27 Ekim 2018 Cumartesi

Arjantin ve Türkiye: 2001 ve 2018 - KORKUT BORATAV

İki ülkede eş-zamanlı iki kriz: 2001 ve 2018
1998’de Doğu Asya’da patlak veren kriz,  dünya ekonomisinin “Güney” coğrafyasına yayıldı. 2001-2002’de birbirinden çok uzak iki ülkeyi (Arjantin ve Türkiye’yi) sarsarak son buldu.

Arjantin ve Türkiye bunalımlarının, iki ülkede de IMF programları sırasında başladığını hatırlatayım. Programların ağır toplumsal sonuçları halk muhalefetlerini tetikledi; iktidar değişikliklerine yol açtı. Arjantin’de Peronist hareketin sol kanadından Nestor Kirchner 2003 başındaki başkanlık seçimini kazandı. Türkiye’de ise hükümet koalisyonunu  oluşturan üç partinin Kasım 2002 seçiminde parlamentodan tasfiye edildiği; AKP’nin  tek parti iktidarının başladığını malûmdur. 

Bu iki ülkenin ekonomik kaderleri 17 yıl sonra bir kez daha birleşti: 2018’in ilk yarısı son bulurken uluslararası finans sistemindeki gerilimler, “kırılgan yükselen piyasa ekonomileri” içinde yer alan Arjantin ve Türkiye’yi (şimdilik sadece bu iki ülkeyi) krizlere sürükledi.   Arjantin IMF ile bir stand-by anlaşması imzaladı. Türkiye ise (şimdilik) Yeni Ekonomi  Programı (YEP) başlığı altında IMF’siz bir IMF programı oluşturdu.

Arjantin ve Türkiye’nin 2018’deki krizleri, 2001 sonrasında bu iki ülkenin çok farklı iki ekonomik güzergâh izlemesine rağmen gerçekleşti.  Bu farklı güzergâhlara  göz atalım.  

Finans kapitale baş kaldırma mı? Uyum mu?
Arjantin’in bunalımı 1999’da başladı; sert seyretti. IMF programına karşı işçi sınıfının etkili mücadelesi, finans kapitale  baş kaldırma ile sonuçlandı. Programa son verildi. Dış borç ödemeleri önce askıya alındı; sonra alacaklıların ezici çoğunluğuyla anlaşıldı; borç yükünün üçte ikisi silindi.

Karı-koca Kirchner’lerin (Nestor ve Cristina Fernandez’in) başkanlık yıllarında  (2003-2015’te), finans sermayesinin politika öğeleri açıkça reddedildi: Sermaye hareketlerinde sınırsız serbestlik son buldu; döviz fiyatları piyasaya, yani dalgalanmaya teslim edilmedi.  Merkez bankasının bağımsızlığına son verildi; rezervleri Arjantin hazinesi’ne intikal etti. Ekonominin “dolarlaşması” frenlendi.

“Yapısal uyum” reçetelerine de itibar edilmedi; sosyal harcamalar yükseltildi. Dış açıklar son bulurken kamu açıkları yükselme eğilimi gösterdi.

Türkiye’de ise, AKP’nin en azından 2015’e kadar neoliberal programı benimsediğini defalarca yazdım. Bu programın “enflasyon hedeflemesi” reçetesinin sacayağı (özerk merkez bankası, dalgalı döviz kuru, sıkı para politikaları) sadakatle izlendi.
Bu iki (karşıt) politika yönelişinin ekonomik bilançosunu büyüme ve dış denge göstergeleri açısından tabloda karşılaştırıyorum. Dünya ekonomisinin ve sermaye hareketlerinin canlı olduğu 2003/2007 dönemi ile büyük finansal kriz ve sonrası (2008-2015) ilk iki sütunda veriliyor. On üç yılın ortalaması ise son sütunda yer alıyor. 
Arjantin’in büyüme temposu ilk dönemde ve  on üç yıl ortalamasında Türkiye’nin ilerisindedir. 2008 krizi ve sonrasında  büyüme hızı iki ülkede de gerilemiş; Arjantin’in durgunlaşması daha sert olmuştur. 2001 artığı “çürük” Arjantin tahvillerini toplayan “akbaba yatırımcılar” son iki yılda Arjantin’e yüklenmiş; başarılı olmuş; büyüme hızındaki yavaşlamaya katkı yapmıştır.

İki ülke arasındaki çarpıcı fark, dış denge oranlarında gözleniyor. İki ekonominin   yapısal farklarını bir yana bırakalım ve tabloda kapsanmayan 1998-2002  yıllarına bakalım: Arjantin ve Türkiye’de cari işlem dengeleri “ılımlı” açıklar vermekte; bu beş yılın ortalaması  yüzde 1’i aşmamaktadır.

2003-2007 döneminde ise iki ülkenin dış denge göstergeleri tamamen karşıt yönlerde seyrediyor: Arjantin yüzde 9’a yaklaşan bir büyüme temposunu, milli gelire oranla yüzde 3’lük cari fazla ile hayata geçiriyor. Türkiye daha ılımlı (%7,3’lük) büyümeyi yüzde 4’ü aşkın dış açık ile gerçekleştiriyor.

Ortaya çıkan farklılaşma, ülkelerce izlenen politika karşıtlıklarında aranabilir: 2007 sonrasında Arjantin sermaye hareketlerini ve döviz kurunu denetlemiş, Türkiye ise coşkulu sermaye girişlerine açılmış; döviz kurunu da piyasa güçlerine (dalgalanmaya) teslim etmiştir.

Bank of International Settlements’in  ulusal paralar (peso ve TL) için hesapladığı reel efektif döviz kurunun bu beş yılda (2003-2007’de) nasıl seyrettiğini karşılaştıralım: Sermaye hareketlerini frenleyen Arjantin’de ulusal para, beş yıl içinde reel olarak yüzde 5’i aşkın oranda değer yitirmiş; pahalılaşan döviz, dış piyasalarda rekabet gücünü desteklemiş; ekonomi cari işlem fazlası vermeye başlamıştır.

Türkiye’de 2002 sonrasında döviz hareketleri zıt yönde seyretti: Beş yılda 185 milyar dolar yabancı sermaye girdi; “ucuzlayan döviz” ortamı yerleşti; TL reel olarak yüzde 38 oranında değer kazandı. Sonucu özetleyelim: Sanayi sektöründe rekabet gücünün aşınması, kronik ve giderek tırmanan  dış ticaret açıkları dönemine geçiş…

Bu yapısal bozulma kalıcı oldu; sonraki dönemlere de taşındı. 2008-2009 krizine ve FED’den kaynaklanan finansal gerilime rağmen TL hâlâ reel olarak pahalıdır; Aralık 2002’yi izleyen on üç yılda yüzde 14 değer kazanmıştır. Arjantin peso’su ise, aynı dönemde tam tersine, reel olarak yüzde 24 değer yitirmiştir. 

Emperyalist sisteme kırılgan, bağımlı konumda katılmanın etkili bir  yöntemini Türkiye, böylece uygulamıştır. Tablonun son sütununa göz atın: 13 yıl boyunca aşağı yukarı aynı (yüzde 4,5’lik) büyüme tempolarını gerçekleştiren bu iki ekonomiden biri (Arjantin) ortalama olarak dış dengeyi (yüzde 1 oranlık cari fazlayı) sağlayarak dönemi kapatmış; diğeri (Türkiye) ise kronik (yüzde 5’e yaklaşan) ve giderek yükselen dış açıklara mahkûm olmuştur.
  
Arjantin’in 2018 krizi, Kirchner’ler iktidarının sözü geçen politikalarından kaynaklanmadı. Tam tersine, dönemin sonunda finans kapital ve Arjantin burjuvazisinin ortak saldırısı sonunda iktidarı devralan Mauricio Macri’nin neoliberal fanatizminin eseri oldu.

Türkiye’de ise uluslararası sermaye hareketlerinin yavaşladığı dönem AKP iktidarını sıkıntıya sürükledi; neoliberal modele karşı “mızıkçılık” başladı.

Macri’nin ve AKP’nin 2018 krizleri
Macri, iktidara gelir gelmez “akbaba yatırımcılar” çetesinin alacaklarını ödedi;  döviz kontrollerine son verdi; sermaye hareketlerine sınırsız açıldı; büyük çiftçilerin vergilerini indirdi  ve kamu açıklarının finansmanında dış borçlanmaya  yöneldi. Uluslararası sermaye çevrelerinin, finans basınının, IMF Başkanı Lagarde’ın iltifatlarına mazhar oldu.
Ne var ki finans kapital tahripkârdır; inşacı değil… Neoliberalizmin arızaları hızla ortaya çıktı; “iltifat” dönemi de son buldu. Döviz denetimlerinin kaldırılması ve  “dalgalı kur” 2015 sonu ile haziran 2018 arasında dolar fiyatını yüzde 115 (13 peso’dan 28 peso’ya) sıçrattı. Enflasyon ve Kirchner’ler döneminde çok sınırlı tutulan dış borçlar tırmandı. Borç ödeme güçlükleri ortaya  çıktı. Merkez bankası politika faizi adım adım yükseltildi; yüzde 60’a ulaştı. Net sermaye çıkışı başladı. Rezervlerdeki erime, döviz fiyatını frenleyemedi. Macri, hızla IMF’ye gitti.

Stand-by anlaşması ve IMF programı bildiğimiz öğeleri, somut hedefler belirleyerek  içeriyor: 2019 sonunda kamu maliyesinde faiz dışı  fazla sıfıra çekilecektir. Milli gelirin yüzde 2,6’sı oranında kemer sıkma söz konusudur.   Kısılacak masraf, artırılacak  vergi kalemleri tek tek belirlenmiştir. Döviz kuru dalgalanmaya bırakılacak; rezervler eritilmeyecektir.

Ücretlerin fiyat artışını izleyemeyeceği; dolayısıyla iç talepteki çöküntünün enflasyonu ve cari açığı frenleyeceği umuluyor. Ekonominin 2018’de yüzde 2,6; sonraki yıl yüzde 1,6 oranlarında küçüleceği öngörülüyor.

IMF kredisi 57 milyar dolara çıkarıldı; 15 milyarlık ilk dilim ödendi.  IMF kredilerinin tarihsel rekoru kırıldı. Toplamı, 2019 Arjantin milli gelirinin yüzde 14’üne ulaşıyor.  Üç yıla yayılacak; program hedeflerinin gerçekleşmesine göre dilimler halinde ödenecektir. Ve büyük ölçüde Arjantin dış kredilerinin döndürülmesine tahsis edilecektir.
Damat Albayrak, belki de, “Arjantin oranında IMF kredisi alsak bize 100 milyar dolar düşer; bizim YEP de benzer hedefler içeriyor; niye başvurmayalım…” diye düşünmektedir.

Bu tür bir “tahayyül”, YEP’i pek fazla ciddiye almayan ve Körfez dünyasından sınırsız beklentiler içinde olduğu anlaşılan Cumhurbaşkanı’nca herhalde makbul görülmeyecektir.   

Korkut Boratav / SOL

Yayıncılığın gidişi - Öner Yağcı

Hüseyin Rahmi Gürpınar Şıpsevdi’nin sunuşunda, 2. Abdülhamitdönemindeki baskı dolu, “sansür”lü yılları anlatmıştı: 
Baskı dönemi bizde kaç yıldır kütüphaneleri kapadı. Çocukların kalbine vatan sevgisi ilham eden, fikirleri yükseltmeye hizmet eden dersleri kaldırdı; öğretimin düzenini bozdu; bütün okulları birer çocuk eğlence yeri haline koydu. Bir milletin manevi gıdası, varlığının ve yükselmesinin kefili olan her çeşit yayını yasakladı. Gazeteleri baskı düzeni yalakası, yalancı, arabozucu, uydurukçu birer yalanname şekline soktu. Hep bozdu; dağıttı, sürgüne gönderdi...” 

Ülkelerin doğal kaynaklarının, toplumların maddi-manevi değerlerinin, geçmişlerinin, bugünlerinin, geleceklerinin vahşice talan edilmesini, köleleştirilmesini, kişilerin tek tipe dönüştürülmesini amaçlayan, adı emperyalizm olan küresel egemenlikte sözün tam anlamıyla yaşamda var olan “her şey” değişiyor. 

“Her şey”in içine yazarlık, edebiyat, gazetecilik, televizyonlar, dergiler, dağıtımcılar, kitapçılar gibi “yayıncılık” dediğimiz alanın da girdiği kuşkusuzdur.

Eskiden gazete yazıyor dendiğinde akan sular dururdu, mademki gazete yazıyordu, doğruydu. Radyo söyledi, televizyon söyledi dendi miydi, hım, öyleyse tamam denirdi. Edebiyatçıların yazdıklarından toplumun ve insanların durumu, beklentileri, kaygıları anlaşılırdı. Kitapçılar, toplumun aydınlatılması için kitapları en uzak köşelere ulaştırma sorumluluğunu yükümlenirdi. Yayıncılar, topluma yön verecek kitapları titizlikle değerlendirirler, en iyi biçimde sunmak için ellerinden geleni yaparlardı. Editörü, düzeltmeni, tasarımcısı, sayfa düzeninden kapağına kadar kitabın kusursuz yayımlanması için birbiriyle yarışırlardı.
 
Şimdi gazetelerin büyük çoğunluğunun yazdığının doğruluğuna inanmıyor insanlar. Radyoların, televizyonların çoğu korkutma ve yalan makinesinin hizmetinde. Edebiyat diye sunulan yapıtların çoğu yazınsal değer ölçütleriyle ilgisi olmayan, medyanın yönlendirmesiyle çok sattırılan, günübirlik tüketilen çerezlere dönüştürülüyor. Kitapçılar, ayakta kalma kaygısıyla “çok satan”ları bulundurup satmaya çalışıyor. Tüm bunların planlı bir biçimde özünden uzaklaştırılarak kirletildiği günümüzde yayıncılık da zor günler yaşıyor. Tanıtımdan dağıtıma var olan sorunlara tuz biber olan kâğıttaki büyük fiyat artışlarının yanı sıra kirletilmeye yayıncılığın da eklenmesi için adımlar atılıyor. Yazara “telif” ödenmeden yazardan parasını alarak bastırılan kitaplar yaygınlaşırken “yeni tip yayıncılık” doğuyor. Yayınevi, yapması gereken işleri yapmıyor. Az masraf bol kazanç anlayışıyla ne yazık ki yayınların birçoğunda yayıncı emeği görülemiyor. İçeriği, yazınsal değeri açısından yetersiz, yazım ve noktalama yanlışlarıyla dolu özensiz kitaplar sunuluyor. Bu gidiş, dilin, edebiyatın gelişmesinin önünü tıkayan bir gidiştir.

Bu, yayıncılığın kimlik değiştirmesi midir? 
Gerçek yayınevleri, yayıncılığımızın birikimiyle, geleneğiyle yoluna devam ediyor, sıkıntıları göğüsleyerek, ayakta kalma sınavı veriyor. Bu sınavdan örnekleri zaman zaman Köşeden’de okuyacaksınız. Yeni yayınevleri de bu geleneğe eklenirken mevziyi güçlendiriyor. Örneğin Telgrafhane, Ceyhun Atuf’tan, Oktay Akbal’dan kitaplar yayınlıyor, Eksik Parça, ZeyyatSelimoğlu’nun, Sulhi Dölek’in tüm yapıtlarını tertemiz biçimde yeniden sunuyor. 

Gürpınar, sunuşunun devamında şöyle demişti:
“O karanlık, sonu gelmeyen gecelerimizde bize şefkatle kucak açıp yardımcı olan, o fikir hazineleri, o kitaplar oldu...” 


Görev yayınevlerinin, okurun...

Öner Yağcı / CUMHURİYET

Ümmet geldi cihane, ant bahane - ALİ SİRMEN

Laik Cumhuriyet’in tüm ilkelerini, kavramlarını, kurumlarını, uygulamalarını kötülemek, onları karalamak, AKP’nin değişmez politikası olduğundan, öğrenci andı tartışmasını da yadırgamadım.Öğrenci andını hedefe koymanın nedeninin genel Cumhuriyet ve ulus devlet karşıtlığının bir parçası olduğunu belirtmeye gerek bile yok. 

Ulus ve ulus devlet kavramlarının insanlığın gelişme evrelerinden biri olmasına karşın, bunlara dikkatli yaklaşmanın gerekli olduğunu da belirtmek gerek.
 
Ulus”un, ırk ve din gibi objektif ölçütlere dayandığı, objektivist tanımının öne çıkarıldığı gelişmemiş toplumlarda, kendi ulusunu herkesten yüksekte gören ırkçı tutkuların dürtüsüyle egemen olan şovenizmin yolu sonunda faşizme kadar uzanır. 

Bir de, varsayılan bir ortak geçmişten hareketle, aynı ortak geçmişi paylaşan, ortak bir gelecek projesi etrafında toplanmış, ırk ve din gibi objektif öğeleri reddeden, birlikte yaşama iradesinin ürünü olan sübjektivist ulus kavramı vardır ki, bireylerin iradi katılımı esasına dayandığı için aynı zamanda da demokratiktir. İşte Cumhuriyet’in ulus ve ulus devlet kavramı da budur ve o her türlü ırkçı mülahazayı reddeder, karşısında yer alır.
Öğrenci Andı’nı irdelerken, bu gerçekleri göz önünde bulundurmazsak, gereksiz ve saçma tartışmalar sarmalına düşeriz.
***

İlkokuldan başlayarak yatılı okuduğum Galatarasay Lisesi’nin ilkokulundada, Öğrenci Andı’nı okumadık. Ama bu okulun temelleri Tevfik Fikret’lere, Çanakkale şehitlerine kadar uzanan, fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür yurteseverlik geleneğini hiçbir zaman gölgelemedi.

Öğrenci Andı’nın gündeme getirilmesi ulus karşıtı, ümmetçilerin, Cumhuriyet düşmanlıklarının bir sonucu olmasaydı, burada, şu şekli konunun üzerinde duracak da değildim. Ama ne yazık ki, şahlanmış laik Cumhuriyet düşmanlığı Öğrenci Andı’nı da tartışma gündeminin başına gelip oturttu. 

Olayı münferiden ele almak yerine, bütün içindeki yerine yerleştirip değerlendirdiğimizde, andın karşıtlarının ulus kavramının karşıtı ümmetçiler olduğu açıklıkla görülür ve bu tartışma gereksiz yere uzatılmaz. 

Nitekim, Milli Eğitim Bakanlığı da 2010 -11 yılında Öğrenci Andı’nın ırkçılık içermediği konusundaki görüşünü açıklamıştı. Danıştay’ın ilgili dairesinin, şimdi tartışılan kararı da bu doğrultudadır. 

Ne var ki, öğrenci andı sorunu, Danıştay’ın son kararı doğrultusunda değil, tam aksi yönde bir çözüme vardırılarak, sakıncalı ilan edilecektir. 

Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan öğrenci andı kararını veren Danıştay’ın üyelerini Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda toplayarak, görüşlerini açıklamış, noktayı koymuştur. 

Toplantının uzun uzun ayrıntısına girmeden özetle söylenebilecek olan şudur: 
-Reis, Danıştay’ın kurumun tarihi geçmişinin başlangıcında olduğu gibi, bir danışma organı olmasını, Öğrenci Andı konusuna karışarak çizmeyi aşmamasını arzulamaktadır.
 
Sonra yazmadı demeyin! Toplantıda bütün üyelere kafalarına vururcasına bir açıklıkla izah edilmiş olan bu görüşlerin gereği yapılacak, Danıştay Daireler Kurulu’nun kararında, hem Öğrenci Andı sorunu Saray’ın istediği doğrultuda bir sonuca bağlanacak, hem de Danıştay’ın sadece bir danışma kurulu olması, idarenin tasarrufları üzerindeki denetleme işlevine artık son verilmesi yolundaki bir süredir yürürlükte olan uygalama resmen bir kez daha onaylanıp ilan edilmiş olacaktır. 

Böyle bir değişikliğin, anayasal bir düzenlemeyi zorunlu kılması da söz konusu olmayacaktır. 

Çünkü, Türkiye’de yürürlükteki rejimde, halkın oyuyla gelmiş olan Cumhurbaşkanlığı makamının iradesine karşı koyması düşünülebilecek, onu denetleyecek hiçbir kurum düşünülemez.

İşin özü şudur: 
-Reis Öğrenci Andı’nı istememektedir. Andın ırkçılıkla ilgisi olmamasının bir önemi yoktur. Son toplantıda gerekli mesajı almış olan Danıştay gereğini yerine getirecektir.
-Evet ümmet geldi cihane, Öğrenci Andı bahane!

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Kimsesizler Cumhuriyeti - SELCAN TAŞÇI HAMŞİOĞLU

Tam olarak böyle oldu:
Kitabın kapağını kapattım, pencereyi açtım, sıkışan göğsümü rahatlatmak için derin bir nefes aldım ve Ata Demirer'in o efkârlı repliğini mırıldandım:
- Söktün ciğerlerimi gece gece!
Sonra oğlum uyandı;
Yanına koştum. İçime sokacakmış gibi sımsıkı sarıldım. Sanki bir tehdit kuşatmasının ortasında yapayalnız kalmışız gibi sımsıkı...

                                       ***

Diyarbakır, Kulp'ta kaçak elektrik kullanan Kur'an kursunda çıkan yangında, açamadıkları PVC kapının arkasında "bizi kurtarın" diye feryat ede ede can veren 6 çocuk ve onların, bunun hesabını sormak yerine "Allah'ın takdiri ile olmuştur" diyen aileleri...

Konya, Taşkent'e bağlı Balcılar'da, güvenlik cihazı olmayan LPG tankındaki doğal gaz patlaması sonucu çöken üç katlı yatılı Kur'an kursunda ölen 18 çocuk ve onların şikayetçi olmamaları için, "Kadere iman etmeyen imansızlar... Çocuklar sizi cennet kapısında bekliyor. Sorgusuz sualsiz cennete gideceksiniz. Şikâyetçi olup bu haktan mahrum olmayın" diye kandırılan, daha fenası buna kanan aileleri...

Kütahya'da ağabeyini ziyarete gittiği yurtta iş buyurulan ve kolunu kıyma makinesine kaptıran 12 yaşındaki Nurettin'in çığlıkları ve ağabey Serkan"şikâyetçi olursan hastaneye götürmeyiz" diye tehdit eden kansızlar...

Aladağ'da, ailelerinin Millî Eğitim'e defalarca başvurmasına rağmen okula ulaşımları sağlanmadığı, kendilerine devlet yurdu gösterilmediği ve bizatihi devlet tarafından orası adres gösterildiği için kaldıkları tarikat yurdunda yanarak can veren 12 kız ve daha çocukların cenazeleri kalkmadan buzdolabındaki etleri kurtarmanın derdine düşen "yetkililer"in vicdansızlığı...


Karaman'da, KAİMDER ve Ensar Vakfı'na ait yurtlarda öğretmenlerinin seri tecavüzüne uğrayan çocukların yaşadıkları dram, eziyet, işkence, kâbus ve hayatlarının çok affedersiniz ama el birliğiyle içine edilmesi...

Adıyaman Besni'de Kur'an Kursu'nda tacize uğrayan çocuklar...

Adıyaman Gerger'de devlet yurdunda, yurt görevlisi tarafından sigaraya alıştırmaktan parayla satın almaya, dayağa kadar aklınıza gelebilecek her türlü ahlaksızlıkla tecavüze adeta mecbur bırakılan farkı yaşlardaki 18 erkek çocuğu...
                                                                          ***

Her biri, yakın geçmişte, aslında hepimizin gözleri önünde cereyan eden ama görmeyelim, duymayalım, konuşmayalım diye muazzam bir perdelemeyle üzeri örtülen, sadece birkaç yürekli gazeteci ve kurumun "dert ettiği" utançlarımızı, ayıplarımızı, günahlarımızı hatırlatmış İsmail Saymaz, "Kimsesizler Cumhuriyeti"nde.

Her biri ayrı ayrı "insan"ın hatırlamayı asla istemeyeceği iğrençlikte ve fakat "insan"ın her birini hiç unutmaması da gerekiyor ayrı ayrı. Unutmaması ve tekrarlanmaması için elinden geleni ardına koymaması...

Devlet hanidir kendi canının, namusunun derdine düştüğünden ve "kimsesizlerin kimsesi" olamadığından zahir "tık" yok...

Oysa bizim görmüyor, duymuyor oluşumuzun "bilmemizi" engellemediği bir gerçek var;
Biliyoruz, her gün "ziyan" olan hayatlara yenileri ekleniyor bu ülkenin bir yerlerinde.

                                                                         ***
Finalde İsmail'in de dediği gibi biçareliğin kaderi olduğuna inandırılan insanların "kurbanı oldukları neo-liberal yağmaya razı edilmesi"nden kaynaklanıyor bu trajedilerin hepsi de...
"Ermenek'te 18 işçinin yer altında 16 bin ton çamur içinde can vermesi ile Ensar Vakfı'nın yurdunda on çocuğun tecavüze uğraması" birbirinden bağımsız gelişmiyor;
"Yer altında insan onuruna aykırı koşullarda çalıştırılan babaya, çocuklarını okutabilmek için Ensar Vakfı'na göndermekten başka bir yol" bırakmıyor "düzen".

                                                                          ***
Çare mi?
Üç cümleyle özetlenmiş "Kimsesizler Cumhuriyeti"nde:
"Tarikat ve cemaatlerin yoksulluğu istismar etmesine son verilmelidir. Millî Eğitim gelecekte devleti ele geçirmek için militan devşirme havuzu olmaktan çıkarılmalıdır. Asıl olan, eğitimin devlet eliyle ve tüm aşamalarda parasız şekilde verilmesidir..."
Ve ne mümkün katılmamak final temennisine:
"Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk'ün dediği gibi "Şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi" değil, "kimsesizlerin kimsesi" olmalıdır."

                                                                           ***
Bir de naçizane bir tavsiye:
Sair zamanda en çok güvenmeniz gereken kişilere "öğretmen"e güvenemediğiniz, "imam"a güvenemediğiniz, "savcı"ya güvenemediğiniz, "kaymakam"a, "vali"ye güvenemediğiniz "Kimsesizler Cumhuriyeti"nde, mevzubahis evlatlarınız olduğunda biraz paranoyaklık "hastalıklı" değil "en sağlıklı" tavır haline geldi bence...

Sıkı sıkı sarılın çocuklarınıza siz de...
Öyle sıkı sarılın ki, parasızlığınız, pulsuzluğunuz, işsizliğiniz, çaresizliğinizden önce, koruyan, kollayan kollarınız görünsün; çocuklarınızı harcamaya cesaret edemesin hiç kimse!


SELCAN TAŞÇI HAMŞİOĞLU / YENİÇAĞ

26 Ekim 2018 Cuma

Emperyalizmin ipinde bir garip ülke: Suud'un Arabistan'ı - SERDAL BAHÇE

Cemal Kaşıkçı cinayeti henüz tüm yönleriyle açığa kavuşturulamadı. Cinayet, ki Suudiler de cinayet olduğunu kabul ettiler, Suudi Arabistan’ı ve özellikle de veliaht prensi tüm dünyanın gündemine oturttu. ABD emperyalizminin sözcüleri, bölgedeki en önemlisi uydularıyla ipleri bir anda koparmak istemediklerinden, oldukça temkinli açıklamalar yapmaktalar. Diğer taraftan Avrupalılar ağız birliği etmişçesine üst perdeden kınamakta ve yaptırım çığlıkları atmaktalar. 
Türkiye ve AKP mi? 
Olay burada oldu ama pek istiflerini bozmadılar, sanki başka bir ülkede cereyan etmiş gibi davranmaktalar. Suudi yetkililerin olayın üzerine ciddiyetle eğileceğinden kuşkuları yokmuş. Hangi Suudi yetkililer? Adamı başkonsoloslukta hal edenler mi?  Şimdi de körfez ülkeleri başka bir koro oluşturmuş durumdalar, irili ufaklı bütün şeyhlikler ve sultanlıklar Suudi Arabistan’ın değerli, veliaht prensin ise daha da değerli olduğunu tüm dünyaya ilan ettiler. Başkaları da eğer bu bir istikrarsızlık unsuru olarak kullanılırsa bu işten İran’ın nemalanacağını da vurguladılar. Körfezin tüm gericileri birleşin! 

Sahi bir ülke nasıl bu kadar pervasız olabilir? Ancak Suud’un Arabistan’ının tarihinden gelen bir pervasızlık bu. Ama herkese yönelik değil, sadece gücünün yettiğine. Tarihi demişken, bir anakronizm, bir tarihsel uyumsuzluk gibi duran bu ülke nasıl bu günlere geldi? 

Diriya Necd çölünde küçük bir vaha yerleşimdir, tıpkı çöldeki diğer yerleşim bölgeleri gibi. Bugün Suudi Arabistan’ın başkenti olan Riyad’a pek yakındır. 1720’de aileler arası ve aile içi savaştan Mikrin oğlu Suud galip çıkarak Diriya emiri oldu. Bu arada tarihin bir cilvesi olacak kuzeydeki Uyaina’nın yeni emiri babasının kadısı Şeyh Muhammed bin Abdülvahab’ı kovdu. Bu ikisinin yolu kesişti ve Hanbeli Sünniliğin en tutucu, en gerici kanadı olarak Vahabizm Suud ailesinin kurucu ideolojisi haline geldi. Vahabizim yasa ve yönetimin bütünüyle Kuran’a uygun olmasını emreden, akıl yolunun şeytanın yolu olduğunu ilan eden, evliyalara ve dini ululara gösterilen saygının bile Allah’a şirk koşmak anlamına geldiği için büyük günahlar olduğuna inanan bir fanatizmdi. Bir yazarın yorumuna göre Vahabilik nezdinde Vahabi olmayan Müslümanlar Hristiyanlar ve Yahudilerden bile kötüdürler. Bu nedenle olsa gerek Suudilerin Arabistan yarımadasında diğer kabilelere, Osmanlılara ve Mekke’deki Haşimi şeriflere karşı iktidar savaşı aynı zamanda Vahabiliğin kutsal savaşına dönüştü.  Vahabi Suudilerin şansına onlar sahneye çıktıklarında Arabistan ciddi bir siyasi bölünmüşlük sergiliyordu: Osmanlı sadece Hicaz’da Mekke, Medine ve Cidde’yi de içeren dar bir kıyı şeridini tutmaktaydı, bir de Necd Çölü’nün doğusunda küçük bir bölgeyi. Arada kalan koca alanda kabileler birbirlerini yemekteydi. Vahabi Suudiler bu ortamda egemenlik alanlarını giderek genişlettiler. Genişleme kan ve katliamla birlikte yürüdü. Örneğin 19. Yüzyıl’ın başında Irak’ın güneyinde Şiiler için kutsal Kerbela ele geçirildi ve nerdeyse tüm halkı katledildi. İmam Hüseyin’in türbesi tarumar edildi. En sonunda şerifleri kovarak Mekke’yi de ele geçirdiler ve deyim yerindeyse yağmaladılar. Tarihçiler bu dönemi I. Suudi Devleti dönemi diye adlandırmaktalar. 

Ancak işler bundan sonra iyi gitmedi. Çünkü İngiliz emperyalizmi bölgeye yerleşiyordu ve özelikle Körfez ve Umman’da kendi egemenlik alanını yaratıyordu. Büyüyen Suudi saldırganlığı bölgedeki çıkarlarını tehdit ediyordu. Bu arada Mısır’da Hidiv Kavalalı Mehmet Ali’nin gücü yükselişteydi. Sultan II. Mahmut Arap yarımadasına müdahale isteyince Kavalalı Mısır güçleriyle yarımadaya saldırdı. Sonunda oğlu İbrahim (hani nerdeyse İstanbul’u ele geçirecek kadar Anadolu içlerinde ilerleyen İbrahim) Suudi güçlerini peş peşe yenerek 1818’de Diriya ve Riyad’ı ele geçirdi. Böylece I. Suudi Devleti’nin sonunu getirdi. Suud ailesinden 400 kişiyi Kahire’ye sürgüne götürdü. Suud emiri Abdullah’ı ise önce Kahire’ye götürdüler, sonra da İstanbul’a naklettiler. Abdullah önce sokaklarda gezdirildi, sonra da başı vuruldu. Böylece Kavalalı-Osmanlı-İngiliz Emperyalizmi ittifakı kısa süreliğine de olsa tehdidi savuşturmuş oldu. Ancak kısa bir süreliğine; çünkü Kavalalı ile Osmanlı mücadelesi başladı ve Mısır güçleri yarımadadan çekildi. Kahire’deki sürgünden kaçan ailenin önde gelenleri ortaya çıkan siyasi boşluğu bir kere daha iyi değerlendirdiler ve Arabistan’ın büyük bir bölümünde yeniden egemen oldular. Bu arada emperyalizmin kırmızı çizgisini daha önce test etikleri için bu defa uyuşma yoluna gittiler. İngilizlerin Aden, Umman ve Körfez’deki çıkarlarına dokunmadan ve hata onların desteğini alarak II. Suudi Devleti’ni kurdular. Ancak bu defa da aile içi çatışmalar devreye girdi, kanlı hesaplaşmalar sonucunda egemenliği ellerinde tutamadılar. 19. Yüzyıl’ın son çeyreğinde ezeli rakipleri Raşidi ailesi tarafından yerlerinden edildiler ve Katar’a (hani şu sıralar ambargo uyguladıkları Katar’a) sürgüne yolandılar. Sürgüne gidenler arasında bugünkü Suudi krallığının kurucusu genç Abdülaziz de vardı. 
Abdülaziz Katar emirinin de desteğiyle ve Raşidilerin iç bunalımından yararlanarak askeri güçle geri döndü ve 1902’de Riyad’ı ele geçirdi. Bu arada dünya emperyalistler arası kanlı bir mücadeleye doğru sürüklenmekteydi ve kimse bölgeyi umursamıyordu. Abdülaziz egemenlik alanını genişletti. I. Dünya Savaşı başladığında İngiliz emperyalizmi bölgedeki yerel güçleri Osmanlı egemenliğine karşı kullanmaya başladı. Pragmatik İngiliz emperyalizmi bu süreçte aslında birbirlerinin ezeli düşmanı olan Sudilerle Mekke şerifini aynı anda Osmanlıya karşı harekete geçirdi. Bu arada emperyalist yazının efsaneleştireceği isimler, Lawrence, Gertrude Bell ve hatta Scott Philby (ilginçtir, Suudilere askeri danışmanlık yapan Scott Philby yıllar sonra KGB ajanı olduğu ortaya çıkacak olan Kim Philby’nin babasıydı) bölgede rakip Arap güçleri arasında fink atmaya başladılar. Savaş bittiğinde ve Orta Doğu İngiliz ve Fransız emperyalizmleri arasında paylaştırıldığında Arap yarımadası doğrudan değil ama dolaylı olarak İngiliz egemenlik alanına dönüştü. Ancak henüz petrol önemli bir unsur gibi görülmediğinden İngiliz emperyalizmi dikkatini özel olarak Irak, Filistin ve Ürdün’e yoğunlaştırmıştı. 

Bu ortamda Abdülaziz bölgede egemenlik alanını genişletmeye devam etti. Sonunda 1925 yılında babası Hüseyin’in ölümü üzerine Mekke’de şerifliği devralan Ali’yi kovdu. Haşimi egemenliği Arap yarımadasının dışına itildi. Haşimiler ise İngiliz emperyalizminin ihsanıyla Ürdün’e gittiler. İngilizler aileden birini Ürdün, diğerini ise Irak kralı olarak atadı. Abdülaziz kutsal kentleri de alınca Hicaz ve Necd’in ve hatta daha doğuda Hasa’nın tek hakimi oldu. Yemen’in kuzeyindeki Asır bölgesini de zorla ele geçirince bugünkü Suudi Arabistan’ın sınırlarına ulaşılmış olundu. 

Diğer taraftan Orta Doğu’nun kaderini değiştirecek, bir lanet gibi onun sırtına yapışacak dönüşüm başlamak üzereydi. Savaş sırasında Yeni Zelandalı bir asker Frank Holmes Orta Doğu’da İngilizler namına petrol için ön yoklama yapmaya başladı. Ancak İngiliz emperyalizmi daha çok petrol bulunduğunu düşündüğü Körfez, İran ve Irak ile ilgileniyordu. Suudiler böylece yükselen Amerikan emperyalizminin payına düşmeye hazır bekliyorlardı. 1925’de Amerikalı bir mühendis, Karl Twitchell Arap yarımadasının doğusunda jeolojik araştırmalara başladı. Yüksek petrol rezervlerine dair raporunu ABD’nde sundu. Böylece Suudi Arabistan emperyalizmin ipi üzerinde yürümeye başladı. ARAMCO’ya dönüşecek şirket bu yıllarda kuruldu. ARAMCO ise daha sonra Amerikan emperyalizminin bölgedeki en asli varoluş şekline dönüştü. Şirket 1939 ABD’ne ilk petrol nakliyatını gerçekleştirdi. 1945’de Yalta dönüşü F.D. Roosevelt Abdülaziz’i seyahat ettiği kruvazörde ağırladı ve petrol arama haklarının Amerikan şirketlerine verilmesini garanti altına aldı. Böylece Amerikan emperyalizmi bölgedeki egemenliği İngiliz emperyalizminden devralmış oldu. ARAMCO kuruldu ve emperyalizmin pragmatik çıkarları bölgede en keskin ifadesini bir tür tarihsel ucube olan Suud’un Arabistan’ında buldu. ARAMCO Suudi kraliyet ailesinin hem korudu hem besledi. Bolca yabancı işçinin çalıştırıldığı rafineri ve sondaj alanlarında yabancı işçiler emek hakları ve çalışma şartları için ayaklandıklarında Suudiler borçlarını yabancı işçileri darp ederek, sürerek ve öldürerek ödediler. 

Kapitalizm tarihsel olarak eşitsiz gelişir. Bazı durumlarda en geri ve en arkaik unsurları bile sermaye birikimine eklemleyebildiği ölçüde ayakta tutar. Suudi Arabistan’ın emperyalist kapitalizmle ilişkisi budur. Tıpkı ırkçı rejim dönemi Güney Afrikası gibi. Suud’un Arabistan’ı II. Savaş sonrasında yine tıpkı Güney Afrika veya İsrail gibi emperyalizmin ileri karakoluna dönüşmüştür. 

Örneğin 1950’lerin ortasında Yemen’de cumhuriyetçi radikaller ayaklandığında monarşi lehine askeri müdahalede bulunmuştur. Hatta burada cumhuriyetçi ulusalcıların yanında saf tutan Nasır ve Mısır ile nerdeyse doğrudan çatışmaya girecek duruma gelmiştir. Yine İngilizler 1960’larda Aden’i (Güney Yemen’i) terk ettiklerinde iktidara gelen devrimci Marksist unsurlara doğrudan askeri müdahalede bulunmuştur. Umman’da Dofar bölgesinde solcu ulusal kurtuluş cephesi isyan ettiğinde tüm mali ve askeri desteğiyle Umman Sultanlığı’nın yanında yer almıştır. Baasçı devrimlere karşı sürekli açıktan ve gizli bir mücadele sürdürmüştür. 

1974’deki petrol ambargosu ile iyice zenginleşen Suud sülalesi (halkı zenginleşmedi çünkü tüm petrol gelirleri sayısı 4-5 bini bulan aile üyeleri ve klan şefleri arasında paylaştırılıyordu) özelikle uluslararası arenada daha müdahil hale geldi. 1979’de gerçekleşen iki olay ise Suudi rejimini emperyalizm için daha da değerli hale getirdi. İran devrimi ile birlikte bölgede büyüyen İran etkisi ve Şii radikalizmine karşı en önemli mevzilerden biri Suud’un Arabistan’ı oldu. Diğer taraftan aynı yıl Sovyetler Birliği iktidardaki güçsüz solcu hükümeti desteklemek için Afganistan’ı işgal etti. Böylece CIA ve Suudiler Sovyetlere karşı savaşan mücahitlere hem insan, hem silah hem de para yardımı yapmaya başladılar. Önce yerel şefleri destekleyen Suudiler daha sonra tüm desteklerini Taliban’a yönelttiler. Bu süreçte dolaylı olarak ekserisi Suudi Arabistan’dan giden cihatçı savaşçıların oluşturduğu El Kaide’yi de beslemiş oldular. Yıllar sonra Çeçen ayrılıkçı güçlerini de Suudiler finanse edeceklerdi. Baasçı Irak’ın İran’a saldırısının ardında Amerikan emperyalizmi kadar Suudilerin desteği de vardı (Aslında Baas ideolojisinden nefret eden Suudilerin de emperyalistler kadar pragmatik olabileceğini kanıtlayan bir adımdı). 1991’de Irak Kuveyt’i işgal etiğinde topraklarındaki Amerikan askeri sayısı muazzam artı ve Irak özelikle Suudi topraklarından vuruldu. 2003’de Amerikan emperyalizmin Irak’ı istilası sürecinde en önemli araçtı Suud’un Arabistan’ı. Suriye’nin istikrarsızlaştırılması ve iç savaş sürüklenmesi sürecinde Suudilerin katkısı yine çok büyüktü. 

Her bir adımda emperyalizm tarafından daha da şımartıldı ve arkaik toplumsal ve siyasal yapısına rağmen beslendi, büyütüldü, ayakta tutuldu. Görünüşte modernleştirilen devlet yapısı bile Suud’un kabile devleti yapısını değiştirmedi. Tüm yönetim prensler ve akrabaları arasında paylaştırıldı (örnek olsun Kaşıkçı cinayeti ile gündeme iyice oturan veliaht Prens Muhammed bin Selman hem başbakan yardımcısı hem de savunma bakanıdır, diğer bakanlıklar ve yüksek postlarda da bolca prens ve şeyh bulunmaktadır). Böylece aile üyeleri modern bir burjuva devletindeki bakanlıklara atandılar ve buna da modernizasyon dendi. 

Suud’un Arabistan’ı yağma ve talan ile doğdu. Doğarken dinsel bir fanatizmi bayrak yaptı. Ancak gerçek dünyanın gerçek güç ilişkileri Suud’un Arabistan’ını imansız ve kafir bir emperyalizmin ipinde yürümeye zorunlu kıldı. Bundan pek de hicap duymadı; hata minareyi kılıfa uydurdu. 

Emperyalizm onu besledikçe pervasızlaştı ve fütursuzlaştı. 

SERDAL BAHÇE / SOL

PVC, Afrika ve Ovacık - GÖZDE BEDELOĞLU



Bursa’da 100 yıllık Tophane Saat Kulesi’nin restorasyonunda PVC kullanıldığının ortaya çıkmasına memlekette şaşıran kaç kişi kalmıştır bilmiyorum. Tıpkı daha önce Kütahya’da 4’üncü yüzyıldan kalma sütun başının PVC’yle kaplandığını ya da Mersin’de Ortaçağ’dan kalma kalenin yine PVC pencere ve beton sıvayla restore edildiğini öğrendiğimizde olduğu gibi… AKP ve MHP’nin milli ve yerli şuur hamlelerini gelecek kuşaklara taşıyacak olan bu dehşet verici çalışmalar giderek sıradanlaştı. Ancak şaşırtıcı olan şu ki, biz plastiği bu kadar bol gönülden kullanırken Türkiye, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı’nın (OECD) verilerine göre, plastik atıkları geri dönüştürme konusunda en başarısız ilk 20 ülkeden biri. Çöplerin sadece yüzde 1’i geri dönüşüme gönderilirken, hükümet İngiltere’den plastik atık alımını artırmaya karar vermiş bile.

•••

Çöp bir yana, kendi kendine yetebilirken pek çok hayati ihtiyacını karşılamada dışa bağımlı hale getirilen ülkemizde konu, başkasının toprağına muhtaç olmaya kadar vardı. Gübre, mazot ve elektrik fiyatlarındaki artış; betonlaşma; su kaynaklarının kuruması; çiftçinin hükümetten yeterli desteği bulamaması gibi nedenlerle hem tarım arazileri azaldı, hem de çiftçi işinden ekmek yiyemez hale geldi. Son yıllarda kaybı 4 milyon hektarı bulan tarım arazilerinin çiftçiye, ülkeye, hepimize kazandırılması için her türlü desteği sunmakla yükümlü hükümet ise tercihini betondan, maden şirketlerinden ve nükleer enerji santrallarından yana kullanmaya devam ediyor. Dolayısıyla bir zamanların tahıl ambarı Türkiye artık ekip biçmek için Afrika’dan toprak kiralayan bir ülke haline geldi. 

•••

CHP Tekirdağ Milletvekili İlhami Özcan Aygun’un hazırladığı tarım raporuna göre iklimdeki değişim, gübre ve mazot fiyatlarındaki artış nedeniyle çiftçi maliyetlerini karşılayamadığı için elindeki toprakları satmaya başladı. Satılan araziler için rantçılar tetikte. Çiftçi geçen yıla göre yüzde 50 fakirleşti ve bunun sonucunda üretimden çekilmeye başladı. Gübre fiyatları geçen yıla göre yüzde 112-130 arttı. Çiftçinin kullandığı elektriğe ağustos ve eylül aylarında yüzde 14, ekimde yüzde 18 zam geldi. Tohum, gübre, zirai ilaç, damızlık gibi ürünlerde ülkenin dışa bağımlılığına çözüm üretemeyen ve yıllardır çiftçinin-hayvancının ihtiyaçlarını karşılamakta gönülsüz ve başarısız olan hükümetin hızla yaklaşan gıda krizine karşı çareyi dışarıda arıyor oluşu maalesef durumun ciddiyeti ve aciliyeti karşısında ne kadar umarsız olduğunun kanıtı. Oysa iklim, su kaynakları, toprak çeşitliliği ve insan gücü açısından oldukça zengin bir ülke olan Türkiye’de istenirse kolaylıkla bir gıda seferberliği gerçekleştirilebilir. 

•••

Bu dayanışmanın en güzel örneklerinden biri de hiç kuşkusuz Ovacık Tarımsal Kalkınma Kooperatifi. Tunceli’de Ovacık Belediye Başkanı Fatih Mehmet Maçoğlu öncülüğünde kurulan ve bugün yöre halkı tarafından yetiştirilen ürünleri Türkiye’nin dört bir yanından talep gören bu üretim ve dayanışma ağı son günlerde insanların yüzünü güldüren yegâne şey. Sırasıyla İstanbul, Ankara ve İzmir’de satış ofisleri açan kooperatife ve Başkan Maçoğlu’na karşı halkın gösterdiği yoğun ilgi ve sevgi, tam da yerel seçimler yaklaşırken muhalefete halkın ihtiyacı ve beklentisiyle ilgili çok önemli ipuçları veriyor. Halkın kendisi için çalışan, siyaset üreten yöneticilere ve dayanışmadan doğan güven ve mutluluğa ihtiyacı var.

GÖZDE BEDELOĞLU / BİRGÜN

‘Kürt ama…’ - Mustafa K. Erdemol

AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın partisinin Yozgat milletvekili Bekir Bozdağ ile MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli arasındaki tartışmayı değerlendirirken Bozdağ’a ilişkin sarf ettiği “Kökeni Kürt olabilir, ama bu millete hizmet etmenin şuurunda bu aşkı yaşamış bir arkadaşımızdır” sözleri, ikinci bir “affedersiniz Ermeni” vakıasıdır. 

Muhteremin bu tür konuşmalarına alışık olunduğu için, artık pek tepki gösterilmiyor sanki. Oysa bu sözler Bozdağ’ın mensup olduğu Kürtleri her etnisiteyi kapsadığı iddia edilen “Türk milleti” kavramının dışında gösteren sözler. Kürtler bundan şikâyetçi olmayabilirler kuşkusuz, ama bu ifadenin Genel Başkan’ın “millet” kavramına yüklediği anlama uygun olmadığını belirtmek için bunu vurguluyorum. Yani Erdoğan kendi iddiasını da yalanlayan bir cümle kurmuş bulunuyor. Bozdağ “Kürt olmasına rağmen bu millete hizmet ediyor”; söylediği bu. 

Genel Başkan bilinçaltıyla konuşan biri, bu kesin. Söylemek istemediğimiz ne varsa, kendimizi bastırmak adına hepsini bilinçaltına atarız. Genel Başkan bilinçaltına attığı düşünceleri bastırmayı, saklamayı beceremiyor, orada biriktirdiği her ne varsa işte böyle zaman zaman ortaya döküveriyor. Bilinçaltı aklın dilini konuşmaz, ama bu, bilinçaltıyla konuşanın akılsız olduğu anlamına gelmez elbette, çünkü bilinçaltının kendi aklı, kendi mantığı vardır. Orada sezgi yoluyla olduğu kadar dış etkilerle de depoladığımız olumlu, olumsuz dünya kadar fikir yer alıyor. Bunları bir filtreden, yani bilinçten geçirerek konuşuruz sonuçta. Çünkü bilinçaltımızdaki her düşünceyi ortaya dökersek işimiz var doğrusu. O nedenle “siyaseten doğruluk” (political correctness) diye bir tutum türetilmiştir. Siyaseten doğruluk farklı düşünenleri incitmeme üzerine kurulu bir tutum. Kavramın ilk kez Mao’nun Kırmızı Kitabı’nda kullanıldığı söylenir. Günümüz politikasında farklı düşünce sahiplerine de ulaşmak istendiğinde kullanılan üslup “siyaseten doğru” ilkesine uygun olmak zorundadır. Yani siz tersini düşünseniz bile “Kürtler bu millete hizmet etmiyor” dememek zorundasınız. Genel Başkan, Kürtlerin “bu millete hizmet etmediğini”, Bekir Bozdağ’ın bir istisna olduğunu düşünüyor bilinçaltında. Sarf ettiği cümle yeterince açık. 

Genel Başkan, Kürtlere yönelik düpedüz ayrımcılık içeren ifadesinin bu ülkenin Kürtlerini rahatsız edebileceğini düşünmek zorundaydı. Ama bu tür tutumları yok, malum. Bilinçaltının bir hayli etkisinde olduğunu “Affedersiniz bana Ermeni dediler” ya da Reyhanlı katliamında “53 Sünni vatandaşımız öldü” örneklerinden biliyoruz. 
Genel Başkan, kapalı grup ya da özel sohbet dilini seviyor. Kamuya çıkmadığı sürece bu dilin bir sakıncası yok. Kişi tutarlı olup özelde de genelde de aynı dili konuşmalı kuşkusuz ama kamusal bir iş olan politikaya soyunulduysa “siyaseten doğruluk” ilkesine de uyulmalı. Oysa Genel Başkan’ın, siyasete atıldığından beri “siz”, “biz” sözcüklerinin bolca geçtiği ayrımcı bir üslubu var. 

Batı’da siyahlardan “zenci” (Negro) olarak söz edemezsiniz, etmemelisiniz de. Bu son derece incitici bir sözcüktür. Siyahları sevmeyen, hele aşırı uçta değil de merkezde politika yapan bir politikacı bile “zenci” yerine “siyah” demek zorundadır, siyaseten doğruluk adına. Samimi bulunmasa da, bir sahtelik gibi görülse de, toplumda olumsuz düşüncelerin söylenmemesini gerektiren bir hassaslığın olduğu politikacıya (ya da herhangi bir kamusal figüre) hissettirilmiş demek ki. Politikacının bu hassasiyete dikkat etmek zorunda bırakıldığı düşünülürse “siyaseten doğruluk” gerçekten iyi bir tutum. 
Yani iş, toplumun Genel Başkan’a (ya da herhangi bir politik figüre) bu sözleri sarf ettirmeyecek hassasiyette olmasında.

 Bırakın toplumu, bizzat Bekir Bozdağ, Genel Başkanı kendisini savundu diye gözyaşı dökmüş konuşma sırasında. Öyle yazdı gazeteler. 

Kürt ama millete hizmet ediyor” sözlerini övgü sanıyor adam. Bozdağ bu sözlerden alınmıyorsa kime ne diyeceksiniz?

Mustafa K. Erdemol / CUMHURİYET

Andımız, Dr. Reşit Galip - ÖZDEMİR İNCE

“Cumhuriyet’in Üç Fedaisi” (Eksik Parça Y.) adlı bir kitabım var. Fedailer: Mahmut Esat Bozkurt, Dr. Reşit Galip ve Şükrü Saracoğlu. Üç devrim fedaisi! Mürteci güruhu ile Cumhuriyet düşmanları bu Üç Fedai’den nefret eder. Hemşerileri ve hizmet ettikleri yerler bu Üç Fedai’nin kıymetini bilememiştir; CHP onları savunmamış, unutulmalarına katkıda bulunmuş; ülke ve halk onlara vefasızlık etmiştir. Mersin’in Reşit Galip’e karşı nankörlüğü beni derinden yaralamıştır. Reşit Galip’in 17 Mart 1923 günü Mustafa Kemal Paşa Mersin’e geldiği zaman, Millet Bahçesi’nde (Deniz doldurulmadan önce, o zamanlar Halkevi olan bugünkü Opera binası ile Arap Ortodoks kilise’nin önünde bulunuyordu.) yaptığı o muhteşem konuşmadan Mersinlinin belki de haberi bile yoktur.

***

Reşit Galip öldüğü zaman cebinde sadece 5 lira vardı. Bu insan, tek parti iktidarı döneminde yıllarca milletvekilliği ve bakanlık yapmış, Mustafa Kemal’in yakın çevresinde ve sofrasında bulunmuş bir insandı ve öldüğü zaman cebinde 5 lira vardı. 
Siz de gayret edip çabalayın ki öldüğünüz zaman cebinizde 5 liranız olsun. Sırat köprüsünden kolayca geçersiniz!
***

AKP Genel Başkanı R.T. Erdoğan, Ezan’ı Dr. Reşit Galip’in Türkçeye çevirdiğini iddia ederek onu güya linç ediyor. Ezan’ı kimin Türkçeye tercüme ettiği değil, onu kimin tercüme ettirdiği ve okuttuğu önemlidir. Bu, suç ise ve yüreğiniz varsa, buyurun, Atatürk’ü suçlayıp lanetleyin. Böyle bir davranışta bulunduğu için AKP Genel Başkanı R.T.Erdoğan’ı kınıyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nin son cumhurbaşkanı, Ezan’ı Türkçeye çevirttiği ve Türkçe okuttuğu için ilk Cumhurbaşkanı’nı eleştiremez, dolaylı olsa da onu lanetleyemez. Ha, şunu da eklemem gerek: Atatürk, Ezan’ın Türkçeye tercüme edilmesine bizzat katkıda bulundu ve “Tanrı uludur”u da o önerdi.

***

R.T. Erdoğan’ın, Risale Haber Merkezi tarafından yayımlanan konuşma metninden aktarıyorum: “Andın ilk halini, Türk Ocaklarını kapatmasıyla, üniversiteleri perişan etmesiyle bilinen tıp doktoru Reşit Galip yazmıştır.İnsanları kafataslarına göre sınıflandıran çalışmaları destekleyen bu kişi, aynı zamanda Türkçe ezan zulmünün de mimarıdır. Bizim ortaya koyduğumuz bu fotoğrafta, tek tipçi rejim özentisi bir metnin çocuklarımıza her sabah okutulmasının yeri var mıdır?”… “Bırakalım Türk Türklüğüyle, Kürt Kürtlüğüyle,Laz Lazlığıyla, Roman Romanlığıyla, Çerkez Çerkezliğiyle, Abaza Abazalığıyla övünsün, ama asla bunu kalkıp da ırkçılık yapma boyutuna taşımayalım. Bunu yaptığınız anda ayrımcılık yapmış olursunuz.”

***

Türk Ocakları’nı kapatan ve yerine Halkevleri’ni açan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bunun neden ve gerekçelerini burada açıklayacak değilim. Reşit Galip, medreseden farksız Darülfünun’un yerine çağdaş Üniversite’yi kuran Milli Eğitim Bakanı’dır ama bu dönüşümün arkasında Atatürk vardır. 

Ezan’ı Türkçeye çevirmek zulüm ise bunun mimarı Dr. Reşit Galip değil, bizzat Atatürk’tür. 

Pedagoji gereği, sabahları çocuklarımıza “Andımız”ı okutmak “tek tipçi rejim özentisi” değildir. Asıl tek tipçi özenti, İmamokrasi rejimini kurmak amacıyla, bütün ortaöğretim okullarını imam hatip okullarına dönüştürmektir.

***

AKP Genel Başkanı, “Bırakalım Türk Türklüğüyle, Kürt Kürtlüğüyle, Laz Lazlığıyla, Roman Romanlığıyla, Çerkez Çerkezliğiyle, Abaza Abazalığıyla övünsün ama asla bunu kalkıp da ırkçılık yapma boyutuna taşımayalım. Bunu yaptığınız anda ayrımcılık yapmış olursunuz” diyor. 

Ama asıl ırkçı ayrımcılık Türk ulusunu Türk, Kürt, Laz, Roman, Çerkez, Abaza etnisitelerine bölmektir. Bilmem anlatabildim mi?

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Varlık Fonu, McKinsey'nin varlığına armağan olsun! - Arslan BULUT

TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu üyelerine gönderilen, Türkiye Varlık Fonu ve bünyesinde kurulan alt fonların mali tabloları ve faaliyetleri hakkındaki denetim ve inceleme raporları arasında, ABD'li McKinsey Danışmanlık şirketi ile yapılan anlaşma ortaya çıktı.

HDP Milletvekili Garo Paylan'ın sosyal medya hesabından paylaştığı ve odatv'nin de yayınladığı belgeye göre McKinsey Danışmanlık ile Türkiye Varlık Fonu 1 Şubat 2017'den itibaren çalışıyordu.
Türkiye Varlık Fonu, 26 Ağustos 2016 tarihinde, "kamuya ait varlıkları ekonomiye kazandırmak, dış kaynak temin etmek, stratejik, büyük ölçekli yatırımlara iştirak etmek için" kurulmuştu! Ortaya çıkan belge, fonun gerçekte niçin kurulduğunu da açıklamış oluyor.

                                                                          ***

Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, 20 Eylül 2018'de Yeni Ekonomik Program kapsamında McKinsey Danışmanlık şirketi ile çalışacaklarını yeni imzalanmış bir anlaşma gibi duyurmuştu. AKP içinden gelen tepki de büyük olunca Tayyip Erdoğan, "Bakan arkadaşlarımın tamamına söyledim, 'bunlardan fikri olarak dahi danışmanlık hizmeti almayın!' dedim. Biz bize yeteriz..." diye konuyu kapatmış, McKinsey ile anlaşmayı savunan yandaşlar ise ters köşeye yatmışlardı!

Ortaya çıkan belge, McKinsey şirketi ile anlaşmanın daha önce imzalandığını ve uygulandığını gösteriyor. Üstelik danışmanlık alan kurum da Türkiye'nin elinde kalan son kamu mallarının toplandığı Varlık Fonu...

1 Şubat 2017 tarihli, "Türkiye Varlık Fonu Genel Müdürü Mehmet Bostan" imzalı belgede, şöyle deniliyor:
"Türkiye Varlık Fonu için yaptığınız ve yapacağınız mali denetim ve ilgili çalışmalara ilişkin elde edilen her türlü veri ve değerlendirme sonuçlarını içeren ara raporlarınız ve raporlarınızı McKinsey Danışmanlık Hizmetleri Ltd. Şti. yetkili proje takımı ile paylaşılmasına izin verir ve paylaşılmasını rica ederim."

Bu belge, anlaşmanın açıklandığı tarihe kadar kamuoyundan gizlendiğini göstermiş olmuyor, aynı zamanda Varlık Fonu'nun da nasıl yönetildiğini açığa çıkarıyor.

                                                                           ***

Varlık Fonu'nun bütün bilgilerinin, McKinsey üzerinden Rothschild'e teslim edilmesinin sebebi nedir?
İş adamı arkadaşım Yaşar Canca, yıllar önce meselenin tapuyu ele geçirmek olduğunu yazmıştı:
"Şimdi savaş, dünyanın tapusunu ele geçirmek için sürüyor. Dünyada her yıl Fransa ekonomisinin millî geliri (2.34 trilyon dolar) kadar gelir, sadece faiz yoluyla elde edilmektedir. Bu parayla rekabet etmek neredeyse imkânsızdır. Ülkemizdeki doğal kaynaklar önce bir yerlere adreslenecek, sonra da Anayasa değişikliği ile birlikte işletenlere tapulanacak! Bir kere verin, bakalım bir daha alabilecek misiniz? Orman alanlarında şimdiden birçok yer ve amaç için ruhsatlar alınmaya başlanmıştır. Eğer bu değişiklikler planlandığı gibi gerçekleşirse deniz ve göl kıyılarındaki tesisler, limanlar, turizm bölgeleri, hidro elektrik santrallerinin su toplama havzaları, şu anda kullananların olacaktır. Millî-muhafazakâr yapının neyi koruduğunu bilmesi lazım. Bunu yapamaz isek içinde yaşadığımız coğrafyadaki dağları, ovaları, göl ve nehirleri elimizden alırlar. Coğrafya elimizden gittiğinde yaşayacak yer aramaya başlarız."

                                                                           ***

Nitekim AKP, ormanların ve su kaynaklarının satılması için gereken yasal değişikliği de yaptı! Canca'nın bahsettiği millî servetler, "Varlık Fonu"na adreslendi! Oradan da McKinsey üzerinden Rothschild'e arz edildi!

İlahiyatçı Cemil Kılıç ise Varlık Fonu tartışması sırasında, "Mülkiyeti ve üretim araçlarını ele geçirmeden insanlar üzerinde egemenlik kurmak mümkün değildir. Şirk dediğimiz şey yani tanrılık/tanrısallık iddiası, mülkiyete el koyma yoluyla olmaktadır." diye firavunlara göndermede bulunmuştu.

İş Bankası'na el koymak istemelerinin ana sebebi de budur!

"Varlığım Türk varlığına armağan olsun"dan işte bu sebeple rahatsız oluyorlar!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

25 Ekim 2018 Perşembe

Milliyetçilik yordu azıcık açılım mı şey etsek…- KEMAL OKUYAN

Bir süredir konuşulan oldu ve Erdoğan Bahçeli’ye “kenarda dinlen” dedi. Konuşulan, Erdoğan’ın ABD ile ilişkileri düzeltmek için türlü hesaplar yaparken, hem azıcık “özgürlükçü” takılacağı hem de Kürt sorununda sadece “terörle mücadele”nin dilini kullanmaktan vazgeçeceğiydi.

Ant tartışması bu açıdan Erdoğan’a istediği fırsatı verdi. Grup toplantısında MHP ile polemik yaparken “Türkçülük yaparsanız, Kürt vatandaşlarımızın da Kürtçülük yapma hakkı doğar” diyerek bir fasılayı daha kapattı. Ve ne ilginçtir aynı gün HDP’den hükümete “masaya oturalım” çağrısı geldi.

Masaya otururlar, oturmazlar, bu yanıtını kısa sürede alabileceğimiz bir şey değil. Bildiğimiz o sofralardan, hayırlı bir şey çıkmayacağıdır.

Ancak yerel seçimler öncesinde MHP ile ittifakın bozulmasına ant meselesinin bahane edilmesinin bir dizi nedeni olduğunu söyleyebiliriz.

Her şeyden önce semboller için verilen mücadele, bir sürecin başlangıcında, henüz daha yol alınmamışken değer taşır. Adı üzerinde “sembol”, kendisinden daha çok temsil ettikleriyle önem kazanır. Eğer bugün tartışılan ant, AKP öncesi Türkiye’yi temsil ediyorsa, zaten korunaksızdır, anlamını yitirmiştir. AKP’nin yıkıcı misyonu onun arkasını boşaltmıştır. Kaldı ki, bugün siyasi iktidara karşı mücadelede ille sembollere yaslanılacaksa, tartışılan andın topluma enerji vermesi de olanaksızdır. AKP bunu biliyor ve muhalefeti “ant kırmızı çizgimizdir” noktasına getirmeye çabalıyor.

Böylece utangaç adımlarla dolaylı bir ittifak için temaslara başlayan CHP ile HDP’ye daha hemen işin başında “benimle dans edemezsiniz” demiş oluyor, muhalefet cephesinin arasına antla giriyor.

Evet, yıllardır söylüyoruz Erdoğan ittifak bozma meraklısıdır ve bunu iyi becermekte, kendisine karşı gelişen yakınlaşmaları ya boşa düşürmekte ya da zayıflatmaktadır. Ant hamlesinin zamanlaması bu açıdan anlamlıdır ve “beni yok sayarak bu ülkeyi yönetemezsin” demekte olan HDP’yi illa ki etkilemiştir. Herkesin gönlünde bir Erdoğan yatıyor! 

O iyi, danışmanları kötü; Ergenekoncular onu rehin aldı; bizim çizgimize geldi, vatan savunması yapıyor; Erdoğan kandırılıyor…

Daha önce de söyledim, Erdoğan artık bu ülkede hem iktidar hem muhalefettir ve bunu Meclis’teki muhalefete borçludur.

Ancak MHP ile ittifakın bozulmasının başka nedenleri de var. Erdoğan ABD ve Almanya ile ilişkileri hızla düzeltmek istiyor. Bu devletlerle itiş kakışta çok fazla tribüne oynadı, doğal olarak gündemde hep fazla yer işgal etti. Dünyanın neresine giderseniz gidin bir Erdoğan algısı var ve bu algıyla uğraşmaya memleketin yarısını savcı yapsa yetemez. Neredeyse bütün gazete ve dergilere kapak olan bir siyasetçiden söz ediyoruz. 
Öte yandan bu gazete ve dergiler de (hepsi olmasa da çoğunluğu ve özellikle en büyükleri) arkalarındaki güçlerin çıkarları doğrultusunda düdük öttürdüklerinden yarın Erdoğan övgüsüne başlayabilirler. Nasıl Putin’in etkili ve başarılı yayını Sputnik yıllarca “savaş suçlusu” diye itham ettikten sonra şimdi “asrın lideri” diye kutsuyorsa Reis’i, bunu batı basını da yapabilir pekala.

Ama biraz malzeme gerek. ABD ve Almanya’da iktidarlar Erdoğan’la sürmekte olan zorlu pazarlıklarda bir noktaya gelirken, azıcık değişik bir Erdoğan portresine ihtiyaç duyacaklar.

Bundan kolayı ne ki!

11 Kasım’da Paris’te bir araya gelecekler. Erdoğan bu yolculuğa “Suudiler zalim, biz özgürlükçüyüz” diyerek, MHP yükünü boşaltarak, “Kürt kardeşlerim”e dönerek çıkacak. E zaten papaz da evine döndü! Bir süredir kendi içinde tutarlı bir stratejiyle hareket ediyorlar.

ABD ve Almanya’ya karşı tuttukları kozları, onlar elde patlamadan kullanmak için en uygun zamanın geldiğini düşünüyorlar.

Üstüne, bu çabalarının yerel seçimlerde oya da yansıyacağından eminler.

Elbette aşırı hassaslaşmış dengeler, karmaşık uluslararası ilişkiler izin verirse… Vermezse, manevra yapmaktan kolay ne var!
Nasılsa mazruf aynı, zarfı değiştir dur.
Evet, sevgili okur, ısrarla diyoruz ki…
Bu düzen değişmeli, maskeler değil!

Kemal Okuyan / SOL