12 Eylül 2018 Çarşamba

‘Peki şimdi nereye?’ - MİNE SÖĞÜT

Lübnanlı yönetmen Nadine Labaki’nin muhteşem filminin ismidir “Peki şimdi 
nereye?” 

Olay Müslümanlarla Hıristiyanların bir arada yaşadığı küçücük bir köyde geçer.
İç savaş yeniden hareketlenmiştir ve iki grubun arasındaki çatışmalar köyün çok yakınlarına kadar gelmiştir. 
Yıllar içinde bu savaşa devamlı kurban vermiş kadınlar yeniden oğullarını ve kocalarını kaybetmemek için savaşın alevlendiği haberini köye sokmama, her an birbirlerine düşman olmaya hazır erkeklere duyurmama kararı alırlar. 
Zaten zor ve geç gelen gazeteleri ortadan kaldırırlar. 
Büyük güçlüklerle çeken tek televizyonun anten bağlantılarını parçalarlar. 
Savaşa dair tüm kışkırtıcı haberlerin önünü keserler. 
Erkeklerin kafasını dağıtmak için eğlenceli bir dalavere tertiplerler. 
Bu uğraşta en büyük destekçileri köyün imamı ve papazıdır. 
İkisi de camiye ve kiliseye yapılan saldırıları canhıraş örtbas ederler. 
Kadınlar ve din adamları... 
Köyün erkekleri buram buram tüten kan kokusunu alıp birbirlerine yeniden düşman kesilmesin diye... 
Savaş çıkmasın diye.... 
Savaş çıksa bile kimse gitmesin diye... 
Artık kimse ölmesin diye... 
Trajikomik bir hikâyenin içinde insanlık tarihini kökünden değiştirebilecek bir bakış açısının soylu, akıllı, vicdanlı, fedakâr ve mantıklı dilini kurarlar. 

“Ama” demeden tüm düşmanlıklardan vazgeçtiğimiz anda gerçek bir barış inşa edilebileceğini çarpıcı bir hikâyeyle anlatan o filmi seyredin. 

O filmin bir gün tüm dünyada ilkokul çağındaki çocuklara ders olarak izlettirileceği günleri düşleyin.
 
Çiçek çocukların fazla iyimser ve dolayısıyla imkânsız gibi kodlanan ama aslında çok karamsar bir gerçeklikten çıkıp baş koyulması gereken en etkili yolu işaret ettiği için mümkün olması elzem sloganını tekrar hatırlayın. 

“Savaş çıkmış ve kimse gitmemiş”. 

Bugün bu sloganı ya da o filmde idealize edilen muhteşem aklı ve sağduyuyu bir fantezi olarak küçümseyen aklın gerçekleştirdiği dünyaya, onun bir cehennem olduğu gerçeğiyle yüzleşmediğiniz için dayanabildiğinizi fark ettiğiniz her seferde iş işten geçmiş oluyor. 

Çocuk cesetlerini kucağınıza alıyorsunuz ve yıkılan şehirler ve iktidarlar yeni ekonomilerle yeniden kurulurken birbirinize soruyorsunuz: 
“Bu savaşın kazananı kim?” 

Ve cevabı bulamadan aynı çarkın içine tekrar giriyor yeni bir savaşa doğru yelken açıyorsunuz. 

Savaş çıktığında savaşa gitmemeyi aklınız almıyor. 
Savaşın hiç çıkmamasını aynı aklınız hiç almıyor. 
O yüzden evde, işte, devlette irili ufaklı her türlü şiddete katlanabiliyorsunuz. 
Ve her türlü çatışmayı doğal sanıyorsunuz. Hemen tarafınızı seçiyorsunuz. 
Bu arada hayata dair anlamlı ya da önemli ne varsa elinizden kayıp gidiyor. İktidarlar arası çekişmelere o kadar aşılısınız ki bu süreçte yaşanan kayıpların hesaplarını asla dönüp iktidarlardan sormak aklınıza bile gelmiyor.
 
Gelelim sadede. 

Okuduğunuz şu gazetede ezelden beri birbiriyle savaşan liberaller ve Atatürkçüler ya da liboşlar ve Kemalist faşistler ya da FETÖ’cüler ve saray darbecileri ya da kötüler ve iyiler ya da iyiler ve kötüler var sanıyorsunuz ya... 

Aslında hiçbiri yok. 

Sadece ezberlenmiş ve genetik hafızayla zamanlardan zamanlara aktarılmış tehlikeli bir iktidar aklı ve kutsal kitaplarla mühürlenmiş bir Habil, Kâbil masalı var. 

Bir de... 

Hani yediğiniz kuzuyla sevdiğiniz kuzu arasında inatla kurmadığınız bir bağ var ya, sevdiğiniz Cumhuriyet’le yediğiniz Cumhuriyet arasında da inatla kurmadığınız bir bağ var. 

Bir gün o bağ kurulduğunda her şey değişecek... Hem de temelden değişecek.

***

Filmin başında, köydeki Müslümanların ölülerini aynı mezarlıkta bir tarafa gömdüklerini, Hıristiyanların diğer tarafa gömdüklerini anlarız. 

Filmin sonundaysa, tüm köy halkı sırtlarında savaşta ölmüş Müslüman bir gencin tabutu, aynı mezarlığa gelirler ve birbirlerine bakarak sorarlar. 

“Peki şimdi nereye?” 

Biz maalesef filmin hep ama hep başındayız.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Prof. Dr. Boratav: Ekonomi politikaları duvara tosladı - Mustafa Çakır

Büyümenin yavaşladığı ülke için Prof. Dr. Korkut Boratav’dan ekonomi yönetimine eleştiri geldi. İktidarın ekonomi propagandasının duvara tosladığını belirten Boratav, gelecek yılın zor geçeceğinin altını çizdi.


İktisatçı Prof. Dr. Korkut Boratav , ekonomide “durma ve küçülme” döneminin geldiğine dikkat çekerek, “Önce sıfır büyümeye sonra da küçülmeye geceçek ekonomi. Şu anda sıfır büyüme içindeyiz zaten” dedi.

Seçim ekonomisinin krize sürüklediğine işaret eden Boratav, dış kırılganlığı son derece artmış bir ekonomide talep genişleyici politikaların “duvara toslamasının” kaçınılmaz olduğunu vurguladı. Boratav, iktidarın büyük progapanda kampanyalarına vesile olan büyüme tempolarının da artık tarihe gömüldüğünü belirtti. Boratav, emekçilerin de haklarını savunmak zorunda olduklarını anlatarak gündemi ilişkin değeğerlendirmeler yaptı.

İkinci çeyrek büyümesi 5.2 oldu bu ne anlama geliyor?
- Genel bir sorun var. Genel problemler arızalı olarak sisteme yerleşti. Şimdi bu yeni yöntemde yapılan hesaplama aslında diğer belirtilerle tutarlı. Sadece sanayide küçülme sinyalleri henüz istatistiklere yansımadı. Diğer sektörlerde de küçülme sinyalleri kuvvetle belirdi ama hepsi hazirandan sonra yoğunlaşıyor. Dolayısıyla bu 5.2’lik büyüme oranı eski ivmenin devamıdır. Yani önce parasal yani kredi, sonra da kamu maliyesinin pompalaması ekonomiyi hazirana kadar güçlükler içinde ileriye sürükledi. Şimdi artık durma ve küçülme dönemi geldi. Önce sıfır büyümeye sonra da küçülmeye geceçek ekonomi.

Duvara tosladı

Artan işsizlik , yüksek enflasyon , cari açık ve döviz kuru. Ekonomi bu noktaya nasıl geldi?
- AKP hükümetinin birikmiş neoliberal politikalarının nihai yansıması olarak ekonomiaşırı kırılgan hale geldi. Seçim ekonomisi koşulları da kriz ortamına sürükledi. Yani dış kırılganlığı son derece artmış bir ekonomide, talep genişleyici politikaların bir duvara toslaması kaçınılmazdır. İşte bu toslamayı yaşıyoruz şimdi. Dışarıdan gelen sermaye akımları geriye döndü veya çok yavaşladı. Ekonomiyi küçülten ana çerçeve bunlar.

Yukarıda belirsizlik ve kararsızlık var

Ekonomideki kriz daha ne kadar devam eder ? Kolay çıkılabilir mi?

- Genellikle 12 ay filan küçülme normaldir. Böyle ortamlarda geçmişte 12 ay civarında küçüldü Türkiye ekonomisi bu tür dönemlerde... Ondan sonra da durgunluk. Yani ekonomide iktidarın büyük propaganda kampanyalarına vesile olan büyüme tempoları artık tarihe gömüldü.

Ekonomide 2019 nasıl geçecek? 
- 2019’un kötü geçeceği aşağı yukarı belli oldu.

 Gelecek hafta işsizlik rakamları açıklanacak. Beklentiniz nedir?
- Artacak tabii, artacak. Biraz gecikmeyle oluyor bunlar. Artık yayınlanacak istihdam istatistikleri de istihdamın yavaşladığını ve işsizliğin arttığını gösterecek.

Daha önceki açıklamalarınızda ‘IMF programı da gündeme gelebilir’ demiştiniz. Hâlâ aynı fikirde misiniz?
- IMF programı IMF ile anlaşma yapılarak da olur yapılmayarak da olur. O programın ana unsurları parasal ve mali daralma ve dış borçların güvenceye alınması. Bu çerçevede hükümet bu baskının cenderesi içindedir. Alternatif dış kaynaklara ulaşacağı da çok şüphelidir. Hiçbir şey yapmaz ise küçülme sertleşecek. Yukarıda belirsizlik, kararsızlık ve tereddüt hali var.

Emekçiler haklarını savunmalı

Ekonomideki krizden en fazla etkilenenlerin başında emekçiler geliyor. Emekçiler ne yapacak? 

- Emekçiler kendilerini savunmak zorunda örgütlü olarak... Sendikalara, meslek odalarına, sol partilere ve çevrelere; emekçilerin kendi haklarını korumak için örgütlenme çabası gündemdedir. Bunların görevi, yaptıkları da budur zaten.

Türkiye’de işçilerde sendikalaşma oranı çok düşük bu konuda ne diyorsunuz?
- Olsun. Olduğu kadar yapacaklar. Veyahut örgütsüz emekçilerin örgütlenmesi öncelik taşıyacak. Yani savunmak zorunda kendisini.

Mustafa Çakır / CUMHURİYET

“Cumhuriyet olayı”: Liberaller, Atatürkçüler, sosyalistler - FATİH YAŞLI

Cumhuriyet gazetesinde yaşananların hararetli bir şekilde konuşulduğu şu günlerde henüz geçen yıl Nuray Mert üzerinden yapılan tartışmayı kaç kişi hatırlıyordur acaba? Ne olmuştu hemen hatırlayalım. Mert önce evrim teorisine karşı, ayetle başlayan bir yazı yazmış, ardından da başka bir yazısında müftü nikâhı uygulamasını savunmuştu. Mert’e verilen tepki yoğun oldu ve gazeteye veda etmek zorunda kaldı. Peki bu sert tepkinin nedeni neydi, Mert bu yazıları örneğin Yeni Şafak’ta yazsa, “bizim mahalle” buna bu kadar sert tepki verir miydi?

Elbette ki hayır. Mert’e verilen tepkinin esas nedeni yazıyı Cumhuriyet’te yazmış olmasıydı. Çünkü Cumhuriyet (o fikri beğenelim ya da beğenmeyelim) bir “fikir gazetesi”ydi, bir geleneği, geçmişten gelen bir yayın çizgisi vardı ve bu yazılar esas olarak o geleneğin, çizginin dışındaydı. Bir yazar, bir fikir gazetesinde, belli bir dünya görüşünün taşıyıcılığını üstlenen bir gazetede yazıyorsa, daha baştan o görüşün anti-tezi olan fikirleri savunmamaya dair sessiz bir söz vermiş demekti. Cumhuriyet de Kemalizm’in ve ondan feyz alan bir laiklik ve aydınlanmacılık anlayışının temsilcisiydi. Dolayısıyla Mert’in Cumhuriyet’te yazmaması gerekiyordu. Nitekim öyle de oldu, gazeteye veda etti.
                                                            •••

Bir süredir Cumhuriyet’te yazan ve Türkiye’de sol liberalizmin merkez mecrası Birikim dergisiyle ismi özdeşleşen yazarlardan biri olan Ahmet İnsel, yönetim değişikliğinden “Cumhuriyet’in fethedilmesi” diye bahsediyor. Şimdi şöyle bir akıl yürütmede bulunalım. Bir grup “Atatürkçü” ya da Birikim’in kırk yıllık yayın çizgisinden uzak birileri Birikim’i birtakım yöntemlerle ele geçirmiş ve dergiyi de başka bir şeye çevirmiş olsun. Bir süre sonra da İnsel ve arkadaşları yine birtakım yöntemlere başvurarak dergilerini bu operasyondan kurtarsınlar ve diğer elemanları dergiden göndersinler. Böylesi bir durumda kim Birikim’i içeriden fethetmiş olurdu? Derginin yayın çizgisini değiştirmek isteyenler mi, yoksa İnsel ve arkadaşları mı?

Elbette ki birinciler ve tam da bu nedenle Cumhuriyet’in ele geçirilmesi ya da fethedilmesinden söz edilecekse, bunu yapanlar yönetimi tekrar alan eski ekip değil –ki birazdan onlar üzerine de bir şeyler söyleyeceğiz- tam da Can Dündar’la birlikte gazeteye gelen ve çoğunluğunu T 24 adlı haber sitesi yazarlarının oluşturduğu liberal ekiptir. Çünkü Cumhuriyet de tıpkı Birikim gibi belli bir geleneğin, dünya görüşünün, adını koyalım Kemalizm’in gazetesidir ve tam da bu nedenle nasıl ki İnsel ve arkadaşları geleneksel olarak Birikim’in “asli sahipleri” ise tekrar yönetimi alan ekip de tarihsel olarak Cumhuriyet’in “asli sahipleri”dir. Dolayısıyla Cumhuriyet’te nasıl ki Mert’in yazması abesse, örneğin İnsel’in ya da Aslı Aydıntaşbaş’ın ve diğer liberallerin yazması o kadar abestir.
                                                            •••

Cumhuriyet’teki kavga, basit bir gazete sahipliği kavgasının ötesinde ideolojik bir kavgadır. Tek tek kişiler ya da onların davranışları, ahlakdışı birtakım yöntemlere başvurulması vs. bunlar ancak bu ideolojik kavganın yansımaları ve daha az önemli parçaları olarak görülebilir. Tarafların kimler oldukları ise nettir. Bir tarafta açıkça liberaller/liberal solcular vardır, öte yanda ise Atatürkçüler/Kemalistler/sol-Kemalistler bulunmaktadır. Taraflarla geçici ittifaklar kurmuş ya da yan yana gelmiş tek tek isimlerden söz etmek mümkünse de, saflaşma böyledir. Bunun sonucunda çok değerli gazeteci arkadaşlarımızın işine son verilmiş olması ya da istifa etmeleri ise saflaşmanın ne üzerinden yaşandığı gerçeğini değiştirmez, o arkadaşlarımız maalesef bu saflaşmanın mağdurları olmuşlardır ve eminim ki işlerinin haklarını vermeye devam edecekleri yeni mecralar bulacaklardır.

                                                           •••

Gazeteye geleneksel çizginin sahip olması iktidar partisini sevindirmiş midir? Liberallere kıyasla bu isimleri ehven-i şer olarak görüyor ve “antiemperyalizm masalı”nı Atatürkçü kitlelere benimsetmekte bu ekibin daha işe yarar olduğunu düşünüyor olabilirler. Yönetimi tekrar alan ekipteki kimi isimlerin, benim “ikinci yetmez ama evetçilik” diye adlandırdığım şekilde buna teşne olduğu da söylenebilir. Öte yandan tüm bunlar iktidarın gazeteye yönelik doğrudan bir operasyonu mudur? Hiç sanmıyorum. Tarihsel çizginin ve geleneğin mekanizmalarının ağır bastığını söylemek daha mümkün görünmektedir. Peki gazete iktidar çizgisinde mi yayın yapacaktır? Bu sorunun yanıtı için de henüz erkendir. Az önce söylediğim üzere “antiemperyalizm masalı” üzerinden tıpkı Aydınlıkçılar gibi bir tutum alabilirler, ancak öte yandan gazeteyi Kemalist bir muhalif çizgiye oturtmaları ihtimali de vardır ve bunu zaman gösterecektir.

                                                            •••

Türkiye’de sosyalist sol güçlenmediği sürece, dönem dönem iktidarla iş tutmakla sabıkalı bu iki çizgi, muhalifler arasındaki tartışma ve saflaşmalara damgasını vurmaya devam edecektir. Sosyalistlerin Cumhuriyet’teki yönetim değişikliğine sevinmesini gerektiren bir durum yoktur, öte yandan liberallerin arkasından ağıt yakmayı gerektiren bir durum da söz konusu değildir. Sosyalistler kendi işlerine bakmalı, güçlü bir özne, güçlü bir aktör olma çabasında yoğunlaşmalıdır.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

"Başkan"ın makalesi... - AHMET TAKAN

R. Erdoğan, 73. Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu çalışmalarına katılmak üzere 23-27 Eylül 2018 tarihleri arasında ABD'ye gidecek. Erdoğan, Kırgızistan dönüşünde uçakta kabin ekibi gazetecilere 25 Eylül'de New York'taki BM Genel Kurulu'nda ABD Başkanı Donald Trump ile görüşme konusunda talep gelmediğini, kendisinin de özel bir talepte bulunmayacağını açıklamıştı. Kapı arkası diplomasisi ile her yolu deneyen fakat Amerikalıların kendisine olan kızgınlığını bir türlü gideremeyen Erdoğan, "Dünya Esed'i durdurmalı" başlığı ile Wall Street Journal gazetesine makale yazmış. Bu gazetenin bir özelliği de finans çevrelerinde çok etkili olması...

O yazının analizine geçmeden önce 10 Eylül tarihinde, Erdoğan'ın danışman ve metin yazarlarından biri olan Aydın Ünal'ın "İdlib ve Srebrenica" başlıklı yazısından bazı bölümlere dikkatinizi çekeceğim.

" * İdlib'deki manzara Srebrenica'ya benziyor; inşallah İdlib'in akıbeti Srebrenica gibi olmaz.

* İdlib, Esed'in eline öyle ya da böyle geçecek.
* Şunu da görmemiz gerekiyor: İdlib, Türkiye için bu aşamadan itibaren sadece insani bir mesele olmaktan ibarettir. Türkiye'nin buradaki kazanımı, sivillerin korunması ve tahliyesi olacaktır. İdlib, öyle görünüyor ki, Esed yönetiminin kontrolüne girecek, Esed Suriye'deki iç savaşta hâkimiyetini daha da güçlendirmiş olacaktır.
* Rusya, İran ve Esed, Suriye'nin kuzeyi için ABD ile savaşacaklar mı, yoksa burada bir PKK terör devletine göz yumup anlaşacaklar mı?
* İdlib sonrası savaş bitip taraflar anlaşsalar da, çatışmaya devam da etseler, Türkiye için önümüzdeki süreçte çok zor denklemler kurulacak.

* Türkiye, ya İran ve Rusya ile birlikte 'Esed lehine' ABD ve NATO'ya karşı savaşacak, ya da sınırının ötesinde ABD eliyle, İran ve Rusya desteğiyle bir PKK terör devletinin kurulmasını izlemek zorunda kalacak.

Kansız olsun da, İdlib'in düşmesi çok sorun değil; yeter ki son kale Türkiye düşmesin..."
Evet!. Saray danışmanı yazar, Suriye politikasının iflasını bu şekilde acı acı itiraf ediyor.

                                                                          ***

Erdoğan'ın baştan sonra mağdura yattığı Wall Street Journal'daki makalesini satır satır yorumlamayacağım. Erdoğan'ın BM Genel Kurulu'ndaki konuşmasının provası sayılacak bu yazı, içine düşülen çaresizliğe ayna tutuyor. Kısa alıntılarla devam edelim;
" * Suriye halkının acısını hafifletmek için olağanüstü çaba gösteren Türkiye, bugün yaklaşık 3.5 milyon mülteciye, yani diğer ülkelerin tamamından daha fazla kişiye, ev sahipliği yapmaktadır.
* Suriye halkını, Beşşar Esed'in insafına terk edemeyiz. Rejimin İdlib'e yönelik taarruzunun amacı, gerçekten terörle mücadele etmek değil, gelişigüzel saldırılarla muhalifleri ortadan kaldırmak olacaktır. Bu rejim saldırısı, aynı zamanda Türkiye, Avrupa'nın geri kalanı ve ötesi için ciddi insani riskler ve güvenlik riskleri oluşturacaktır.
* Bugüne kadar kimyasal saldırılara odaklanan ABD, bu keyfî ölüm hiyerarşisini reddetmesi gerekmektedir. Zira konvansiyonel silahlar, çok daha fazla ölüme sebebiyet vermiştir. Ancak yaşanacak katliamı durdurma sorumluluğu, yalnızca Batı'ya ait değildir. Astana Süreci'ndeki ortaklarımız Rusya ve İran da insani bir felaketi önlemekle yükümlüdür."

Buna benzer bir konuşma BM Genel Kurulu'nda alıcı bulabilir!.. Gittiği her zirvede, diplomatik kanalların varını yoğunu Trump ile 2 dakika baş başa fotoğraf vermek için seferber eden Erdoğan, bu yazı ile önceden "bana bir fırsat daha verin", " ilişkilerimizi düzeltmek için az bir yer açsanız bu da bana yeter" mesajları veriyor. "Moskova ve Tahran'a yüzümü döndüm ama Washington'a tekrar dönebilmek için bakın elimden geleni yapıyorum" diyor. Bir yandan da BM'de ilgiyi üzerine çekmek için mağduriyetin yanı sıra insan hakları savunuculuğuna oynuyor. En azından, Suriye'nin işgali için çapulcu peşmergeleri, Türk topraklarından PKK/YPG'ye yardım etmesi için geçirdiğinin unutulduğunu zannederek. Erdoğan, Putin'in kendisinden El-Nusra'nın Halep'i terk etmesi için rica ettiğini açıkladığını, "arkadaşlarımıza gerekli tavsiyeyi verdik" dediğini sonra bu teröristlerin İdlib'e yerleştiğini de unuttu herhalde!..

Kral çıplak!..
Tam 16 yıl boyunca iç politikada her türlü mağduriyet politika ve oyunları denendi ve başarılı olundu. Dış politika ise "heyt", "hüyt" ve kesilen raconlarla yürütülmeye çalışıldı. Ve deniz bitti... Duvara tosladık!.. Şimdi, dış politikada kabadayılık stratejisinden dönüş yapılmaya çalışılıyor mağdura yatılarak. İçeride pekala yutturulur da dışarıda yer mi?
Sanmıyorum...
Aydın Ünal'ın dediği gibi, Türkiye bir PKK terör devletinin kurulmasını izlemek zorunda mı  kalacak?...
Başka fedakârlıklarda da bulunabilir miyiz?..
Erdoğan, etkin finans çevrelerinin yakından takip ettiği Wall Street Journal'a neden yazdı?.. Yoksa bu ayrıntıya mı takıldınız?..
Tekrar Halkbank için pazarlık masasına oturma zorlamaları olabilir mi?..
Sakın ha!.. Bana, hapiste yatan Hakan Atilla'nın takası için demeyin. Adamcağız -hafızam beni yanıltmıyorsa- 1 yıllık hapis cezasını tamamlayıp Türkiye'ye dönecek.
Tahran'da canlı yayında gerçekleşen rezaletin ardından bu 2 makalenin izdüşümlerine dikkatlice bakın.

Hatay'ın kaybedilme riskini yazdığım için bana söven okur kılıklı troller... Size de söylüyorum!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

11 Eylül 2018 Salı

Allende! Burada! - ÖMÜR ŞAHİN KEYİF

Bugün, Şili’de sosyalist hükümetin CIA destekli darbeyle devrilmesinin 45. yıldönümü. Allende’nin öldürülmesi sonrası 17 yıl süren tarihin en karanlık dönemlerinden biri başlamıştı.

Güney Amerika ülkesi Şili’de seçimle başa gelen sosyalist hükümet, 45 yıl önce bugün CIA destekli bir darbeyle devrildi. 1970 seçimlerinde Unidad Popular (Halk Birliği) adlı koalisyonla seçimi kazanan Devlet Başkanı Salvador Allende, bombardıman altındaki başkanlık sarayı La Moneda’da 11 Eylül 1973’te hayatını kaybetti. Dönemin ABD Başkanı Richard Nixon ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry Kissenger’ın çabalarıyla tezgâhlanan darbe sonrası Şili, 17 yıl, ABD destekli diktatörlüğe mahkûm edildi.

11 Eylül Salı, 1973, Santiago… Devlet Başkanı Salvador Allende ölmeden hemen önce, vericileri bombalanmakta olan Magallanes Radyosu’ndan halka şöyle sesleniyordu: “Yaşadıklarımızdan ders çıkartmanızı diliyorum: Yabancı sermaye, emperyalizm, gericilikle birlikte silahlı kuvvetlerimizin kendi geleneğini bozmasına varan koşulları hazırladılar.” Şili’de yabancı sermaye, emperyalizm ve gericiliğin ortaklığı, ABD’nin emperyalist dış politikasındaki sürekilik nedeniyle, bugün de önemli bir ders niteliğinde.

ABD ne istiyordu?
ABD’nin Sovyetler Birliği’ni bahane ederek körüklediği komünizm korkusunun temelinde, arka bahçesi olarak gördüğü Latin Amerika’daki doğal kaynakların ve iş gücünün kendi sermayesinin hizmetinde olduğundan emin olma arzusu yatıyordu. Şili ekonomisini büyük Amerikan şirketleri kontrol ediyordu ve bunun sürekliliği için ABD, CIA üzerinden, 1960’lardan beri sağcı iktidarları destekliyordu.

Şili’de aktif ABD şirketleri, telekominikasyon ve enerji alanındaki IT&T, madencilik alanındaki Anaconda ve Kennecott’tu. IT&T’nin daha sonra, Allende’ye karşı CIA’le işbirliği ortaya çıkacaktı.

1970 seçimlerinde Unidad Popular koalisyonu altında Salvador Allende, Devlet Başkanı seçildi. Şili’de tüm bu şirketleri karşılıksız kamulaştırma ve tarım alanlarının yeniden dağılımına dair sözler veren bu solcu iktidar, ABD sermayesinin kârını tehlikeye atacaktı. ABD’nin amacı Şili’yi kendi sermayesine açmaktı. Şili Drdusu da buna hizmet edecekti.

“Ekonomiyi bağırtın” talimatı
Allende’nin seçilmesi sonrası, Ulusal Güvenlik Danışmanı Kissinger’ın ABD Başkanı Nixon’a yazdığı bir not, bu amacı net şekilde ortaya koyuyordu. Kissenger’a göre tehlikede olan sadece milyarlarca dolarlık ABD yatırımı değildi. “Eğer Şili’deki kaynakların yeniden dağılımı konusunda başarılı olursa, diğer ülkeler de aynı şeyi yapar” diyordu. ‘Tehlike’ büyüktü. Ertesi gün Nixon, Ulusal Güvenlik Konseyi’ne politikalarının Allende’yi devirmek olduğunu söyleyecekti. Nixon, CIA’e “ekonomiyi bağırtın” talimatını verdi.

Nixon’un talimatı üzerine, CIA Şilili iş çevrelerini ekonomik yıkım programı sürdürmelerini sağladı. Sağcı muhalefet ve sermaye iş birliği içinde çalıştı, hükümet karşıtı grevler örgütlendi, CIA’in fonladığı muhalefet partileri sokaklarda eylemler yaptı.

Sağcı eylemler
Walden Bello, 1972’de Santiago’da bu eylemleri izleyenlerden biriydi. The Nation’daki makalesinde gösterileri şöyle anlattı: “Büyük çoğunlukla beyaz, sağcı olan kalabalıkların yüzerine baktım, İtalya ve Almanya sokaklarını ele geçiren faşist ve Nazi eylemlerindeki aynı öfkeli yüzleri hayal ettim. Röportaj yaptığım sağcıların çoğu Hıristiyan Demokratlardı, hemen hemen hepsi sola düşmanlık konusunda sabit fikirliydi.”

**

Diktatör Pinochet’ye ABD’den para aktı
11 Eylül 1973’te General Pinochet liderliğindeki ordu, yönetimi ele geçirdi. Darbeden sonra Kissenger, Nixon’la ilk telefon konuşmasında, darbe için “mümkün olduğu kadar iyi şekilde koşulların yaratıldığını” söyleyecekti.
Darbenin ardından Pinochet’e ABD’nin “yakın işbirliği isteğine” dair bir not iletildi. Pinochet hiç vakit kaybetmeden, ABD’nin istediği adımları attı ve ülkeyi ABD sermayesine, Chicago Boys’un (Chicago Üniversitesi’nde eğitim gören, serbest pazarı savunan bir grup Şilili ekonomist) emrine açtı.

James Petras, 2006 tarihli makalesinde olanları şöyle anlattı: “Washington gücünü yeniden kurdu, büyük mülk sahiplerini ve dış politikadaki hâkimiyetini olumsuz etkileyen kanun ve politikaları tersine döndürdü. (Latin Amerika’daki) Tüm yeni diktatörlükler, milliyetçileri, sosyalistleri, demokratları ve popüler muhalefeti bastırmak karşılığında, ABD hükümetinden büyük fon aldılar. Dünya Bankası ve IMF kredilerinden de kolayca yararlanan bu ülkelerde büyük borç döngüleri böylece başlatılmış oldu. Her bir rejim; Küba ve Bağlantısızlar Hareketi’yle ilişkisini kesti, tüm uluslararası forumlarda ABD’yle hizalandı. Askeri rejimler, ekonomiyi özelleştirme, işçiler lehine yasaları feshetme, toprak paylaşımı programlarını tersine çevirme, yerel pazar için üretime karşılık serbest pazar ithalata dayalı büyüme yoluna girdi…”

**

Allende’nin kuzeni anlatıyor…
Salvador Allende, iktidara geldiği gibi, yönetimi emekçi kitlelerden yana programlara yönlendirmiş; ABD’nin sahip olduğu bakır madenleri kamulaştırma, tarım reformu, çocuklara süt dağıtma programı, asgari ücretin yükseltilmesi gibi adımlar atmıştı.

Faşist darbe, tüm bu politikaları tersine çevirdi. Darbenin hemen ardından solculara yönelik operasyonlar başlatıldı, ölüm karavanları, Allende yanlısı mahalleleri dolaşarak sosyalistleri infaz etti. Binlerce kişi toplama kamplarına gönderildi, işkence tezgâhlarından geçti, kaybedildi. Ülke sessizliğe gömülmüştü…

Büyük Şair Pablo Neruda, darbeden yalnızca 12 gün sonra hayatını kaybetti. 25 Eylül’de kaldırılan cenazesinde en çok hissedilenlerden biri bu büyük sessizlikti. Salvador Allende’nin kuzeni Yazar Isabel Allende de oradaydı. 

Yıllar sonra katıldığı bir söyleşide o günü anlatacaktı:
“Cenazeye çok az kişi katılabildi. Onun partisinden kişiler (Komünist Parti), solcular, arkadaşları ya tutaklanmıştı ya da bir yerde saklanıyorlardı. İsveç Büyükelçisi oradaydı… Uzun siyah bir pardösünün içinde çok uzun bir adam… Ellerinde otomatik silahlarıyla askerler, mezarlığa kadar giden yol boyunca dizilmişlerdi… Büyükelçi’nin pardösüsüne tutunup arkasında durdum, kimse onu vurmaz diye düşündüm…

Başlangıçta cenaze korteji sessizdi. Sonra bir noktada, çevredeki bir inşaattan işçilerin haykırışı duyuldu: Yoldaş Pablo Neruda! Herkes karşılık verdi; Burada!
Sonra başka biri bağırdı; Yoldaş Salvador Allende! Burada!”

ÖMÜR ŞAHİN KEYİF / BİRGÜN


Sultan Hamit Havalimanı - ORHAN GÖKDEMİR

1912 yılında askeri havalimanı olarak kuruldu. 1944 yılında uluslararası havalimanına dönüştürülmesine karar verildi. Beş yıl sonra yapımına başlandı,1953’te tamamlandı, aynı yıl hizmete açıldı. İhtiyaca göre zaman zaman genişletildi ve bugünkü halini aldı. Biz Yeşilköy Havalimanı olarak biliyorduk. 1985’te darbeci-faşist Kenan Paşa ve avenesi adını “Atatürk” olarak değiştirmeye karar verdi, değiştirdiler. Uzun süre yeni ada alışamadığımızı hatırlıyorum. Adından dolayı değil, o adı veren Kenan Evren’den dolayı. Sonra Yeşilköy unutuldu, Atatürk yerleşti. 

Fakat sağa sola “Atatürk” adını koyan çetenin onu tamamen kapatmaya hazırlandığını, Cumhuriyetin yıkılması için zemin oluşturduğunu bilmiyorduk. Şimdi biliyoruz; Cumhuriyetin yıkıldığı tarih, Yeşilköy’ün “Atatürk” olduğu tarihtir. 

Hakkını teslim etmeli, sarkık bıyıklı padişah sevdası veya gündüz gözüyle Osmanlı düşü görme saplantısı AKP ile başlamış değil. O tuhaf âdemlerin fotoğrafları 12 Eylül’den bu yana okullarda arzı endam ediyor. Tarihi, “Anadoluculuk”un yerine “Orta Asyalı kökler” tezinin geçirilmesi ile başladı. Demek ki 1950’li yıllardan bu yana biraz padişahçıyız. Hatırlıyorum, 12 Eylül’ün sıcağında, öğrenciliğimiz zamanında yeni icat ettikleri YÖK marifetiyle bizim üniversiteyi başka bazı üniversitelerle birleştirip Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi yapmaya kalkıştılar. Henüz cumhuriyet ayaktaydı, yapamadılar. Şimdiki Marmara Üniversitesidir. 

Geldik bugüne. “Atatürk” Havalimanı iki ay sonra kapatılıyor. Yerini Kuzey Ormanları çöle çevrilerek ve deniz doldurularak yapılan yeni havalimanı alacak. Proje büyük: Leyleklerin yuvasını yıktılar, göletleri doldurdular, içindeki mandaları sürdüler, kıyısındaki ağaçları kesip bir kenara yığdılar. Ve asıl önemlisi inşası için onlarca işçiyi göz göre göre öldürdüler. Güzelim Karadeniz kıyısı şimdi bir Arap çölü kıvamında. Yani her şeyiyle tam bir AKP icadıyla karşı karşıyayız. Zaten AKP’den başka suçu üstlenen de yok. Yeşilköy’e emeği geçen mimarların adları belleğimizde. Mesela Hayati Tabanlıoğlu, hem Yeşilköy’ün hem de şimdi yıkık Atatürk Kültür Merkezi’nin mimarlarındandır. Ama üçüncüsünü yapan mimar kim, bilmiyoruz. Belki bir saray projesidir, Yiğit Bulut çizmiştir, kim ne diyebilir?

                                                                 ***

Bu vesileyle Yeşilköy’ün ikinci ismi olan Atatürk de silinmiş olacak. Yandaş muhbirlerden gelen bilgilere göre yenisinin isminin “Abdülhamit Han Havalimanı” olması düşünülüyor. Kısa Türkiye tarihidir bu. Atatürk’ü sildin mi, altından Abdülhamit çıkar. 
Büyük bir Atatürk silme faaliyetinin sonuncusudur. Sırf bu sebeple onlarca stat yıkılmış, kültür merkezleri, spor salonları nahak yere heba edilmiştir. Çünkü AKP kurmayları ülkeye beton döke döke Osmanlıya ulaşacaklarına kesin inanç beslemektedir. İstanbul’da aldığı şekli biliyorsunuz. Sultan Osman’dan geçip, Sultan Selim’e varıyorsun. İkisinden de sağ salim geçmeye yetecek Doların varsa Sultan Hamit’in kapısındasın. Sultan Uber’e ödemeyi yaptın mı, yallah havaya!

“Atatürk” ne oldu diye soracak olursan, hatırlatayım; Cumhuriyet yıkıldığından aradığınız kişiye ulaşılamamaktadır.
                                                                  ***

İyi de, kim bu Selim? Şah İsmail korkusundan kendi halkına katliam yapmış bir gözü kara. Osman kim? Nevzuhur torunlarının Müslüman sandığı pagan bir aşiret reisi. Osman değil adı, Otman. Onun için Batılılar “Ottoman” diyor. Kim Hamit? Doğan Avcıoğlu’nun deyişiyle, kompradorların eline esir düşmüş zavallı bir ülkenin baş kompradoru. 
Bu kompradorlar iktidarının başında Saray ve Hamit bulunmaktadır. Muhafazakâr sanılmasına karşın tam bir Tanzimat şahsiyetidir. Gecelerini Tarabya’daki malikânesinde Belçikalı tuhafiyeci kız Flora Cordier ile geçirmekte, gündüzleri büyük bir şirketin genel müdürü olan İngiliz komşusu Mr. Thomson’a yarenlik etmektedir. Borsa oyunlarına meraklıdır. En yakın ahbapları Rum Bankacı Zarifi ve Ermeni borsa simsarı Assani’dir. Dostu olduğu Zarifi daha sonra Yunan işgal güçlerinin finansmanını üstlenecektir. Hırslıdır, uyanıktır. Tahta geçince padişahlık mallarının dışında muazzam bir kişisel servet edinmiştir. Tahtan indirilince İttihatcılar devlet ihtiyaçlarında kullanmak üzere servetini ele geçirmeye çalışmışlar, Yıldız Sarayı’nın mahzeninde saklı on bir torba altın bulabilmişlerdir sadece. Bu onun için devede kulaktır. Saraydan ayrılırken unuttuğu bir defter sayesinde servetinin büyük kısmını yabancı bankalarda tuttuğunu öğrenmişlerdir. Çakma halife, sıkıştığında dini kullanmaya kalkışan tartışmalı bir Pan-islamisttir. Bizim hürriyet mücadelesi tarihimiz onun kompradorlar düzeni ile mücadele tarihidir. 

                                                                 ***

Mücadele anayasal düzen kavgasıyla başlar. Ona zorla kabul ettirdiğimiz ilk anayasımızda, Kanun-u Esasi, Namık Kemal’in ve Mithat Paşanın emeği, teri, gözyaşı vardır. Mithat, Sultan Abdülaziz’i tahttan indirme planları kurulurken kendini oyunun ortasında bulmuş, vurmuş, vuruşmuştur. Namık Kemal sürgündedir, Yeni Osmanlılar paramparçadır. O şartlarda bile Abdülaziz’i bir darbeyle indirmeyi başardılar, Murat’ı oturttular. Namık Kemal o sayede Kıbrıs’taki sürgünlükten kurtuldu. 

Fakat V. Murat delinin tekiydi. İndirdiler, “meşrutiyetçi” Hamit’e yol böyle açıldı. 1876’da Kanun-i Esasi’nin kabulüyle Meşrutiyet ilan edildi. Fakat bir yıl dolmadan anayasa Hamit’in marifetiyle rafa kaldırıldı. Anayasa kahramanlarımıza yeniden sürgün yolu görünmüştü. 

Anayasa ve meclis böylece doğmadan boğulmuş oluyordu. O meclis zaten halk iradesinden doğmamıştı, yasama gücü yoktu. İşlevsiz ve gereksiz bir hale getirilmişti. Hamit bir fiskeyle onu kaldırıp attı, bütün gücü kendi eline aldı. Meclisin yerine bir dizi özel danışma komiteleri oluşturdu. Bu danışma komiteleri siyasal, dinsel, askeri sorunlarda ona danışmanlık yapıyorlardı. Sonra geniş bir bürokrasi ağı kurdu. Artık yönetmek için gereken tek şey güçlü bir sopaydı. Alaşağı edilene kadar o sapaya dayanarak ayakta kalmayı başardı. 1908’deki düşüşü de sopanın elinden çekilip alınması ile mümkün oldu. O gün ilan edilen anaya da Namık Kemal’in ve Mithat paşanın anayasasıdır.

Tartışmanın esası budur. Onlar Hamit’in yanındadır, biz Mithat Paşanın. Onların vatanı saraydır, bizimki Namık Kemal. Onlar tek adama tapar, biz Cumhuriyete…

                                                                  ***

Adları almak kolay taşımak zordur. Yazdım sanırsın, bir de bakmışsın halk gelip silmiş. Hem sen zorla yapmışsan, başkası gelip neden zorla yıkmasın, yol hep açıktır. Yıkmayacaksak eğer, değiştiririz. “Atatürk” şart değil, adını Mithat Paşa veya Namık Kemal Koyarız. İlki ilk anayasamızın mimarı, ikincisi vatan şairidir; Doğru yere uçurur…
Hem zaten mesele bu değildir, mesele esir düşmüş, betona boğulmuş toprakları yeniden vatan yapmaktır… 

Orhan Gökdemir / SOL

Dolara meydan okumak meşru mudur? - HAYRİ KOZANOĞLU

Doların egemenliğini sorgulamak da, farklı arayışlara girmek de meşru adımlardır. Ne var ki, TL yüzde 40 değer yitirmişken bu cengâverlikler dünya kamuoyunda ancak tebessümle karşılanır.


İzlemişsinizdir, geçen hafta Cumhurbaşkanı Erdoğan Kırgızistan ziyareti sırasında, “Aramızda yerli ve milli parayı kullanmak suretiyle dolar egemenliğine yavaş yavaş son vermek gerekiyor” dedi. İstatistikler, Türkiye-Kırgızistan arasında yıllık ticaret hacminin 487 milyon dolar olduğunu gösteriyor. Halı, ziynet eşyası vb. satarken pamuk, kuru baklagiller filan alıyoruz.

2017 rakamları küresel mal ticaretinin 17.2 trilyon dolara yükseldiğine işaret ediyor. Bunun anlamı, dünyada yapılan her 35 bin 296 dolarlık ticaretin sadece 1 dolarının Türk-Kırgız hattında gerçekleşmesi… Önüne 500 milyar dolar ihracat hedefi koyup, 2017’de ancak 157 milyar doları yakalamış bir ülkeden söz ediyoruz. Üstelik Türkiye GSMH’sinin yüzde 6,1’i kadar cari açık veriyor, bu performansla The Economist dergisinin radarı altında tuttuğu 42 ekonominin en sorunlusu... Kırgızistan’dan yükselen heyheylenmeler bu bağlamda ister istemez Cervantes’in ölümsüz kahramanını hatırlatıyor.

Dolara karşı yeni yönelimler
Bu tablodan yola çıkarak yapılacak vahim bir hata, doların egemenliğini mutlak kabul etmek olur. Zaten geçen yıl birincilik basamağından 2100 milyar dolarlık ihracata imza atan Çin, Şanghay Enerji Borsası’nda yuan (renminbi) üzerinden bir sözleşmeyi dolaşıma sokarak petrodolar tekeline meydan okuyor.
Bilindiği gibi, 1971’de Bretton Woods sisteminin çökmesi, doların altına bağlılığının iptaliyle birlikte dünya rezerv sisteminin geleceği tartışılmaya başlanmıştı. OPEC hareketinin yükselmesine paralel Washington’ın Suudi Arabistan’la tüm petrol satışlarının dolarla fiyatlanması, petrodolarların da uluslararası finansal sistemde dolaşıma sokulması, özellikle ABD hazine bonolarına yönelmesi konusunda mutabakata varmışlardı. Böylece dolar tahtını korumuştu.

O gün bugün dünyanın bir numaralı emtiası petrol dolar üzerinden fiyatlanır. Saddam Hüseyin’in, Muammer Kaddafi`nin akıbetlerinde petrolü avro veya başka para cinslerinden fiyatlama teşebbüslerinin rol oynadığı kabul edilir.
Bugün doların konumunu sırf Çin değil, Transatlantik ittifakının üyeleri, örneğin 2017’de 1571 milyar dolar ihracat yapan, şu anda 324 milyar dolarla dünyanın en yüksek cari fazla veren ekonomisi sıfatını taşıyan Almanya da sorguluyor. Çünkü dünya düzeninin lider ülkesi sıfatını taşıyan ABD’nin, Trump’ın “önce Amerika” stratejisiyle sorumluluklarının gereğini yapmayı ihmal ettiğini düşünüyor.

Öteden beri ABD’nin küresel hegemonyasının iki sacayağı bulunduğu varsayılır: Birincisi, doların dünyanın önde gelen parası olmaya devam etmesi; ikincisi ise, dünyanın bir numaralı askeri gücü statüsünün sürdürülmesidir.
Trump’ın İran’la yapılan nükleer anlaşmayı bozması, Rusya’ya ağır ekonomik yaptırımları yürürlüğe sokması da muhatap ülkelere doları teğet geçmekten başka seçenek bırakmadı. Nitekim Çin gerek doğal gaz, gerekse de petrol alımları için ödemeleri renminbi ile yapmayı Rusya’ya kabul ettirdi. Benzer biçimde İran’la Hindistan arasında petrol satışlarının emtia karşılığı ödenmesi pratiği sürüyor.

Böyle bir küresel konjonktürde dolardan kaçışın tetiklenmesi, yeşil banknotların hızla değer yitirmesi beklenebilir. Rusya, Çin, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu diğer bazı ülkeler ayrıca artık rezervlerinde daha fazla altın bulundurup, ABD hazine kâğıtlarını boşaltma stratejisine yöneldiler. Son yıllarda Rusya ve Çin’in dünya piyasalarındaki altının yüzde 10’undan fazlasını sırf bu amaçla istifledikleri bildiriliyor.

Dolar henüz tahtını koruyor
Gelgelelim, Amerikan Merkez Bankası FED’in faiz artırma sürecine girmesi, vergi indirimlerinin finans kapitalin iştahını kabartması nedeniyle doların değeri yükseliyor, şimdilik de olsa yeşil banknotlara teveccüh devam ediyor. Sermaye piyasalarının derinliği de ABD’ye büyük bir avantaj sağlıyor. Dolar rezerv para kimliğini korudukça, ABD bütçe ve cari işlemler açıklarını kolaylıkla finanse edebiliyor.

Cebimizde taşıdığımız her dolar banknot ise, ABD’ye sıfır faizle borç vermek anlamını taşıyor. Silah, uyuşturucu, seks trafiğinde, kurumlaşan dolarla peşin ödeme pratiği de Amerika’nın ekmeğine yağ sürüyor.

2 yıldır Çin renminbisi; dolar, avro, yen ve pound, sterlinin yanı sıra IMF nezdinde resmi rezerv statüsü kazandı. Nitekim 2017’nin birinci çeyreğinden 2018’in aynı dönemine kadar uluslararası rezervlerde renminbinin ağırlığı yüzde 50 arttı. Ancak aşağıdaki tablodan görülebileceği gibi, yüzdesel çok sınırlı bir gerilemeye karşın, mutlak anlamda dolar rezervlerinin arttığı, tahtının pek de sallanmadığı gözlemleniyor.

Tebessümün nedeni
Özetle, ABD dolarının dünyanın rezerv parası konumunu ilelebet koruyacağını söyleyemeyiz. Hem epey zamandır Amerika’nın irtifa kaybeden bir ülke olması, hem de Trump döneminde yer yer “rıza” mekanizmalarına başvurmak yerine iyice saldırgan emperyalist politikalara yönelmesi bu kanıyı güçlendiriyor. Şimdilik “küresel finansal mimarinin” dolara dayalı tasarımı nedeniyle, net bir gerilemeye tanık olunmuyor. Buna karşın doların egemenliğini sorgulamak da, farklı arayışlara girmek de günümüz dünyasında meşru adımlardır. Ne var ki, TL’nin yüzde 40 değer yitirdiği, kendi yurttaşlarının bile “yerli ve milli” paradan sarf-ı nazar ettiği bir konjonktürde bu cengâverlikler dünya kamuoyunda ciddiye alınmaz, ancak tebessümle karşılanır.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Mustafa İnan Viyadüğü... - AHMET TAKAN

Cumhuriyetin ilk yılları...

Adana'da, posta memuru fakir Ali Rıza  beyin oğlu  Mustafa,  sessiz sakin bir çocuktur. Kendinden önce 7 kardeşi vefat ettiği için babası üstüne titrer. Kötü kader!.. Damdan düştüğü için babası Mustafa'dan pek ümitli olmadığı halde gittiği yere kadar diyerek okula yazdırır. Daha ilkokul 2'nci sınıftayken kara tahta başında çözdüğü en zor matematik problemleri yüzünden öğretmeni şaşkınlıktan sınıfta bayılır...

Okula defter kitap taşımadan giden o fakir, Cumhuriyet çocuğu Mustafa İnan mühendis mektebini kazanır. Mustafa İnan yurt dışında doktora eğitimi yapan ilk Türk bilim insanı olur. İsviçre'ye ilk gittiğinde orada bulunan bilim insanlarının ona ilk sorusu "siz matematik ve fizik biliyor musunuz" olur. Bu soruya çok üzülür, bir süre sonra İsviçre'de bir köprü yıkılır bilim adamları neden yıkıldığını araştırırlar bir türlü bulamazlar. Ertesi gün, bilim kürsüsündeki "siz matematik ve fizik bilir misiniz" diyenlere bir kâğıt bırakır. Bilim insanları, kâğıtta yazılanları dikkatlice hesaplayınca köprünün neden yıkıldığını anlarlar ve utanırlar. İki yıl sonra Mustafa İnan memleketine dönmek istediğini söyleyince bırakmak istemezler. Mustafa İnan onlara döner ve "siz matematik ve fizik bildiğinden emin olmadığınız birisine nasıl bu teklifi getirirsiniz" diyerek hepsini morartır. Ülkesine döner.  Mustafalar yetiştirmek için... Çok  karlı bir İstanbul gününde eşinin "gitme" ısrarlarına rağmen üniversitesine gider. Akşamın geç saatlerinde eve döndüğünde bitkindir. Kendisini üzüntü ile karşılayan Jale hanıma "derse 3 genç gelmişti" der sevinerek.. Ateşlenir... Günler geçer ateşi dinmez. Kan kanseri olduğunu öğrenir. Parası olmadığı için yurt dışına tedaviye gidemez. Üniversite yönetimi durumdan haberdar olunca toplanır karar alır. Çağırırlar Mustafa İnan'ı, "seni üniversitenin parasıyla tedaviye göndereceğiz" derler. Mustafa İnan, teklifi anında reddeder. "O para Mustafaların" diye cevap verir. Aile zar zor para temin eder. Mustafa İnan tedavi için Almanya'ya gönderilir. Geç kalınmıştır. Mustafa İnan hastanede vefat eder. Aile yine etraftan güçlükle temin ettiği para ile cenazeyi Türkiye'ye getirir.

Ben de bilmiyordum bu muhteşem Cumhuriyet çocuğunun öyküsünü!..

Bundan sonra, Ankara-İstanbul, İstanbul-Ankara arasında seyahat ederken Kocaeli yakınında, Gültepe, Kocatepe tünellerinin arasındaki viyadükün üstündeki Prof. Dr. Mustafa İnan Viyadüğü tabelasının önünden saygı ve minnetle anarak geçelim. Bir Fatiha'yı esirgemeyin. Tünellere girerken de mutlaka ikaz levhalarına uyun karanlığa karşı "farlarınızı yakın"... Nur içinde yatsın. Hoca ders vermeye devam ediyor!..
                                                                          ***

Yazar Sunay Akın'ın "Bir Cumhuriyet Hikayesi" isimli gösterisinin sahnelendiği, Zülfü Livaneli Korosunun da konser verdiği CHP'nin 95'inci kuruluş yıl dönümü etkinliklerine davetliydik önce gün. Tek kelime ile muhteşemdi!.. Sunay Akın'dan -yukarıdaki satırlarda da yer alan- tarihteki pek çok Türk bilim ve sanat insanının başarı hikayelerini dinledik. Bazı yerlerde gözyaşlarımızı tutamadık...
Sunay Akın, gösterisinin bir yerinde "ötekileştirme, düşmanlık" söylemlerine dikkat çekerken ağzından şu cümleler döküldü;
"Sabah kahvaltılarında yumurtalar haşlanır, önümüze koyarlar ya!.. Tokuşturur kırarız. Böyle bir oyun oynarız. Haşlanmış yumurtaları tokuşturma oyunu... Birileri ne yazık ki bizi biz yapan değerleri yumurtalar gibi önümüze koyuyor. 'Tokuşturun kırın.' Değerlerinizi, birileri önünüze koyuyorsa sakın kırmayın. Üstüne kuluçkaya oturun. Çünkü bizim."

Sunay Akın, bilimden ve sanattan kopan toplumun başına neler geleceğini de anlatırken, kollarını yana açtı, "biri bilim diğeri sanat" dedi. Kollarını kuş kanadı gibi aşağı yukarı çırptı. Bilim ve sanat ile birlikte toplumun nasıl özgürce yükseklere uçacağını gösterdi. Ya olmazsa?.. Kollarını kapattı. Tavuk taklidi yaptı. "Önünüze birilerinin yem atmasını beklersiniz. Yemi yedikten sonrada birileri gelir arkanızdan yumurtalarınızı alır" deyince salon derin bir hüzne gömüldü.

"Bir Cumhuriyet Hikayesi"nde belgeleriyle ortaya dökülen gerçeklerden biri de şöyleydi;
İsmet İnönü THK'nın toplantısından döner ve sıkıntılı bir şekilde ATATÜRK'ün yanına gider. Mustafa Kemal ATATÜRK, İnönü'ye sıkıntısının sebebini sorar. İnönü, toplantıda THK'nın hesaplarında 40 para eksik tespit ettiklerini ve nedenini bulamadıklarını, soruşturacaklarını söyler. ATATÜRK, İnönü'ye döner ve  "Soruşturun... Soruşturun.. O 40 para, bir gün 40 kuruş sonra 40 lira sonra 400 lira olur. Türkiye'nin geleceğinden çalmayın..." der.

Sunay Akın'dan daha neler dinledik?.. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında 300'den fazla yerli uçak ürettiğimizi. Bunlardan birinin Danimarka'da insan kurtarma faaliyetlerinde kullanıldığı için "Türk" ismi ile müzede sergilendiğini...

O güzel akşamdan son not; "Bir toplumda hisse senetlerinden daha önemli olan şey o toplumun hissi senetleridir..."

Protokolde oturmak yerine vatandaşların arasında "Bir Cumhuriyet Hikayesi"ni izleyen CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun gösterinin daha fazla ve farklı yerlerde izlenmesi için talimat verdiğini öğrendim. Eğer CHP'nin rüyası gerçekleşir de mahalli seçimlerde İstanbul'u kazanırlarsa, "Bir Cumhuriyet Hikayesi" ATATÜRK'ün Samsun'a çıkışının 100'üncü yıldönümünde, 19 Mayıs 2019'da İstanbul'da milyonlara izletilecek.

Küçük bir öneri;

"Prof. Dr. Mustafa İnan'ın anısına" olsun...


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

9 Eylül 2018 Pazar

Batı’da da Doğu’da da kitap tutkunları çoktur - MUSTAFA K. ERDEMOL

Bir macera adamı olan Kristof Kolomb’un da iyi bir kitap okuru olduğu belli. Az okumuştur ama öz okumuştur gerçekten de. Okuduğu kitapların beş tanesinden haberdarız.


Alberto Manguel, Okumanın Tarihi’nde ün kazanmış kimi okurlardan söz eder: “On dokuzuncu yüzyılda yaşamış Eloise Bertrand adlı, güncesi Franko-Prusya savaşından zarar görmeden çıkmış olan ve Nerval okumaları konusunda notlar tutmuş Fransız bir öğrenci kız; Londra’da Court Tiyatrosu’nda The Vicar of Wakefield (Wakefield Papazı) adlı oyun sırasında suflörlük yapan Douglas Hyde; Proust’un kâhya kadını olan ve efendisinin uzun romanının büyük bir bölümünü okumuş olan Celeste.”

Bu adların kitaba, okumaya düşkünlükleri edebiyat tarihine geçmiş demek ki. Manguel’in bu listesine eklenecek başka adlar da var elbette. Örneğin Andre Maurois, kendisine, Montaigne’in dostu olan Grenoble’lı bir odun satıcısından söz edildiğini belirtir, “Bu adam, cebine üstadının bir kitabını yerleştirmeden katiyen seyahate çıkmazmış” der. Francis Bacon’ı da ünlü okurlardan saymak gerekmez mi? Bacon da Montaigne’i severek okurdu. Nurullah Ataç, “Denemeleri onunkine benzesin diye, hiç olmazsa onunkilerden heves edip yazmış” diyor Bacon için. Montaigne’in ünlü okurlarından biri de filozof Pascal’dır. Hayranı olduğu bu büyük yazarın eserleri elinden düşmezdi Pascal’ın.

Merhaba Montaigne
Otuz sekiz yaşındayken şatosuna çekilip doyasıya okuyup yazmak için işinden ayrılan Montaigne, Denemeler’ini okuduğu kitaplardan aldığı notlardan derledi. Bu kitap bir başyapıttır kuşkusuz. Ondan iki yüz yıl sonra yaşamış olan hayranlarından Madame Lafayette “Herkesin komşu olmak isteyeceği muhteşem biri” diye tanımlıyor Montaigne’i. Ünde, soylulukta gözü olmadığı da biliniyor. Yaşadığı dönemde her büyük ailenin arması olurdu. Genellikle de kahramanlık nişanlarıyla doldurulurdu bu armalar. Montaigne, kendi aile armasının altına sadece, “Ne Biliyorum?” diye yazar. Ne alçakgönüllülüktür bu.

18. yüzyılın en önde gelen Fransız eleştirmenlerinden C.A. Sainte-Beuve de Montaigne için şunları söyler: “Ciddi olarak neden bahsederse etsin muhakkak sonunu güzel bir şekilde bağlar. Kullandığı usul hakkında bir hüküm vermek için kitabından bir sayfa açmak, herhangi bir mevzu üzerinde konuşurken onu dinlemek kafidir; neşelendirmediği, geliştirmediği hiçbir mevzu yoktur.”

Montaigne’e ilişkin olarak yapılan değerlendirmelerde, okurları üzerindeki etkisinin büyüklüğüne özellikle vurgu yapılıyor. Etienne Pasquier, onu okuduktan bir süre sonra “ruhumuzun” onunla dolduğunu hissetmemenin olanaksız olduğunu düşünmekte haksız sayılmaz pek.

İyi de Montaigne’in kendisi nasıl bir okurdu acaba? Tat almaktan hoşlanan, araştırıcı bir okur olarak biliniyor. Dediği şu: “Kitaplardan yalnız insanca bir eğlenceyle tat almaya çalışırım.”

Montaigne’in, Sainte-Beuve’un “tarikat” olarak nitelendirdiği ciddi bir tutkunlar kitlesi var. O kadar çok sevilmiş ki, Beuve bunlardan birinin, Montaigne’e ilgili hemen her ayrıntıyı bulup çıkarmayı, ona ilişkin en küçük belgeyi bulmayı yaşamının adeta amacı yapmış olan Doktor Payen olduğunu belirtir. Montaigne’in manevi kızı olduğu söylenen Gournay de yaşamını Montaigne adamıştır, diyor Beuve.

Yazdıklarıyla, düşünceleriyle adı etrafında bir efsane oluşan Montaigne’in çok tembel olarak bilinmesi şaşırtıcı geliyor insana.

Kolomb da iyi okurdu


Bir macera adamı olan Kristof Kolomb’un da iyi bir kitap okuru olduğu belli. Az okumuştur ama öz okumuştur gerçekten de. Okuduğu kitapların beş tanesinden haberdarız. Papa II. Pius’un “Historia rerum ubique gestarum”unun 1477 Venedik baskısı, d’Ailly’nin “İmago Mundi”sinin 1483 baskısı, Marco Polo’nun “Devisement du Monde”unun 1485 baskısı, Yaşlı Plinus’un “Doğal Tarihi”nin 1489 baskısı, bir de Plutharkos’un tam metni 1470’de Latince’ye çevrilmiş olan Hayatlar adlı kitabı. Okuduğu kitaplar arasında en beklenmedik olanın bu son kitap olduğu söylenir.

Amerika’nın 1920’li yıllardaki en ünlü bankeri J.Pierpont Morgan da sıkı kitap okurlarındandı. Kütüphanesinde Kıpti dilinde yazılmış eserlerden, Kolomb’un Amerika’yı keşfinden önce rahiplerce yazılmış eserlere kadar çok sayıda değerli kitap bulunurdu. Shakespeare’in bazı kitaplarının ilk baskılarının yanı sıra Gutenberg’in matbaasında basılmış bir de Kitabı-ı Mukaddes vardı ki, paha biçilmez.

Samuel Taylor Coleridge on kardeşin en küçüğüydü. Dolayısıyla ağabeylerinin fazla ezdiği bir çocuktu. Ağabeylerinin baskısından kitaplara sığınarak kurtuldu denir. Thomas De Quincey’in kitaba da okumaya da düşkünlüğü dillere destandır. Kendisine kalan mirasın büyük bir bölümünü beş bine yakın kitaptan oluşan kütüphanesine harcadığı bilinir.

Doğu’dan da var elbette
Manguel’in Okumanın Tarihi çok zevkli bir kitaptır. Keyifle okumuştum ama elimden düşürmediğim kitabında Doğu’dan çok az örneğe yer vermesine alınmıştım doğrusu. Örneğin, Doğu’dan da ünlü okur sıfatını hak eden kimse yok mu? Olmaz mı? Elbette var. Ben de bildiklerimi anımsatayım.

Müslüman dilbilimci Ebu İshak el-Harbi (ölümü 285/898) hatırı sayılır bir kitap meraklısıydı. Çalışmaları sırasında çok fazla kağıt, mürekkep kullandığını da söylerler. Evinde, sadece filoloji ile hadislerle dolu tam 12 bin not defteri vardı ki bu azımsanacak bir rakam değildir. “Bu kadar kitabı neyle topladın?” diyenlere yanıtı şudur: “Kanımla, canımla”.

Ortaçağ İslam dünyasının en önemli kitap tutkunlarından biri de kuşkusuz Ebu Ali bin Sivar el-Katib’dir. (Bir başka kaynağa göre bu kişi Ebu’l-Kasım el-Büsti de olabilirmiş, belirteyim). El-Katib’in uluslararası üne sahip kitaplığı, İslam’da vakıf olarak kurulan ilk kitaplık özelliğini de taşıyordu. Ne yazık ki 1090 yılında Bedeviler tarafından yok edildi. Cahiz’in bir kitap kurdu olduğunu söylemeye gerek yok, biliniyor. Kitapları yazarak çoğaltan Varraklar’ın dükkânlarını kiralar, geceleri orada bulunan kitapları okurdu Cahiz.

Salah Birsel, bizde de adı edebiyat tarihine geçmiş kitap tutkunlarının olduğunu yazar, Halley Kimi Kurtarır’da. Birsel, Refi Cevat Ulunay’ın sözünü ettiği Mazhar adlı kişinin tam bir kitap delisi olduğunu söylüyor. Neyi var neyi yok kitaba yatırırmış Mazhar Bey. Birsel, Ulunay’ın şöyle yazdığını aktarıyor: “Zavallı Mazhar Bey, üstte yok, başta yok. Ama yine kitaba para bulur. Dahası, Sahaflar’da son meteliğine kadar kitaba verdikten sonra, cebinde yol parası da kalmadığı için, kitapları yüklenerek Bakırköyü’ne kadar yaya gittiği de olurdu.”

Salah Birsel, kendi tanıdığı bir başka kitap delisi Saim Nihat Bilga’dan da söz eder: “...yemez içmez parasını kitaba yatırırdı. Kimi zaman sahaflığa kalkışıp evlerden çuvallarla kitap satın aldığı da olurdu. Bunların içinden işine yarayacakları ayırır, gerisini şuna buna dağıtırdı. Böylece oldukça zengin bir tiyatro kitapları koleksiyonu elde etmişti.”

Çok daha uzatılabilir bu örnekler. Kitaba okumaya düşkünlük yerküremizde sadece belli bölgelere özgü değil elbette. Bunun Batı’sı Doğu’su yok ama Manguel Batı’da daha fazla kitap tutkunları var deyince Doğud’akileri de ben anımsatayım istedim.

MUSTAFA K. ERDEMOL  / BİRGÜN