11 Ekim 2018 Perşembe

Canavara karşı topyekûn mücadele - NAZIM ALPMAN

Türkiye bir büyük savaştan çıkıyor –pardon çıkamıyor- bir başka büyük savaşa giriyor. Daha doğrusu girmek zorunda bırakılıyor. Çünkü dünyanın bütün devletleri değişen doz ve şiddette memleketimize karşı düşmanlıklar beslemektedirler.

Düşmanlıkların bazıları açık, bazılarıysa gizli olabiliyor. Allahtan hükümetimiz bunların hepsini bilmekte, hatta düşmanlık fikri o ülkelerin fikriyatında oluşmadan bile önce görüp en hızlı şekilde önlemlerini alabiliyor.
Şu sıralarda en önemli meselemiz yeniden sahneye çıkıp bütün rolleri çalan eski bir yıldız: ENFLASYON CANAVARI!

Eskiden “enflasyon canavarları” dinazorların en yırtıcı türü olan kısaca “Tyrannosaurus Rex” adıyla bilinen T-Rex’ler şeklinde çizilirdi. Mutfaklarda dolaştırılırdı. Enflasyon Canavarı T-Rex etobur olduğu için onun girdiği mekanlarda et kalmazdı. Bütün et ürünlerini bu canavar yer bitirirdi.
Enflasyon Canavarlarını en güzel Bedri Koraman çizerdi.

Sonraları bu enflasyon canavarı bizim memleketin iştahlı yamyamlarından korktu. Onlar önüne geleni yediklerinden enflasyona bir şey bırakmadılar. Şehirler, nehirler, dağlar, ovalar her şey onların iştah açıcı mönüsüne dahil edildi. (Sol açıyla yontulmuş bir kaleme sahip olduğumdan ben yine sola doğru gitmeye başladım, toparlıyorum.)

Yenilen yenildi, içilen içildi. Yok hayır Ejderha suyunu aklıma getirmiyorum.
Her şey bitti. Bir bakıldı ki ortada yenilecek bir şey kalmamış. Evet, yerli ve milli tabii ki…

O zaman ekonomik kurtuluş savaşına başlayabilirdik. Ki başladık!..

Düşman saldırıları her ne kadar ekonomik gibi görünse de doğrudan siyasetimize, manevi değerlerimize karşı yapıldığını (din, iman, ezan, bayrak) hedefine yönelik olduğu en üst düzeyde ifade edildi.

Hedef böyle izah edilince artık mücadele etmenin en kolay bölümü devreye sokulabilirdi.

Dünyaca ünlü danışmanlık firması McKinsey ile bir anlaşma yapıldı. Ekonomiye o firma ayar verecekti. Hemen eski klasik “Mülkiye kantini” kafasıyla karşı çıkıldı. Bu son derece fiyakalı isimlendirme Hürriyet’in marka değeri çok yüksek eski genel yayın yönetmeni ve halen en fazla ilgi gören köşe yazarı Ertuğrul Özkök tarafından yapıldı.

‘Ekonomiye ve Hazineye bakan’, Bakan Berat Albayrak yaşı Mülkiye kantinine el vermediği için devletin geleneksel tanımlamalarını kullanarak uyardı.

Genç Bakan yeni dönemde bir ofis kurduklarını tamamen yerli ve milli duruşla yöneteceklerini söyledikten sonra son derece veciz bir başlık verdi:
“Yapılan yorumlar cehaletten değilse ihanettendir!”

Her şeyin pahalı hale geldiği günümüzde vatana ihanetin bu kadar ucuzlatılmasının da kıymeti bilinmeliydi. Ama o da bilinmedi.

Amerika’ya karşı mücadele için işe alınan Amerikan firması McKinsey’nin iş akdi feshedildi. Bu güzelliği de her zaman her yerde olduğu gibi yine Cumhurbaşkanı/Başkan Tayyip Erdoğan yaptı.

Hükümetin medyası tam Özkök’ün ucunu açtığı tünelden Mülkiye Kantini taarruzuna başlayacaklardı ki, yerli ve milli duruşa geçtiler.

Şimdi enflasyonla mücadele de çok yeni bir dönem başladığını Bakan Berat Albayrak açıkladı. Toplam 50 üründe yüzde 10 indirim sağlanmıştı. Bir de güzel bir “barkot” hazırlanmıştı. Aslında bu bir barkot değildi. Barkot düz çizgilerden oluşur. Bu düpedüz ambalaj için paket süsü olabilirdi.
Önemli değil, olsa da olmasa..!

Eğer tüketiciler özenli davranıp sürekli olarak aynı marketlerden yüzde 10 indirimli 50 ürünü alarak yaşamlarını idame ettirirlerse enflasyon yenilecektir.
Her şeyi devletten, hükümetten, iktidar partisinden beklemek olmaz. Biraz da millet kendiliğinden bir şeyler yapacak. Bakın Kayseri’de ucuz ekmek üretiliyor, Türkiye’nin her yerinden Kayseri’ye uçak var. Bir saatte gidilip dönülebilir. Vatandaş gidip Kayseri’mizden ucuz ekmek alıp evine dönebilir. Böylece tasarruf sağlayabilir.

Bazı hastanelerde ameliyat malzemesi kalmadığı ya da azaldığı için başhekimler emrindekileri uyandırıyorlar. Acil dışında ameliyatları erteleyin diyorlar. Bu koşullar da vatandaşlar hiç gereği yokken kalp, damar, kanser ameliyatlarından imtina etmeliler. Topyekûn mücadele başladı artık. Boru değil ki bu… Vedat Sakman’ın “Tut şunun ucundan götürelim abi” şarkısını söyleyelim. Zaten götürülecek olanlar da götürülmüş. Şimdi hep birlikte elimizdekini avucumuzdakini, iç organlarımızdakini tutacağız. Ki, kimse götürmesin!

Duyduk duymadık demeyin:
“Enflasyona karşı topyekûn mücadele başladı!”

Nazım Alpman / BİRGÜN

99 kuruşa enflasyonla mücadele - Alpaslan Savaş

Damat bakan, canlı yayında enflasyonla mücadele programını açıklıyor. Patronlar orada. Kendi deyimiyle bir lansman toplantısı yapıyor. Zaten hali tavrı da mal pazarlayan reklamcı gibi.

Lansmanın adı Enflasyonla Topyekun Mücadele Programı. Pahalılıkla mücadele yani. Önümüzdeki dönem bu konuda alınacak tedbirler kürsüden bir bir sıralanıyor. Kredi kullanan şirketlere kamu bankaları tarafından yüzde 14’e varan finans desteği verilecek, KOBİ patronlarına 3 milyar liralık ihracat desteği sağlanacak, KOSGEB desteği alan patronların geri ödemeleri 3 ay daha ertelenecek, 1 milyar lira üzerinde makine teçhizat alımı yapan patronlara yatırım tutarlarının yüzde 25’i ödenecek, stratejik ürün (ne demekse) yatırımı yapan patronlara, önce 1 milyar, sonra 1,5 milyar lira teşvik verilecek. 
Ver oğlu ver. Uzayıp giden bir liste. 

Bugüne kadar dağıtılan onca kamu kaynağı yetmemiş gibi şimdi de pahalılıkla mücadele adı altında yeni kaynakları patronlara akıtacaklar. Daha geçen hafta işsizlik sigortası fonundaki 11,5 milyar lirayı, düşük faizle borç vermeye devam edebilsinler diye karga tulumba üç kamu bankasının kasasına koymuşlardı. Bildiğin işçinin parasıydı bu. 
Peki pahalılığın doğrudan vurduğu emekçi halk için ne çıktı bu mücadele paketinden?

Yüzde 10 indirim!

Yılın ilk dokuz ayında tüketici fiyatlarında artış yüzde 20’ye dayandı. Sene başında 1603 lira olarak belirlenen asgari ücret ise yerinde sabit duruyor. Üstelik sene sonunda TÜFE beklentisi 30-35 bandına ulaşmış durumda. 

Ama olsun. Yüzde 10 indirim sayesinde fiyatı bir süredir 9,99’un altına düşmeyen domatesin yeni etiketinde artık 9,00 yazacak. Ücretlerdeki muazzam eriyeme karşı enflasyonla mücadele programının önerdiği köklü çözüm domatesin fiyatından 99 kuruş atmak!

Toprağını kendisi ekip biçen için de benzer bir durum söz konusu. Damattan önce söz alan Tarım bakanı gübre, yem ve ilaç gibi girdi ürünlerde de yüzde onluk bir indirime gidileceğini duyurdu. Oysa son üç ayda bu ürün kalemlerine gelen zam yüzde 50 ile 120 oranında. Çiftçinin derdiymiş, ne gam!

Bir de bu yıl bitene kadar elektrik ve doğalgaza yeni bir zam yapılmayacak olması var. Bu müjdeyi de damat verdi ama son bir yıl içinde enerji ve gaza yapılan zammın yüzde 71,88 olduğunu söylemeyi unuttu. Olsun! Nasılsa kış gelmeden kimse gaz, tüp yakamayacak bu sene. Karakışa ise kim öle kim kala…

Pahalılıkla mücadele bahane, patronlara kıyak şahane. Emekçiler ise başının çaresine bakar, kime dert.

Tavırları bu. Küstah ve rahatlar.

Önceden bu tip işlerde göstermelik de olsa sarı yandaş bir sendika alırlardı yanlarına. İşçileri de işin içine kattıklarını göstermek adına. Dikkat ettiniz mi bilmem. Damat toplantıda “paydaşlarımız” diye konunun taraflarını sayarken “işverenlerimiz, sanayicilerimiz, kobilerimiz, finans sektörümüz” dedi ve bir de “vatandaşlarımız var” diye ekledi. Çalışma Bakanı ise yeni bir tanım bulmuş, “emek verenlerimiz” diyor. İşçi demiyorlar. Onlar için yok hükmünde çünkü. Bu denli rahatlığa, işçi sınıfının bu denli örgütsüzlüğü neden oluyor.

Bu rahatlık aynı zamanda onların zayıf noktası. Bütün planlarını örgütsüz bir işçi sınıfı üzerine kurdular. Bu planı bozmak için geceyi gündüze katmaya değmez mi? Fabrika fabrika, atölye atölye, ofis ofis…

Alpaslan Savaş / SOL

Bir küresel ‘Weimar dönemi’ bitiyor - Ergin Yıldızoğlu

Son günlerde, birbiri ardına gelen sıra dışı olaylara bakarken, bunları tek bir kümeye koyabilecek bir metafor aradımaklıma Weimar sözcüğü geldi.

Weimar Cumhuriyeti
Weimar Cumhuriyeti (1918-1933) Almanya’nın I. Büyük Savaş’ta yenilgisiyle başlayan, Nazilerin iktidarı ele geçirmesine kadar uzanan yıllarını kapsar. “Weimar Cumhuriyeti”, çökmüş eski bir düzenle, doğamayan bir yeni düzen arasında kalanların düş kırıklıklarını, umutlarını, fantezilerini, toplumsal çalkantıları betimler; “türlü canavarların tarih sahnesine çıktığı” bir dönemi... 

Bu fantezilerden biri, emperyalizm aşamasına girmiş, yükselen işçi hareketleriyle yüz yüze bir kapitalizmin yapısal krizinin içinde liberal demokratik bir düzenin kurulabileceğine ilişkindir. İkinci fantezi de borçlarla finanse edilen bir ekonomik büyüme ve refahın sürdürülebileceğine... Liberalizmin, “1989 - tarihin sonu” saçmalığına benzer bir “bir daha savaş çıkmaz” inancı yaygındır. Halbuki o sırada, bir tarafta, Great Gatsby türü müstehcen servetler birikirken, halk yoksullaşmaya devam ediyor, taşra kentlerinden Berlin, Viyana gibi kentlere nüfus akımı sürüyor, lağım kanallarında bir ikinci Viyana oluşuyordu. Yasalar giderek işlevini yitiriyor, güvenlik güçleri hızla kutuplaşıyor, siyasi suikastlar sıradanlaşıyordu. Paranoyak bir popüler kültür, “biz ve dünyanın geri kalanı” hezeyanlarıyla, egemen oluyordu.

Faşist parti bu bunalmış insanları, tüm ezilmişlikleri içinde, Alman ve üstün ırk olma fantezisiyle, Yahudi düşmanlığıyla yüceltiyor; özellikle gençler arasında hızla güçleniyordu. Milyonlarca üyeye sahip Alman Sosyal Demokrat Partisi  uzlaşmacı, Alman Komünist Partisi sekter politikalarıyla Nazilerin iktidara yürüyüşünü kolaylaştırmakla kalmadılar, kendi sonlarını da hazırladılar. Bu dönemin tek olumlu özelliği, hızla politikleşmekte olan modern sanattır.

Çürüme, çözülme...
Biz de, 1989’dan 2008’e kadar adeta bir “Küresel Weimar” döneminde yaşıyorduk. Son bir haftadır izlediğimiz olaylar bile, demokratikleştirici, kaynaştırıcı, “tarihin sonu” bir “neo-liberal küreselleşme döneminin” çoktan bir çürüme ve çözülme sürecine girdiğini gösteriyor. “Weimar Cumhuriyeti’ni” çağrıştıran olaylar dünya çapında giderek sıklaşıyor. 

Örneğin, Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı ülkesinin İstanbul konsolosluğuna girdi ve bir daha çıkmadı. Uluslararası alanda suçluları bulma örgütü Interpol’ün Çinli Başkan’ı kayboldu - Çin’de tutuklanmış. Bulgaristan’da araştırmacı gazeteci Viktoria Marinova hunharca öldürüldü. ABD’de sağın adayı, yargıç Brett Kavanaugh, hakkındaki cinsel saldırı suçlamalarına, çok partizan bir görüntü sergilemesine karşın, Yüksek Mahkeme başkanlığına atandı. Bu atama birçok yorumcuya göre sağın gerçekleştirdiği bir siyasi darbeydi. 

Bu sırada, Latin Amerika’nın en büyük ülkesi Brezilya’da, açıkça askeri diktatörlük dönemini, işkenceyi savunan, siyasi rakiplerini vurmaktan söz eden, ırkçı, homofobik, kadın düşmanı bir adam başkanlık seçimlerinin birinci turunu önde bitiriyor. Almanya Yahudi Konseyi Başkanı Charlotte Knobloch (85), Spiegel’de yapılan bir söyleşide, Almanya’da yeniden yükselmeye başlayan Yahudi düşmanlığına, AfD’nin gelişmesine, Nazilerin Chemnitz’de sergiledikleri olaylara atıfla “Bir canavarla yüz yüzeyiz” diyordu. 

Birleşmiş Milletler İklim Paneli’nin son raporuna göre, dünyanın geri dönülemez bir felaketi önlemek için en fazla on yılı kaldı. Acele önlem almak gerekiyor. Ertesi gün, IMF, ticaret savaşları riskine, bir türlü eritilemeyen büyük borç yüküne bakarak 2018 ve 2019 ile ilgili küresel büyüme beklentilerini düşürdü. New Yok Times’da bir karikatür, bu iki raporu birleştirerek, kapitalist uygarlığın tükenmişliğini çok güzel özetliyordu: Bir petrolcü kulesinden, aşağıdakilere bakarak, “Bu insanlar - çevreciler - gezegeni  kurtarmanın kısa dönemli etkilerini anlayamıyor” diyor: Önemli olan kâr, gezegenin geleceğini kim takar! 

Gerçekten de, aşılamayan bir yapısal / finansal kriz, ticaret savaşları, hatta çoktan başlayan siber savaşlar, işlevsizleşen uluslararası hukuk, yükselen faşizm, gerçek savaşların habercisi. Bu ortamda, iklim krizi hızla geri dönülmez noktaya koşuyor. “Şeylerin andaki durumunu değiştirebilecek” bir siyasi hareketin yokluğu, kapitalist uygarlığın, Weimar Cumhuriyeti’nin sonunu anımsatır bir felakete doğru gidişini kolaylaştırıyor. 

Sanatta, Weimar dönemini andıran bir canlılık yok ama, belki, kimliğini medyadan gizleyen sokak ressamı Banksy’nin, son şakasıyla avunabiliriz: Banksy, geçen hafta açık artırmada 1.4 milyon sterline satılan bir yapıtını, satışın gerçekleştiği an, şaşkın bakışların önünde, (yıllar önce sanatın metalaşmasını protesto etmek amacıyla,   çerçevenin içine gizlediği) uzaktan kontrollü bir kâğıt öğütücüden geçirerek parçaladı.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

En az yüz sene daha borç ödeyeceğiz - Enver Aysever

Düyunu Umumiye denen borçların son taksiti 25 Mayıs 1954’te yatırılır Türkiye Cumhuriyeti tarafından. İlk borç 1854’te alındığına göre, yüz yıl süren bir dönemden söz ediyoruz. Ödeme süresiyse tam 72 yıl. ‘Borç alınır, ödenir, ne var ki’ diye düşünen çıkabilir. Borcun alındığı döneme bakarsak Osmanlı’nın çöküşünü görürüz, kapitalistleşmeyi başaramayan bir devletin yıkılış sürecidir söz konusu olan. 

Ardından ulus-devlet olarak Cumhuriyet kurulur, kendine ait olmayan (sarayın, hanedanın) borçlarını yüklenir ve öder. Bunun iktisadi olarak nasıl yapıldığı değerli bir inceleme konusudur, ancak bir de etik mesele var ki, sanırım en çok üzerinde durmamız gereken konu budur. Türkiye Cumhuriyeti devrimle kuruldu. Her devrim kendi insan tipini yaratmak ister. Cumhuriyet; çalışkan, erdemli, dürüst, toplumcu, aydınlanmacı insan yaratmak istiyordu. Keskin aydınlanma hareketi sonuçlarını vermeye başladı hemen. 

Cumhuriyet ‘dil’ devrimi ile anlaşılır. Okuryazarlık hızla artarken, dünyanın seçkin yapıtları da dilimize kazandırıldı. Salt iktisadi çabayla kalkınma olmayacağını bilen Cumhuriyet kadroları, herhangi bir önem/öncelik sıralaması yapmadan, topyekûn devrimin gereğini yerine getiriyordu. Yaratılacak insanın etik değerleri yüksek olmalıydı. İşte bu sorumlulukla o borç ödendi. Üstelik kimselere muhtaç olmadan, öz kaynakla! 


Cumhuriyet sosyalist değildi. Ancak ‘Planlı Ekonomi’ ustalıkla uygulandı. İnsan kaynağına, nüfus dağılımına uygun fabrikalar kuruldu, işsizlikle mücadele, bölgeler arası eşitsizliğin de ortadan kalkması hedeflenerek, verildi. Unutmayalım ki, dünya savaşla kırılırken, bunun dışında kalmayı da başardı Cumhuriyet. (Ayrıntısına girmiyorum, ancak İnönü eleştirisi bu bağlamda tamamen haksızdır.) 

Halkını besleyebilen, uygun sanayileşme koşullarıyla kalkınan bir devletten söz ediyoruz. 
Niyazi Berkes 1964’te kaleme aldığı “200 Yıldır Neden Bocalıyoruz” adlı kitabında, Osmanlı’yı çökerten, Cumhuriyeti ele geçirip tüketen nedenin gericilik ve liberallik olduğunu vurgular. Cumhuriyet devrimiyle bastırılan yobazlar, liberaller Menderes’le, üstelik daha gürültülü ve baskın biçimde yeniden ortaya çıktı. 

Cumhuriyet Batı değerlerini, ölçüsünü her yönüyle hedef edinmiş, bu yolda ciddi mücadele vermiştir. Tuhaftır; Batı bu yeni devletle işbirliği yapmak yerine her dönem liberalleri, gericileri desteklemiştir. Bu tarihsel çelişki kuşkusuz! İslamcılar, milliyetçiler, liberaller ABD sevdalısı olmuştur her dönem. Cumhuriyet devrimine sahip çıkan/erdemli insan, yerini karşıdevrimci/ gerici bu tipe bırakmıştır. Borçlanma Menderes ile başlar yeniden. Ülke liberal iktisada tamamen teslim olur. Ayağını yorganına göre uzatan Cumhuriyetin kurucu kadroları, yerini görgüsüz, piyasacı, etik ölçüleri yerle bir olmuş yenilerine bırakır. RTE ve partisi bunun sonucudur. Bugünü anlamak için o kırılmaya bakmak gerekir. 

Ne zaman kutsal kitap, bayrak çığırtkanlığı olsa büyük toplumsal çürüme olduğu kesindir. Yobazların, işbirlikçisi liberallerin üstünde tepindikleri kavramlardır; din, mezhep, milliyet, kimlik… Sınıf bilinci olmaksızın, dünyayı doğru kavramak mümkün değildir. Bu çevrelerin; hukukun üstünlüğü, bilimsel bilgi üretmek, aydınlanma, kalkınma gibi öncelikleri yoktur. Dincilikle, ırkçılıkla zehirlenmiş toplumlar, bir de Ortadoğu cehaletiyle birleşince son derece tehlikeli hal alır. ‘Yerlilik, millilik’ sözcükleri eksik olmaz ağızlarından gericilerin, ancak hep ABD hayranı, uydusu olarak yaşarlar. 

Berkes; gericilik bastırılmalı, küresel çatışmalardan uzak durmalı/diğer devletlerin siyasal oyunlarına karşı uyanık olunmalı, yoksulluktan kurtulmak için toplumsal reformlar yapılmalı, diyor kısaca. Bir anlamda kuruluştaki ilkelere geri dönülmesi gerektiğine işaret ediyor. 

Bir zaman Türkiye halkı sınıflı toplum olduğunu fark etmiş, örgütlenmiş ve hayli yol almıştı. Gericilerin dostu darbeler olmasaydı, muhtemelen hedeflenen yere çoktan varılmış olacaktı. Genel olarak Batı’nın, özelde ABD’nin bu türden bir dirilişe izin vermesi söz konusu değildi. Gericiler bu destekle iktidar oldu! 

TÜİK verilerine göre üniversite mezunları son on yılda büyük gelir kaybına uğradı. Buna karşın okuryazar olmayanların geliri yüzde 231 arttı. Bunu yoksullukla iyi savaşılmış diye yorumlamak yanılgıdır. Sağ iktidarlar(Özellikle AKP); cahiller, düşkünler toplumu yaratarak, bunun üzerinden varlıklarını güçlendirir. Devletten verilen sadakayla geçinen insan, düşünmek yerine şükretmeyi yeğler. 

Neo Osmanlıcılık yeni çöküşün adıdır. Kriz iktisadi değildir sadece, etik çürüme söz konusudur. Kokusunu almayan var mı hâlâ?

Enver Aysever / CUMHURİYET

‘FETÖ ile mücadele’den cebini dolduranlar - Barış Terkoğlu

Beğendiğiniz arabayı alacaksınız. Fiyatı da uygun. Ancak sahibinin FETÖ’den tutuklu olduğunu, mallarının soruşturulduğunu öğrendiniz. Alır mısınız? “Evet” diyeni duymadım. 

Neden soruyorum?
 
27 Eylül’de kritik davaların birinden karar çıktı. FETÖ’ye para sağlayan 4 işadamının yargılandığı davada Orkide Yağları’nın sahibi Ahmet Küçükbay, örgüt üyeliğinden 5 yıl 5 ay hapis cezası aldı. Tutuklu olduğu süre göz önünde bulundurularak tahliye oldu. Hâkimlere göre cezasının düşmesinde 1980-2016 aralığında FETÖ ilişkilerini kabul etmesi, etkin pişmanlıktan faydalanarak itiraflarda bulunması etkili oldu. 

Önemli bir ayrıntı daha vardı. 4 Mayıs 2018 tarihli bilirkişi raporuna göre Küçükbay’ın servetinin 85 milyon 648 bin TL’sinin, 2 milyon 181 bin Avro’sunun, 14 milyon 262 bin dolarının kaynağı FETÖ idi. Servetinin bu kısmına el konurken, kalan kısmı iade edildi. 
Küçükbay, FETÖ’cü işadamları arasında en bilinen isimlerden biriydi. Kendisi de örgüte mali destek sağladığını kabul ediyordu. Işık Sigorta’nın da Gediz Üniversitesi’nin de kuruluşunda o vardı. Samanyolu TV’nin de Zaman Gazetesi’nin de finansörüydü. TUSKON’u oluşturan çekirdek kadrodaydı. Örgütün Kanal 35’inin patronuydu. 
Küçükbay’ın ceza alması tabii ki sürpriz olmadı. 

2015’ten itibaren kendi sonunu görerek; istifalarla, gazete ilanlarıyla, sosyal medya mesajlarıyla FETÖ’den kopmuş gibi görünmesi pek de kimseyi ikna etmemişti. 
Benim kafamdaki sorular ise buradan sonra başlıyor.


Mallarına ortak çıktı 
Küçükbay’ın en değerli şirketlerinden biri Reka Bitkisel Yağlar AŞ idi. İfadesinde “Ben, kardeşim Halil ve profesyonel olarak uluslararası büyük şirketlerde çalışan ve şirketin üretim alanı olan, yağ imalatı ile ilgili konusunda uzman, dünya pazarını çok iyi bilen Murat Reka ortaklığında kurduk” diye anlatıyordu. 

O şirketin internet sitesine bugün girdiğinizde ise “Ağustos 2017 tarihi itibariyle çoğunluk hisseleri Tül Gıda AŞ’ye geçmiştir” notu dikkat çekiyor. 

Gerçekten de 25 Ağustos 2017 tarihli Genel Kurul kararı incelendiğinde, şirketin yüzde 51 hissesinin Tül Gıda’ya geçtiği, Küçükbaylar’ın yüzde 40 ile ikinci ortak olduğu görülüyor. 

Tül Gıda kimin mi?
 
AKP’ye yakınlığıyla bilinen ve çoğunluğun BİM’den tanıdığı Topbaşlar’ın. 
Nitekim bugün artık Mustafa Latif Topbaş şirketin Yönetim Kurulu Başkanı, diğer Topbaşlar ise yönetim kurulu üyeleri. 

Özetle; Küçükbay tutuklanınca Topbaşlar grubun en kıymetli şirketine ortak olmaya çekinmemiş.

Küçükbay’ın FETÖ’den soruşturulması, Topbaşlar’a maliyet avantajı yarattı mı? 

Bilmiyoruz. 

Bildiğimiz, baştaki soruya “evet” diyecek kadar kendine güvenenler de varmış! 
Gelelim ikinci konuya.

FETÖ sanığını soyma girişimi 
Hem Küçükbay’ın itiraflarından hem de savcılık iddianamesinden anlıyoruz ki, olağan FETÖ şüphelisi Ahmet Küçükbay’a birileri “bir ihtimal daha var” demiş. 

Şöyle anlatalım, 2015 yılının Ekim ayından itibaren Sabah’ta Rasim Ozan Kütahyalı ve Star’da Cem Küçük, Küçükbay’ı hedef almış. Mesele bu kadar olsaydı “FETÖ ile mücadele ediyorlar” denebilirdi. 

Ancak işte tam da bu yayınlar sırasında birden fazla kanaldan Küçükbay’a “birkaç milyon dolarcık rüşvet ile” kurtulma teklifi yapıldığını görüyoruz. 

Biri, işadamı Selim Gökdemir

Ensar Vakfı ve Serhat Albayrak’ın adını kullanarak Küçükbay’ı “yolmaya” çalışıyor. Kendisinden ilk olarak 3 milyon dolar istenmesi üzerine, Küçükbay hem Sabah gazetesini yöneten Serhat Albayrak ile hem de Star’ın sahibi Sancak Ailesi ile görüşüyor.

Albayrak’ın o ana kadar konudan habersiz olduğunu gören Küçükbay, ifadesinde şunu söylüyor: “Orada anladım ki, Selim Gökdemir beni Serhat Albayrak ve Ensar Vakfı’nın ismini kullanarak dolandırmak istemiş.” 

Peki, sonra ne oluyor? 

Küçükbay’ın itiraflarından dinleyelim: 
“Albayrak ile yaptığım bu görüşmeden sonra Kütahyalı’nın hakkımda yapmış olduğu gazete yazılarındaki karalamaları birden kesildi.” 

Gelelim o dönem Star’ın sahibi olan Sancaklar’la görüşmenin ardından olana: 
“Konuşmadan sonra Cem Küçük benim hakkımda yazıları yazmayı bıraktı.” 

Bu kadarla da kalmıyor. 

26 Kasım 2015’te, Star gazetesinde, “Paralele çeteye geçit yok” başlığıyla Ahmet Küçükbay’ı adeta “FETÖ’yle mücadele şampiyonu” ilan eden bir röportaj yayımlanıyor. Star’ın arşivinde hâlâ o haberi bulabilirsiniz. 

İkinci para isteyen ise Hüseyin Sarıçiçek
Yandaş medyanın “FETÖ ile mücadeleye karar vermiş eski FETÖ imamı” diye kahramanlaştırdığı Sarıçiçek’in ne işler çevirdiğini savcının satırlarından aktaralım: 
“Hüseyin Sarıçiçek isimli şahsın, Ahmet Küçükbay isimli şahıstan, içinde bulunduğu durumdan faydalanarak, şahsı bitirmeye çalıştığı ve maddi olarak kendisine menfaat sağlamaya çalıştığı yönünde twitter yazışmalarınınolduğu...” 

Nitekim Sarıçiçek, FETÖ sanıklarından para istemekten tutuklandı. 

Ancak bugün adını arattığınızda, tesadüf bu ya, “FETÖ şüphelisi yolma” döneminde Cem Küçük ve Rasim Ozan Kütahyalı ile yaptığı televizyon programı çıkıyor. 

İki yazar, 2015’te ne karşılığında Küçükbay’ı yazdıklarını, neden bir anda sustuklarını anlatırlarsa meseleyi daha iyi anlarız. Zira, belgelere göre, Bank Asya kredisiyle aldıkları eve bunu sormak için gelen polisler kendilerini bulamamışlar. Sahi, gazetelerinde o gün Küçükbay’ı öven röportaja neden sessiz kalmışlar?

Başkaları da var ama uzatmayalım. 

“FETÖ ile mücadele” maskesinin altında tüccarlık yapanları görünce, siz de “yazıklar olsun” diyor musunuz?

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Mudanya Antlaşması - Av.EROL TÜRK

Mudanya konferansında görüşülecek konular Atatürk ve İnönü ile birlikte saptanmış, görüşmeler çok çetin ve gergin başlamıştır. Yunanlıların Trakya’dan tamamen çekilmeleri ve Boğazların boşaltılması konuları çok tartışılmış ve görüşmeler sık sık kesilmiştir.

Büyük Taarruz’un Yunan ordularının kesin yenilgisiyle sonuçlanması ve Türk ordusunun 9 Eylül’de İzmir’e girmesi üzerine Büyük Asya rüyası sona eren Yunanlılar kendilerine bu felaketi hazırlayan İngiltere’den yardım istediler. Büyük Taarruz öncesi bütün dünya ile irtibatını kesen Mustafa Kemal Atatürk, İngilizlerin TBMM hükümetinden ateşkes antlaşması yapılmasını istemesi üzerine 3 Ekim 1922 tarihinde Mudanya konferansı başlamıştır. Konferansta TBMM adına İsmet Paşa, İngiltere General Harington, Fransızlar General Charpy, İtalyanlar General Monbelli başkanlığındaki delegelerle görüşmelere katılmışlardır. Yunan temsilcileri General Mazarakis ile Albay Sariyanis görüşmelere katılmamışlar ve görüşmeleri Mudanya açıklarında bekleyen bir İngiliz gemisinden izlemişlerdir.

Görüşmeler çetin ve gergin
Mudanya konferansında görüşülecek konular Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa ile birlikte saptanmıştır.
Görüşmeler çok çetin ve gergin başlamıştır. Yunanlıların Trakya’dan tamamen çekilmeleri ve Boğazların boşaltılması konuları çok tartışılmış ve görüşmeler sık sık kesilmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın 6 Ekim’e kadar bir netice alınmazsa Türk ordusunun yeniden harekete geçeceğini söylemesi üzerine İtilaf Devletleri telaşlanmışlar ve görüşmelere devam etme kararı almışlardır. Fransızlar yeni bir savaşı göze alacak durumda değildi. İngilizler ise İsmet Paşa’nın kendilerine yenilmiş bir ordu muamelesi yaptığından şikâyet etmekteydiler.’ Ekim 1922 tarihinde görüşmelere devam edilmiş ve nihayet 11 Ekim 1922 günü Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalanmıştır. Görüşmeleri uzaktan izleyen Yunanlılar antlaşmanın sonuçlarını kabul etmek zorunda kalmışlardır.
Mudanya Ateşkes Antlaşması’nın imzalanması ile Kurtuluş Savaşı’nın askeri safhası sona ermiştir. Mudanya Ateşkes Antlaşması ile Yunanlıların, Edirne ve Karaağaç’tan çekilmelerinin kabul edilmesi üzerine Trakya Yunanlılardan tamamen kurtarılmıştır. İngilizlerle savaşmadan 6 Ekim 1923’te İstanbul kurtarılmıştır. Meriç Nehri, Yunanlılarla aramızdaki sınır olarak kabul edilmiştir.

Yunanistan’ın hayali
İstanbul’un kurtuluşu ve TBMM hükümetine devredilmesiyle birlikte Altı yüzyıllık Osmanlı İmparatorluğu da hukuken sona ermiştir.
İngiliz parlamentosunda çok çetin tartışmalar yaşanmış ve işçi partisi lideri Mac- Donald, Başbakan Lolyd George “Bize ne söz verdin sonuç ne oldu. İngiliz hükümetini boş yere büyük masraflara soktun” demiştir. İngilizlerin Yunanlılarla başlattıkları Anadolu projesi başarılı olamayınca İngiltere’de Lloyd George hükümeti düşmüştür. Yunanlıların Büyük Yunanistan Bizans imparatorluğunu yeniden ihya etmek hayalleri de tarihe gömülmüştür.

TBMM’nin zaferi
Mudanya Ateşkes Antlaşması ile Mondros Ateşkes Antlaşması da geçerli bir belge olmaktan çıkmıştır. Savaşın galibi Türk ordusunun psikolojik üstünlüğü ile başlayan konferans TBMM hükümetinin zaferi ile sonuçlanmıştır. Mudanya Ateşkes Antlaşması ile TBMM hükümeti kesin bir zafer kazanmıştır. Türk-Yunan savaşının sona ermesi ile Milli Mücadele’nin savaş dönemi de sona ermiştir. Osmanlı İmparatorluğu hukuken bitmiştir. İngiltere de Lolyd George hükümeti düşmüştür. En önemlisi Lozan Barış görüşmelerine giden yol açılmıştır. Bu günde başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet Paşa olmak üzere tüm şehitlerimizi saygı ve minnetle anıyoruz.

AV. EROL TÜRK / CUMHURİYET

"Tek Parti"nin yıktığı camiler! - Batuhan ÇOLAK

İstanbul Gaziosmanpaşa'nın sembollerindendi... Şirin mi şirin, derli toplu bir mimarisi vardı. Cuma vakitlerinde yetersiz olsa da cemaat bir şekilde namazını eda ediyordu. Hayırseverler tarafından devlet desteği olmadan yapılmıştı.
Çifte Minareli Cami, "Daha güzelini yapacağız" denilerek 2014 yılında yıkıldı. Cemaatin tepkisinin önüne geçilmesi adına da şantiye alanına "Yeni cami inşaatımız başlamıştır" yazısı asıldı. Aradan bir süre geçtikten sonra anlaşıldı ki caminin yerine içinde Fin hamamından, SPA merkezine kadar kapsamlı bir rezidans dikilecekti.
Cami gitti yerine rezidans geldi.
Gaziosmanpaşa Belediyesi AK Partiliydi...
                                                                          ***

Beykoz Paşamandıra Camisi, köyde yaşayan 40 haneye rahatlıkla yetiyordu. Taş örme duvarlarıyla ziyaretçilerin ilgi odağıydı.
Devreye cami derneği girdi, "Yenisinin yapılması gerekiyor" talebinde bulundular.
AKP'li Belediye Başkanı tepki gösterdi "40 hanelik bir köye o cami (yüz kişilik) yeterlidir. Bu sefer bana da cenazelerde yer kalmıyor diyorlar. Bu da köylünün bileceği bir iştir. Ben ona karışmam. Ama şunu da söyleyeyim. Caminin yıkımını biz belediye olarak yapmıyoruz. Ben cami yıkan bir belediye başkanı olarak anılmak istemiyorum." dedi.
Bu açıklamadan kısa bir süre sonra cami yıkıldı. Yerine başlanan cami inşaatı hâlâ devam ediyor.
Beykoz Belediyesi AK Partiliydi...
                                                                         ***

Kayseri'nin eski yapılarından Sahabiye Camisi... Belediye'nin "Kentsel dönüşüme sokacağız" kararıyla yerle bir edildi.
Mahalleli, "Keşke bu camiyi yıkmasalardı da restore etselerdi. On dakika içerisinde camiyi yıkıp yerle bir ettiler. Camiden hiçbir eser kalmadı." sözleriyle şaşkınlığını dile getiriyordu.
Kayseri'de sadece Sahabiye değil, Eski Terminal Camisi, Serçeönü Camisi ve Kalemkırdı Mescidi de yıkılmıştı.
Yıkan belediyeler AK Partiliydi...
                                                                           ***

İzmit'in en önemli camilerinden biriydi... Yıllarca ayakta kalmıştı... Halk arasında Çınarlı Cami olarak bilinen Baç Urgancı Ahmet Çelebi Camisi restore ediliyordu. Bu arada nasıl olduysa cami derneği "yıkılsın yenisi yapılsın" diye Anıtlar Kurulu'na başvurdu.
Anıtlar Kurulu, bu kadar değerli bir camiyi ayakta tutmak yerine yıkılmasına onay verdi.
Caminin ilk yapımı 1800'lü yıllara dayanıyordu. Tamamı ahşap olan cami, Cumhuriyet'in ilk yıllarında çıkan yangında kül olmuştu. 1933 yılında yani Mustafa Kemal Atatürk döneminde cami en baştan yapılacaktı.
Tüm bu tarihi arka plana rağmen, restorasyona ödenen paralar boşa gitti ve cami yıkıldı, geriye bir toz bulutu kaldı.
Yıkıma onay veren Anıtlar Kurulu'nun üyeleri AK Parti tarafından atanmıştı.

                                                                             ***

Batman'ın en merkezi yerindeki yarım asırlık Yıldız Camisi, yerine daha büyüğü yapılacağı gerekçesiyle yıkıldı.
Yeni yapılacak caminin milyonlarca liralık projesini de nedense AK Partili Üsküdar Belediyesi üstlenmişti.
5 milyon TL'ye mâl olacak camiyle ilgili para bile toplanmamıştı. Cami derneği "Herkes elinde en varsa versin, bu camiyi bitirelim" diye açıklama yaptı.
Yıldız Camisi'nin yıkılmasına vatandaşlar tepki gösterdi, "Bu israftır, sapasağlam camiydi" dediler. Dinleyen olmadı.
Batman Belediyesi, AK Parti tarafından atanan kayyumca yönetiliyor.

                                                                          ***

Orta Cami, Rize'nin sembollerindendi. Kent merkezinin tam ortasında duruşuyla, varlığıyla Rizelilerin gönlünde ayrı bir yeri vardı.
Belediyenin 4 şeritli yol projesi tam da caminin bulunduğu yerden geçiyordu.
Atatürk büstünü kamyonlarla taşıyarak yerinden söken belediye, "Yol daha önemli"  diyerek Orta Cami'yi de yıktı. Yerine yenisi de yapılmadı, asfaltlar döküldü.
Camiyi yıkan Rize Belediyesi AK Partiliydi.

                                                                           ***

Son olarak Üsküdar Kirazlıtepe'deki Esentepe Camisi'ne göz konulmuştu. "Kentsel dönüşüm, çürük" derken camiyi yıkma kararı çıktı.
Caminin imamı yaşananlara isyan etti; "Bu caminin tarihi değeri vardır, çürük değildir, yazık etmeyin."
Dinleyen olmadı. Belediyenin buldozerleri harekete geçince cami imamı mesleğinden atılmayı göze alarak cemaate "direnelim" dedi. Mahalleli ve cemaat direndi. Ama nafile.
TOMA'lar ve biber gazı müdahalesi geldi. Tarihi Esentepe Camisi, sabaha karşı tuzla buz edildi.
Camiyi yıkan Üsküdar Belediyesi AK Partiliydi.

                                                                            ***

Tek partinin yıktığı camilerin dayandığı felsefe 2013 yılına dayanıyordu.
2013'ün 22 Ekim'i... Kürsüde o zamanki sıfatıyla Başbakan var. Diyor ki, "Yol medeniyettir. Ama medeni olmayanlar yolun kıymetini anlamazlar. Önünde cami bile olsa, yol oradan geçecekse o camiyi yıkar, o camiyi gider başka yerde inşa ederiz!"


Batuhan ÇOLAK  / YENİÇAĞ

10 Ekim 2018 Çarşamba

“Muhalif ama nihilist” ruh halinden kurtulmak - FATİH YAŞLI

On altı yılın sonunda iktidar partisinin çok sayıda badireyi atlattıktan sonra hâlâ iktidarda kalabilmesi ve muhalefetin hâlâ herhangi bir alternatif üretmeyi becerememiş olması şüphesiz ki toplumun muhalif kesimlerinde çok ciddi bir umutsuzluk ve yılgınlık dalgası yarattı.

Bu umutsuzluk ve yılgınlığın yarattığı sonuçlardan biri ise “muhalif ama nihilist” diye adlandırabileceğimiz bir ruh halinin geniş kitleleri esir alması oldu. İktidarın toplumsal mühendislik projesine hiçbir zaman destek vermeyen, iktidar tarafından hiçbir zaman kapsanamayacak olan ama artık hiçbir şeyin değişmeyeceğine, bunların sonsuza kadar iktidarda kalacağına inanan milyonlar var ülkede. Bu “muhalif ama nihilist” ruh hali, iktidar partisinin tabanının ne olursa olsun partisinden kopmayacağına, her durumda ona oy vereceğine dair değişmez bir kanaate sahip olmaktan tutun da, iktidar partisinin ve “Reis”in yaptığı her şeyin, attığı her adımın mutlaka büyük bir planın parçası olduğuna, ortada hep danışıklı bir dövüş, bir tezgâh bulunduğuna inanmaya meyilli. Bu ise iktidar partisine ve liderine mutlak bir güç, insanüstü bir akıl, yenilmezlik, alt edilmezlik atfetmek anlamına geliyor doğal olarak.

Buna hemen somut bir örnek verelim: Mckinsey’le yapılan anlaşmanın iptalinin aslında en başından beri tezgâhlanmış bir oyun olduğuna, bunun ince ince planlandığına, “Reis”in son anda devreye girip anlaşmayı iptal ederek bir kez daha tabanın gönlünü fethettiğine, tüm bu yaşananların sırf bunun için sahneye konulduğuna inanan bir toplam var.

Peki sahiden öyle mi? Yaşadığımız her şey iktidarın her seferinde başarılı bir şekilde topluma yutturmayı başardığı bir mizansenden, bir oyundan mı ibaret? Bu sorunun yanıtının açık bir şekilde “hayır” olduğunu söyleyelim ve Mckinsey örneği üzerinden ne dediğimizi ayrıntılandırmaya çalışalım.

Mckinsey’le yapılan anlaşma ve sonrasındaki iptal, ekonomik kriz derinleştikçe bunun bir yönetememe haline dönüşmesinin ilk örneklerinden biri sadece. O kadar yerlilik, millilik edebiyatı yaptıktan sonra gidip ABD’li bir şirketle anlaşmaya mecbur kalmak bunun bir yansımasıydı; o anlaşmayı damadın ve havuz medyasının çılgınca savunmasının ardından “Reis”in “Anlaşma falan yok biz bize yeteriz” demeye mecbur kalması da başka bir yansıması. Aynı şekilde, TBMM’de “Bundan sonra yolumuza AB ile devam edeceğiz” dedikten sadece üç gün sonra “AB bizi yıllardır oyalıyor, gerekirse referanduma gider süreci bitiririz” demek ya da enflasyon rakamları sonrası TÜİK başkan yardımcısını görevden almak gibi kısacık bir zaman dilimine sığan açıklama ve icraatlar da sözünü ettiğimiz durumun örnekleri olarak kabul edilmeli. “IMF olmadığı için McKinsey’e gittiler” demiştik, oysa gördük ki Mckinsey’le de olmuyormuş, meğer biz bize yetermişiz. “ABD’yle yaşanan gerilim ve kaynak arayışı AB’ye yanaşmalarını gerektiriyor” diye düşünüyorduk, meğer AB bizi kandırıyormuş ve üyeliği referanduma götürebilirmişiz. Hatta ve hatta enflasyon rakamlarının yüksek çıkmasını meğer bir bürokratı görevden alarak engelleyebilirmişiz. Hadi bir ekleme daha yapalım, üretim girdilerinin fiyatları ışık hızıyla artarken, meğer iş dünyasına “Fiyatları yüzde on aşağı çekin” diye seslenerek enflasyonu aşağı çekebilirmişiz. Tüm bunlar, pragmatizmle, esneklikle, hızlı karar almayla açıklanacak şeyler değildir, bunların hepsi kriz karşısında ne yapacağını bilememenin, yalpalamanın, paradigmanın sarsılmasının işaretleridir.

Enflasyondaki artış Merkez Bankası’nın faiz artırımını aldı götürdü, yeniden faiz artırsalar piyasa tamamen donacak, inşaat sektörü çökecek. Faizleri artırmasalar uluslararası sermaye gelmeyecek, kur artacak, ithalat girdilerinin fiyatlarının artışı beraberinde yeni zamları getirecek, bu da enflasyonu artıracak. Doğalgaza, elektriğe, benzine sürekli zam gelirken şirketlere ya da esnafa “Zam yapmayın” demek nereye kadar işe yarayabilir? Bürokratlar bu kadar keyfi bir şekilde görevden alınırken uluslararası sermaye buraya neye güvenerek gelebilir? 450 milyar civarında bir dış borç ve bunun geri ödemesi var, gereken kaynağın bulunma ihtimali sıfıra yakın, bu borçları kamunun sırtına yüklediğinizde bütçenin ne hale geleceği açık. Bankalar uluslararası piyasalardan bu kadar yüksek faizle borçlanıyorken esnafa ucuz kredi vermeye ne kadar devam edebilirler, devlet buna ne kadar garanti verebilir?
Velhasıl ortada giderek derinleşen ve normal mekanizmalarla çözülme ihtimali sıfıra yakın olan bir iktisadi kriz bulunmaktadır. Bu nedenle de karşımızda her adımı bir tezgâh olan, her seferinde yeni oyun kuran bir iktidar değil, bilakis bir çaresizlik ve ne yapacağını bilememe hali vardır. Dahası, bunun krizin derinleşmesine paralel olarak bir yönetememe ve rıza üretememe krizine dönüşme potansiyeli mevcuttur. 
Dolayısıyla, bu potansiyeli gören, buna müdahale etmeyi amaçlayan bir muhalefet kendisini alternatif olarak ortaya koyacağı gibi, kitleleri içinde bulundukları nihilizmden çıkarma gücüne de sahip olacak, halkla birlikte halkçı bir siyaset imkânı doğacaktır.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

IMF de krizi telaffuz etti - HAYRİ KOZANOĞLU

IMF’nin Endonezya’nın Bali şehrindeki toplanana yıllık toplantılar sırasında yayımlanan Ekim 2018 Dünya Ekonomik Büyüme raporunda 2018 ve 2019 büyüme tahminleri aşağıya çekilerek yüzde 3.8 oldu. Özellikle Almanya ve Fransa büyüme performansları tempolarının yavaşlaması, dünya ticaretinin genişleme ivmesinin düşmesi yönündeki beklentiler, Türkiye’yi elverişsiz bir küresel ekonomik ortamın beklediğine işarete ediyor.

Türkiye’nin dahi olduğu yükselen ülkelerin ortalama enflasyonun 2018’te yüzde 5, 2019’da ise yüzde 5.2 tahmin edilmesi de ülkemizin dünyada olumsuz yönde ayrıştığının göstergesidir. Metin içerisinde keskin döviz kuru hareketleri yaşanırken, enflasyon beklentilerini kırmak için Türkiye’de para politikalarını sıkıştırılması gerektiğini ifade edebiliyor.

Başka bir yerde esnek bir kur rejimi altında döviz rezervlerini müdahale tüketmesi tavsiye edilen ülkeler arasında Türkiye’ye yer veriliyor. Ayrıca banka ve şirket bilançolarındaki bozulmanın altı çizilerek, banka denetim mekanizmalarının güçlendirilmesi ve kriz yönetimi çerçevesinde geliştirilmesi öneriliyor. Aslında yukarıdaki ifadeyle Türkiye’nin bir ekonomik kriz yaşadığı IMF’nin telaffuz edilmiş oluyor.

Türkiye ile ilgili makro ekonomik projeksiyonlara, gelince; yüzde 3.5 büyümeyle kapatılacağı, 2019 büyümesinin ise 0.4’le sınırlı kalacağı öngörülüyor. Buradan rahatlıkla 2018’in son çeyreği ile 2019 3. çeyreği arasında ekonominin yüzde 1 ile 2 aralığında küçüleceği sonucu çıkarmak mümkün. Tüketici fiyatlarının önümüzdeki iki yıl yüzde 15 ve yüzde 16.7 beklenmesi hiç de gerçekçi görünmüyor, raporun Eylül ayı enflasyonun açıklanmasından önce hazırlığı izlenimi veriyor. Yeni Ekonomi Planı’nda (YEP) 2019 cari açığı yüzde 3.3 tahmin edilmişken, IMF raporunda yüzde 1.4’e kadar çekilmesi keskin bir daralma beklentisini doğruluyor. İşsizlik beklentileri YEP’te ve küresel Ekonomik Görünüm raporunda birbirine yakın seyrediyor, yüzde 10’un altına düşme ihtimali bulunmadığı noktasında birleşiyor.

Özetle IMF raporu Türkiye için bilindik sıkı para ve maliye politikaları dayatmaktan, geçmişte denemiş krizi derinleştirecek bir reçete önermekten öte gitmiyor. Ne var ki projeksiyonlarının önümüzdeki 12 aylık süreçte daralmaya parmak basması Türkiye’nin önümüzdeki dönemde uluslararası piyasalardan borçlanmasını güçleştirecek bir nitelik taşıyor. 

Son olarak IMF’nin tahminlerinin hep muhafazakar bir çerçeveye oturduğu, keskin daralma mesajları vermekten kaçındığını biliyoruz. Ne yazık ki keskin bir kriz yaşanma olasılığı devam ediyor.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

İsmet İnönü çok ayıp etmiş…- KEMAL OKUYAN

Zaten Türkiye hiç NATO üyesi olmamıştı. Bu kanlı terör örgütüne üyelik için tek bir askerini bile 1952’de Kore’ye, ölüme yollamamış, Marshall yardımı almamış, Truman Doktrini’nin kapsama alanına girmemişti.

Bu ülkede CIA istasyonları asla ve kata kurulmamış, silahlı kuvvetler, emniyet ve MİT’in içine Amerikalılar yerleşmemişti. Onların yönlendirmesiyle komünizmle mücadele dernekleri faaliyete geçmemiş, faşist milis örgütlenmeleri sokağa salınmamış, ABD himayesinde darbeler yapılmamış, 6. Filo’ya limanlarımız ardına kadar açılmamıştı.

Büyük Ortadoğu Projesi bir halüsinasyondan ibaretti, eşbaşkanlıktan kastedilen sınıf başkanlığıydı, stratejik ortağımız Papua Yeni Gine’ydi.

Özetle Türkiye hiçbir zaman Amerikancı olmamıştı, ABD’nin müttefiki olduğumuz bir komünist uydurmasıydı!

Ah bir de İsmet İnönü’nün elindeki bayrak olmasaydı!

“Bunlar hep böyledir” diye gülümsemiş Erdoğan. Tıpkı “15 sene evvel evlerde buzdolabı bile yoktu” derkenki gibi…

Artık anladı ki ne dese alıcısı var ya da ne dese bir şey değişmiyor, istediği gibi konuşuyor.

Ve ilginç bir biçimde bu düzenin siyasetçilerinden bir kişi çıkıp “yahu hepimiz oradaydık” diyemiyor. 

Korkaklar!

Evet diyemiyorlar, herkes birbirini Amerikancılıkla suçluyor ama dünden bugüne, bugünden düne Türkiye’nin “komünizm düşmanlığı” ile şekillendiğini, mevcut düzeninin bekası için ABD’den İngiltere’ye, Fransa’dan İngiltere’ye bütün emperyalist ülkelerden yardım istendiğini, NATO’ya girmek için her tür onursuzluğa imza atıldığını, batılı başkentlere yaranmak, onların liderleriyle aynı kareye girmek için komik durumlara düşüldüğünü kimse hatırlamıyor.

Ama biz hatırlatmak zorundayız.

Mesele İsmet İnönü meselesi değildir. Mesele sadece emperyalizmin Türkiye’ye girişi, uluslararası tekellerin bu ülkeye yerleşmesi, yabancı üslerin-askerlerin mevcudiyeti de değildir. 

Türkiye’de mevcut düzen kendi halkıyla, emekçisiyle mücadele etmek için, daha açık konuşalım savaşmak için NATO’ya muhtaç ve de ricacı olmuştur. Katiller, işkenceciler ABD’de eğitilmiştir; paşalar oradan ilham almıştır; bu ülkenin gençlerinin peşine CIA ajanlarının takılmasına, Gladiocu provokatörlerin sağı solu bombalamasına bu ülkenin iktidarları izin vermiştir.

Sebep?

Sömürü düzeni sürsün, ezen ezsin, ezilen ezilsin, biri yesin biri baksın.

Şimdi tartışın  bakalım kim daha Amerikancı diye. 

Sevsinler!

Kemal Okuyan / SOL

Yerli McKinsey mi geliyor?.. - AHMET TAKAN

Heyecanla bekleniyordu...
Nasıl buldunuz?..
Cumhurbaşkanlığı Politika Kurullarını?..
"Ankara gazetecisiyim demeyi biliyorsun.
Bize mi soruyorsun?
Sen söyle" dediğinizi duyar gibi oldum...

Tamam o zaman!.. "Adam kurdu" diyerek giriş yapalım. Ancak, kurulları tek tek sayıp atanan isimlerin tek tek analizini yapmayacağım. R. Erdoğan, McKinsey'den vazgeçerken "biz bize yeteriz" demişti ya... Gerçekten tam manasıyla "biz bize yeteriz" kurulları olmuş. Eş, dost, akraba, yandaş şarkıcı, yandaş artist, yandaş iş insanı, yandaş akademisyen, yandaş danışman, yandaş siyasetçi, yandaş küskün, araya defne yaprağı misali sıkıştırılmış FETÖ'cüler... Adam yaptı oldu!..

Beştepe civarlarında, Çukurambar dehlizlerinde önceki gün seyretmeye değer bir trafik vardı. Yerlerinde duramayıp zıp zıp zıplayan bir sürü pahalı takım elbiseli adamlar, ellerindeki son model iPhone telefonla saraya ulaşıp özel kalem müdürü Hasan Doğan'la görüşmeye çalışıyordu. Müdürü bulup da görüşemeyenler, yardımcılarına ulaşıp müjdeli haber alabilmek en azından bilgi kırıntısına ulaşabilmek için çok ter döktü. Merakları ise dün açıklanan enflasyonla mücadele programı hakkında bilgi almak veya "bizim bir katkımız olabilir" miyi sormak değildi. Cumhurbaşkanlığı Politika Kurullarını çok merak ediyorlardı!.. Kurullarda kimler olduğunu... Kendileri için bir şey istiyorlarsa namerttiler!.. Gözlerine uyku girmedi. Çoğu da zaten dün sabah Resmi Gazete'den aldı haberi. Bu arada müdür Hasan Doğan da onca "yakın ilişkiye" rağmen epey sitem aldı. Bazıları, Hasan Doğan'a ulaşamayınca, müdürün birilerine sürekli kıyaklar yaptığını iddia edip durdu. Çok duygusal olarak!.. Anlatılanlara bakılırsa adamlar da haksız değildi hani!..

Onca harala güreleye şahitlik ettikten sonra, mesleğimizin de gereği olarak Cumhurbaşkanlığı Politika Kurullarını tek tek inceledim. Bazı iyi niyetli politikacılar çok şey bekliyordu o kurullardan. Ama maalesef, tam manasıyla tasdik kurulu olmuş. Aynı 24 Haziran'dan sonra değiştirilen rejimin oluşturulan Meclis'i gibi. Kimse o kurullardan politika oluşturulmasını, fikir üretilmesini beklemesin. Ballı koltuklarda oturup, kıyak maaşları cebe indirecekler, sarayda ejder meyveli smoothie içip "padişahım çok yaşa" deyip alkış patlatacaklar. Misal olsun diye kurullardan 2 örnek cımbızlayalım;
 Ekonomi Politikaları Kurulu'na bir bakın Allah aşkına!.. Oradan bana, damat Berat Albayrak'a itiraz edebilecek, "bu yaptığınız yanlıştır" diyebilecek bir isim gösterin de göreyim.

Güvenlik ve Dış Politikalar Kurulu'na bakın. Yan kuruluş SETA'ya ve Amerikancılara teslim edilmiş. Oradaki isimlerden hiç kimse hakkında bilginiz yoksa; En magazinel isim sayılabilecek İlnur Çevik'e bakın yeter!..

Aslında oluşturulan ve atamaları tamamlanan bu kurulların tercümesi şu;
"Ekonomi para pul işleri bizde. Dış politikayı da ABD'ye teslim ediyoruz."
Gerisi hikaye!..
                                                                         ***

Hazır, kurum, kurul, şirket işlerinden bahsetmişken şu geri vites yapılan McKinsey'ye bir kez daha değinmeden geçemeyeceğim. İsimler açıklanıp, Cumhurbaşkanlığı Kurulları heyecanı nispeten dindikten sonra dün AKP kulislerinde, denetici ve gözetleyici şirket ile ilgili saray kaynaklı yeni bir iddia dolaştı. İddia o ki; Kızılcahamam kampından sonra Erdoğan, fikirlerine danışılıp faydalanılması için McKinsey benzeri yerli bir şirket kurulması hususunda talimat vermiş. O yerli şirket kurulduktan sonra McKinsey benzeri görevler verilecekmiş. Eğer gerçekleşirse, McKinsey'nin yerini yerli bir şirket alacak. Bu kulis dolaşıma sokulduğu andan itibaren, iPhone'lu çocuklar(!) saraya ulaşabilmek, yetkililerden randevu alabilmek için hummalı bir çalışmaya başladılar. Hizmet heyecanının adı ve sektörü  değişti!.. Herhalde yerli McKinsey'ye hizmetlerinin bedeli dolar değil TL ile ödenecektir. Bizler de heyecanla takip edeceğiz. Bakalım, iPhone'lu çocukların hangileri yeni şirkette hissedar olacak. Tabii, bir de cevap bulması gereken şu sorular var;
Yerli şirketin görüntüsü arkasında McKinsey olacak mı olmayacak mı?..
Yerli McKinsey, Varlık Fonu, Savunma Sanayii İcra Komitesi, Kalkınma Bankası, Vakıflar benzeri kurumsallaşacak mı?..
Bence BMC!..
Sorulara yanıtlar bulacağımız günleri heyecanla bekliyoruz. Naçizane yerli McKinsey'nin adı için küçük bir önerim olsun;
ByDamat!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

Çay-Simit-Hermes - Tuncay Mollaveisoğlu

Anne-baba 4 çocuk... Türkiye'nin çekirdek ailesi...
Anne ev hanımı, baba asgari ücret mahkûmu...
Günde 3 öğün çay simit tüketseler aylık gelir yetmiyor!
Sabah çay simit ile güne başlayıp akşam çay simit ile bitirseler yani!
Hesabı yapan CHP Genel Sekreteri Akif Hamzaçebi; "günde 58 TL'den ayda 1753 lira yapıyor" diyor... "Çay simit hesabı ekonominin halini yansıtıyor..."

                                                                          *

Sovyetler Birliği dağılmış, dünya, süper gücün çöküşünün ardından yaşanan yoksulluğu anlata anlata bitirememişti...
O zaman bile Rusya'da devlet memurları 200-250 dolar aylık alıyorlardı... Yani Türkiye'de şu anki asgari ücrete denk neredeyse!
90'ların çökmüş Rusya'sından beter milletin hali...

                                                                           *

Bu yılın başında asgari ücret ile 353 Euro alınabiliyordu. Krizin ateşi yağ gibi eritti paramızı... Aynı asgari ücret şimdi 200 Euro etmiyor!
Ankara kulislerinde dolaşıyor; şirketlerin iflas açıklaması ikinci bir emre kadar yasaklanmış... Adam batmış, battığını söyleyemiyor...
TÜİK, ilk kez enflasyonu doğru açıkladı, arkadaş ertesi günü görevinden alındı...
İşsizlik ve yoksulluk intiharları durmak bilmiyor... İntihar eden biçare hayatta kalsa; "yaptığı eylem nedeniyle ekonomik kriz varmış gibi göstermek sureti ile hükümetimizi zor durumda bırakmaktan ve dış güçlerin ajanı olmaktan..." diye başlayan afili cümlelerle yargılanacak neredeyse!
Çocuğuna simit parası veremeyen, okul önlüğü, kitabı, defteri alamayan milyonların ahı, hiçbir halının altına sığmaz...
Hiçbir örtü; yolsuzlukları, yoksulluğu ve siyasetten zengin olanların yaşadığı şatafatı örtemez...

                                                                           *

Baktım kolundaki çanta Hermes... Trabzon'da, Adana'da, İzmir'de bir daire fiyatı...
Yaşadıkları "evin" günlük harcaması 1 trilyon 800 milyar TL... Yeni para ile 1.8 milyon... Günlük harcama!
Sabahı edemeyen babaları düşündüm... Çocuğunu aç yatıran anneleri...
Çay-Simit'in lüks olduğu insanların ülkesinde, uçan saraylar ve Hermes-Chanell çantalarla yapılan seyahatleri...
Utandım, utandım, utandım...
                                                                        ***
İnönü'den mandacı olur mu?!
Daha önce "iki ayyaş" demişti...
Şimdi birini mandacı yaptı...
Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsmet İnönü'nün elinde ABD Bayrağı olan fotoğrafını göstererek; "Bunların hepsi Amerikancı (...) bunu niye elinde taşıyor, bu bir teşekkürname. Dün neydiler ki bugün ne olacak?" dedi...
                                                                         *

Bırakın elinde ABD Bayrağı taşımasını, İnönü, ABD Bayrağını giymiş olsa ne olacak?!
İnönü, İnönülüğünden ne kaybedecek?!
Hakkında idam hükmü verilmişken cephelerde canı pahasına savaşıp bu toprakları vatan yapanlardan biri değil mi İsmet İnönü?
Siz bugün çok partili hayatta siyaset yapıyor, özgürlüğün kendisini yok etme pahasına her türlü nimetinden yararlanıyorsanız; bunu İnönü'nün ülkeyi demokrasiye geçirmesine borçlu değil misiniz?
Kaldı ki elinde tuttuğu bayrak bir törene ait... Diğer elinde de Türk Bayrağı var...
İnönü'ye ait bir sözdür; "Gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır."

                                                                        *
Hepimiz Atatürk ve silah arkadaşlarının kurmuş olduğu ülkenin yurttaşlarıyız...
İster Cumhurbaşkanı olun, ister Meclis Başkanı... İster hâkim, gazeteci, polis, öğretmen... Ne olursanız olun; yıkılmış ve teslim olmuş Osmanlı'dan, esaretin beyaz bayrağını gönderine çekmiş saraydan; kanlarını dökerek bağımsız bir ülke ve Meclis yaratan kurucu kahramanlarımıza söz söylemek en hafif deyimle "ayıptır"...
Dünyada, varlığını borçlu oldukları kurucu önderlerine bizdeki kadar vefasız ve nankör yaklaşan siyasetçiler görülmemiştir... Örneği yoktur...

                                                                         *
İki Mustafa'ydı onlar...
Mustafa Kemal Atatürk ve Mustafa İsmet İnönü...
Sarayların teslim olduğu şartlarda bağımsızlık için savaşmış onurlu, yürekli, yiğit kahramanlar...


Tuncay Mollaveisoğlu / YENİÇAĞ