözəl şüar”dan epey uzaktılar. Bakü’nün halk pazarlarında ve lüks mağazalarında da, en karmaşık hesapları abaküsle müthiş bir hızla yapan satıcılar hayranlık uyandıran bir matematik becerisi sergiliyordu.

Yazının konusu Azerilerin “birleşme” ve “matematik” becerileri değil. Ancak, “Cumhuriyet tarihinin en kritik seçimi” diye tanımlanan ve şimdi de rejim değişti diye hayıflanılan 24 Haziran öncesi ve sonrası ile birlikte düşündüğümde; “yükselip birleşme-birleşip yükselme” uyarısı, aklıma, özdeyiş ve atasözleri ile ulusların hasletleri ters ilişki içinde mi sorusunu taktı.

Misal; ağzından birliği düşürmeyen Türkiye solu, sosyalistleri, seçim öncesi bir türlü birleşmeyi becerip ortak bir aday çıkaramadı. Ana muhalefet partisi CHP’nin şimdi yaptığı kurultay tartışmalarına bakın! Hadi, daha genel bir Türkiye temsili için İyi Parti’yi de katalım.

Ancak, tam da bir kurultay tartışması öncesi, ispatı riyaziyyatta olan bu ilkeyi illa da CHP’ye hatırlatmak lazım: Ayrı ayrı yükselerek birleşemiyorsunuz, dahası ayrı ayrı yükselmeye çalıştığınızda, birleşerek yükselebileceğiniz noktanın çok aşağılarında debelenip duruyorsunuz.

“Bir elin nesi var, iki elin sesi var.” Bir atasözümüz işte ve bize birleşip örgütlendiğimizde tek başımıza başaracağımızdan çok daha fazlasını başaracağımızı söylüyor. 

Bu bizim atasözümüz ama birleşmek, örgütlenmek, sorunlarımızı grup olarak çözmek bizim milli hasletlerimizden mi?

Kime sorsanız “hayır” der. 

İşte, Temel’e sormuşlar; hangi tür seksi seversin diye. Grup seksi demiş. 

Neden?

Temel’in buna cevabı, örgütlenme konusundaki ulusal hasletimizi çok güzel ifade eder: Kaytarması kolay oluyor!

“Ak akçe kara gün içindir” ya da “Sakla samanı gelir zamanı”. En yerli ve de en milli atasözlerimizden ikisi, değil mi? Bize ne söylüyor bunlar, anafikri ne? 

Tek kelimeyle tasarruf!

Atalar böyle diyor da biz ne yapıyoruz? Tasarrufa en uzak milletiz. Diyeceksiniz ki, yeterli gelir mi var da tasarruf olsun. Ama öyle değil; Dünya Bankası verilerine göre, hem coğrafi gruplar hem de en düşük gelir grubuna dahil ülkeler baz alındığında bile tasarruf performansımız felaket!

“Ayağını yorganına göre uzat.” İlkokulda çok alıştırma yapmıştık; bu sözle atalarımızın bize ne demek istediği üzerine. Lakin, hiç anlamamış, hiç dinlememişiz.

Sizi rakamlara boğmayayım ama kredi kartları üzerinden 3-5 ay sonrasının maaşını, gelirini çoktan harcamış vatandaşların ülkesiyiz. 2017 Ağustosunda 32 milyon kredi kartı borçlusu varmış ve 3 milyon 248 kişi de kredi kartı ve/veya bireysel kredi alacakları yüzünden “yasal takipte”ymiş. Ülke olarak da ha babam borca yükleniyoruz. Eski bakan Mehmet Şimşek, 2002’de 130 milyar dolar olan dış borcun 2018’de 453 milyar dolara ulaştığını doğrulamıştı. Ayağı yorgana göre uzatmaktan geçtim, gövdenin tümü açıkta!

Uzun sözün kısası, atasözleri ne diyorsa biz tersini yapıyoruz sanki. Ya da, atalar, bilge insanlar, neyi yapmıyor, neyi yanlış yapıyorsak onu görüyor ve doğrusunu yapmamız için uyarıyor.

“Dünyanın en gözəl şüarı” ise bir özdeyiş olmaktan öte, matematik olarak da kanıtlanmış bir ilke.

Kulağımıza küpe olsun!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Bilim ve sosyalizme adanmış yaşam: Necdet Bulut - ALİ RIZA AYDIN

Bir kırkıncı yıl kitabı geldi Yazılama’dan: “Karanlığın Katlettiği Bir Bilim İnsanı: Necdet Bulut”.

“Cumhuriyet ve Aydınlanma”nın dibe, sömürü ve gericiliğin tavana vurduğu; “yeni, yeni” diye kara delik içinde kaybolacak kadar bilinmez ve keyfi bir yönetim şeklinin anayasalı halde sunulduğu bugün, kırk yıl önceyi anımsamak önemli mi?    
Kırk yıl önce yalnızca katliamlar değildi yaşananlar. Sermayenin krizi ve planları vardı. Sola topyekün saldırı vardı. Hükümet düşürme oyunları vardı. Ardından azınlık hükümeti geldi, başkanlık öneren anayasa taslağı hazırlandı, neoliberalizme uyum için 24 Ocak kararları geldi, 12 Eylül darbesi geldi. Bugün o yılların devamı…
Necdet Bulut kitabı, 12 Eylüle nasıl geldik sorusuyla birlikte bugüne nasıl geldik sorusuna da ışık tutuyor. Yanıt için önemli bir kesit veriyor. 

Kırk yıl önce namlunun ucunda yaşamlarını yitiren mücadele insanları arasında eğitimciler de var; yaşamlarını yalnızca akla, bilime ve aydınlanmaya, eğitim ve öğrenime değil yaşadıkları toplumun ve insanlığın kurtuluş mücadelesine adayan bilim insanları, akademisyenler, öğretmenler… 

Kitap, 1978’de kırk yaşındayken aramızdan alınan Necdet Bulut’u tüm sıcaklığıyla, katledilişini de tüm vahşetiyle anlatırken, Bulut’un yaşam arkadaşı, yoldaşı, aynı kurşunlara hedef olan Neşe Erdilek Bulut’un hem katliam ve veda tanıklığı hem de belge saklama titizliğiyle beslendiğinden bir anlatı olmasından öte belgesel niteliği de taşıyor. 

Necdet Hocayı kısa süreli olsa da tanımaktan, Türkiye İşçi Partisi içinde yoldaşı olmaktan kaynaklanan bağ beni kitabın editörlüğüne çekti. Gurur duyduğum bu görev için Yazılama Yayınevi'ne ve Neşe Erdilek Bulut’a teşekkür ediyorum.

Neşe Erdilek Bulut’un elindeki belgeleri, anılarını ve hazırlığını esas alan bir çalışma yaptık. O günlerin basın yayın organlarındaki mükerrerlikleri ayıklamak ve okuma akışkanlığı için “Sosyalizm Mücadelesi Uğruna Katlediliş” bölümünü yeniden kurguladık. Bir de hem aynı dönemde katledilen namlunun ucundaki eğitimcileri anmak hem de dönemin ve katliamların genel de olsa durum saptamasını bugüne taşımak için kırk yıl önceki kimi katliamları (anlatamadıklarımızdan özür dileyerek) anımsatmak istedik. Kitabın “Giriş” yazısı bu nedenle kaleme alındı. 

Kitap ancak 364 sayfaya kadar kısaltılabildi. Hacimli bir kitap oldu ama farklı zamanlarda bölümler halinde okunabilecek bir özelliğe sahip. 1978’in katledilen eğitimcilerini, Necdet Bulut’un katledilişi ve vedalaşmasını ilk 112 sayfada okumak olanaklı. Sonra gelen 138 sayfalık bölüm Necdet Bulut’un dergi ve gazetelerde çıkan kendi yazılarından oluşuyor. Yazarı Necdet Bulut olan bir kitap gibi okunabilecek bu bölüm, bugünün teknoloji hızı için harcanan emekleri de içerirken aslında güncelliğini kaybetmemişçesine hızla okunacak nitelikte. Son bölümde ise pusu sırasında babasının yanında olan oğul Yiğit Bulut ile eşinin ve yoldaşının yanında olan Neşe Erdilek Bulut’un yazdıklarına ek olarak 26 Bulut dostunun sıcak ve dostça yazıları yer alıyor.

Ne bir tarih kitabı ne de bir anı. Namlunun ucunda yaşamları sona erdirilen eğitimcilerin ve aydınların, Necdet Bulut ağırlıklı kısa, katıksız yaşam öyküsü… Aynı zamanda da bir siyasi tanıklık öyküsü… 

Necdet Bulut’un faşist kurşunlara hedef olduğu tarih 1978’in 26 Kasım’ı, aramızdan ayrıldığı tarih 8 Aralık… Kitap, Necdet Hocamızı kırkıncı yılda anarken O’nu tanımayan kuşak tanısın, gerçekleri öğrensin; tanıyanlara anma, tanımayanlara tanıtma görevini üstlensin diye erken çıktı. 

Türkiye bugünlere nasıl geldi, 95 yıllık Cumhuriyet bugün neden ve nasıl dönüştürüldü? Sömürü düzeni tüm krizlerine karşın nasıl yaşıyor? Bu tür soruların karşılığı bugüne kadar yaşananları medya haberi gibi anımsamak ya da okumakla verilemez.

Yaşananlar toplumsal yaşam, kültür, siyaset, ideoloji, din, devlet ve hukukla çerçevelenmiş bir düzenin varlığıyla birlikte okunmalı; asıl olarak da ekonomi politikle, sınıfsallıkla okunmalı. 

Yine 2018’de Yazılama’dan çıkan “Marx’ın Marksizmi” kitabında Özgür Şen’in Marx’a gönderme yaparak vurguladığı gibi “tarihin kendisi hiçbir şey yapmaz. Tarihin böylesi bir tanrısal aklı yoktur. İnsanı kendi amaçlarını gerçekleştirmek için kullanan tarih değildir. Tam tersine tarih, insanın kendi etkinliğinden başka bir şey olamaz”.
Eşitsizliğin ve adaletsizliğin yaratıcısı olan kapitalizm gericiliğin, cinayetlerin, katliamların ve insanlığın karanlığa itilmesinin de kaynağı oldu. Kurşunlar ve bombalar sömürü düzeninin silahları… 

Ne yetiyor ne de bitiyor cinayetler, katliamlar, savaşlar. Gericiliğe, devlet ve hukuk oyunlarına dayanan yönetim biçimleri de kılıktan kılığa giriyor ve bitmiyor. Kapitalist/emperyalist düzen sürdükçe de bitmeyecek. Sevgili Özgür Şen’in dediği gibi “Marksizmin en temel ilkesi her zaman hatırda tutulmalıdır. Değiştirme iradesi olmaksızın tarihi kavramak mümkün değildir. Devrimci bir yaklaşımla ele alınmayan tarihin kapitalizm koşullarında deliliğin tarihine dönüşmesi kaçınılmazdır”.

Necdet Bulut uyardı, uyarmaya da devam ediyor: “İster adsız bir bilim emekçisi isterse büyük keşiflere, gelişmelere yön veren ünlü bir kişi olsun, gerçek bilim adamı, ‘Ben bana sunulan bilimsel sorunlara eğilirim, onların çözümü ile ilgilenirim. Bu çalışmaların sonuçlarının nasıl kullanılacağı beni ilgilendirmez’ diyebilir mi? Dese bile, bu onu yaratıcılarından olduğu kötü sonuçların sorumluluğundan kurtarır mı? Bu sorulara doğru yanıt verebilmek için bilim adamının bilimi kimler için geliştirdiğine eğilmek gerek. Yani bilim adamının hangi sınıfların çıkarına hizmet ettiği sorusudur asıl yanıtlanması gereken.”

Sınıfsallığı uyarmakla yetinmiyor Necdet Hoca, Parti’yi ve işçi sınıfının devrimci mücadelesinde örgütlü mücadeleyi işaret ediyor. Aramızdan ayrılmadan önce hastanede yazdığı son pusulayla yanındakilere TİP il örgütünün telefon numarasını vererek Parti’sine haber ulaştırılmasını istiyor. Böyle bir mücadele insanı işçi sınıfının politik hareketinde son nefesini vermiş sayılır mı?

Mücadele insanları yüreklerde yaşıyor. Onlar yüreklerde olsalar da düzen içinde sıkışıp kalmayı, düzenin pisliğinde paslanarak unutulmayı sevmezler; hep mücadele içinde olmak isterler. Onları düzene tutsak etme, mücadelesiz bırakma hakkımız yok.

Ali Rıza Aydın / SOL

Lozan - Meriç Velidedeoğlu

Salı günü, “Türkiye’nin Özgürlük Belgesi” olan, “Lozan Barış Antlaşması”nın, “95. yılı”ydı. Ne var ki, devlet katında herhangi bir kutlama yapılmadı. 


Kutlama bir yana, adı bile anılmadı. 

Devletin başındaki Erdoğan“24 Temmuz” günü Meclis’te, partisinin grup toplantısına katılan gençlerden, “26 Ağustos 1071 Malazgirt Zaferi”ni kutlamak için hazırlık yapmalarını istedi; AKP’nin de büyük bir hazırlık içinde olduğunu bildirdi.
 
“Lozan Zaferi”, Erdoğan’ın “var-yok” hükmünde gördüğü “Meclis”in, “TBMM Hükümeti” döneminindir. 

“Lozan”“Başdelegemiz” olan “İnönü”nün dediği gibi “Birlik, bütünlük içinde bir vatan, ayrıcalıklarından arınmış bir durum, savunma hakkı kesin, kaynakları bol, özgür bir ülke”nin doğuşuydu... 

Yine, üç kıtanın, Avrupa, Asya, Amerika, dahası İngiltere dolaysiyle Avustralya’nın da katıldığı, dönemin tüm “Emperyalist Devletleri”nin karşısında, başta “İnönü” ve tüm delegelerimizin, emperyalizme direnişiydi “Lozan”... 

Ve bu ülkelerin bu toplantıyı, “Sevr’in tozunu almak” amacıyla gerçekleştirmek istediklerinin bilincini taşımanın direnciydi... 

Nitekim, Lozan’da, İngiltere’nin temsilcisi Lord Curzon“Sevr’in bir maddesine dayanarak”, Çanakkale Savaşı’nda ölen “Müttefik” askerlerinin mezarını içine alan, “sekiz kilometrekarelik” bir alanın kendilerine verilmesini ister; “Türk delegeleri (...) ülkeleri uğruna can vermiş askerlerin ölüleri üzerinde pazarlığa girişemezler...” diyerek de vurgular. 

“İnönü”nün yanıtına gelince, şöyle başlar: “Mezarlıklar dışındaki savaş alanlarının, kutsallaştırılarak sahip olma isteği bugüne dek bilinmemektedir. Bu hesapça, Türkiye dışında kalan pek çok savaş alanında kanlarını dökmüş Türkler de böyle isteklerde bulunabileceklerdir!” diyerek, “Lord Curzon”u ne denli hafife aldığını belirtip sürdürür: “Ama bunun o kutsal ölülerle hiçbir ilgisi olmadığı bir gerçektir. Bu konuya, yaşayanların çıkarlarını bulaştırmaktan ‘tiksinti’ duyduğumuzu da dünya kamuoyuna bildirmek isterim!” 

“İnönü”nün, bunun gibi dört dörtlük yanıtları, gerektiğinde öteki ülkelerin delegelerine de verdiği, “Tutanaklar”da yer almıştır. 

Ve değerli dostlar, Erdoğan, hemen hemen “2003”lerden bu yana övdüğü “Lozan Barış Antlaşması”nı, geçen yıl gündeme oturttu; “Lozan’ı da güncelleştirmek” istiyor ve bunu geçen yılın son ayında, Yunanistan’a yaptığı ziyaret sırasında, bir “Yunan TV”sinde kendisiyle yapılan bir röportajda “ilk kez” dile getirip, evet(!) “ilk kez”  açıkladı... Böylece Türkiye de öğrendi... 

Bitmedi; ertesi gün Erdoğan’ın, Yunan Cumhurbaşkanı P. Pavlopulos ile yaptığı görüşmede, Pavlopulos, bu “Lozan güncellemesi”ni masaya koydu. 

“Bir Hukuk Profesörü” olan Pavlopulos, Erdoğan’a, “bir anlaşmayı veya hukuk ilkelerini güncelleştirmenin, reformun mümkün olamayacağını” belirtti. (7.12.2017) 
Ne var ki değerli dostlar, önceleri, “Lozan Barış Antlaşması”yla “dertleri” olan, “dış ülkeler”di. Bunun en son örneği, “2005” yılında Strasburg’da yapılan, Türkiye ile “AB’nin Karma Parlamento Toplantısı”nda yaşanmış, Fransız Parlamenter J. Toubon, toplantıdaki Türk Parlamenterlerin gözlerinin içine baka baka, “Siz artık Sevr’i kabul edin!” diye buyurmuştu. 

Aslında, Erdoğan da Lozan’a karşı açtığı savaşımı, Başbakan olarak, “2004” yılında başlatmıştı; Meclis’ten geçirttiği, ünlü “Özel İdareler Yasası”nı, dönemin “Sayın Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer”, Türkiye’nin “Bağımsız Eyaletler”ebölünmesinin, böylece ‘Lozan’ ile sağlanan “bütünlüğün parçalanması” demek olduğu gerekçesiyle bu “bölücü” yasayı geri çevirmişti. 

Ve değerli dostlar, “Kuruluş belgesi”nde Atatürk’e, devrim ve ilkelerine yer veren  “STK”lardan da, “24 Temmuz”da, toplumun duyacağı bir “ses” gelmedi gibi.
 
“24 Temmuz” basında “sansürün kaldırılışının” kutlandığı gün olduğundan,  “Cumhuriyet”te, bir sütun baştan sona bu konunun anlamının, tarihsel boyutunun anlatılmasına ayrılmıştı, pek yerinde olarak. 

“24 Temmuz”a, “Lozan Barış Antlaşması”nın günü olarak da “Emre Kongar Hoca” yazısında yer verdi. Teşekkürler.

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Bedava olsun da nasıl olursa olsun! - Servet AVCI

"Ülkemizdeki insanlar daha çok ne için birbirlerini eziyorlar, ülkemizde en yaygın olan izdiham türleri nelerdir?" diye küçük bir araştırma yapayım dedim ve Google'a 'bedava' ile 'izdiham' kelimelerini yan yana yazdım...

Aksaray'da bir halı mağazası 'İlk 68 kişiye halı, 382 kişiye paspas' kampanyası yapıyor... Sabahın erken saatinde yığılma başlıyor mağaza önünde... Kapılar açılır açılmaz insanlar içeriye hücum ediyor, bir kısmı ezilme tehlikesi geçiriyor... Neyse ki kimse ölmeden gün bitiyor...

Eminönü'nde Baklava ve Tatlı Üreticileri Derneği 3 ton tatlı dağıtıyor... Sözde 'festival' ama görüntüler rezalet... Yağma, talan, görgüsüzlük iç içe... Bedava baklavaya ulaşıp, eliyle dalıp ağzına sokuşturabilen kendisini bahtiyar sayıyor... 'İhtiyaç'la asla açıklanamayacak biçimde, yere düşen baklava parçalarını birleştirip yiyen ve kameralara gülümseyenler gırla gidiyor... Başörtülü abla, o kadar erkeğin içinde ezile ezile bedava baklava mücadelesinde... Kimisi "İki saattir bekliyorum" diye isyan hâlinde... Neredeyse savcılığa dilekçe verecek!..

                                                                         ***

Yurttan görüntüler devam ediyor... Denizli'de 'Havlu ve Bornoz Günü' çerçevesinde hareket hâlindeki bir TIR'dan bedava havlu atılıyor... Vatandaşlar, martının yemi kapması gibi en fazla 5 Lira'lık havlulara saldırıyorlar... Haber şöyle: "Mavi renkli havluları almak isteyen vatandaşlar adeta birbirleriyle yarışırken bu sırada bir bebeğin ezilme tehlikesi geçirdiği görüldü. Havlu kapmak isteyen vatandaşlar bebek arabasında bulunan minik bebeğin üzerine düşerken, bu sırada bebeğin ezilme tehlikesi yaşadığı belirtildi. Bebeğin annesi ağlayarak bebeğini sakinleştirirken, vatandaşlar da genç kadını olay yerinden uzaklaştırdı..."


Bir başka haber: 'Hatay'da künefe izdihamı... Beleş künefe için birbirlerini ezdiler!..' İzleyeni künefeden soğutacak görüntüler... Şanslı olanlar avuçlarıyla dalıyorlar künefeye... Hızlı hızlı bir eliyle tabağını doldurup, diğer eliyle ağzına tıkıştıranlar... Bedava künefeye ulaşamazsa eğer "Hatay'ın da anavatanın da" diye cümleye başlayacak olanların 'Hatay'ın anavatana katılım yıldönümü' kutlamaları kapsamında beleş künefe öğütmeleri... Ama gurur da duyuyoruz tabii... Çünkü bir başka olayda 78 metrelik künefeyi 20 dakikada bitirme rekoru kırarak tarihe altın harflerle geçiyoruz!..
                                                                          ***

Batman'da bedava ekmek izdihamı... Hadi onu anladık da Beşiktaş'ta bedava midye izdihamına ne demeli? Dünya Midye Günü'ymüş... Binlerce insan bedava midye yemek için yüzlerce metrelik kuyruk oluşturuyor... Neyse ki bu 'kutsal gün' can kaybı olmadan atlatılıyor!..

Bedava olsun da ne olursa olsun fark etmiyor... Şemsiye kralı Celal Birsen'in Fatih Camii'nde cenaze töreni... Cami avlusunda vatandaşlara şemsiye dağıtılıyor... Orada da izdiham çıkıyor, bedava şemsiye için cemaat birbirini eziyor...

Bursa Büyükşehir Belediyesi, Cumhuriyet Bayramı'nda bayrakla gelene bedava teleferik hizmeti veriyor... Bayrağı kapan erken saatlerde istasyona akın ediyor... Belediye işin içinden çıkamayınca belli bir saatten sonra çıkışları kapatmak zorunda kalıyor...

                                                                          ***

İnternet arşivi bu türden haberlerle kaynıyor... Tekirdağ'da Kabotaj Bayramı dolayısıyla bedava balık ekmek izdihamı... Adana'da bedava kömür izdihamı ve polis müdahalesi... Erzurum'da bedava dondurma izdihamı... Ağrı'da yaşlı ve çocukların ezilme tehlikesi geçirdiği bedava döner izdihamı... Nevşehir'de bedava patates izdihamı... Bursa Karadeniz Platformu'nun etkinliğinde hamsi izdihamı... Trabzon'da bedava üzüm izdihamı... İzmit'te platformun ve hoparlörlerin devrildiği bedava tavuk dürüm izdihamı... Diyarbakır'da kurayla bedava ayakkabı izdihamı... Liste uzayıp, misak-i millî sınırlarımızın içinde bir yeri eksik bırakmadan tur atıyor...

                                                                         ***

'Bedava beyin' dağıtsanız, 'bedava midye' kadar müşteri bulamayacak herhalde... Ya da 'bedava gurur' dağıtsanız 'bedava paspas' kadar talep toplayamayacağınız gibi... Zor soru: 'Bedava haysiyet' mi yoksa 'bedava kokoreç' mi tercih?
Bunun doğrudan ihtiyaçla filan ilgisi yok... Bu başka, bambaşka bir şey... Siz izlerken bile utanıyorsunuz ama bir mal veya hizmete karşılıksız ulaşma duygusunu kâr sayan aşağılık kültür her tarafınızı sardıkça sarıyor... Sonra da 'beleş seçmen'li, 'beleş mürit'li, 'beleş eleman'lı daha büyük tablo şaşırtıcı olmaktan çıkıyor...


Servet Avcı / YENİÇAĞ

26 Temmuz 2018 Perşembe

‘Her an her şey olabilir’ ekonomisi - ASLI AYDIN



‘Sıkı para politikası izliyorum’ diyerek faizi sabitte bırakmak ve ‘enflasyonla mücadele edeceğim’ demek, oldukça çelişkili. Dolar kurunun 4,85-4,87 bandına çıkması da, bu kararın kalıcı hasara yol açtığını gösteriyor.

Bilindiği gibi Merkez Bankası, 24 Temmuz 2018 günü gerçekleştirdiği Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısında “faizleri sabit tutma” yönünde karar aldı. Bu kararın ardından da para politikası özelinde ekonominin nasıl yönetileceği, yönetimin nasıl bir program izleyeceği ve hatta böyle bir programın var olup olmadığı yönünde sorular gündeme oturdu.

Çelişkili hareketler
Öncelikle Merkez Bankası’nın faizleri sabit tutmasına ilişkin karar, en başta finans piyasalarını sükûtu hayale uğrattı. Çok da haksız sayılmazlardı. Lakin Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, PPK toplantısı öncesi sıklıkla demeçlerinde piyasa ile dost olacaklarını, ‘kavga etmeyeceklerini’ ifade etmişti. Ardından ekonomistlerle toplantı yapılıp “iletişim” mesajları verilerek ‘öngörülebilir, güvenilir’ bir politika yürütüleceği havası yaratıldı. Henüz üzerinden bir gün geçmemesine rağmen, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu dedirtecek bir karar aldı MB.

Şimdi şunu net belirtmekte fayda var: Yüksek faiz elbette iyi bir şey değildir, ekonomide hiçbir sorunun sadece faiz yükselterek kalıcı bir şekilde çözüldüğü görülmemiştir. Tarihte birçok kez de bu durum acı deneyimlerle test edildi. Ayrıca faizlerin yükselmesi, ülkede elde edilen gelir dağılımının ücretli kesim aleyhine bozulmasına ve kredi faizlerinin yükselmesiyle, başta konut piyasalarından olmak üzere birçok sektördeki talebin geri çekilmesine yol açar. Bu bakımdan faizleri yükseltirken, aynı zamanda “bir şeyleri” de bozmuş olursunuz. Fakat MB bu denklem üzerinden, özellikle ekonominin yaslandığı konut pazarını dikkate alarak karar almışsa çok yanlış bir yolda demektir. Böyle bir karar, her şeyden önce mevcut koşulların tespit edilmesinde önemli bir hata olduğunu gösterir.

Yüksek faiz ekonomisi yaratıp faizi kötülemek
Şunu da net belirtelim, yüksek faiz ihtiyacı kendi kendine yahut dışsal olarak oluşmaz, bir ekonomiyi yüksek faiz rayına sokan yapısal etmenler vardır. Ve bugün ekonomi o raya oturtulmuşsa ve bu rayda kalmasında ısrar ediliyorsa, faizi yükseltmekten başka bir çare de kalmamış demektir. Bu durum, bir hastaya sürekli morfin vere vere bağımlı hale getirdikten sonra, “morfin kötüdür, zarar veriyor” diyerek bir anda morfini kesmeye benzer. Hasta bir anda artan acılarıyla baş başa kalır. Haklı olarak da morfinin kötü olduğunu bile bile neden bunca yıldır verdin diye de insana sorar tabii.

Ekonominin faiz ihtiyacı
Bağımlılık meselesine gelirsek, Türkiye’deki bankaların ve şirketlerin önümüzdeki yıl ödemesi gereken borç yaklaşık 182 milyar dolar. Buna cari açığın finansmanını da eklersek, bir yılda ödenmesi gereken dış borç miktarı 232 milyar dolar civarında. Türkiye’nin toplam dış borç stoku ise nisan sonu itibariyle 466 milyar doları aşmış durumda. Bu borçların yüzde 70’i ise özel kesime ait. Dolayısıyla doların TL karşısında güçlenmesinin öncelikle çoğu reel kesime ait olan dış borçların çevrilmesinde sıkıntıya yol açacağı söylenebilir. Bunlar, bugüne kadar sıcak para girişlerine odaklanan politikaların bir sonucu. Ve bu sıkıntının üstesinden gelmesi için MB’nin elinde bırakılan tek silah da maalesef ki faiz gibi duruyor.

Her ne kadar bugün nominal faiz yüzde 18’lere yakın olsa da, şu an yüzde 15’lerde olan enflasyondan arındırdığınızda reel faiz yüzde 3 düzeyinde oluşuyor. Nominal faizde kendi liginde en yüksek faizi veren Türkiye, enflasyondan arındırıldığında reel faizleri sırasıyla yüzde 4,23 ve yüzde 3,31 olan Rusya ve Meksika’nın gerisine düşüyor. Türkiye’de enflasyonun birkaç ay içinde yüzde 20’lere yaklaşacağı tahmin edildiğinde, reel faizi kotarabilmesi için faizde daha en az 300-400 baz puanlık yolunun olduğunu söyleyebiliriz.



Faizleri yükseltmeyip de ne yapacak peki?
Bizim gördüğümüzü elbette MB de görüyor. Tüm kararların ekonomiye nasıl yansıyacağının bir projeksiyonu yapılıyor. Fakat ‘sıkı para politikası izliyorum’ diyerek faizi sabitte bırakmak ve ‘enflasyonla mücadele edeceğim’ demek de oldukça çelişkili bir görünüm sergiliyor. Çünkü bu kararıyla doların artmasına, yani enflasyona yol vermiş oluyor.

Dolar kurunun bir anda fırlaması bir yana, 4,85-4,87 bandına çıkması, bu kararın kalıcı bir hasara yol açtığını gösteriyor. Ayrıca ekonomi yönetiminin sağ gösterip sol vurması da bugünden sonra piyasaları ‘sözle yönlendirme’ imkânının yitirildiğini, güvenilirliğin ve öngörülebilirliğin büyük çapta zedelendiğini ortaya koyuyor. Neoliberal politikalar çizgisinde kalacağını açıklayan yeni ekonomi yönetiminin, oyunun kuralları dışına çıkması, daha dönemin başında dersten sınıfta kaldığını gösteriyor.

Tüm bu kısır döngüden çıkmak, faiz insin mi çıksın mı tartışmasında doğru bir çıkış rotası çizmek gayet mümkün. Bunun için öncelikle kısa vadede tüm politika yapıcı kurumların öngörülebilir ve şeffaf bir yapıya sahip olması şart. Yarını tahmin edilemeyen bir ekonomide tüketim ve yatırım kararlarının bozulacağı bilinmeli. Bununla birlikte sadece ‘piyasa dostu’ kalarak ayakları üzerinde duran bir ekonomiye sahip olunmayacağı da bilinmeli. İşçisiyle, emeklisiyle, genci ve kadınlarıyla barışık bir ekonomi anlayışını hâkim kılmak gerekir. Tüm bunları sağladıktan sonra, morfine değil hastalıkların kendisine yönelik kalkınmacı, toplumsal refahı gözeten bir program, bizleri bu kısır döngüden kurtarabilir.

Aslı Aydın / BİRGÜN

Yaratıcı Yalakalık Atölyesi - NAZIM ALPMAN

Ülkelerin eski halleriyle; yenilenmiş, değişmiş, gelişmiş, serilmiş, serpilmiş vaziyetleri arasında kıyaslamalar yapılır.

Doğal olarak “yeni haller” öne çıkar. Çünkü işin ucunda iktidar bulunduğundan, o güce ortak olmak ya da öyle görüntü vermek önemlidir.

Eski bir fıkrada güç karşısında esneklik gösterebilmenin meziyetleri gayet güzel özetlenir:
Orta boylu, orta yapılı, yaşadığı coğrafyaya tam uyumlu orta zekalı adam meyhanenin orta kapısından içeri girip narayı patlatmış:
-Heeeyyyttt, var mı ulan bana yan bakan?
Arkadaki masalardan birinden ayağa kalkan, boylu-postlu, iri yapılı kara yağız genç, ortalama adamın yanına kadar gelip durmuş. Yani evet var demek istiyor. Diğeri başını kaldırıp rakibini tepeden tırnağa süzdükten sonra, beline sarılıp bir daha meydan okumuş:
-Heeeyt, var mı abimle ikimize yan bakan?

                                                            •••

İktidarların çevresinde at sineği samimiyetiyle vızıldayan pek çok aklı evvel olur. Geçmişte böyleydi, gelecekte de böyle olacağından kimsenin kuşkusu bulunmuyor.

Sadece bu klasik çizginin yaratıcılıktan yoksun elemanları zaman tünelinde donup kalmış görüntüsü veriyorlar o kadar… Hani biraz kendilerinden bir şeyler katabilseler ne kadar güzel olur değil mi?

Bu alanın gelmiş geçmiş en ünlüleri, her dönemde aynı şevkle yazıp çizebilmiş olmaları kötü örnek teşkil ediyor. Onları taklit etmek istiyorlar.
Bu çok zor bir seçim yeniler açısından. Bir kere eskilerin bir ilkesi var:
“Her dönemde iktidarın yanında olmak!”

Onlar sadece iktidarda olanları desteklemekle mükelleftirler. İktidarın her yaptığını destekleyerek iktidara akıl vermenin onurunu yaşarlar içten içe… Hatta bir adım da ileri giderek “yönetiyoruz” havası da yayalar.
Bu türün seçkin bireylerine şapka çıkarmak gerekir.

                                                           •••

Bu alanın yenileri ise kendi yollarını çizmelidirler. Büyüklerin arkasından giderek sadece nal toplayabilirler. İktidarların yanında düzenli vızıldayarak uçmak için sadece alkışlamak yetmez.

Yaratıcı öneriler bulunmak da lazım.

Eskiden böyleleri vardı. İktidarlara “yüzde 100’lere yaklaşan enflasyonu bir an önce aşağı çekmek zorundasınız” diye akıllar verirlerdi.

Bizim de içinde bulunduğumuz demokrasi düzeyi çok yüksek ülkelerde iktidarları aktif biçimde destekleyecek olan kanaat önderleri, sivil toplum kuruluşları, gazeteciler, reklamcılar, işadamları, işkadınları, araştırma şirketleri sahipleri ve benzeri gibi pozisyonlara sahip kitle için yaygın bir eğitim sürecine ihtiyaç bulunuyor.

Kısa vadede uygulanmış örnekleri olan bir yöntem söz konusu olabilir. Daha çok sanat kültür dallarında var olan atölyeler örnek alınarak tatil beldelerinde, beş yıldızlı otellerde ya da yurt dışında egzotik ülkelerin gizemli şehirlerinde çalışma grupları toplanabilir.

Organizasyonun adı da hazır başlıkta duruyor:“Yaratıcı Yalakalık Atölyesi!”

Nazım Alpman / BİRGÜN

AKP’nin topçuları - AYŞE YILDIRIM

HDP İstanbul Milletvekili Ahmet Şık, AKP’nin siyaset anlayışının ne olduğunu anlatıyordu kürsüden. Ve tam “Ne olduğunuz, bir kez daha yüzünüze karşı söylenmeli: İktidar olmanın yarattığı kibrinizi yalan ve cehaletle yoğuruyorsunuz. Hakikati söyleyenlere yönelik saldırganlığınızı ise acizliğinizle besliyorsunuz...” dediği anda da saldırıya uğradı. 

Acizlikle beslenen saldırganlık… 

Saldıranlar arasında futbol sahasındaymış gibi artistik hareketler yapan bir isim öne çıktı. HDP’li Ahmet Şık ve Barış Atay’a parmak sallayıp, kendince hem gözleriyle tehdit etti hem de sözleriyle: “Gözüm üstünde...” 

Elbette bu zatın yaptıkları şaşırtmadı bizi. Daha mazbatasını aldığı gün Meclis’teki temel görevinin ‘tek adam’ı korumak olduğunu açıkça söyleyen bu zat (pardon adını yazmayı unutmuşum, Alpay Özalan), aslında görevini yerine getiriyordu. 

Nasıl bir karakteri olduğunu spor camiası da, televole kültürü de iyi bilir. Bir dönem birlikte top koşturduğu bir arkadaşının onu anlattığı videoda iki gündür sosyal medyada dönüp duruyor. 

Borç takan, yalan söyleyen, kapıya alacaklı getiren bir isimmiş (ki arkadaşı Feyyaz Uçar anlatıyor). 

Futbolcu eskisi bu zatın kafası sadece meşin topa çalışıyor ki siyaseti de birilerine tekme atma, kafa tutma sanatı sanıyor… 

AKP’nin futbolcular açısından yüzü pek gülmedi aslında. Bir dönem yere göğe koyamadıkları Hakan Şükür mesela… 

Ya da daha iki gün önce Sütlüce’de canlı yayında yıkılışını tüm Türkiye’nin izlediği binanın çökmesine onun yaptırdığı inşaatın neden olduğu söylenen Arda Turan… 
Kaderin cilvesine bakın ki, o bina yıkılırken Erdoğan, AKP grubunda konuşuyordu ve televizyon ekranları iki görüntüyü yan yana veriyordu. 

Bina sahibi, Arda Turan’ın yaptırdığı otel inşaatının böyle bir sonuca yol açacağını daha önceden söylediklerini, uyardıklarını anlatıyordu. 

Arda Turan ise inşaatının ruhsatı olduğunu söyleyerek kendisini savunuyordu. 
Beyoğlu Belediye Başkanı da Arda Turan’ın otelinin ruhsatı olduğunu, çökmeye onun inşaatının neden olup olmadığını bilemediklerini, incelemenin sürdüğünü söylüyordu… 
Eeee ne de olsa Arda Turan da Erdoğan’ın pek sevdiği topçulardan. 

Referandum öncesi Rıdvan Dilmen’le birlikte katıldığı evet kampanyası için çektikleri ‘sen de var mısın’ videosunu anımsayın. 

Nitekim, Cumhurbaşkanı Erdoğan da Arda’nın nikâh şahitliğini yaparak bunu bir kez daha belgeledi. 

Başakşehir’de oynayan Turan da tıpkı Meclis’teki partidaşı gibi saldırgan tutumuyla biliniyor. Daha geçen yıl tüm Futbol Federasyonu yöneticilerinin gözleri önünde uçakta bir gazeteciye fiziki ve sözlü saldırıda bulunmuştu.
 
Birkaç ay önce de maçta kırmızı kart görünce hakeme yumruk sallamıştı. 
İşte bu arkadaşın inşaatının o binanın çökmesine neden olduğuna dair bir inceleme sonucunu boşuna beklemeyin… 

Çünkü o da AKP’nin topçularından. 

Tıpkı son günlerin diğer popüler isimlerinden Mesut Özil gibi... 

Özil’in seçimler öncesi İlkay Gündoğan ve Cenk Tosun ile birlikte Erdoğan ile çektirdiği fotoğraf büyük tartışma yaratmıştı. 

Ve Özil, birkaç gün önce bu fotoğraf nedeniyle kendisine ‘ırkçılık ve saygısızlık’ yapıldığı gerekçesiyle Almanya Milli Takımı’nı bıraktığını açıkladı... 

Almanya’yı ikiye bölen bir tartışmayı da ateşledi Özil. Kimi Özel’i destekledi, kimi açıklamasını hem geç kalmış hem de samimi bulmadı... 

O işin başka boyutu.
 
Elbette ırkçılık kime yapılırsa yapılsın sonuna kadar hem de yüksek sesle karşı çıkılması gereken bir durum. 

Ancak AKP anlayışına göre ‘ırkçılık’ sadece kendilerine yakın isimlere yapılırsa ‘ırkçılık’ oluyor. 

Mesela onlara göre sonunda Türkiye’yi terk etmek zorunda bırakılan Deniz Naki’ye yapılanların hiçbiri ırkçı saldırı değil. 

Çünkü Deniz Naki hem Kürt hem de AKP’li değil…

AYŞE YILDIRIM / CUMHURİYET

Devlet şişmanlıyor ‘Yeni devlet’ darmadağın ve çok başlı - ÇİĞDEM TOKER

Son Cumhurbaşkanlığı kararnameleri “yeni” devlet yapısının ekonomik/mali yönetimde küçülmek ve sadeleşmek şöyle dursun, 24 Haziran öncesine göre daha   “şişman”  olacağını haber veriyor.


Yeni düzende bakanlık sayısının azaltılmış olması, bürokrasinin azalacağı anlamına gelmiyor. Cumhurbaşkanlığı nezdindeki yeni “başkanlık”lar ve teşkilat yapıları ile yeni “kurullar” ve tüm bunların birbirleriyle daha önce var olmayan yeni ilişki biçimleri, karar alma süreçleri bakımından, pek de pratik görünmeyen kaotik bir döneme işaret ediyor. Bu tablo karşısında ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yıllardır şikâyet ederek söz ettiği “bürokratik oligarşinin” ortadan kalkmak yerine güçleneceğini söylemek kehanet olmaz. 

Cumhurbaşkanlığı’nda yeni kurulan bir başkanlık olan Strateji ve Bütçe Başkanlığı’na, Maliye Bakanlığı görevini kısa süre önce yeni unvan ve yeni bakanlık adıyla Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’a devreden Naci Ağbal atandı. Bütçeyi Meclis’e Cumhurbaşkanı’nın sunacağı yeni sistemde Ağbal’ın bu göreve atanması sürpriz olmadı.

İki Bakanlıktan bir Başkanlık 
Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle, 5 genel müdürlük verilen Strateji ve Bütçe Başkanlığı, aslında iki eski bakanlıktan koparılan birimlerden oluşuyor: Maliye Bakanlığı’ndan koparılan Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü ile Kalkınma Bakanlığı. (Bölgesel Gelişme ve Yapısal Uyum Genel Müdürlüğü ile Dış Ekonomik İlişkiler Genel Müdürlüğü hariç) 

Orta Vadeli Planın hazırlanması başta olmak üzere, her türlü planlama ve bütçe yapma yetkisinin verildiği Ağbal’ın “başkan” sıfatı ve konumunun, bir bakandan daha yetkili ve güçlü olacağını söylemek zor değil. 

Ancak ekonomi bürokrasisindeki bu yeni yapı içinde ortaya çıkan “parçalılık”, devlet yönetiminin bütünlüğü açısından sorunlu. Gelirin Hazine ve Maliye Bakanlığı’nda, bütçe yapma yetkisinin ise başkanlıkta olmasına, Maliye’den koparılan Milli Emlak Genel Müdürlüğü’nün Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bağlanmasını ekleyince, yılların “tek çatı” ülküsünden, eskiye göre çok daha dağınık ve parçalı bir mali yönetim çıktığı görülüyor. Böyle bir parçalı yapının, kadrolara pozisyon yaratma dışında hangi mantıkla kurgulanıp tercih edildiğini anlamak kolay görünmüyor. Konuştuğumuz eski ve kıdemli bir Maliyeci şöyle diyor: 
“Devletin tüzel kişiliğini Maliye Bakanlığı temsil eder, her türlü varlıkları (deniz kıyıları, hazine arazileri vb) Maliye Bakanlığı yönetirdi. Şimdi bu görev ilkesiz bir şekilde, Milli Emlak Genel Müdürlüğü’nün Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na devredilmesiyle bozuldu.” 

Gelinen noktada, Cumhurbaşkanlığı nezdindeki başkanlıkların, güçlendirilmiş bakanlık gibi örgütlendiği bir yönetsel yapıdan söz ediliyor. Devletin bürokratik bakımdan  “şişmanladığı”, harcamaların ise bu yeni duruma bağlı olarak kaçınılmaz biçimde artacağı yapıdan nasıl olup da tasarruf çıkacağını hep birlikte göreceğiz.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

25 Temmuz 2018 Çarşamba

Halkın çaresizliğine yanıt üretmeliyiz - SEBAHAT KARAKOYUN / röportaj

Selin Sayek Böke: Nereye gitsek, herkeste çaresizlik duygusu yerleşmiş. Halkta var olan değişim talebini, “Çaresiz hissediyorum. Ben yeniden sizinle birlikte olmak istiyorum” çağrısını göz ardı etmek halka karşı sorumsuzluk olur.



24 Haziran seçimlerinin ardından CHP’de başlayan tartışma, olağanüstü kurultay için imza toplanmasıyla büyüdü. CHP kurultaylarında yönetim anlayışı ile ilgili itirazlarını dile getiren “Gelecek İçin Biz” hareketi de olağanüstü kurultay istedi. CHP PM Üyesi ve İzmir Milletvekili Selin Sayek Böke, olağanüstü kurultay süreci ile ilgili BirGün’ün sorularını yanıtladı. Böke, “Bizim derdimiz koltuklara kimin oturacağı değil. Birisi kalksın, başkası otursun hiç değil” diyor. Böke, Kılıçdaroğlu’nun “birileri koltuk derdinde” açıklamasına da “Meseleyi koltuk mücadelesine indirgeyen genel merkezin ta kendisi” diye tepki gösteriyor.


»“Gelecek İçin Biz” olarak olağanüstü kurultay çağrınızda “24 Haziran uzun zamandır devam eden siyasetsizliğin sonucu” dediniz. Bu noktaya nasıl gelindi?
24 Haziran’da bir rejim değişikliği ile karşı karşıya kaldık. Ama rejimin değişikliği bu seçimle gerçekleşmedi. Birikimli bir inşa süreci yaşandı. İktidar adım adım, çok kararlı bir siyasetle bunu gerçekleştirdi. İşte o inşa sürecinde CHP’nin bugünkü yönetiminin ortaya koyduğu siyaset anlayışı ve siyasi kararlar, süreci hiçbir aşamasında geriletme ve yerine yeni bir şey kurulmasına imkan verecek alternatif yol açamadı. 24 Haziran’a kadar ortaya konulan siyasetsizlik bu sonuca katkıda bulunmuştur. Rejimin değiştiği bir yerde tartışmanız gereken ilk şey “Neyi farklı yapabilirdik ki bu sonuç olmayabilirdi”. Siyasetsizlik konusunu geriye dönük atılmış adımların tek tek hesaplaşması üzerinden tarif etmek yanlış olur. O siyasetsizliğin örneklerini bütün toplum biliyor. Daha önce Adalet Yürüyüşünde, Hayır iradesinde son olarak da 24 Haziran’ın muhteşem miting alanlarında gördük ki toplumda siyasete dahil olma isteği, enerjisi mevcut. Gerçek siyasetin olduğu yerde Adalet Yürüyüşü sürekli konuşulan bir örnek olmazdı, başka örnekler olurdu. Demek ki bunu sürekli kılamamışız. Siyasetsizlikten tarifimiz tam da bu. Somut bir örneğini 24 Haziran’dan sonra yaşanan tren faciasında gördük. İktidarın siyasi anlayışı doğrultusunda kurulmuş bir düzenin sonunda yaşanan bu katliam CHP yönetimi tarafından “siyasi bir mesele değildir” denilerek siyasetsizleştirildi.

»Çağrınızdaki parti yönetimine yönelik “dar kadrocu, tasfiyeci anlayış” vurgusunu açar mısınız?
Yakın dönemde tasfiyeci anlayışı yaşadığımız en belirgin olaylardan biri milletvekili aday listeleri diğeri de tüzük kurultayıydı. “Gelecek İçin Biz” olarak tüzükte yapılmak istenen değişikliğe itirazlarımız oldu. 47 milletvekili daha demokratik bir Türkiye için daha demokratik bir CHP, daha demokratik bir CHP için de daha demokratik bir tüzük talebinde ortaklaştı. 47 milletvekilinin 38’inin yeniden aday yapılmaması ve neden aday gösterilmediklerinin gerçekle hiç örtüşmeyen bir biçimde sunulması tasfiyeciliğin, dar kadroculuğun işaretidir.

Koltuk mücadelesine indirgeyen yönetim

»Olağanüstü kurultay için imza toplanmasına parti yönetiminden gelen tepkilere son olarak “birileri koltuk derdinde” açıklamasıyla Genel Başkan Kılıçdaroğlu da katıldı...

Bunlar Türkiye siyasetsizliğini parti içi siyasetsizliğe dönüştürme gayreti… Rejimin değiştiği bir yerde “neyi farklı yapmalıyız”ı konuşmak yerine meseleyi imza sayısına sıkıştıran, toplumdaki umutsuzluk karşısında umudu yeniden nasıl bir yeşerteceğimizi konuşmak yerine konuyu koltuk mücadeleye indirgeyen genel merkezin ta kendisi. Gelecek İçin Biz’in kurultay çağrısı çok açık ve net. Derdimiz koltuklara kimin oturacağı değil. Birisi kalksın, başkası otursun hiç değil.

Tek bir derdimiz var… Türkiye’de bir şey oldu. Ve bu duruma dair “Bizim katkımız ne oldu” diye özgüvenli bir değerlendirmeden geçmeden yenilenmeyi mümkün görmüyoruz. Bunu yapabilmenin tek yolu parti içerisinde değerlendirme yapmak. Seçimin üzerinden bir ay geçmiş. Bu sürede eğer bir partinin yönetimi, seçime dair bir değerlendirmeyi, bırakın akademik çalışmayı, siyasi raporunu hazırlayıp kurullarla tartışamıyorsa sadece bir siyasetsizlik değil, bir yönetim beceriksizliği de ortaya çıkıyor. Bu yönetim anlayışını değiştirmemiz gerekiyor. Kimden neyi saklıyoruz? Gerçeği bütün Türkiye yaşıyor zaten. Bu rejim değişti, biz bu seçimi hep beraber kaybettik. Başka kaybedenlerle ilgili değerlendirmeyi yapacak merci biz değiliz. Ama her şeyden önce kendimize dair bir değerlendirmeyi yapmak durumundayız. Bunun önündeki engeli imza sayısına, partideki tartışmayı liderliğe sıkıştıranlar, koltuk sevdalılığı üzerinden tarif edenler bu ülkeye büyük bir haksızlık yapıyorlar.

»Parti Meclisi toplandı, seçim sonuçları değerlendirilmedi mi o toplantıda?
Parti Meclisi olup bitene dair bir değerlendirme yapmak için değil disiplin süreci için toplandı. Rejim değişikliğinin ülkeye dayattığı harabeye karşın bir toplantı yapılmadı. O zaman dönüp şu soruyu sormak benim için maalesef halka karşı duyduğum bir sorumluluğun sonucu haline geliyor, “Niye tartışılmıyor? Kim engel oluyor?” Bunu kimsenin yapmaya hakkı yok. Bizim derdimiz ülke. Bu ülke sevdası için, “Koltuk sevdalıları” deyip yok saymaya çalışan anlayışa da itirazımız var.

»Varsayalım yeterli imzaya ulaşılmadı ve kurultay da toplanamadı bugün yaşanan tartışma bitecek mi?
İmza sayısını ikincil gördüm hep. Toplumda var olan umutsuzluğu görmezden gelmemiz mümkün değil. Ve bu olumsuzluğun çoğunu 24 Haziran gecesinde olanlar oluşturuyor. O gece umutsuzluğu ortaya çıkartan şeyleri değerlendirmeden yol almamız mümkün değil. Onun için de delegeden imza beklemeden yapılacak bir değişime ihtiyaç olduğunu görüyorum ben. Nereye gitsek, herkeste benzer bir çaresizlik duygusu yerleşmiş. Dolayısıyla imza ister 200 isterse bin olsun… Partinin kendi içerisinde bu meseleyi tartışması gerekiyor zaten. Halkta var olan değişim talebini, “Çaresiz hissediyorum. Ben yeniden sizinle birlikte olmak istiyorum” çağrısını göz ardı etmek halka karşı sorumsuzluk olur.

Yerel seçim bahanesi kaçak güreş

»Parti yönetimi olağanüstü kurultaya itiraz ederken yaklaşan yerel seçimleri gerekçe gösteriyor...
Yerel seçimler bahane edilemez. Belki tam da değişime ihtiyaç doğuran nedenlerden biri de çok yakında seçim olması. Mevcut siyaset anlayışı sürerse sonuç değişmeyecek bir kez daha sandıktan yenik çıkacağız. Üstelik sonuçları daha kötü olacak. Çünkü toplumda bu öğrenilmiş çaresizlik, derin bir umutsuzluğa yol açmış durumda. Değişime her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Meseleyi yerelde koltuk kavgasına indirgeyenlere karşı da direnmesi gereken bizleriz. Kimsenin derdi yereldeki koltuk olamaz zaten. Bu yüzden ısrarla diyoruz ki ön seçim yapalım, bu kez üyelerimizi dinleyelim. Genel merkezin yetkileri içerisine sınırlanmış bir koltuk dağılımı yapmayalım. Yerel seçimleri bahane eden anlayış kaçak güreşiyor. Eğer bahanemiz yerel seçimlerse değişime her zamankinden daha acil ve daha çok ihtiyacımız var.

»Siz, sosyal medyadan paylaşım yaptınız “aday değilim “diye. Olası bir kurultayda Muharrem İnce’nin adaylığına destek verecek misiniz? 
Kendi genel başkanlığımız da dahil kimsenin genel başkanlık hedefine destek vermek gibi bir meselemiz yok. Partide değişimden yana tüm aktörlerle ortaklaşmak için mutabakat arıyoruz. Sayın İnce çok başarılı bir kampanya götürmüş, toplumda heyecan yaratmış Cumhurbaşkanı adayıdır ve değişimin öncü paydaşlarından olması çok istenecek bir şeydir. Parti içi bir ortaklaşma ile bir koalisyonla, CHP’ye toplumun beklediği çizgiye getirebilir, yeni bir umudu ortaya çıkarabiliriz. Bugün faşizme karşı omuz omuza mücadele vermesi gerekenler parti içerisinde imza ve politik kavgaya indirgediğinden birbirine düşman gibi gösteriliyor. Oysa ortaklaşmamız gerek.

»Sistemi tümüyle değiştiren kararnameler yayınlandı bu süreçte. Buna karşı nasıl bir muhalefet stratejisi izlenmeli?
Rejim değişikliğinin hızla devleti yeniden yapılandırdığına ve hukuki zemini değiştirdiğine şahit oluyoruz. Zaten etkisi çok zayıflamış bir meclis vardı. Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle yönetilen bir Türkiye’deyiz. Hal böyleyken ve Meclis içerisinde “sert ve etkin” diye tarif edilen bir mücadele yürütülmesine rağmen bu zemin kaybedilmişken, bugün tekrar Meclis içi mücadeleye dayanacağımızı söylemek baştan kaybetmek anlamına gelir. Meclisi yeniden etkinleştirmek için Meclis dışı mücadeleye ihtiyacımız var. Halkla buluşan, halkı siyasi mücadelenin içerisine alan bir anlayışa ihtiyacımız var. Meclis kürsüsü tabii ki kıymetli. Oradaki varlığımızı sürdürmek, mücadeleyi kazandığımızda döneceğimiz bir Meclis’in olması açısından elzemdir. Dolayısıyla Meclis’te olalım. Ama mücadeleyi meclis içerisinde etkin kılacağımızı zannetmek esasında gerçekleri okumadığımız anlamına gelir. Meclis dışına taşan bir siyasi mücadeleye ihtiyacımız var. Halkla buluşacak her türlü zemini yaratmakla yükümlüyüz. Bu, içine kimi yerde üç kişiyi katan bir eylemlilik olur, forumlar olur, mahalle meclisleri olur. Önemli olan meclisin dört duvarına sıkışmış tartışmayı dışına taşıyacak olan bir iş yapmaktır. Bunu yapabilmek için örgütlenmeye ihtiyacınız var. Sadece yeni bir siyaset değil, yeni bir örgütlenme biçimine ihtiyaç var. Kararnamelerle DDK’ya resmen sivil toplum kuruluşlarını, sendikaları yok etmek üzere görev veriliyor. Bu yetki verilmişken aynı siyaseti devam ettirirsek engel olma ihtimalimiz sıfır. Yeni bir şey yapmamız gerekiyor. Uzun lafın kısası, bugün olağanüstülüğün daha da olağanüstü olduğu gerçeğinden devam etmeliyiz. OHAL’in kalkmış olması kutlanacak bir şey değil, çünkü OHAL kalkmadı. Bilakis hukuken kalıcı hale getirildi.

»Çok sıkıntılı bir döneme işaret ediyorsunuz... 
Bize düşen, bunun aşılabileceği gerçeğini topluma anlatmak. Yeni bir siyasetle bunun aşılacağını toplum gösterdi. 24 Haziran’da tüm baskılara rağmen büyük coşku vardı alanlarda. Bunu alanlardan yeni siyasete taşımamız gerekiyor. Bunu değiştirecek olan da biziz. Şimdi Türkiye için CHP’de bir değişim zamanı.
***
Sağcılaşan siyaset resmileştirildi.

»CHP’de bir ideolojik çizgi tartışması var. Siz de çağrınızda “sağdan oy alma kaygısıyla siyasetsizlik içine düşüldüğünü” vurguluyorsunuz ...
Kimlik siyasetini aşacak siyasetin sınıf siyaseti olduğu çok açık. Emekçileri yaşadıklarının bugünkü siyasi düzenin sonucu olduğuna ikna etmeliyiz. Onları bu mücadele etrafında bir araya getirmeliyiz. Bunu yapabilmenin tek yolu da sınıf siyasetinin dayandığı sosyal demokrat değerlerin kendi değerlerimiz olduğunu kabulden geçiyor. Türkiye bir ekonomik krizde ve iktidar faturayı emek sınıfına, halka yükleyecek. O yüzden şimdiden, halkı bu mücadele üzerinden örgütleyecek yeni bir siyasete ihtiyacımız var. Bu çok açık sosyal demokrat ve sol siyasetten geçiyor. 24 Haziran’dan sonra partimizin sözcüsü çıktı ve dedi ki “Biz bir ders aldık 24 Haziran’dan. Biz karşı mahalleye konuşacağız ve onların diliyle konuşacağız”... Toplumu mahalleler üzerinden tarif eden, “Onların diliyle konuşacağım” diyen anlayış Türkiye’de sağcılaşan siyaseti resmileştiren bir anlayışa dönüşüyor. İtirazımız buna. Ve bu itiraz bir sene öncekinden daha elzem.

SEBAHAT KARAKOYUN / röportaj / BİRGÜN