6 Eylül 2018 Perşembe

Gemi’de adil yargı var mı? - İBRAHİM Ö. KABOĞLU

AB reformlarına geri dönme söylem ve eylemleri ile adli yıl açılışı söylem ve eylemleri arasında zamanlama yönünde örtüşme var. Konu bakımından da örtüşme açık: her ikisinde de kilit kavram, “hukuk”.
Önce, haftanın söylemlerinden seçmeler:
Dört bakan, AB yılı diyor,
HSK başkan vekili kıyamet diyor,
Yargıtay Başkanı, A. Brunson’a adalet var diyor.
Külliye tayfası, Türkiye için “gemi” diyor.
Ama kimse, hukuktan ve hukuka dönüşten söz etmiyor.

AB reform eylem grubu
Avrupa Birliği (AB) ile atılım sürecini ileriye taşımak amacıyla kurulan Reform Eylem Grubu üç yıl aradan sonra ilk kez toplandı. Amaç, ilişkileri canlandıracak yol haritasını belirlemek.

Bu adım, Kopenhag Kriterleri’ni hatırlattı. Aday Türkiye, müzakere sürecine başlamak için şu dört gerekliliğe olumlu yanıt vermek için 2000’li yılların başında hayli çaba gösterdi:
Hukuk devletinin gerekleri, insan haklarına saygı, demokratik mekanizmaların işletilmesi, azınlık haklarına saygı ve işleyen bir Pazar ekonomisi.
Ne var ki, ilerleyen yıllarda, kendilerinin Ankara kriterleri adını verdiği uygulamalar öne çıktı ve Türkiye, hukuk zemininden hızla uzaklaştırıldı.

Kıyamet gününü düşünmek
HSK Başkanvekili M. Yılmaz, ‘Adli Yıl’ açılışı için yayınlandığı mesajda şu ifadeleri kullandı: “Unutma; kıyamet günü Allah’ın gölgesinde önce şu kimseler yer alacaktır; hak kendisine sunulduğunda hakkı kabul edenler, kendilerinden istenildiğinde cömertçe harcayanlar ve insanlar arasında hükmettiklerinde kendilerini onların yerine koyup tarafsız hüküm verenler.”(3.9.18).
Önceki TBMM Başkanı İ. Kahraman da, ”laiklik anayasada olmamalıdır” sözleriyle dindar anayasa talebinde bulunmuştu (26 Nisan 2016).
Ben de, dönemin başbakanı huzurunda, “Yaptırımı öbür dünyaya havale etmeyen imam” ihtiyacını dillendirmiştim (İnsan Hakları Danışma Kurulu, 14.7.2003).

Nereden nereye?

Bugün, tam tersine, yargıçların adaleti öbür dünya verilerine göre tecelli ettirmelerini isteyen kişi, üst örgütlerinin başı.

Hukuka saygı duyun!
Hukuka çağrı, adli yılın açılışı vesilesiyle Yargıtay Başkanı Cirit tarafından yapıldı (3.9.18). Kime? Anayasa’nın üstünlüğü ve bağlayıcılığını öngören madde 11’in muhatapları olarak, “yasama, yürütme ve yargı organları”na değil, ABD yönetimine.

“Türkiye’de yargı bağımsız” dediği sırada, Külliye’ye otobüsle taşınan mensuplarına da sesleniyordu. Acaba onlar ne ölçüde bağımsızdı? Bu hak, adli yılı açış gününde bile kendilerine tanınmamıştı.

28 Şubat’ta, yargıçların resmi toplantılara çağrılmasını yirmi yıldır “darbe suçlaması” ile eleştirenler, şimdi, “biz daha iyisini beceririz” diyebiliyor; ama, 28 Şubat’a da darbe demeye devam ediyor.

Öte yandan, OHAL KHK yoluyla “yargısız infaz”a tabi tutulan yüzbini aşkın yurttaş, yargıya erişim hakkından bile yoksun.

Anayasa gemisi ne oldu?
Rahip Brunson vak’ası nedeniyle Trump yönetimi ile Erdoğan yönetimi arasında patlak veren kriz, “iktisadi sefaleti” günışığına çıkardı. Külliye çömezleri, bunu örtbas etmek için, “gemi metaforu”nu yeniden piyasaya sürdüler. Piyasa ekonomisi kurallarına meydan okuyanlar, propaganda piyasasında hayli mahir.

Anayasal düzeni de “gemi metaforu” ile yıktılar.

Çift kanatlı yapısı gerekçe gösterilerek parlamenter rejime son vermek için gemi kaptanı benzetmesi yapıldı.

Devlet yönetimini gemiye benzetenler, şimdi de ülkeyi gemiye benzetmeye başladı.

Türkiye gemi değil
“Tek kaptanlı gemi” ile Devlet’in yönetilemeyeceği ayyuka çıkınca, şimdi “aynı gemideyiz” nakaratı yeniden nüksetti. Bu kez, “Türkiye gemi” oldu; yani eğreti, her an bir kayaya çarparak dağılabilecek veya batabilecek bir gemi.

Aslında hukuken doğru: Türkiye Cumhuriyeti, hukuk devleti tanımında olduğu gibi, artık “hukuk kuralları bütünü” değil.
İktisaden doğru: çünkü, bu yazının yazılma anı ile okunma anı arasındaki zaman diliminde ne kadar fakirleşeceğimiz meçhul.

Toplumu ikiye ayıranlar; hukuku yok edenler; piyasa ekonomisi kuralları yerine kişisel meydan okumaları öne çıkarmada ülke adına sakınca görmüyor.
“Türkiye ülkesi” gemiye benzetilecek derecede tehlikeye atanlar; ama yurtseverleri de gemiye doldurma pişkinliğini elden bırakmıyor.

Ya adil yargı?
Avrupa görüntüsü ile halka moral aşılmaya çalışan Ankara, Türkiye gerçeğini her gün sergiliyor. Adli yılı açış vesilesiyle tanık olunan söylem ve eylemler bunun kanıtı.

Mahkeme kapılarına vurulan “kilitler”, tıka basa dolu hapishaneler, ülke genelinde yaygın adil yargılanma hakkı ihlalleri, keyfi gözaltı ve tutuklanmalar, (…); bunlar yerine, toprak altına-deniz ötesine, Avrupa’ya bakışlar öne çıkıyor…

Yurtseverler, “demokratik hukuk devleti”nin temel harcının “adil yargılanma hakkı” olduğunu çok iyi biliyor. “Gemi kaçakları”na, hukuk devletinin sadece Türkiye’yi değil, bölge devletlerini de kurtarabileceğini onlara anlatmak, insan hakları savunucusu demokratların görevi.

İBRAHİM Ö. KABOĞLU / BİRGÜN

En kral muhabir - NAZIM ALPMAN

Balkanların şirin ülkesi Arnavutluk 1997’de referanduma gitti. Arnavutlar yeniden monarşiye mi dönelim, yoksa demokrasiyle mi idare edilelim arasında seçim yaptılar. Yüzde 66’lık bir çoğunlukla “demokrasi” dediler.

Bu referandum öncesi Arnavutluk’un sürgündeki Kralı Leka Zogo 58 yıl sonra ülkesine döndü. Yüzde 34’lük de bir desteğe sahip olduğunu gördü, mutlu oldu ama artık kral mral istemiyordu Arnavutlar.

Arnavutluk Türkiye ile yakın ilişkiler içinde oldu. Eski bir Osmanlı sancağı olması nedeniyle bu yakınlığın kökleri vardı.

1912’deki Balkan Savaşı’na kadar Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeydi.  1921 Paris Barış Konferansı’ya Osmanlı’dan koptu. 1925’de Cumhuriyet idaresine geçti. Geçmesine geçti ama darbeler, suikastlar gırla gidiyordu.
Genç Türkiye Cumhuriyeti o yıllarda eski vilayetiyle pek ilgilenmiyor, Arnavutluk’a ilişkin haberler bölünmüş ailelerin bireyleri sayesinde Türkiye’ye gelebiliyordu.

1 Eylül 1928’de Arnavutluk’ta bir darbe daha yapıldı, Cumhuriyet feshedilip, monarşiye geçildi ülke bir Kral yönetimine emanet edildi.

O tarihlerde Vakit gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hakkı Tarık Us, gazetenin yazı işleri müdürü olan kardeşi Asım Beyi çağırıyor:
-Vaktiyle İstanbul’da hukuk mektebinde okuyan bir Arnavut çocuğu vardı. Mezun olup memleketine dönerken eline bir muhabir kartı vermiştik. Ondan haber geliyor mu?

Asım Bey, ilk yıllarda bir iki haber geçtiğini söylüyor. Ama son yıllarda hiç sesi soluğu çıkmadığını anlatıyor. Hakkı Tarık sinirleniyor, oturup kendisi sert dilli bir metin yazarak Vakit gazetesinin Arnavutluk muhabirini haşlıyor:
“Eğer gazeteciliğe devam etmek istiyorsan, sana verdiğimiz gazeteci kimliğinin de hakkını vermelisin. Senin ülkende Cumhuriyet yıkılıyor, yerine krallık ilan ediliyor. Senden ne bir ses ne de bir nefes bile gelmiyor. Söyler misin, böylesi gelişmeleri haberleştirip bize yollamazsan ne zaman ve neyi haber yapacaksın?”

Telgraf Arnavutluk muhabirlerinin eline geçiyor, anında da geri bildirimle muhabir kısaca ülkesinin ve kendisinin hali pür melalini bildiren bir telgraf yolluyor:
“Duyduğunuz haberler doğrudur. Arnavutluk Cumhuriyeti lav edildi, Yerine krallık kuruldu. Kral ben oldum!
Tafsilatlı (ayrıntılı) mektup postada…
Saygılar.
Muhabiriniz Ahmet Zogo”

1997’de 58 yıllık sürgünden ülkesine dönen Leka Zogo, Vakit muhabiri Ahmet Zogo’nun 1939’da İtalya’da sürgünde doğan oğlundan başkası değildi.
Eski yıllarda Türkiye’de “basın kralları” yoktu. Sahici krallar bile ancak    “muhabir” kadrosundan istihdam edilebiliyordu!

Nazım Alpman / BİRGÜN

5 Eylül 2018 Çarşamba

Kar yağarken 'it' gibi titreyen süper kahraman olur mu?- SERDAL BAHÇE / SOL

Bu yazıda ekonomi, tarih ve toplumdan biraz uzaklaşalım. Fantazya da en az politika kadar önemlidir. Aslında fantazya alternatif bir geleceğe veya alternatif bir ana açılan politikadır. Sırf bu nedenle sosyalistlerin fantazyayı en az politika kadar önemsemesi gerekir.

Ünlü Esquire dergisi 1965 yılında ABD’nde çeşitli kolejlerde öğrenciler arasında bir anket yaptı ve bu anketin sonuçlarını Eylül ayı sayısında bir sayfada yayınladı. Öğrencilere önemli saydıkları tarihsel ve toplumsal figürler soruldu. Amerikan üniversiteleri hızla 1968 atmosferine doğru yönelmişti ve özellikle radikal öğrenciler Kennedy döneminde başlayan Güney Vietnam’a Amerikan emperyalizminin müdahalesinden oldukça rahatsızdı.  Anket sonuçlarına göre dergi 28 isim belirledi. Sonuçlar çok ilginçti; 28 kişinin içinde Lenin, Bob Dylan, Castro, Malcolm X gibi kanlı canlı isimlerin yanında iki tane de hayali kahraman vardı; Örümcek Adam (Spiderman) ve Hulk. Her ikisi de bugün dünya çizgi roman ve animasyon endüstrisinde küresel bir oligopole dönüşen Marvel şirketinin yarattığı kahramanlardı. Kolej öğrencileri anlaşılan her ikisinde de bir tür karşı çıkış ve devrimci bir nüve görmüşlerdi.


Örümcek Adamı çok uzun yıllar okuyucuyla buluşturan Amazing Spiderman çizgi roman dergisinin bir sayısını hatırlarım. Hikayenin başlangıç sahifesinde New York’a yoğun bir şekilde kar yağmaktadır. Üstelik hava da çok soğuktur. Caddelerde yürüyen New Yorkluları izleyen ve sadece ince bir kostümün sarıp sarmaladığı Örümcek Adam, bir duvara tutunmuş halde, bizim sokak jargonuyla it gibi titremektedir. Kaşkol takma, palto giyinme gibi bir lüksü yoktur; öyle ya iki üç kat giyinen süper kahraman olur mu? Titrerken aslında sokakları koruyan bir süper kahraman olmanın ne kadar zor olduğunu düşünmekte ve Fantastik Dörtlü ya da Demir Adam türünden sokaktaki küçük insanın kaderiyle ilgilenmeyen kalantor süper kahramanların o anda ne yaptıklarını merak etmektedir. Tahminen uğruna bolca para harcadıkları yüksek teknoloji donanımlı sığınaklarında sokaktaki küçük insan için dertlenmek yerine arada bir dünyayı hedefleyen kozmik tehlikeleri beklemektedirler. Onlar en azından birkaç sıklet yukarıdaki süper kahramanlar olarak küçük adamın sorunlarını küçük kahramanlara havale etmişlerdir. Örümcek Adam mı? İt gibi titremektedir.

Peter Parker anne ve babasını çok küçükken kaybetti ve Ben Amcası ve May Halası ile birlikte yaşadı. Ben Amca bildiğimiz işçi sınıfının sıradan ancak namuslu bir üyesiydi. May Hala ise ev kadını idi. Zar zor geçinen ve içinde yaşadıkları evi bile uzun vadeli kredi ile alan bir haneydi Örümcek Adam’ın içinde yaşadığı…Peter ne yakışıklı ne de bol paralıydı, ancak çok zekiydi. Zeki ve çalışkan bir lise öğrencisinin vahşi Amerikan lise sisteminde başına gelen onun başına da geldi ve “inek” olarak damgalandı ve kas gücü veya ekonomik gücü daha gelişkin, ancak kesinlikle zekâ seviyeleri daha geri türdeşleri tarafından sürekli aşağılandı. Gelişmiş araştırmalar yapan bir laboratuvara yapılan sınıf gezisi Parker’ın hayatını kökten değiştirdi; radyoaktif bir örümcek tarafından ısırıldı ve birden bir örümceğin hislerini ve yeteneklerini kazandı (süper kahraman olmanın raconu radyoaktiviteden geçiyordu ya). Ayrıca hayal bile edemeyeceği bir güce kavuştu.  Böylece kimliğini gizleyen her kahraman gibi ikili bir yaşama başlamış oldu. Ancak Parker her ikisinde de biribiriyle ilgili derin ve trajik sorunlar yaşadı. Örneğin onun Örümcek Adam kimliğinin hatasından dolayı Ben Amca cinayete kurban gitti, ve böylece aile çok zor zamanlar geçirmeye başladı. Borçla aldıkları evi kaybettiler. Bu arada Örümcek Adam diğer kalantor süper kahramanların aksine takdirle karşılanmadı, paraya ve şöhrete boğulmadı. Büyük medya patronlarından birinin hışmını üzerine çekti ve onun gazetesinde Örümcek Adam sürekli olarak maskeli bir kötü olarak resmedildi. Böylece büyük sermayeye karşı Örümcek Adam, küçük insanın dostu ve mahallemizin kahramanı Örümcek Adam ortaya çıktı. Polis bile, kendisine yardım ettiği halde, Örümcek Adamı her gördüğünde “alın bunu, alın bunu” moduna giriyordu. Maddi sıkıntılar altında üniversiteye başlayan ve elde ettiği burs sadece harcını karşılamaya yeten Peter serbest fotoğrafçılığa başladı. İkinci kimliği sokaktaki suçlular ve gücünün yettiği ufak tefek süper kötülerle mücadele ederken birinci kimlik onun fotoğraflarını çekti. Feleğin işi olacak, bu fotoğrafları Örümcek Adam’ı sürekli kötüleyen gazete patronuna satmaya başladı. Böylece birinci kimlik ikincisini sermaye haline getirdi.  O küçük insanı ve mahallesini korurken verdiği görüntüleri kendisini kötülesin diye gazeteye vermeye başladı. Çok kötü bir apartman dairesinde yaşıyordu; diğer kalantor süperlerin sahip olduğu hiçbir ayrıcalığa sahip değildi. Meşhur ağını bile evde kendi kendine üretiyordu. Tek bir kostümü vardı, o da harap olduğunda kafasına kese kağıdı geçirerek süper kahramanlığa atılıyordu. Sırf bu maddi olanaksızlıklardan üniversite eğitimine ara vermek zorunda kaldı. Okuduğu bölümde geçici asistanlık yaptı ancak akademisyenlik dünyanın en zengin kapitalist ülkesinde sadece ensesi kalınların çocukları için rezerve edilmiş bir meslekti. Şaşırdınız mı? Quid rides de te fabula narratur (Neden gülüyorsun, anlatılan senin hikayendir, Horace).

Yukarıda bahsedilen nedenlerden olacak, Esquire’a cevaben Örümcek Adam’ın adını zikreden bir öğrenci neden sorusuna “çünkü yoksul, itilip kakılıyor, yani bize benziyor” cevabını vermiştir. Doğru; kalantor süper kahramanlara zerre kadar benzemiyordu. Örneğin Demir Adam gibi uçamıyordu, onunkisi kadar kostümü de yoktu. Onun servetinin yanına bile yaklaşamazdı. Kaptan Amerika gibi bir prestiji de yoktu çünkü Amerikan emperyalizminin küresel oyununa katılmak için pek güçsüzdü. Sahip oldukları genetik mutasyonlar yüzünden toplumdan dışlananların oluşturduğu X Menler gibi kolektif yaşamın güvenli kollarında da yaşamıyordu. Tek başınaydı. Uçamıyordu, yüksek binalara ağ atmak zorundaydı. Bu nedenle sadece ve sadece New York’un süper kahramanı olmak zorundaydı. Çünkü yaşadığı yer Manhattan yüksek gökdelenler konusunda oldukça eli açıktı ancak bu türden yüksek yapılar örneğin kırsalda bulunmuyordu. Bu nedenle Örümcek Adam kentli ve kente bağımlı bir süper kahraman olarak kaldı (AKPli belediyelerin yüksek gayretiyle gökdelen cennetine dönüştürülen İstanbul ve Ankara’nın bazı bölgeleri bu anlamda yeni Örümcek Adamlar için uygun ortamlardır. Örneğin, Çorum, Çankırı veya Bilecik olmasa bile, İstanbul’un Anadolu Yakası veya Ankara’nın Eskişehir yolu girişi yeni Örümcek Adamları çağırmaktadır. Ancak buralarda arabalar tarafından ezilme riski Manhattan’dan biraz daha yüksektir).
Kavga ederken bile espri yapabilen sevimli süper kahramanımız böyle bir kahramandı işte. Geçmiş zaman kipiyle yazmamın bir nedeni var tabi ki. Küresel bir dev haline gelen Marvel Örümcek Adam’ı Amazing Spiderman’ın 700. Sayısında en büyük düşmanlarından birine öldürtüverdi. 

Böylece büyük sermaye Örümcek Adam’dan kurtulduğunu sandı. Ancak Sir Arthur Conan Doyle nasıl öldürdüğü Sherlock Holmes’u okuyucu tepkileri dolayısıyla diriltmek zorunda kaldıysa Marvel de okuyucudan gelen tepkiden dolayı Örümcek Adam’ı, diriltmek zorunda kaldı. Ancak onu hem çizgi roman hem de film dünyasında sulandırarak hayata döndürdü. Yeni haliyle Örümcek Adam yüksek sıklette bulunan ve dünyevi düşmanlar yerine kozmik düşmanlarla kavga eden süper kahramanların getir götür işlerini yapan çocuk gibidir.  Hatta çizgi film serilerinde aslında onu avlamaya çalışan devletin gizli örgütleriyle birlikte çalışmaktadır. 

Böyle diriltileceğine ölü olarak kalsa belki daha iyi olurdu. Mahallemizin süper kahramanına dokunmayın.

Serdal Bahçe / SOL

Kovboylar yetmez, kotu da yasaklayın! - TAYFUN ATAY

Ege’de tatilde denizin ortasında geç haberdar oldum; e-postama “Acil” koduyla BBC World Service’ten gelen mektupla… Gazeteci Beth Timmins, TRT’de uzun yıllardır pazar sabahları yayımlanan “Western”, bizdeki yaygın adlandırma ile kovboy filmlerinin kaldırılması kararı üzerine konuşmak istiyordu önümüzdeki birkaç saat içinde ama ben mektubu okuduğumda çoktan gün dönmüştü. Dolayısıyla bu “fantastik” gelişme üzerine kelam etme fırsatını kaçırmış oldum. 

Sonra İnternet’e göz attığımda kararın nedeni hakkında bir açıklamanın henüz yapılmadığını, ama beklendiğini öğrendim. Tahminler yok değildi tabii. 

Rahip Brunson meselesi sonrası Türkiye-ABD ilişkilerinde yükselen hararet ve karşılıklı restleşmelerle bağlantı kuruluyordu. Bazı gazete ve gazetecilere okur şikâyetleri geldiği de belirtiliyor, “Kaldırın şu Amerikan kovboylarını” diyenlerden dem vuruluyordu. 
Dolayısıyla TRT bu hislere tercüman-mış! Böylece “Western”i gidermiş, Amerika’yı da iyice çökertmiş olduk!..
***

Şu doğru: “Western”, Amerika demektir; bir federal ulus-devlet olarak ABD’nin “kıt-kanaat” tarihi demektir. Dünya çapında yaygınlığı düşünüldüğünde de “Sam Amca”nın kültürel hegemonyasının en etkin hayata geçirildiği popüler “enstrüman” demektir. 
Dünyanın gözünde “Sam Amca”, John Wayne ile ete kemiğe bürünmüştür. 

Tabii daha sinema yokken “Western” vardır. Roman/öykü olarak ilk “Western” kurguları 1800’lerin ilk çeyreğine tarihlenir. Yani “Western” bir gerçek olarak yaşanırken kurgulanmaya da başlanmıştır. Ama esas Amerikan İç Savaşı (1861-65) sonrası “Batı” topraklarının (Mississippi Irmağı’nın batısından Pasifik Okyanusu’na kadar olan alan) yerleşime açılmasıyla patlar “Western”… Kıtanın yerli/otokton halklarıyla (“Kızılderililer”) kanlı mücadeleler sonrasında (ki tarihin gördüğü en büyük katliamdır) kanun-nizam hâkimiyetinin sağlanmasındaki zorluklar sebebiyle silahlı şiddetin hükmünü icra ettiği topraklarda sığır çobanları (“kovboy”lar), kanun kaçakları (“haydut”lar) ve kanun adamları (“şerif”ler) döngüsünde bir “vahşi” mücadeledir süregelen… İşte karşınızda “Vahşi Batı”!..
***

Kuşkusuz “Western”, 20’nci yüzyılda sinema ile yaygınlaştı. 1920, 30 ve 40’ların “Radyo Günleri”nde başlayan “Western” dizileri ise televizyonun başlangıç yılları olan 1950’lerden itibaren ekranlarda boy gösterdi. Bizde de bir döneme (1970’ler) damga vurmuştur (“Bonanza”, “Küçük Ev” unutulur mu?!). 

ABD’nin kuruluş “mitos”u haline gelmiş “Western” popülerleşip evrenselleştikçe farklı ülkelerden katkılar da geldi (Yeşilçam bile kovboylara kayıtsız kalmadı). Özellikle hem çizgi romanda, hem sinemada İtalyan tarzı anlatılar, Amerikalı özgün örneklerden de büyük ilgi ve heyecanla takip edilir oldu. Sinemada bunlar arasından biri, benim favorimdir ve bugün bile nerede denk gelsem seyrine düşmeden duramam: “İyi, Kötü ve Çirkin” (“Il Buono, il bruto, il cattivo”, 1967). Amerikan İç Savaşı sırasında geçen film, müthiş epik ve fantastik bir akış içinde, bir “kaynak” için ortaya çıkan kişisel çatışmaları aynı kaynak uğruna kendini gösteren büyük ölçekli çatışma, savaş ve acılara ustalıkla bağlar. “Para”dır bu kaynak ve onun uğruna bireysel bazda kavga edenler haydut; kolektif bazda kavga edip ölenlerse “kahraman”dır!..

***

Western”, ideolojik anlamda “Amerikan Rüyası”nın tarihsel temele oturtulmasıdır. Amerikalılığın bir numaralı değeri olan bireyciliğin yüceltilmesidir. Geçmişi hepi topu 250 yıldan ibaret bir sosyopolitik varlık olarak ABD’nin kendine tarih ve kuruluş miti inşasında en verimli kaynaktır. 
Nihayet, “WASP” (Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan) ve “erkek”liğin “patlatıldığı”  mecradır. 

Ancak özeleştirel bakışla kotarılmış sayısız “Western” örneği de var. Bunlar arasında da “Kurtlarla Dans” (“Dances with the Wolves”) unutulmazdır benim için. Film, türün sayısız yerli-karşıtı (Kızılderili düşmanı) ürününü topyekûn silkeleyip atan yakıcı bir eleştirellikle “Western-kültü”nü darmadağın eder, içyüzünü ortaya serer.

***

Dolayısıyla “Western”de Beyaz Avrupalı’nın Amerika kıtasının kuzeyinde insanlık adına işlediği tüm suçları meşrulaştıran kurgular kadar, tüm bu suçları teşhir edip o Beyaz’ın yüzüne tüküren örnekleri bulmak da mümkündür.

TRT’nin “Western kuşağı” aslında bu bakımdan iyi bir laboratuvar, bu yapıtları analize tabi tutup “nesneleştirme”ye de imkân alanı olabilirdi (mesela, filmlerin başına uzmanların kısa eleştirel değerlendirmeleri konularak). 

TRT bunu yapmak yerine “Western”i öylesine “özneleştirme”yi tercih etti ki o yüzden ta BBC’den peşimize düşüp bu “önemli” kaldırma kararının sebebini öğrenmeye çalıştılar bizden!.. 


Ne diyeyim, ilk aklıma gelen, Grup Vitamin’in bir dönem (1990’lar) ortalıkta kapı-baca yıkan şarkısı/klipi “Turkish Kovboylar” oldu: “Ooovv ooovv çekilin yoldan Vahşi Batı’dan geliyorlar// Amerikanlar eskidi bunlar Turkish kovboylar…” 
E, bir de ne deniyordu o şarkıda: “Kot kumaştan yapılmıştır kovboyun donu.” 

Belki bu “resmi” karar karşısında söylenecek söz buradan çıkabilir: 

Kotu yasaklamadıklarına dua edin!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Ulaşıma ulaşım ihalesi - ÇİĞDEM TOKER

Açılışı için geriye sayımı başlayan 3. havalimanına ulaşım meselesine yeniden bakma zamanı:
Ulaştırma Bakanlığı, Gayrettepe -3. havalimanı Metro ihalesini 2016 yılı sonunda gerçekleştirdi. Döviz bozdurma şovlarının sürdüğü günlerde, davet yöntemiyle ve Avro üzerinden yapılan ihaleyi 999 milyon 769 bin Avro teklif veren Şenbay-Kolin ortaklığı aldı. O dönem kuru üzerinden 3.5 milyar TL olacağı açıklanan yatırım, bugünkü kurlar üzerinden 7.6 milyar lira.

Ulaştırma Bakanlığı, 3. havalimanı – Halkalı metro ihalesini Şubat 2018’de yaptı. Yine davet yöntemiyle gerçekleştirilen ihaleyi 4 milyar 294 milyon 713 bin TL teklif veren Özgün Yapı-Kolin aldı. 

TL üzerinden yapılan 3. havalimanı-Halkalı metro ihalesini de Avro üzerinden yapılmış gibi bugünkü kura getirdiğimizde yaklaşık 7.2 milyar TL bir yatırım bedeline ulaşıyoruz. Şu haliyle toplam uzunluğu 66 kilometrelik iki hattın yatırımının yaklaşık 15 milyar TL olduğu söylenebilir. Şimdilik.

Bir metre raylı sistem
Kolin İnşaat, vatandaşın 3. havalimanına ulaşımını sağlayacak iki büyük metro hattının ortak müteahhidi olmanın yanısıra, 3. havalimanını yapmakta olan İGA A.Ş’yi oluşturan beş şirketten de biri.

Diğer taraftan 3. havalimanına ulaşımı sağlayacak bu iki büyük metro hattının Kolin dışındaki şirketler Özgün Yapı ile Şenbay İnşaat ise Bayburt Group’a bağlı, yani aynı holdingin şirketleri. 

Bir yandan “dünyanın en büyük” havalimanı yatırımını gerçekleştirirken, bir metrelik bir raylı sistemi hazır edememiş olmak, plansızlık, basiretsizlik değilse nedir?

İETT ihale makamı 
Bakan düzeyinde 2018’de biteceği açıklanmış olan ilk metro hattında işlerin planlandığı gibi gitmeyeceği, herhalde baştan belliydi ki, İETT yarım milyar TL’lik bir otobüsle taşıma ihalesini yapıverdi.

3. havalimanına 10 yıl süreyle, 150 otobüsle 18 hat üzerinden sefer işini; varoluş nedeni bu olan İETT gibi köklü bir kurumun kendisi yapabilecekken, neden ihale makamı haline geldiğinin bir cevabı vardır şüphesiz.

Zamanında bitmeyeceği başından belli 15 milyar TL’lik metro yatırımına karşılık otobüsle taşıma seçeneği zorunluysa, özel taşımacılık şirketlerine kaynak aktarmak mecbur muydu?

Yoksa kamuda tasarruf şarkısının yeniden tedavüle sokulduğu bugünlerde, otobüsle taşıma işini İETT’nin organize edip gerçekleştirmesi daha mı pahalı olurdu? 

Hazine ve Maliye Bakanlığı ile Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı bu sorunun cevabını muhtemelen biliyordur.

Dünyanın en büyük havalimanına ulaşabilmenin, cepleri yakma, kasaları doldurma, enflasyonu fırlatma gibi sonuçlarını hep birlikte yaşayıp göreceğiz.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

SEKA gerçeği, yıllar eskitemeden - ERİNÇ YELDAN



Cumhuriyet Türkiye’sinin öncü sanayi kuruluşlarından biri olan SEKA İzmit İşletmesi’nin, Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun 8 Kasım 2004 tarihli kararı ile bir oldu-bittiye getirilerek ve gerekçesiz olarak kapatılmasına, fabrikanın arazisinin ise belediyeye tahsis edilmesine karar verildi. Ülkemizde ilk modern kâğıt üretimini gerçekleştiren ve bir yandan geniş bir kâğıt ürünleri deseni ile katma değer üreten, diğer yandan da bünyesinde eğittiği ustabaşı, teknisyen ve çıraklar ile bir beşeri sermaye eğitim merkezi konumunda olan bu teknoloji devinin kapatılması ulusal kâğıt sanayiine vurulan ağır bir darbeydi. 

2005’te SEKA Kocaeli fabrikasının da kapatılmasıyla birlikte Türkiye gazete ve kitap kâğıdının yüzde yüzüne yakınını ithal eder duruma geldi. Dolayısıyla, şu anda yaşanan dövizdeki artışın ilk vurduğu sektörlerden biri de basın yayın sektörü oldu.

***

Türkiye 2001 yılına, IMF’nin seminer odalarında hazırladığı ve “ödemeler dengesine parasalcı yaklaşım” fantezilerine dayalı bir istikrar programı ile girmişti. Söz konusu programın 2001 Şubat’ında başarısızlığa uğramasının ardından, önce “hizmet veremeyecek” konumuna sürüklenmiş olan batık bankaların devlet iç borçlanma senetleriyle kurtarılması, daha sonra da aynı yılın temmuz ayında    “takas operasyonu”  ile bankaların tuttuğu iç borçlanma senetlerinin dövize çevrilmesi sayesinde bilançolarındaki döviz açıklarının devlet eliyle düzeltilmesi yoluna gidilmişti. 

Söz konusu politikalar, “finansal sistemin sağlığı açısından gerekli” diye ilan edilerek, her türlü alternatif arayışı yasaklandı ve “IMF giderse kriz gelir” şantajı ile karşılandı. Türkiye’nin sanayisizleştirilmesini ve sosyal devletin tasfiyesini, “finansal sistemin sağlığı” açısından gerekli gören bu program doğrultusunda hazırlanan kamu bütçesi ve yatırım programlarının önceliği sadece ve sadece borç faizi ödenmesine indirgendi. 
SEKA’nın kapatılması kararı, Türkiye’yi uluslararası işbölümü içerisinde düşük katma değerli, emek yoğun teknolojiler üretmekle görevli bir ucuz işgücü deposuna dönüştürmeyi hedefleyen ve ülkemizi bir ucuz ithalat ve finansal spekülasyon cenneti olarak gören neo-liberal projenin bir uzantısıdır. 
Daha somut bir ifadeyle, bu karar Türkiye’nin sanayisizleştirilmesini; sosyal devletin etkinsizleştirilerek tasfiyesini; ve temel kamu hizmetlerini özel sermayenin kâr güdüsü altında ticari bir metaya dönüştürerek, ülkemizi ulusal ve uluslararası sermayenin sömürüsüne açmayı hedefleyen neo-liberal projenin açık bir uygulamasıdır.

***

SEKA kâğıt fabrikasının kapatılması sürecini değerlendirirken 26 Ocak 2005 tarihli “SEKA Gerçeği” başlıklı yazımda şu satırları yazmışım: 
“Ülkemizde özel sektör işletmeleri ile SEKA’nın yatırımları ve ürün niteliklerifarklıdır. Kâğıdın hammaddesi olan selüloz entegre olarak sadece SEKA tesislerinde  üretilmektedir. Selüloz, büyük sermaye yatırımları gerektiren ve dünya piyasalarında yoğun bir rekabetin hüküm sürdüğü bir ürün olduğu için özel sektör tarafından bu alana yatırım yapılmamaktadır. Oysa SEKA geniş bir hammadde çeşitlemesi yapmış durumdadır.” 
“Dolayısıyla, uluslararası kâğıt tekellerinin fiyatlama politikalarına karşı ulusalbir savunma gören SEKA’nın kapatılması ile oluşacak olan açıklar özel sektör tarafından kapatılamayacak ve sektörün dış hammadde bağımlılığı artacaktır. Bu koşullarda ithal kâğıt ürünleri ile baş edemeyecek olan özel sektör üreticileri de ya üretimden çekilecekler ya da yabancı tekellerin taşeronluğuna soyunacaklardır.” 


Dolayısıyla 2018’de ulaştığımız bu durum sadece yerel sermayenin el değiştirmesiyle ilgili değil; aynı zamanda basın yayın özgürlüğünün de susturulması, kısıtlanması, çok sesli demokrasinin, katılımcı demokrasinin maddi olanaklarının çökertilmesi anlamına gelmekteydi. 

Bu ibret verici öykünün devamını yakından yaşıyoruz: yerli ve milli sanayilerin  korunması, dış mihraklar, ekonomik saldırı, vs vs…

Erinç Yeldan / CUMHURİYET

Zaharçenko darbesi - CEYDA KARAN

Suriye ordusunun müttefiklerinin desteğiyle İdlib’deki El Kaide devletçiğinin üzerine yürümesinin eli kulağındayken Rusya sınırının hemen ötesindeki Donbass’ı sarsan suikast belki şoke edici ama şaşırtıcı değil. Donbass’taki iki halk cumhuriyetinden (Donetsk ve Lugansk/DNR-LNR) DNR’nin popüler ve tartışmasız genç lideri Aleksandr Vladimiroviç Zaharçenko geçen cuma düzenlenen bombalı suikastla öldürüldü.

***

Temmuz ayının son 15 gününü geçirdiğim Donbass’tan izlenimlerimi bayramda dört bölümlük dizi olarak yayımlamıştım. 2014’te ‘Meydan’ olarak anılan ‘renkli devrim’, Batı medyası tarafında içindeki İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma Nazi işbirlikçisi Banderistlerin mirasını sahiplenen neo-nazi unsurlar halı altına süpürülerek ‘demokrasi girişimi’ olarak sunulmuştu. Karşısındaki ‘Anti-Meydan’ protestoları ile oluşan DNR ve LNR ise görmezden gelinmişti. Dizide buradaki siyasi, toplumsal ve ekonomik dinamiklerini anlatmaya, sosyolojik yapıya ışık tutmaya çalışmıştım.

***

Donetsk’teyken Zaharçenko ile görüşmek nasip olmadı. Kısmen genç liderin basını önemsememesi, kısmen zaman sorunundan ötürü. Ne kadar sevildiğini, savaş ve yaşanan zorluklara karşılık liderliğinin tartışmasızlığına tanıklık ettim. 
Zaharçenko’nun babası Ukraynalı, annesi Rus. O salt Ukrayna değil SSCB ağır sanayisinin kalbinin attığı ‘Donetsk’in evladıydı’. Elektrik mühendisliği okuyup kömür madenlerinde çalışmış. Orduda görev almış. Sınıfsal köken olarak küçük burjuva. Bölgede saygı duyulan Sovyet mirasına sahip çıkan kuşaktan. Dolayısıyla Kiev’deki sivil darbe onun, halk ordusuna dönüşen gönüllü milislere katılmasına yol açıyor. 2014’ten sonra iki kez yaralanıyor, çok sayıda suikast girişiminden kurtuluyor. Kasım 2014’te Donetsk Sovyet’i (Konsey) tarafından seçildiğinden beri DNR başkanıydı. Geçen sene LNR lideriyle birlikte ‘Malorossiya’yı ilan etse de bunu zamana yaymıştı. Sonuncusu Şubat 2015’te imzalanan iki Minsk anlaşmasında imzası vardı. Kiev, ateşkes ve özel statü sunan bu anlaşmaları hiç uygulamadı.

***

Geride dul bir eş ve dört çocuk bırakan Zaharçenko’nun suikastı Kiev’i sevince boğdu. Suikastın arkasındakileri henüz bilmiyoruz ama neden-sonuç ilişkileriyle tahminde bulunmak mümkün. Son dört senede DNR ve LNR’de sayısız askeri, siyasi lider suikastlarla öldürüldü. Hepsinin baş şüphelisi Ukrayna ordusu istihbaratı ve kontrgerilla. Zaharçenko vakasında da DNR onları suçluyor. Son derece profesyonel hazırlandığı anlaşılan suikasttan ötürü ABD’yi işaret edenler eksik değil. Bunda Washington’ın Kiev’e askeri desteğinin artırmış olmasının rolü büyük.

***

Karşıt cephe ise Moskova’nın Zaharçenko’dan bıktığını, suikastın DNR’deki ‘çetelerin’ işi olabileceğini öne sürüyor. Ortada kanıt yok. Zaharçenko’nun DNR’de sağladığı istikrar, LNR’deki gibi rakip kanat olmamasının yanı sıra Moskova ile uyumu ortadayken niye?.. Aksi akıl yürütmede ise Zaharçenko’nun ölümünün neo-faşistlere direnenlere darbe vurduğu ortada. DNR’yi ve Moskova’yı saldırıya zorlamak hedefi güdülmüş olabilir. Hele de Rusya Suriye/İdlib ile meşgulken yeni bir askeri saldırı hazırlanıyor olabilir...
***

DNR ve LNR klasik ‘ayrılıkçılık vakası’ değil. Bu tarihsel, siyasi, ekonomik ve sosyolojik olarak koca bir yalan. Donbass ahalisi SSCB döneminde 70 sene aynı ülkenin vatandaşları. Hemen hepsi Rusça konuşan bir nüfus. Askeri, siyasi ve insani yardımını reddetmeyen Rusya’nın bölgeye ordu göndermesine gerek yok. Şahsen Donbass’ta daha ziyade Rus ordusunun gelmemesiyle hayal kırıklığı yaşayanlara tanıklık ettim. 
Hal böyleyken Ukrayna yönetiminin ABD’den aldığı askeri desteği, Amerikalı subayların Azov taburu gibi neo-nazilerle iletişimlerini, Kiev’in NATO eşliğinde tatbikatlar düzenlediğini anımsatmalı.
***

Batı 2014’te 2004’te başaramadığı ‘renkli devrim’ hamlesi ile stratejik hata yapmıştı. Donbass’ın direnişi Moskova’ya Kırım’ın federasyona geri dönüşünü getirirken Karadeniz-Akdeniz hattına ‘yolunu açmıştı’. Zaharçenko suikastı üzerinden Moskova’ya kendi siyasi/tarihi/sosyolojik coğrafyasından ne mesaj verilmek istenildiyse, Kızıl Meydan’daki buz gibi duvarlara toslayacağını beklemek yanlış olmaz.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Ekmek bulamıyorsanız zencefilli somonlu şuşi yiyin! - FATİH YAŞLI

Ejder Meyveli Smoothie (Chia tohumu eşliğinde), Efuli (Liçi meyvesi eşliğinde), Aloevera (Starex meyvesi eşliğinde), Orman Meyveli Special, Bahçe Naneli Limonata, Pataşur içerisinde Çerkez Tavuğu, Zencefilli Somonlu Suşi, Tartalet içerisinde Antakya usulü Humus, Susamlı Levrek Simidi, Aydın usulü kuzu çöp şiş...

Bırakın tadını bilmeyi, çoğunun adını bile yeni duyduğumuz bu yiyecek ve içecekler 30 Ağustos’ta Saray’da düzenlenen resepsiyonun menüsünden. Geceye davetli gazetecilerin aktardığına göre Cumhurbaşkanlığı Sosyal Hizmetler Müdürü bu liste için gazetecilere şöyle demiş: “Bunu, ‘Milletin evinden ikram’ gibi bir konsept olarak düşündük.”

“Milletin evi”nin davetlileri arasında “millet”ten pek kimse olduğunu sanmıyoruz, “millet”in bu yiyecek ve içeceklerin adını ve tadını bildiğini de… Ama olsun, Cumhuriyet gazetesi okuru emekli öğretmen Ahmet beye, Ayşe hanıma “elit”, bin odalı saraylarda yaşayıp bunun üzerine ezan, bayrak, Kuran hamasetini örtenlere “milletin adamı” demeye devam edelim. Dillerine Cumhuriyet balolarını, smokini, tuvaleti, vals yapmayı dolayanların nasıl sefahatin, lüksün ve görgüsüzlüğün ete kemiğe bürünmüş temsilcilerine dönüştüklerini hiç mi hiç sorgulamayalım, “aynı gemideyiz” safsatasına inanmaya devam edelim.
                                                           •••

Nedir acaba bu kuş sütü eksik saray sofralarının esbabı mucibesi? Ekonomik kriz bu kadar alenileşmişken, yoksulluk, işsizlik, hayat pahalılığı alıp başını gitmişken, bu sofraların, bu ihtişamın, bu lüksün halkın gözüne gözüne sokulmasının ve üstelik bundan çekinilmemesinin nedeni nedir?

Kurdukları rejimin sembolünün saray olmasının tesadüf olmadığını, o sarayın cumhuriyet idaresinin değil, monarşi hevesinin, saltanat özleminin yansıması olarak inşa edildiğini görürsek, bunu fark edersek, sorunun yanıtını verebiliriz sanıyorum.

Sahiden de kendilerini yeni bir rejimin -bir cumhuriyet rejiminin değil ama- adı konulmamış bir monarşinin kurucusu olarak görüyorlar, kendilerini Osmanoğulları hanedanıyla özdeşleştiriyorlar, kendilerinin “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olduğuna inanıyorlar. İşte bu yüzden ülkeyi Saray’dan ve bir hanedan misali ailecek, damatlarla, dünürlerle, veliahtlarla yönetiyorlar. İşte bu yüzden o ihtişamlı sofraları kuruyorlar. İşte bu yüzden itibardan tasarruf etmiyorlar.

Abuk subuk Osmanlı dizileriyle beyinleri süngere çevrilmiş, gösteriş ve lüksün bir devletin gücünü gösterdiğinde inanan, “cihan devleti” olmayı böyle bir şey sanan, yurttaş olmaktan çıkarılıp tebaaya dönüştürülmüş, o sofralara oturması, o kapılardan girmesi imkânsız milyonlar da bu saltanat piyesini, bu Osmanlı karikatürünü güçle özdeşleşerek ve güce taparak, keyifle, hazla izlemeye devam ediyorlar. Asla parçası olamayacakları bir fantezi evrenine bu tapınmayla, bu keyifle dâhil olmaya çalışıyorlar.

                                                            •••

Hayaller “cihan devleti” ama ya gerçekler? Gerçekler 21. Yüzyılda ve başta başkentin hemen dibinde olmak üzere ülkenin çeşitli yerlerinde, yedikleri kurban etinden şarbon hastalığına kapılan insanlar, karantinaya alınan köyler, imha edilen hayvanlar… Tıpkı başka bir sürü şeyde olduğu gibi, şarbonda da bize sunulan fantezi evreninin hakikat duvarına toslaması, bütün o saltanat, hanedan, monarşi hayallerinin tuzla buz olması var, yeni rejimin hakikatinin bizzat kendisi var.

Ne mi o hakikat? Türkiye hayvancılığını bitirme ve dışarıdan et ithaline bağımlı hale gelme, denetimsizlik, tedbirsizlik, sırf siyasi ilişkileri ayakta tutmak için yapılan ticaret, halk sağlığını önemsememe, tek bir kişinin dahi sorumluluk alıp istifa etmemesi…

Ne mi o hakikat? Saray’da bir tek kuş sütünün eksik olduğu sofralar kurulurken halka şarbonlu etlerin reva görülmesi ve buna “vatandaş ete doydu, balığa yöneldi” şeklinde haberlerin yapılabildiği bir haysiyetsizliğin eşlik etmesi, ar ve hayâ duygularının yitirilmesi, kurumların, medyanın, düzenin baştan aşağı çürük et misali kokması…
                                                         •••

Saray’ın menüsüyle enflasyondaki patlamanın aynı günlere denk geldiği, birilerinin zencefilli somonlu suşi yerken birilerinin şarbonlu et yediği zamanlardan geçiyoruz; ihtişamla sefaletin, akıl almaz bir zenginlikle akıl almaz bir yoksulluğun iç içe geçtiği zamanlardan… 
Tüm bu çürümeye ise korkunç bir sessizlik eşlik ediyor, felç edilmiş bir toplum her şeyi sessizce ve biraz da “inceldiği yerden kopsun” hissiyle izliyor. Bu sessizliğin bitmesine, bir sese, yan yana gelen ağızların “yeter artık” diyen bir sesi yükseltmesine ihtiyacımız var. 

Sustukça çürümeye, çürük et gibi kokmaya devam edeceğiz çünkü.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Reagan’ın ‘özgürlük savaşçısı” öldü-MUSTAFA K. ERDEMOL

Daha önce de birkaç kez öldüğü yolunda dedikodular çıkmıştı ama bu kez söylenti değil, gerçekten öldü. Afganistan’da Taliban içindeki savaşçı grupların en güçlülerinden biri olan Hakkani Şebekesi’nin kurucusu Celaleddin Hakkani’den söz ediyorum.

Solcu Afgan hükümetinin yapılan ikili anlaşmalar çerçevesinde ülkeye davet ettiği Sovyetler Birliği askerlerine karşı ABD tarafından silahlandırılan mücahitler arasında en dikkat çekici olanlarındandı bu zat. Eski ABD Başkanı Ronald Reagan “özgürlük savaşçısı” diye tanımlardı bunu.

“Özgürlük”ten ne anladığı Sovyetler Afganistan’dan çekildikten yıllar sonra bile ABD’ye sadık kalmasından belliydi. Bu “özgürlük savaşçısı” ancak 2012 yılında ABD tarafından “terörist” olarak ilan edilmişti. O tarihe kadar ABD’nin bir hayli memnun kaldığı “İslamcılardan”dı. Hatta ABD medyasında Taliban’ın kız öğrencilere okul yasağına karşı çıktığı için “ılımlı” mücahit lideri olarak övüldü de. Daha tuhafı yine ABD medyasında bu adamdan “ılımlı solcu” diye söz edilmesiydi.

Öyle yandaşlarının ifade ettiği gibi, gençliğinde Pakistan’da gittiği dini okulun en çalışkan öğrencisi olmasına rağmen alim falan değildi, başarısı en çok askeri alanda görülmüştür. Bu yanıyla Taliban içindeki en savaşkan grup olarak bilinir adını taşıyan Hakkani grubu.

1947’de Güneydoğu Afganistan’ın Khosteyaletine egemen olan güçlü Zardrankabilesine mensuptu. El Kaide kurucusu Usame bin Ladin’in de yakın arkadaşıydı. 12 çocuklu Hakkani, Parkinson hastalığından muzdaripti. 1970’lerin başlarında Afganistan’a bir medrese açmak için döndüğünde dönemin Afganistan Kralı Zahir Şah’a karşı bir darbe girişiminde rol aldığı da söylenir. 1996’da Taliban’la karşılaşıncaya kadar grubuyla tek başına hareket etmişti. 80’lerde, ABD Afganistan’ın solcu hükümetine karşı bir ayaklanma örgütlediğinde hem ABD’nin hem de Pakistan gizli servisi ISI’nın dikkatini çekti. Grubu ABD’den en çok silah, para alan gruptu. Hatta CIA’nın basına da yansıyan raporlarında “bavulla para verilen” liderler arasında “iyi olanlardan biri” olarak tanımlanıyordu Hakkani.
Sovyetler Birliği’nin Afganistan’dan çekilmesinden sonra kurulan Taliban hükümetinde kısa bir süre Adalet Bakanı olarak görev yaptı. Kendi ifadesiyle “hükümet içindeki çekişmelerden bıkarak” doğduğu yer olan Khost’a döndü.

Dünyanın en korkunç istihbarat örgütlerinden biri olan Pakistan İstihbarat Servisi ISIile de yakın ilişkileri olduğu biliniyordu Hakkani’nin. ISI tarafından Hindistan ile Pakistan arasında kriz nedeni olan Keşmir’de provokatif birçok eylemden de sorumluydu.

1998 yılının Ağustos ayında, ABD savaş uçakları Bin Ladin’i öldürmek için başarısız bir girişimde bulunduklarında Hakkani’nin de karargahını vurdu. Çok sayıda adamını, önemli komutanlarını bu saldırıda kaybetti.

En uğursuz “işi” Afganistan’a intihar eylemini getirmesidir. Afganistan’ı istikrarsızlaştıran cihatçı örgütlerin kendi aralarındaki çatışmalarında bu adamın da parmağı vardı. Bu “özgürlük savaşçısı” ülkesinin büyük güçler karşısında direncini kıran iç iktidar savaşlarında belirleyici rol de oynamıştı. İşgal edilmiş bir ülkede, yabancı güçlerin kovulmasından önce şeriatın hayata geçirilmesini prensip edinen onlarca cihatçı liderden biriydi. Afganistan’ın büyük talihsizliklerinden biri de bu adamın varlığıdır.

Bu talihsiz ülke, çatışan mollalar ile dış güçlerin savaş alanı olmuş bir ülkedir. Hem dinin hem de yabancı güçlerin ağır baskısı altında yaşamak durumunda olan Afganistan halkının mahvına katkıda bulunanlardan biriydi.
Afganistan Hakkani’ye hakkını helal etmeyecek.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Yalanlar dolarlarla - KAAN SEZYUM

Nefis bir ortam olduk. Herkes yalancı. Herkes hırsız, herkes üçkağıtçı, herkes bilgisiz, herkes kaba, herkes her şeyi hak ettiğini düşünüyor.

Herkes mağdur, herkes haklı, herkes sinirli, herkes haklı.
Herkes cahil, herkes çılgın, herkes dünyanın en güzeli, herkes bitkin.
Herkes sahtekar, herkes saygısız, herkes kızgın, herkes üzgün.

Peki neden böyle oldu. Neden böyle insanlara dönüştük. Neden böyle kural tanımaz, kaba saba, ahlaksız, üçkağıtçı, kendisinden başka kimseyi düşünmeyen bir hale geldik?

Bu bir sonuç tabii ki, bir şeylerin sonucu. İnsanlar artık hayatta kalmak için giderek toplumsal kurallardan, kibarlıktan, insanlıktan uzaklaşıyor. Çünkü gerek yok, gerek.

Kibar olup da ne yapacaksın? Sıranı kaptırırsın. Gir yandan kuyruğa, kayna, kimse bi şey de demiyor. Millet beklediğiyle kalıyor. Bu işler vizyon ister vizyon.
Ülke mi yönetiyorsun? Takma kafana. Yokuş aşağı bırak. Bi şey bakanı mısın? Bi şeyden anlaman gerekmiyor. Laf söyle, ipe diz. Nasıl olsa bu halk anlamıyor, salla gitsin. Nasıl olsa unutuluyor.

Banka mısın? Gece gece kafana göre saçmala. Sonra da çık ‘Ya yok bi şey yeaaa, kuzenim yapmış’ de. Kimsenin umurunda değil. Bakan mısın, bakmaz mısın? Kimsenin hiçbir şey umurunda değil. İnsanlar aç aç. Hayatta kalmak istiyor herkes.

Mesela yurt dışında ülkelerin ambargo kararını delmiş bir bankan var. ‘Bence bize ceza vermezler’ diyebilirsin bakan olarak. Bi şey bilmen ya da anlaman gerekmiyor. En değerli şey senin ve senin gibilerin fikirleri çünkü.

Bir ülkeyi protesto ederken o ülkenin parasını yakıyorsun. Ne kadar akıl dolu bir hareket. Sen günden güne fakirleş, yularını tutanlar ise semirsin. Bu işler böyle. Köleliğe çoktan köle olmuş millet. Vur sırtına kırbacı. ‘Ah ne de güzel vuruyor’ diyorlar. Gülme, valla da öyle.

Ülkenin para birimi tepetaklak olmuş, her gün ülkedeki herkes (Oda oda doları, avrosu olan dışında) her dakika fakirleşiyor, çık ‘Geçer bunlar bi şey olmaz’ de... Diyebiliyorsun çünkü. Ne de güzel dedin, bravo sana.

Bence de hiçbir şey olmaz. Çünkü bence böyle... Kimsenin bir şey bilmesine gerek yok, ben her şeyi biliyorum hepimizin yerine. Tarkan şarkısı gibi... Birisi şarkıyı mırıldanıyor, sonra herkes tekrar ediyor. Pop müzik buna denir, reklam cingılı gibi. Kafaya takılsın da ne olursa olsun.

Kim ne derse desin en akıllısı sensin, başkaları var ya ah o başkaları hep seni kıskanıyor. Neyini kıskanıyorlar onu da bilemiyorum. Konuşamazsın, akılcı düşünceden uzak durursun olur biter. Kimse sallamıyor kimseyi. Sen ne dersen öyle olsun, battık ama millet bizi kıskanıyor.


Yükselen duvarlar değil, alçalan biziz. Böyle de devam etmeliyiz. Dibi görüp ne yapacaksak artık? Ülke kendi kağıdını bakliyatını bile üretemiyor ama herkes bizi kıskanıyor. F-35 vermezlerse vermesinler, F-36 yaparız, F-37 yaparız nedir yani? Yani bunu neden düşünemedik ki?

Zamanında bize ‘Kendi kendine yeten ülkelerden biri’ olduğumuz öğretilirdi. Demek ki o öğretmenler hep yalan söylemiş... Biz kim kendimize yetmek kim? Biz sadece bizi kıskananlara yeteriz. Birimiz hepinize bedel ama parası neyse de satın alabiliyorlar hepimizi. Nasıl olacak bu iş? Yerli ve milli dediğin şey palavracılıksa, AliExpress’ten anakart alıp ‘İlk yerli ve milli anakartı yaptım’ deyip keriz silkelemekse, böyle bir şablonda keriz sayısı kaç milyon eder?
Hepimiz kerizlenmeye hazırsak başlayalım lütfen.

Kaan Sezyum / BİRGÜN

4 Eylül 2018 Salı

Dişleri sökülmüş muhalefet - OĞUZ OYAN

Başlığı, Cumhuriyet’in değerli yazarı Güray Öz’ün son yazısının başlığından ilham alarak oluşturdum. (Bkz. “Dişleri Sökülmüş Eleştiri”, 2 Eylül 2018 tarihli Cumhuriyet Gazetesi). Öz ne diyor? Bize sunulan ‘dar alanda politika yapmakla yetinme konforu’ ile ‘alanı biraz daha genişletme ricası’ kol kola mı girdi? (…) Şimdilik görünen, ‘ricanın’ AB üzerinden denendiğidir. (…) Bir başka ‘ricacı eğilim’ ise farklı bir karakter gösteren ekonomik bunalım üzerinden ilerliyor. Bu ricacılar kendilerini iktidarın yerine koyarak, derin, pek içten bir ‘empati’ duygusuyla hareket ediyorlar. İktidarın bakış açısıyla krize çözüm arıyor, karşılığında ‘meşruiyet içinde birlikte yaşama’ umuyorlar. İkisi de bizi dişsiz bırakmak isteyenlerin amaçlarına uygun, siyaset dışı tutumlardır. (…) Solun krize karşı mücadele silahları, yöntemleri ise sistemin dışına çıkmayı öngörür.”

Sevgili Güray Öz’ün muhalefet açısından “eleştirel konumun” ne durumda olduğunu ve ne olması gerektiğini çok özlü biçimde özetlediği yazısının iki paragrafını buraya aktardık. Eleştirisi Türkiye’de Meclis içi muhalefette, özellikle de ana muhalefet partisinde cisimleşen muhalefet tarzınadır.

CHP’nin muhalefet biçimine itiraz edenler kuşkusuz Parti içinde de vardır. Bunlardan küçük bir bölümü G. Öz’ün baktığı yerden bakarlar. Sosyalist eğilimli olanlar da bu çerçeve içine alınabilir. Daha geniş bir kesim ise, Parti’de bir yönetim sorunu olduğunu ve yönetimin değişmesiyle yeni bir ivme yakalanacağını düşünürler. Bu yaygın düşünce aslında D. Baykal döneminde de geçerliydi; ama salt yönetimdeki yüzlerin değişiminin 3-4 puan oy artışından başka bir şey getirmediği geçen sekiz yılda öğrenilmiş olmalıydı. 

Ama öğrenilmemiştir ve M. İnce üzerinden aynı hayaller (şimdi biraz aşınmış olsa da) körüklenmiştir. Kolay ve hızlı çözüm arayışları hep revaçtadır. Bunun bir nedeni de –ki önemli bir bölümü açısından masum görülebilir- bir iktidar açlığıdır. Önceki iki grupla da kesişen bir başka yaygın eleştirel konum, CHP’nin gerek adaylaştırma süreçlerinde, gerek teşkilat yapısında, gerekse Aydınlanma ilkelerinin (Parti’nin temel ilkelerinin) sahiplenilmesinde, ödüncü/teslimiyetçi bir sağa kayış içinde olduğunu dile getirenlerin konumudur. Ama bunlardan M. İnce’ye destek verenler açısından çelişkili bir durum ortaya çıkabilecektir, çünkü bu alanda Kılıçdaroğlu ile İnce’nin farklılıkları iyice inceliyor gibidir.

Bir başka küçük grup, CHP’nin sosyal demokrat olamadığı için başarısız olduğunu, etkin muhalefet yapamadığını ileri sürenlerden oluşur. Bu kesim açısından, Avrupa sosyal demokrasisi hâlâ sol bir referans olarak sunulabilir özelliktedir. Oysa sınıf siyasetinden artık öcü görmüş gibi kaçan ve genellikle kimlik/çevre/insan hakları politikalarına sıkışarak bunların üzerinden “ilericilik” oyununu sürdürmeye çalışan Avrupa’nın sosyal demokrat partileri, genellikle büyük bir çöküntü veya aşınma süreci içine girmişlerdir. Ama ne gam, bizdeki “sosyal-demokrasi” sevdalıları yücelttikleri şeyin peşini bir türlü bırakmak istemezler ve Türkiye koşullarıyla uyumunu bile sorgulamazlar. Kurtuluş savaşı içinde doğmuş, emperyalizmin kanlı yüzüyle sıcak savaş koşullarında karşılaşmış bir partinin, aydınlanma devrimini başlatmış bir hareketin geleneklerini tevarüs etmesi gerekenlerin, kapitalist/emperyalist sistemin yönetim kademelerini kapmak için yarışan Avrupa sosyal demokratlarıyla ne gibi bir yakınlıkları olabileceğinin yanıtını bulmak kolay değildir. Ha, haklarını da yemeyelim, bizdekiler sınıf siyasetine de biraz yer açmayı terennüm ederler.

Bu arada CHP’nin iz bırakmış genel başkanlarının “sosyal-demokrasi” kavramını kendi partileri için kullanmaktan bilinçli olarak imtina ettiklerini de not edelim. İsmet İnönü, siyasi jargona soktuğu “ortanın solu” terimini “sosyal-demokrasi” ile eş anlamlı kullanmamıştır. B. Ecevit de, “ortanın solu” terimini kullandıktan sonra “demokratik sol” terimini benimsemiştir. D. Baykal’ın da CHP için “sosyal demokrat” bir parti tanımını yaptığı görülmemiştir. Yeni CHP’nin program metnini yazanların bu terimi araya sıkıştırmaları bu bağlamda çok anlamlı değildir. Siyasetin içinden gelmeyen Erdal İnönü ise bu terimi benimsemiştir ama bu, bir bakıma, “aslan sosyal demokratlar” deyişinin pek ötesine geçmemiştir. SHP kurucularının bazıları açısından önemli bir kavram ve hedef olarak amaçlanmış olsa dahi, Parti’nin iç dengeleri bu hareketin önünü açmamıştır. DYP ile yaşanan koalisyon pratiği de esasen SHP adına bir “sol iktidar” yanılsaması içinde bulunanların ayaklarını yere değdirmiştir.

2010 sonrasında iktidara gelen K. Kılıçdaroğlu’nun bu kavrama daha fazla yer verdiği görülmektedir. Aslında bu, neoliberal sistem içinde kalmak dışında hedefi olmayan bir yönetim açısından çok uyumsuz olmayabilir. Ama bir çevre ülkesinde bağımlı olunan merkez ülkelerinin sistem tarafından teslim alınmış sosyal-demokrasi ideolojisinin benimsenmesi gene de bir çarpıklığı/şaşkınlığı içerir. Bu arada, Türkiye’de siyasal İslamcı iktidarla ilişkilerde benimsenen, bu iktidarı meşrulaştırıcı, onunla uzlaşmacı ve laiklik gibi Aydınlanma ilkeleri bakımından teslimiyetçi tutumlar bakımından Aydınlanmacı kökleri olan Avrupa sosyal demokrasisinin dahi gerisinde kalındığını da eklememiz gerekir.

                                                                  ***
CHP’nin politikalarının eleştirisinden bağımsız olarak şu da söylenebilir: 16 yıldır siyasal İslamcı hareketçe temsil edilen sağ siyasetin iktidardaki ezici konumu, devleti bütünüyle ele geçirmiş olması ve yeni bir rejim inşa etmekte oluşu gibi nedenlerle CHP de bugüne kadar yüzde 25’ler civarında bir oy ağırlığını korumakta başarılı olmuştur. AKP tehdidi, CHP açısından bir vazgeçilmezlik ve bölünemezlik formülüne dönüştüğü gibi kendisi dışında bir sosyalist hareketin kitleselleşmesini de önlemiştir. Aralarında adeta simbiyotik bir ilişki doğmuştur. AKP ile CHP’nin belki de birlikte varlığı nesnel olarak bunu başarmıştır.

Ama şimdi artık bütün bunların sorgulanacağı yeni bir döneme giriliyor olabilir. Rejim değişimine gözlerini kapayarak kaçak güreşmenin, “dişsiz” ve içeriksiz muhalefetin ömrünü tamamlamak üzere olduğu sonucuna varılabilir.

Oğuz Oyan / SOL