7 Ağustos 2018 Salı

Anıtkabir cemaati! - SELCAN TAŞÇI HAMŞİOĞLU

En iyi tepki, en klişe tepkidir bazen;
Sen hiç "türbe" dediğin Anıtkabir'e mum yakan, çaput bağlayan, şeker, sirke vs. sunan... İçinde yatandan kendine yeni bir iş, iyi bir eş, yat, kat isteyen... İçinde yatana "sınavını kazanmak için", "hastalığını yenmek için", "çocuk sahibi olmak için" velhasıl "kendi çıkarına" dua eden "Kemalist-laik mürit" gördün mü be adam!

                                                                         ***

"Halkının büyük ekseriyeti Müslüman olan ülkemizde 100 yıldır en yaygın ve etkin cemaat olan ve zorla, resmen, biat ettiren 'kemalist-laik cemaat'i sakın unutmayalım. 'Kutsala karşı olmak' adına hareket eden bu 'laik cemaat' de kendi kutsalını dayatmak için, bir 'laik-kutsal türbe' de icâd etmedi mi ve yalnız siyasîler değil, nice sosyal gruplar da açık veya gizli baskıyla oraya götürülmüyor mu?" yazabilmek için kin-nefret zehirlenmesinden önce cahilin önde gideni olmak gerekir!

                                                                         ***
Atatürk neden bir "put" olamaz?
Atatürk'ün izinden gidenler neden bir -bugün anlamlandırdığımız manada- "cemaat" saikiyle tavır alamaz?
Anıtkabir neden bir "türbe" olamaz?
Bütün bunları bilmemek için Atatürk'e karşı birikmiş bir hınçtan ziyade ona neden hınç duyduğundan dahi bihaber olacak kadar uzak olması gerekir ondan; onu "anlamamaya" niyet etmiş olmak gerekir!
Çünkü asgari zekaya sahip herhangi biri, Atatürk'ü az biraz okusa anlar kendisi dahil kimse "kutsallaştırılmasın" diye verdiği mücadeleyi; "kula kulluğa" olan alerjisini!

                                                                          ***

Her şeyden önce "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür" olsun ister Atatürk; ondan sonra yetişecek nesiller!
"En büyük savaşları cahilliğe karşı" olsun ve "hayatta en hakiki mürşidi ilim" saysınlar ister!
Zira, "Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder."
"Akıl ve mantığın halledemeyeceği mesele yoktur" der; aklını tedavülden kaldırıp, kayıtsız şartsız, sorgulamadan biat etmeni değil tersine "saksıyı çalıştırmanı" bekler!
Çalıştırmanı ve vardığın sonuçları paylaşmanı, durumu tartışmanı, ufuk açmanı, bu çağın ifade biçimiyle "beyin fırtınası"na katılmanı, "aykırı" gitmeni bazen; bu sebepten dolayı "samimi ve meşru olmak şartıyla her, her kanaate hürmet" eder...
Tek mahareti parmak indirip kaldırmak veya emme basma tulumba gibi kafa sallamak olanlarla donatmaz etrafını; beklentisi nettir:
"Birbirimize daima gerçeği söyleyeceğiz. Felaket ve saadet getirsin, iyi ve fena olsun, daima gerçekten ayrılmayacağız."
"Uçurulmayı" beklemez yani müritleri tarafından!
"Majestelerinin" olmayan bir  "muhalefet" isteyen tek liderdir belki de; daha ne olsun!

                                                                          ***

Atatürk neden "tapılacak adam" olamaz biliyor musunuz?
Hiçbir olağanüstülük atfetmez çünkü varlığına; uçamaz, nefesiyle mucizeler yaratamaz, üfürüğüyle şifa dağıtamaz!
 "Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır fakat Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek yaşayacaktır. Ve Türk milleti güven ve mutluluğun kefili olan ilkelerle, uygarlık yolunda, tereddütsüz yürümeye devam edecektir..." diyerek gözünüze gözünüze sokar "fani"liğini...

                                                                          ***

"Hürriyet ve bağımsızlık" karakteridir ve bu kendisine rezerve ettiği bir ayrıcalık değildir. O'na göre "Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve çöküntü vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası hürriyettir...", "Türkiye halkı her uygar ve kabiliyetli millet gibi kayıtsız şartsız hür ve müstakil yaşamaya kesin karar vermiştir. Bu haklı kararı bozmaya yönelik her kuvvet, Türkiye'nin ebedi düşmanı kalır."         
"Hür" olmaya teşvik edilmiş hangi toplumu, kim, nasıl biat ettirebilir kendine hem de "hür" olmayı kendi teşvik ettiği halde!

                                                                           ***

Türkiye'de neden bir "Kemalist-laik cemaat" oluşamaz biliyor musunuz?
"Cemaat" olmakla suçlanan o insanlar, "manevi miras olarak hiçbir nas-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş, kalıplaşmış kural bırakmayan... Manevî mirası ilim ve akıl olan... Kendisinden sonrakilere bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini bırakan" bir Önder'in "manevî mirasçıları"dırlar!
Ve, hepsinden önemlisi...
Ata'nın huzuruna her çıkışlarında ant içmişler;
"Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır..."

Selcan Taşçı Hamşioğlu / YENİÇAĞ

Dış güçlerin oyunu Çamlıca'dan bozulacak!. - Ahmet TAKAN

"Başkan" olmadan diyordu ki;
"Bizde bir adet var, ülkede başımıza bir şey geldiği zaman hemen 'dış güçler' deriz,' yabancılar' deriz, 'şu' deriz, 'bu' deriz, onlara bazı isimler buluruz. Ve bunlar sebebiyle biz ayağa kalkamıyoruz, kalkınamıyoruz, birliğimiz beraberliğimiz bozuluyor filan. Yani bu doğru da olabilir ancak ben buna katılamıyorum. Niye katılamıyorum? Eğer sizin bünyeniz güçlüyse, sağlamsa, bünyede olan virüs hiçbir zaman sizin vücudunuza zarar veremez"

Şu satırların yazıldığı an doların, euronun, çeyrek altının kaç para olduğunu araya sıkıştırsam, sizlere çok mahcup olacağımdan adım gibi eminim. Rekor üstüne rekor kırıyor mübarekler!.. Hızlarına yetişilemiyor. Usain Bolt çırak çıkacak, namussuzum!..
"Başkan" olmadan;
2013 yılında TBMM'ye sunulan 10. Beş Yıllık Kalkınma Planı'na göre, 2018 yılında Türkiye'nin GSYH'si 2 trilyon 535.2 milyar lira olacaktı. Planda 2018 için öngörülen GSYH'nin dolar karşılığı olarak ise 1 trilyon 285.5 milyar dolar ibaresi yer alıyordu. Bu hesaba göre 2018 yılında 1 doların 1.97 TL olması öngörülüyordu.
Ne oldu?..
Dış güçler sahneye çıktı!..
Canım memleketimde yolunda giden, tıkır tıkır yürüyen ne varsa, yıkmak için dış güçler -en başta ABD- var gücüyle saldırıyormuş...
Bence yerden göğe kadar haklılar...
Sütlüce'de bina çöktü mü?..
Tabii ki dış güçlerin oyunu.
Ümraniye'de yol çöküp de arabalar inşaat çukuruna birer birer yuvarlanmadı mı?..
Dış güçlerden başka kim yapabilir?..
Rize'yi sel aldı...
Dere yataklarına inşaat ruhsatlarını dış güçlerin oyununa gelip de vermedik mi?..
Fabrikalar birer bire yanıyor.
Ne iflası canım!.. Komplocu olmayın. Dış güçlerin oyunu.
Ankara'da taksici 2 kişiyi bıçaklayıp öldürdü.
Dış güçlerin gazına geldi adam. Ne yapsın?..
Freni patlayan hafriyat kamyonu 5 arabayı haşat etti.
Dış güçler, güpegündüz şehrin en işlek yerinde gidip gelmesine izin vermeseydi olur muydu böyle bir kaza?..
LGS'de yüz binlerce öğrenci mağdur oldu, açıkta kaldı.
Kimin suçu? Tabii ki dış güçlerin. Sınav sistemimize parmak atmasalardı, hepsi imam hatipli olacaktı!..
Ancak şükürler olsun ki, dış güçler tüm hainlikleri ile üstümüze çullanmışken bunlara hiç aldırmayan cesur yürek bir "başkan"ımız var. İş adamları iflas bayrağını çekerken, esnaf siftah yapamadan günü kapatırken, Rize'yi sel alırken... O, İstanbul'da evinden çıkıp doğruca Çamlıca Camisi'ni incelemeye gitti. Gidiş gelişi saymazsan tam 3 saat. 2013 yılındaki müthiş öngörüsüne de meydan okurcasına!. Duvarlardaki süslemeler, yere serilecek halılar, otoparkın kapasitesi, ayakkabı hırsızlarına karşı alınacak güvenlik önlemlerine kadar tüm detayları tek tek inceledi, bilgi aldı.
 O üç saatlik kritik zirvede kimler yoktu ki yanında?..
Devletin zirvesi tam kadro iş başındaydı;
Hazine ve Maliye Bakanı damat Berat Albayrak, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy ve bilumum üst düzey bürokratlar...
Dış güçlerin, Türkiye için hayati önem taşıyan projesine sabotaj düzenlememesi için güvenlik tedbirleri de en üst düzeydeydi. Foto muhabiri arkadaşlarımız, havadan yapılabilecek saldırılara karşı güvenlik önlemleri alan, omuzlarında hava savunma füzesi taşıyan korumaları tek tek tespit ettiler bizleri bilgilendirdiler. Derin bir "oh" çektik. Rahatladık!..
Esad, YPG ile anlaştı.
Hiç önemi yok.
Teröristler 11 aylık bebeğimizi katlettiler. Amanoslar hâlâ PKK kontrolünde, hayalet oldular kanlı eylemler için talimat bekliyorlar, Suriye'den Karadeniz'e ek güçlerle takviye yaptılar.
Güvenlik zirvesi mi?.. Hiç gerek yok!..
Vatandaş, çeyrek altın götürmemek için teyzesinin oğlunun düğüne bile gitmiyor.
Ekonomi zirvesi mi?.. Ne lüzum var canım. Benim vatandaşım işini bilir nasıl olsa!..
Biliyoruz, olup bitenlerin hepsi dış güçlerin oyunu...

Yeter ki şu Çamlıca Camisi'nin inşaatı bir an önce tamamlansın. Türkiye üzerine örülecek manevi zırh ile dış güçlerin tüm oyunlarını bozarız evelallah!..
Kur'an-ı Kerim'in ilk emri "oku"nun anlamını, sahtekar din adamları, gırtlağına kadar rezilliklere batmış cemaat ve tarikatların pençesine düştüğü için anlayamayan bu millet, bir cami, bir Kandil bir de 3600 ek gösterge projesi ile yerel seçimlerde de gereğini yapar!..
Biz de böyle nefesi kuvvetliler varken... 
Dış güçleri duman ederiz. Duman!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

6 Ağustos 2018 Pazartesi

AKP ve Türkiye kapitalizmi - ERGİN YILDIZOĞLU

AKP’de temsil edilen siyasal İslamın devleti yöneten (iktidardaki) sınıfının çıkarları ile Türkiye kapitalizmin çıkarları gittikçe daha fazla çatışıyor. Toplumun dağılmaya başlaması gerçek bir olasılıktır. 
 
Türkiye kapitalizmi 
(1) Türkiye kapitalizmi uluslararası sermayenin mal ve finans devrelerinin değerlenme alanı olarak (yerli sermaye sınıfları da -bunların birikim yaparak var olmaya devam etme koşulları- buna uygun olarak) şekillenmiştir. Sermaye birikim sürecinin devam edebilmesi için üretimin ve tüketimin sürmesi bunun için de dış kaynak (finans sermayesinin) girişinin devam etmesi gerekir. 

(2) Bu şekillenme belli bir tüketim kültürü, eğitim biçimi ve düzeyi, alışkanlıklarıyla, arzularıyla, kendisine uygun bir insan tipi gerektirir. Kültür endüstrisi de bu insanı üretecek, medya da siyaseti (egemen kapitalist sınıfın öncelikleri temelinde) denetleyebilecek oranda “serbest” olmalıdır. 

(3) Türkiye kapitalist-emperyalist sisteme bağımlı (uluslararası sermayenin kullanımına açık) bir ülkedir. İktidardaki sınıfların görevi, bu bağımlılığı ve düzeni korumak, yeniden üretmektir. Başaramazlarsa ülke çok ciddi bir toplumsal (ekonomik, siyasi, kültürel) krize, dağılma sürecine girmeye başlar. 
 
Kısaca ekonomi... 
AKP’de temsil edilen siyasal İslamın rantiye ve talancı ahbap çavuş kapitalizmi, her konuda karar sahibi olan, ekonomik süreçlere sürekli müdahale eden lider modeli, 1. maddede vurguladığım koşullarla uyumlu değildir: Bu model, neo-liberalizmin serbestlikler (sermayenin serbestçe çalışma koşulları –piyasa devleti vb... ) ve özel mülkiyet güvencesi gibi koşullarını ihlal etmekte, toplumsal artık-değerin gittikçe artan parçasına, üyeleri arasında dağıtmak üzere el koymaktadır.
 
Karşımızda sermaye birikim sürecinin içkin kriz eğilimlerini yönetmek yerine, kaynakları emerek ağırlaştıran asalak bir sınıfın yönetimi var. Döviz kurları, sermaye hareketleri, enflasyon ve ekonomik daralma (stagflasyon) eğilimleri Türkiye kapitalizminin çok sert bir krize girmeye başladığını, bu iktidarın bu krizi yönetmeyeceğini gösteriyor. İktidardaki sınıfın elinde tekelleştiğinden, denetleme kapasitesini tamamen kaybeden medya, yolsuzluklara/talana, ekonomik krize, toplumsal dağılmaya ilişkin haberleri yayımlayamıyor. 
 
...kültür ve devlet 
Uluslararası kapitalizmle bütünleşmiş Türkiye kapitalizminin üretim ve yeniden üretim koşulları, öncelikle üretim-teknoloji ve finansal hareketler alanında, dolayısıyla ölçme hesaplama, (matematik, fizik, kimya), iletişim, bilgi işlem alanlarında belli bir düzeyde eğitilmiş, duyarlılıkları uluslararası sermayenin, kültür endüstrisinin ürettiği tüketim normlarına uygun insanlar gerektirir. Bu iktidar, 16 yıldır izlediği, eğitim sistemini dincileştirerek, kendi iktidarını kalıcılaştıracağını düşündüğü insanı üretmeye çalışıyor. Bu çabalar, Türkiye kapitalizminin gereksinimi olan insanı üreten kurumları, bu yılın yerleştirme sınavlarının sonuçlarının açıkça sergilediği gibi, yıkıyor. İmam hatipler ise bu sınıfın arzuladığı işlevi, ilgiyi göremiyor. Ortada eğitimsiz ve işsiz, patlamaya hazır bir genç nüfus birikiyor. 

Bir duyarlılıklar (laik, rasyonalist, hedonist, cinsel) sistemini yıkarken, yerine aynı işlevleri üstlenecek yeni bir sistem koyamamak, eğitim sistemindeki erozyon, kendini, toplumda günlük yaşamın dokusu içinde, özellikle kadına ve çocuklara (6 yıl gibi kısa bir sürede 100 binden fazla çocuğun kaybolması gibi), hatta hayvanlara yönelik şiddetin, silahlanmanın, cinayetlerin dayanılamaz düzeye ulaşması olarakgösteriyor. Ülkenin yetişmiş gençlerinin, hatta kapitalist sınıfın üyelerinin ülkeden kaçışı hızlanıyor. Böylece toplumun dokusu giderek çözülüyor. Türkiye kapitalizmi, toplumsal zeminini hızla kaybediyor. 

Bağımlı devlet dinamiğine (3) gelince kendi sınıf çıkarlarını koruyabilmek telaşıyla içeride, giderek rıza alma kapasitesi zayıflarken (kendi insanını üretemiyor, “pasta küçülüyor” iç çelişkileri derinleşiyor), simgesel ve fiziki şiddete daha çok başvurmak zorunda kalan totaliter bir devlet şekilleniyor. Dışarda birbirini, izleyen fiyaskolar, Türkiye kapitalizminin uluslararası ilişkilerini bozuyor, kaynak akışını etkiliyor. 

Hem laik, cumhuriyetçi-demokratik, hem de antikapitalist muhalefet için, fark yaratmak açısından koşular çok uygun. Ne yazık ki bu koşuları değerlendirebilecek iradeler ortada yok.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Yangından geriye filmleri kaldı - BERİVAN AYDIN

Alevler Mati’yi sararken Angelopulos’un eşi, kızı Katerina ve torunu evdeydi. Denize kaçarak kurtuldular.

‘Tek üzüntüm, Anna, hiçbir şeyi tamamlamamış olmam. Hepsini müsvedde bıraktım, kelimeler oraya buraya dağıldı’ diyordu yaşlı yazar, Theo Angelopulos’un unutulmaz filmi Sonsuzluk ve Bir Gün’de.
Yunan yönetmenin Mati’deki eviyle birlikte küle dönen arşivindeki el yazısı kelimeler de yitip gitti böylece. Heybeliadalı yazar Petros Markaris, 40 yıllık dostu ve çalışma arkadaşıyla o evde geçirdiği günleri Cumhuriyet’e anlattı.

“9 Mart 1996, Cumartesi. Sulu kar yağıyor, hava buz gibi. Mati’ye giden yol ıslak ve bomboştu. Atina’nın dış çeperindeki bu caddeler, kış aylarının bu ıssızlığında çok hoşuma gidiyor. Doğduğum ve çocukluk yıllarımın çoğunu geçirdiğim Heybeliada’daki sonbaharları, yazlıkçıların ardından ıssız kalan sahillerde tek başıma geçirdiğim zamanları hatırlatıyor bana.”

Yazar ve senarist Petros Markaris’in Sonsuzluk ve Bir Gün’ün fikirden filme dönüşme sürecini anlattığı Günlük* bu sahneyle açılıyor. Ardından etrafı çamlarla sarılı, iki katlı bir yazlık eve dönüyor kamera. Kapıyı usta yönetmen Theo Angelopulos açıyor.

İkilinin 40 yıllık ortak mesaisine ve dostluğuna tanıklık eden o ev, geçen hafta Atina’nın kuzeydoğusunda 90’ı aşkın can alan yangında küle döndü. 2012’de trafik kazasında ölen yönetmenin eşi, kızı ve torunu canlarını zor kurtardı. Fakat Angelopulos’un el yazısı notları, şiirleri, kitaplarının olduğu arşivi de evle birlikte yandı.

“Angelopulos’un saçma ölümünü aşamadım bir türlü. Hâlâ filmlerini izleyemiyorum ağlamaktan. Yetmiyormuş gibi bir de yangın geldi” diyen Markaris, Mati’de biriktirdiği anıları, yitirdiği dostuna duyduğu hasreti Cumhuriyet’e anlattı.

-Büyük geçmiş olsun size, sevdiklerinize. yangın günü neler yaşadınız?
Mati’de yangın başlayınca çıldırdım, yazlıkta olduklarını biliyordum. Eşi Fivi’yi arıyorum yanıt vermiyor cebi. Kızı Eleni’yi aradım, ‘Denizdeler bilmiyoruz ne olacak’ dedi ağlayarak. Bereket kurtuldular. Kâbus gibi bir gün yaşadık. Ertesi gün konuştuğumda eşi dedi ki ‘Ev yandı bitti, bütün arşiv kayboldu’... Bu arşivde ne var yalnız Theo biliyordu. Benim bildiğim, çalışma ofisinden gayrı ne varsa o evdeydi. Hep el yazısıyla yazardı, ömründe bilgisayar kullanmadı. Bazen çalışırken ‘Dur, dur, burada bir iki not almıştım okuyalım’ der, notlarını çıkarırdı. Senaryoları sekreteri bilgisayara geçirirdi, bunların kopyası vardır. Ama notlardan geriye hiçbir şey kalmadı.

-Gözlerinizi kapatıp Mati’deki evi düşününce ne canlanıyor gözünüzde?
Çok güzel bir evdi, denize yakın, bahçeli. Theo orada çalışmayı çok severdi. Ama her gittiğimizde panjurları kapatırdı. ‘Açsana güneş girsin’ derdim, ‘Güneşte çalışamam’ diye yanıt verirdi. O güzelim evde kapkara bir odada, yalnız Sonsuzluk ve Bir Gün değil birçok senaryo üzerinde çalıştık. Sonra eşi dostu gelirdi, bahçede konuşur gülüşürdük.

-O günlerden en keyifli hatıranız neydi o evde?
O kadar çok ki seçemem... Ama Sonsuzluk’a başladığımız günü unutamam. Çok güzel bir gündü, hava serindi. Otobüsle gittim eve. Beni karşıladığında baktım kasket takıyor. Bana ‘Sen böyle başı açık mı geziyorsun’ diye sordu. Dedim ki ‘Seni ancak çekimlerde kasketle görüyorum, şimdi evde de mi takıyorsun?’ Başladı gülmeye. Sonra üst kata çıktık, büyük bir çalışma odası vardı orada, başladık konuşmaya nasıl yapalım diye... Çalışmanın büyük kısmı orada geçti. Aklıma Sonsuzluk’un senaryosu geldiğinde hep bu evi hatırlıyorum.

-Kitabınız Günlük’te 40 yıllık dostluğunuzun da hikâyesi var. ‘Eskiden umutlarımız, alternatif çözümlerimiz, anlaşmazlıklarımız olurdu. Şimdi yalnızca birbirimizi onaylıyor, kötümserliğimizi vurguluyoruz’ diyorsunuz.
Gerçekten umutlarımız vardı. Sonradan bunlar yavaş yavaş azaldı. Bu 40 yılda çok şey değişti Yunanistan’da, dünyada... Cunta zamanı çok zordu ama düşlerimiz vardı. Çalışmaya, direnmeye gücümüz vardı. Sonradan o da ben de yaşlandık.

-Cunta yıllarında baskıya nasıl direndiniz?
Çeviriyle çok uğraştım o zamanlarda. O zamanki anlayışım şuydu: Avrupa’yla, edebiyatla bağlarımız kopmamalıdır. Onun için mesela Bertolt Brecht külliyatını cunta yıllarında çevirdim. Şansım, o dönem bir yandan da büyük bir çimento fabrikasında ihracat şefi olarak çalışıyor olmamdı. Şirket bana kalkan oldu. Onlar olmasa hapse girerdim.

Cunta yıllarında notlar yok oldu
“Bana en çok acı veren nedir, biliyor musunuz? Kumpanya’da senaryo yoktu, çünkü cunta zamanıydı ve Angelopulos yazılı bir şey olmasını istemiyordu, korkuyordu. Yalnızca notları vardı. Onları okuyup sete gider, prova yaparken diyalogları bulurdu. Senaryo yoktu. Bütün bu Kumpanya notları yok artık. O kadar acı ki bu... Yalnızca anı, hatıra olarak değil. Gelecek kuşaklar, sinemayla ilgilenenler hiçbir şey bulamayacaklar şimdi. Yunanistan’ın en önemli yönetmeninin şahsi arşivinden geriye hiçbir şey kalmadı. Kimin aklına gelirdi Mati’de böyle feci bir yangın çıkacak da bunlar kül olacak diye? Türkler de Yunanlar da hep ‘Aman şunu şöyle yapsaydık’ derler ama hayat normal sürerken kimse bunları düşünmez.”

-Roman ve senaryoya ağırlık verdiniz sonra...
Romanlarımı dikkatle okuyanlar bilir ki bölümleri aslında edebi anlamda birer bölüm değil, birer sekanstır. Sinemaya daha yakındır. Tüm bunları Theo’dan öğrendim. O vefat ettikten sonra bir daha senaryo yazmak istemedim. Bazen söylüyorlar yaz diye, ‘Ben yalnız roman yazıyorum’ diyorum.*Sonsuzluk ve Bir Günlük, Petros Markaris. İstos Yayınları, 2014.

Sinemanın epik şairi
Modern Yunan tarihi ve siyasetini ustalıklı alegorilerle beyaz perdeye taşıyan TheoAngelopulos , görkemli ve hüzünlü estetiği, kadim mitlere göndermeleri, uzun ve genel planlara dayanan diliyle 20. yüzyılın sinema tarihine geçti. Filmlerinde göçmenleri, sürgünden eve dönenleri, yaşam ve ölüme dair derin duyguları, geçmişle şimdinin ve gerçekle nostaljinin iç içe geçtiği hikâyeleri ele aldı. Yunanistan’ın ekonomik krizi hakkındaki filmi Diğer Deniz’in çekimleri sırasında Pire’de bir motosikletin çarpması sonunda yaşamını yitirdi. 76 yaşındaydı.

Birlikte yas tutabilmek
Yunanistan’da son on yılın en ölümcül yangınları, başkent Atina’ya semalarını kara dumanlarla kaplayacak kadar yakındı. Yangının kasıp kavurduğu Rafina civarında herkesin bir yakını, bir tanıdığı vardı. Kara haber alan da, almaktan korkan da yas tuttu şehirde. Sokakta, iş yerlerinde, restoranlarda sessizlik hâkim oldu. Yunan hükümeti üç gün yas ilan etmese de ölenlerin anısına saygıyla susacaktı Atina.

Halbuki suyun bu yakasında, birileri diğerlerinin acısına sevinir oldu çoktandır. Kutuplaşma öyle derin ki ölüm bile aşamıyor. Toplum, birlikte yas tutmuyor.

Heybeli’de doğup Atinalı olan Markaris bu konuda ne düşünüyor?

“Yunanlar başkalarının acısını çok iyi anlıyorlar. Herkesin birleştiği nokta, hükümete karşı duydukları öfke ve kin oluyor. Hükümette kim olursa olsun, bu felaketlerin önüne geçilmemesine tepki gösteriyorlar. Ama felaketin acısını, çekenlerle paylaşabiliyorlar.”

BERİVAN AYDIN / CUMHURİYET

Üniversite pazarı - TAYFUN ATAY

Eskiden üniversite sınav dönemi, sınavın stresini liseden itibaren yaşamaya başlayan öğrenciler ve onların velileri için öncesiyle sonrasıyla telaşlı, heyecanlı bir süreci beraberinde getirirdi. 

Artık öyle değil. Sınava giren öğrencilerden de çocuklarını sınav kapılarında bekleyen, sonrasındaki gelişmeleri onlarla aynı heyecanla yaşayan anne-babalardan da daha büyük bir stresle, içleri pır pır, “Allahım n’olcak, sen hayırlısını bol bolamaç ver” diyerek bu dönemi geçiren bir kesim daha var.  

Popüler deyişle “özel üniversiteler”, daha formel deyişle, yüksek öğrenimin paralı olduğu vakıf üniversiteleri bunlar.
***

Üniversite sınav dönemine girildiğinde bu memlekette artık billboardlarda araba, ayakkabı, çorap, eşarp, parfüm, kozmetik, film, dizi, bikini afişlerinin yerini falanca filanca üniversitenin “Gel vatandaş gel” nev’inden renkli, albenili tanıtımları alıyor.
Üniversite sınav dönemine girildiğinde bu memlekette artık gazete sayfalarında da boy boy, çarşaf çarşaf ve art arda “seç beğen al” nev’inden kendilerini anlata anlata bitiremeyen falanca filanca üniversite ilanlarından geçilmiyor. 

Ve üniversite sınav dönemine girildiğinde bu memlekette artık televizyon ekranlarında da hareketli mi hareketli, kıpır mı kıpır, fıkır mı fıkır, lafın belini kırmacasına mı kırmacasına ve baş döndürücü tempoda art arda falanca filanca üniversite tanıtım programlarından, daha doğrusu “program paketleri”nden geçilmiyor.

***

Ne billboardlarda ne gazetelerde ne de ekranlarda tabii ki hiç kimse “malım kötü”  demiyor. Şu ara sık sık trafikte o televizyon yayınlarının radyodan sürümlerini dinliyorum. Her gün bir başka üniversitenin yetkilisi konuşuyor da konuşuyor. 

Lâkin dinlerken bir tuhaf oluyorum, kafam karışıyor. “Yahu ben bunu dün de evvelsi gün de dinlemedim mi” diye soruyorum kendime: 
“Bizde bol miktarda çift ana dal imkânı var. O yoksa yan dal var.” 
“İş dünyasıyla içli dışlıyız, şahane mi şahane staj imkânlarımız var, diplomasını alanın işi hazır!” 
“Dünyanın en önde gelen üniversiteleriyle anlaştık; öğrenci/hoca değiş tokuşumuz var; burada başla, git, dünyanın öbür ucunda bitir üniversiteyi!..” 
“Erasmus, Erasmus; Erasmus!” 
“Akrediteyiz, akrediteyiz, akrediteyiz!” 
“Yüzde 25 burs, yüzde 30 burs, yüzde 50 burs, yüzde 100, yüzde 200, yüzde bin 500 burs!..”
***
Hepsinin ağzında aynı terane. 
Ve hepsi memleketin, toplumun, gençlerin üniversite ihtiyacını karşılamak, nüfus artışıyla giderek büyüyen yüksek öğrenim sorununun üstesinden gelmek için kolları sıvamış, kamu yararına gönüllü seferberlik sergiliyor havasındalar. 

İnanıyor musunuz?.. 

Yoksa gülüyor musunuz bu yıllardır karşımızda sergilenen, artık kanıksadığımız trajikomediye?!..

Önceki yıllarda kimsenin inanmadığını, tercih dönemi sonrası koca bir kara delik gibi açık kalan kontenjanlardan ve gençlerin hatırı sayılır bir kesiminin o ya da bu üniversiteye burslu dahi olsa kayıt yaptırmayı reddedip tekrar sınava hazırlanma hedefine yönelmesinden biliyoruz. 

Yani papaz pilav yemiyor!.. 

“Geeel vatandaş gel, çift ana dala, Erasmus’a, staj imkânına, akreditasyona, yüzde 50 bursa gel” çığırtkanlığı, kubbede bir boş seda olarak kalıyor.

***

Olan gayet açık: Öğrenci ile alım-satım ilişkisine girmiş “üniversite” tabelalı ticarethaneler var ortada. 

Öğrenciyi tüm masumiyetiyle “müşteri”, öğretim üyesini de tüm iyi niyetiyle; bilime, düşünceye, eğitime inancıyla içine çekip bir “beyaz-yakalı işçi” kılmış diploma fabrikaları var ortada. 

Bilgi üretimini, eğitim disiplinini, eleştirel düşünceyi hiç mi hiç iplemeyen, kâr-zarar hesabı doğrultusunda ve siyasi iktidara yaranma yahut onu ürkütmeme derdinde birbiriyle yarışan girişimcilerden mürekkep bir “üniversite sektörü” var ortada...

***

“Üniversite” adı altında bir rezaleti yaşıyoruz; içinden, içeriden, içten mi içten şekilde hem de!.. 

“Eğitim-öğretim” adı altında bir bitişi, tükenişi, yok oluşu yaşıyoruz.
 
Baudrillard’ın “simülasyon evreni”nin, yani her yerde, her alanda, her mecrada  “tıpkısının aynısı benzetimler” dünyasının, “-mış gibi”liğin eğitim/bilim/üniversite eksenindeki dışavurumlarına şahitlik ediyoruz.

Üniversitenin eğitsel değil endüstriyel öncelikli işlerlik kazandığı bir tekno-ekonomik düzenin kaçınılmaz sonucu bu. 

İnsanlığın değil, sadece ve sadece teknolojinin durmaksızın geliştiği, büyük iletişim/eğitim bilimci Neil Postman’ın niteliğini “Teknopoli” olarak netleştirdiği bugünün dünyasında... 

“Bilgi endüstrisi”nin; yani bilginin (daha doğrusu “enformasyon”un) bir seri üretim sürecinde ha bire sunulması sonucu bilgi nasıl ihtiyaç olmaktan çıkıp “atık” haline geldiyse... 

Bir “üniversite endüstrisi”nden söz eder olduğumuz şu “hali pürmelal” içinde üniversitenin de ihtiyaç olmaktan çıkıp atık haline gelmek üzere olduğu bir noktaya hızla ilerliyoruz. 

Daha yazacak çok şey var; hele şu tercihler bir belli olsun bakalım!.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Evet, Ahed onlardan değil - MUSTAFA K. ERDEMOL

‘Din’ ile ‘direniş’in aynı şey olmadığını hem İslamcılara hem dünyaya Ahed gösterdi.



Üç yıl önce, öfkeyle sıktığı yumruğuyla İsrail askerinin karşısına dikilmişken çekilen o fotoğrafı gören herkes “neden bu kadar öfkeli?” diye sormuş olabilir. Nihayetinde henüz 14 yaşında, halen oyun çağında olan küçük bir kız çocuğuydu bu. Neden sorusuna başkaları ne yanıt verebilir bilemem ama benim için bu kadar küçük yaşta bu tür bir öfkenin nedeni, ‘elden bir şey gelmemesi’yle ilgilidir. Çocuğun elinden bir şey gelmez, biliriz bunu, hepimiz çocuk olduk çünkü. Sadece bağırabilir, yumruğunu sıkabilir, o yumrukla karşısındakine vurmayı deneyebilir, nihayet çığlık çığlığa ağlayabilir bir çocuk. Hepsi bu.

Kendisiyle aynı yaştaki kuzeninin İsrail askerleri tarafından kafasından vurulduğu gün Ahed Bassem Muhammed Al Tamimi bunların hepsini yaptı. Başka bir şey yapacak gücü yoktu. Bağırdı, yumruğunu sıktı, o yumrukla karşısındakine vurdu, nihayet çığlık çığlığa ağladı. Biz bu hallerini gösteren o fotoğrafla tanıyabildik Ahed’i ama o, çok çok küçük yaşlardan beri hep böyle davrandı.

Babası Bassem Tamimi, tüm yaşamını İsrail zorbalığına karşı mücadeleyle geçiren bir direnişçi. Tam dokuz kez tutuklanmış, 2012’de 13 ay hapse, 40 gün de ev hapsine mahkûm edilmiş bir direnişçi. Annesi Neriman da öyle. O da 5 kez tutuklanmış, İsrail askerlerince sayısız kere darp edilmiş, 2014’te kurşunlanmış bir Filistin özgürlük savaşçısı. Anne, baba, amcalar, dayılar, kuzenler hep böyle. Aralarında yaşamını İsrail askerlerinin kurşunlarıyla yitirmiş olanlar da var. Ahed’in tüm bunlara karşı ‘bir şey yapamaması’dır öfkesinin nedeni.

O İsrail askerinin karşısındaki ‘sıkılı yumruğu’yla çekilen fotoğrafından başka bir fotoğrafı daha vardır. 2012 yılında, henüz 11 yaşındayken annesinin tutuklanmasını önlemek için İsrail askerlerini durdurmaya çalışırken çekilen bir fotoğraftır bu. Yani ‘direniş’in erken olgunlaştırdığı, her geçen gün de bilinçlendirdiği dünya güzeli bir çocuktur Ahed.

Futbol düşkünü bir kız
Bir İsrail askerini tokatladığı için sekiz ay hapse mahkûm edilen Ahed’in önünde çizdiği yol sadece bir aktivist olarak kalmak değil. Okuyup avukat olmak istiyor. Filistin davasına böyle katkıda bulunacak. Başka hayalleri de var. Futbol oynamayı o kadar seviyor ki, erkek çocuklarıyla dakikalarca top peşinde koşuyor. Filistin özgür olduğunda yapacağı ilk iş, Neymar’ın oğluyla karşlıklı futbol oynamak.

Hayalleri çocuk, öfkesi “olgun” Ahed’e iki kesim çok kızdı: İsrailliler ile İslamcılar. İsrail’in “şahin” Savunma Bakanı Avigdor Lieberman onun için “Ömrü hapiste geçecek” dedi. Kızgın İslamcılar da bu küçücük çocuğun yeterince İslamcı olmadığını söyledi. Lieberman’ın neden kızdığı malum. İslamcıların kızmalarının nedeni, Ahed’in Filistin mücadelesinde kimsenin tahmin edemeyeceği kadar öne çıkması. Daha doğrusu dalgalı, kabarık saçları, jean pantolunu, kısa kollu tişörtüyle görünür olması. Filistin’in direnişçi çocuklarını temsil etmiyor İslamcılara göre Ahed.

Öyle anlaşılıyor ki İslamcılar; başı, bedeni sımsıkı kapalı, çarşaflı, “Allahu ekber” diye bağıran çocukları direnişçi kabul ediyor. Onlar da öyledir ama tüm İslamileştirme çabalarına rağmen Filistinlilerdeki laik damar yok edilemiyor. Yeni direnişçi tipi hem de çok uzun zamandır Ahed benzeridir. Ahed, o çok bilinen İslamcı direnişçi modeline uymuyor. Ağzından “şehitlik”, “ölüm” vs gibi sözcükler dökülmemesi, hapisten çıkar çıkmaz koştuğu Yaser Arafat’ın mezarında kolları çıplak dua etmesi, tüm bunlar hep birlikte Filistin direnişinin laik özünü Ahed’le ortaya koyuyor.

Dolayısıyla Filistin’deki direnişin aslında İslami tonlar taşıdığını iddia eden İslamcıların bu iddiasını varlığıyla, eylemleriyle yalanlıyor Ahed Tamimi. Şimdi 17 yaşındaki bu genç kız Filistin’de uzun zamandır var olan pasif, barışçıl direnişin sembolüdür. Dünya artık Hamas’ı değil, Ahed ile arkadaşlarını tanıyor. Ahed sayesinde Filistin Direnişi’nin laik tarafı görünür oldu yeniden. Filistin Direnişi, Hamas’tan önce de hep Ahed görüntüsündeydi, biliniyor. Ahed sayesinde bence El Fetih, FHKC laikliği yeniden boy gösterdi Filistin’de. Belki bilinçli değil, belki farkında olmayarak “din” ile “direniş”in aynı şey olmadığını özellikle İslamcılara öğreten Ahed oldu. Artık anlaşılmalıdır ki, Filistin Davası bir İslam davası değil bir hak davasıdır. Filistin’te yaşayan, müslüman olmayaların da kapsayan bir hak davası. Ahed İslamcı direnişin değil, topyekûn Filistin Direnişi’nin sembolüdür. İslamcılar delirmekte haklılar.

Batı’nın Ahed’e yaklaşımı çok iki yüzlüce oldu. Sosyal medyadaki destek ile bir kaç aktivistin sergilediği dayanışmanın dışında Ahed Tamimi’ye, Pakistan’da Taliban’ın saldırısına uğrayan Malala kadar ilgi gösterilmedi. Batı Malala’yı ılımlı barışçıl İslamın temsilcisi bir figür olarak benimsedi. Ama Ahed, işgalciye karşı laik ancak yine de “şiddet uyugulamaya” eğimli biri olarak değerlendirildi. İsrail’e barışçıl da karşı çıkılsa, karşı çıkan çocuk da olsa kolay destek gelmiyor batıdan. Ahed’in adının Hollanda’da bir sokağa verilmesi de herhalde yeterli sayılmaz.

Kadınların, genç kızların özgürlüklerini/haklarını tanımayarak Filistin’in özgürlüğünden söz eden İslamcılara, bireysel hak/özgürlük mücadelesinin, özgür Filistin mücadelesinden bağımsız olamayacağını 17 yaşındaki Ahed öğretiyor yavaş yavaş. Hem de 11 yaşından beri… Ahed de, babası da Suriye’de İslamcılara karşı verilen mücadelede Esad’ı destekliyorlar. Baba Tamimi bu konuda fikrini saklamayanlardan. Ahed de babası gibi. Hem İsrail’e karşı olduğunu söyleyen hem de İsrail’e meydan okuyan Suriye’ye savaş açan İslamcıların yanında değil Ahed de.

Ahed kazanırsa özgür Filistin’de bir kız çocuğu olarak futbol oynayabilecek. Saçlarını yine dalgalandıracak, jean pantolon, kısa kollu tişört giyebilecek.

İslamcılar doğru söylüyor. Ahed onlardan değil.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Ekonomik kriz forumu: Çarkın dönmesi imkânsız, yolun sonu IMF - BİRGÜN

Dünyadaki ve Türkiye’deki ekonomik ve siyasal durumu, kriz koşullarını, krize karşı emekçilerin çözüm stratejilerini Korkut Boratav, Hayri Kozanoğlu, Serdal Bahçe, Aslı Aydın ve Kansu Yıldırım ile konuştuk.

‘Zayıf halklarda sert çöküşler beklenebilir’

» Kansu Yıldırım: 
Küresel siyasal ve iktisadi iklimden başlayabiliriz. Kapitalist metropollerdeki gelişmeler Türkiye’yi de etkiliyor. Türkiye’deki siyasal rejimin dönüşümü ve devlet ölçeğindeki hukuki ve idari düzenlemeler ise, söz konusu etkileri çeşitlendiriyor ve kuvvetlendiriyor.
“Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” ile atipik başkanlık modelinin yerleşmesi ekonomi yönetiminde de merkezileşmeyi gerektiriyor. Faiz tartışmalarında olduğu üzere hükümetin ekonomiye müdahalesi, başta Batı finans çevreleri olmak üzere liberal iktisatçılar arasında rahatsızlığa yol açıyor. Batı’yla entegre Türkiye egemen sınıfları, dönemsel reflekslerle utangaç eleştiriler getirdikleri yeni modele övgüler düzmekten, bekleyip görelim demekten, yapısal reform beklentilerini yinelemekten başka çare bulamıyorlar. Finans kapital, bu puslu iklimde kendi kurallarını dayatıyor, finansal oligarşik düzen pekiştiriliyor. Ekonomideki yapısal tahribat ortadayken IMF programıyla çıkış yolu arayıp aramayacakları soruları gündeme geliyor. Özetlemeye çalıştığım bu iklimi detaylandırabilir misiniz?

» Korkut Boratav: Emperyalist sistemin çevresinde yer alan zayıf halkalar için olumlu ortam son bulmaktadır. Bu durum, hem Amerikan ekonomisindeki hem de Avrupa’daki eğilimlerle bağlantılı. Amerika’da FED’in faiz artırımlarını sürdüreceği biliniyor. Avrupa Merkez Bankası da 2019’dan itibaren tahvil alımlarına son vereceğini ilan etti. Faiz ayarlaması yapıp yapmayacağı bilinmiyor. Metropolde parasal daralma başladığı anda en güvenceli faiz getirileri –mesela 10 yıllık Amerikan tahvil getirisi– yüzde 3’e doğru gelir. Yüzde 3’ün üstü birçok çevre ekonomisinin sıcak para için getiri marjıdır. Mesela T.C. devlet tahvili faizleriyle 2017’de on iki aylık sıcak para getirisi dolar üzerinden yüzde 3,9 idi. Bu şu anlama geliyor: Hiçbir olumsuz gösterge gözlenmezken 2017’de Türkiye’den yüzde 3,9 kazanan bir yatırımcı, 2018’in riskli koşullarında Türkiye’den cayacak; Amerika’daki yüzde 3 getiriye yönelecektir.

Genellikle çevre ekonomilerinden bir miktar para çıkışı başladı ve bu da bir belirsizlik getirdi. Bu, emperyalist sistemin merkezinin normale dönmesinin yarattığı bir belirsizliktir. 2008–2009 krizinden sonra bütün dünya piyasalarını anormal bir likiditeye boğan konjonktür sistemin normal bir durumu değildi. Normale dönme bu konjonktürün son bulması anlamına geliyor. Zayıf halkalarda sert sonuçlar yaratabilir. Bunu Arjantin’de gördük. Türkiye de bu eşiğe geldi mi gelmedi mi? İşte dış dünyanın bize yansıması budur. Benim tespitim bu.


» Hayri Kozanoğlu: Küçük bir katkı olarak, Türkiye özellikle yurt-dışı borçlanmalarda, kamunun borçlanmalarında Amerika’nın benzer vadedeki kâğıdının faizi artı ülkeye ilişkin bir risk birimi üzerinden borçlanıyordu. Amerika’da faizler yüzde birken likidite ortamı da uygunken bir artı iki yüzde üç ile borçlanırken şimdi risk birimi de arttı, üç artı üçten borçlanıyor. Yani borçlanmada zorlanması bir yana borçlandığı zaman da maliyeti iki misline çıktı. Bu da cari açığı zaman içerisinde etkileyecek bir unsur. Bunun TL cinsinden Hazine Bonolarına yansıması çok dramatik oldu. Şöyle ki gösterge tahmin olarak nitelenen, iki yıldır tahvillerin faiz oranı yüzde 20’yi geçti.

Çalkantı ortamlarında gündelik faizler düşebilir de çıkabilir de ama Temmuz ayında Hazine yanılmıyorsam yüzde 20.21 ile ciddi bir borçlanma yaptı. Bu önümüzdeki dönemde bütçeyi de zorlayacak bir faiz yükünün gelmekte olduğunun işareti.

Ticaret Savaşları ile 1920’lere dönüş

» Aslı Aydın: Şöyle bir ekleme yaparak yeni bir soruyla Serdal Hoca’ya pası atacağım. Güncel küresel eğilimde hem sıcak para dediğimiz kısa dönemli portföy yatırımlarının hem de doğrudan yatırımların gelişmiş ülkelere geri dönmesini izliyoruz. Bu eğilimi ticaret savaşlarında, endüstri 4.0 tabelalı yeni teknolojilerin ‘yerinde üretime’ verdiği olanaklarda gözlemlemek mümkün. Korumacılık eğilimlerinin yanı sıra gelişmiş ülkelerin sanayiyi yeni dijital teknolojilerle ayağa kaldırma arayışları, ucuz işgücü ve hammaddenin bulunduğu az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri cazip olmaktan çıkaracak bir ortamı da beraberinde getiriyor. Bu ortam sağlanırsa üretimin her aşamasının parçalanmış olduğu ve Türkiye gibi montaj sanayi halkalarının yer aldığı sistemden tüm aşamalarının birleştiği bir yapının koşulları oluşacak. Türkiye’nin bu koşullarda rekabetçiliği nereye kuracağı, böylesi bir tabloda nasıl bir küresel aktör olarak hayatta kalabileceği sorusu ileride çok tartışılacağa benziyor. Siz ne dersiniz Serdal hocam?

» Serdal Bahçe: Geçenlerde bir yerde şöyle bir şey okudum, “Dünya 1920’ler ve 1930’lardaki dünyaya pek benzemeye başladı.” Bunun doğru olduğunu düşünüyorum. Yavaş yavaş oraya doğru bir gidişat var. Hem merkez ülkelerde izolasyonist eğilimlerin güçlenmesi hem de merkez kaynaklı sermayenin geriye çekilmesi, ricat etmesi bu benzerlik vurgusunun haklı olduğuna dair işaretlerdir. Üretimin küresel organizasyonunda senin dediğin türden bir yeniden yapılanma, eğer gerçekleşecek ise, uzun vadeli bir süreç olacaktır. Tekrardan tüm üretimin ara aşamalarının merkeze çekilmesi çok olanaklı bir şey değil ama belirli aşamalarının çekilmesi mümkün olabilir. Trump’ın ABD menşeili şirketleri anavatana geri çağırma gibi bir vaadi vardı. Bunun ötesinde olası kur ve ticaret savaşları gerçekten 1920’ler ve 30’larla benzerlik iddiasını haklı çıkaracak gibidir.

Mutlaka ki bu sermayenin geri çekilmesi, suyun geri çekildiği anda çatlamış toprak üzerinde sıçrayan balıklara benzer çaresiz ülkeler yığını yaratacaktır. Türkiye ve bir dizi ülkenin durumu buna benziyor. Bu önemli bir gelişme. Bu izolasyonizm en azından Türkiye gibi bu sürece çok yüksek açıklar vererek yakalanan aktörler açısından çok ciddi riskler içeriyor. Arjantin belki bunun ilk kurbanıdır, ama bu silsile halinde devam edecek. Hem küresel ekonomideki gelişmeler hem de emperyalizmin yeni şekillenmeleri bunun bir süre daha devam edeceğini gösteriyor. Üretimin yeniden şekillenmesi sürecinde belki Türkiye değil ama başka ülkeler çok daha derin etkilenebilir, Doğu ve Güney Asya ülkeleri gibi. Türkiye üretim ağlarına en azından onlar kadar eklemlenmemişti. Türkiye’nin eklemlenme tarzı biraz daha farklıdır ama hem o tür ülkeler için hem de Türkiye gibi ülkeler için çok ciddi riskler içeren yeni bir perdenin açıldığını söyleyebiliriz.

» Hayri Kozanoğlu: Bununla ilgili bir not ekleyeceğim. Geçtiğimiz hafta bu yarı iletken sektöründeki büyük bir şirket evlenmesini Çin veto etti. Rekabet kurallarına göre burada söz konusu olan dokuz ülkenin dokuzunun da onay vermesi gerekiyordu. Dokuzuncu halka olarak Çin, ABD şirketi Qualcomm’un bir Hollanda firmasına yönelik birleşme ve şirket ele geçirme operasyonunu veto etti. Bunun önümüzdeki dönemdeki sermaye akışlarını çok ciddi etkileyeceği, Amerika’nın bunu Çin’in yanına bırakmayacağı yorumu yapıldı. Bu gelişme Türkiye gibi ülkelere gelecek doğrudan sermaye yatırımları açısından da olumsuz sinyal olabilir.

» Korkut Boratav: Bir ufak ekleme de ben yapayım. Amerika’da Trump’ın getirdiği vergi sistemindeki hafifletmeler, doğrudan yatırımları da Amerika’ya doğru çekecek özellikler taşıyor. Bundan önce çevre ekonomilerindeki vergi avantajları doğrudan yatırımların çevreye taşmasındaki etkenlerden biri idi. Dolayısıyla, doğrudan yatırımların ana kaynaklarından biri Amerika olduğuna göre, Trump’ın vergi reformu Türkiye’ye dönük bu yatırımları frenleyecek bir etkendir.

» Serdal Bahçe: Biraz önce referans verdiğim çalışmadan hareketle başka ilginç bir belirleme daha yapmak mümkün. İktisatçılara göre merkez kapitalist ülkelerden Türkiye ya da Asya ülkelerine doğru genişletilen üretim ağının altında yatan en temel etmen iş gücü maliyetlerinin ucuzluğudur. BM’nin uluslararası göç rakamlarına göre merkez kapitalist ülkelerde yabancı göçmen sayısı hızla atıyor. Bu doğal olarak küresel üretimin organizasyonun gelecekte yeniden şekillenmesine dair ek bir girdi olabilir. Gelişmiş kapitalist ülkeler ucuz emek gücünü artık kendi vatanlarında bulabiliyorlar.

‘Türkiye finans kapitale teslim oldu…’

» Aslı Aydın: Türkiye ekonomisine geçebiliriz. Bugün ekonomide kriz dinamiklerinden en fazla öne çıkanları dış borçlar, cari açığın finansmanı, durgunluk içinde enflasyon koşulları yani stagflasyon ve TL’deki değer kaybının dış ticareti olumsuz etkilemesi. Türkiye’nin örneğin bir yıllık ödemesi gereken borç rakamı 240 milyar dolar civarında. Sıcak paraya ihtiyaç var. Ayrıca sıcak para bol olmadığında büyüme hızında ciddi bir gerileme bizleri bekliyor olacak, hem de yüksek enflasyon ve yüksek faiz eşliğinde. İşsizlik yüksek, bunun yanında zam üzerine zam söz konusu. İç talepte gerileme başladı bile. Ortada çözüm diye sadece parasal politikalar veya günü kurtarmaya dönük ‘eylem planları’ görüyoruz. Ekonomi bu sıkışmaya daha ne kadar dayanır?

» Korkut Boratav: Sosyalistler olarak finans kapitalin hakimiyetine övgü getirecek halimiz yok. Merkez Bankası özerkliği finans kapitalin özellikle 21. yüzyılda sadece çevre ekonomilerine değil metropol merkez bankalarına da ısrarla telkin ettiği bir durumdur. Bunu ihlal edenler de oldu tabiatıyla. Mesela Arjantin, Kirchner döneminde bilinçli olarak ihlal etti. Merkez Bankası rezervleri Arjantin devletine, kullanım yetkisi de siyasi iktidara intikal etti.

Bu bizim de savunacağımız bir şeydi. Siyasi iktidar izleyeceği ekonomi politikalarında kaderine hakim olmalıdır.

Ne var ki, uluslararası finans kapitalin ana kurallarına AKP 2002’den bu yana teslim olmuştur. Bu bağlamda Merkez Bankası’nın özerkliğini devralmıştır. 2001’in IMF programını devralmış; sürdürmüştür. Ayrıca 2005’te yeni bir IMF programı imzalayıp 2008’e kadar uzatmıştır. Sermaye hareketlerinin serbestliğini devralmıştır; dahası, enflasyon hedeflenmesini de benimsemiştir. Merkez Bankası’nın özerkliğini, “Merkez Bankası’nın ana görevi fiyat istikrarıdır” ilkesiyle kabul etmiştir. 2008’e kadar açıkça, sonra da dolaylı olarak “Merkez Bankası’nın enflasyonun üstünde politika faizi uygulama” ilkesini de uygulamıştır. Sonuna kadar teslim olmuşsanız, şimdi isyan etmeye kalktığınızda finans kapital size şamarı vurur. Yani yeni bakanın ifadesiyle, “kavga etmeye gücünüz yetmez…” TCMB faizleri değiştirmediği son kararında da bağımsızlığını göstermeyip hükümete teslim olunca, finans kapitalin şamarını da davet etmiş oldu. Sonucunu göreceğiz.

Merkez Bankası niçin faizleri yüksek ve enflasyonun üstünde tutuyor? Yanıt açık: Finans kapitalin aradığı güvenceler için… Türkiye’ye dönük yabancı sermayenin önemli bir bölümü sıcak paradır. Bu fonlar, yerli parayla güvenceli bir asgari getiriyi bilerek girmek ister. Sonrası kendi hesaplarına ve önlemlerine bağlıdır. Nedir tek risk? Döviz riskidir. Döviz pahalılaşırsa zarara girebilir. Büyük finans kapitalin döviz riskine karşı güvence yöntemleri vardır. Yerli getirinin garantiye alınması onun için önemlidir. Eğer bu tür yatırımcılarla kavga edecekseniz başa dönün ve sermaye hareketlerini kontrole geçin. Kontrol edemezsiniz; çünkü ekonominin sıfır büyüme ortamında, hatta küçüldüğü yıllarda bile cari açık veren bir yapısal zafiyet içindesiniz. Dolayısıyla başta sıcak paraya, türlü–çeşitli yabancı fonlara mahkumsunuz.

Çarkın dönmesi artık imkânsız
» Hayri Kozanoğlu: Korkut hocanın söylediklerine destek olarak, AKP iktidara geldiği zaman 122 milyar dolar dış borçtan şimdi en son rakamlarla 467 milyar dolar dış borca gelindi. İlaveten hocanın söylediği gibi giderek aynı büyümeyi daha büyük bir cari açıkla Türkiye finanse eder hale geldi. Daha evvel yüzde 5-6-7 büyümeleri, yüzde bir buçuk–iki cari açıkla finanse ederken şimdi yüzde 7 büyümeyi ancak yüzde 6 cari açıkla finanse ediyor.2014–2016 aralığında ortalama yüzde 4.8 büyüme, 109 milyar dolarlık cari açıkla sağlanabildi. Bu da sadece dış borç değil, Türkiye’nin çeşitli kaynaklarla finans kapitale olan bağımlılığının artması anlamına geliyor. Zaten bunun da en net örneğini net uluslararası yatırım pozisyonunun çok yüksek düzeyde eksilerde olması gösteriyor. Bu istatistikte son aylarda bir düşüş var; bunun da tek nedeni borsanın düşmesi, döviz kurlarının yükselmesiyle TL cinsinden kağıtların döviz karşılığı gerilemesi. Korkut hocanın söylediği gibi giderek risk algılaması artıyor, gelseler de artık çok daha yüksek getiriler bekliyorlar. Yani bu çarkın dönmesi giderek zor hatta imkansız hale geliyor.

» Serdal Bahçe: Bu bir bağımlılık hikayesi. Bizim 1950’lerden ve 60’lardan bildiğimiz bağımlılık hikayesi yepyeni bir tarzla ortaya çıkıyor. Bu anlamda Merkez Bankası’nın yasal bağımsızlığı finansal sermayenin çıkarlarına teslimiyetin açık ifadesidir. Dünyanın her yerinde de bu hayata geçirilir. Doğal olarak bu anlamda faizi arttırmayarak Merkez Bankası’nın bağımsızlığını tescil ettiğini söylemek her zaman uyumlu davranan çocuğun bir kere şımarmasının aslında şımarık olduğunu tescil ettiğini düşünmek türünden bir naifliktir. Faizi arttıracaklar, daha da arttıracaklar. Sürekli açık veren bir ekonomi olarak Türkiye’nin küresel ekonomiye eklemlenme tarzı bu eklemlenmenin sürekli daha yüksek maliyetle sürdürebilirliğini zorunlu kılıyor. Merkez Bankası’nın bağımsızlığı da Türkiye’nin bir dinamik yapısal bağımlılığını sürdüren ana unsurlardan bir tanesi. O nedenle Merkez Bankası ile AKP arasındaki gerilim aslında görünüşte bir gerilim. Türkiye’nin finans kapitale teslimiyetinin yarattığı doğal sonuç yeniden ve yeniden gözlemlenecektir. Bu anlamda bir kaçış yolu olduğunu zannetmiyorum.

» Aslı Aydın: Bu teslimiyet, yarın öbür gün karşımıza yine yüksek faizlerin çıkacağı, belki yüzde 30’ları aşan, 94’lerdeki krize benzetiliyor mesela, bu faizleri görebileceğimiz bir ortama mı sürükleniyor Türkiye; çünkü, Korkut Hoca’nın da dediği gibi kavga etmeye de gücü yetmiyor ama sıcak parayı da çekmenin tek formülü faiz gibi gözüküyor.

» Korkut Boratav: Verdiğim örneği sayısallaştırabilirim. 1994 Krizinde dövize yönelik talep yığılmasında enflasyon yüzde 60’lar civarındaydı ve Tansu Çiller Hükümeti galiba yüzde 104’lük devlet tahvili ihraç ederek bunu durdurabildi. Döviz piyasalarına yığılmayı kestirme yolla durdurma yöntemi budur. Dolaylı durdurma yöntemi rezerv eritmektir, onun da sonu yoktur.

» Hayri Kozanoğlu: Yanlış hatırlamıyorsam 3 aylık yüzde 50 faizle kâğıt sattılar, bunun yıllık faizi yüzde 500’e geliyordu. Vatandaş bankalara hücum etti, bankalar kendileri ve en hatırlı müşterisi holdinglere verdi, onun için vatandaş yüzde 50 faizden sebeplenememiş oldu.

» Korkut Boratav: Finans kapital ile mücadele edemeyecek olan hükümetin karşısına IMF ile anlaşma ve kemer sıkma seçeneği çıkacak. Ancak AKP’nin kendi öncelikleri bu noktaya gitmesini güçleştiriyor. Bu noktada bu güçlükleri nasıl çözecek?

Yolun sonu IMF

» Serdal Bahçe: Öngörüme göre eninde sonunda IMF’ye gidilecek. AKP’nin İslamcı sağ-popülizmi açısından bir risk var, süreci geciktiren de bu risk. IMF mutlaka bütçe disiplini isteyecek, harcama kalemlerinin bazılarının kısılması gerekecek. Kısılmasını isteyeceği kalemler, aslında AKP iktidarı açısından çok hayati kalemler olacak. Şimdi buna dayanabilecek mi, bunu göğüsleyebilecek mi, AKP iktidarı açısından en büyük risk bu. Aslında 2002’den beri IMF programını uyguluyorlar zaten, yapısal unsurlarda tahminen çok kolay anlaşacaklardır. Esas anlaşmazlık kamunun kontrol ettiği rantlar ve yardımlar meselesinde ortaya çıkacak. Bu işin gecikmesini sağlayan bence bu konudaki tereddüt. Eğer bu tereddüt aşılırsa, öyle ya da böyle bence Arjantin’in gittiği kapıya Türkiye de gidecektir diye düşünüyorum.

» Korkut Boratav: IMF’siz IMF programı uygulanabilir. Ama nereye kadar? Tansu Çiller döneminde dolaylı olarak yapılan hamlelerden hatırlayalım, yüksek faizli tahvil ihracı sonunda yerli aktörlerin dövize talebi bitince, problem de çözüldü. Dolayısıyla IMF’siz IMF programı faizleri yukarı çekmek zorundadır.

Öte yandan IMF’siz bir IMF programında, kamu açıklarının frenlenmesi gerekli, çünkü iç talebi pompalayan ana etken kamu açıklarıdır. Kamu dengesi göstergeleri bakımından karnesi temiz çıkan AKP yönetimi, bu bilançoyu gizleme yöntemleri de oluşturmuştu. Özellikle bu yap-işlet ve Kamu Özel Ortaklığı tipi mega yatırımlar bu işe yaradı. Ama IMF’nin birkaç ay önceki Türkiye raporu, bu kaçamaklara not düşüyor. Vurguluyor ki mega yatırımlara verilen ciro vb. türü güvenceler arka kapıdan kamunun açıklarını beslemektedir ve disiplin altına alınması gerekmektedir. Bu disiplin, ancak açık bir IMF programı ile sağlanır.

Şimdi, Serdal arkadaşımın söylediği tespite de gelelim. Bu yönetimin ana problemlerinden biri yatırım platformunun/profilinin döviz getirmeyen sektörlerde, yani inşaatta ve altyapıda yoğunlaşmasıdır. İnşaat ve altyapı elbette son tahlilde döviz getiren sektörleri dolaylı olarak besler; ama Türkiye o noktaya henüz gelmedi.

Örneğin büyük AVM’lerin de dahil olduğu konut– gayrimenkul yatırımlarının bütün gelirleri, aslında Türk Lirası’dır. Döviz borçlusu mal sahibi kira sözleşmelerini dövizle yapıyor; AVM’lerde döviz geliri yok; ama döviz riski kiracıya aktarılmış oluyor. Bir başka örnek, otoyol-köprü geçiş bedelleri dolara bağlanarak döviz borçlusu yatırımcıya güvence sağlanıyor; ama bu tesisleri kullanan vatandaşlardan Türk lirası alınıyor. Kur riski Hazine’ye taşınıyor. Döviz geliri, getirisi olmayan ve önemli ölçülerde dövizle borçlanılarak gerçekleşen yatırımların döviz riski nasıl paylaşılacak? Bu soru gündemdedir. Dövizin pahalılaşması eski Türkiye ortamında sanayici ve ihracatçıyı coşkuya sürüklerken bir durumdu. Bugün Türkiye burjuvazisi endişe içindedir. Çünkü dövizli borçları yüksektir; ama döviz getirmeyen sektörlerde yoğunlaşmıştır.

Bugün kritik sorun, yabancı sermaye girişlerindeki durgunlaşmadır. Bu durumu telafi eden ve açıklanması imkânsız olan kayıt-dışı para giriyor. 2018 Mart–Mayıs döneminde kayıt–dışı sermaye girişi 6,5 milyar dolardır.

2017’nin aynı dönemi içinde ise, toplam 3,8 milyar dolar kayıt dışı sermaye çıkışı vardı. Türkiye ekonomisinin yarım kriz ortamına girdiği her konjonktürde, bizim deşifre edemediğimiz kayıt–dışı para girişi meydana gelmektedir. Yukarıda verdiğim rakam şunu söylüyor, 3,8 milyar dolarlık bir kayıt–dışı çıkış, 6,5 milyar dolarlık esrarengiz, karanlık sermaye girişine dönüşüyor. Net olarak 10 milyar doları aşan kayıtsız dış kaynak eklentisi geliyor. Bu kayıt dışı kaynak ne kadar devam eder? İç yüzünü bilemiyoruz. Ek olarak, Türkiyeli bankalar yurtdışındaki rezervlerini son üç ayda içeri taşıyorlar. 2 milyar dolara yakın bir katkı da buradan geliyor.

O yüzden bu tarihlerde yabancı sermaye girişlerinin bütün kalemleri düşmesine rağmen; sermaye hareketlerinin toplamı, kayıt dışı para girişi nedeniyle pozitife dönüyor. Bu iki kalem Türkiye’nin hızla krizin dibine doğru sürüklenme etkenini frenliyor ama durduramıyor.

Son iki ayda da yabancıların portföy yatırımlarının olumsuz seyri devam ediyor: Haziran’da menkul kıymetlerden net 238 milyon dolar çıkış var. Temmuz’un ilk 3 haftasında da 318 milyon dolar çıkış var.

Çözüm halkçı program

» Hayri Kozanoğlu: 
Kabataslak ben de Türkiye’nin önünde iki yol olduğunu düşünüyorum. Birisi IMF’li veya IMF’siz istikrar programı, bu da sıkı para ve sıkı maliye politikası anlamına gelecek. Özellikle önümüzdeki aylarda maliye politikasını çok konuşacağımızı düşünüyorum. Onun nedeni şu, bir dolu mali yükümlülükler, Korkut Hoca’nın söylediği kamu–özel ortaklıkları, kredi garanti fonu, reeskont kredilerinin TL cinsinden sabitlenmesi, uzlaşmalı döviz alımları gibi bir dolu yükümlülük ki ekonomiyi canlandırma için asgari ücret sübvansiyonu, yeni eleman alındığı zaman buna destek, bunların hepsinin yükleri önümüzdeki dönemde artacak ve ekonomide otomatik istikrar unsurları dediğimiz, yani kriz döneminde vergi gelirlerinin düşmesi, harcamaların artmasıyla da bu durum birleşecek. Ve Türkiye’de hepimizin bildiği gibi, vergi gelirlerinin büyük kısmını KDV, ÖTV gibi sade vatandaşlara da yük bindiren günlük harcamalardan elde edilen vergiler oluşturuyor. 2017’de de kamu bütçesinin kendi tahmin ettiklerinden de daha iyi bir performans gösteriyor görünmesi, ekonominin ısınması ile ilgiliydi. Şimdi bütün bu mekanizmalar devreye girdiği zaman çok büyük bir açık ortaya çıkacak.

Bunun da bu açıkları kapatılmasına ancak işte kamu çalışanlarının emeklilerin gelirlerinin düşmesi ki IMF raporunda da, hocalarım okumuştur, geriye doğru endekslenmenin kaldırılması, kıdem tazminatı yükünün yeni bir hamleyle farklı mecralara aktarılması gibi “emek karşıtı” ifadeler var, ya onlar devreye girecek. İkinci seçenek, çok IMF’ye laf ettiği için Başkan bu yolu seçmeyecek, esip üfürerek günü idare etme yoluna gidecek. Bunun da geleceği nokta gene aynı IMF’ninki benzeri bir istikrar programının daha büyük bir maliyetle, ekonomik daha büyük bedeller ödedikten sonra yürürlüğe girmesinde. O zaman ne öneriyorsunuz? derseniz, bir ekonomiyi 16 yılda dibe çökertmişler, gemi batma noktasına gelmiş, tabii ki şapkadan tavşan çıkartamayız. Ama önceden sorsalar gemiyi karaya oturtma noktasına getirtmezdik, zaman da verilse “halkçı bir programla” ekonomiyi daha iyi idare ederiz, diyebiliriz.

Türkiye bir şirket gibi yönetilemez
» Kansu Yıldırım: Birbiriyle bağlantılı iki soru soracağım. Başkanlık rejimlerindeki referans modele uymayan bir yapı kademeli olarak inşa ediliyor. Yeni siyasi tabloyu finans kapital, küresel sermaye nasıl karşılamaktadır? Dönem dönem AKP’yi “hukukun üstünlüğü”nü ve burjuva demokrasinin biçimsel özelliklerini çiğnemekle eleştiren Türkiye büyük burjuvazisi açısından yeni model ne anlam ifade etmektedir? Bununla ilişikli olarak ekonominin yapısal olarak bozulduğunu söyledik, krizden söz ettik. Burada bir anti-kriz programı oluşturmaya çalışacak olursak bunun temel yapı taşları neler olmalı; böyle bir program emekçi sınıflar açısından açısından hangi başlıklara odaklanmalı?

» Serdal Bahçe: Bütün dünyada kapitalist devletlerde böyle bir süreç işliyor. Yönetim, yürütme giderek tekilleşiyor, bu Türkiye’de de var. Peki, piyasalar nasıl tepki verir? Marx’ın teşhis ettiği sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması eninde sonunda burjuva temsili demokrasisinin güdük temellerini örseleyerek onu yozlaştırmaktadır. Bu anlamda aşırı liberteryen sağ ile liberal sağın piyasaların dinamizmi ve kurumlarının bir otoriterleşmeyi engelleyeceği türünden olumlu beklentilerini paylaşıyor değilim. Türkiye sermayesi, Türkiye burjuvazisi bu dönemlere alışkın, bu dönemleri bazen ister üstelik. Çok mu rahatsız olur piyasalar, çok emin değilim. Bana sorarsanız tıkır tıkır işlerler, o anlamda bir rahatsızlık olacağını çok zannetmiyorum.

İkinci sorunuza gelince, krizden çıkış programı nasıl bir şey olmalı? Bizim sihirli reçetemiz yok, bizimki türden kapitalizmlerin kendilerine has sınırları vardır, sistemin içinde kalarak yapılabilecek olanlar var yapılamayacak olanlar var. Ama biz entelektüel olarak onların veremeyeceğini de istemekle mükellefiz. Mutlaka, hem ücret payını hem de ücretleri arttırmaya yönelik, borçların yeniden yapılandırılmasını hedefleyen, para politikasının başka türden düzenlenmesini öngören, maliye politikasının mutlaka emek yanlı yeniden düzenlenmesine yönelik de adımlar içeren bir yeni programın hayata geçirilmesi lazım. Bir dipnot olarak şunu söyleyeyim, 24 Haziran seçimine giderken en azından görünürde bile olsa solda yer alan muhalefetin böyle bir programı önermekten kaçındığına şahit olduk. Böyle bir programla ortaya çıkmak lazım, bu programın ana detayları defalarca konuşulabilir. Başka deneyimlerden yararlanılarak reformist bir program kurgulanabilir, bu yönde bir toplumsal taleple ortaya çıkılabilir diye düşünüyorum.

» Korkut Boratav: Arjantin bunu yaptı. Dış borçlarını, büyük ölçüde yapılandırdı, kırptı. Ve 2003–2015 döneminde tam zıt yönü seçmiş olan Türkiye’den daha yüksek bir büyüme temposunu da sağladı. Şimdi Türkiye, üçte ikisi özel ve üçte biri devlete ait dış borç yükü ile karşı karşıya. Bunu yeniden yapılandırmadan normal bir büyüme sürecine geçmesi mümkün değil. Bu, sermaye hareketlerinin kontrolü ile birlikte olmak zorundadır. Burjuvazinin, sermayenin vergilenmesi de olmazsa olmaz bir önlemdir. Çünkü emekçi sınıflar krizin tüm yükünü üstlenemezler. Özel sektörün dış borçları alacaklının sorunudur; siyasi iktidar sermaye hareketlerini denetlerken döviz tahsisinde alacaklıya öncelik vermeyebilir. Özel sektörün, bankaların dış borçları 2001’de olduğu gibi devlet güvencesine alınamaz. Bunlar müzakere süreci içinde belirlenir. Türkiye, bu sorunların çözümünde zor bir noktadadır.

» Hayri Kozanoğlu: Şimdi bu borçlara ilişkin Türkiye’nin şöyle bir açmazı var; geçmişteki borç krizlerine kıyasla, işte 70’lerin sonunda Türkiye’nin Paris Kulübü’ne gitmesi, 80’li yıllardaki Dünya borç krizi, benzeri örneklerden daha vahim bir tablo ile karşı karşıyayız. Çünkü Korkut Hoca’nın da dediği gibi özel sektörün borçlarını, finansal olmayan şirketlerin borçlarını ki bu 340 Milyar dolar civarında; kabataslak yarısı Türkiye bankacılık sektörünün. Tahminim Türkiye böyle bir tabloyla, yani bankacılık sisteminin de sarsıldığı bir tabloyla karşı karşıya gelebilecek. Benim kişisel görüşüm bu Cumhurbaşkanlığı sisteminin KHK’larla yürüyen bu sistemin yönetilemez olduğu, kısa sürede çok ciddi açmazlarla karşılaşacağı. Çünkü şirket gibi yönetmekten bahsediliyor. Bir aile şirketi görüntüsü var, ancak aile şirketlerinin yerine niye kapitalizm anonim şirketleri tercih etti? Çünkü şirket yapıları büyüdü ve bir aile tarafından yönetilemez hale geldi. Türkiye gibi büyük bir ekonominin böyle tek merkezli, tek seçiciyle, bir kişinin kabineyi kendi seçtiği ve bunun AKP örgütü, cemaatler, tarikatlar, seçimlerde işbirliği/ittifak yaptığı MHP dahi bağımsızlaşmış, tek adama sadakati olan insanlardan seçilmesi bu sistemin devam edemeyeceğini gösteriyor. Biz kapitalizmin piyasa sistemini eleştiririz ama onun da kendine göre kuralları vardır, kurumları vardır. Türkiye’deki bütün kurumsal yapılar çökertiliyor. Bizim kapitalizme yönelik eleştirimizin en önemli bir noktası, piyasa sistemlerinde üste kalanlara, işine yarayanlara kapitalizmin sahip çıkması, altta kalanları ezmesi ve onların sorunlarına taleplerine duyarsız kalmasıdır. Şimdi burada liyakatin hiç olmadığı, kapitalizmin kendi mekanizmaları içerisinde makbul sayılabilecek insanların dahi KHK’ler ile işinden edildiği, kamuda hizmet etmelerinin engellendiği bir ortamda kapitalizmin kuralları da işlemez. 

Onun için bu sistemin çok kısa sürede işlemediğinin ortaya çıkacağını düşünüyorum. Bu siyasi yönetilememe süreci ile ekonomik krizin birbirleri ile çakışması, birbirlerini tetiklemesi olasılığının çok yüksek olduğu kanaatindeyim.

BİRGÜN