7 Kasım 2018 Çarşamba

Yaşayan Atatürk - Öztin Akgüç

Atatürk’ün cismani, bedenen ölümünden seksen yıl geçmiş olmasına, adının ülkemizde silinmeye çalışılmasına, kara çalınmasına, heykellerinin, büstlerinin kırılmasına, emperyal güçlerin dayatmalarına, yozlaştırma çabalarına karşın Atatürk, idealleri,  ilkeleri, yol göstericiliğiyle yaşıyor, yaşayacaktır. 

Emperyal güçler, anti emperyal hareketleri yozlaştırmak, hedef şaşırtmak küçümsemek için kuklalar sahneye sürerler. Ülkemizde de zaman zaman türetilmiş, düzmece Atatürkçüler aracılığı ile Atatürkçülük tasfiye edilmeye çalışılmıştır. 

Bazı yazarlar, düşünürler, Atatürkçülük Kemalizm ayrımı yapmaktadırlar. Bu ayrımı kavrayamadığım için, Atatürkçülük, Kemalizmi eşanlamda kullanıyorum. 

Atatürkçülük; belirli değer yargıları, davranış biçimleri içeren, ilkeleri altı okla sembolize edilen bir toplumsal akımdır. Atatürkçülüğün içerdiği davranış biçimlerini, değer yargılarını, ilkeleri özetlemeye çalışayım. 

♦ Atatürkçülük anti emperyalisttir. 
Atatürk, mücadelenin sınıflar arasında değil emperyal güçlerle, sömürülen mazlum ülkeler arasında olduğunu görmüş, bağımsızlık savaşını emperyal güçlere karşı yapmış, dünya ülkelerine örnek olmuştur. 
♦ Temel amacı tam bağımsızlıktır. 
Ülkenin saygınlığını koruması, uluslararası arenada söz sahibi olabilmesi için tam bağımsız olması gerekir. Bağımsızlık, hür yaşamak, onurlu, kişilikli olmayı, özveriyi, mücadeleyi gerektirir. 
♦ Ulusal özgüven bağımsız yaşamın ana koşuludur. 
Atatürk, dış kaynaklı öğütlere, telkinlere, ayartılara kapılarak bir ülkenin bağımsızlığını koruyamayacağını, tarihin böyle bir olaya tanık olmadığını görmüştür. Yanlış görüşe kapılmadan, dış baskı, dış tehditlere, yaptırımlara boyun eğmeden, ulusal özgüvenle, ülke onurunu, saygınlığını korumak, Atatürkçülükte ana davranış biçimidir. 
♦ Cumhuriyetçilik 
Cumhuriyet, ulusun kayıtsız şartsız egemenliğine, yetkinin halktan alınmasına, kamu yararına kullanılmasına, hukukun üstünlüğüne, kamuoyu yararına kullanılmasına, ülkenin yasalarla yönetilmesine dayanan siyasal bir rejim olduğundan cumhuriyetçilik Atatürkçülüğün siyasal düzenidir... 
♦ Laiklik 
Laiklik, düşünce özgürlüğünün aydınlanmanın, kalkınmanın, çağın uygarlık düzeyine ulaşmanın demokratik düzenin temelidir. Laiklik, bağımsızlığı, ulusal bütünlüğü, toplumsal kalkınmayı sağlamanın ana ilkesidir. 
♦ Halkçılık 
Halkçılık, bireyler arasında ayrım yapılmamasını, toplumun eğitim düzeyinin yükselmesini, maddi refahının artmasını, etik değerlere sahip olmasını amaçlar. Halk küçümsemeden “halkla beraber, halk için” yaklaşımı Atatürkçülüğün ana ilkelerindendir. 
♦ Milliyetçilik 
Atatürkçülüğün milliyetçilik anlayışı, etnik ayrımcılığa, ırkçılığa, belli insan gruplarının üstünlüğü savına dayanmaz. Milliyetçilik, özveriyle ülkenin çıkarlarını, saygınlığını, bütünlüğünü, ulus devleti korumak, ülkeye hizmet etmektir. Milliyetçilikte din, mezhep, dil, cinsiyet, ayrımcılığı da yoktur. Ulus devleti savunan ülkeye özveri ile hizmet eden Atatürk milliyetçisidir. 
♦ Devletçilik 
Devletçilik bir sosyal kalkınma aracı, ekonomik bağımsızlık projesidir. Devletçilik ilkesiyle sadece üretim, istihdam değil, toplumun yaşam kalitesinin yükseltilmesi de amaçlanır. 
♦ Devrimcilik 
Atatürkçülük; durağan değildir; sürekli, köklü değişimi, her alanda yenilikçiliği içerir. 
Atatürk, koyduğu karakter, davranış biçimi, değer yargıları ilkeleriyle yaşamaktadır. 

Görevimiz, dövünmek değil, Atatürkçülüğü sürdürmek için gereken savaşı vermektir.

Öztin Akgüç / CUMHURİYET

Suudi sarayı - PROF. DR. TÜRKKAYA ATAÖV

Bu yazının başlığı dikkate değer bir kitabın da adıdır. Yazarı kum, petrol ve tutuculuk krallığında birkaç yıl doktorluk yapmış Amerikalının (siyasal bilgiler eğitimi görmüş ve meslekten gazeteci) eşidir. Önemsiz bir dişi diye, yalnız özel kadın toplantılarına katılabilmiş, ama oralarda sürekli dedikodu ve yakınma dinlemişti; kendi gözlemleri de vardı. Yazılarını Amerikan gazeteleriyle dergilerine erkek adlarıyla yollayıp bastırmış, ülkesine dönünce de kendi adı olan Sandra Mackey imzasıyla bu kez derli toplu bir kitap çıkarmıştır. 
Kadınlar, saray soylularının gözünde beyinsiz yaratıklardır. Yalnız (erkek) çocuk yapmaya yararlar. Hazreti Muhammed’den önce art arda kız doğuranların son kızları “işe yaramaz tüketiciler” diye diri diri gömülürlerdi. Bu krallık hep erkek dünyasıydı. 

Sarayın erkekleri petrolle zenginleştiler, ama bu “siyah elmas” savurganlık, çöküntü ve daha beter eşitsizlik getirdi. Oysa, tek ülkücülük diye Vahabiliğe yapışan devlet kurucusu Abdülaziz 1953’te öldüğünde, konutu çamur kaplı aynı ilkel yapıydı. İlk yıllarda yabancı şirket varil başına iki dolardan az ödüyordu. Geliri halkla bölüşmek diye yerleşik gelenek yoktu. Kral sokağa çıktığında cebindeki bozuklukları yere fırlatır, yurttaşları da birbirini çiğneyerek onları toplarlardı. Ortaçağdaki İslam devletinin gelirine de Muaviye el koymuştu. Irak’ta toprak yüzeyine yakın yerden toplanan bu siyah ürün sarayına yollanır, gece aydınlatmaya, soğuk olduğunda da ısınmaya yarardı.

Suudi gençler
Petrol özellikle 1970’lerin ortalarından sonra düş âlemine yaraşır gelir sağlayan, ayrıca siyasette silah olan bir zenginlik kaynağı oldu. Petrolü yıllarca yabancı uzmanlar çıkardılar. Onlar tiyatrosu, kulübü, sporu olmayan bir çöl topluluğunda villalarda kendi içkilerini yudumlarlardı. Seçilen Suudi gençlerin dış ülkelerde okuma aşaması çok sonradır. Sokak adları yıllarca konmadı, evlerin de numaraları yoktu. Batı kökenli yayın gümrükten geçemez, ama “ithal kadınlar”dan yararlanacaklar için kapılar açılırdı. Bir Suudi prensinin bugünkü yaşantısına bakın, bir de midesine ancak zeytin, hurma, kuru ekmek ve su giden Hazreti Muhammed’in yaşamına. 

Oysa, giriş vizesi gene kolay verilmez. Çalışacak yabancı işçinin pasaportuna yerli iş-veren el koyar. Sıradan yabancı artık o yerlinin buyruğuyla yaşar. Hakkı yenirse gideceği bir siyasi parti, sendika, muhalif örgüt ya da eleştiri hakkı yoktur. Sık işitilen iki sözcük: “Bas Saudi”; yani, her şey “yalnız Suudiler”. daha doğrusu, varlıklı Suudi erkeği için. Evli erkek cinsel ilişki amacıyla Bangkok’a da gider, Riviera’ya da. Ama toplum piramidinin üst tabakasındaki yerli kadına yaklaşmış varsayılan üç Asyalı idam edilmişti.

Eski yeni çatışması
Eski ile yeninin, sarayla homurdananın çatışması şiddetlenerek sürüyor. Kral adına verilen Uluslararası İslam Ödülü’ne Medine Üniversitesi Rektörü Şeyh Abdülaziz ibn Baz layık görülmüştü. Rektörün şu başlıkta bir kitabı var: “Güneşin ve Ayın Dönmesi ve Dünyanın Olduğu Yerde Kalması”. Sanki Copernicus, Kepler ve Galileo ile uzayda çekilen fotoğraflar bizi yanıltıyor. Bizde biri “”90 yıl yanlış yapmışlar; Mekke ve Medine’yi izlemeliymişiz!” buyurmuştu. Oraları birçok yazara göre yukarıda anlatıldığı gibidir. 

Sonuçta hiçbir İslam ülkesi dışarıya makine satmıyor. Bizse etten ota neredeyse her şeyi dışarıdan dövizle getirtiyoruz. 1930’larda uçak yapıyor ve satıyorduk.
Geçici başarılarını İsrail bayrağı ile kutlayan ve PKK’ye destek veren Suudilerde muhalifler de arttı. Krallık onların üstüne 1956’da ve 1979’da yürüdü; kimi zaman tanklarla. Müslümandan sayılmayan Şii petrol işçileri topluca iş bırakırlarsa, ülke ekonomisi birden dar boğaza girer. Vahabi baskısı özellikle Hicazlıları homurdatıyor. Çoğalan ortasınıf siyasette daha fazla söz sahibi olma peşinde. Hiçbir kralda her istediğini yaptıracak güç yok. Ama ünlü Yamani bile petrol bakanıyken karar vericilerden değildi; görevden alındığını radyodan duydu. Eskilerden Sağlık Bakanı Gazi Algosaibi rüşvet beklemeyen, sevilen biriydi; işten atıldı. 

Ancak, memnun olmayanları örgütleyecek ne siyasi parti var, ne dernek. “Kuran var” diye anayasa bile yok. ABD bir ara feza aracına bir Suudiyi de almıştı. Uzayda kıble yönünü aradı durdu. Bu durumda, yasak sayılmayan tek muhalefet Batı karşıtlığı. Bu da düzeni sarsıp iyiye götürmeye yetmez. Memnun olmayanlar şimdilik Batı karşıtlığıyla oyalanıyorlar. 

PROF. DR. TÜRKKAYA ATAÖV  / CUMHURİYET

Enflasyon pes etmedi - HAYRİ KOZANOĞLU

Dün açıklanan enflasyon verilerine göre Ekim ayında tüketici fiyat endeksi ( TÜFE ) bir önceki aya göre %2.67 arttı. Böylelikle son bir yılın tüketici enflasyonu %25.24 oldu. Diğer bir ifadeyle, İstatistik Kurumu başkan yardımcısını görevden almak, Enflasyonla Topyekün Mücadele Programı ilan etmek para etmedi, enflasyon %25 psikolojik sınırını aştı.

Bu rakamlar daha geçen hafta 2018 yıl sonu enflasyonunun %23.5 öngören Merkez Bankası’nı da yalanlamış oldu. Enflasyon Raporu’ndaki gibi TÜFE’nin yılı bu düzeyde kapatması için 2018’in Kasım-Aralık döneminde fiyatların hemen hemen hiç (tam oran %0.44) artmaması gerekiyor ki, bu da hiç gerçekçi görünmüyor.

Artık %30’lar Şaşırtmamalı
Yurt içi üretici fiyat endeksine (ÜFE) gelince, Ekim ayında bir önceki aya göre %0.91 artış gösterdi. Yıllık artış da %46.15’ten %45.01’e gerilemiş oldu. Belki de ekonomi yönetimi için tek teselli bu %1’lik gevşeme. Ne var ki, zaman içerisinde üretici fiyatlarıyla tüketici fiyatlarının yakınsayacağı düşünülürse, önümüzdeki aylarda ÜFE biraz düşerse dahi TÜFE’nin %30’ların üzerinde dengelenmesi beklenmeli.

Harcama gruplarına göre tüketici fiyatlarına göz attığımızda gıda ve alkolsüz içeceklerde aylık %3.22, yıllık %29.26 artış dikkat çekiyor. Marketlere zaptiyeler salmanın; raflardaki etiketlere bakarak “spekülatör - istifçi - fırsatçı” enselemenin sonuç vermediği görülüyor. Gıda fiyatları neden bu denli önemli? Birincisi, endeksteki ağırlığı çok yüksek (%23.03); ikincisi dar gelirli yurttaşımızın tüketim desenindeki ağırlığı daha da fazla; üçüncüsü kriz döneminde geliri sabit kalan insanlar başka kalemlerden kısıp, beslenme kalıplarını korumaya gayret ederler ; bunun sonucu olarak da gıdanın harcamalardaki payı daha da yükselir.

Hizmetler Sektörü Enflasyonu Göreceli Düşük
Ana harcama gruplarını incelediğimizde, eğitimde %10.27, sağlıkta %15.83’le göreceli daha düşük fiyat artışları gerçekleştiğini gözlemliyoruz. Bu da döviz kurlarından, maliyet baskılarından daha az etkilenen sektörlerin daha sınırlı fiyat artırımına gittiğini gösteriyor. Buradan fırsatçılıktan öte, makro ekonomik dengelerin bozulmasından, özellikle döviz kurlarının ve faizlerin sıçramasından kaynaklanan bir maliyet enflasyonuyla karşı karşıya bulunduğumuz sonucunu çıkarabiliriz.

Bir de Vergi İndirimleri Olmasaydı!
Eşel mobil sistemi ile benzin fiyatının sabitlendiğini, elektrik ve doğalgaz zamlarının yılsonuna kadar durdurulduğunu düşünürsek, enflasyon dinamiklerinin daha da yukarıyı işaret ettiğini tahmin edebiliriz. Başta taşıt, mobilya ve beyaz eşyadaki vergi indirimleri yılın son iki ayında fiyatları aşağı çekip, talebi biraz dürterek bir “yalancı bahar” görüntüsü verebilir. 2019’la birlikte indirimler sona erince hem fiyat düzeyi yükselir, hem de talep bıçak gibi kesilir. Sürecin uzatılması da bütçeyi iyiden iyiye zora sokar.

“Ortak Program” Önemli
Yukarıdaki değerlendirmeler emek kesimi açısından önümüzdeki bir tehlikeye dikkat çekmesi açısından önemli. Merkez Bankası’nın Enflasyon Raporu defalarca ücretlerde geriye doğru endekslemenin sakıncalarına işaret ediyor. Bunun sade ifadesi, yılbaşında kamu çalışanlarının ve emekli ücretlerini enflasyona göre ayarlamayın mesajıdır. IMF Türkiye raporu da bu noktaya dikkat çekiyordu. Ayrıca Varlık Fonu’nun İşsizlik Fonu’na el atmasından, kıdem tazminatı ödemesinin durdurulmasına kadar birçok emek karşıtı “cin fikir” havada uçuşuyor.

O zaman ekonomik krizin, onun bir sonucu olan enflasyon faturasının emekçilerin sırtına yıkılmasını önlemek için direnmekten başka çare görünmüyor. Bu nedenle “Yoksullaşmaya, İşsizliğe, Güvencesizliğe Karşı Birlikte Mücadeleye” sloganıyla alanlara inme kararı alan KESK’in “Ortak Program” çağrısına kulak vermek gerekiyor.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

6 Kasım 2018 Salı

5 maddede ABD’nin İran stratejisi - İBRAHİM VARLI

ABD’nin İran yaptırımlarının ikinci bölümü devreye girdi. Büyük ölçüde petrol ihracatına dayanan ülke ekonomisinin can damarını kesmeyi hedefleyen Trump için İran mutlak suretle dize getirilmesi gereken bir ülke oldu hep. Bunun için de göreve geldiği andan itibaren İran’ı hedef alan stratejiyi adım adım hayata geçirdi.

Aralık 2017’de açıklanan 68 sayfalık yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde de, Şubat 2018’de açıklanan Nükleer Doktrin de de, Ekim 2018’de deklare edilen Terörle Mücadele Stratejisi’nde de hedef alınan ülkelerin başındaydı İran. ABD’nin Ortadoğu’daki yol haritasının sorunsuz şekilde işlemesi için İran’ın artan nüfuzunun kontrol edilmesi gerekiyor. Bunun için iki yol var; askeri müdahale ve ekonomik-siyasi yaptırımlar. Askeri müdahale için koşullar müsait değil. Elde kalan tek seçenek ekonomik-siyasi yaptırımların uygulanması. 

ABD niçin hedef alıyor?

1) Diz çöktürmek: ABD, Ortadoğu’daki hegemonyasının önündeki engel olarak gördüğü İran’ı dize getirerek, etkisizleştirme niyetinde. ABD’nin bölgeye dair politikalarının tamamında, her cephede İran basıncıyla karşılaşıyor.

2) Neoliberal pazara açmak: ABD açısından İran sadece bölgesel politikalarının önündeki bir engel değil, aynı zamanda küresel neo liberal sisteme eklemlenmesi gereken devasa bir pazar. İran istenilen hızda kapitalist pazara eklemlenemiyor. Petrolüyle, doğalgazıyla, ekonomisiyle iştah kabartıyor.

3) İsrail’in güvenliği: İsrail’in bölgesel güvenliğinin sağlanması açısından da İran’ın tıpkı Suriye gibi istikrarsızlığa sürüklenerek devre dışı bırakılması gerekiyor. İsrail’i tanımayan İran, Lübnan Hizbullahı ve Filistinli örgütlere verdiği destekle İsrail için ciddi bir sorun. İran ile nükleer anlaşmaya en sert tepki ülke İsrail’di.

4) Avrasya’ya açılmak: İran sadece Ortadoğu’daki dengeler açısından değil, Avrasya denklemi açısından da önemli. Güney Batı Asya’ya ve Avrasya’ya açılan kapı konumunda. Doğu’dan Çin, Batı’dan Rusya ile çevrili Avrasya’ya açılmanın en kritik kapılarında birisi İran. İran aşılmadan buraya sızmak engebeli.

ABD’nin vurma stratejisi

1) Ekonomiyi çökertmek: Trump, Tahran’a baskı uygulamak, yaptırımlarla İran ekonomisini zayıflatmak istiyor. Kriz rejimi sarsacak, böylece halk ile yönetim karşı karşıya gelecek. İşsizlik, yoksulluk, yolsuzluk kıskacındaki İranlılar, daha da derinleşecek kriz karşısında sokağa çıkacak.

2) İçe hapsetmek: Suriye’den Yemen ve Lübnan’a uzanan geniş alanda etkin olan İran’ın bu nüfuzundan rahatsız olan ABD, İran’ı çevreleyerek içine hapsetmeyi hedefliyor. Tahran’ın İsrail’e basınç uygulayan etkisi ile Bahreyn ve Yemen üzerinden Suudi Arabistan’a yönelik basınca dönüşen etkisi kesilmek isteniyor.

3) İç karışıklık: İran kozmopolit bir ülke. Kürtlerden Belucilere, Araplardan Azerilere çeşitli etnik topluluklarla ciddi sorunlar yaşıyor. ABD, İran’ın bu yumuşak karnının farkında ve bu sinir uçlarını kaşımak istiyor. Ahvaz saldırısı ilk sinyali vermişti. Kürtlerle ise sancılı durum sürüyor.

4) Muhalefeti kışkırtmak: Yaptırımlarla çökertilmek istenen İran’da ortaya çıkabilecek huzursuzluktan nemalanarak, muhalefet üzerinden Tahran yönetiminin alaşağı edilmesi de bir diğer hedeflerden.

5) Karşı cephe örgütlemek: ABD, İran’a karşı “Arap NATO’su” kurmaya çalışıyor. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Bahreyn, Katar, Umman, Mısır ve Ürdün’den oluşan Ortadoğu Stratejik İttifakı (MESA) isimli askeri yapılanma bunun en somut adımı.

ABD yaptırımlarından etkilenecek ülkelerin başında Türkiye de var. ABD hegemonyası gerilerken Trump’ın bu hedeflerine ulaşabileceği bir muamma ama Türkiye ve Ortadoğu’yu zorlu günlerin beklediği kesin.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Arabeskçi yobazın ikizidir - ORHAN GÖKDEMİR

Orhan Gencebay -sağ olsun- iktidara yaranmak için attığı her adımla birlikte müziğini daha aşağıya çekiyor. “Arabeskten aşağısı ne ola ki?” diyeceğinizi biliyorum. Haklısınız. Ama “halkımız seviyor” işte. Bunun bir de “halkımız istiyor” versiyonu var. İkisi yan yana geldiğinde bilin ki serbest düşüştesiniz. Halkımızın sevdiği ve istediği her zaman doğru olsaydı, tarihimiz büyük ihtimal bu günkünden farklı gelişmiş olurdu. Halkımız, ilkel olana, cehalete, gericiliğe, sağcılığa da meyillidir. Hatta çoğu zaman böyledir. Biz halkımıza beslediğimiz tutkulu sevginin yanında, onun bu tür eğilimlerini reddettiğimiz için solcuyuz. Halkımızı, sınıfımızı ve tabii bu arada kendimizi ayağa kaldırmak, dik tutmak istiyoruz. Seviyoruz ama eleştiriyoruz. 

Eleştiri ise şiddetli bir iştir, yıkıcıdır. İçinde şiddet barındırmayan, “yapıcı olan” eleştiri olur mu? Şiddetli devam ediyoruz.

Halkımız son yıllarda sıklıkla sağcılığı, gericiliği, ilkelliği istiyor. Arabeski, Acun’u, Recep İvedik’i, evlenme programlarını, tekerleme yazarlarını seviyor. Çünkü dinci-faşistler geldiler ve düşürdüler. Halkımız düşerse biz de düşeriz. Düştük veya düşüyoruz. Arabesk tartışmasının esası budur.

                                        ***
Orhan Gencebay vesilesiyle gündeme gelmiş veya ortaya yeni çıkmış bir ittifak değil sözünü ettiğimiz. Onun bugün kutsadığı iktidar da, onu önemli kılan müzik de 12 Eylül icadı gerçekte. Halkımızın çocukları işkenceye çekilirken askerlerin kucağında birlikte doğdular, birlikte büyüdüler ve sembiyotik bir yaşam kurdular. Yeni bir şey değildir, dinciler ile arabeskçiler öteden beri kardeştir.

Orhan Gencebay müziği 1980’li yıllarda yükseldi. 12 Eylül halkımızı düşürmüştü. Özal düşen halkımızı vahşi kapitalizme parçalatmak için düzenin karanlık dehlizlerinden çıkıp geldi. Düzen halktan vazgeçmiş, onu yeniden ümmet yapmaya karar vermişti. Kırdan gelenler şehirli olamayacaklarını, önlerinin kapandığını gördü. Cumhuriyet yıkılıyordu ve halk dağılıyordu. Arabesk kültürü yaygınlaşmasını halkımızın kendi geleneksel kültürlerinden kopmasına ancak şehir hayatına da ayak uyduramamasına borçluydu. Önlerinde kalan tek yol şehrin kıyısındaki kamu arazilerini yağmalamak ve tek göz bir ev sahibi olmaktı. Gelecek artık pek aydınlık ve pek parlak görünmüyordu. Din ve arabesk bu sıkışmışlığın dışa vurumuydu. Zaten 12 Eylül’ü yapanlar durumun farkındaydı. Toplumu dinselleştirdiler ve arabesk için yolu açtılar. Kadere isyan ve tanrıya yakarış arasında sıkışıp kalmış karanlık bir dönemin ürünüdür ikisi de. 

Şehirde yaşamaya başlamış fakat şehirli olamamış taşralının iç çekişleriydi arabesk. Kendisini düşüren düzene isyan etmek için önce diz çöküyor, sonra ağlayarak durum beyanında bulunuyordu. “Bizi de gör”den ibaretti isyanı. Mahcuptu, utangaçtı, başı eğikti. Çünkü üreten bir sınıfın değil, onun bir karikatürü olan lümpen proletaryanın yakarışıydı. 

İsyanla ilişkisini de anlatayım. 1980’li yılların ortasında “Nokta” Dergisine itiraflarda bulunan işkenceci polis Sedat Caner anlatmıştı. Polisler işkenceye çektiği solcuların morallerini bozmak için hücrelerinde arabesk dinlemeye zorluyorlardı. 2000 yılında öğrenci seçme sınavını protesto ettiği için gözaltına alınan 64 öğrenciye de 36 saat boyunca arabesk müzik dinletmek suretiyle işkence etmişlerdi polisler. Müslüm Gürses’e gelince, daha düne kadar konserlerine hücum eden gençler kapıda vücutlarını jiletliyordu. Aşırı doz arabeskten bilinç yitimine uğrama ve işkencenin içselleştirilmesi halidir.

Budur arabesk. Müziğin dışında, başka alanlarda da tezahürleri olduğunu biliyoruz. Ahmet Altanların, Latife Tekinlerin öncülüğünü yaptığı Eylülist edebiyat, tevekkül ve arabeskin bir karışımı değil mi esasında. 

                                        ***
Düşene her şey yüce görünür. Arabesk bir yana, bugün yüceltilen şeylerin çoğu da varlığını halkımızın düşürülmesine borçludur. Cem Karaca’yı, Zülfi Livaneli’yi, Ahmet Altan’ı eleştirirken kendimizi Orhan Gencebay’ın, Müslüm Gürses’in, Nilgün Bodur’un yanında bulmamız büyük düşüşün delilleridir. Daha bunun Küçük Emrah’ı, Neşe Karaböcek’i, İbrahim Tatlıses’i, Ferdi Tayfur’u, Mahsun Kırmızıgül’ü şusu busu var. 

İşte tablo ortada, fabrika kapısında değil düşkünler tavernası girişindeyiz. Yozlaşmış bir kültürden değil, düpedüz çürümeden söz ediyoruz. Haliyle bu bizi de aşağıya çekiyor, çürüyenin yanında, yozlaşmış makul görünmeye başlıyor. 
Çoktan unuttuk; Cem Karaca 12 Eylül nedeniyle kaçtığı ülkesine Turgut Özal’ın inayetiyle döndü. Hakkındaki suçlamalar düşürüldü, davaları kapatıldı, vatandaşlığa geri alındı ve pasaportu iade edildi. TRT ekranlarına çıkmaya başladı. Hatta Ankara'da verdiği konserine katılan Özal'ın elini öptüğü söyleniyordu. Eğilmişti. Eğilince dinciliğin yükseldiğini fark etti, "Allah'la barıştığını" açıkladı. Dediklerine göre Fethullah Gülen’e de özel bir sevgisi vardı, karşılıklı cilveleşiyorlardı. Müziğini ayırıyoruz, düşüşünü hatırlatıyoruz.

Özal’ın himayesine sığınanlardan biri de Zülfü Livaneli’ydi. Sonra Süleyman Demirel ile de pek sıkı fıkı oldu. Cem Karaca’nın manevrası hep hatırlandı ama onunki unutuldu. Bunda CHP’de politikaya atılmasının, o sayede solcu sanılmasının payı vardı sanırım. Hadi hepsini unuttuk diyelim, “Özgürlük” şarkısını bir GSM şirketine satmasını nasıl unutabiliriz? Bir mizah dergisi durumu şöyle özetlemişti: "Özgürlük'ü GSM şirketine sattıysan, 'Yiğidim aslanım burada yatıyor'u da yatak şirketine satabilirsin." E piyasası olduktan sonra, ne sakıncası olacak değil mi?

80’li, 90’lı yılların kahramanları birer birer çekildi sahneden. Nilgün Bodur’lar, Allah de ötesini bırakçılar, her boydan popçular, aşırı doz arabeskçiler, melek gücü satıcıları türedi yerlerine. Düşürüyorlar halkımızı. Halk düşürülmüşse ayakta kalmak güçtür. Büyük tarihçimiz bakan danışmanı olduysa, Orhan Gencebay da sanat kurulu üyesi olur. Düşmenin yan etkileridir. Haliyle artık en alttan bakıyoruz dünyaya, arabeskin yüceldiğini görüyoruz. 

                                         ***
“Sanatçı kesinlikle muhalif değildir. Sanat, siyaset yapmaz... Bu devletin içinde yaşayıp da, devlete saygı duymayan bir insana benim bakışım farklı olur. O zaman bu ülkenin nimetlerinden yararlanmasın...” Bunlar Orhan Gencebay nam arabeskçinin sözleri. Hatırlıyorum, 1980’li yılların sonunda misafirliklerimden birinde polislerden duymuştum ilk. “Devlete saygı duymazsanız nimetlerinden yararlanamazsınız” diyorlardı kibarca! Arabeskçi artık yeni işkencecimizdir. Dediği gibi, neden muhalif olsun? 12 Eylülden beri iktidar yalakasıdır arabesk. Yukarıdaki tehditkâr ifadelerden anlaşılacağı gibi iktidarın ta kendisidir. Arabeskçi yobazın öz kardeşidir.

İşçi sınıfına gelince, geçenlerde Flormar direnişçileri ile birlikteydik. “Güzel günler göreceğiz çocuklar, motorları maviliklere süreceğiz” diyorlardı hep bir ağızdan. Ne yüzlerinde ümitsizlik, ne dillerinde arabesk vardı. 

Dönelim başa; Biz halkımıza beslediğimiz tutkulu sevginin yanında, onun bu eğilimlerini reddettiğimiz için solcuyuz. “Batsın bu dünya” diye yaratana şikâyette bulunmakla olmaz o işler. Nihat Behram’ın yazdığı gibi olur:

“Bir yol kavşağındasın ve ancak
Yaraların, haykırışlarla onarılır
Bir yol kavşağındasın ve senin
Değişmek için çırpınıyor kaderin
Kuşan alnında biriken o kara teri
Sırtında şakırdayan kırbacı kopar
Soluk al, ışıldat o mazlum yüreğini
Bak; korlaştı acıların, kozalandı
Ey halk, parçala şu nankör suskunluğunu
Başkaldır artık”

Yozlaşmış, çürümüşün ilacı değildir. Şiddetle ve şiddetli bir arınmaya ihtiyacımız var. Osman Çutsay’ın deyişiyle “entelektüel bir şiddet” lazım arınmak için. 

Eleştireceğiz, hatırlatacağız, ölülerimizi gömeceğiz, çürümüşlerimizi sileceğiz ve öyle yürüyeceğiz.

Orhan Gökdemir / SOL

Enflasyonun anlamları - OĞUZ OYAN

Dün açıklanan enflasyon verilerinin neler ifade ettiği konusunda ayrıntılı bir tahlil yapmak ufuk açıcı olabilir. Madde madde ilerleyelim.
_____________________________________________________________
1- Eylül ayından sonra Ekim ayı enflasyon verileriyle Orta Vadeli Program'ın (OVP veya YEP=Yeni Ekonomi Programı) henüz 20 Eylül'de açıklanan 2018 enflasyon hedefi bir kez daha kadük oldu. Merkez Bankası'nın henüz geçen günlerde yapılan yılsonu enflasyon tahmininin de (yüzde 23,5) ömrü çok hızlı tükenmiş oldu. Geçen yılın Ekim ayındaki yüksek enflasyonun baz etkisine ve geçtiğimiz iki aydaki (Ağustos+Eylül) şok fiyat yükselişlerinin soğurucu etkilerine umut bağlayarak bu yılın Ekim enflasyonundan kısmi bir düzeltme bekleyenlerin de hevesleri kursaklarında kaldı. 
_______________________________________________________________
2- Kasım ve Aralık aylarında geçen yılın baz etkisi pek olumlu sayılamayacağından dolayı, şimdiden yüzde 25,24 düzeyine çıkmış olan yıllık tüketici fiyatları enflasyonunun (TÜFE)'nin bu yılı yüzde 26'nın üzerinde bitireceği kaçınılmaz görünüyor. Daha vahimi, üretici fiyatlarının (ÜFE) yüzde 45 gibi yüksek bir platoya yerleşmiş olması. TÜFE ile arasındaki 20 puanlık açıklık, önümüzdeki aylarda TÜFE üzerinde potansiyel bir maliyet baskısı yaratmaya devam edecektir. 2019'da TÜFE artışını OVP ve TCMB tahmini olan yüzde 15,9 düzeyinde tutmanın da zor olacağı şimdiden söylenebilir. Her durumda, Nisan 2019'a kadar baz etkisinin alayhte çalışacağı bellidir.
________________________________________________________________
3- TÜİK'in 12 aylık yurtiçi ÜFE verisinin yüzde 23,73 olmasının bize gösterdiği ise, ithalata bağımlı ekonominin kur artışlarına koşut olarak enflasyonu da önemli ölçüde ithal etmekte oluşudur. Doların 31.12.2017'de 3,77 TL düzeyinden 5 Kasım 2018'de 5,45 düzeyine geldiği esas alınırsa, yüzde 44,5'luk bir kur artışı (veya TL devalüasyonu) söz konusudur. Bu kur artışının gerek ÜFE artış oranına gerekse imalat sanayii ÜFE artışına (yüzde 42,6) yakınlığı dikkate alınırsa, kur artışlarının ÜFE'yi ne denli etkilediği anlaşılacağı gibi TÜFE'ye gecikmeli etkisinin bundan sonra da süreceği tahmin edilebilir. Kaldı ki, Ağustos ve Eylül'de kurun çok daha yüksek seviyelere çıktığı düşünüldüğünde, kurun gecikmeli etkilerinin bugün görünenden daha fazla olabileceği de öngörülebilir. Bir önemli saptama da şudur: AKP döneminin dörtte üçünde TL yüksek değerli tutulduğundan, ithalatın içerdeki enflasyon üzerinde aşağıya itici bir etkisi olmaktaydı. Şimdi işler tersine dönmüştür. 
________________________________________________________________
4- İthal petrol ve gaz fiyatlarındaki artışı ÖTV üzerinden sineye çekmenin sınırlarına muhtemelen Mart 2019 seçimlerinde gelinecektir. Ondan sonrasında fiyatlara buradan da artış baskısı gelecektir. Bu arada, Eczacılar Birliği'ne yapılan dayatmayla ithal ilaçlar için uygulanan 1 Avro =2,29 TL gibi zorlama kurların sürdürülebilmesinin de sınırlarına gelinmiştir. Birçok ilaç bulunamamaktadır. Grip aşısı gibi hastalık önleyici bir ilacın dahi bulunamamasının SGK üzerindeki dolaylı maliyetlerinin daha yüksek olduğunun farkına varamasalar bile, ilaç bulamayan hastaların şikayetlerini sürgit duymazdan gelmeleri olanağı yoktur.
_______________________________________________________________
5- Yıllık ortalama fiyat artışının, geniş kesimlerin temel ihtiyaçlarını oluşturan ürün gruplarında çok daha yüksek seyretmekte oluşu, sorunu daha yakıcı kılmaktadır. TÜFE'nin yıllık artışı yüzde 25,24 iken, bu oran gıda ve alkolsüz içki grubunda yüzde 29,26; ev eşyası grubunda yüzde 37,92; ulaştırmada yüzde 32, çeşitli mal ve hizmetlerde yüzde 31,50, konutta yüzde 25,72'dir. Okulların açıldığı Ekim ayında giyim ve ayakkabıda yalnızca bir aylık fiyat artışı yüzde 12,74'tür. Düşük gelirli ailelerin maruz kaldığı enflasyon oranı demekki çok daha yüksektir. Bu gruptaki ailelerin gıda harcamalarının bütçelerinin asgari üçte birini oluşturduğu düşünülürse, satın alma güçlerindeki kayıpların daha önemli olacağı anlaşılır. Enflasyon, en adaletsiz vergi olma işlevini en çok sabit ve düşük gelirli aileler üzerinde hissettirir. 
________________________________________________________________
6- Daha kötüsü ne olabilir? Daha kötüsü, enflasyon ile birlikte ekonomik durgunluk veya gerilemenin birlikte yaşanması (stagflasyon) olabilir. Ekonomik durgunluk veya küçülme dönemlerinde, aile içinde işini kaybedenler, şanslıysa geçici bir süre işsizlik sigortasının asgari ücreti geçmeyen ödemeleriyle durumu idare etmeye çalışanlar, işini kaybetme korkusuyla daha düşük nominal ücretlere "ikna" edilenler, iş bulmak kaygısıyla kayıtdışı istihdama razı edilenler, bütün bunların üzerine bir de acımasız enflasyon vergisini sırtlanırlar. Hane halkının gelir düzeyinin çok aşağıya çekilmemesi için daha önce işgücü piyasasına girmemiş kadınlar ve çocuklar da bu piyasaya emek güçlerini arzederken (kriz dönemlerinde işgücü arzı azalmak yerine artmaktadır) daha ağır sömürü koşullarını kabullenmeye hazırdırlar. Buna bir de, YEP'in öngördüğü gibi, sosyal korunma harcamalarını kısmaya yeltenen emek düşmanı politikalar eklenir.
________________________________________________________________
7- Stagflasyon durumunda ekonomi yönetimi de ne yapacağını bilemez durumdadır. (Gerçi AKP yönetimindekilerin olağan dönemlerde dahi ne yaptıklarını bilir halleri pek olmamıştır!). Talebi baskılayarak enflasyonu kısmaya çalışsalar, zaten talep durgunluk nedeniyle kısılmıştır. Ekonomik büyümeyi teşvik etmeye kalkışsalar, enflasyonu azdırmaktan korkarlar. Maliyet enflasyonunu aşağıya çekme araçlarına ise hiç sahip değillerdir (bu nedenle, "enflasyona karşı topyekün seferberlik" hamlesi, Ekim enflasyonunun gösterdiği gibi ellerinde patlar). Bugünkü yalpalamaların bir nedeni budur; diğer nedeni ise, beklediklerinden daha büyük şoklar yaşanmakta oluşudur. Bu nedenlerle, bir yandan YEP'te sıkı maliye politikaları öngörürler (kamu harcamalarını 2019'da 60 milyar TL kısmak, vergi gelirlerini 16 milyar TL arttırmak), diğer yandan çöken talebi kıpırdatmak için otomotiv ve diğer dayanıklı tüketim mallarında ÖTV ve KDV indirimleri yapmak, konuttaki çöküşten çıkmak için İşsizlik Sigortası'ndan fonladıklarını kamu bankalarını konut faizlerinde indirimlere zorlamak, tapu harcı oranlarını düşürmek gibi çelişkili önlemlere başvururlar.
________________________________________________________________
8- Kamu TİS'lerinden yararlanan veya memur statüsünde olan emekçi  kitlelerin ve onların emeklilerinin enflasyonla ilgili şimdiki beklentileri, enflasyon farkları üzerinden günü kurtaracak zamlar sağlanabilmesidir. Öyle ki, enflasyon farkının yüksek olması için adeta enflasyonun yüksek seyrini sürdürmesi beklentisi içine girilmiş, "enflasyona karşı topyekün savaş" bile iktidarın enflasyon farklarını düşük tutma hamlesi olarak görülmüştür. Bu, çaresizlikten çare çıkarma arayışıdır. Ücret artışlarının fiyat artışlarını hep geriden izlemesi ve enflasyonun aşındırmasına karşı gecikmeli zamların tam koruma sağlamaması şimdinin sorunu gibi gözükmemektedir. Kitlelerin sezgilerine güvenmek gerekir; aslında enflasyon farklarının dahi alınamayacağı bir gelecek hesabı yapıyorlarsa, sadece kamu ekonomisinin giderek kötüleştiğini değil iktidarın gerçek niteliğini de kavramaya başlamışlar demektir. Nitekim, seçimler nedeniyle Ocak'ta enflasyon zammı garanti gibidir; ama Temmuz için kim garanti verebilir? (Belki de, Emeklilikte Yaşa Takılanlar örneği bile tek başına öğretici olmuş olabilir!).
_________________________________________________________________
9- Emeğin ücret ve ücret dışı sosyal haklarında, bu arada çalışma hakkında çok önemli geri gidişlerin yaşanacağı bir döneme girilmektedir. Buna sadece inanç sistemi üzerinden rıza üretmenin zorlaşacağı bir dönemdir de bu. Bu nedenle, kitlelerin hoşnutsuzluğuyla başedebilmek için iktidarın devletin zor unsurlarını daha fütursuzca kullanmaya meyledeceği bir dönem de şekillenmektedir. Siyasal ve sendikal mücadelenin de buna karşılık verebilecek biçimde yeniden yapılanması şarttır.

***

Bir yıldönümü: Bugün YÖK'ün 6 Kasım 1982'de kuruluşunun 26. yılı. Bir zamanlar bu meşum tarihin yıldönümlerinde öğretim üyeleri ve öğrenciler protesto yürüyüşleri yaparlardı. Son birkaç yıldır üniversiteler üzerinde kurulan baskılar YÖK'ün ilk hallerini bile aratacak düzeylere geldiğinden ve YÖK'ün kendisinin dahi Saray yanında hiçbir hükmü kalmadığından olacak, kimsenin aklına 12 Eylül rejiminin bu merkezi baskı aygıtını protesto etmek bile gelmiyor. Faşizmin nasıl sıradanlaştığının ve ürkütücü hale geldiğinin çarpıcı bir resmidir.

Oğuz Oyan / SOL

Ne Marx ekonometri hocasıdır ne de Lenin darbeci çavuş - KEMAL OKUYAN

Kemal Okuyan pazartesi röportajlarında bu hafta, 2 gün sonra 101. yıldönümüne girilecek olan Ekim Devrimi üzerine sorularımızı yanıtladı. Okuyan'ın soL'un sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

______________________________________________________________
7 Kasım günü Ekim Devrimi’nin 101. yılı kutlanacak.Kutlanacak bir şey kaldı mı
Sovyetler Birliği yıkıldı, yani Ekim Devrimi üzerine inşa edilen ülke şu anda yok. Bu açıdan kutlanacak bir şey kalmadı diye düşünülebilir ama Ekim Devrimi o denli büyük bir tarihsel olay ki, izleri yeryüzünden silinemez ve bütün dünyada ezilenlerin mücadelesine ilham vermeye devam ediyor. Rusya’da rock grupları “yeni Ekimler yolda” diye şarkı söylüyor, orada da kurtulamaz bugünkü kapitalist düzen Ekim Sosyalist Devrimi’nden, 1917’den. Kutlanacak çok şey var ama bu kutlamaların geçmişten çok gelecekle bağlantılı olması gerekiyor. Bugün devrim fikri, sosyalizm fikri, komünizm hedefi kesinlikle günceldir ve Ekim Devrimi bu güncelliğin bir parçasıdır.
________________________________________________________________
Ekim Devrimi’nin evrenselliği sorgulanıyor, fazlasıyla Rus olduğu ileri sürülüyor. Buna ne dersiniz?
Ekim Devrimi’nin etki alanına bir baksınlar. Bugün Sovyetler Birliği’nin ardından ortaya çıkan yeni devletler SSCB’nin cumhuriyetleriydi. Evet zamanında, Devrim’den önce bu geniş coğrafya Rusya İmparatorluğu’nun egemenliğindeydi ama devrim bunları özgürleştirerek bir arada tutmayı becerdi. Dahası Sovyetler Birliği’nin dışında başta Avrupa olmak üzere, bütün dünyada yankı buldu, yüz milyonlarca kişi Ekim’in açtığı yoldan geçmek için mücadele etti, bazıları başardı da. Ekim Devrimi’nde Rus olan taraf vardır elbette, merkezi Petrograd’dır, ona özgü renkler taşır ama öte yandan Ekim devrimi işçinin patrona galebe çalması, onu başından sepetlemesidir en basit anlatımla. Bugün bütün dünyada aynısına ihtiyaç duyuluyor. Ve Ekim Devrimi birçok açıdan işçinin patronu başından atmanın biricik yolunu göstermektedir, nasıl evrensel olmaz!
_____________________________________________________________
Devrimin önderi Lenin kısa sayılabilecek bir süre sonra, 1924’te öldü. Birçok kişi Lenin’in ölümüyle birlikte Sovyetler Birliği’nin yıkılışının kaçınılmaz hale geldiğini söylüyor. 
Ne alakası var. Lenin çok büyük önderdi ama Sovyetler Birliği’ni Sovyetler Birliği yapan büyük atılımların hiçbiri onun döneminde gerçekleşmedi. 1924’de öldü ancak 1922’den itibaren Lenin’in siyasi mücadeleden çekildiğini, hastalığının onu ülke sorunlarından uzak tuttuğunu biliyoruz. 1922 yılında Sovyetler Birliği, açlıkla boğuşan, yoksul, sanayisi işlemeyen, tarımı sabote edilen bir ülkeydi buna karşın örgütlü bir işçi sınıfı, devrimci bir parti geleceğe umutla bakıyordu. Büyük hamleler hep daha sonra gerçekleşti. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla Lenin’in ölümü arasında bir ilişki yok. Arada 67 yıl var!
_______________________________________________________________
Peki neden yıkıldı Sovyetler Birliği, bu konuda kitabınız da var.
Bu konuyla ilgili binlerce kitap var ve kısa bir yanıt bazen çok tehlikelidir. Bu tehlikeleri göze alarak şunları söyleyebilirim. Sovyetler Birliği, ülkenin komünizme doğru ilerleyişine önderlik etmekle yükümlü partinin adım adım devrimcilikten uzaklaşması sonucu yıkıldı. Neden uzaklaştı? Çünkü zorlu mücadelelerin ardından ülkedeki yorgunluk partiyi de etkiledi. İdeolojik alanda mücadeleden kaçmayı meşrulaştıracak hatalar yapıldı, emperyalizmin düşmanlığı hafife alındı, ekonomide kamu mülkiyetinin mutlak egemenliğini sağlamanın önemi anlaşılmadı. İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar ülkeyi zorlu dönemeçlerden başarıyla çıkaran devrimci irade yerini statükoculuğa bıraktı. Durursan düşersin ya da düşürürler.
_______________________________________________________________
Ekim Devrimi’nin Marksizmi saptırdığı iddiası daha fazla dillendiriliyor bugünlerde. Birçok kişinin ağzında “Marx’a dönmek” bir slogana dönüşmüş durumda. Marx’a dönmeli miyiz?
Marx’a dönülmez, Marksist olunur. Marx bir devrimcidir ve ondan güç alarak Ekim Devrimi ya da Lenin’in meşruiyetini ortadan kaldıracağını sananlar hayal kırıklığına uğrarlar. Düzen içi projeler, kapitalizmin şu ya da bu sıfatla iyileştirilmesi, üçüncü yol saçmalıkları ya da devrimcilikten arındırılmış “özgür toplum” arayışları… Marx’tan bunlara ekmek çıkmaz. Bunun bazı uyanık kapitalistlerin çıkıp “Marx haklıydı” demesinden farkı yok. Marx’ı Harvard’da ekonometri hocası, Lenin’i de darbeci çavuş sanıyorlar!
_______________________________________________________________
Devrimin güncel olduğunu söylüyorsunuz. “Buna gerçekten inanıyor musunuz” sorusuyla herhalde çok sık karşılaşıyorsunuzdur
Evet bu soruyla çok sık karşılaşıyoruz. Ve bu soruya şu soruyla karşılık veriyoruz: Dünyadaki bu düzenin uzun süre devam edebileceğini ve etmesi gerektiğini düşünüyor musunuz? Bakın, kapitalizmden nemalananların dahi açıkça savunmadığı, sürekli şikayet ettiği bir sistemden söz ediyoruz. Ekim Devrimi bu sistemin yıkılabileceğini gösterdi, nasıl yıkılacağıyla birlikte… Aynısı tekrarlanmaz ama hem dinamiği hem mekaniği benzer olacaktır devrimlerin. Şu anda bu söyleşi yapılırken duyuyorum bir spiker radyodan haberleri sunuyor, arada kulak kabartıyorum. Muhteşem işler becermiş, eserler yaratmış, medeniyetler kurmuş olan insanlığın karşı karşıya kaldığı sorunlara bakın. Kriz, işsizlik, yolsuzluk, cinayetler, tacizler… Devrim güncel olmaz mı hiç! 
________________________________________________________________
Bir hafta önce 29 Ekim’de Cumhuriyet bayramı kutlandı. Cumhuriyetle Sovyet Devrimi aynı çağın ürünü. İkisi arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlarsınız. Tamamen karşılıklı çıkarlara mı dayanıyordu? Yani pragmatik hesapların ürünümüydü bu ilişki?
Pragmatik hesapların olmadığı söylenemez. Sovyetler Birliği ile Anadolu’daki Ulusal Hareketin önderlikleri birbirlerine hesap-kitap yaparak yaklaştı elbette. Zaten iki tarafın da herhangi bir ilişkiye teklifsiz, ince eleyip sık dokumadan atlaması olanaksızdı. Ayrıca sınıf temelleri, hedefleri farklı. Ama mesele bu kadar basitleştirilemez. Alış-verişten ibaret değil olay. Aynı cephedeler, devrim cephesi bu. İkincisi toplumsal zeminde Ekim Devrimi Anadolu insanını çok çeşitli nedenlerle heyecanlandırmış, kendine bağlamış. Bolşeviklere dönük büyük sempati var ve bu sempati “resmi politika”nın sonucu değil. Hem sonrasında, hatta Türkiye Sovyetler Birliği ile dostluğu seyrelttiği dönemde bile, Cumhuriyet’in kuruluşuna birçok noktadan etkide bulunmuş Sovyetler Birliği. Ekonomide, kültürde, şehircilik alanında derin izleri var Sovyetlerin. Bu izlere dikkatle bakarsanız çıkar ilişkilerinin ötesine geçen bir ruh fark edersiniz. Sovyetler tarafından kurulan fabrikalarda, işletmelerde Türkiye’de işçi sınıfının şimdi hayal dahi edemeyeceği güzellikler var; sinemalar, kreşler, konser salonları, yeşil alanlar…
________________________________________________________________
Son bir soru… Bugünkü Rusya’da devlet Ekim Devrimi’ni ne kadar temsil ediyor?
Hiçbir biçimde temsil etmiyor. Rusya’da bugünkü iktidar Ekim’in, Sovyet döneminin izlerinden, etkisinden kurtulamadığı için onu istismar ediyor, çarpıtıyor. Ne alakası var? Sovyetler Birliği en hastalıklı döneminde bile eşitlikçi bir ülkeydi, Rusya Federasyonu ise toplumsal adaletsizlikte başa güreşiyor. İşçi sınıfı bugün Rusya’da ezilen sınıftır.

Kemal Okuyan / SOL

Nilüfer Hanım’ın Türbanı (I-II)

(I)

Cumhuriyet’te yazmaya başlayınca evrak-ı metrukeyi karıştırmak vacip (zorunlu) oldu ve karşıma iki eski gözde çıktı: Nilüfer Göle ve Ahmet İnsel. Odatv’de gördüğüm  “Nilüfer Göle Kemalizm’e teslim oldu” (21.06.2017) manşeti ilgimi çekti. Nilüfer Göle, Ahmet İnsel ile yaptığı söyleşide Kemalizm’i “Müslüman Laikliğin en gelişmiş ve evrenselleşmiş biçimi” olarak tanımlamış. Oysa “Müslüman Laiklik” olmaz. Olmayan bir şeyin en gelişmiş biçimi de olmaz!

***

Meğer Ahmet İnsel, Nilüfer Göle ile Birikim dergisinde bir söyleşi yapmış; söyleşinin tamamı T24 internet sitesinde yayımlanmış; Odatv de söyleşinin bir bölümünü aktarırken o manşeti atmış. Tamamını okudum: Nilüfer Göle’nin Kemalizm’e teslim olduğu falan yok. 

Bir kez daha anladım ki Nilüfer Hanım ve Ahmet Bey, Laiklik ve Sekülarizmin anlamını bilmiyorlar. Laikliğin liberal özgürlük olduğunu sananlar onu ABD sekülarizmi ile karıştırırlar. Oysa sekülarizmin laiklik ile uzaktan ve yakından ilgisi, ilişkisi yoktur. 
Ayrıca laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasından çok daha başka bir şeydir.
 
Laiklik elbette bütün dinlere eşit mesafede durur; ama dinlerin birbirleri üzerinde, bireyler ve toplumlar üzerinde baskı kurmasına engel olur. Dahası: Sekülarizm’i Laiklik’e karşı kullanmak da şeytanın âdetidir. Anlamak için en basit formül şöyledir: 

ABD SEKÜLARİZMİ = Halk + Kilise → Devlete karşı. 
AVRUPA LAİKLİĞİ = Halk + Devlet→ Kiliseye karşı. 
TÜRK LAİKLİĞİ = Dini kamusal alanda sınırlar; birey ve toplumu, anayasa ve yasaları dinin tekçi ve baskıcı şeriatına karşı korur. 

Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte İslamcılar bu “koruma”ya karşı çıktılar ve şeriatı Osmanlı’da olduğu gibi, kamusal alanda ve eğitimde egemen duruma getirmek istediler. AKP ve Başyüce’nin “Dava” dediği şey bu nifak eylemidir. Nilüfer Göle işte bunu anlamadı, anlayamadı. “Dava”ya hizmet etti.

***



Nilüfer Göle söyleşide bir itirafta bulunuyor: “Sekülarizmin eleştirisini içeriden  yapanlar.../ Dahası siyasi olarak laikliğin otoriter yanlarına, dışlayıcılığına vurgu yapanlar, daha kapsayıcı bir laiklik tanımından, çoğulcu bir toplumdan yana olan biz demokratlar diyelim. Bizlerin şuna inandığımızı düşünüyorum: Sekülerlik ile İslam arasında, ya birisi ya ötekisi gibi uzlaşmazlık taşıyan düşünce kalıplarının bizi bir yere götüremeyeceğine. Yani 1920’lerdesekülarizasyon sürecini takiben gelen 1980’lerdeki İslamizasyon hareketlerinin, birinin diğerini bütünüyle dışlayacağı tezine Türkiye’nin direnebileceğini, alternatif olabileceğini düşündük.../ Bizler toplumun seküler ile dinsel kesimleri arasında var-olan kalın duvarın yıkılmasının, birbirlerini tanımanın bir eklemlenme, bir arada yaşama koşullarını yaratacağına inanıyorduk” diyor. 

Bu ifade onun Cumhuriyet ve devrimlerini neden anlayamadığını çok iyi açıklıyor: Laiklik, İslamizasyon ile birlikte yaşayamaz.


***

Oriyantalistler, Cumhuriyet’i ve devrimlerini anlamadıkları gibi saldırgan ve emperyalist nitelikli Selefî ve Vahabî İslam’ı da umursamazlar. Bu nedenle üniversitelerde serbest bırakılan türbanın Türkiye’yi ele geçireceğini akıllarına getirmediler. Bu tehlikeyi gören bizlere düşmanca karşılık verdiler. Sonuç: AKP saltanatında, siyasal türbanın kadını özgürleştirmediği, aksine köleleştirdiği görüldü.
 
Üç yazıdan oluşan “Nilüfer Hanım’ın türbanı” dizisini bu bağlamda değerlendirmek gerekir. 

Nilüfer Hanım’a bir tavsiye: Fransız laikliğinin pirî Henri Pena-Ruiz’in Laiklik Nedir? ve Tanrı ve Marianne adlı kitaplarını mutlaka okumalı.

(II)

11 yıl önce Hürriyet’te (11.8.2007) yayımlanan Nilüfer Hanım’la ilgili bir yazı:
***
Ayşe ile Nilüfer hanımlar 
Yaz ayları gelince tıp ve sosyoloji iyice magazinleşir. Prof. Dr. Mehmet Öz gelir ABD’den, kalbimize nasıl sahip çıkacağımızı, nasıl göbeklenmeyeceğimizi öğreniriz. Prof. Dr. Hotamışlıgil(1) gelir Boston’dan, obezite genini bir kez daha öğreniriz. İlacı ertesi yaza kalır. 

Nilüfer Göle Hanım gelir Paris’ten, hal ve gidişimizin falına bakar, bela sandığımız şeylerin aslında başımıza konan devlet kuşu (!) olduğunu öğretir.

***

Prof. Dr. Nilüfer Göle bu yaz da İstanbul’u teşrif etmişler (İstanbul’a teşrif edilmez) yani İstanbul’u şereflendirmişler. Bu fırsattan yararlanan Hürriyet gazetesi yazarı Ayşe Arman hemcinsi akademisyen ile bir söyleşi yapmış. 

Nilüfer Göle, türban ayıbımızı yüzümüze vurmaya pek meraklıdır ama bir türlü adam edemedi bizi. Türbanı İslamcı kızların özgürleşme modası olarak yorumlamayı sürdürüyor. Pek öyle değil ama öyle olsun. Ben türban   “olayını”  ciddiye almam. Benim çok ciddiye aldığım, rejim sorunu yaptığım imam-hatip fesadına ise Nilüfer Göle küçük bir ilgiyi bile esirger. Örneğin, Nilüfer Göle’ye göre, türbanla güzelleşen genç hanımlar, zenginleşen Anadolu İslami burjuvazisinin kerimeleri olup tahsil terbiye görmek ve evden dışarı çıkabilmek için kamuflaj yapmaktadırlar. 

Nilüfer Göle, İslamcıların (Nakşibendiler, Nurcular ve Fethullahçılar gibi tarikat ve cemaatlerin) zenginleşmelerini, okullar açmalarını, yayınevleri, gazeteler, radyo ve televizyon kurmalarını, oteller açmalarını, özel ev-dershanelerde ağabeyler yönetiminde militan eğitimden geçmelerini masum bir gelişme olarak görür. Bu oluşumu siyasal bağlamdan soyutladığı için de İslamcıların bu işlerinin Cumhuriyet’e, Cumhuriyet ideolojisine ve devrimlerine düşmanlığa varan bir tepkiden kaynaklandığını görmezden, duymazdan ve bilmezden gelir. Bir grup insan, içinde yaşadığı toplumun bağrında niçin kendi özel ve yalıtılmış İslami toplumunu kurmak istesin? İslamcı snobizmden mi? Zamanında hippilerin, “beat”lerin bile bir politik amacı vardı. 

İslamcılar, laik toplum içinde kendi paralel toplumlarını yaratmak, önce “symbiose” halinde yaşadıktan sonra toplumun tamamına (“laos”a, bölünmeyen bir bütün olarak kabul edilen ulusun birliğine) egemen olmak istiyorlar. Nitekim “symbiose” dönemi bitti ve 22 Temmuz’dan itibaren egemenlik savaşı başladı. Bu konuda ne düşünüyor acaba Nilüfer Göle Hanım?

***

Ayşe Arman, AKP’nin başarısından epeyce ürkmüş. Nilüfer Göle’den durum değerlendirmesini, durumun sosyolojik açıklamasını istiyor. Nilüfer Göle’nin yanıtı hazır : 
“Bence en çarpıcı olan şu: Muhalefet, ideolojiye yüklendi. Daha dindarolduğu için dogmatik olması gerektiğini düşündüğümüz AKP ise pragmatik ve güncel yaşamı yakalayan parti oldu. Haliyle, her şey tersyüz oldu” diyor.
 
Paris’te ders veren bir sosyoloğa yakıştıramadım bu açıklamayı. Muhalefet yani CHP ideolojiye yüklendi. Çünkü AKP pratiğinin rejimi değiştirmeye yöneldiğini saptamıştı. Rejim değişikliğine karşı fasulye politikası yapılmaz. AKP’nin politikasının yukarda değindiğim yöntemle çalışmasının Müslüman Kardeşler yönteminin kopyası olduğunu anlamıştı. Bu durumda rejimi ideolojik olarak savunmaktan başka ne yapacaktı? Ayşe Arman kardeşimize bir tavsiyem var: Ramazan ayında Nilüfer Göle ile (biraz tebdil-i kıyafet yaparak) Anadolu’yu şöyle bir dolaşsınlar, toplumun İslamlaştırılma operasyonunu yerinde görsünler. Ama başlarına geleceklerin sorumlusu ben olmayayım! 

(1) 
11 yıl önceki yazıda adı geçen Prof. Dr. Hotamışlıgil bu yıl bir uluslararası ödül aldı. Demek ki amacına yaklaşmakta. Sevindirici.

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Sarayın pusulası hangisi? - ŞÜKRAN SONER

Öncelikle Özdemir İnce’nin ülkemizin ünlü liboşlarının kafa, kavram kargaşaları üzerinden yola çıktığı pazar günkü yazısını atlamışsanız okumanızı öneririm... “Halk-kilise ittifakına dayalı Amerikan sekülerizmi, halkla devletin kiliseye karşı çıktıkları Avrupa aydınlanmacılığı, dini kamusal alanda sınırlayan; birey ve toplumu, anayasa ve yasaları dinin tekçi ve baskıcı şeriatına karşı korumayı amaçlayan Türk laikliği” herkes için yürünülen yolun pusulasının yalın anlaşılabilmesi için hap gibi bir reçete... 

Söylem cambazı siyasetçilerin, çağın medya güdüleme gücünü arkalarına almış, sandık gücüyle otoriterleşmeyi seçmiş liderlerinin, ülkelerinde yürürlükteki rejimlerin anayasal hukuk düzenleri ister başkanlık, ister parlamentarizm olsun, otoriter güç kullanma cambazlığında, insan hakları, demokrasi, hukuk devleti düzenlerini tepetaklak ettikleri bir sürecin içindeyiz. 

Emperyal güç odaklarının akıl almaz bir çarpıklıkla, giderek daha az, kimlikleri ortaklıkları bile arapsaçı, bilinemeyen çokuluslu tekeller elinde toplanması, silahlı güç, medyatik güdüleme gücünün araçlarının ele geçirilmiş olmalarının karmaşasında... İnsanın, tüm canlıların yaşamlarının sürdürülebilmesi, dünyanın yaşanabilir korunabilmesinde, hak-hukuk, adalet, demokrasinin yaşatılabiliyor olmasında... Tek ayak üzerinden söylenen yalanlarla, yürünmek istenen diktatoryal yolun pusulası arasındaki söylem tuzaklarını görmek yaşamsal önem kazanıyor...

***

Saray’ın pusulası hangisi? Ustalıklı söylemlerde, laf cambazlığında, en çok 16 yıllık İktidarları eliyle gelinmiş dev sorunlar, ekonomik- sosyal-siyasal çıkmazlar, çelişkiler ağında, kimi dersler çıkarılmış olarak, ülke gerçekleri, çıkarları yolunda ortak değerlere doğru atılmakta olunan anlamlı adımlar var mı? Anadolu aydınlanmacılığı, laik Cumhuriyet, Atatürk devrimciliğine düşmanlıktan olsun vazgeçilip tarihimizle barışmak gibi bir yol arayışı söz konusu mu? Anayasal düzen, hak-hukuk-demokrasi, insan haklarını ayaklar altında tutan, dünyada bir benzeri olmayan Tek adam, Saray otoriterliğinin sınır tanımaz icraatları ile, ülkemizdeki yaşamın giderek daha büyük çoğunluk için karabasana dönüşmesinde inadına yürünecek mi?

Saray’ın yüzde doksan beş üstü güdümünde, anaakım, yandaş medyasındaki, olumsuz gelişmelerin giderek daha ağır sansürlendiği haberlerin içinden bile satır araları doğru okunabildiğinde ürkütücü gidişata ilişkin öylesine çarpıcı acı gerçekler ortaya çıkabiliyor ki... Bizim gibi gerçeklere ulaşabilmek için, ulaşabildikleri her türden bilgiye ulaşma çabası içinde olanlar bir yana, en çok da yandaş seçmen çoğunluk üzerindeki medya haberlerine dönük karabasana dönüşmüş duygulara, tepkilere bir göz atmak yeterli.
Halkımızın çoğunluğu anketlere yanıt verirlerken depresyona girmemek ya da daha da karamsar olmamak adına haberleri dinlemediklerini, televizyonları kapatıp tirajları ile de sabit yakınlık duydukları gazeteleri dahi almayıp okumadıklarını söylemiyorlar mı? Trajik olanı en çok da promosyon havalarında bedava dağıtılan yandaş medyanın gazete tomarları, dağıtılan yerlerde paketleri açılmadan, geri dönüşüme postalanmıyorlar mı?
Çoluk çocuk, torun torba sahiplerinin aklı başında olanları, kendilerinin dinlemek gereğini duydukları televizyon haberleri, açık oturumlarından, özenle, öncelikle çocukları uzak tutma çabalarından söz etmiyorlar mı? Büyükleri, kendilerini umutsuzluğa, çaresizliğe sürükleyen haberler, gerçekler, şiddet karşısında, çocukları korumanın tek yolunun onları söz konusu yayınlardan uzak tutmak olduğu bilim insanlarının da birleştikleri tek gerçeklik değil mi?

Çocukların çocuk oyunlarına da sıçramış şiddet karşısında, doğuştan olmayan otizm benzeri hastalıklara yakalanmaları riskleri, birbirleriyle oynayamaz, gülemez, masum çocukluklarını yaşayamaz hallere düşmeleri sorunları, çocuk parkları önünde buluşan ailelerin ortak karabasanı değil mi? 

En acısı çoğunluğun, hele de bir avuç vurgun düzeninden pay alabilenler dışında, herkes için geçerli yaşam koşullarının karabasanları, işsizlik, geliri ile geçinemez, işini sürdüremez, yaşam paniğinde, çocuklarını yetiştirebilme çaresizliğinde, öfke, bireysel şiddet patlamasında çocuklarını koruma adına bile çocuklarına da zarar verici rol model konumuna düşmek var ya... 

Saray’ın pusulasını içinde bulunduğunuz koşullara da bakarak nasıl okuyabiliyorsunuz? Çocuklarımız için yaratılmış eğitim koşullarını kabul edebiliyor, henüz işsizler ordusunun içine düşmemişseniz dahi, sizin için kaçınılmaz kılınmış çalışma, ücret, yaşam koşullarında yaşayabiliyor musunuz?

Şükran Soner / CUMHURİYET