11 Kasım 2018 Pazar

Asabiye - GÜRAY ÖZ

İbn Haldun’un memleketimizin değerli alimleri tarafından oldukça geç keşfedildiğini de söyleyelim ama bu arada tıpkı Aristo’ya burun kıvıran, “devlet teorisini bizden yürüttü” demeye getiren İbn Haldun’a burun kıvıran alimlerimizi de unutmayalım.


Zaman’la Uzay’la ilgili “kesin” bilgi, maddenin, aynı anlama gelmek üzere enerjinin hareketi ile ilgilidir; biz de bunu işte artık kitaplardan ya da yeni “şeylerden” öğreniyoruz. Bu yeni “şeyler”, bilgiyi bizim için saklayıp istediğimizde bize sunarlar, ama lakin çok da tehlikelidirler; örneğin bizi yanıltmaya, peşimizden koşmaya, neredeysek bulmaya, bir mal gibi pazarda satışa çıkarmaya hazırdırlar, 

Neyse uzatmayalım, konuyu dağıtmayalım, çünkü zaman geçip gidiyor, “Aklın İsyanı” adlı pek heyecanlı, iddialı çalışmada okudum. (Yordam Kitap; sf. 166) Özetle şöyle deniyor: Uzayda hareket tersinirdir, her yönedir, sonsuzdur, bir önceki duruma dönebilir, zamanda ise tam tersi. Demek ki biz ölümlü insanlar da zamanda ölüme doğru yürüyebilir, koşabilir ama geçmişe dönemeyiz. Çünkü zamanda geri dönüş de geleceğe sıçrama da yoktur.

Geçmişle ilgili tek şansımız eski zamanlardan bize gelen yıldız ışıklarını o geçmişin ışığını görmek, gözlemlemektir; gelecek konusunda ise determinizmin kuşkulu olanaklarından yararlanarak, kurgularımıza, ütopyalarımıza doğru gidişi, işin içine mücadeleyi, macerayı da katarak tahminlerde bulunmaktır. 

Her neyse eski zamanlara dönebilsek daha iyi mi olacak sanki...

Zaman makinamız tarih
Tarih, tıpkı o şimdi ölü mü, hala var mı bilemediğimiz yıldızların ışığını dünyaya indirir. Aynı bilgiyle doğadaki, toplumlardaki değişimlere bakarak, farklı halleri keşfederek tarihi oluştururuz. O eski zamanların ayrıntılı bilgisine sahip olma şansımızı kimi zaman tepe tepe, hatta keyfimize göre kullanırız. İyidir tarih. Zamanda geçmişe gidebilmenin biricik yoludur. Salt bu nedenle bile heyecanla kimi zaman aradığımızı bulmak, oralarda bir yerde keşfetmek için yanıp tutuşarak, o zamanlarla oynayarak, filmlerdeki zaman makinesine binmiş hırslı alimler gibi dolaşır dururuz zaman içinde.

İşte şimdi o eski zamanlara kadar uzanayım da size esrarlı pek güzel hikayelerin birinden söz edeyim. Becerebilirsem zaman makinesine binmiş gibi oluruz. Hazırsanız, “Arap-İslam uygarlığı bir zamanlar tüm ilim aleminin önündeydi” iddiasını ya da “gerçeğini” tartışabileceğimiz zamanlara gidelim; örneğin ünlü Ömer Hayyam’dan söz edelim, onun daha o tarihlerde, yani dinin yeni, kırbacının keskin olduğu zamanlarda seküler bir yaşamı sürdürürken, fikirlerini Rubaiyat’ı ile bize anlatırken, çağının ilerisinde bir matematikçi olduğunu da kaydediverelim. 

Batılıların şimdiki Arap dünyasının mutlak geriliğini sık sık anlattıklarını, geçmişte yani bir zamanlar çağının bilgisinin nasıl önünde olduğunu özenle gözlerden gizlediklerini itiraf eden bir kalemden kısaca okuyalım; yararı vardır, şöyle diyor fizikçi Nicolaus Wikowski, Bilimlerin Duygusal Tarihi adlı çalışmasında: (YKY, sf.13) 

“Kuzey Afrika müslümanlarını Poitiers’de durdurduğumuz, Magriplileri Endülüs ve Cebelitarık dışına püskürttüğümüz anlatılırken okulda öğrencilere, (...) yüzyıllar boyunca Bağdat’tan Semerkand’a, İsfahan’dan Marakeş’e uzanan, bilgelik ve bilim üretmiş güçlü bir uygarlığın egemenlik sürdüğünü söylemekten özenle kaçınırız” İşte nihayet açık sözlü bir Batılı, ama ne yazık ki o uygarlığın tarihi terk ettiği bir dönemde dile geliyor. Olsun, biz şimdi Ömer Hayyam’dan başkalarını da anlatır, geçmişe seyahat marifeti ile bu yazıyı tamamlamayı da becermiş oluruz.

Devletlere ömür biçen filozof
İbn Haldun’un eserleriyle özellikle de ünlü Mukaddime’siyle hem Batı alemine katkısını somutlamış. hem de onun aktardıklarıyla tarih bilgimizi genişletmiş olacağız. Gittiğimiz zaman dilimi de 1334-1406 yılları arasıdır, düşünün zamanda ne kadar gerilere gidebildiğimizi artık. İddialı bir alim olan İbn Haldun’un Mukaddime’sinde (MEB yayını) -o çağda devlet kavramının bu günkü devletle aynı olmadığını varsayarak, daha çok tek lider anlayışına dayanan iktidar demenin daha uygun olacağı kanısındaysak da, (Mukaddime 3. Bölüm 10. Fasıl, sf.422) lafza sadık kalalım- devletlerin doğup büyümeleri, sonunda yok olup gitmeleri konusunda yazdıklarıyla artık sosyolojiye mi, siyaset bilimine mi katkı yaptı bilemeyeceğiz, ama asabiye teorisiyle şöhret bulduğu kesindir. Kimi zaman kökten yanlış, örneğin zamanının Marx’ı olarak adlandırılmak gibi hurafeyi bir yana bırakırsanız, 

-Mukaddime çevirmeni Zakir Kadiri Oğan, önsözde (XXI) onun mülke ve sermayeye saygılı bir sosyalist olduğu iddiasını yazıya geçiriyor- gerçekten de önemli bir alimdir İbn Haldun. 

Çok alçakgönüllü olduğunu söyleyemeyeceğim; Aristo diye kaydettiği Aristotales ile ilgili söyledikleri bu konuda bir fikir verecektir; şöyle diyor: “Aristo’ya nisbet edilen ve önemli bir parçası ellerde dolaşan “siyaset” adlı bir kitap vardır. Fakat bu kitapta da bizim eserimizde incelenen konuya dair yeter derecede bilgiler verilmemiş, delil ve burhanlar da lüzumu derecesinde anılmamış, başka sözlerle karıştırılmıştır.” (Cilt 1, sf.94) Ne güzel, daha sonra Aristotales’in devlet teorisi ile kendi yazdıklarını karşılaştırmakta, onun pek çok tahlili Mubezan nam Mecusi aliminden, o yıllarda Sasani Kisrası-şahı da olan Nuşirevan adlı Farisi din adamından öğrendiğine dikkat çekmekten kendini alamamaktadır. Asabiye teorisinin devletlerin ölümü ilgili bölümleri bu ölümlerin nedenleri konusunda yazdıkları çok can sıkıcı bulunduğu için Doğu’da da Batı’da da devlet adamlarının hoşuna gimemiş, bu tezlerin görmezden gelinmesini, küçümsemesini tercih edilmiştir.

İbn Haldun’a reddiye
İbn Haldun’un memleketimizin değerli alimleri tarafından oldukça geç keşfedildiğini de söyleyelim ama bu arada tıpkı Aristo’ya burun kıvıran, “devlet teorisini bizden yürüttü” demeye getiren İbn Haldun’a burun kıvıran alimlerimizi de unutmayalım. Rahatsız olduğunu duydum, kısa zamanda sağlığına kavuşmasını dilerim, Yalçın Küçük hocamız da doğrusu İbn Haldun konusunda pek hayırhah bir yaklaşım içinde değildir. İsyan adlı eserinde (İthaki yayınları sf. 72-96) İbn Haldun’la ilgili bölümün daha girişinde “yıldızı ne zaman ve neden parladı” diye sorarak, “Mukaddime’yi 1958 yılında İngilizceye çeviren ve duyulmasını sağlayan, o zamanlar bir İbrani üniversitesinde öğretim üyesiydi F. Rosenthal” diyerek, kuşku tohumlarını zihnimize ekmiş bulunuyor. “Haldun manyasının yaratılmasında, ki herhalde İsrail devletinin kuruluşundan hemen sonrasına denk düşmektedir, en önemli rol oynayanlardan o tarihlerde bir İbrani üniversitesinde öğretim üyesi olan Franz Rosenthal...” (sf.131) diye ısrarla, “bu topraklarda meşruiyet ihtiyacı ve Araplarla toprak kavgası vardı. Ibar ve Mukaddime bir Truva atıdır, İbn Haldun bir Truva atıdır” cesaretiyle, tekrardan da fayda umarak bizi aydınlatmaktadır. 

Peki biz şimdi ne yapalım ey okur; Aristo’nun devlet teorisini küçümseyen, “hepsini bizden aldılar” demeye getiren İbn Haldun’a Zakir Kadiri Uğan’ın iddiasına göre Rus yazar A. Krimsky’nin (Önsöz, XII) ya da Yalçın Küçük’ün aktardığına göre Osmanlı tarihçisi Hammer’in “Arap Montesquieu” dediğini (İsyan, sf.94) dikkate almayalım mı? 

İbn Haldun’u, başta Mukaddime olmak üzere eserlerini özellikle de egemenlerin hükümdarların doğmasını, gelişmesini, nihayet iktidarı terk etmelerini konu edinen asabiye teorisini görmezden mi gelelim. 

Haydi şimdi sen söyle ey okur ne yapalım?

Güray Öz / BİRGÜN

10 Kasım 2018 - ÖZDEMİR İNCE

Atatürk’ün öldüğü 10 Kasım 1938 tarihinde Avrupa ülkelerini kimlerin yönettiğini bir anımsayalım: Hitler (Almanya), Mussolini (İtalya), Salazar (Portekiz), General Franko (İspanya), Stalin (S.S.C.B), Amiral Horty (Macaristan). Komünist Stalin dışındakilerin tamamı faşist diktatördü. 

Dönemin Avrupasında, Fransa ve İngiltere dışında, Türkiye’den daha özgürlükçü anlayışla yönetilen bir başka ülke yoktur. Örneğin, Romanya’da 1920’lerde başlayan faşist Demir Muhafızlar hareketi 30’ların sonunda Antonescu diktatörlüğünü hazırlayacaktır. 

Günümüzde bütün ayrılıkçı ve bölücülerin koruyucusu olan İsveç’te 1930’larda halk ve yönetim Nazi yandaşıydı. Nitekim, İsveç bu Nazi sevgisi yüzünden, İkinci Dünya Savaşı’nda Alman ordularının Norveç’i istila etmesi için sınırlarını açmış ve istilaya yardımcı olmuştur.
***

10 Kasım 1938’den sonra kurtarıcı olarak ortaya çıkan Mao, Nâsır, Peron gibi diktatörler, Çin, Mısır ve Arjantin halklarına kan kusturdular. Bütün Asya, Güney ve Orta Amerika, Ortadoğu günümüze kadar diktatörler tarafından yönetildi.
 
2000’lerin dünya jandarması ABD’nin 30’lardaki yönetim tarzı başkanlık demokrasisidir, ama bu demokraside siyahların taa 1980’lere kadar neredeyse yaşama hakkı bulunmamaktadır.
***

19 Mayıs 1919 ile 10 Kasım 1938 tarihleri arasında önce Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, daha sonra Cumhuriyet’in yazgısının yönlendiricisi olan Atatürk bu diktatörlerin hiçbirine benzemez. Çünkü o padişah ve halife olmak olanağı varken, demokrasiye giden yolda yürümeyi seçmiştir. Hiç kimse, entelektüel ukalalığını sığınarak, ona “Aydınlanmış Diktatör” de diyemez. Çünkü o, 1924 Anayasası hazırlanırken Cumhurbaşkanı’na veto ve Meclis’i fesih yetkisi verilmesine (ulusal egemenliği örselediği için) karşı çıkan Mahmut Esat Bozkurt ile Şükrü Saracoğlu’nun gerekçelerini haklı bulan bir demokrattır. Sonuçta, Cumhurbaşkanı’na bu yetki verilmedi. Şimdi, Erdoğan’ın böyle bir yetkisi var.

***

Atatürk döneminde, bu iki muhalefet partisinin kapatılması günümüz “Yetmez ama evet”çileri tarafından eleştirilmektedir. Ancak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasını eleştirenler, bunların laiklik karşıtı oldukları, irtica ile sıcak ilişkiler kurdukları için kapatıldıklarını dikkate almamaktadırlar. Aynı gerekçe ile günümüzde de partilerin kapatıldığı düşünülürse dönem iyi anlaşılabilir. Özellikle de bir ayak oyunu ile kapatılmayan AKP kurduğu tek adam rejimi…

***

Atatürk, demokrasinin temeli ve harcı olan eğitimi ve hukuku laikleştirerek laik devleti kurmuş, yirminci yüzyılın en büyük uygarlık devrimlerini yapmış bir devlet adamı. Ardından gelen İnönü siyasal partilerin kurulmasının önünü açarak parlamenter demokrasiyi başlatmış... 

Nâsır’ların, Saddam’ların, Kaddafi’lerin çıktığı Müslüman âleminin karşısında evrensel düzeyde, çağının çağdaşı bir önder. Toplumsal ve kültürel tasarım ve uygulamalarıyla yirminci yüzyılın en başarılı önderleri. Tarih mahkemesi önünde veremeyeceği bir tek hesap yok... Buna karşın, gerçek Cumhuriyetçi ve demokrat Ahmet Necdet Sezer dışında, Bayar, Menderes, Demirel, Özal ve ötekiler aynı mahkeme önünde zor hesap verirler...
***

Türkiye, R. T. Erdoğan sayesinde “Başyücelik” rejimine ulaştı. Bu büyük başarıda (!) Bayar, Menderes, Demirel, Özal ve Çiller gibi sağın temsilcileri var. İkisi Atatürk’ün çalışma arkadaşı idi; ötekiler Cumhuriyet’in okullarında okumuşlardı. 

Bugün, bazı Avrupa ülkelerini 1938’de ezen rejime benzer bir düzende yaşamaktayız. 

Şu feleğin işine bak!

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Faşizmin ön odası - Mine G. Kırıkkanat

Tarih 23 Ekim 2018. Başkan Trump, iki gün önce ABD’nin soğuk savaş sonrası yapılan orta menzilli nükleer silahlardan arındırma anlaşmasından çekileceğini açıklamıştır. Ulusal Güvenlik danışmanı John Bolton, Moskova’ya uçup Kremlin Sarayı’ndaki toplantı masasına konar. 


Upuzun masanın ortasına, Vladimir Putin’le karşılıklı otururlar. Her ikisinin sağ ve sol yanlarına eşit sayıda aveneleri sıralanır.
 
Medyaya bildirilen gündem, Birinci Dünya Savaşı’nı sonlandıran 11 Kasım Ateşkes Anlaşması’nın 100. yıldönümünde, yani bugün bir araya gelecek olan Rusya ve ABD başkanlarının hangi konuları görüşeceği, falandır… Ama toplantıda, Trump’ın birini daha sonlandırdığı nükleer silahsızlanma anlaşmalarının gölgesi vardır. 

Görüşme başlamadan önce birkaç dakikalık çekim izni verilen kameralar çalışır. 
Vladimir Putin, karşısında oturan John Bolton’a, “Yanlış hatırlamıyorsam, ABD’nin armasındaki kartal bir pençesinde 13 ok, diğer pençesinde barışı simgeleyen 13 taneli bir zeytin dalı tutar…” der, alaycı bir gülüşle. “Sorum şu: Kartalınız zeytinlerin hepsini yedi de sadece oklar mı kaldı geriye?” 
Putin’in yanındaki Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov başta, Rus heyeti kıkır kıkır gülmeye başlar. Amerikan heyeti buz kesmiştir, ama John Bolton da gülerek karşılık verir: “Yanımda zeytin getirmedim!” 
Putin, cevabı yapıştırır: “Tahmin etmiştim!” 
Ve bu kez Amerikalılar da kendilerini tutamaz, herkes kahkahayı basar.

***

Tarihsel dönüşümlerin istatistik gözlemi, dünyaya iz bırakan sıra dışı liderlerin çeyrek yüzyıllık zaman dilimlerinde birbirine denk geldiği gibi, sıradan liderlerin de yine çeyrek yüzyıllık süreçlerde çakıştıklarını gösterir. 

Bu kişilerin savundukları ideallerin doğru ya da yanlışlığını bir yana bırakır ve salt liderlik yeteneğini ölçü alacak olursak; örneğin iki dünya savaşı sırasında ortaya çıkan büyük önderlerin yirmi yıl içerisinde art arda doğduklarını görürüz: Churchill 1874, Stalin 1878, Atatürk 1881, Roosevelt 1882, Mussolini 1883, Hitler 1889, De Gaulle 1890, Franco 1892, Mao Zedong 1893… 

Gerek dünyanın, gerekse yönettikleri ülkelerin talihini, tarihini ve hatta siyasal coğrafyasını değiştiren bu önderlerin aynı zaman diliminde sahneye çıkması, kuşkusuz çarpıcı olduğunca açıklanamayan bir raslantı dizini. 
Benzer bir dizini, ters yönde de gözlemliyoruz.
 
20. yüzyılın son yarısı, aralarında kimi Kennedy gibi popüler, kimi Fidel Castro gibi ülkesinin kaderini değiştiren sıra dışı devrimciler olsa bile ezici çoğunluğu tarihe silinmez bir iz bırakmayan vasat liderlerle geçip gitti. 

21. yüzyılın ilk çeyreğinde ise insanlığın geleceğine ilişkin hiç de iyi işaretler taşımayan bir lider türünün ortaya çıktığını, yayıldığını gördük. Değişik ülkelerde istemleri çok da farklı olmayan halkların bir bir, kendileri kadar sıradan ve popülist yöneticilerin peşine takılmasını izliyoruz… 

Üstelik hiçbir ülkenin ufkunda sıradanlığa alternatif, olağanüstü bir lider şimdilik yok, görünmüyor. 
***

İnsan topluluklarının en ilkel güdüleri, önyargıları ve öfkelerinden beslenerek onların cehaletini pohpohlayıp, bilgiye dayalı seçkinliği halk düşmanlığı ilan eden popülizm; aslında faşizme girişin bir çeşit hazırlık ya da sınav odasıdır.

Tam da bu yüzden tüm popülist liderlerin hep daha çok otorite talep edip yasakçılığa eğilim göstermesi boşuna değildir. İstisnasız hepsinin gönlünde yatan aslan otokrat olup hükmü tartışılmaz hükümdarlık peşindedirler. 

Kuzey Kore, Çin ya da Suudi Arabistan gibi has diktatörlükler, tabii ki bu yazının konusu değil…
ABD’de Donald Trump, Rusya’da Vladimir Putin, Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan, İtalya’da Matteo Salvini, Macaristan’da Viktor Orban ve hatta Fransa’da Emmanuel Macron dünya sahnesine sıralanan popülist liderler. Arkalarından gelecek olanlar da var. 

Popülist yükseliş, elbette faşizmin yatağını olduğunca küresel bir çatışmanın da dekorunu hazırlıyor. Zaten soğuk savaş da yeniden başladı.

İşte bu kapsamda, Rusya başkanı Vladimir Putin’in bir başkalığı var. Her ne kadar rakiplerine karşı en gaddar ve elinden kaçan “vatan haini” oligarkları sığındıkları ülkelerde öldürtecek kadar kindar olmasına karşın Putin, “büyük” sıfatını hak eden bir lider. Çağdaşlarından çok daha donanımlı, bilgili ve kültürlü. Yukardaki örnekte gördüğünüz hiciv yeteneği de cabası.
Aslında popülist bile değil, düpedüz otokrat.

En önemli özelliği ise, ötekiler gibi toplumun ezilmişliğini okşayıp büyük şirketlerin çıkarını kollayan bir oportünist değil; halkının ve Rusya’nın yararına çalışan gerçek bir devlet adamı olması. 

Sözün özü popülist var, popülist var. Otokratlar arasında da düzey farkı var.
Ve Türkiye’de, yine karavana.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

AKP: Bir toplum öğütme projesi; sırasıyla…- ERK ACARER

Toplumsal ayrıştırma projesinde sona yaklaşılıyor. İktidar; bundan böyle daha ince bir elek kullanıp, daha hassas ayarlar yapacağına yönelik sinyaller veriyor. Parti devleti, ülkeyi AKP’li olanlar ve AKP’li olmayanlar diye ayırmaya niyetli. Tüm zamanların en büyük bölücülüğü ile karşı karşıyayız.

Yasama, yürütme ve yargının evrensel çerçevedeki sınırlarından uzaklaşması çok zaman önce gerçekleşti. Fiili olarak 24 Haziran 2018 tarihinde ise tamamen bitti. Şimdi yeni sistem pratiklerle yerine oturtulmaya çalışılıyor.

“Meclis”te 5. madde tartışılırken, kamuoyuna yansıyan görüntülerden, oylamaya bile gerek duyulmadığı anlaşılıyor. Başka bir irade var. Aynı tabloyu; Barış Akademisyenleri yargılanırken, mahkeme heyeti tarafından sarfedilen: “Bu davalarda öyle kolay beraat olmuyor” ifadelerinde bulmak mümkün.
Meali; adliyelerin önünde bulunan “adalet heykelinin” de, Meclis’e büyük puntolarla yazılan “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” yazısınında artık bir süsten ibaret olduğu. Mahkemelerin de Meclis’in de niteliksiz birer tiyatro olmanın dışında işlevi yok. Yaralayıcı bir oyun izliyoruz. İllüzyon olduğu herkes tarafından bilinen bir gösteri.

Yeni Türkiye’nin kurumsallaşması, 7 Haziran- 1 Kasım 2015’teki “kanlı seçim” süreci ile başladı, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden istifade ederek devam etti ve “Başkanlık oylaması” ile tamamlandı. Kısa sürede Türkiye’de tüm kurumların içi boşaltıldı.

Hakimler, savcılar, öğretmenler, polisler, askerler, akademisyenler tasviye edildi. Siyasetçiler, hukukçular, gazeteciler, insan hakları savunucuları türlü yöntemlerle oyundan uzaklaştırıldı. Basına ve çalışanlarına önce hukuksuz baskılarla savaş açıldı. Sonra daha akılcı bir yöntemle “dönüştürme” safhasına geçildi. Bir yandan el değiştirmeler yaşandı diğer yandan “tabu” icad edilen konularla kontrollü bir muhalefet yaratılma çabasına girişildi. “Yazılacaklar” ve “yazılmayacaklar” hissettirildi. Mesajı almayan ya da almak istemeyenler “malum tedbirlere” tabi tutuldu.

Doktorun tasfiyesi
Sağlıkla ilişkili 5. madde tartışmaları önemlidir, yasanın kapsamı önemlidir. Saray rejiminin, sadece kendisine muhalif olanlara, tepki gösterenlere, eleştirenlere değil, kendisi gibi düşünmeyenlere de cephe aldığının fiili göstergesidir. “Beni rahatsız etme” mesajı değil “Seni rahatsız edeceğim” aşamasıdır bu.

“KHK’li bir hukuk doktoruyum. Bazı dergilerde yazımın yayımlanması, bazı bilimsel toplantılara katılmam yasak. Kamuda çalışmam yasak. Vakıf üniversitelerinde çalışmam yasak. Avukat olmam yasak. Ankara Üniversitesi’nde öğrenci olmam yasak. Pasaport almam ve yurtdışına çıkmam yasak.”

Çember daha da daralacak
Dün gözaltına alınan Akademisyen Cenk Yiğiter, birkaç gün önce yaptığı paylaşımı ile tam olarak sistemin nasıl çalıştığını anlatıyordu. Topluma yok hükmünde olan Meclis, adliyesi ve medyası tek adam rejimi için ve onun istediği ölçüde çemberi daha da daraltacak.

Görünür yüz sokak olmak üzere. parti devleti, ülkeyi AKP’li olanlar ve AKP’li olmayanlar diye ayırmaya niyetli. Çıta atlanmaması için hiçbir neden yok. Sokak görünür yüz olacak. “Benden değil” öfkesi “Benim gibi değil” baskısına dönüşmek üzere.

İş akademisyenle, doktorla sınırlı kalmayacak. Mahalleyi, emekliyi, çocuğu, manavı, bakkalı tasviye edecekler. AKP en büyük öğütme projesi. Galiba üzerinde Atatürk olan bayrak sallamakla olmuyor. Görmezden gelmek de “Mış gibi yapmak” da işe yaramıyor. Tarihin en büyük bölücüleri ile karşı karşıyayız. 

O halde; Ezan nasıl okunur, Arapça mı yoksa Türkçe mi tartışmasına devam!

Erk Acarer / BİRGÜN

‘Bir kadını ellemek!’ - L. DOĞAN TILIÇ

Trump’ın, seçim sonucu konusunda “muhteşem başarı” tweetini attıktan sonra Beyaz Saray’da yapılan basın toplantısını izlemişsinizdir. Bizim televizyonlar gösterdi, gazeteler yazdı. İzlemediyseniz internette bulup izleyin, çünkü Türkiye gazeteciliği için mükemmel bir ders niteliğinde.

Basın toplantısında CNN Muhabiri Jim Acosta ile ağız dalaşına giren Trump, bizim hiç alışık olmadığımız şekilde soru soran, sus denilince susmayıp itiraz eden, hatta Başkan’ın akla ziyan ifadelerini kabul etmeyip itiraz eden  Acosta’nın Beyaz Saray’a giriş kartı alınıp ikinci bir karara kadar iptal edildi.
Kadınlarla ilişkisi hep tartışılan, taciz suçlamalarıyla başı dertte olan Trump’ın ekibinin Acosta’yı Beyaz Saray’a sokmamak için bulduğu gerekçe ilginç: Genç bir kadını ellemek!

Anlaşılan, seçim sonuçları Trump’ın ekibine kadınları taciz etmenin ağır sonuçları olabildiğini, toplumun bu konudaki duyarlılığını pek güzel öğretmiş.
Benim “ellemek” diye çevirdiğim Beyaz Saray gerekçesi, sözcü Sanders’in resmi açıklaması ile şöyleydi: “Bir muhabirin, burada görevini yapmaya çalışan genç bir kadının üzerine ellerini koymasına asla tolerans göstermeyeceğiz.

Olayın görüntülerini izlemişseniz, Acosta’nın elinden mikrofonu alma hamlesi yapan “genç stajyer kadın”a dokunup dokunmadığına kendiniz karar verebilirsiniz.

Bir cumhurbaşkanına öyle sorular soran gazetecinin Beyaz Saray’a girişinin yasaklanmasının bizim için şaşırtıcı bir yanı yok.

Bu memlekette yaşayanlara asıl şaşırtıcı gelen o yasaklanma anına kadar Başkan ve gazeteciler arasında yaşananlardır. Hep bizim basın toplantılarını izleyen biriyseniz, sorular sorulmasına, ısrarla cevap istenmesine, kimi cevapların kabul edilemez bulunabilmesine şaşırmışsınızdır!

Başkan’ın; ABD’ye doğru ilerleyen göçmen kervanını “işgalci” olarak nitelemenin doğru olup olmadığını, böyle yaparak göçmenleri “şeytanlaştırıp şeytanlaştırmadığını” soran muhabiri; “Sen kaba, berbat bir insansın… Kes kes,otur… CNN seni çalıştırdığı için kendinden utanmalı” şeklinde fırçalama bize yabancı değil.

Şaşırtıcı olan; Başkan’ın bu kadar sert ve doğrudan hedef aldığı bir gazeteciyi hemen ondan sonra mikrofonu alan meslektaşının, aynı şekilde hedef alınmayı göze alarak “titiz çalışkan bir gazetecidir” diyerek savunması. Bizde böyle bir şey düşünebiliyor musunuz?

Şaşırtıcı olan; gazetecilerin Acosta’yı savunmak (aslında basın özgürlüğünü savunuyorlar) için birbiri ardına öne atılmaları: “Tam yanındaydım, kadına dokunmadı bile” diye açıklama yapmaları. “Beyaz Saray’da çalışmaya başladığım 1996 yılından beri hiç böyle bir şey görmemiştim. Diğer başkanlar zor sorulardan korkmazlardı” diye net tavır almaları.

Şaşırtıcı olan; Acosta’nın çalıştığı kurumun, Başkan’ın gazabına uğrayan muhabirini kovmaması, stajyer kadına dokunma gerekçesinin koca bir yalan olduğunu söylemesi, muhabirlerinin sonuna kadar arkasında olduklarını vurgulaması ve “Başkan’ın basına dönük devam eden saldırıları sınırı aştı. Bunlar yalnızca tehlikeli değil, aynı zamanda rahatsız edici şekilde Amerikanlığa aykırı.” diye Başkan’a diklenmesi.

Şaşırtıcı olan; Beyaz Saray Muhabirleri Derneği’nin, Acosta’nın kartının iptalini “sınırı aşmak” ve “kabul edilemez” olmakla niteleyip, Beyaz Saray’ı bu “zayıf ve kabul edilemez eylemden derhal vazgeçmeye” çağırması.

Şaşırtıcı olan; Acosta’ya atılan fırçadan sonra da salondaki gazetecilerin sert sorular sormaya devam etmesi.

Yok yok, aslında asıl şaşırtıcı olan, bizim, bu “gerçek gazetecilik” hallerine şaşırır durumlara düşmemiz!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Mesele Fesli'nin ötesinde... Atatürk neden hedefte? - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Vefatının 80. yılında Cuma Hutbesi'nde Mustafa Kemal Atatürk'ün adı geçmedi!
13 Temmuz Cuma'sında ise; "15 Temmuz darbe girişimi" fetva konusuydu mesela...
                                                             **
Hutbelerin içeriğinden Diyanet İşleri Başkanlığı sorumlu...
Diyanet'in Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş bu günlerde çok meşgul olmalı... öyle ki; tescilli Atatürk düşmanı Fesli Kadir'in evine geçmiş olsun ziyaretine kadar gitmiş.
Aynı zamanda Saray'ın da itibar gösterdiği Kadir Mısıroğlu'na ziyaretin zamanlaması dikkat çekiciydi...
                                                              **
Boğazda trilyonluk restorantı ortaya çıkan şu "fakir" Fesli Kadir'in sözleri, bize hedefin ne olduğunu göstermiyor mu?

"İstediğimiz olmuş değildir. Yarı yoldayız. Nasıl buluğa ermemiş bir çocuğa 'niye evlenmiyorsun?' demezsen, Hükümet'e de 'niye Şeriatı ilan etmiyorsun?' diyemezsin. Vakti var... Her ulus bir zamana rehmolunmuştur."

Bu sözler bana FETÖ lideri Fethullah Gülen'in, eski DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel'in iddianamesine yansıyan sözlerini anımsattı.

Gülen de şunları söylüyordu; "Hakim kiralayın, savcı kiralayın, son ana kadar çoğalın... Dünyayı elinize alacağınız güce erişinceye kadar girişeceğiniz her hareket erkendir!"

Fethullah Gülen'in "erken davranmayın" dediği hareket, bir karşı-devrim hareketidir. Atatürk Türkiye'sinin yıkılması düşüncesidir. Peki, Kadir Mısıroğlu bu sözlerinin devamında ne demiş:
"Sizin nesliniz İslam'ın mutlak galebesini, küfrün mutlak yıkılışını, heykellerin köpek leşi gibi sürüklendiğini görecek. Siz göreceksiniz... O gün beni hatırlayın..." 

Fesli Kadir ile Pensilvanya'daki FETÖ liderinin amaçları farklı mı?

Her ikisi de Atatürk  Türkiyesi'nin yıkılmasından yana...

Fesli, bir başka konuşmasında daha da ileri gidiyor; "Hilafet ve şeriat yıkılacağına keşke Yunan galip gelseydi" diyor!

Böyle "Müslüman" olduğu sürece "gavur" düşmana gerek var mı?

                                                            **
Dün değerli meslektaşım Selcan Taşçı yazmış. Yunan ordularının Türk köyleri ve kasabalarında kadınlara yaptıkları işkenceleri, tecavüzleri... çocukları, köylüleri kör bıçaklarla kesmelerini...

O masum şehitlerin ahları hala bu gökkubbenin altındadır!

Yüreğiniz yetiyorsa sonuna kadar okuyun! Ve okutun bence o yazıyı...

"Yunan galip gelseymiş" diyebilecek kadar milletine, vatanına düşman karşı-devrimcilerin gerçek yüzünü gösterin...

                                                              **

Emperyalizm ve din tüccarlarının ortak düşmanıdır Atatürk...
Çünkü O, her 10 Kasım'da yeniden doğar...
Her gün öldürmeye çalışsalar da memleketin dört bir yanında filizlenir yeniden...
Atatürk'ün akıl ve bilim hedefi; yoksul, geri bırakılmış, kaderine terk edilmiş halkımızı kuldan "insana" dönüştürmüştür.

İnsanın özgürleşmesi, onun sırtından geçinen din simsarlarının, siyaset hokkabazlarının işine gelmez!

Atatürk; başı kabak, ayağı çıplak yoksul Anadolu'yu ekonomik devrimle ayağa kaldırmış, kültür devrimi ile ufkunu, eğitim devrimi ile de gözünü, aklını açmıştır...

Emperyalizm Türklüğün kurtarıcısı Mustafa Kemal'den hala öcünü alamamıştır.

İzmir'e Yunan'ın ayak basması, Türk Milleti'nin tarihten silinmesi için atılmış bir adımdı... Düşman, büyük acılar bırakarak çıktığı denize geri döküldü...

Ancak içimizdeki tohumları yıllar içinde serpildi ve büyüdü...

Dini kirli amaçlarının örtüsü yapan, ancak yüce dinimiz İslam ile asla ilgisi olmayan dogma ve yalanları ile; bu milletin kanını yeniden emmek isteyen Padişah kullarına karşı uyanık olmalıyız...

Onlar Emperyalizmin tetikçileridir... Bu günlerde her yerdeler...  

Büyük Önder'in ölüm yıldönümünde bize düşen; onu her zamankinden daha çok anlamak, anlatmak ve 21. yüzyılın yalan makineleri ile beyni uyuşturulmuş samimi insanları, yıkım sürecinde uyandırmaktır...


Tuncay MOLLAVEİSOĞLU / YENİÇAĞ

10 Kasım 2018 Cumartesi

İngiliz uşağı - ORHAN GÖKDEMİR

Sait Molla nam bir zatı anlatayım size. 
İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin kurucusudur. Molla, bu derneği adından da anlaşılacağı gibi İngilizlere yalakalık yapmak için İngilizlerin de teşvikiyle Yunanistan’ın İzmir’e asker çıkarmaya karar verdiği sırada kurmuştu. Ülke işgal altındaydı ve yaranmaya çalıştığı İngilizler de işgalciydi. İşgale karşı Büyük Sultanahmet Mitinginin yapıldığı gün belediye reislerine telgraf çekip, kurduğu cemiyeti yeni mahalli şubeler açmak suretiyle desteklemelerini istedi. 1921’de Kurtuluş Savaşı yeni bir ülkenin tohumlarını atarken o hala İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin kongrelerini yapmakla meşguldü.

Sait Molla bütün bunları Padişah Mehmed Vahdettin adına yapıyordu. Yeni İstanbul gazetesini ve İngiliz Muhipleri Cemiyetini Sultanın inayetiyle kurmuştu. Vahdettin’in İngilizleri dostluğuna ikna etmek için kullandığı sıradan bir şarlatandı yani. Said Molla’nın çabalarının bu işe yetmeyeceğini anlayınca yeni bir proje hazırladı. Damat Ferit projeyi Padişah adına 30 Mart 1919 tarihinde İngiliz Yüksek Komiserine sundu. Projeye göre İngiltere lüzum gördüğü yerleri 15 yıl süreyle işgal edebilecekti. Osmanlı Bakanlıklarına ve hatta valiliklere İngiliz müsteşarlar atanacaktı. Seçimler İngiltere’nin denetiminde yapılacak, maliyeyi İngilizler denetleyecekti. Fakat nasıl olacaksa Sultan imparatorluğun dış politikasını yönetmekte özgür olacaktı.

Vatana ihanet tek başına olur mu? “Asılacaksan İngiliz sicimiyle asıl” lakırdısının atasözü sayıldığı zamanlardı, herkes tek kurtuluş yolunun İngiliz Mandası olduğuna inanmaktadır. Vahdettin bu tiplerin önde gelenlerinden biriydi sadece. Başka nasıl olabilir ki, ucunda tahtı vardı nihayetinde?

                                                            ***
1918’de, ülke 10 yıllık uzun iç-dış savaştan paramparça çıkarken büyük umutlarla tahta oturtulmuştu. Duyduğunda “Ben bu makam için hazırlanmadım” diye mırıldandı. Kendisine biat edilmek için yola koyulduğunda bastonunu unuttuğunu fark etti, “Bu bir felaket” diye dövünmeye başladı. Bütün saltanatı felaketlerle geçti ama gözleri önünde bir ülkenin yitip gitmesine bastonunu unuttuğu anki kadar tepki vermedi. Bu tipler böyledir, bastonları ülkelerinden daha değerlidir.
Fakat işler umduğu gibi gitmedi. Kemalistler Anadolu içlerinde denetimi sağlamak üzereydi. Üzerine bir de Damat Ferit kabinesinin düşüşü gelince paniğe kapıldı. Son bir hamleyle İngilizlerden güvenliğinin sağlanmasını, tahtından düşürülmesine engel olunmasını “rica” etti. İngiliz belgeleri Yıldız’da titreye titreye oturduğunu not etmektedir. Sonrası malum, bir İngiliz gemisiyle Malta Adası’na doğru yola çıktı. Çabaları ancak bu kadarına yetmişti, Vapur limandan ayrıldığında Vahdettin de tarihten silinmişti.

Kaynağımız ne? Gotthard Jaeschke’nin “Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri” adlı çalışması. Yayıncısı Türk Tarih Kurumudur. Kitap Vahdettin ve Sait Molla’nın marifetleri ile başlamaktadır, İngiliz uşaklarıdır. Meraklısı açar bakar.

Neden yaptık bu alıntıyı? 
Eski büyük tarihçimiz, yeni bakan danışmanımız İlber Ortaylı’nın son sözü nedeniyle. Ortaylı, Osmanlı Devleti'nin son padişahı Mehmet Vahdettin'e yönelik "İngiliz uşağıydı" gibi yorumlardan kaçınılması gerektiğini söyledi geçen hafta. Sebebini söylemedi yalnız. Malum sığındığı hükumet Yeni Osmanlılık iddiasında, Vahdettin’e olmasa bile Hamit’e saplantılı bir ilgisi var. Sözlerinin sebebi yaranmak değilse, başka bir şey olmalı. Lütfeder de açıklarsa öğreniriz.

Biliyoruz, çıkarlar işin içine girdi mi Büyük Tarihçimiz ile Said Molla arasındaki mesafe silinir. Yalnız mollaların eskisi ve yenisi ne derse desin, İngiliz belgelerinin gösterdiği gibi son padişah üzerinize afiyet biraz İngiliz uşağıdır. Hatta çıkarı olan herkese uşaklık yapmaya teşne bir hali vardır.

Peki, bunca zaman sonra neden tartışıyoruz Vahdettin’i. Haine hain demekteki bu utangaçlığımız neden? Tek bir sebebi var; karşı devrim günlerindeyiz de ondan. Cumhuriyet yıkılınca padişahlar şirin görünmeye başladı düzenin gözüne. En zavallısı Vahdettin, ona da “İngiliz uşağı” denilmesine büyük tarihçimiz kızıyor.

                                                            ***
Böyledir, karşı devrim günlerinde geri olan ne varsa parlak görünür. Sosyalizmin çözülüşü ile birlikte kapitalist dünya Ortaçağa benzemeye başlayınca tarihçiler Ortaçağ’ın öyle sanıldığı gibi çok da karanlık olmadığını keşfetti mesela. Yeni Çağın pek çok yeniliğinin o karanlığın içinde geliştiği iddia ediliyor.

Haklılar. Çünkü düştük ve yeni bir Ortaçağın içinde bulduk kendimizi. İçinden geçtiğimiz döneme bakıyoruz, zifiri karanlığı görmekle birlikte, aydınlık bölgelerin olduğunu fark ediyoruz. Tabloya bakıp kahrolmak mümkün elbette ama avunmak için de yeterince sebep var görünüyor. Karanlıktır, yalnız alacakaranlıktır.

Yeni Ortaçağ teşhisini Alain Minc’e borçluyuz. İşaretlerini şöyle özetliyor: Örgütlü sistemlerin yokluğu, her türlü merkezin kayboluşu, kaygan ve silik dayanışmaların ortaya çıkışı, belirsizlik, rastlantı, bulanıklık, her türlü otoritenin dışında sayıları giderek artan "gri alanlar"ın gelişimi. Aklın, uzun zamandan beri kaybolduğu sanılan ilkel ideolojilerin ve boş inançların yararına silinip yok oluşu. Krizlerin, sarsıntıların ve spazmların sanki günlük yaşamımızın dekorları gibi geri gelişi… Ne kadar tanıdık ve ne kadar bugüne ait şeyler değil mi?

Bir de şu var, incelemek üzere karanlığa ışık tuttun mu karanlık alacakaranlığa dönüşür. Ortaçağ’ın karanlığının dağılmasının tek sebebidir bu. Karşı devrim Hamit’i de Vahdettin’i de aydınlatır, bugünün kahramanları olarak dizleri üzerinde doğrultur. Bugünün tiplerine baksanıza, Hamit veya Vahdettin onlardan ne daha cahil, ne daha korkak, ne daha hain, ne daha uşak. Hatta hukuksuzlukta, ölçüsüzlükte, çalıp çırpmada, uşaklıkta bugünkülerin ellerine su bile dökemezler.

                                                            ***
Vahdettin’e “İngiliz uşağı” dememeliymişiz. 
Deriz. 
Hamit de sıradan bir borsa simsarıdır gerçekte, çöken bir imparatorluğun en tuhaf tiplerinden biridir. Fakat bugüne bakınca bu ithamlar pek masum görünmektedir. Hamit, düştükten sonra bir zavallıya dönüşmüştü. İngiliz gemisiyle sıvışmış olmasına rağmen Ortaylı’nın dediği gibi Vahdettin Cumhuriyet aleyhine beyanda bulunmamış, akıbetini sessiz sedasız kabul etmişti.

Ama bunlara karşı, Kadir Mısırlıoğlu adlı İslamcı bir yazar 10 Kasım nedeniyle paylaştığı bir mesajda “10 Kasım’da saat 09.05’te kenefe gidin” diye yazabilmiştir. Sonra nevzuhur sarayda ağırlanmış, hürmet görmüştür. Ardından Vahdettin’e rahmet okuturcasına, Kurtuluş Savaşı’nı kastederek “Keşke Yunan galip gelseydi" diyebilmiştir.

Fesli Kadir’e çıktı adı, ciddiye alıyor değiliz. Ama başından fesi eksik etmemesinin nedeni bu tuhaf başlığı Osmanlı sanmasından. Oysa Mehmet Ali Paşa Mısır Ordusunda reform yapmak için icat etmişti fesi. Biz Mehmet Ali’den öğrendik, alıp benimsedik. Tarihimizdeki ilk yeniliklerden biridir. Zamanın Fesli Kadirleri fesi “gâvur icadı” sayıp başkaldırmıştı giymemek için. Zamanımızın Fesli Kadiri Müslümanlığın işareti sayıyor, cehaletleri kinleri ile yarışıyor.

Dönüyoruz başa; Vahdettin İngiliz uşağıydı, bunda sorun yok. Sorun Vahdettin’in İngiliz uşağı sayıldığı yerde bunların ne sayılacağında.

                                                            ***
Şaka değil, Büyük Fransız Devriminin gerçekleştiği topraklarda Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Nazi işgali sırasında kurulan kukla hükümetin başına geçen Mareşal Philippe Petain'i kahraman ilan etti. Kim bu Petain? 70 bin direnişçiyi ve Yahudi’yi toplama kamplarına gönderen Nazi uşağı. Uşaklığı tescilli de üstelik. Bu suçları nedeniyle vatana ihanetten ölüme mahkûm edilmiş çünkü.

Kapitalizmin karanlığındayız. Demokrasi iddiası çöktü, Cumhuriyet ve laiklik silindi, Aydınlanmadan eser kalmadı geride. Bu, Fransız Devrimi ile taçlanan parlak “Burjuva Devrimleri” döneminin hazin sonudur. Burjuvazi artık gerici ve karşı devrimcidir. Bütün insanlığı bir yeni Ortaçağın karanlığına itmiştir. Karanlıkta yaşayanlarla ölüler birbirine karışmakta, bütün eski kahramanları mezarlarından çıkıp doğrulmakta, yaşayanların kanını emen zombiler olarak aramıza katılmaktadır.
                                                             ***
Vahdettin’e “İngiliz uşağı” dememeliymişiz. Gericilere ne deyip demeyeceğimizi Said Mollalara, İlber Ortaylılara soracak değiliz. Fakat aramıza katılan zombilere sıfat bulmakta çaresiziz.

Bize yeni bir devrim gerek şimdi. Sadece insanlığı içine düşürüldüğü karanlıktan çekip çıkarmak için değil, aramızdaki zombileri mezarlarına gönderip ruhlarını özgürleştirmek için!

Orhan Gökdemir / SOL

‘Ayyaş’ mı dediniz? - Miyase İlknur

İşgal altındaki vatan topraklarını kurtarmak için ulusal direnişi örgütlemeye kalkıştıklarında, mütareke basınının kalem erbapları tarafından “eşkiya”, “ipten, kazıktan kurtulmuş haydutlar”, “ayak takımı” olarak gösterildiler. İçlerinden en insaflı olanı Refii Cevat Ulunay’dı. O da “Delidir bu Mustafa Kemal, deli” dedi. Kurtuluş gerçekleşip kuruluş aşamasına geçildiğinde ise “Ona deli demiştiniz şimdi pişman mısınız” diye sorduklarında da “Ben hâlâ onun deli olduğu görüşündeyim. Zira onun yaptıklarını ancak bir deli yapabilir” diye cevap vermişti.

“İngiliz ve Amerikan himayesine sığınmaktan başka çare yoktur” diyen sözüm ona “akıllılar” yanıldılar. “Deli” dedikleri ise imkânsızı başardı. Mütareke basınının “eşkiya, haydut, deli” dediği Mustafa Kemal ile en yakın dava arkadaşı İnönü’ye yakın zamanda yeni bir lakap daha takıldı: “İki ayyaş” 

Carlyle der ki: “Tarih büyük adamların tercüme-i halinden ibarettir.” Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarından başlayarak İsmet İnönü’lü yılların sonuna kadar geçen süre Mustafa Kemal’in ve onun kadrosunun tercüme-i halinden ibaret bir tarihtir. Bu süre zarfında Mustafa Kemal ve arkadaşları İslam coğrafyasında eşi benzeri görülmemiş iktisadi, sosyal ve kültürel bir devrim gerçekleştirdi ki biz buna “aydınlanma devrimi” diyoruz. 

Bu kadro cephede ve müzakere masasında yendiği Batı’yı değil, Batı’yı Batı yapan değerleri örnek alarak gerçekleştirdiler bu muazzam devrimi. Zira onlar, Batı uygarlığı dışında geri kalan ve bu geriliklerinde direnen toplumların üstün ekonomi ve teknoloji güçleri tarafından sömürülmeye mahkûm kalacaklarının bilincindeydiler. Niyazi Berkes, bu kadronun fikriyatında Batılılaşmanın bir erek olmaktan çıkıp bir başlangıç noktası olduğunu belirterek, “Atatürk’ün sağlığında belirlenen ilkeler arasında Batılılaşma ilkesi olarak bir ilke bulunmayışı ilginç değil midir” diye sorar. 

Berkes’e göre emperyalizme karşı verilmiş ulusal bağımsızlık savaşlarından sonra, o ulusun geleneklerine karşı olan, emperyalist gücün arkasındaki uygarlığa doğru olumlu bir tutum alınabildiği hemen hemen hiç görülmez. Tersine, o ulusu uygarlıktan ayırıcı yönlere yeni bir ulusal kutsallık verme eğilimi doğar. Bunun tersine olan tek örnek Türkiye Cumhuriyeti’dir. 

Cumhuriyet devrimini küçümseyip dudak büken İslamcı, liberal ve sözüm ona solcu kimi çevrelere göre “devrim dediğiniz şey; modernite adına yapılmış şekli üstyapı reformlarından öte bir şey değildir” görüşünü savunur. Ne büyük yanılgı. Eğer öyle olmuş olsaydı baba Rıza Pehlevi de bu reformları İran’da yaşama geçirmişti ama maya tutmadı. Demek ki, şekli reformla iş bitmiyor. Kültürel anlamda zihinlerde de bir devrim yapmadan diğer şekli reformlar hiçbir işe yaramıyormuş. 

Şimdi gelelim “deli” ya da “ayyaş” dedikleri adamın yaptıkları ile sözüm ona “akıllı” ve “ayıklar”ın yaptıklarının karşılaştırmasına...

İki “ayyaş”ın döneminde 36 fabrika, elektrik, madencilik, haberleşme ve liman işletmeleri, orman ve devlet üretme çiftlikleri ile Merkez Bankası hariç dört banka kuruldu. “Ayıklar” döneminde bu fabrikaların ve işletmelerin tamamı, Merkez Bankası ve İş Bankası hariç bankaların tümü satıldı. 

Onların döneminde cephede savaştığımız bütün ülkelerle dost olduk. “Ayıklar” döneminde hepsiyle kavgalıyız. Eski düşmanlara yenilerini ekledik.

“Türkiye Cumhuriyeti dervişler, şeyhler ve meczuplar ülkesi olamaz” diyerek tekke ve zaviyeler kapatıldı. Şimdi ülkenin her mahallesinde bir tekke, devletin televizyonu dahil bütün ekranlarda tarikat şeyhleri arzı endam ediyor. 

1920’li yılların sonundan 1950’lere kadar din dersleri müfredattan çıkarıldı. “Ayıklar” zorunlu din dersleri yetmezmiş gibi müfredata yeni dini dersler eklediler.

“Andımız”ın müellifi Reşit Galip Bey döneminde Avrupa’dan Nazi karşıtı öğretim üyeleri Türkiye’ye davet edildi. Hukuktan mimarlığa, güzel sanatlardan fizik, kimya, tıp ve arkeolojiye kadar çeşitli bilim dallarında kürsüler kurdular. “Ayıklar” döneminde parlak Türk bilim adamları yurtdışına kaçtılar. Kaçmayanlar da üniversiteden ihraç edildiler.
“İki ayyaş” Lozan’da vatan topraklarına katamadıkları Hatay’ı büyük bir diplomasi hamlesiyle ana vatana bağladılar. Sözüm ona akıllı ve ayıklar döneminde Ege’de 18 adamıza Yunanistan el koydu. 

1932’de Sovyet bilim adamlarından Prof. Orloff başkanlığında bir Sovyet heyeti gelerek Türkiye’nin ilk beş yıllık sanayi planını yaptı. Bu plan sayesinde sanayi yatırımları hızlandı ve büyüme oranı arttı. “Akıllı ayıklar”, “Bize plan değil pilav lazım” deyip DPT’yi kapattı.
 
Kendisi alaturka müzik sevmesine karşın bir yandan Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nı kurup klasik müzik ve opera eğitimi için Türk Beşlileri’ni Avrupa’ya öğrenim için gönderirken diğer yandan Bella Bartok, Ferruh Arsunar ve Muzaffer Sarısözen gibi müzik adamlarını da Anadolu’da halk türkülerini derlenmesi için görevlendirdi. “Akılılar” ve “ayıklar” döneminde ise arabesk ve piyasa müziği baş tacı yapıldı. 

“Deli” ve “ayyaş” dedikleriniz 15 yıl gibi bir süreye bunları sığdırdılar. Onların hazırladığı muazzam altyapıya rağmen 80 yıldır yapılanlar ortada. Bari susun ve o “İki ayyaş” ve “Deli”nin önünde saygıyla eğilin.

Miyase İlknur / CUMHURİYET

Genç Gazeteci Bülent Ecevit'in kaleminden Anıtkabir - CUMHURİYET

Atatürk’ün naaşı, aramızdan ayrıldıktan tam 15 yıl sonra, 10 Kasım 1953 günü Anıtkabir’e taşındı. O yıllarda genç bir gazeteci olan Bülent Ecevit, yaklaşık bir yıl önce bir yazı kaleme alarak Anıtkabir’in inşası hakkında bilgiler veriyordu. Başbakan olarak Ata’nın huzuruna çıkan Bülent Ecevit, yazısında bugün bile bilinmeyen bazı ayrıntılara değiniyor. Ecevit, 18 Aralık 1952 günü Ulus gazetesinde yayımlanan Anıt-Kabir başlıklı yazısında Anıtkabir’i “devrimin kalesi” olarak niteliyor.


Gelecek yıl, 29 Ekim günü, Cumhuriyetin 30’uncu yıldönümünde, Anıt-Kabir bitmiş olacak.
Gelecek yıl, 10 Kasım günü, ölümünün 15’inci yıldönümünde, Atatürk’ü geçici olmayan kabrinde ziyaret edebileceğiz.
Gelecek yıl bu vakitler en büyük yasımıza bir iç huzuru katılacak.
Yaklaşırken çekiç sesleri, motör sesleri duyuyoruz. Vinçlerin elinde havaya doğru kalkan taş parçaları görüyoruz. Kazılan topraklar, dikilen fidanlar görüyoruz.
Çorak toprakları karış karış yeşillendiren Ankara’nın Rasat Tepe’si, yakında, bir orman olacak. 600.000 metrekarelik bir park hazırlanıyor. Bu park için kurulan fidanlıkta şimdiye kadar 140.000 fidan yetiştirilmiş. Fidanlardan 60.000’i park sahasındaki yerlerine dikilmiştir.

Anıt-Kabir için bütün dünyadan ünlü mimarların katıldığı proje müsabakasını, iki Türk mimarının Emin Onat’la Orhan Arda’nın projeleri kazanmıştır.

1950’de iktidar değişikliği olunca, yeni Hükümet, yapı işlerinin ağır ilerlediğini, inşaatın 1952’de bitirilebileceğini ileri sürmüştü. Fakat, ilk plandan yapılan büyük kesintiye rağmen Anıt-Kabir bu yıl tamamlanamamıştır. İnşaatın uzun sürmesinde sadece işin büyüklüğünün âmil olduğu böylece bir kere daha anlaşılmıştır.
Sütunlar arasından yükselecek büyük blok plandan çıkarıldığına göre, şimdi, Anıtın ana hatları ortaya çıkmış sayılabilir.
Yapı giderleri 20.000.000. lira kadar tutacaktır.
Şimdiye kadar, Anıt-Kabir yapısında dört firma çalışmıştır:
Nurhayr Şirketi; Rar Türk Limited Sosyetesi; Amaç Ticaret Türk Anonim Şirketi; Muzaffer Budak Firması.

Şimdi, Muzaffer Budak firması tarafından mozole kısmı ile şeref salonu inşa edilmektedir.
Yapının başında genç bir şantiye şefi var: Yüksek Mühendis Osman Akman. Başında durduğu yapının kutsallığını, bu kutsal işte emeği geçmenin mânasını anlamış bir insan olduğu gözlerinden okunuyor. Gözünde bu yapı için yontulan her taşın tarihi değeri var. Keşke diyor, başlangıcından beri inşaatın her safhası filme alınsaydı! Gönlü istiyor ki Anıt-Kabir’i millet son şekli ile değil, Rasat Tepe üstünde 9 Ekim 1944 günü doğuşundan başlayarak, temeli ile, toprağı ile, harcı ile bilsin!
Bayındırlık Bakanlığı adına yapının kontrol şefi, bir kadındır: Yüksek Mühendis Sabiha Güreyman... Anıt-Kabir’in yapısı, Atatürk’ün kafes ardından, peçe altından kurtardığı, yargıçlıktan mühendisliğe kadar bütün hayat kapılarını açtığı Türk kadınına teslim olunmuştur.

Anıt-Kabir başlıca üç bölüme ayrılıyor: Asıl kabir, yahut mozole, ekler: tören yolu ve alan..
Anıtla, Askeri Fabrikalar karşısında başlayan bir yolun ucundaki, Batı’ya bakan geniş merdivenlerden çıkılıyor. Giriş kulelerinden itibaren 30 metre genişliğinde, 200 metre uzunluğunda bir yol, Tören Yolu, alana gidiyor. Yolun iki yanında kavak ağaçları ve heykel tabanları… Bu tabanlar üstünde 24 aslan heykeli, heykellerin arasında, gece gündüz yanan meşaleler olacak.
Alan geniş.. Ankara’yı çevreleyen dağlar ortasında, bütün o dağları gören bir düzlük. Gün gelip bu alanı dolduracak on binlerce genci, Atatürk Türkiye’sinin yürekleri güven dolu gençliğini, gözler şimdiden görür gibi oluyor.

Anıt-Kabir’in iki ekseni, biribirini bu alanın tam ortasında kesiyor. Eksenlerden biri, Ankara Kalesi’nin Bayrak burcundan, diğeri, yeni Büyük Millet Meclisi binasından geçiyor. Anıt-Kabir, eksenlerden biri ile Türk Milletinin tarihine, diğeri ile de Türk Milletinin mukadderatına bağlanmıştır.
Tarihi, şimdiye kadar Türk Milletinin yüzünü kara çıkarmadı. Ankara Kalesi, Türkü Türkten gayrisinin yendiğine şahit olmadı. Dileriz, bu milletin geleceği de tarihine lâyık olsun!
Milletin tarihinden ve iradesinden gelen iki eksenin buluştuğu nokta. Rasat Tepe’nin üstünde hiç sönmeyen bir yıldız gibi yansın!

Alanı, dört ek bina çevreliyor: Kabul binası; Muhafız Birliği binası; İdare binası; Müze..
Doğu’ya, Çankaya’ya bakan Müze binasında, Atatürk’e, Atatürk’ün milletini kurtarışına ait hâtıralar olacak. Ek binaların köşelerinde kuleler var. İki giriş kulesi ile beraber 10 kule... Her birine, Atatürk’ün eserlerini, Kurtuluş Savaşı’nı, devrimleri belirten adlar verilmiş: 
Hürriyet, İstiklâl, Mehmetçik, Zafer, Sulh, 23 Nisan, Misak-ı Milli, İnkılâp, Cumhuriyet, Müdaafayı Hukuk...

Mozole, alanın Kale yönünde…
Asıl kabir alt katta olacak. Lâhitin yeri, üstteki Şeref Holünde, tam kabirin üstüne geliyor. Lâhitin arkasında, tavana kadar yükselen açık bir pencere var; oradan Kale görünüyor. Lâhit, bu pencereden gelen gün ışığı ile aydınlanacak.
Şeref Holünün boyutları 18x29 metre, yüksekliği 16 metre.
Şeref holüne alandan geniş merdivenlerle çıkılıyor. Holün giriş yerinde, karşılıklı iki duvarda, Atatürk’ün Türk Milletine ve gençliğine hitabeleri bulunacak.
Şeref Holünün içi, 44 taş sütunla çevrili.
Anıt Kabir’in birçok yerlerinde Kurtuluş Savaşı’nı ve devrimleri canlandıran heykel ve kabartmalar olacak.
Yıllardan beri Ankara’nın göğüne doğru taş taş üstüne yükselen bozkır rengi anıt, bir kabir olduğu kadar bir tapınaktır da… Bu tapınakta kutsallaşan Atatürk’ün Türk Milletine verdiği ülkülerdir. Türk Milletini “çağdaş” medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracak, Türk Milletinin insanlığa en doğru yolda hizmet etmesini sağlayacak ülküler….
Gelecek yıl bu vakitler ve ondan sonra hep, Türk Milletinin kalbi, Anıt Tepe’de çarpacaktır.

Bu anıt, bir tapınak olduğu kadar bir kaledir de... Devrimlerin kalesi...
Bize bağımsızlık kadar gerekli olan devrimlerin kalesi için ne kadar emek, ne kadar para harcanmış olsa çok değildir.
Devrimlerin bizi götürdüğü yarınlara inananlar, bu kaleye bakıp güven duyacaklardır.
Gözleri o yarının aydınlığına dayanamayıp karanlığı özleyenler, bu kalenin heybeti altında ezileceklerdir.
Sesleri bu kalenin duvarlarına erişemiyecek, baltaları bu kalenin taşlarını kıramayacaktır.
Dünle yarın arasında bu kale, aşılmaz bir duvar gibi duracaktır.

Giriş kulelerinin arasından Tören yoluna gelince, ufuk çizgisine kadar uzayan bir genişlik başlıyor. Karşıda, yüksek bayrak direğinin ardında, Çankaya sırtları…
1919 yılında Gazi Mustafa Kemal, Ankara’ya o sırtlardan inmiştir.
Onun başak rengi saçlarında, yanan gözlerinde, Ankara’ya güneş o sırtlardan doğmuştur.
Ankara’nın canlanışını, bu yurdun yarınına doğru uzanmış bir el gibi ilerleyişini, Atatürko sırtlardan seyretmiştir.

Anıt Tepe’de, taş, toprak, fidan, ne varsa dile gelmek, konuşmak, övgüler dilinden ses etmek istiyor.

Orada kazıları toprak, kayalardan kopup gelen taşlar, oraya dikilen ağaçlar, Anıt Tepe’de bulunuşlarının mânasını sanki anlamışlardır.
Sizi Kabire götüren yol boyuncu dikilmiş genç kavakların hışırtısına kulak veriyorsunuz, konuşuyorlar:
Bu rüzgâr, dere boylarında dinlediğimizden başka.
Bu rüzgâr Rasat Tepe’nin..
Bir başka esiyor başımızda.
Biz, dere boylarının dertli kavakları değiliz. Coşmak,
bütün milleti çağırmak istiyoruz.
O’na giden yol boyunca dizilmişiz, ince, yeşil kavaklar..
Huzura varmak için aramızdan geçilir.
Aramızdan geçilip feraha çıkılır.
Başlarımız göğe değmiş. Sesimiz gökten gelir.
Aramızdan geçenleri feraha çıkaracağız. Yüreklerinden
Karanlığı, korkuyu dağıtacağız.
Onlara göğün genişliğini vereceğiz. Daha büyük umutlara,
Daha derin inançlara yer açılacak yüreklerinde..
Biz, topraktan göğe yükselen nöbetçiler.
Biz, Rasat Tepe’nin kavakları.. Dizilmişiz O’na giden yol boyunca.
Rasat Tepe’nin kavakları, gece gündüz bir ağızdan konuşuyorlar.
Rasat Tepe’nin yamaçları, Anıt-Kabir’in içerisi, taşla dolu. Anadolu’nun dört bucağından taş gelmiş, onlarla kuruluyor Anıt-Kabir’in duvarları.
Dört bucaktan Rasat-Tepe’ye taş gelmiş, Rasat-Tepe’de taşlar dile gelmiş;
Ben, Eskipazar’dan gelirim
Eski olur Eskipazar’ın taşı.
Tenimde oyuk oyuk zaman. Rengimde bozkır.
Bu anıtın duvarları benden örülmüş.
Tarih olur benden örülmüş duvarlar.
Ben, Kayseri’nin bir taşıyım.
Beni Rasat Tepe’ye getirmişler, yollarına döşemişler.
Ben, Kayseri’nin dağlarında çağlar boyunda olmuşum.
Çağlar boyu dayanırım insan adımlarına.
Ben, Hatay taşı.
Onbeş yıldır Türkiye’nin yurttaşı.
Serilmişim Ata’nın, yurdumu yurduna katanın ayaklarına.
Beni şeref yerine koymuşlar. Hatay’ın taşına şeref vermişler.
Ben, Bilecik’in mermeri. Yeşil üstüne kara hareli.
Bu yurdun erlerine siper olmuşum. Baltalar kıramaz beni.
Biz, Afyon’un, Seyhan’ın, Çerkeş’in mermeri.
Biz, Anadolu’nun, biz bu yurdun taşları.
Biz, bu yurdun kayalarından kopmuşuz.
Gelip de kayalar gibi Ata’nın mezarında durmuşuz.
Makinalar taş kesiyor.. Vinçler taş taşıyor… 500 insan taş yontuyor.
Yapı yerlerinde işçinin uyuklayanı olur, konuşanı, Türkü söyleyeni olur.
Burada, 500 işçi, türkü bile söylemeden çalışıyor. Hiçbir yapıda görülmeyen bir vekarla herkes kendini işe vermiş. Yaptıkları işin başkalığı içlerine işlemiş.
Yapı yerine büyük bloklar halinde gelen taşlar içinde 6 ton ağırlığı aşanlar var. 10 tona kadar kaldırabilen vinçlerin elinde bu taşlar, birkaç dakika içinde Anıt-Kabir’in üstüne kadar çıkarılabilmektedir.
6 ton ağırlığındaki büyük taşlardan bu aletlerle küçük bloklar çıkarılması 24 saat sürmektedir.
Fakat makineler ne kadar ilerlese gene de insan eline iş kalıyor. Taşlardan bir çoğuna son şeklini, gene de, sabırla bunları yontan işçiler vermektedir.

Anıt-Kabir’e şimdiden gelenler var.. Ne zaman gitseniz, sessiz dolaşan gençler görüyorsunuz. Üniversiteliler, askeri öğrenciler, askerler…
Yüzlerinde bir sabırsızlık, lâhitin önünde durabilecekleri günü bekliyorlar.
Kimisi, Anıt-Kabir’de bir taşın bir yontuğuna olsun emeğinin geçmesini istiyor, eğilmiş, çekiçle taş yontan gençler görüyorsunuz.
Bir nesil görüyorsunuz, Anıt-Kabir’i, devrimlerin bu kalesini benimsemiştir.
Onları görüyorsunuz, içinize bir rahatlık geliyor.

Mezar, lâhitin tam altında olacak.
O’nun mezarına varmak için bir uzun taş koridordan geçeceksiniz.
Koridorun sonunda bir ışık: Umuda benzer... Selâmete benzer. O’na giden yolun sonunda aydınlığa varacaksınız.
Koridor sağa kıvrılıp biraz daha uzadıktan sonra mezarın bulunacağı geniş hücre geliyor. Tabutun konacağı yer, üst kattaki lâhitin tam alt hizasında olacaktır.
Mezarın karşısında, dik dörtgen bir pencerede, bir resim gibi, Ankara Kalesi... Setler üstünde mağrur yükseliyor.

Mezarla Ankara Kalesi arasında sanki bir gizli bağ kurulmuş..
Atatürk’ün yattığı yerden görünen tek şey o olacak.
Ölüler görür mü? Duyar mı? Bilir mi? Bilmiyorum!
Gördüklerine, duyduklarına, bildiklerine inanmak istiyoruz. Belki gözümüz arkada gitmekten, belki ölülerimizin bizi büsbütün bırakmalarından korktuğumuz için.
İstiyoruz ki Atamız bizi büsbütün bırakmış olmasın! İstiyoruz ki yattığı yerde de bizden haber alsın!
O’na en büyük haberi, mezarı karşısında açılan pencere verecektir.
Her Pazar, her bayram günü, Kalenin burcuna al Bayrağın çekilmesi, yurdumuzun bağımsızlığından; her 10 Kasım günü al Bayrağın yarıya inmesi, O’na hâlâ inandığımızdan, yolunda yürüdüğümüzden haber olacaktır.
O, en büyük huzuru bu iki haberden duyacaktır.
Dileriz, mezarı karşısında açılan pencerenin O’na vereceği huzur dinmesin!
Ankara Kalesi’nin burcundan Bayrağımız inmesin!

Anıt-Kabir eteklerinde Ankara başlıyor.
Ankara ve Ankara’nın çevresinde bütün bir yurt, O’nun açtığı temeller, O’nun başladığı yapılarla dolu.
Bizim kuracağımız yapıları bekleyen temeller, bizim koyacağımız taşları bekliyor yapılar...
Gelecek yıl bu vakitler, Anıt-Kabir’den, gücümüz çoğalmış, inancımız derinleşmiş, o yurda ineceksiniz.

Bülent Ecevit

CUMHURİYET

Mustafa Kemal olmasaydı…- KEMAL OKUYAN

1919’da Anadolu’da kişilerin, liderlerin önemini azaltacak yaygınlıkta bir halk hareketi yoktu. Birinci Dünya Savaşı yoksul köylü yığınlarını fazlasıyla yormuş, hırpalamıştı. Galip devletlere karşı kıt kaynaklarla sürdürülecek bir silahlı mücadeleye halkın ikna edilmesi için kararlılık gösteren birileri gerekiyordu.
“Bir şeyler yapmak gerek” diye düşünen asker-sivil bürokrasi de kararsızdı, her kafadan bir ses çıkıyordu. Bu dağınıklıktan başarı çıkması mümkün değildi, kabul edecekleri ya da boyun eğecekleri bir otoritenin kararlılığına ihtiyaç duyuyorlardı.
Direnişin önde gelen kadroları içinde kimse “batı” dünyasıyla ölümüne bir savaşa, kalıcı bir düşmanlığa, o dünyadan kopmaya niyetli değildi. Ancak emperyalist ülkeler; özellikle İngiltere ve Fransa ve de uzaktaki ABD’nin masaya ancak ve ancak karşılarında kararlı bir güç gördüklerinde oturacağı açıktı.

İster sağdan bakın, ister soldan, ister tepeden, ister aşağıdan, gerçek ortadadır. 

Mustafa Kemal olmasaydı, Anadolu’daki mücadele bu kararlılıktan mahrum kalır, başarısız olurdu.

Mustafa Kemal olmasaydı… Meclis Saray karşısında dik duramazdı. Saray da İngilizlerden memnun değilmiş, sultanın içi kan ağlıyormuş, nazırları arasında yurtseverler varmış, mış, mış… Geçiniz, tarih bazen ince eleyip sık dokumaz, Osmanlı Sarayı Milli Mücadele’nin düşmanıydı, nokta. Orada sultan varmış, halife varmış, bunları takmayan, İstanbul’un otoritesini azaltmak için büyük çaba harcayan, onun kirli elini uzak tutmaya yeminli kaç kişi vardı Ankara’da?

Mustafa Kemal olmasaydı… Anadolu’daki hareket, Sovyet Rusya için yaşamsal önemdeki Kafkasya’da gerçekçi ve “devrimci” bir politika değil, yayılmacı, tutarsız ve maceracı bir politikayı zorlar, Bolşeviklerle karşı karşıya gelir, İngiltere’nin kucağına düşer, Sovyetleri de çok riskli bir sürecin içine çekerdi.

Mustafa Kemal olmasaydı… Cumhuriyet o yıllarda ilan edilemezdi. Cumhuriyet fikrini Mustafa Kemal icat etmemişti, Anadolu’da çok farklı noktalarda Cumhuriyet arzusunu dillendirenler vardı. Ama öne çıkan kadrolardan kimse 1923’te, öyle fazla tartışmaya gerek bırakmadan bu tarihsel adımı atmayı aklının ucundan geçiremezdi.

Mustafa Kemal olmasaydı… 
Tarihe böyle yaklaşmak çoğu kez yanıltıcıdır, biliyorum ama her 10 Kasım’da sola bulaşık liberalizmin “Mustafa Kemal’e saygı duymak komünistlere mi kaldı” vıdı vıdısından bıktığım için bunları yazıyorum. 

Mustafa Kemal olmasaydı, işler karışırdı, tahmin edilemeyecek kadar karışırdı. 
Siyasette, toplumsal süreçlerde boşluk her zaman doldurulur. Mustafa Kemal olmasaydı, o boşluğu devrim cephesinde doldurabilecek başka güç olduğu çok tartışmalıdır. 1920’de partimiz Türkiye Komünist Fırkası bu etkiye ve olanaklara sahip değildi. Yerel direniş odaklarının, Çerkes kardeşlerin, Ankara’da Meclis’in solcularının omuzları da bu tarihsel sorumluluğu kaldıramazdı. 

Mustafa Kemal olmasaydı, boşluğu “daha geri” unsurların dolduracağı aşikardı. Bugün “Mustafa Kemal olmasaydı” diyenlerin dedeleri…

Kemal Okuyan / SOL