20 Eylül 2018 Perşembe

Kocama Mersedes hediye ettiler - KAAN SEZYUM

Düşünün ben bir ev hanımıyım. Bir gün eve geliyorum, beyimin altında bir araba. Mersedes S500 filan... Pahalı...

Biz ise orta halliyiz, evde bir ay boyunca kendi kendimize geçinemiyoruz, kira zor çıkıyor, çocuk okuma yazma bilmiyor, zaten en az 3 çocuk sayabiliyorum evin içinde.

Evin güneş alan yerlerine para getirsin diye başkalarına tezgah açtırmışız, camları perdeleri de açamıyoruz zaten... Eve acayip bir araba geliyor, kocam diyor ki ‘Yan mahalleden Semih var, beni çok seviyor, o hediye etti bu arabayı...’...

Haliyle ev hanımlığının da getirdiği bir ağırbaşlılık ve düzenli dayak yemenin de getirdiği gri maddelerde azalmadan dolayı kocama soruyorum ‘Ya bu Semih necidir?’...

Beyim bana Semih’i ve havadan gelen Mersedes S500’ün hikayesini anlatıyor. Diyor ki, ‘Ya bu Semih şimdi Sahibinden.com’a bu arabayı koymuş, benim ilgilendiğimi de görünce, Kaan, gel sana bunu ben hediye edeyim dedi’... Ev hanımı olarak bu ani hediyeyi sorgulamıyorum haliyle. Adam satacakken, -satış sitesine koymuş- birden bizimkinin ‘A bu araba satılık mı?’ demesi üzerine, ‘Gel Kaan kardeş, sana bu arabayı hediye edeyim’ diyor... Tam Nuri Alço filmi gibi olay. Bayram değil, seyran değil, bu araba bizim Kaan’a neden hediye edildi?

Kocam bana dönüp ‘Şanımız şeklimiz yürüsün hayatım’ diyor, ‘Sonuçta benim arabam değil bu, ikimizin arabası’ diye de ekliyor... Ben Kaan’a diyorum ki ‘Kaancım, kocacım, eğer bu araba evimizin arabasıysa, gel satalım evin borçlarını ödeyelim, kredi kartı borçlarımızı ödeyelim, çocukların başına üst baş alalım, arabanın parasıyla onları güzel bir okula yazdıralım... Hem kimmiş bu adam da durduk yerde kocama araba hediye ediyor?’ Neden yani?

O esnada Seda Sayan’ın Erol Köse hakkındaki konuşmasındaki ‘KİM?’ diye bağırmak istiyorum. Seda Hanım bağırdıktan sonra sesinin yansıması salonda çınlıyordu ya, onun gibi... Neyse ki şimdilerde kendisini Simit Sarayı’nın önünde yerlerde sürünürken görüyoruz. Canım, bir eli de taa Londra’daki simit sarayının simidine tutunmuş bekliyor...

Neyse, zaten kadının tercihi saraylar, kimse kimsenin tercihine karışamaz.

Kocama hediye edilen arabayı düşünüyorum. Acaba bu Semih, arabanın içinde gizli kamera filan mı koydu da bizim Kaan’a durduk yere hediye etti. Yani hikaye insanı huylandırıyor ister istemez. Bu Semih’i zaten pek gözüm tutmuyor. Belki de bu manyak Semih arabanın içine gizli kamera koydu. Benim kocamı dikizliyor. Cinsel sapık mıdır nedir? Belki de benim koca Kaan Efendi, geceleri arabayla saçma sapan ortamlara giriyor. Semih delisi de bunu kaydedip benim Kaan’ı tehdit edecek belki? Ne malum? Ya bu ülkede berberler bile dinlenildiklerini düşünüyor. Berberlere bile telefonlarınız dinleniliyor hissini yaşatan bir yerdeyiz. Kocama durduk yerde deli gibi lüks araba hediye ediliyor. Bunun karşılığında da ne isteniyor? Ya da neden bi şey istenmiyor? Neden bu araba bana hediye edilmedi? Ben böyle bir hediye alsam, kocam ne derdi? Ne derdi gerçekten de?

Bunu gittim Kaan’a sordum bana ‘Ya fiyatı 400 mü ne?’ dedi... koskoca araba 400 bin dolar... Kocam olacak adam 400 bin dolara nasıl ‘400’ diyebiliyor. Bizim bilmediğimiz bir yerde çok büyük bir zenginliğimiz mi var da binlerce doları ‘400’ diye özetliyoruz? Çocuğun pantolonu yırtık daha geçen gün yine diktim. ‘Anne hep oradan yırtılıyor, ben alıştım rahatsız olmuyorum istersen dikme’ dedi... Gariban evladım, hep özverili, hep iyi niyetli... Babası Mersedes’le şimdi pazara gitti. İki kilo patates, iki kilo da soğan almış. Döndüm ‘Bu ne?’ dedim, bana dönmüş bakıyor ‘Durumumuzu biliyorsun, paramız yok’ diyor...

İşte böyle sevgili okur. Hiç tanımadığın bir yerde, hiç tanımadığın bir insan sana spor bir araba hediye ederse, bir düşün. Adam senden ne istiyor? Bu arabayı evime nasıl götürürüm? Bu arabanın içinde bi şey mi var da adam bana veriyor, beni kurye gibi kullanıyor? 
Her şey olabilir, belki de hiçbir şey olmaz.

 KAAN SEZYUM / BİRGÜN

Türkiye, ABD'nin teröristlerini mi korumuş olacak? - Arslan BULUT

Soçi'de Tayyip Erdoğan ve Putin'in üzerinde anlaştığı "İdlib'de 15-20 kilometrelik askerden arındırılmış bölge", Nejat Eslen'in önerdiği gibi Türkiye yani Hatay sınırı boyunca değil de İdlib'in Doğu tarafına kurulacak. Bu durum, Türkiye'yi, Tahran zirvesinden iki gün önce terör örgütü ilan edebildiği El Nusra'nın adı değişmiş hali olan Tahrir El Şam ile baş başa bıraktı.

Türkiye böylece kendi güvenliğini sağlamış olmadı, tam aksine Suriye ordusu ile El Nusra arasına 15 kilometrelik bir şeritle girerek, belâyı kendi üzerine aldı! Türkiye, başarılı olursa, içinde El Kaide unsurları bulunan ve ağır silâhları olan Tahrir El Şam örgütünün Rus üslerine ve Suriye ordusuna saldırmasını önlemiş olacak. Tabii bu arada Tahrir El Şam örgütünü de maaşa bağladığı Özgür Suriye Ordusu'nu da Rusya'nın hava saldırılarından ve Suriye ordusundan korumuş olacak.

                                                                           ***

Uzlaşmanın ayrıntıları ortaya çıkınca herkes memnuniyet bildirdi. Rusya memnun zaten... Dolayısıyla Suriye de memnun! Amerika memnun, Avrupa memnun!
Hatta Amerikan derin devletinin uzantısı olan Uluslararası Kriz Grubu da memnun! Bakın ne diyorlar:
"Kriz Grubu, muazzam bir insani faturası olacak yeni bir ölümcül çatışmayı önleyen bu uzlaşmayı memnuniyetle karşılıyor. Ancak anlaşmanın uygulanması muhtemelen zor olacak ve çöküşü önleyemeyecek. Türkiye, bölgede biriken isyancıların ağır yükünü omuzladı ama cihatçıları boşaltma sırasında militanların direnişiyle karşılaşabilir.
Çatışma Idlib'i tüketirse, sivillerin çoğunun hiçbir sığınağı yoktur. Onların tek hedefleri, şimdi kapalı olan Türk sınırı veya Halep'in kuzeyinde bulunan ve hali hazırda aşırı kalabalık olan Türk kontrolündeki bölgelere ulaşmak olacaktı. Türkiye ise yeni bir göç dalgasını engellemeye kararlıydı.
Çatışma devam etseydi, Türk-Rus ikili ilişkilerini zayıflatacaktı. Putin ve Erdoğan'ın uzlaşması, bu ayın başlarında Kriz Grubu'nun savunduğu formülasyonla paralel sayılabilir.
Fakat Türkiye'nin İdlib'deki cihatçıları nihayetinde yok edip etmeyeceği belli değildir. Bu anlaşma geçicidir. Suriye'deki çatışmayı sona erdirmek isteyen uluslararası aktörler, haftalarca süren yatıştırıcı retoriğin Rusya'nın askeri çözümlerden uzak ve Şam'ın kontrolünün ötesinde Suriye'nin bu bölgeleri için daha uzlaşmacı yerleşimlere doğru bir gidişi işaret ediyor."

Bu açıklamayı, Fransız akademisyen Fabrice Balanche'nin aylar önce Washington İnstitute için hazırladığı Suriye raporu ile birlikte değerlendirirsek, ABD'nin İdlib'i özerk bir bölge olarak tasarladığını, haritasını da yayınladıklarını hatırlarız. Dolayısıyla ABD, bu ihtimalin devam ediyor olmasından memnundur.

                                                                          ***

15 kilometrelik silâhtan arındırılmış şerit, Hatay sınırı boyunca kurulacak olsaydı, Türkiye hem kendi sınırlarını koruyacak, hem de sivilleri ve desteklediği silâhlı unsurları geçici olarak bu bölgeye çekerek onları, Rusya'nın hava saldırılarından ve Suriye ordusundan kurtaracak, El Nusra ile Rusya ve Suriye'yi karşı karşıya bırakacaktı.

Şimdi, El Kaide'den El Nusra'ya, El Nusra'dan Tahrir El Şam'a dönüşen ve başlangıçtan beri Amerikan istihbaratının ürünü olan örgütü korumayı, Türkiye üstlenmiş oldu!

                                                                          ***

Nejat Eslen'in canlı yayında yaptığı öneriyi Ruslar dinlemiş ama kendi çıkarlarına göre değiştirerek sunmuşlar. Öyle anlaşılıyor! Türk Dışişleri'nin Soçi'deki zirveden önce, Hatay sınırında 15 kilometrelik şerit kurmak önerisinin emekli bir Türk generale ait olduğundan haberinin olduğunu ise sanmıyorum. Haberleri olsaydı, Türkiye'yi terör örgütüyle uğraşmak zorunda bırakan bir uzlaşmaya yanaşırlar mıydı?

Tahrir El Şam'ı Rus bombardımanından ve Suriye topçusundan kurtarmak Türkiye'nin üstüne vazife midir? Öyleyse bu vazifeyi kim vermiştir?


Arslan BULUT / YENİÇAĞ

19 Eylül 2018 Çarşamba

Lehman’ın batışının 10. yılında… - HAYRİ KOZANOĞLU

Geçtiğimiz hafta ABD’nin o zamanki 5 büyük yatırım bankasından biri, Lehman Biraderler’in batışının 10. yıldönümüydü. 1929 Büyük Bunalımı’ndan sonra kapitalizmin yaşadığı ikinci büyük sarsıntının zirve noktası 15 Eylül 2018 kabul ediliyor.

Hatırlanırsa aynı yılın Mart ayında diğer bir yatırım bankası Bear Stearns, Merkez Bankası’nın vergi mükellefine 30 milyar dolar maliyet yükleyen operasyonuyla JP Morgan Bankası tarafından ele geçirilmişti. Dönüp geriye bakınca, Lehman’ın kurtarılmayışının ABD yönetiminin gelen büyük sarsıntıyı görüp, sade yurttaşa devasa bir fatura çıkaran kurtarma paketini yürürlüğe sokmak için koşulların olgunlaşmasını hızlandırma amaçlı olduğu varsayılıyor.

1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılıp, ardından Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bilindiği gibi kapitalizm nihai zaferini ilan etmişti. 2000’ler başında teknoloji balonunun patlamasıyla oluşan sarsıntı bir yana bırakılırsa, artık kapitalizmin yaşadığı “konjonktürel dalgalanmaların da” törpülendiği, kesintisiz bir büyüme dönemine geçildiği kanısı güçlenmişti.

Örneğin, “rasyonel beklentiler” kuramını geliştiren Nobel ödüllü iktisatçı Robert Lucas bu aşırı özgüveni şu ifadelerle dile getiriyordu:.....Bu dersteki ana tezim; makro-ekonominin nihai bir başarıya ulaştığıdır, depresyonu önleme merkezi sorunu pratikte çözülmüştür, gerçekten de onlarca yıl sürecek biçimde çözülmüştür. 

Borsaların temel dayanağı “etkin piyasa hipotezine” göre de, eğer ekonomide bir sorun varsa bu herkesin bilgisi dahilindedir. Kısa sürede borsa endekslerinden, fiyatlanma davranışlarından kötüyü gidiş okunabilir. Hisse senedi piyasalarında işler tıkırında olduğuna göre, küresel sermaye akışları temposunu sürdürdüğüne göre endişeye mahal yoktur.

“Maestro” diye adlandırılan ABD Merkez Bankası başkanı Alan Greenspan da, hem faizleri çok düşük tutup borsalara gaz vererek, hem de demeçlerinde bu aşırı iyimser iklimi pompalayarak krizin ağırlaşmasında vebal sahibi oldu. Daha sonra ABD kongresinde ifade verirken, mahcup bir biçimde, “şaşkınlığa uğradığını”, piyasaların kafasındaki “modele” ve onun varsayımlarına göre davranmadığını itiraf edecekti.

Krizin gelişimi…
Lehman’ın batışının ardından müthiş riskli operasyonlara girişmiş AIG sigorta şirketinin, özellikle “emlak piyasası” bağlantılı “kredi temerrüt takası” (meşhur CDS’ler) ağırlıklı yükümlülüklerini karşılayamayacağı anlaşıldı ve 85 milyar dolarlık bir kurtarma paketi yürürlüğe sokuldu. Bankaların birbirine güveni kalmadığı için para piyasaları kilitlendi, fonlardan çıkış yapmak isteyen yatırımcılara ödemeler durdu. Sonunda özellikle Demokratların ön ayak olmasıyla 700 milyar dolarlık TARP adı verilen bir varlık alım programıyla “finans kapitale” yardım eli uzatıldı.

FED swap operasyonlarıyla diğer merkez bankalarına da likidite sağlayarak bir anlamda küresel finans sisteminin batışını da engelledi. Obama’nın başkan seçilişinin ardından da General Motors ve Chrysler gibi otomotiv devleri kurtarıldı. 

Haliyle, bıraksalar da ekonomi batsa mıydı, sorusu yöneltilebilir. Bu noktada, tam da can simidi atma sırası “eşik altı” emlak piyasalarından patlak veren kriz nedeniyle konutlarını kaybetme tehlikesiyle karşılaşan yurttaşlara sıra geldiğinde “mali disiplinin” hatırlandığının, “şefkatli” yaklaşımların son bulduğunun altını çizelim. 

The Economist dergisinin aktardığına göre, toplamın yüzde 10 ila 15’i 9 milyon konut sahibi evlerinden tahliye edildi. Zaman içerisinde özellikle bankacılara ödenen aşırı “ikramiyelere” son verme, çok riskli finansal enstrümanları kontrol altına alma vaatleri de yerine getirilmedi.

Aynı koşullar yeniden oluştu
Yine The Economist’in Lehman dosyasında, 2017 yılında AIG’nin yeni patronu Brian Duperreault’a 43 milyon dolar, JP Morgan’dan bay Dimon’a 29.5 milyon dolar, Goldman Sachs’dan Lloyd Blankfein’a 24 milyon dolar, Bank of America’dan Brian Moynihan’a ise 23 milyon dolar ikramiye ödendiği bildiriliyor.

Emlak fiyatları yine yükselişe geçmiş, ev sahibi olma oranı yüzde 64’ten yüzde 69’a yükselmiş durumda. Yine insanlar borçlanma yoluyla, aşırı iyimser öngörülerle üstlenemeyecekleri risklerin altına girmeye teşvik ediliyorlar. Gelir ve servet dağılımı adaletsizlikleri ivmesini artırarak sürüyor. 

The Guardian gazetesinin Lehman’ın batışının 10.yılı dolayısıyla gerçekleştirdiği soruşturmayı yanıtlayan Yunanistan eski maliye bakanı Yanis Varoufakis şunları dile getiriyor: 

Bir azınlık için kurtarma, çoğunluk için kemer sıkma anlayışı 2007’den bu yana küresel borçların yüzde 40 daha fazla artışıyla sonuçlandı. Evet, bazı İngiliz ve Avrupa bankaları küçüldü ve bilançoları denetim altına alan ulusal kurallar uygulandı.

Ne var ki böylece finansal aracılık bankalardan sermaye piyasalarına geçti. Gölge bankacılık sisteminin pozisyonları 2010’da 28 trilyon dolardan, 2018’de 45 trilyon dolara sıçrarken, riskler de batıdan yükselen piyasalara aktarıldı. Son on yılda 3.7 trilyon dolara ulaşan borçlanmaların sonuçları şimdi Türkiye ve Arjantin’de hissediliyor. Kısaca, risk azalmadı ancak göz önünden uzaklaştırıldı ve coğrafi olarak yayıldı. Ek olarak, toksik politikalar 2008’de kapitalizmi kurtaran AB ve Çin’in bu aynı ortak refleksi göstermesini engeller…

Bu küresel koşullar hiçbir öngörüde bulunmaksızın tüm riskleri bodoslama üstlenen AKP yönetimlerinin ekonomide karşılaştığımız ağır tablodaki veballerini ortadan kaldırmıyor. Ancak küresel koşulların da 2007’de küresel finansal krize çanak tutan kurgudan farklı olmadığını, krizlere davetiye çıkarmaya devam ettiğini vurgulamamız gerekiyor.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Balık az mazot pahalı - ÖZGÜR GÜRBÜZ

Dolar kuru nedeniyle artan mazot fiyatları balıkçıyı vurdu. Foça Limanı’na gittiğinizde denize açılmamış onlarca tekne görüyorsunuz. 35 yıllık balıkçı olan Latif Turgut Tekin, “Teknenin günlük mazot maliyeti 2-3 bin lira arasında” diyor.

Geçen hafta WWF-Türkiye’nin küçük ölçekli balıkçılığı yaşatmak için bir yıldır sürdürdüğü çalışmaları yerinde izlemek üzere Foça’daydım. Düzenlenen çalıştayda, Bakanlık temsilcileri, altı ayrı üniversiteden akademisyenler ve balıkçıların sorunlarını ve çözüm önerilerini dinleme şansım oldu. Foça Belediyesi’nin düzenlediği Kültür, Sanat ve Balıkçılık Festivali kapsamında düzenlenen bir başka panelde de Mersin (Erdemli), Antalya (Kaş) ve İzmir’den gelen balıkçıları dinledim. Dertleri çok; anlatmak, gündeme getirmek de bize düşüyor.

Sayıları 14 bini bulan küçük balıkçıların iki büyük sorunu var. Birisi, “şebeke” denen, yasaya, doğaya aldırış etmeden kaçak avcılık yapan balıkçılar. Cuma günü BirGün’de, “Denizde şebeke var” başlığıyla haberleştirdik. Okumadıysanız lütfen okuyun. Öyle bir şebekeden bahsediyoruz ki, sahil güvenliğin botunu takip etmek için limanı gören yerde ev tuttukları, içine diğer teknelere haber vermesi için adam koydurttukları bile söyleniyor.

Bakanlık durumu biliyor ama yaptırımlar yetersiz. Yasadışı avcılık yapan tekneyi yakalasa bile ceza kesip bırakıyor, tekne sahibi akşama kalmadan yeniden denize açılıyor. Yakalanan teknelerin imhası için yasal değişiklik hazır. Bu madde yasalaşırsa herkes etkili olacağından emin ancak daha önceki iki değişiklik taslağı geri dönmüş. Gizli bir güç, yasaya uyup, emeğiyle para kazanmaya ve aynı zamanda denizleri korumaya çalışan balıkçıyı rahatlatacak bu değişikliği istemiyor sanki.

Tarım ve Orman Bakanlığı üstüne giderse önemli bir sorun ortadan kalkacak, biz bir kez daha yazıp aklın isteğini iletelim.

İkinci sorun ise mazot fiyatları. Dolarla birlikte artmış. Sadece mazot mu? Kasa fiyatı, tekneden çalışan işçilerin ücreti… Foça Limanı’na gittiğinizde sezonun yeni başlamasına rağmen denize açılmamış onlarca tekne görüyorsunuz. Tekne sayısının çok, balığın az olduğunu söyleyen 35 yıllık balıkçı Latif Turgut Tekin, bir teknenin günlük mazot maliyetinin 2-3 bin lira arasında olduğuna dikkat çekiyor.

Fiyatlar el yakıyor
Fotoğrafın tamamını görmek için Foça Balık Hali’ne de gittim. Balıkçı Burçin Tekin, bir ay önce 18 TL’ye aldığı balığı 26-28 TL’ye aldığından yakınıyor. Yemlerin ithal olması nedeniyle çiftlik balıklarının bile fiyatları artmış.
Misafirlerine balık almaya çalışan Tuba Urhan da, “Bir hafta önce deniz levreğini 35 TL’ye aldım şimdi 50 TL. Fiyat böyle olunca ne yapacağımı şaşırdım” diye yakınıyor. İş sadece yem, mazot gibi maliyet kalemlerindeki artışla da bitmiyor.
Balıkçının kilosu 20 TL’den sattığı barbun, aracılardan sonra tezgaha 50 TL’den çıkıyor. Küçük balıkçı, kendi ürününü satmanın yollarını arıyor.

Balık sezonu Foça’da açıldığı gibi kapanmışa benziyor. Balık fiyatları artmadıkça teknelerin denize açılması zor. Fiyatlar artarsa da alıcı bulmak iyice zorlaşacak.

Görüldüğü üzere ekonomik krizin denize yansıması da farklı değil. Dalgalar üstümüze üstümüze geliyor.

                                                          ***

Çöp toplamak iyi mi kötü mü?
İki gün önce Türkiye’de binlerce insan çöp topladı. İnsanların zaman ayırıp çöp toplaması, durumun vahametini görmesi elbette kötü değil. Sorun, çevreciliğin, çözümün bu tip eylemlerden geçtiği fikrinin yayılmasında.

Yanıbaşındaki termik santrala itiraz etmeyen ama çöp toplayan çevrecileri yaratmak için az uğraşmıyor devletler. Atıklar gibi kangrene dönmüş sistemsel bir sorunu çöp toplayarak değil, çöp üretmeyerek, üretileni geri dönüştürerek çözebilirsiniz. Plastik şişe, karton kutu gibi ürünleri üreten şirketlere bunları geri toplamaları için depozito koymalarını sağlayamazsanız, onlar üretir, birileri atar ve siz de toplamaya devam edersiniz. Bizim her zaman balık tutmayı öğretmemiz gerek, çöp toplamanın “pansuman tedbir” olduğunu unutmayalım.

Avrupa’da belediye atıklarının geri dönüşümünde en başarılı ülke Almanya. Almanya’da atıkların yüzde 64’ü ya kompost tesislerine gidiyor ya da geri dönüştürülüyor. Türkiye’de bu oran yüzde 10. Başarının ardında depozito uygulaması gibi katı kurallar yatıyor. Almanya’da camdan, pet şişeye aldığınız her ürün için depozito ödüyorsunuz. Hem de öyle birkaç kuruş değil; 25 avro sentten (yaklaşık 2 TL) bahsediyoruz. Kimse bir pet şişe su içip iki lirasını çöpe atmak istemiyor.

Madem ülkede seferberlik ilan edip, herkesi çöp toplamaya çağıracak kadar kritik bir durumdayız, hükümetin elini kim tutuyor? Her türlü ambalaja depozito eklensin, doğaya bırakılan çöp miktarının ne kadar azaldığını birlikte izleyelim. Yetmedi mi? Sokağa çöp atana, atığını ayırmayana ceza kesilsin. Yurt dışındaki iyi örneklerin hepsinde bunlar var. Sadece bilinçlendirmeyle sorun çözülseydi, İngiltere, Fransa gibi çevre duyarlılığının bizden önce başladığı yerlerde böyle cezalar uygulanmaz, sadece çöp toplama etkinliğiyle sorun çözülürdü. Öyle olmuyor, devlet doğayı korumakla görevli ve bunun için ne gerekiyorsa yapmalı. Çevrecilerin görevi de çöpleri toplamak değil, ürettirmemek, attırmamak olmalı. Hadi, hemen depozito uygulamasına geçelim. Şirketlerin değil doğanın isteğini hayata geçirelim.

ÖZGÜR GÜRBÜZ / BİRGÜN

Her şey borçla başladı… - ERİNÇ YELDAN

“Her şey borçla başladı…” McKinsey Küresel Enstitüsü’nün eylül ayı raporu (*) bu sözlerle başlıyor. Malum 2008/09 küresel krizinin üzerinden on yıl geçti. Küresel ekonominin bir bütün olarak 1930 Büyük Buhranından bu yana ilk kez daralma gösterdiği krizin başlangıç tarihi olarak 15 Eylül’de Lehman Biraderlerin iflası gösterilmekte. 

Ancak, Lehman Biraderlerin çöküş öyküsünü krizin nedeni değil, tetikleyici sonucu olarak değerlendirmek gerekiyor. Krize giden yolların yapı taşları daha 1970’lerde, kapitalizmin merkez ekonomilerinde sanayi başta olmak üzere, reel üretici sektörlerde kâr oranlarının düşme-si; işsizliğin yapısal olarak derinleşmesi; ve toplam talebin gerileyerek küresel kapitalizmin tıkanmasıyla döşenmişti. Küresel sermaye çıkış yolunu finansal rant ve spekülasyon oyunlarında bulmuş, kapitalizmin kumarhane masalarında yaratılan sanal kârlar aracılığı ile birikimini sürdürebilme çareleri aramaya yönelmişti. 
Nitekim 2008’in Aralık ayında yayımladıkları “Küresel Kriz Kapitalizmin Ta Kendisidir”  başlıklı raporunda Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu krizi şu sözcüklerle betimlemekteydi: 
“Küresel ekonominin içine sürüklendiği 2008 krizi, kapitalizmin kaçınılmaz krizlerini finansallaşma ile açma çabasının doğrudan bir ürünüdür. Günümüzde kapitalizm ve uluslararasılaşmış sermayenin genişleyen yeniden üretimi finansal spekülasyonun sanal rantlarına bağımlı duruma gelmiştir.”

***

Evet, bu koşulların yansıması olarak her şey borçla başladı ve borçlanma baş döndürücü bir hızla ivmelendi. Hükümetlerin, şirketlerin ve hane halklarının toplam borçları 2007’den bu yana 72 trilyon dolar artış göstererek 169 trilyon dolara sıçradı. Bu on sene içerisinde özellikle gelişmiş ülke ekonomilerinde devlet borçları iki misli arttı ve 60 trilyon dolara ulaştı. 

Küresel krize parasal müdahale aracı para basmak oldu. Ancak, “modern” merkez bankacılığının iletişim stratejisi gereği “para basmak” deyimi uygun düşmediği için, küresel para piyasalarına 3.5 trilyon dolarlık bu ek katkı “miktar kolaylaştırılması” adı altında sunuldu. Söz konusu operasyon sonucunda küresel mali piyasalarda faiz oranları sıfıra değin geriledi. “Sıfır” faiz oranı şirketler kesimi için yerçekiminin de sıfırlandığı bir ortama dönüştü. Şirketler kesimi bono ve tahvil ihraç ederek borçlanma yarışına katıldılar. Şirketler kesiminin toplam borçları da iki mislinden fazla artış gösterdi ve 66 trilyona yükseldi. 

Bunca parasal genişlemeye ve borçlanmaya karşın, 2008 sonrası dönemin küresel finans piyasaları açısından en büyük çözümsüzlüğü uluslararası toplam sermaye hareketlerindeki yavaşlamaydı. 2007’de yılda 12.7 trilyona değin yükselmiş olan küresel sermaye akımları, 2009’da 2 trilyon doların altına düşmüş; sonra da ancak 5.9 trilyon dolara kadar yükselebilmiş idi. Küresel sermaye akımlarındaki bu önlenemez gerilemeye koşut olarak, uluslararası doğrudan (sabit sermaye) yatırımları 2007’den bu yana yarı yarıya azalmıştı (3.2 trilyon dolardan 2017’de 1.6 trilyon dolara). 
Parasal genişlemeye karşın, doğrudan sabit sermaye yatırımlarındaki söz konu-su gerileme küresel kapitalizmin birikim rejimini artık “üretimden” değil “finansal rantlardan” sağlamayı tercih ettiğini belgelemekteydi. 

Sözlerimizi Bağımsız Sosyal Bilimciler’in 2008 raporundaki tespitleriyle bağlayalım: 
Küresel kriz sayesinde serbest piyasanın dengeli ve istikrarlı bir ekonomi yaratacağı ve her türlü devlet müdahalesinin kaynak israfına yol açacağını savlayan neoliberal iktisat dogmalarının geçersizliği açıkça ortaya çıkmıştır. “Serbest” piyasaların kuralsızlaştırılarak  “derecelendirme kuruluşları” ya da “bağımsız idari otoriteler üst kurullar” aracılığıyla denetlenebileceği savı boşa çıkmıştır. İnsan için ve insani koşullara sahip bir üretim yapısı kurulmasının yolu, öncelikle finansal ekonominin gerek ulusal, gerekse uluslararası düzeyde topyekün bir kurallar bütünü içinde, sistemik olarak gözetim altında tutulmasından geçmektedir. 

Kapitalist dünya böyle bir ekonominin ön koşullarını sizce yaratabilir mi? 

ERİNÇ YELDAN / CUMHURİYET

(*) McKinsey Global Institute, “A Decade After the Global Crisis: What Has (And Hasn’t) Changed?” 

Cihatçılar Türkiye’ye kaldı - SERTAÇ EŞ / CUMHURİYET

Türkiye sayıları 70 bini bulan cihatçıyı Rusya’ya karşı eylem yapmaması için kontrol altında tutacak. Prof. Çelikpala, “Siyasi hedef olmadan askeri operasyon olmaz, yoksa çamura saplanırız” dedi.

Türkiye ile Rusya’nın Soçi zirvesinde İdlib konusunda mutakabata varırken, sonraki aşamalar kritik bir süreci kapsıyor. Türkiyeİdlib’de bulunan 30-70 bin civarındaki farklı gruplara üye cihatçının Rusya’ya karşı eylem yapmamasını sağlayacak.

Rusya politikaları uzmanı Kadir Has Üniversitesi’nden Prof. Dr. Mitat Çelikpala, Türkiye’nin bütün ılımlı ve radikal unsurları kontrol etmek için mutabakata imza attığını belirtti. İdlib’deki radikal grupların tek bir merkeze bağlılıklarının söz konusu olmadığını belirterek provokasyon olasılığına dikkat çeken Çelikpala, “Bunları kontrol edeceğini düşünüyorsan, görüşüp konuşacaksın demektir. İçerdeki silahsızlanmayı biz yapacağız. Tampon bölgeleri bunlardan nasıl koruyacaksın? Gruplar çıkarları için birbirlerini yok ediyorlar” diye konuştu.

İdlib konusunda Türkiye ve Rusya’nın vardığı mutabakatın diplomatik unsurlarını Cumhuriyet’e değerlendiren Çelikpala, varılan uzlaşmanın Tahran Zirvesi’yle başladığına dikkat çekti. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın irticalen konuşmayı sevmesine karşın üç sayfalık metin okuduğunu anlatan Çelikpala, “Bu da işin hassasiyetinin önemine vardığını gösteriyor. Arkada bir devlet aklının olduğu belli” dedi. Erdoğan’ın sahadaki gruplara, ABD’ye ve uluslararası topluma atıfta bulunduğunu anımsatan Çelikpala, “Bence Rus bombardımanının hedefi Türkiye’yi sahaya çekmekse, Türkiye sahaya başka bir versiyonla indi. Türkiye cihatçıları, ılımlı muhalefetin tamamını kontrol etmek durumunda. Buradan saldırı olursa Rusya, Türkiye’yi sorumlu tutacak. Çünkü altına imza attık” dedi.

‘Provokasyon olabilir’
İdlib ’deki radikal grupların belli bir merkeze bağlılıklarının bulunmadığını belirten Çelikpala şunları söyledi: “Bunlar çıkarları için birbirlerini yok ediyorlar. İçerdeki silahsızlanmayı biz yapacağız. Tampon bölgeyi bunlardan nasıl koruyacaksın? Gözlem noktaları buna yetecek mi? Burada provokasyon potansiyeli yüksektir. Türkiye askeri operasyonel varlığını Suriye’ye yığmaya başladı, Türkiye bunlarla uğraşmaya başlayacak, bunun maliyeti ne olacak?” Gelinen noktada Türkiye’nin elinin Cenevre sürecinde güçlendiğini belirten Çelikpala, operasyonun siyasi hedefinin de net olarak belirlenmesi gerektiğini kaydetti. Çelikpala, “Siyasi hedef olmadan askeri operasyon olmaz, yoksa çamura saplanırız. Ruslar rejime bu anlaşmayı onaylatırsa Türkiye’nin varlığı meşrulaşacak. Peki, ana hedef nedir, bunun konuşulması lazım” ifadelerini kullandı.

‘ Türkiye zor sürece girdi’ 
İdlib ’deki tüm askeri faaliyetlerden artık Türkiye’nin sorumlu olduğunu belirten Çelikpala, “Bence Türkiye çok zor bir sürece girdi. Demek ki Türkiye’nin çözecek kapasitesi vardır. Bir süre sonra Türkiye radikal unsurları kabul ediyor mu dedikodusu başlayacak. Çünkü artık sorumlusu biziz. En ufak bir drone havalandığında bunu Türkiye’ye soracaklar. Askeri ve istihbari yığınak gerekir. Süreç Türkiye’yi bu noktaya sürükledi. Rüzgâr başka yerden üfleniyor, sen üflemiyorsun, dolayısıyla bunu yönetmek çok zor” değerlendirmesini yaptı.

‘Rusya adım adım ev ödevlerini yaptırıyor’
Emekli General Ali Er, İdlib mutabakatının askeri stratejik boyutunu gazetemize anlattı. Er, “Oyun planının finaline gelindi” dedi.
İdlib mutabakatının askeri stratejik boyutunu anlatan Emekli General Ali Er, varılan uzlaşmanın ardından Türkiye için zor dönemin başladığını söyledi. Rusya’nın Fırat Kalkanı Harekâtı’ndan (FKH) sonra adeta “ Türkiye’ye ödevler verdiğini” belirten Er, “Esad rejiminin İdlib ’de başarısız olacağını gören Rusya, bu nedenle Türkiye’ye inisiyatif sağladı. Şimdi oyun planının finalindeyiz. Türkiye ideolojik bakış açısından kurtulmalı” diye konuştu.
Er, iki ülke savunma bakanının imza altına aldığı mutabakatın önceki temaslardan ayrı düşünülemeyeceğini, Türkiye ile Rusya’nın askeri duruşunun kayıt altına alındığını söyledi. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) güven veren kurumsal hafızasına dönüşünün hissedildiğini, MİT’in Suriye, Balkanlar, Ukrayna gibi bölgelerde gerçekleştirdiği operasyonlarla bu kurumun da kendi kurumsal özgüvenine kavuştuğunun ortaya çıktığını belirten Er, “Bunlar önemli. Türkiye’nin bölgedeki yumuşak gücünü de görmemiz lazım. Bence, Soçi’de ‘buyurun yapın’ dendi” değerlendirmesini yaptı.

20 km. tampon bölge
Kontrol bölgelerinde 20 kilometreye kadar tampon bölge oluşturulacağını, zırhlı, obüs, havan gibi silahların buralardan çekileceğini anlatan Er, Rusya’nın üslerinin bulunduğu bölgeyi terörden arındırmaya çalıştığına dikkat çekti. Türkiye’nin FKH, Zeytin Dalı Harekâtı, son olarak da İdlib ile çevirme Harekâtını tamamladığını belirten Er, “Bu Rusya’nın, ABD’nin, Suriye’nin işine gelir. Burada korgeneralin komuta edeceği müşterek harekât görev kuvvetine ihtiyaç vardır. Çünkü her türlü hizmet vermek gerekebilir” dedi.
Gelişmelerden ABD’nin de memnun olduğunu belirten Er, “ABD’nin ses çıkarmıyor oluşu, Fırat’ın doğusuyla ilgili. Türkiye bu işin içine bu kadar girdiği sürece Fırat’ın doğusuna kuvvet ayıramaz. Böylece kendi hedefine ulaşacaktır. ABD, İran’a yapılabilecek ve askeri harekata evrilebilecek baskı sürecinin içinde burayı askeri üs, çıkış bölgesi, yığınaklanma bölgesi olarak güven altına almak istiyor” ifadelerini kullandı.
Er, Türkiye ’nin terörün temizlenmesi noktasında YPG’nin bölgeden temizlenmesinde de ısrar etmesi gerektiğini, Suriye’den tedbir almasını istemesi gerektiğini kaydetti.

‘İdeolojik bakılmamalı’
Mutabakatla Suriye içinde Türkiye’ye sempati duyan Sünni Araplarla gönül bağı kurulabileceğini belirten Er şunları söyledi: “Bunun önüne geçilemez. Bu Türkiye için önemlidir. Hatay, İskenderun, doğudan gelecek Kürt koridoru, Suriye’nin emellerinin engellenmesi için önemlidir. Ama her şey, Türkiye’nin ideolojik bakış açısından çıkıp terör örgütlerinin, terör örgütü vasfını iyi görmesi gerekir. Bence bunun güvenini vermediği için bu anlaşma kolay oldu.” Er, Rusya’nın Türkiye ’ye bu bölgede inisiyatif tanımaktan başka yolunun olmadığını savunarak, “ Suriye’nin İdlib’e girdiği zaman başarı şansı yoktur. Rusya bunu görüyor” dedi.

‘Finale girdik’
Türkiye için zor dönemin mutabakattan sonra başladığını anlatan Er, “Rusya adeta Türkiye’ye bazı ev ödevlerini adım adım yaptırıyor. Oyun planının finaline girdik. Türkiye’nin başında çok sayıda bölgesel sorun var. Diğer gelişmeler de Türkiye’yi tehdit ediyor. Bu bölgedeki askeri başarı diğer bölgedeki sorunları çözmeli. Türkiye’nin ABD, NATO, Fransa, Almanya hatta İsrail ile olan sorunları çözülmeli. Bu görüşmelerde devlet aklının Rusya’yı görmediğini düşünmüyorum” değerlendirmesini yaptı.

SERTAÇ EŞ / CUMHURİYET


İnsan bazen hayret ediyor-Selcan Taşçı Hamşioğlu

Her şeye rağmen...
"Olmaz"ları kalmayan bir ülkede bile...
İnsan bazen hayret edebiliyor bir şeylere...

                                                                         ***

Düşünsenize mesela...
"Çocuklarımızı belli kalıplara sıkıştırmak yerine onların kendi özelliklerine göre evlatlarımıza yaklaşmalıyız" diyen kişiyle;
- Bütün iktidarını çocukları aynı kalıptan çıkmış gibi yetiştirmeye adayan; bu uğurda okulların niteliklerini, müfredat içeriklerini, tekrar tekrar sitemi değiştiren,
- Hiçbir farklı sese tahammül edemeyen,
- "Dolmabahçe'de, Kadıköy'den gelenlerin durumunu görüyorum... Bütün bu durumları gördüğüm zaman bunlar benim değerlerimle uyuşan şeyler değil..." diyen,
- "Kız ve erkeklerin aynı evlerde kaldığı ihbarlarının gereğini yapacağız... Buralarda nelerin olduğu belli değil. Karma karışık. Her tür şeyler olabiliyor..." diyen,
- Gezi Parkı'nda "ağaç nöbeti" tutan gençleri "birkaç çapulcu" ilan eden,
- Ali İsmail Korkmaz gibi "belli kalıplara sıkışmak yerine kendini ifade etmeye çalışan" gençleri katleden polisleri "destan yazdılar" diye öven,
- ODTÜ'lü gençlerin mezuniyet töreninde taşıdıkları karikatürlerden alınıp, bunları "hakaret sayan" ve tutuklanmalarına yol açan iklimi yaratan,
- Konjonktür uyarınca bazen "genç sivil", bazen "kindar", bazen "yerli ve millî" diye adlandırdığı kalıplara uymayanları "marjinal", "terörist", "darbeci" diye hedef gösteren aynı kişi.


Hayret verici değil mi?


Selcan Taşçı Hamşioğlu / YENİÇAĞ

18 Eylül 2018 Salı

Beton Tayyar’ın izinde - ORHAN GÖKDEMİR

İzmir’deyiz. Pazar akşamı Karşıyakalıların kendini attığı deniz kıyısına inmeye karar verdik. Portatif sandalyelerimizi aldık. Buralarda gelenek olduğu üzere biralarımızı da stoklayıp düştük yola. Niyetimiz deniz melteminde serinlemek. Ara sokağı arşınlayıp sahil yoluna varınca sahilin yerinde olmadığını fark ettik. Sağa sola bakındık, yok!

Olmamasının sebebi İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin bütün sahili metal panolarla halka kapatması. Karşıyaka’da artık denize ulaşmanız imkânsız. Panoların üzerine kapatma sebeplerini de yazmışlar, beton dökeceklermiş kıyıya. Buna hazırlık olsun diye bütün çimleri, ağaçları söküp atmışlar. Her yerde iş makinalarının ve beton mikserlerinin hummalı çalışması sürüyor. Bunun adı çevre düzenlemesiymiş. Çevre düzenlemesinin ne anlama geldiğini denizle bağı koparılmış, imbatla arasına duvar örülmüş Karşıyakalılar kırmızı boyalarla not düşmüş panoların üzerine: Beton var çimen yok!

Vaktiyle buranın sağcı Belediye reisi Burhan Özfatura Kordon’u doldurup lastik tekerlekli taşıtlar için üst geçiş yaptırmaya kalkışmıştı. Tepkiler nedeniyle İzmir’e tecavüz etme girişimi akamete uğradı. DYP’liler silinince CHP’liler koşup yetişti. Şimdi Aziz Kocaoğlu o mirası başarıyla taşıyor. Her yer beton, her yer asfalt, her yer tuhaf, şekilsiz, göğü delen beton yığını. Biri “merkez sağın” uzantısıydı, diğeri “merkez solun” uzantısı olduğu iddiasında. Betonda birleşiyorlar ama. Düzenin birleştirici gücüdür beton. 
Beton var, çimen yok. İzmir kıyılarındayız…

                                                                  ***

Betonun düzen için ne kadar önemli birleştirici bir güç olduğunu şöyle anlatayım; AKP ve CHP İzmir’de beton sayesinde birleşmiştir. Her iki partinin temsilcileri el ele İzmir’i betona boğmaya çalışmaktadır. Şaka yaptığımı sanmayın diye anlatayım esasını.
İzmir’in körfezin en ucundaki ilçesi Çeşme’de bir beton dökme kavgası sürüyor. Kavganın nedeni “Folkart” adlı inşaat şirketinin Çeşme’nin konut yapılmasına izin verilmeyen bakir koylarından birinde otel ruhsatı alarak dev bir bina yapması ve bitince lüks konut olarak pazarlamaya kalkışması. Temiz İzmir Derneği Başkanı Niven Kurtuluş bu usulsüzlüğün peşine düşmüş. Nazikçe uyarmış rahatsız olan betoncular haliyle, telefon açıp “OHAL var. Bunlar son güzel günlerin. Seni deliğe tıktıracağım” demişler. 
OHAL kalktı, demokrasi geri geldi, buna güvenip yazmayı sürdürüyorum. Çeşme’de tartışılan o binayı gördüm. Tepeden sahile doğru uzanan tarifsiz çirkinlikte bir beton yığını. Otel de değil, bildiğiniz rezidans. Yani Niven Kurtuluş haklı.

Peki, nedir bu Folkart? Mesut Sancak adlı bir betoncunun şirketi. Gözlerden ırak İzmir dükalığını yağmalamak onun payına düşmüş. Yolunu açan kişi ise İzmir’in CHP’li Belediye Reisi. Dediklerine göre Mesut Sancak ile Aziz Kocaoğlu pek sıkı fıkı. İzmir’e adım attığınızda körfezde karşınıza dikilen cep telefonu taklidi ışıklı yüksek binalar bu işbirliğinin ürünü. Mesut Sancak tahmin edebileceğiniz gibi AKP’nin kumbaralarından Ethem Sancak’ın yeğeni. İzmir’deki bütün yüksek binalar onun marifeti. 
Geçenlerde tuhaf bir gelişme oldu. Mesut Sancak'ın Bornova'da devam eden “Folkart Incity” adlı projesine ilişkin imar plan değişiklikleri mahkeme tarafından iptal edildi. Davayı açan Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi karar üzerine belediyelere çağrı yaparak, "Folkart Incity inşaatı derhal durdurulmalıdır" dedi. Açıklamaya yanıtı kim verdi biliyor musunuz? Hayır, ilgili belediyeler değil, inşaatı durdurulan Folkart firması. Şöyle dediler; “Dava Bornova ve İzmir Büyükşehir Belediyeleri tarafından üst mahkemeye taşınacaktır.”
Bu özgüvenin sebebi hikmeti AKP ve CHP’yi birleştiren güçlü betondur. Beton söz konusu olduğunda siyasi farklar derhal silinmekte ve beton sağlamlığında yekpare bir blok ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bu beton bloğa yargı sistemimiz de dâhildir. Çünkü Folkart açıklamasında “İnşaatımız sürecektir. Konutlarımız tapu sahiplerine, söz verdiğimiz sürede teslim edilecektir" denilmektedir. Peki ya inşaatı durduran mahkeme kararı? 
Dedik ya beton birleştirir.

                                                                  ***

Kapitalizm yalnızca insanlar arasındaki ilişkileri değil, şehirlerin biçimini de belirler. En kronik hali şehr-i İstanbul’dadır. Sınırsız kar hırsının şekillendirdiği bir kapitalist ucubedir İstanbul. İzmir’in CHP’li belediyesi de AKP’li beton çetesi eliyle şehri hızla İstanbullulaştırmaktadır. İzmir körfezinden Çeşme’nin en ucuna kadar yüksek, şekilsiz bir bina gördüğünüzde başınızı kaldırın bakın. Hep aynı inşaat firmasının logosunu göreceksiniz. Yok mu koca şehirde başka iş bilir müteahhit peki? Var ama Kocaoğlu bir tane! 

Geçtiğimiz günlerde tamamına eren İzmir Enternasyonal Fuarı ile ilgili de bir tartışma sürüyor mesela. CHP'li İzmir Büyükşehir Belediyesi, başka iş bilir olmadığından olacak son yıllarda olduğu gibi, bu yıl da fuarın sponsoru olarak Sancak ailesine ait Folkart’ı seçmiş.  

Gariban İzmir halkı şehrin hala CHP’nin kalesi olduğunu sanıyor fakat. Oysa çoktan beton lobisi ele geçirmiş şehri. Kıyıları düşmüş, çayır çimeni kaldırılıp atılmış. Sahilin bitimindeki İstanbul özentisi TOKİ kalıntısı Mavişehir’in görünümüne uygun bir biçim veriliyor kıyıya. Çimler kaldırılıyor, yerine beton dökülüyor. Kapitalizm böyle, gölgesini satamadığı ağacı keser. Şehrin kıyısı yoksulların yan gelip yatma yeri olmayacak artık. Rant kapıyı çaldı mı, halka yer kalmaz.

                                                                  ***

İzmir Folkart Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu, harcıâlem bir siyasetçi. Aslında ne sağcı ne solcu olan o iş bilir simalarımızdan. Onu heyecanlandıran kayda geçmiş tek olay Binali Yıldırım’ın AKP Genel Başkanı adayı olması. Olunca “Hayırlı olsun, dileğimiz gerçekleşti” diye gözyaşı dökmüşlüğü var. İşçilerden, hele direnen cinsinden hiç hazzetmiyor. Yolsuzluktan yargılandı, aklandı. Dava bitince AKP’ye teşekkürlerini ve kucak dolusu selamlarını gönderdi. Akıllı adam, yargıya selam gönderecek hali yok ya.
Yerel seçim yaklaşıyor. “Tekrar aday olacak mısınız” diye sordular önceki gün. “Genel merkezde CHP'li olmayanlar etkili” diye cevapladı soruyu, dolayısıyla belli değildi kararı. Bence boşuna telaşlanıyor. Mesut Sancak onu seçmişse kim başka bir ihtimali düşünebilir ki? Genel merkezde CHP’li olmayanlar etkili de İzmir’de değil mi? İlahi!
Bir kelam daha etti o söyleşide. “İzmir CHP’lilerin kalesi değil” dedi. Bence değil. AKP çoktan ele geçirdi şehri, beton döküp biçimlendiriyor. Yakında tamamen düşer.
Neden peki? Çünkü İzmir İzmirlilerin de kalesi değil. Sadece CHP’ye oy vererek cumhuriyet meltemini sürdüreceklerini sanıyorlardı. Yanıldıkları kabak gibi ortada. Beton cumhuriyeti öldürür. O son çimi kaptırmayacaksın öyleyse…

                                                                 ***

İzmir’de Karşıyaka’nın kıyısından, İstanbul’da Kuzey Ormanlarının ortasına sınırsız bir yağma sürüyor. Beton dökülüyor dağa taşa. Haliyle fukara halka, gariban emekçiye yer kalmıyor. Bu kadar betona rağmen işçiye başını sokacağı bir barınak, halka üzerine uzanacağı bir avuç çim çok görülüyor. Sidikli havuz medyasından kiralık kalemleriyle tahtakurusu edebiyatı yapıyorlar sırıtarak. Hâlbuki bu ülke bizim, bu dağ, bu taş, bu deniz, bu orman bizim. Biz öldük, biz öldürdük bu topraklar için, biz vurduk, biz vurulduk. Peki ya kimdir şehirlerimize dadanan bu utanmaz istilacılar? 


İzmir’deyiz, kıyıdayız. Beton duvara çarpıp düşen bir meltem yerde yatıyor. İş makinaları teyakkuzda bekliyor. Anlamsız bir grilik hâkim kıyıya. Beton var çimen yok. Körfezin en ucunda mobil telefon taklidi yapan iki gökdelenin ışıklarının şavkı düşüyor suya. 

Kapitalizm var insan yok!

Orhan Gökdemir / SOL

Fransa Kıbrıs’a, Almanya Ürdün’e - İBRAHİM VARLI

Yeni pazarlar kapma, nüfuz ve güç alanları oluşturma şeklinde vuku bulan 21.yüzyıla özgü paylaşım savaşı dikkat çekici gelişmelere sahne oluyor. Bir süredir vuku bulan transatlantik hattındaki çatlağın ardından ABD’ye olan bağımlılığının azaltılması gerektiğini dillendiren Avrupa’nın emperyal güçleri Almanya ve Fransa Ortadoğu’da kendi hegemonik alanlarını oluşturmak için harekete geçti.

Ankara ile yaşanan krizin ardından İncirlik’teki askerlerini Ürdün’e çeken Almanya, Ortadoğu’da kalıcı üsler peşinde. İlk işaret hafta sonunda Ürdün’e giden Savunma Bakanı Von Der Leyen’den geldi. Leyen, Azrak kentindeki askeri üssü ve burada bulunan Alman askerini ziyaretinde ülkesinin Ortadoğu’da uzun vadeli bir üs konumlandırmasının ihtimal dahilinde olduğunu söyledi. Leyen, Almanya’nın bölgede bir stratejik üsse ihtiyacı olup olmadığı sorusuna, “Bu fikrin üstünü çizmek istemiyorum, böyle söyleyeyim” şeklinde cevap verdi.

Von der Leyen ve Şansölye Merkel, İdlib’de kimyasal silah kullanması ihtimaline karşı Almanya’nın bu duruma seyirci kalmayacağını açıklayarak, ABD’nin yanında saf tutacaklarının işaretini de vermişti. Almanya, Irak ve Suriye’de IŞİD ile mücadeleye keşif ve yakıt ikmal uçaklarıyla destek veriyor. ABD, Berlin’den daha fazlasını talep ediyor.

Irak’ta Peşmerge’ye eğitim veren, Irak ve Suriye’de IŞİD’e karşı mücadeleye destek sunan, Ürdün’de asker konuşlandıran Almanya, artık ben de varım diyor. Benzer şekilde Konya’da da NATO bünyesinde asker bulunduran Almanya’nın militarist yığınağı dikkat çekici.

Doğu Akdeniz’de sular ısınıyor
Suların ısındığı Doğu Akdeniz’de ise Fransa kalıcı üs peşinde. Güney Kıbrıs ile 11 yıl önce imzalanan anlaşma, geçen Temmuz’da genişletildi. Suriye’de ‘IŞİD ile mücadele’ adı altında asker bulunduran Fransa, kapsamı genişletilen anlaşmayla Güney Kıbrıs’taki hava ve deniz üslerini daimi kullanma hakkı kazanırken, Güney’in istediği sondaj ve deniz trafiğinin güvenliğini de üstlendi.

Rum lider Anastasiadis geçen hafta Paris’e giderek Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ile görüştü. Elysee Sarayı’ndaki görüşmede, Kıbrıs’taki askeri üslerin ortak kullanımı konuları ele alındı. Rum Politis gazetesinin, ‘Larnaka’ya Fransız donanma istasyonu’ manşetiyle verdiği habere göre Fransa ile 2007’de imzalanan işbirliği anlaşması genişletilerek yürürlüğe girdi. Haberde Fransa’nın Larnaka Limanı’nda savaş gemilerinin bulunmasını istediği belirtildi. Buna göre, Fransız deniz filosu Larnaka’da kalıcı olacak.

Dışişleri Bakanı Jean-yves Le Drian’ın geçen haftaki Güney Kıbrıs’a yaptığı ziyarette, tesisler konusunda sürecin hızlandırılmasına karar verildiği ifade edildi. Suriye, Ürdün ve Lübnan Fransa için önem arz ediyor. İsrail, Mısır ve Yunanistan ile doğalgaz adımları atan Rum yönetimi, bu gruba Fransa’yı da dahil etmek istiyor.

Ortadoğu’ya uzanan savaş gemisi: Kıbrıs
Doğu Akdeniz’in ortasındaki jeo-stratejik konumuyla her daim küresel güç odaklarının ilgi odağı olan Kıbrıs, Ortadoğu’ya uzanan bir savaş gemisi adeta. Kıbrıs’ta İngiltere’nin biri hava diğeri deniz olmak üzeri iki üssü bulunuyor. Türkiye ve Yunanistan’la birlikte Kıbrıs’ta garantör ülkelerden olan İngiltere’nin üsleri, kendi toprağı kabul ediliyor ve AB sınırları dışında yer alıyor. İngiltere Ortadoğu’daki askeri faaliyetlerinin büyük bölümünü bu üslerden gerçekleştiriyor. İngiltere Ada’da ayrıca, Ortadoğu’nun en büyük dinleme tesislerine de sahip. Rum yönetiminin, ABD’yle de benzer bir askeri işbirliği anlaşması var. İngiltere ve ABD’nin Suriye ve Ortadoğu’daki harekâtları buradan yapılıyor.

İsrail, Lübnan, Mısır, Filistin, Yunanistan, Kuzey ve Güney Kıbrıs ile Türkiye’nin dahil olduğu Doğu Akdeniz’deki enerji mücadelesi Suriye’deki paylaşım savaşıyla birlikte değerlendirildiğinde bölgeye yapılan savaş yığınağı daha net bir şekilde anlaşılmış olur. Almanya eski dışişleri bakanı Jorschka Fischer’in Suriye savaşını Ortadoğu’daki hegemonya mücadelesinin bir sonucu olarak görmesi tam da bundan.

Alman militarizmi geri dönerken...
Almanya, ikinci dünya savaşı sonrasında yeniden militarist kimliğine bürünürken, Merkel’in Doğu Avrupa’dan Kafkaslar’a oradan da Afrika’ya yaptığı seri ziyaretlerin arka planında yeniden dünya siyasetinde aktif olma niyeti bulunuyor. Hem ekonomik hem de askeri atılımlarda bulunan Almanya ne vakit sahneye çıktıysa beraberinde bir dünya savaşı da gelmiştir. Bu nedenle Almanya ve Fransa’nın Ortadoğu hamlelerini yakından takip etmekte fayda var.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

"Demokrasi şehidi" mi dediniz! - Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU

Ölüm/öldürülme yıldönümü dolayısıyla yeni bir "Menderes ve demokrasi şehitlerini anma" sezonu açıldı...

Adnan Menderes'i sevmek başka bir şey; kimseden izin yahut onay alacak haliniz yok sevebilirsiniz...

Siyasi aidiyet duymak başka bir şey; siyaseten kendinizi onun çizgisine/çizgilerinden herhangi birine yakın hissedebilirsiniz...

"Gelenek" olarak görüp, benimseyebilirsiniz...

"Dede yadigarı" diye saygı duyabilirsiniz...

Onun üzerinden darbelerle (onun darbeye, darbe koşullarını olgunlaştıran hatalar zincirini de dahil ederek) hesaplaşabilirsiniz...

Ama her şeyin de bir oluru var.

İktidarının sicilinde;
Bilim ve fikir adamlarına getirilen yasaklar...
Köy Enstitüleri'nin kapatılması...
Tahkikat Komisyonlarıyla hukuksuzluğun hukuk kılıfına sokulması...
 "Kara Cübbeliler" çıkışı...
Üniversitelerin kapatılması...
Tarikatlaşmanın Cumhuriyet tarihinde görülmemiş seviyeye ulaşması...
 "Kütük marifetleri"...
İnönü'nün seçim bölgesi Malatya'nın ikiye bölünmesi, Bölükbaşı'nın seçim bölgesi Kırşehir'in ilçe yapılması...
Yayın yasakları ve gazetecilerin cezaevlerine atılması...
"Muhalefetin kin ve husumet cephesine karşı Vatan Cephesi kurun" çağrısıyla, toplumu kamplaştırılması...

Ve benzeri yığınla "demokrasi karşıtı" tavır bulunan bir siyasi liderden "demokrasi şehidi" olur mu?

Hiç itirazım yok;
Adnan Menderes ve arkadaşları, Yassıada'da hukuksuzluğa uğramıştır. Çok ağır hukuksuzluğa uğramışlardır.

Yassıada Mahkemesi bir "tiyatro"dur ve tekrarından ancak korunmayı dilememiz gereken bir tragedya sergilemiştir.

Menderes ve arkadaşlarının idamıyla sonuçlanan yasal görünümlü süreç Türk hukuk tarihinin en lekeli sayfalarından biridir.

Menderes, "darbe"nin "kurbanlarından biri"dir;

Ama zinhar "demokrasi" merkezli bir kahramanlık atfedilebilecek biri değildir.

Sapla samanı karıştırmadan da sahip çıkmak mümkün sanıyorum "hatıralarınıza"!

Sevdiklerimizi çarpıtmaya gerek duymadan sevebildiğimiz, savunabildiğimiz... Onlarla mesnetsiz mübalağaların desteği olmadan övünebildiğimiz...

Sevmediklerimizi çarpıtmaya gerek duymadan yerebildiğimiz...

"Ölçü"lerimizin olduğu günler geldiğinde her şey -hiç değilse- daha medeni, daha saygılı bir çizgide seyredecek...


Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU  / YENİÇAĞ