11 Ağustos 2018 Cumartesi

CHP’nin krizi - TARIK ŞENGÜL

Türkiye, tarihine kazınacak ekonomik ve siyasi krize doğru dolu dizgin giderken, “ne olacak bu CHP?” sorusunun ne önemi var? CHP’de olup biteni iki türlü önemsemek gerektiğini düşünüyorum; birincisi, CHP bu vahim gidişi önleyememekten doğan bir sorumluluğa sahip, ikincisi, önümüzdeki dönemde bu krizden Türkiye çıkacaksa, bu konuda CHP’ye önemli sorumluluk düşüyor.
Ama bunu yapabilmesi için, geçen dönemden CHP’yi de sorumlu hale getiren bazı anlayış ve kabullerin değişmesi gerekiyor. Kaygı verici olan, mevcut gidişatın tam tersi yönde olması! 

O nedenle, bir CHP’li ve bir aydın olarak bu yazıyı bir kez daha uyarma ihtiyacı duyarak yazıyorum.

Geçenlerde, bir miktar psikanaliz alanı üzerinden CHP’nin uzun süredir heyecan yaratamadığını, yenilgisinin büyük ölçüde, CHP’nin toplumu harekete geçirecek bir projenin sahibi olmamasından kaynaklandığını yazdım. Bu izi, biraz gerilere giderek sürmek istiyorum.

CHP 12 Eylül sonrası siyasete geri döndüğünden bugüne, yaşadığı yenilginin yarattığı travmayı atlatamadı. Bu durum uzadıkça büyük bir ideolojik yenilgiye dönüştü ve günün sonunda karşımıza siyasi yenilgiler olarak çıkıyor!
Yenilginin iki boyutu var; birinci başarısızlık 12 Eylül sonrasında neo-liberalizm olarak önümüze konulan birikim stratejileri karşısında başka bir dünya tahayyül edememekten kaynaklanıyor. Ekonominin iflas noktasında olduğu bugün dahi bu sessizlik bozulamamıştır. İkincisi ise, 12 Eylül ile başlayıp giderek derinlik kazanan muhafazakârlık-dincilik karşısında yaşanan ideolojik-siyasi yenilgidir.
Bu sorunların Kılıçdaroğlu öncesine gittiğini biliyoruz. Ancak Kılıçdaroğlu ile birlikte, bu iki alanda yaşanan yenilgi doğallaştırılmış; Parti bu eksende yeniden konumlandırılmaya ve kurumsallaştırılmaya çalışılmıştır.

Kılıçdaroğlu’nun siyaset yapma anlayışının siyaset değil sosyolojide temellendiğini uzun süredir söylüyorum. Mesele şudur; siyaset, toplumun önüne düşmek, radikal müdahaleler yapmak demektir. Topluma heyecan veren de budur. Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet Projesi, 1970’lerdeki Ecevit çıkışı CHP’nin kendi tarihi ile ilişkili radikal eylemlerdir.

Oysa, CHP’de son yıllarda bariz hale gelen anlayış, toplumsal eğilimleri ölçüp, biçerek bu eğilimlerin arkasından gitmeyi ve sonra da travmatik hale gelen yenilgi duygusunu yaşamayı bir huy haline getirmiş bulunuyor. Ekmeleddin İhsanoğlu, Abdullah Gül gibi arayışlar tam da bu bakış açısının sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Öte yandan, CHP’ye haksızlık etmeyelim; bu tür bir yenilgi psikolojisi yakın dönemde CHP dışındaki (liberal) solda da kendini göstermedi mi? “Yetmez ama evet”çilik, travma sonrası davranış bozukluğu örneği olarak en kritik zamanda AKP destekçiliğine dönüşmedi mi? Aynı yenilgi duygusuyla 10 Aralık Hareketi, sol siyaseti, Türkiye’nin yeni toplumsal ortalamasına hitap edecek biçimde konumlandırmak istemedi mi? Kendini solcu gören bazı kesimler Abant Toplantıları’na çağrılmayı ayrıcalık olarak görmedi mi? Yenilgi ortak paydasıyla, solculuğu toplumculuk, toplumculuğu ise çoğunluk olma olarak görenler, AKP iktidarının ve projesinin inşasına harç ve tuğla koymadılar mı?
Bir kez daha CHP’ye dönersek; Kılıçdaroğlu CHP’yi sağa çekerek, muhafazakar isim ve kesimleri partiye getirerek, neoliberalizm karşısında sessizliği tercih ederek, başarısızlığı sürekli hale getirdi. Şimdi, “başka türlü bir şey benim istediğim”, diyen geniş halk kesimleri CHP’de değişim istiyor. Değişimin ne olması gerektiği belki iyi ifade edilemiyor; ama beklenti liderlik ötesi bir değişim yönünde.

Geldiğimiz noktada, CHP Genel Merkezi bu talebi yönetmeye çalışıyor; MYK toplu halde istifa etti ve Genel Başkan daha önce de birçok kez yaptığı gibi, MYK’yı yenileyerek değişim taleplerini yanıtlamaya çalışacak. Tabandaki beklenti MYK değişikliği ötesinde ama MYK değişikliğinin bile beklentiler yönünde olmayacağı anlaşılıyor. Yansıyan bilgiler Kılıçdaroğlu’nun yeni MYK’sında yukarıda sözünü ettiğim yenilgi kabulüyle siyaset yapanların sayısını artıracağını gösteriyor. Anlaşılan o ki CHP, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu derin krizi içlerinde “evet ama yetmez” diyenlerin de olduğu bir MYK ile karşılayacak.

Hepimize kolay gelsin!

Tarık Şengül / BİRGÜN

Not: Bu yazı MYK değişikliği ilan edilmeden önce yazılmıştır.


Allah, Dolar basmıyor ki! - Arslan Bulut

Doların 6-7 lira arasına kadar yükselmesi üzerine Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, "Şunu bilin; bugün dünden daha iyiyiz, yarın bugünden de iyi olacağız. Hiç bundan endişeniz olmasın. Çeşitli kampanyalar sürdürülüyor. Bu kampanyalara kulak asmayın. Şunu unutmayın, onların dolarları varsa bizim de halkımız, hakkımız, Allah'ımız var. Bizler çok çalışıyoruz. 16 yıl önce neydik, bugün neyiz. İnşallah sizlere sabır, gayret diliyorum. Çok çalışacağız, çok koşacağız. İnşallah 2023'e farklı gireceğiz. Benim buna imanım, inancım var. 24 Haziran'da siz bizi yalnız bırakmadınız." diyebildi.

Elbette bir Cumhurbaşkanı "yandık, bittik, kül olduk" diyecek değildir. Fakat Dolar'a karşı Allah'ı öne sürmek, mantıklı bir yaklaşım değil. İlahiyatçı Cemil Kılıç, "Dolar'a karşı ancak Lira'yı ileri sürebilirsiniz, Allah ile Dolar karşılaştırması yapılmaz" diyor.
Hem Dolar'ı veya Lira'yı Allah'ın kurduğu darphanelerde basmıyorlar. Allah Dolar basmıyor yani?

                                                                          ***

Krizin sorumlusu da Dolar değil, AKP iktidarının, 16 yıldır sıcak para ile durumu idare etmesi, ithalat-ihracat açığını kapatmaya dönük bir üretim ekonomisi kurmaması ve eroin bağımlısı gibi Dolar'a ihtiyaç duymasıdır.
Doların iç piyasadan çekilmesine sebep olan ise yanlış siyasi kararlardır. Bir siyasi iktidar, meşruiyetini, halktan aldığı oylarla değil, ABD ve Avrupa'nın desteğini alarak sağlamışsa, bağımlılıktan kurtulamaz. Ekonomiyi yönlendirecek kurum ve kuruluşların mülkiyetini yabancılara devretmişse, artık o ülkenin kontrolü elden çıkmış demektir. Şu anda yaşanan budur. Sıcak para muslukları kesilince, Türkiye ekonomisi bir defa daha karaya oturmuştur. Şimdi, geminin dış yardım almadan kurtulması için dış borçları silecek ölçüde petrol, doğal gaz veya altın gibi yeni bir rezerv bulmak veya Türkiye'yi krize sürükleyenler dışında başka bir devletten en az 250 milyar Dolar hibe almak gerekir!

Ya da ABD'yi yöneten güçlere boyun eğecek, siyasi dayatmalarını da kabul edeceksiniz.
Siyasi dayatmaların başında ise Fırat-Dicle havzasını ve etrafını ABD'nin "kara kuvvetlerim" dediği piyonlara devretmek gelmektedir. Böylece ABD, Büyük İsrail coğrafyasının sınırlarını çizecektir. Erzurum'dan hatta Hopa'dan Bağdat'a kadar tek bir siyasi bölge kurmak, bölgedeki nüfusu, Suriye'de olduğu gibi terör ve kaos politikalarıyla sürmek... Bir taraftan da İran'a karşı girişilecek operasyonda Türkiye'nin desteği... İstenen budur.
Yani ABD'nin dayatması, "ölümlerden ölüm beğen" demektir.
Krizle Türkiye kendi mahvına "evet" demeye zorlanmaktadır.

                                                                        ***

Bu ikilemin içinden çıkmanın denge politikalarıyla mümkün olmadığını yazıp çiziyoruz ama iktidar, yumurta kapıya gelene kadar bu konuda ciddi bir çözüm üretmedi. Bu yüzden, sadece ABD değil Avrupa, Rusya, Çin ve İran nezdinde de güven kaybetti.
"İktidar değişirse bir çözüm geliştirilebilir mi?" diye düşünmek de mümkün ama muhalefet de darmadağın. Üstelik muhalefetin, ABD ve AB'ye açık açık "Biz senin projelerini daha iyi uygularız" diye mesaj verdiği de bir sır değil. "Yerel yönetimlere özerklik" demenin başka ne amacı olabilir?
AKP iktidarının ömrünü uzatan, sistemi değiştirmesine imkân veren de muhalefetin içler acısı bu durumu oldu.

                                                                          ***

Türk Milleti tarihte birçok badire atlattı. Bunu da atlatabilir ama halkın ortak bir hedef etrafında toparlanması, millî bir hükümet kurulması gerekiyor. Şimdi, ideolojik bağnazlık veya partizanlık yapmanın zamanı değil!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

Bu sefer teğet geçmedi!.. Sarayda inşaatlar çöktü.. - Ahmet TAKAN

"Çeşitli kampanyalar sürdürülüyor. Bu kampanyalara kulak asmayın. Onların dolarları varsa bizim de halkımız, hakkımız, Allahımız var. Hiç endişelenmeyin."


Bu nasıl bir ruh hali?..
Cesareti olan uzmanların çıkıp millete anlatmaları gerek ama bana gerçeklerden oldukça kopmuş ve uzaklaşmış bir ruh halinin yansıması gibi geliyor. Cayır cayır yanıyor ekonomi. Hâlâ "iç düşman", "dış düşman" söylemleri... Algı operasyonları ile nereye  kadar?.. Düşman kamplar stratejisi ekonomiyi düzeltir mi?
Doları tepetaklak eder mi?..
Yoksa!.. Gerçekten Türkiye'de her şey güllük gülistanlık, ekonomi toz pembe de iç ve dış hainler mi algı operasyonu çekiyor?..

O görkemli, oda sayısının binli rakamlarla ifade edildiği, "itibar" için hiçbir masraftan kaçınılmayan Ankara'daki sarayı bilirsiniz. Çankaya Köşkü'nün yerini alan!.. Projeye göre, sarayda bazı inşaatlar hâlâ devam ediyor. Aslında "ediyordu" demek daha doğru. Çünkü, önceki gün hâlâ devam eden saray içi inşaatlarda çalışan işçilerin yüzde yetmişinin işine son verildi. Nedeni ise ödeneksizlik. Saray inşaatlarını yapan R... İnşaat firması ödenek alamadığı için işçilerine yol verdi. Biraz daha örnekleyelim;
R.... İnşaat sarayın ana kompleksinin hemen birkaç yüz metre ötesindeki Millî Kütüphane inşaatını da yapan firma. İlk başta az bir ödenek almış, sonra para musluğu kesilmiş. Aynı firma, R. Erdoğan için Marmaris Okluk Koyu'nda yaptırılan 300 odalık sarayın inşaatını da yürütüyor. Saray kaynaklarından aldığım bilgiye göre, firma ödeneklerini tahsil edemediği için orası da durma noktasında.

Ne kadar acıdır ki!.. Seçimde önce saray inşaatlarında çalışan işçilerle yapılan toplantılarda, "oyunuzu Cumhurbaşkanımıza ve Cumhur ittifakına kullanmazsanız kim gelirse gelsin inşaatı durdurur işsiz kalırsınız" deniyordu. Şimdi, kapının önüne konulan o gariban işçiler dertlerini anlatacak yer bulamıyor.

Eğer, R. Erdoğan da ekonomin gerçek durumunu merak ediyorsa çok fazla uzağa gitmesine, ekonomi kurmaylarını toplamasına gerek yok. Saraydaki odasından çıkıp nizamiyeye kadar gelmesi oradaki kayıtlara bakması yeter de artar. "Yok oraya kadar gidemem. Yorulurum" diyorsa, saraydaki taklacılardan 3 gün önce saray inşatlarında kaç işçi çalışıyordu bugün kaç işçi çalışıyorun kayıtlarını istesin ve de sorgulasın...

Sarayda durum böyle... Varın gerisini siz tahmin edin!.. Belki de saray işçileri iç ve dış mihrakların hain oyunları yüzünden işsiz kalmışlardır!..

                                                                          ***

İngilizce bilmeyen heyet!..
Dışişleri Bakan Yardımcısı Sedat Önal başkanlığında ABD'ye giden 9 kişilik "çözüm heyeti"(!) kovulmaktan beter olup yurda döndü. Dışişleri koridorlarından kulağıma gelen fısıltılara göre, Hazine ve Maliye, Adalet ve Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden oluşan 9 kişilik heyetin müzakereleri yürütecek seviyede İngilizce bilgisi yoktu. Hatta içlerinde yeterli derecede İngilizce bilmeyen isimler vardı.  Konuştuğum bir diplomat şunları söyledi;"Türk heyeti ABD'ye müzakere yapacağını, hatta pazarlık yapacağını düşünerek gitti. Bunun için hazırlandılar. Ancak bunu yapamayacaklarını hiç kestiremediler. Öyle gidildi ki, ABD'ye giden heyette doğru dürüst İngilizce bilen adam yoktu. Derdini doğru düzgün anlatamadı heyet. ABD ise açık ve net konuştu. Rahip Brunson ve ABD konsolosluğunda çalışanlar ve ABD vatandaşı olan toplam 15 kişinin serbest bırakılmasını istedi ve başka da bir şey söylemedi. Türk tarafı ise bunların karşılığında hiçbir söyleyemedi, bunun aksine kısa görüşmelerle yetinmek zorunda kaldı. Müzakereye giden heyet doğru düzgün görüşme yapmadan kısa kısa görüşmelerle yetinmek zorunda kaldı ve döndü. Kısa görüşmelerin ardından hiçbir sonuç alamayınca tüm görüşmeler olumsuz geçti."

Dolar dün tarihi rekorlar kırarken ABD'deki görüşmeleri yakından takip eden bir ekonomi bürokratı ile de görüştüm. O da şunları kaydetti;"Şu anda Türkiye'de bir çok firma iflasını vermiş durumda. Türkiye iflasa doğru sürükleniyor. ABD temasları da, başka görüşmeler de sonuç vermeyecekti. Dolayısıyla bu sonucu herkes bekliyordu. Ancak buradaki sorun görüşmelerden sonuç alınamamasından çok Türk ekonomisinin bir kişinin kibri ve egosu nedeniyle bu noktaya gelmesi.

Türkiye'de ne siyasette, ne bürokraside liyakat kaldı. Her şey alt üst oldu. Oysa bu tür zamanlarda Türk ekonomisi ne yapacağını gayet iyi bilir, bu tecrübeleri çok yaşamış bir ekonomidir. Türk ekonomisinin yeterli tecrübesi bulunuyor. Ancak bu derece tek kişiye bağlı kalırsanız hiçbir şey yapamıyorsunuz. ABD'deki görüşmelerden çıkan olumsuz sonuç, firmaların ve bankaların iflas noktasına gelmesinin ardından yeni ekonomi modeli açıklayacaklar. Ancak bu da yetmeyecek.

Bundan sonra banka iflasları da gelecektir. Kamunun durumu da bundan iyi değil. Ancak yine de Türkiye bu süreci atlatır, yeter ki tek kişiye bağlı olmasın kararlar. Tüm bunlar oluyor, sorumsuz bakanlar var Türkiye'de. Atanmış bakanlar var. Peki ne olacak? Kaybedilen noktalar bunlar. Şu anda TL ile ticaret yapılmıyor . Ayakta kalan firmalar dolar ile ticaret yapıyor. Bu bile Türk ekonomisinin geldiği noktayı gösteriyor."

ABD; Türkiye'de tutuklu vatandaşlarının derhal serbest bırakılması dışında başka restler de çekmiş olabilir mi?.. Mesela, "Suriye'yi en kısa sürede terk edin" gibi...

Allah yardımcımız olsun!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

10 Ağustos 2018 Cuma

Ne oturup ağlarız… - MESUT ODMAN

Hâlâ seçim olarak anılan en son “şey”in üzerinden dört gün geçtiği sırada yazmıştım.
Buradaki “şey” sözcüğünü, hem dilin kendisi hem kullanan açısından bir yoksulluk  göstergesi saydığım için, özellikle de öyle ayak üstü konuşurken değil, oturup düşüne düşüne yazarken kullanmamaya özen gösteririm. Ama burada bilerek kullanıyorum; çünkü, bizdeki seçimleri nitelemek için ne kadar düşünülse, yeterli uygunlukta bir sözcük bulunamaz oldu. Bu sözcük ise anlatım güçlüğünün doruğa çıktığına da işaret ediyor bir bakıma; diyeceğim, basbayağı işe yarıyor.  

İşte kısacık bir süre geçmişken yazdığım satırlar arasında, ülkemizin “Allah selamet versin” hayır duasını en çok akla getiren kuruluşlarından biri olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin çok yakın geleceğine ilişkin şöyle bir soru da bulunuyordu; daha doğrusu, soru biçiminde bir öngörü: “(…) bizim klişeleştirdiğimiz saptamamızla, yıkılmış ama yerine bir başkası konulamamış cumhuriyetin kurucu partisi,  bu seçimin öncesi, sonuçları ve sonrası ile, yeni bir dağılma yönünde büyük bir adım daha atmış değil midir?”
Oysa, o sırada, ne İnce partisini iktidara götürecek çıkışını başlatmıştı ne de son kurultay delegelerinin yaklaşık yarısının  ve bir bölük milletvekilinin kendisini lider kabul eden atılımları ortaya çıkmıştı. Üstelik, bir de bıyık bıraksa büsbütün Ecevit’i hatırlatır olacak,  meydanları doldurmakta pek mahir ve kitlelerin yeni sevgilisi olarak gösterilen bu hazırcevap siyasetçinin bir sözü de çok tazeydi: Kılıçdaroğlu’nun kendisini cumhurbaşkanı adayı yapan yüce gönüllülüğü karşısında duyduğu minnettarlığın onunla genel başkanlık yarışına girmesini imkânsızlaştırdığını açıklamıştı; aşağı yukarı bu sözlerle. Kısacası, ortalığın böylesine karışacağına ilişkin pek fazla işaret de görünmüyordu sanki.

Ortada fol yok yumurta yokken amma da esaslı öngörüde bulunmuşum, mu demek istiyorum? 

Kesinlikle hayır.

Bu köklü parti söz konusu olduğunda, her zaman fol da vardır yumurta da… Önce partide başa geçip, elbette daha sonra ülke yönetimine gelip partiye adını vermiş halka hizmet etmeye hazır, bunun için her türlü özveride bulunmak için can atan kişiler, gruplar, ekipler, anlayamayan ve çekemeyenlerin diliyle hizipler, klikler, kanatlar hiç eksik olmaz. Bu kadar canlı, bu kadar dinamik, bu kadar demokrasiye bağlı bir partide hareketlilik son derece doğaldır. Dolayısıyla, siyasetin içindekiler kolayca, dışarıdan izleyenler ise biraz daha çekinerek de olsa benimkine benzer  tahminlerde bulunabilirler.

Gırgırı tadında bırakırsak, asıl üzerinde durmak istediğim şu: Tarihsel kökeninden kaynaklanan önemini git gide azaltan bu partinin hem kendisi hem izleyicileri açısından çok uzun süredir alışılmış perişanlığı, düzenin kökten değiştirilmesi peşindeki insanlar, sınıflar, partiler için dert edilecek bir durum değildir. Başlangıçta andığım yazımda, bunun olumlu bir yanı da bulunduğuna değinerek, yukarıda başlık olarak seçtiğim sözlerin sonunu getirirken, ne oturur ağlar ne de zil takıp oynarız, demiştim. Doğrudur, ne karalar bağlarız, ne de zil takıp oynamanın ayıplığı bir yana, öyle anlatılabilecek kadar olumlu karşılarız.

Önce, neden öylesine sevinçli bir olumlama içinde olamayacağımız üzerinde durmalı: Bütün burjuva devrimlerinden sonra olduğu gibi, belki çoğundan daha erken  bir zamanda, gelişmeye çabalarken ilericiliğini kaybetmiş burjuva sınıfının yeni rejimin sağladığı tarihsel ilerlemeye katkıları sözü edilmeye değmeyecek düzeyde kalırken, asıl işi bu partinin kurucu önderleri yapmıştır. Yapılan iş ve hâlâ tümüyle ortadan kaldırılamayan kazanımlar, emekçi sınıfların ve onların temsilcisi olma iddiasındakilerin saygısızlık göstermelerini bağışlatmayacak kadar önemlidir.  

Sonra, neden çok da üzüntü duymayacağımıza gelebiliriz: Bizim burjuva devrimimiz de, bütün benzerleri gibi, emekçi sınıfları satmış, onun da ötesinde, ağır biçimde ezmekten çekinmemiştir. Bu dediğimin itiraz edilebilir yanları vardır. Örneğin, hemen akla gelebilen bir itiraz olarak, esasen emekçi sınıfların toplumsal ve siyasal yetersizliği ile güçsüzlüğünün bu durumun nesnel dayanaklarından birini oluşturduğu ileri sürülebilir. Ama, sonuç olarak, şu da tartışma götürmez bir gerçektir: Cumhuriyet devrimi, tarihsel bir ilerlemeyi gerçekleştirmenin yanı sıra, emekçileri hem toplumsal-iktisadi hem siyasal anlamda baskı altına almayı da hiç ihmal etmemiştir ve adı geçen kurucu partinin buradaki rolü apaçıktır. Aynı açıklık, cumhuriyet rejimiyle emekçilerin elde ettikleri kazanımların törpülenmesinde de kendini göstermiştir.

Bu kadarla bırakırsak yanlış anlaşılabilir; bir intikam peşinde, üstelik de kendi gücümüzle gerçekleştiremediğimiz bir intikam peşinde olduğumuz düşünülebilir. Bunu düşünmekten de düşünülmesine yol açmaktan da kesinlikle kaçınmamız gerekir. Toplumsal sınıfların, haklı bile olsalar, bir zamanlar birlikte mücadele ettikleri sınıflardan intikam almak peşine düşmeleri gerçeklikle bağdaşmaz. Bağdaşmaz derken, siyasal mücadele sırasında bu amaçla davranmanın gerçeklikte bir karşılığı yoktur, olmadığı için de kalıcı mevziler elde edilmesini kolaylaştırmaz. Başka bir anlatımla, aldatılmış ya da, az önceki argo deyişle, satılmış sınıfların bunun öcünü almak için harekete geçmeleri ne görülüp işitilmiş ne de yazılıp çizilmiştir.

Zaten konu, zil takıp oynama deyiminin anlattığı aşırı sevinç durumuyla ilgili değildir; hatta, aşırısı bir yana, sevinmekten bile söz edilemez. Ancak, bir gerçeğin daha büyük bir açıklıkla ortaya çıkmasına doğru gidişin belli bir hız kazanması söz konusudur ve bu iyidir.

Gittikçe daha büyük bir açıklıkla kavranabilecek olan gerçek, yazımıza konu ettiğimiz partinin, iktidarı kaybettikten sonraki çok uzun yıllar boyunca, düzen açısından ön plana çıkan yeni işleviyle ilgilidir. CHP, ülkemizde emekçi sınıfların toplumsal ve siyasal gelişmelerinin şaşırtıcı denebilecek bir ivme kazandığı altmışlı yılların ortalarında resmileştirdiği “ortanın solu” politikası ile, o uyanışı düzen sınırları içinde tutmayı başlıca işlevleri arasına, hatta arasına değil, onların başına yerleştirmiştir. Bu işlevini, karşısına çıktığı emekçi sınıflar mücadelesinin içinden gelen istemli istemsiz katkıların da kolaylaştırıcı etkisiyle, en az iktidar dönemlerinin bastırma ve engelleme işlevi kadar başarıyla yerine getirdiği rahatça ileri sürülebilir.

Şimdi bu başarının sonuna doğru yaklaşıldığını söylemekse, temelsiz bir iyimserlik sayılmamalıdır. Uzak olmayan zamanlarda içeriden gözlemler yapabileceği görevlerde bulunmuş bir bilim ve siyaset adamı olarak Oğuz Oyan’ın Salı günü burada yazdığı satırlar, daha çok söze gerek bırakmıyor:  “Aydınlanma mücadelesi vermeyen ve vermeyeceğini her tavır alışıyla açıkça beyan eden, iktidarla milliyetçilik yarışına girmeyi ve dinsel duyarlılıklara öncelik vermeyi bir politika marifeti sanan, neoliberal düzeni daha iyi yönetmeye talip olmak dışında ekonomik seçenek geliştirmeyi reddeden teslimiyetçi bir siyasal hareketin, merkez solda tanımlanması artık olanaksızlaşmıştır.”

Uzun söze gerek kalmıyor dediysek de şu kadarını eklemeden bitirmeyelim: Solu sağı bir doğru üzerine yatırıp iki ucuna aşırı, ortasına merkez diyerek betimlemeler yapmanın hiç de  açıklayıcı olmadığını dikkate almakta ve CHP söz konusu ise “merkez” sözcüğü eklenerek de olsa içinde “sol” geçen bir tanımlamayı tümüyle terk etmekte yarar var. Bu partinin sol ile bir ilgisinin olmadığını, ille de bir ilgi kurulacaksa, bunun emekçi sınıfların kurtuluş arayışlarını saptırmak, yanıltmak ve sosyalizm yönelişli örgütlenmelerini engellemekten ibaret olduğunu ve pek özendiği benzerleriyle umarsız bir rekabet içindeki bir düzen partisiyle karşı karşıya bulunduğumuzu yeterince sergilemek gerekiyor.   

Mesut Odman / SOL

Dolar... Yaptırımlar... Metal savaşları... - ÖZLEM YÜZAK

Galyum, Tantal, Kobalt, Seryum, İridyum... Devam edelim... Skandiyum, Neodimyum, Disporsiyum... 


Bu saydıklarım nadir metal ve elementler... Şimdi Türkiye’de dolar almış başını giderken, ekonomi baş aşağı olmuşken bu da nereden çıktı demeyin. Anlatayım... 
Dünyada oda sıcaklığında sıvı halde bulunabilen sadece 4 metal var. Onlardan biri Galyum. Bor grubu elementlerinden biri. İçinde bulunduğumuz dönemin ileri teknoloji metallerinden. 

Tantal, cep telefonları başta olmak üzere birçok elektronik cihazda kullanılan kondansatörlerin yapı taşı. Stent ve yapay kemik üretiminde, uçak ve roket parçalarında, kamera merceklerinde de kullanılıyor. Kongo’daki bitmeyen iç savaş tantal cevheri yüzünden sürekli körükleniyor. 

Kobalt yine en stratejik metallerden. Süper alaşımlar için kullanılıyor. Lityum iyon bataryalarda, elektrikli otomobillerde vs. kullanılıyor. Altından daha fazla kazandırıyor. Şubat 2016’da ton başına fiyatı 21 bin 750 dolardı. 2018 Mart ayında 95 bin dolara ulaştı. Bunları niye anlatıyorum? 
 
Nadir metallerin yüzde 80’i Çin topraklarında 
Çünkü artık bu nadir metaller günlük yaşantımızın her yerindeler. Cep telefonlarımızda, bilgisayarlarımızda... Yeni nesil rüzgâr türbinlerinde, güneş panellerinde, F-16 uçaklarında, füze savunma sistemlerinde, hibrid arabalarda, hatta televizyonlarda kırmızı rengi veren de onlar, kulaklıkların bu kadar küçük olmasını sağlayan da.. tıbbi cihazlarda da varlar... 

Bu metaller içinde bulunduğumuz çağın olmazsa olmazlarından. Ve dünyada nadir metallerin yüzde 80’i Çin’in topraklarında. Ağırlıklı olarak İç Moğolistan’da çıkıyor. Dünya kobalt ve tantal rezervlerinin yüzde 59’u Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde ve Çin şirketleri ön anlaşmalarla oradaki kobaltın da önemli bir kısmını kapatmış vaziyette. 
Ayrıca Çin bu nadir metallerin ihracatını her yıl biraz daha azaltıyor. Bunları kendi üretiminde kullanıyor. 2015 yılında bir stratejik plan hazırladı ve 2025 yılında dünyadaki elektrikli araçların pillerinin tümünün “Made in China” olmasını hedefledi. Sadece nadir metaller değil; bugün dünyada tüketilen magnezyumun yüzde 94’ü, doğal grafit’in yüzde 69’u ve tungsten’in yüzde 84’ü Çin’den geliyor. Ve Çin bu stratejik hammadde üstünlüğünü kullanarak yabancı müşterilerine yüzde 20 daha pahalıya satıyor. Böylece Çinli şirketlerin rekabet üstünlüğünü de koruyor. 

Dünya karşılıklı yaptırım savaşlarına doğru itiliyor, ABD kaynaklı olarak. İran’la nükleer anlaşmadan çekilmenin ardından bu ülkeye yeniden koyduğu ambargo ve üçüncü ülkeleri de buna zorunlu kılması; Çin ile dış ticaret açığını gerekçe göstererek ithal ettiği ürünlere ek vergiler getirmesi; Rusya ile, eski Rus ajan Sergei Skripal ve kızının Novichok adlı sinir gazı ile zehirlemesini gerekçe göstererek başlattığı yaptırımlar; Türkiye ile ABD’li rahip Brunson’ın iade edilmemesini gerekçe göstererek uygulayacağını açıkladığı yaptırımlar... 
 
Türkiye... Maden ruhsatları ABD’ye mi? 
Türkiye 80 milyon nüfusu ile kurbanlık koyun gibi bekleyişte. Doların hızına bir türlü yetişemiyoruz. Herkesin gözü son dakika haberlerinde. ABD ile görüşmelerde ilerleme sağlanamadığı, yeni yaptırımların gündemde olduğu söyleniyor. Freni bozuk kamyon gibi hızla yokuş aşağı inişe geçmiş olan bir ekonomide kimse önünü göremez halde, bekleşiyoruz. İşin kötüsü gelinen noktada yapacak pek bir şey de yok. 

Eli güçlü olan pazarlığını yapıyor. Güçsüz olan önce kıskaca alınıyor, ardından tavizler vermeye zorlanıyor. Her şey karşılıklı çıkar üzerine kurulu. Çin bu açıdan elini daima üçlü tutmayı beceriyor. Türkiye’nin elinde ne var? Hiçbir şey olmadığı gibi, ekonomik olarak dışa bağımlılığımız da hızla artıyor. Pardon şunu unutmayalım. 2 yıl kadar önce Enerji Bakanlığı başta nadir toprak elementleri olmak üzere Türkiye’de yer alan hammaddelerin aranması ve üretilmesine yönelik arama programı başlatacaklarını ve 5 trilyon dolarlık yeraltı zenginliğini hayata geçirecek uygulamalara hız vereceklerini açıklamıştı. Ne olacak size söyleyeyim mi? 

Maden arama ve çıkarma ruhsatları ABD’li şirketlere verilecek. Ekonomik olarak çökme noktasına gelen Türkiye kendini ve günü kurtarmak için bu kez yeraltını peşkeş çekecek. Tabii şunu da ısrarla vurgulayalım. Bu nadir elementlerin çıkartılması hem çok zahmetli hem de çok tehlikeli... 


Söylemedi demeyin...

Özlem Yüzak /CUMHURİYET

Eğlence hayatının emekçileri: Uzun çalışma saatleri ‘eğlenceli’ olmuyor... - ÇAĞRI KONCA

Gece hayatının emekçileri, çalışma saatlerinin çok uzun ve emek sömürüsünün yoğun olduğunu belirtiyor. Hizmet verdikleri insanların tavırlarına da değinen bar çalışanları, “Bizlere hizmetçi olarak değil, bir emekçi olarak baksınlar” diyor.

Gece hayatı denince çoğu zaman akla müzik, eğlence ve benzeri kavramlar geliyor. Tablo dışarıdan böyle görünmesine rağmen arka planında birçok farklı hikâyeler barındırıyor. Özellikle tüm bunları mümkün kılan sektör çalışanları için gece hayatı çok daha farklı bir yer. Çalışanlar, emek sömürüsünün ve hak ihlallerinin yoğun yaşandığı bu sektörde genellikle uzun ve yorucu saatler boyunca çalışarak hayatlarını kazanmaya çalışıyorlar. Bar çalışanları, yaşadıklarını BirGün’le paylaştı.

İstanbul-Kadıköy’ün en yoğun mekânlarından birinde garsonluk yapan Yağız, 5-6 yıldır bu sektörde çalıştığını söylüyor. Asıl mesleği yazarlık ve oyunculuk olan Yağız, İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe bölümünde okuyor. Bu işi yapmaya nasıl başladığını sorduğumuzda ise, “Malum İstanbul’un hayat şartları. Bu işi yapmaya İstanbul’a ilk geldiğim zaman başladım. Zaman kısıtlıydı, para kazanmam gerekiyordu. Ben tek başıma geldim İstanbul’a, bir şekilde hayatta kalmam gerekiyordu” diyor.

Yağız, günlük yevmiye ücretiyle İstanbul’da bir öğrenci olarak yaşamanın mümkün olmadığını belirterek, “Burada günlük paraya çalışıyoruz, o da çok cüzi bir miktar. Kimse bu işi bu para için yapmaz. Buranın bahşiş sistemi olmasa kimse durmaz burada” ifadelerini kullanıyor.

‘Bu işin kendisi bir fedakârlık’
Bu iş nedeniyle yapmak istediği diğer şeyleri ertelemek veya bırakmak zorunda olduğunu ifade eden Yağız, “Benim asıl işim oyunculuk ve yazarlık. İşimde iyiyim. Güzel bir kariyer başlangıcı da yaptım. Kendim için iyi bir başlangıç yaptım, ama hayatın bazı süreçlerinde bu tip işler yapman gerekebiliyor” diyor.

Ayhan ise, yine aynı mekânda güvenlik görevlisi olarak çalışıyor. Ayhan 40 yaşında, Ağrı-Doğubayazıtlı. Liseyi okumak istediğini, fakat abisinin başlık parası borcu nedeniyle çalışmak zorunda kaldığını anlatıyor. 11 yıl önce bir tanıdığı aracılığıyla Taksim’deki bir mekânda bu işi yapmaya başlayan Ayhan, o günden beri bir kaç farklı mekânda güvenlik görevlisi olarak çalışmış.

Ayhan, güvenlik görevlileri için çalışma şartlarını sorduğum zaman ise hiç tereddüt etmeden cevap veriyor: “Çalışma şartları çok kötü. Avrupa’da bu işi yapan bodyguardlar günlüğü 150-200 dolar alıyorlar. Ama burada, maalesef, en ünlü mekânda mesela Reina’da çalışan adam 150, bilemedin 200 lira alır. Ama oradakiler günlük yevmiyeye bakmıyorlar, oradan gelen bahşişlere bakıyorlar. Ama benim çalıştığım mekânlarda öyle bir şansımız yok.”
‘Çalışanlar hizmetçi değil’ 
Alper, İstanbul’un en büyük mekânlarından birinde çalışıyor. Servis elemanı olarak başladığı işinde, 2,5 sene sonrasında personel şefliği yapmaya başlamış. Çalıştığı yerin çok büyük bir alan olduğunu ve çok fazla müşteri giriş çıkışının olduğunu söyleyen Alper, “Devamlı hareketin olduğu bir yer. Dolayısıyla bunun stresinin olduğu bir yer” diyor. Günlük çalışma süresinin ise 12 saat olduğunu ifade ederek, işten çıkışının en erken sabah 6 olduğunu söylüyor.

Alper, çalışma temposunun hayatının diğer alanlarını da etkilendiğini belirtiyor ve “İki günlük izninin bir günü dinleniyorsun, evinle ilgili yapman gereken işleri yapıyorsun. Diğer günde de dostlarınla, arkadaşlarınla ne kadar vakit geçirebilirsen artık o kadar geçiriyorsun. Hayatının onda birini yaşamış oluyorsun” ifadelerini kullanıyor.

Alper, çalışan olarak yaşadığı sıkıntılardan biri olarak müşterilerin çalışanlara karşı tavrını gösteriyor: “Satın almış oldukları birayla beraber her şeyi satın aldıklarını zannedip çalışanların üzerine giden insanlar var. Bu durum çalışanları olumsuz etkiliyor, dünyanın en tatlı insanını en kötü insanına çevirebilir. Bu işverenle de alakalı. İşverenin çalışanına bir makine olarak değil de bir çalışan olarak bakması gerekiyor, müşterinin de çalışana bir hizmetçi olarak değil de bir emekçi olarak bakması gerekiyor.”

İşletmeciler ise, ekonomiye ve değişen gece hayatı kültürüne bağlı olarak farklı sorunlarla karşı karşıya kalıyorlar. Murat Seçkin, Kadıköy Kadife Sokak’ta uzun yıllardan beri çalışıyor. Karga isimli mekânın iki işletme müdüründen biri.
Alkole yapılan zamlardan sonra insanların mekânlardan çıkıp dışarıda alkol almaya yöneldiğini söyleyen Seçkin, sokakta gerçekleşen özellikle güvenlikle alakalı olayların kendi işlerini de etkilediğini ifade ediyor: “Bizim binanın önünde bir kavga olduğu zaman bunun bizden kaynaklandığı düşünülüyor. Veya bu sokakta olan olaylarda bu mekânlar olmasaydı bu sıkıntıların olmayacağı düşünülüyor. Ama bu mekânların çoğu yıllardır burada ve bunlar olmuyordu. Bizim özellikle bu aralar yaşadığımız en büyük sıkıntı bu aslında.”

Kadıköy’de bu tarz olayların eskiye göre daha fazla yaşandığını aktaran Seçkin, bunun temel sebebinin insanların mutsuz olması olduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyor:

“Yaşadığımız döneme ve şartlara bakarsak insanların stres altında olması çok normal, bunun patlaması olarak görüyorum. Geçmişte de oluyordu, ama kalabalık arttıkça çok normal bir şey çünkü Kadıköy bir rant merkezi artık. Rant merkezinde de kalabalık artıyor. Kalabalık artınca da şekiller, kişiler, davranışlar değişmeye başlayabiliyor.”

ÇAĞRI KONCA / BİRGÜN

Bağnazın müttefiki zavallılar!. - Mehmet FARAÇ

Sarıklısı cüppelisi, tarikatçısı-cemaatçisi, müridi-mollası, gericisi-bağnazı, şalvarlısı-çarşaflısı...
"Solcu" geçineni-liboşu, döneği-iş birlikçisi, bölücüsü-teröristi...

Siyasetçisi-bürokratı, imamı-talebesi ve de psikopatı-tetikçisi...

Her çevreden ve neredeyse herkes vesselam... Siyasetin pervasızlaştığı, bürokrasinin zıvanadan çıktığı, "keşke Yunan kazansaydı" diyenin el üstünde tutulduğu, laikliğe düşman olanların TBMM Başkanı bile yapıldığı bu ülkede, ezeli düşmanlığın tüm türevleri durmadan Atatürk'e saldırıyor...
Hele de son yıllarda "hilafet" özlemcileri rejimi siyaset yoluyla iyice zorlarken, cumhuriyet kurumları hızla bertaraf edilirken bu saldırılar öylesine zıvanadan çıktı ki, Anıtkabir'in önünde zırlamaya kadar geldi ihanet!!!

Atatürk'e düşman olanları az da olsa sıraladık... Hilafet gittiğinden beri düşmanlar Atatürk'e, dergahlar, tarikat yurtları tekke ve zaviyeler kapatıldığından bu yana saldırıyorlar Gazi'ye...
Cumhuriyet kurulalı belli, Aydınlanma ateşi yakıldığından beri, öfkeliler, düşmanlar Atatürk'e...
Son yıllarda tarikat-cemaat yurtlarındaki rezaletler deşifre oldukça ve FETÖ gibi cemaatler "darbe"ye kadar yeltenince Gazi'nin ne kadar haklı olduğu binlerce kez anlaşılmasına rağmen saldırılar durmuyor Atatürk'e...

Din düşmanları, din sömürücüleri, bağnazlar karşıdır ezelden beri Atatürk'e... Peki ya diğerleri?.. Ya Truva kısrakları?.. İşte asıl mesele, işte asıl zavallılık!..

                                                                          ***

Ali misin nesin?..
Gerçek solcuları, devrimcileri, sosyalistleri, vatanseverleri ve milliyetçileri bir tarafa tutuyorum ama nedir bu -sözde "solcu" kılığında- Atatürk düşmanlığı konusunda bağnazlarla yarışan, aynı düşünenlerin derdi?..

Yani, Atatürk ve cumhuriyet yıllardır taarruz altındayken, "solcu" geçinenlerin, "devrimci" geçinenlerin ya da kendini sözde "sosyalist" sananların bu utanç verici öfkesine ne demeli?:..
Nedir onların Gazi'ye bitmeyen düşmanlığı, nedir saldırılarının asıl amacı ve de bitmeyen hezeyanlarının asıl nedeni?..

Onlar neden birileri Gazi'ye saldırırken, hakaret ederken heyecanlanırlar ve neredeyse alkış tutar vaziyete gelirler ki?..

Sözde "ifade-düşünce" özgürlüğü iddiası, kimi dönek liboşlar için ülkenin kurucusuna taarruzu bile legal hale mi getiriyor?..

Evet; son dönemde çarşaflısı-sarıklısı, siyasetçisi-bürokratı utanmadan-arlanmadan cumhuriyetin kurucusuna saldırırken, halk infiale sürüklenirken, savcılar bi zahmet harekete geçerek küfürbazların yakasına yapışırken "Atatürk'ü koruma kanunu kaldırılsın" diye ortalığa çıkan, akıllarınca fetva veren zavallılara ne demeli?..

Nedir bunların asıl amacı?.. Ne yani, Atatürk'e hakaret etmek serbest mi edilsin be aymazlar?.. Gazi'ye küfür edilince içiniz mi soğuyacak be gafiller?..

Gelelim başka birine... Anıtkabir'in önünde Gazi'ye aşağılık hakaretler savuran çarşaflı provokatörün tutuklanmasına bile karşı çıkabilmiş o zavallı!!!

Babasını Sıvas'ta cumhuriyet ve Atatürk düşmanları yakıyordu o zatın ama kendisi "Atatürk'e hakaret etmek suç olmamalı, tutuklanma sebebi olmamalı" diye saçmalayabilmiş!..
"Atatürkçü bir nesil" yetiştirilsin diye babasının kurduğu vakfa yardım eden Atatürkçülerden, solculardan, aydınlardan bile utanmamış o zat!..

Ali misin, veli misin nesin; hadi Atatürk'le bir derdin var da, hiç olmazsa babanın kemiklerini sızlatma be gafil!..

Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

Boratav: Erdoğan bankaların batışına göz yummamak için IMF’ye gidecek - CUMHURİYET

Prof. Dr. Korkut Boratav, "Siyasete ve medyaya hakim olan Cumhurbaşkanı ve kadrosu bu büyük teslimiyeti, bir zafer şeklinde de Türkiye kamuoyuna sunabilir. Belki de muvaffak olur. Bankalara da sirayet eden bir büyük finansal çöküntüyü siyaseten kaldırabilir mi? Önünde bir engel olmayacak ki. Normali IMF'ye gitmektir, siyaseten de bunun altından kalkabilir. Bankaların batışına göz yummamak için IMF’ye gidecek" diye konuştu.

Hocaların hocası olarak da bilinen Türkiye'nin duayen iktisatçısı Prof. Dr. Korkut Boratav, Türkiye’nin ödemeler dengesi krizi yaşadığını, bunun bir finansal krize dönmemesi ve banka iflaslarının önlenmesi için Cumhurbaşkanı Erdoğan ve yönetiminin IMF'e gitmek dışında alternatifinin olmadığını söyledi.
Boratav, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın büyük bir finansal çöküntüye rağmen IMF ’nin kapısına gitmemesi durumuna ilişkin ise, "İktidarda kalmasını önleyecek bir mekanizma yok. Türkiye faşizme geçmiştir” diye konuştu.
Prof. Boratav DW Türkçe’nin sorularını yanıtladı.

'FİNANSAL KRİZE DOĞRU GİDİYORUZ'
Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durumun iktisadi tanımını yapar mısınız? Bu bir döviz krizi mi, finansal kriz mı yoksa ödemeler dengesi krizi midir?
Korkut Boratav: Bir terim ile tanımlanmak istiyorsa esas olarak ödemeler dengesinden kaynaklanan bir krizdir. Dünya sisteminin yükselen ekonomiler denilen blokunun uluslararası sermaye hareketlerine bağımlılığının yarattığı sorunlardan biri, metropolden çevre ekonomilerine dönük sermaye hareketlerinde ani bir yavaşlama, durma ya da çıkış olursa bu, kriz yaratıcı şoklara neden oluyor. 1997 Asya krizi tipiktir. Türkiyeekonomisi buna benzeyen 4 (1994, 1998-9, 2001 ve 2008-9) krizden geçti. Aynı sorunla şimdi de karşı karşıyayız. Uluslararası sermaye hareketlerinin Türkiye’ye ye dönük bölümü Mart'tan itibaren aniden yavaşlamaya başladı. Mart-Mayıs arası yabancı sermaye girişi bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 66 oranında azaldı: 16,3 milyar dolarlık yabancı sermaye girişi bu üç ayda 5,6 milyar dolara indi. Bu doğal olarak döviz piyasalarına yansıyacak. Ekonominin dış yapısal kırılganlığı o derece yoğunlaşmıştır ki, şirketlerin ve onlarla bağlantılı olarak bankaların dış borçlarının ve ekonominin bir yıllık cari açığının finansmanında astronomik bir dış kaynak gereksinimi doğmuştur. Şu halde, 238 milyar dolara ihtiyacı var. Fazla dikkat çekmeyen IMF’nin nisanda yayınlanan raporunda, söz ettiğim şok henüz algılanmazken, IMF bu tespitleri yumuşak bir üslupla yapmıştı. Bunun sonucu bir ödemeler dengesi krizi finansal krize yol açacak mı? Finansal kriz, kredilerin döndürülememesinden kaynaklanan şirket iflaslarının bankalara yansımasından kaynaklanan bir krizdir. Buna doğru gidiyoruz.

'ERDOĞAN FİNANS KAPİTALİN KURALLARINI İŞİNE GELİNCE UYGULUYOR, GELMEYİNCE UYGULAMIYOR'
Mevcut durumun finansal krize evrilmesi mi yoksa buradan durgunluk ya da küçülme ile çıkış mı daha muhtemel görünüyor?
Darbe girişiminin ardından seçim atmosferine girilmesi durumu vahimleştiren tetikleyici unsur oldu. Ekonominin dış kırılganlıklarıyla uyumlu olmayan kamu maliyesi ve kredi pompalamasından kaynaklanan bir genişleme oldu. Cari açığın ve enflasyonun tırmanmasıyla bu ivmenin sürdürülemeyeceği ortaya çıktı. Uluslararası piyasalar, serinlemeye geçiş bekliyor. İlk kritik gösterge faizlerin yukarı çekilmesidir. Faizler hızla yukarı çekilirse, 238 milyar dolarlık dış kaynak gereksinimi bir ölçüde krediler pahalandırılarak ve yüksek getiri beklentisi ile sıcak para girmeye başlayabilir. Mayısta bu bekleniyordu fakat Cumhurbaşkanı sistematik olarak faizlerin düşmesine karşı. Bunun iki gerekçesi olabilir. Kendisi 'kahramanca iç kamuoyuna hitap ediyorum. Büyümeciyim, inançlarım ve ekonomi mantığımın gereği faiz düşmanıyım ve bunda ısrar edeceğim' diyor. İkincisi, 'benim beslediğim ve beni besleyen ana sektör en çok döviz borçlusu sektörlerden biri olan inşaattır'. Bunu yaşatmak için faizleri düşük, dövizi de ucuz tutmak istiyor. İktisaden bunu yapması mümkün değil ama ısrar ediyor. Uluslararası finans çevrelerine "faiz enflasyonun sebebidir" demek mümin bir Hristiyan’a İsa’nın yaşamadığını iddia etmek kadar zındıklıktır. Cumhurbaşkanı finans kapitalin kurallarını işine gelince uyguluyor, gelmeyince uygulamıyor. Türkiye 2007-2009 arası iki yıllık küçülme döneminde dahi 40 milyar dolar cari açık vermiştir. Bundan önceki dönemlerde durgunlaştığı her yıl cari fazla veren ekonomi, 0 büyümede dahi cari açık veriyorsa, uluslararası finans kurallarına karşı çıkacak gücün, yeteneğin yoktur. Cezalandırılırsın. Bir ödemeler dengesi sorunu, finansal krize dönüşür.

'FAİZLER YÜZDE 25'E ÇIKSA MESELE FRENLENİRDİ'
Eylül’de açıklanacak Orta Vadeli Program (OVP) derde deva olur mu? Hükümetin döviz şoku karşısındaki sessizliğini neye yoruyorsunuz?
Bütün bu şoka rağmen, Cumhurbaşkanlığı’nı Erdoğan kazandı. Süper ekonomi bakanı damat oldu. Damat, G-20’ye giderken, "Merkez Bankası şimdiye kadar görmediğiniz şekilde etkin olacak" dedi. Finansçıların beklentisi etkinlik sözcüğü değil, "bağımsızlıktı." Merkez, 15,9’luk enflasyona rağmen faizi değiştirmedi. Faizleri yüzde 25’e çıkarsa meselenin önemli bir boyutu frenlenirdi. Döviz oralarda istikrar sağlayacak, Türkiye yine döviz şokunu yiyecek ve durgunluğa girecek ama sıcak para, Türkiye yeterince ucuzladı diyerek, gelecekti. Dış finansman yükünün bir bölümü sıcak para girişiyle sağlanabilir ama faiz yüksektir, ister istemez ekonomi frenlenmeye mahkumdur. Bunu yapmadı, son şok da oradan geldi.

'KRİZE GİDİYORUZ AMA BUNUN YANSIMALARI 2001'DEKİ KADAR SERT DEĞİL'
Türkiye'nin önündeki seçenekler neler?
Cumhurbaşkanı, önümüzdeki yerel seçimlerde büyük kentlerin yönetimini ele geçirmek istiyorsa, şu andaki söylemini yerel seçimlere kadar sürdürebilir. Ortada bir söylem meselesi var. Krize gidiyoruz ama henüz bunun sosyal yansımaları 2001’deki kadar sert değil. 2009’daki yerel seçimler 3 aylık büyümenin yüzde 14 gerilediği dönemdeydi ve AKP 5 puan kaybetti. Bu riski göze alıyor mu? İnatlaşmayı devam ettirirse, ekonomi o türden bir küçülmeye sürüklenebilir. Şimşek olsaydı, hızlı bir faiz ayarlamasıyla birlikte, dövizi dalgalanmaya bırakıp, şirketlerdeki daralma ve iflasları göze alıp, bankalara yansımasını önlemeyi önerirdi. Bankalara yansımasının önlenmesinin ana yöntemi IMFprogramıdır. IMF, 2000’de banka borçlarının hazine garantisine alınmasını uygulattı. Yunanistan’da aynı şeyi uyguladılar. IMF doktrininde bu mümkündür. IMF kredisi banka borçlarının ödenmesine tahsis edilir, devlet kemer sıkar.

TÜRKİYE FAŞİZME GEÇMİŞTİR'
Cumhurbaşkanı Erdoğan bu seçeneğe razı olur mu?
Siyasete ve medyaya hakim olan Cumhurbaşkanı ve kadrosu bu büyük teslimiyeti, bir zafer şeklinde de Türkiye kamuoyuna sunabilir. Belki de muvaffak olur. Bankalara da sirayet eden bir büyük finansal çöküntüyü siyaseten kaldırabilir mi? Önünde bir engel olmayacak ki. Normali IMF'ye gitmektir, siyaseten de bunun altından kalkabilir. Bankaların batışına göz yummamak için IMF’ye gidecek. Bunun alternatifinin olduğunu sanmıyorum.
Büyük finansal çöküntüye rağmen IMF ’nin kapısına gitmezse iktidarda kalmasını önleyecek bir mekanizma yok. Türkiye faşizme geçmiştir. Faşizm kalıcıdır. Halk sürünecek, dine, imana daha fazla sarılacak. Cemaatler eliyle, dayanmaya çalışacak. Halkın direnme gücü yoktur. IMF seçeneği makuldür, şirketler batar. Bankalar kalır. Şirketlerin batması Cumhurbaşkanı’nın özel problemidir. IMF seçeneği altında Kanal İstanbul gibi büyük yatırım projeleri kalkar. Başlamış olanların şartları gözden geçirilir.

Türk bankaların Avrupalı bankalardan büyük ölçüde sendikasyon kullandıkları biliniyor. Bankaların içine düştüğü ödeme sıkıntısı Avrupa’ya da yansır mı?
Avrupa’nın çürük takıma borç vermemesi gerektiğini bilmesi gerekirdi. Çürük takıma borç verirse sineye çeker. Serbest ekonominin ana kurallarından biridir, borç veren riski göze alır ve zararı sineye çeker. Avrupa bankalarını kurtaracak olan, Türkiye’nin IMF’ye gidip, banka borçlarının Hazine tarafında devralınmasıdır. Bu olmazsa, zararı çekecekler.

Hükümet, özel sektör borçlarını üstlenmeyebilir mi?
Türkiye'nn kamu borcu göstergeleri Maastricht kriterlerinin altında fakat IMF ’nin "sistemin arızalı bölgesinden kaynaklanan krizi düzeltme yükümlülüğü kamuya da yansır" diye katı bir ilkesi var. Nisan raporunda, kamu açığının yüzde 1,5’a çıktığı bunun 2019 veya 20'de artı yüzde 0,5’e çıkarılmasını istiyor. Bu, kamu harcamalarının Milli Gelir’in yüzde 2’si oranında aşağı çekilmesi demektir. Bu da ekonominin en az yüzde 3 oranında küçülme demektir. Özel sektörün yamukluğundan kaynaklanan krizin düzeltilme yükü son tahlilde kamuya yansıdğı ölçüde kamu hesaplarının Maastricht Kriterlerinin aşağısında olması Türkiye’yi kurtarmayacak.

'CUMHURBAŞKANININ BİZİM BİLMEDİĞİMİZ BİR GÜVENCESİ VAR'
Krizi frenleyecek bir etken var mı?
Şu anda krizin ağırlaşmasını frenleyebilecek bir etken var. Mart-Mayıs aylarında 6,5 milyar dolar kayıt dışı sermaye girmiş. Geçen yılın aynı aylarında 3,8 milyar dolar kayıt dışı para çıkışı var. On milyarı aşkın bir kaynak aktarımı var. Acaba Cumhurbaşkanı’nın bizim bilmediğimiz bir güvencesi var. Kendisine borçlu olan sermaye sistemine vergi mi kesiyor, paralarınızı sisteme sokun mu diyor. 2009 krizinde 12 aylık dönemde yine böyle bir şey yaşanmıştı. Bu da bir belirsizlik.

DÜNYAYA MEYDAN OKUMA SEÇENEĞİ
Hükümet, seçeneklerden biri olarak sermaye hareketlerinin kısıtlanması, borçların konsolidasyonu ve ithal ikamesi politikasına geri dönebilir mi?
Bunun bir örneğini Arjantin 2002’de dış borçlarını külliyen askıya alarak yaptı. Bunu uygulamak için sermaye hareketlerini denetledi. Döviz hesaplarından çekişi sınırladılar. Şirketlerin dövizle borçlanması önlendi. Devletin dış borçlarının üçte birinin yapılandırılması müzakere edilir. Büyürken ödeyeceğim, küçülürken ödemem dersin. Bunun için ekonominin dış dengesinin, ithalatını ihracatı ile sınırlamak lazım. Bu da halk sınıflarının yoksullaşması demek. Bu yoksullaşmayı sermaye sınıfına yüklemen lazım. Adamlar batarken, ister istemez devlet kamulaştırmak zorunda kalacak. Bir sürü insan işsiz kalacak. Arjantin radikal seçeneği seçti çünkü halk ayaklanmıştı. Bu yoksullaşmanın maliyetini halk tek başına nasıl üstlenecek. Burjuvaziden servet vergisi ile ortak olmasını isteyeceksin. Bu çok zor bir seçenek. Bankalar büyük ihtimalle kamulaştırılacak. Alacağını TL’ye çevirip, kuru da enflasyona bağlayabilir. Türk bankalarından alacakların hepsi TL’ye çevrilebilir. Bu bir pazarlık gücü ve ihtimal dahilindedir. Tarih boyunca bu borçlar zaman zaman ödenmemiştir. Yunanistan bunun sınırına geldi. Maliyeti de AB’den değil Euro’dan çıkmaktı. Bunun sonunda Türkiye, planlamaya geçecek. Bütün mesele dünyada yalnız kalır. O zaman kendine yeni hakiki ortaklar bulabilirsin. Bu seçenek dünyaya meydan okunma seçeneğidir. Arjantin o güçteydi çünkü cari açık vermiyordu. Bu politikaları uyguladığı tüm yıllarda cari açık vermedi. O nedenle dış borçları ödememenin maliyeti ağır olmadı. Bu, 1998 ve 2001'de yapılabilirdi. Arjantin bu yolu seçtiğinde Türkiye’nin bu kadar ithalat bağımlılığı yoktu.

CUMHURİYET

9 Ağustos 2018 Perşembe

Can Yücel Datça’da yaşıyor - NAZIM ALPMAN


Her yıl ağustos ayı yaklaşırken hüzünlü rezervasyonların yönü Datça’ya döner. 12 Ağustos’ta Datça mezarlığının en yüksek noktasında yatan Can Yücel’in mezarı başında toplanan dostları, kısa konuşmalarla Can Baba’ya saygı duruşunda bulunurlar.

Bu yıl da öyle olacak. 12 Ağustos 2018 Pazar günü saat 14.00’te Knidos Akademisi (UKKSA) Başkanı Nevzat Metin’in çağrısıyla Datça’ya gelen, Datça’da yaşayan, izinlerini Datça ve çevresinde kullanan Can Yücel’in dostları aynı yerde olacaklar:
Can Baba’nın huzurunda!
Acaba kendisi bu durumdan haberdar olsa ne yapardı? Onu en iyi tanıyanlardan- biri olan değerli tiyatro ve sinema sanatçısı Gülsen Tuncer bir anma toplantısında tahminini dile getirmişti:
-Can Baba bizi görse, ‘Bu sıcakta, işiniz gücünüz yok mu sizin? Gidin denize girin, kitap okuyun akşama da için, Datça’nın tadını çıkarın’ derdi.
Mezar başındaki anma sadece sıradan bir ritüel değil, bir tutunma ihtiyacını da karşılıyor:
Çünkü Can Yücel demek, direniş demektir!..

•••

Can Baba hayatının son döneminde “Mekanım Datça olsun” demişti. Oldu da… Datça, Can Baba’nın tek başına karar verip yerleştiği bir yer değildi. Onun bir de can yoldaşı var: Güler Yücel!

1950’lerin ortasında tanışıp anında da evlenen iki büyük sanatçının hikayesini önce torunları 1993 doğumlu Nathalie Defne Gier Yücel’in 2009’da “Aile tarih projesi” olarak yazdığı kitapçıktan okuyalım:
“1957’de İzmir’den İstanbul’a dönen Can, İlhan Koman, Güler Erder ve birkaç arkadaşıyla sık sık Çiçek Pasajında buluşmaya başlamıştır. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun talebesi olan Güler ile bu ortamda tanışır. Keyifli sohbetlerin sonunda bir gün Can, gündelik, sıradan bir talepmiş gibi Güler’e döner ve der ki:
-Hadi gel biz evlenelim!
İlk başta şaşıran Güler, kendi gibi hızlı yaşayan bu şairinin teklifini aynı süratle kabul eder. Böylece tanışmalarıyla evlenmeleri bir olur.”
Aynı sahneye Gülen Yücel, yeni yazdığı otobiyografisi “Olduğu Gibi” de şöyle anlatıyor:
“O sıralar akademiyi boşlayıp, Çiçek Pasajı’na gitmeye başladım. Bütün edebiyatçılar oraya giderdi. Bütün sanatçılar orada toplanırlardı. Sohbetler değerliydi. Güzel kafa çekilen bir yerdi. İşte Can’a orada rastladım. O gün bana evlenme teklif etti. O ana kadar kimse bana evlenme teklif etmemişti. Ben de hemen kabul ettim. Yıllar geçtikten sonra pek çok aday adayı ‘Ben sana aşıktım, niye Can’la evlendin?’ diye sordu. Demek ki Can hepsinden cesurmuş!..”

•••

Güler Yücel’in Kalkınma Atölyesi adlı kuruluş tarafından bir başarı öyküsü olarak basılan “Olduğu Gibi” şimdiye kadar bilinen bütün otobiyografilerden çok farklı bir kitap… İçinde Güler Yücel’in hayat hikayesi, şiirleri, resimleri, hayatına değer değerli insanların kısa yaşam öyküleri eşsiz bir lezzette harmanlanarak ortaya çıkmış özel eser… Özetlemek gerekirse Güler Yücel gibi diyebilirim.

Kitapta benim de minik bir katkım olduğunu “iftiharla” belirtmeliyim. Geçen sonbaharda kitap daha prova baskı halindeyken Güler Abla bana uzatmıştı, göz atalım diye. En başta yer alan Göç şiirinin altında Can Yücel imzası vardı:
“Tespih böceği ihtiyar kadın
Çömelmiş yere
Güçsüz belli de
Yine de taş gibi…”
Şiir böyle başlıyor, hüzünlü bir mısra ile bitiyor.
Okuduktan sonra “Bu Can Abinin mi?” diye sordum, “Hayır, benim şiirim o” dedi. Sonra da başımı göğe erdiren talimatı verdi:
-Düzelt işte, hazır görmüşsün!
Ben ki kendi gazete yazılarını bile bin bir tashihle yazan Nazım Alpman, koskoca Güler Yücel’in otobiyografisine düzeltme yapabilmiştim!
Güler Abla mezar başındaki anmalara katılmaz. Belki de Can’ının öldüğünü kabullenemez. Onu resimlerinde, şiirlerinde yaşatmaya devam eder.
Güler Yücel yaşayan Can Yücel’dir.

Nazım Alpman / BİRGÜN

Ülke elden gitmiş kimin umurunda - AYŞE YILDIRIM

Bu ülkede seçmenin yüzde 50’sini iktidar yok sayıyor. Ana muhalefet partisi de delegelerinin yarısını… 

Biri yüzde 50 artı 1 ile rejimi değiştiriyor. Diğer yüzde 50’ye suçlu muamelesi yapıyor. 


Diğeri getirin yüzde 50 artı 1’i kurultayı toplayalım diyor. 

Sonra derin bir matematik işine giriyor, ne yapıp edip ‘imzalar eksik’ sonucuna varıyor. İmzalarını geçerli saydıkları 569 delegenin ne istediğini sorgulama zahmetine bile girmiyor. 

Sosyal demokrat bir parti olmakla övünüyor. ‘Diğer partilerde bu tür tartışmalar yaşanmıyor, çünkü parti içi demokrasi yok’ diyor. Haklılar, iç tartışma, iç çekişme, koltuk kapma kavgasında suyunu çıkarırcasına ‘demokratlar’… 
Ama oraya kadar. 
Devamı yok. 
Olsaydı eğer bugün bu tartışmalar yaşanmıyor olurdu.

Rejim değişmiş, ülke bir tek kişinin yönetimine devredilmiş, nerede duracağı belli olmayan bir ekonomik çöküş başlamış ama ana muhalefet partisi koltuk kavgasından kurtulamamış…
 
Ülkede sanki başka hiçbir şey olmuyormuş gibi yandaş basının manşetlerini süslüyor. 
Hiç boşuna kızmasınlar. Bu malzemeyi kendi elleriyle verdiler.
 
24 Haziran günü terk ettikleri 15 milyon seçmeni geri alma çabası yerine tamamen unutmayı tercih ettiler. 

Genel merkezin gerekçesi ‘yerel seçimler’‘Bu süreçte partinin zarar göreceği’ gibi sadece kendilerinin inandığı bir argümanla çıkıyorlar halkın karşısına. 


Geçen hafta da söylediğim gibi küstürdükleri seçmenden nasıl oy isteyeceklerine dair bir politika geliştirdiklerine ilişkin en küçük bir emare bile yok ortada. 

Parti içi muhalefetin büyük tepki gösterdiği isimlerden Bülent Tezcan’ın dün yaptığı açıklamalardan da bir kez daha anlıyoruz ki 24 Haziran’ın değerlendirmesini bile ancak ağustos ayının sonunda yapabilecekler. Bir ay içinde de kamuoyuyla paylaşacaklar. 
Partinin yeni yol haritasını çıkarmak için ise CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu tarafından bir çalışma grubu oluşturulacak.
 
Oysa AKP kapı kapı dolaşıp seçim startını çoktan verdi bile. 

CHP’nin ise yerel seçimlere nasıl hazırlanacağı, bir süredir dile getirilen seçimin erkene alınması halinde ne yapacağı, adaylarını nasıl belirleyeceği, olağanüstü kurultay çağrısı yapanların bu sürece nasıl dahil edileceği sorularına yanıtları henüz yok. 
Ne diyordu olağanüstü kurultay için önce imza verip sonra imzalarını geri çeken milletvekilleri: 
‘Yerel seçim öncesi kurultayın yapılmasının partiyi böleceği endişesini hissettik.’ 


Oysa parti çoktan bölünmüş durumda. 

Bütün bunlara rağmen ne seçimli kurultaya ne de tüzük kurultayına yanaşan CHP’nin önünde şimdi yeni bir sınav var. 

Ya yerel seçimleri fırsat bilip bu bölünmüşlüğü ortadan kaldıracak ve yaşattığı büyük hayal kırıklığını tamir etmek için olağanüstü bir güçle çalışmaya başlayacak. 
Ya da yerel seçim sonrası artık kaçamayacağı yeni bir olağanüstü kurultay kriziyle karşı karşıya kalacak. 

Bu sırada ülke elden gitmiş kimin umurunda… 

Baksanıza sayın Tezcan’a göre ‘CHP muhalefet olarak kendisini kanıtlamış bir parti’ymiş!

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET