İbn Haldun’un memleketimizin değerli alimleri tarafından oldukça geç keşfedildiğini de söyleyelim ama bu arada tıpkı Aristo’ya burun kıvıran, “devlet teorisini bizden yürüttü” demeye getiren İbn Haldun’a burun kıvıran alimlerimizi de unutmayalım.
Zaman’la Uzay’la ilgili “kesin” bilgi, maddenin, aynı anlama gelmek üzere enerjinin hareketi ile ilgilidir; biz de bunu işte artık kitaplardan ya da yeni “şeylerden” öğreniyoruz. Bu yeni “şeyler”, bilgiyi bizim için saklayıp istediğimizde bize sunarlar, ama lakin çok da tehlikelidirler; örneğin bizi yanıltmaya, peşimizden koşmaya, neredeysek bulmaya, bir mal gibi pazarda satışa çıkarmaya hazırdırlar,
Neyse uzatmayalım, konuyu dağıtmayalım, çünkü zaman geçip gidiyor, “Aklın İsyanı” adlı pek heyecanlı, iddialı çalışmada okudum. (Yordam Kitap; sf. 166) Özetle şöyle deniyor: Uzayda hareket tersinirdir, her yönedir, sonsuzdur, bir önceki duruma dönebilir, zamanda ise tam tersi. Demek ki biz ölümlü insanlar da zamanda ölüme doğru yürüyebilir, koşabilir ama geçmişe dönemeyiz. Çünkü zamanda geri dönüş de geleceğe sıçrama da yoktur.
Her neyse eski zamanlara dönebilsek daha iyi mi olacak sanki...
İşte şimdi o eski zamanlara kadar uzanayım da size esrarlı pek güzel hikayelerin birinden söz edeyim. Becerebilirsem zaman makinesine binmiş gibi oluruz. Hazırsanız, “Arap-İslam uygarlığı bir zamanlar tüm ilim aleminin önündeydi” iddiasını ya da “gerçeğini” tartışabileceğimiz zamanlara gidelim; örneğin ünlü Ömer Hayyam’dan söz edelim, onun daha o tarihlerde, yani dinin yeni, kırbacının keskin olduğu zamanlarda seküler bir yaşamı sürdürürken, fikirlerini Rubaiyat’ı ile bize anlatırken, çağının ilerisinde bir matematikçi olduğunu da kaydediverelim.
Batılıların şimdiki Arap dünyasının mutlak geriliğini sık sık anlattıklarını, geçmişte yani bir zamanlar çağının bilgisinin nasıl önünde olduğunu özenle gözlerden gizlediklerini itiraf eden bir kalemden kısaca okuyalım; yararı vardır, şöyle diyor fizikçi Nicolaus Wikowski, Bilimlerin Duygusal Tarihi adlı çalışmasında: (YKY, sf.13)
“Kuzey Afrika müslümanlarını Poitiers’de durdurduğumuz, Magriplileri Endülüs ve Cebelitarık dışına püskürttüğümüz anlatılırken okulda öğrencilere, (...) yüzyıllar boyunca Bağdat’tan Semerkand’a, İsfahan’dan Marakeş’e uzanan, bilgelik ve bilim üretmiş güçlü bir uygarlığın egemenlik sürdüğünü söylemekten özenle kaçınırız” İşte nihayet açık sözlü bir Batılı, ama ne yazık ki o uygarlığın tarihi terk ettiği bir dönemde dile geliyor. Olsun, biz şimdi Ömer Hayyam’dan başkalarını da anlatır, geçmişe seyahat marifeti ile bu yazıyı tamamlamayı da becermiş oluruz.
Zaman’la Uzay’la ilgili “kesin” bilgi, maddenin, aynı anlama gelmek üzere enerjinin hareketi ile ilgilidir; biz de bunu işte artık kitaplardan ya da yeni “şeylerden” öğreniyoruz. Bu yeni “şeyler”, bilgiyi bizim için saklayıp istediğimizde bize sunarlar, ama lakin çok da tehlikelidirler; örneğin bizi yanıltmaya, peşimizden koşmaya, neredeysek bulmaya, bir mal gibi pazarda satışa çıkarmaya hazırdırlar,
Neyse uzatmayalım, konuyu dağıtmayalım, çünkü zaman geçip gidiyor, “Aklın İsyanı” adlı pek heyecanlı, iddialı çalışmada okudum. (Yordam Kitap; sf. 166) Özetle şöyle deniyor: Uzayda hareket tersinirdir, her yönedir, sonsuzdur, bir önceki duruma dönebilir, zamanda ise tam tersi. Demek ki biz ölümlü insanlar da zamanda ölüme doğru yürüyebilir, koşabilir ama geçmişe dönemeyiz. Çünkü zamanda geri dönüş de geleceğe sıçrama da yoktur.
Geçmişle ilgili tek şansımız eski zamanlardan bize gelen yıldız ışıklarını o geçmişin ışığını görmek, gözlemlemektir; gelecek konusunda ise determinizmin kuşkulu olanaklarından yararlanarak, kurgularımıza, ütopyalarımıza doğru gidişi, işin içine mücadeleyi, macerayı da katarak tahminlerde bulunmaktır.
Her neyse eski zamanlara dönebilsek daha iyi mi olacak sanki...
Zaman makinamız tarih
Tarih, tıpkı o şimdi ölü mü, hala var mı bilemediğimiz yıldızların ışığını dünyaya indirir. Aynı bilgiyle doğadaki, toplumlardaki değişimlere bakarak, farklı halleri keşfederek tarihi oluştururuz. O eski zamanların ayrıntılı bilgisine sahip olma şansımızı kimi zaman tepe tepe, hatta keyfimize göre kullanırız. İyidir tarih. Zamanda geçmişe gidebilmenin biricik yoludur. Salt bu nedenle bile heyecanla kimi zaman aradığımızı bulmak, oralarda bir yerde keşfetmek için yanıp tutuşarak, o zamanlarla oynayarak, filmlerdeki zaman makinesine binmiş hırslı alimler gibi dolaşır dururuz zaman içinde.
Tarih, tıpkı o şimdi ölü mü, hala var mı bilemediğimiz yıldızların ışığını dünyaya indirir. Aynı bilgiyle doğadaki, toplumlardaki değişimlere bakarak, farklı halleri keşfederek tarihi oluştururuz. O eski zamanların ayrıntılı bilgisine sahip olma şansımızı kimi zaman tepe tepe, hatta keyfimize göre kullanırız. İyidir tarih. Zamanda geçmişe gidebilmenin biricik yoludur. Salt bu nedenle bile heyecanla kimi zaman aradığımızı bulmak, oralarda bir yerde keşfetmek için yanıp tutuşarak, o zamanlarla oynayarak, filmlerdeki zaman makinesine binmiş hırslı alimler gibi dolaşır dururuz zaman içinde.
İşte şimdi o eski zamanlara kadar uzanayım da size esrarlı pek güzel hikayelerin birinden söz edeyim. Becerebilirsem zaman makinesine binmiş gibi oluruz. Hazırsanız, “Arap-İslam uygarlığı bir zamanlar tüm ilim aleminin önündeydi” iddiasını ya da “gerçeğini” tartışabileceğimiz zamanlara gidelim; örneğin ünlü Ömer Hayyam’dan söz edelim, onun daha o tarihlerde, yani dinin yeni, kırbacının keskin olduğu zamanlarda seküler bir yaşamı sürdürürken, fikirlerini Rubaiyat’ı ile bize anlatırken, çağının ilerisinde bir matematikçi olduğunu da kaydediverelim.
Batılıların şimdiki Arap dünyasının mutlak geriliğini sık sık anlattıklarını, geçmişte yani bir zamanlar çağının bilgisinin nasıl önünde olduğunu özenle gözlerden gizlediklerini itiraf eden bir kalemden kısaca okuyalım; yararı vardır, şöyle diyor fizikçi Nicolaus Wikowski, Bilimlerin Duygusal Tarihi adlı çalışmasında: (YKY, sf.13)
“Kuzey Afrika müslümanlarını Poitiers’de durdurduğumuz, Magriplileri Endülüs ve Cebelitarık dışına püskürttüğümüz anlatılırken okulda öğrencilere, (...) yüzyıllar boyunca Bağdat’tan Semerkand’a, İsfahan’dan Marakeş’e uzanan, bilgelik ve bilim üretmiş güçlü bir uygarlığın egemenlik sürdüğünü söylemekten özenle kaçınırız” İşte nihayet açık sözlü bir Batılı, ama ne yazık ki o uygarlığın tarihi terk ettiği bir dönemde dile geliyor. Olsun, biz şimdi Ömer Hayyam’dan başkalarını da anlatır, geçmişe seyahat marifeti ile bu yazıyı tamamlamayı da becermiş oluruz.
Devletlere ömür biçen filozof
İbn Haldun’un eserleriyle özellikle de ünlü Mukaddime’siyle hem Batı alemine katkısını somutlamış. hem de onun aktardıklarıyla tarih bilgimizi genişletmiş olacağız. Gittiğimiz zaman dilimi de 1334-1406 yılları arasıdır, düşünün zamanda ne kadar gerilere gidebildiğimizi artık. İddialı bir alim olan İbn Haldun’un Mukaddime’sinde (MEB yayını) -o çağda devlet kavramının bu günkü devletle aynı olmadığını varsayarak, daha çok tek lider anlayışına dayanan iktidar demenin daha uygun olacağı kanısındaysak da, (Mukaddime 3. Bölüm 10. Fasıl, sf.422) lafza sadık kalalım- devletlerin doğup büyümeleri, sonunda yok olup gitmeleri konusunda yazdıklarıyla artık sosyolojiye mi, siyaset bilimine mi katkı yaptı bilemeyeceğiz, ama asabiye teorisiyle şöhret bulduğu kesindir. Kimi zaman kökten yanlış, örneğin zamanının Marx’ı olarak adlandırılmak gibi hurafeyi bir yana bırakırsanız,
-Mukaddime çevirmeni Zakir Kadiri Oğan, önsözde (XXI) onun mülke ve sermayeye saygılı bir sosyalist olduğu iddiasını yazıya geçiriyor- gerçekten de önemli bir alimdir İbn Haldun.
Çok alçakgönüllü olduğunu söyleyemeyeceğim; Aristo diye kaydettiği Aristotales ile ilgili söyledikleri bu konuda bir fikir verecektir; şöyle diyor: “Aristo’ya nisbet edilen ve önemli bir parçası ellerde dolaşan “siyaset” adlı bir kitap vardır. Fakat bu kitapta da bizim eserimizde incelenen konuya dair yeter derecede bilgiler verilmemiş, delil ve burhanlar da lüzumu derecesinde anılmamış, başka sözlerle karıştırılmıştır.” (Cilt 1, sf.94) Ne güzel, daha sonra Aristotales’in devlet teorisi ile kendi yazdıklarını karşılaştırmakta, onun pek çok tahlili Mubezan nam Mecusi aliminden, o yıllarda Sasani Kisrası-şahı da olan Nuşirevan adlı Farisi din adamından öğrendiğine dikkat çekmekten kendini alamamaktadır. Asabiye teorisinin devletlerin ölümü ilgili bölümleri bu ölümlerin nedenleri konusunda yazdıkları çok can sıkıcı bulunduğu için Doğu’da da Batı’da da devlet adamlarının hoşuna gimemiş, bu tezlerin görmezden gelinmesini, küçümsemesini tercih edilmiştir.
İbn Haldun’un eserleriyle özellikle de ünlü Mukaddime’siyle hem Batı alemine katkısını somutlamış. hem de onun aktardıklarıyla tarih bilgimizi genişletmiş olacağız. Gittiğimiz zaman dilimi de 1334-1406 yılları arasıdır, düşünün zamanda ne kadar gerilere gidebildiğimizi artık. İddialı bir alim olan İbn Haldun’un Mukaddime’sinde (MEB yayını) -o çağda devlet kavramının bu günkü devletle aynı olmadığını varsayarak, daha çok tek lider anlayışına dayanan iktidar demenin daha uygun olacağı kanısındaysak da, (Mukaddime 3. Bölüm 10. Fasıl, sf.422) lafza sadık kalalım- devletlerin doğup büyümeleri, sonunda yok olup gitmeleri konusunda yazdıklarıyla artık sosyolojiye mi, siyaset bilimine mi katkı yaptı bilemeyeceğiz, ama asabiye teorisiyle şöhret bulduğu kesindir. Kimi zaman kökten yanlış, örneğin zamanının Marx’ı olarak adlandırılmak gibi hurafeyi bir yana bırakırsanız,
-Mukaddime çevirmeni Zakir Kadiri Oğan, önsözde (XXI) onun mülke ve sermayeye saygılı bir sosyalist olduğu iddiasını yazıya geçiriyor- gerçekten de önemli bir alimdir İbn Haldun.
Çok alçakgönüllü olduğunu söyleyemeyeceğim; Aristo diye kaydettiği Aristotales ile ilgili söyledikleri bu konuda bir fikir verecektir; şöyle diyor: “Aristo’ya nisbet edilen ve önemli bir parçası ellerde dolaşan “siyaset” adlı bir kitap vardır. Fakat bu kitapta da bizim eserimizde incelenen konuya dair yeter derecede bilgiler verilmemiş, delil ve burhanlar da lüzumu derecesinde anılmamış, başka sözlerle karıştırılmıştır.” (Cilt 1, sf.94) Ne güzel, daha sonra Aristotales’in devlet teorisi ile kendi yazdıklarını karşılaştırmakta, onun pek çok tahlili Mubezan nam Mecusi aliminden, o yıllarda Sasani Kisrası-şahı da olan Nuşirevan adlı Farisi din adamından öğrendiğine dikkat çekmekten kendini alamamaktadır. Asabiye teorisinin devletlerin ölümü ilgili bölümleri bu ölümlerin nedenleri konusunda yazdıkları çok can sıkıcı bulunduğu için Doğu’da da Batı’da da devlet adamlarının hoşuna gimemiş, bu tezlerin görmezden gelinmesini, küçümsemesini tercih edilmiştir.
İbn Haldun’a reddiye
İbn Haldun’un memleketimizin değerli alimleri tarafından oldukça geç keşfedildiğini de söyleyelim ama bu arada tıpkı Aristo’ya burun kıvıran, “devlet teorisini bizden yürüttü” demeye getiren İbn Haldun’a burun kıvıran alimlerimizi de unutmayalım. Rahatsız olduğunu duydum, kısa zamanda sağlığına kavuşmasını dilerim, Yalçın Küçük hocamız da doğrusu İbn Haldun konusunda pek hayırhah bir yaklaşım içinde değildir. İsyan adlı eserinde (İthaki yayınları sf. 72-96) İbn Haldun’la ilgili bölümün daha girişinde “yıldızı ne zaman ve neden parladı” diye sorarak, “Mukaddime’yi 1958 yılında İngilizceye çeviren ve duyulmasını sağlayan, o zamanlar bir İbrani üniversitesinde öğretim üyesiydi F. Rosenthal” diyerek, kuşku tohumlarını zihnimize ekmiş bulunuyor. “Haldun manyasının yaratılmasında, ki herhalde İsrail devletinin kuruluşundan hemen sonrasına denk düşmektedir, en önemli rol oynayanlardan o tarihlerde bir İbrani üniversitesinde öğretim üyesi olan Franz Rosenthal...” (sf.131) diye ısrarla, “bu topraklarda meşruiyet ihtiyacı ve Araplarla toprak kavgası vardı. Ibar ve Mukaddime bir Truva atıdır, İbn Haldun bir Truva atıdır” cesaretiyle, tekrardan da fayda umarak bizi aydınlatmaktadır.
Peki biz şimdi ne yapalım ey okur; Aristo’nun devlet teorisini küçümseyen, “hepsini bizden aldılar” demeye getiren İbn Haldun’a Zakir Kadiri Uğan’ın iddiasına göre Rus yazar A. Krimsky’nin (Önsöz, XII) ya da Yalçın Küçük’ün aktardığına göre Osmanlı tarihçisi Hammer’in “Arap Montesquieu” dediğini (İsyan, sf.94) dikkate almayalım mı?
İbn Haldun’u, başta Mukaddime olmak üzere eserlerini özellikle de egemenlerin hükümdarların doğmasını, gelişmesini, nihayet iktidarı terk etmelerini konu edinen asabiye teorisini görmezden mi gelelim.
Haydi şimdi sen söyle ey okur ne yapalım?
İbn Haldun’un memleketimizin değerli alimleri tarafından oldukça geç keşfedildiğini de söyleyelim ama bu arada tıpkı Aristo’ya burun kıvıran, “devlet teorisini bizden yürüttü” demeye getiren İbn Haldun’a burun kıvıran alimlerimizi de unutmayalım. Rahatsız olduğunu duydum, kısa zamanda sağlığına kavuşmasını dilerim, Yalçın Küçük hocamız da doğrusu İbn Haldun konusunda pek hayırhah bir yaklaşım içinde değildir. İsyan adlı eserinde (İthaki yayınları sf. 72-96) İbn Haldun’la ilgili bölümün daha girişinde “yıldızı ne zaman ve neden parladı” diye sorarak, “Mukaddime’yi 1958 yılında İngilizceye çeviren ve duyulmasını sağlayan, o zamanlar bir İbrani üniversitesinde öğretim üyesiydi F. Rosenthal” diyerek, kuşku tohumlarını zihnimize ekmiş bulunuyor. “Haldun manyasının yaratılmasında, ki herhalde İsrail devletinin kuruluşundan hemen sonrasına denk düşmektedir, en önemli rol oynayanlardan o tarihlerde bir İbrani üniversitesinde öğretim üyesi olan Franz Rosenthal...” (sf.131) diye ısrarla, “bu topraklarda meşruiyet ihtiyacı ve Araplarla toprak kavgası vardı. Ibar ve Mukaddime bir Truva atıdır, İbn Haldun bir Truva atıdır” cesaretiyle, tekrardan da fayda umarak bizi aydınlatmaktadır.
Peki biz şimdi ne yapalım ey okur; Aristo’nun devlet teorisini küçümseyen, “hepsini bizden aldılar” demeye getiren İbn Haldun’a Zakir Kadiri Uğan’ın iddiasına göre Rus yazar A. Krimsky’nin (Önsöz, XII) ya da Yalçın Küçük’ün aktardığına göre Osmanlı tarihçisi Hammer’in “Arap Montesquieu” dediğini (İsyan, sf.94) dikkate almayalım mı?
İbn Haldun’u, başta Mukaddime olmak üzere eserlerini özellikle de egemenlerin hükümdarların doğmasını, gelişmesini, nihayet iktidarı terk etmelerini konu edinen asabiye teorisini görmezden mi gelelim.
Haydi şimdi sen söyle ey okur ne yapalım?
Güray Öz / BİRGÜN