16 Kasım 2018 Cuma

Madame Coco’nun yalancı şahitleri - Alpaslan Savaş

Madame Coco mağazalarının önünden geçerken hep “vay be, şu Fransızlar memlekette çarşaf işine bile el attılar” diye düşünmüşümdür. Cehalet işte. 

Sonra Madame Coco çalışanlarının işyerindeki sorunlarıyla ilgili yaptığı açıklamayı okuyunca öğrendim, meğer bizim Fransız soslu mağaza Adanalı İlhan Tanacı isimli bir yerli-milli patronunmuş. Üstelik Tanacı bu numarayı Coco’dan önce kurduğu English Home’da da yapmış. Onları da İngiliz çarşafı diye almış millet.

Neyse. Bizim ilgilendiğimiz Coco çarşaflarının Türk Malı mı, Fransız çakması mı yoksa İngiliz kumaşı mı olup olmadığı, patronun memleketi değil. Patron patrondur. Yerlisi-gayri millisi olmaz. Biz işçilerin nasıl sömürüldüğüyle ilgileniyoruz. Üstelik Madame Coco hizmet sektöründeki sömürünün en çarpıcı örneklerinden biri.

Nereden mi öğrendik? Elbette mağaza çalışanlarından…

Madame Coco’nun farklı mağazalarında çalışan işçiler Patronların Ensesindeyiz Ağı’nda bir araya geldiler ve kendi imzalarıyla bir açıklama yaptılar.
Bu tip yerlerde çalışanlar için “Canım kapalı sıcak ortam, çoğu AVM içinde, gelen giden muhabbet, ne istiyorsunuz” diye düşünenler, Coco çalışanlarının anlattıklarını dikkatle okusunlar.

Çoğu asgari ücret alıyor ama ay sonunda bu kadarı bile eline geçemeyenler oluyor. Mağazada müşteri dolaşırken bir şey mi kırdı, parası ay sonunda tak diye ücretten kesiliveriyor. Maliyet artmasın diye mağazalardaki alarm sistemi güçlendirilmediği için sıklıkla yaşanan hırsızlık vakalarının faturası da onlara kesiliyor. Ay sonunda ücretlerden düşüyor.

Biraz da bu nedenle sürekli talep edilen fazla mesailere ses çıkarmıyorlar. Gel gör ki fazla mesai ücretleri de keyfe keder zamanlarda ödeniyor.

Mağazalarda çoğunlukla eksik personel çalıştırılıyor. Az çalışana çok iş yani. Müşteriyle ilgilenen zaman geliyor temizlik de yapıyor, depoya da koşuyor. Sesini çıkaran ya kovuluyor, ya da başka mağazalara sürülüyor.

Düşük ücret, uzun çalışma süreleri, ücret kesintisiyle cezalandırma, kötü muamele…

Madame Coco işçileri şimdi bunları dile getirmeyip “elli katlı binanın üzerindeki iskelede sıva mı yapıyoruz canım” deyip hallerine şükür mü edeceklerdi?

Madame Coco patronu öyle yapmalarını istiyor. Açıklamanın kamuoyunda ses getirmesinin üzerine şirket, WhatsApp grupları üzerinden çalışanlara “sosyal medyada trollük yapın” talimatı geçti. Talimat, Patronların Ensesindeyiz Ağı’nın web sitesinden anında teşhir edildi.

“Biliyorum ki hepiniz bu markayı kendi markanız olarak benimsediniz, işinizi aşkla yaptınız, vücudunuzun bir parçası gibi işinizi gördünüz ve yaşadınız…” Böyle diyor patron mesajda. Güzel şeyler yazın sosyal medyada diye ekliyor. Yalancı şahitlik istiyor kısaca.

Oysa çalışanlara kendi markaları olarak görmeleri gerektiği söylenen markanın sahibi Tanacı boğazda aylık kirası 45 bin lira olan yalıda oturuyor.

Aşkla yaptığı işmiş, vücudunun parçası gibiymiş! Çalışanların vücutlarının parçası haline gelen tek şey saatlerce ayakta durmaktan ve taşımak zorunda kaldıkları koliler yüzünden oluşan bel ağrıları.

Neyse ki yalancı şahitler de kısa sürede pes etmek zorunda kaldı. Madame Coco İşyeri Komitesi’nin açıklamalarının yayınlandığı Patronların Ensesindeyiz sosyal medya hesaplarında dün gün boyu sürdürdükleri trollik denemeleri boşa düştü.
Bir başka iyi haber ise mağazalarda çalışma sürelerine, mola sürelerine, hafta tatili kullanımına özen göstermelerini isteyen ve bu konuda yapılan hataların yasal anlamda firmayı zor duruma düşürebileceği uyarısını içeren mesajlar oldu. Ve bu arada bazı şubelerde fazla mesai ücretlerinin ödenmeye başladığını öğrendik.

Alpaslan Savaş / SOL

Faşizmi düşünmek -( I-II ) - Ergin Yıldızoğlu

(I)

Çağımızın en tehlikeli özelliği, faşizmin yeniden yükselmeye başlamasıdır.

Tarihsellik... 
Faşizm, kapitalizmin belli bir “durumunun” (yapısal krizinin) içinde, giderek egemen sınıfın tercihine dönüşen bir siyasi-toplumsal hareket olarak ortaya çıkar. Bu nedenle, faşizm, kaçınılmaz olarak, kapitalizmin andaki durumunun, örneğin, sermayenin örgütlenme biçimlerinin, değerlenme coğrafyasınınteknolojik altyapısının, düzenini doğallaştırmak için dayandığı ideoloji ve kültürün, bu ideoloji ve kültürün üretim/ yeniden üretim süreçlerinin, nihayet, belki de en önemlisi, işçi sınıfının, orta sınıfların yapısal özelliklerinin, egemen sınıfın gereksinimlerinin damgasını taşıyacaktır. 
Bu yüzden, bugün, 1930’ların, emeğin ve sermayenin örgütlenme biçimlerinden, analog teknolojiye dayanan kültür ve iletişim endüstrisinden, hazlara değil de  işlevselliğe  dayanan tüketim normlarının yarattığı öznelliklerden farklı özellikleri yansıtan bir faşizm düşünmek gerekiyor. 

Örneğin, bugünkü faşizm, o dönemin, geniş kitleleri, devleti kontrol etmenin standart
aracı olan dikey bürokratik örgütlenmelere, sokaklarda Yahudilere saldıran, halkı sindiren üniformalı milislere gerek duymayabilir. 

Bugün faşizmi düşünürken, öncelikle, onun sergilediği biçimleri değil, hep sabit kalan, zamanla değişmeyen, onu kendisi yapan özelliklerini tanımlamaya çalışmak gerekiyor. Ancak bu özelliklerin hepsi birden bir araya gelmiyor, belli bir “oluş süreci” yaşanıyor. Ne yazık ki çoğu kez, özellikle liberal demokrasi bu oluş sürecinin ayırdına zamanında(!) varamıyor. 

Birincisi, faşizm, herkesi buyruğuna uymaya zorlayan otoriter rejimlerden, örneğin askeri diktatörlüklerden, daha fazla bir şeydir. Faşizm, salt bireyin kendisine uymasını talep etmez; onun bireyin, yaşamının her düzeyini, dahası bedenini ve zamanını, belli bir “hakikat rejimine” uygun biçimde denetlemek ister. Faşizmde birey salt devlete, lidere uymaya değil, aynı zamanda belli biçimde düşünmeye ve yaşamaya, bundan da haz almaya zorlanır. Bu anlamda faşizm totaliter bir rejimdir. Ancak bu totaliterliği mutlak olarak değil, bir eğilim, arzu, bu arzuyu gerçekleştirme çabaları olarak düşünmek gerekir. Örneğin Alman faşizmi, totaliter bir rejim kurma çabalarında, İtalyan faşizminden çok da ileriye gidebilmiştir.

Faşizmin özü 
Faşizmi “kendisi yapan”, zaman içinde değişmeyen özelliklerini (özünü oluşturan bileşenleri) daha önce Eco’dan aktarmıştım. Özetle: 
1) Gelenek kültü. Geçmiş bir zamandaki yaşam pratiklerine, kullanılan dile özel ilgi. 2) Aydınlanma’yı, dejenerasyonun başlangıcı olarak görmek. 
3) Uzmanlara, eğitilmişlere karşı bir düşmanlık: Muhalif entelektüelleri simgesel ve fiziki şiddetle susturmaya, tasfiye etmeye çalışmak. 
4) Liderden farklı düşünmeyi ihanet olarak görmek. 
5) Etnik kökeni, dini, cinsel pratikleri farklı olandan korkmak. 
6) Düş kırıklığı yaşayan bir kitleden oluşan bir toplumsal taban. 
7) Belirgin bir toplumsal kimlikten yoksun bırakılanlara sunulan, aynı ülkede doğmuş olmak (aynı dinden, mezhepten olmak-EY) gibi bir ortaklıktan kaynaklanan, soyut bir kimliği yüceltmek. 
8) Düşmanlarının refahındansiyasi gücünden korkmak. “Öteki”ni, hazlarını yaşayabildiğini hayal ederek kıskanmak. 
9) Halkçı bir seçkincilik. Bir taraftan her vatandaş (grup üyesi-EY) dünyanın en iyi kümesine aittir, harekete katılanlar ise en iyileridir. Diğer taraftan, halk o kadar zayıftır ki güçlü bir liderin varlığına gereksinim duyar. 
10) Kahramanlık kültü: Faşizmde “kahraman”, ölümü arzular, ölmek için sabırsızlanır, bu sabırsızlıkla birçok insanı ölüme gönderir. 
11) Faşizm, kadın-erkek eşitliğini yadsır. Standart olmayan cinsel pratiklere (LGBT) yönelik kuşkuyu, nefreti körükler. Faşist silahla oynamayı sever. Bu oyun ona, savaş ve seksin yerine ikame edilen bir fallusa erişme fantezisi sağlar. 
12) Faşist popülizmde bireylerin hakları yoktur, bir halk olarak homojen bir bütünlük oluştururlar. Lider bu bütünlüğün iradesini temsil eder. Faşizm parlamenter pratiklerden nefret eder. 
13) Faşizm, bir “yeni dil” konuşur. Sözcük hazinesi yoksullaştırılmış, basitleştirilmiş dil, karmaşık, eleştirel akıl yürütmeye olanak veren araçlara ulaşımı engeller. 

Bugün, yalnızca merkez ülkelerde değil, Brezilya, Macaristan, Polonya, Hindistan gibi ülkelerde de yükselirken, bu özellikleri sergilemeye başlayan (oluş sürecindeki) toplumsal hareketleri, liderleri sağ popülizm, otoriterlik eğilimleri olarak nitelemek, eksik ve siyasisonuçları açısından yanlıştır. Örneğin, toplumsal bir harekete dayanmayan otoriter rejimlerden, bir liderin ya da kliğin, ailenin, seçimlerle ya da başka bir yolla tasfiye edilmesiyle çıkılabilir. Faşizmden çıkabilmek için, çoktan işlevini kaybetmiş bir parlamentonun sınırlarını aşan, kapsamlı bir siyasi kültürel çatışma, geniş bir toplumsal katılım, devlet ve toplumda derinlere nüfuz edecek bir tasfiye süreci gerekecektir.

(II)

Faşizmin, kapitalizmin bugünkü “durumunun” içinde yeniden yükselmeye başladığını, ancak, 1930’lardakine benzer bir “görüntü” sunmayabileceğini vurgulamıştım. Bugün, 1930’lara benzer hareketler yerine, faşizmin, özünü oluşturan unsurları düşünerek, bunların bugünün kapitalizmi içinde bir araya gelme sürecini anlamaya, egemen sınıfların tercihi haline gelmeden durdurmaya, süreç tamamlandıysa, kurtulmanın yollarını, liberalizmin fantezilerine kapılmadan bulmaya çalışmak gerekiyor.

Kapitalizmin dünü ve bugünü 
Bugünün kapitalizmini, 1930’larda ilk bileşenleri ortaya çıkmaya başlayan, ancak esas olarak II. Dünya Savaşı’ndan sonra şekillenmiş Fordist sermaye birikim  rejiminin  yapısal krizi temsil ediyor. Fordist sermaye birikim rejiminde Taylorist emek yönetimi ve elektrikli bant sistemine dayalı bir sanayi üretimi -homojen maddi emek- egemendi. 1930’larda, egemen sermaye, ulusal merkezlerde yoğunlaşmıştı, en önemli faaliyet alanı olan ağır sanayinin, silah ve otomotiv sektörleri üzerinden devletle çok girift bağları vardır. Giderek gelişen kitlesel üretim modeli açısından, disiplinli, homojen bir işçi sınıfı ve tüketicinin varlığı, hammadde, enerji kaynaklarına ulaşmak özellikle önemliydi. 

Egemen kültürde, verimlilik anlayışının örgütsel yansıması, sermayenin merkezi bürokratik, karmaşık iş bölümü ve çok katmanlı hiyerarşik yapılanma eğilimiydi. Kültür endüstrisi, radyo, fotoğraf makinesi, sinema gibi araçlarla yeni şekillenmekteydi.  “Gösteri Toplumu”nun ilk işaretleri vardı, ancak bunlar henüz evlerin içinde değil, belli zamanlarda devasa meydanlarda, sinema salonlarındaydı.

Bugün, egemen sermaye ulusal merkezlerini korumakla birlikte, alt merkezler, tedarik zincirleri, edinimler ve birleşmeler üzerinden uluslararası, kimi durumlarda çokuluslu özellikler sergiliyor. Fordist üretimin dikey ve bürokratik yapıları, büyük üretim birimleri, homojen piyasaları büyük ölçüde parçalandı, yerini yatay örgütlenmiş üretim ve yönetim gruplarına, “kalite çemberlerine” bıraktı. Bu gelişmeler işçi sınıfının parçalandığını, yapısının ve mekânlarının değişmekte olduğunu söylüyor. 

Bugün, tüketim alanında, işlevsel değil hazlara dayalı, reklamcılık sektörü üzerinden kültür endüstrisiyle bütünleşmiş bir yapılanma gelişmiştir. Sanayi üretimi, maddi emek hâlâ yaygın biçimler olmakla birlikte, artık stratejik sanayiler, bilişim, iletişim, eğlence; emek biçimi de dijitalleşmeye paralel gelişen gayri maddi, programlanabilen, kendini programlayan emektir. Bu yeni emek biçimleri yeni sınıf şekillenmelerine işaret ediyor. 

Gerek üretimin, gerekse de tüketimin yönetiminde dikey değil, “düğüm” noktalarını birbirine ağlayan, ağlar üzerinde yaşayan yatay bir örgütlenme gelişmektedir. Bugün, kültür endüstrisinin, sermaye birikiminin belki de en stratejik parçasını oluşturması, televizyon yayınlarının ötesinde, cep telefonlarıyla ofisi, yüzlerce kanal ile sinemayı internet üzerinden ev içine sokan, Amazon, Sky, Netflix gibi hizmet sunucuları, Googe, Facebook, Twitter gibi, “veri hasadı” yapan sosyal medya şirketleri, en önemli gelişmelerdir. Artık “gösteri toplumunun” etkisinin (izleme/eğlence) ve devletler, şirket tarafından izlenme ağlarının dışına düşebilmek son derecede zordur.

Ve faşizmler... 
“Dünkü” faşizmde, merkezi bürokratik partiler, hem taraftarlarını harekete geçirmenin, toplumu kontrol etmenin, hem de devleti ele geçirmenin aracıydı. Parti, hareketin her noktasında var olmayı amaçlarken, devletin içinde, giderek devletin yerine geçen ikinci bir devlet aygıtı oluşturuyordu. Faşist parti ve hareket, rakiplerini susturma, “ötekini”  aşağılama, yok etme sürecinde, devletin yanı sıra, üniformalı milislerden yararlanıyordu. 

Bugün, faşist partinin, hareketin her yerinde var olmasının aracı artık, toplumu oluşturan bireylerin izlemekte olduğu “gösteri toplumunun” ekranlarıdır. Milislerin işlevini, satın alınmış, sindirilmiş bir medya, tüm izlenme zamanlarını doldurarak, yaygın biçimde simgesel şiddet uygulayarak üstlenmiştir. Artık muhalefeti susturmak için, özel durumlar dışında fiziki şiddet gerekmez. Muhalefetin kendini ifade etme olanaklarının, hatta yaşama alanlarının yok edilmesi yeter. Aynı yöntem parlamenter sistem için de geçerlidir. Parlamenter sistemin ortadan kaldırılması, partinin devletin yerine geçmesi gerekmez. Güçler ayrılığının, seçimlerin ve parlamentonun işlevsizleşmesi, idari ve ekonomik kararların, yasa yapma pratiğinin bir merkezde birleşmesi yeterlidir. 

Fiziki şiddet uygulama sorunu da, yargıda ve polis-ordu gibi şiddet araçlarında kadrolar, harekete sadık olanlarla değiştirilerek, milislere gerek kalmadan çözülür. Faşist partiler bugün bir lider ve lider kadrosu etrafında, yanlamasına ancak toplumun tüm hücrelerinde var olacak biçimde, bir “hakikat rejiminin” desteklediği maddi ve manevi ödüllendirme/cezalandırma pratiği üzerinde yaşayan network tarzı bir örgütlenmeyle yetinebilir.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Türkiye'nin reçetesi de Denktaş yöntemlerinde! - Arslan BULUT

Bazıları çevrelerine ümitsizlik aşılıyor. İnsan, kendi hayatından ümidini keserse yaşaması için bir sebep de kalmaz. Devletler veya milletler de böyledir.

Hedefleriniz olacak, karşınızda dışarıdan destekli olduğu için çok güçlü görünen yapılar olsa da siz yine millete dayanacaksınız. Veya Atatürk gibi Rauf Denktaş gibi düşüneceksiniz.

Atatürk, Nutuk'ta, yöntemini şöyle açıklamıştı:
"Ben milletin vicdanında ve geleceğinde hissettiğim büyük gelişme kabiliyetini, bir millî sır gibi vicdanımda taşıyarak, yavaş yavaş bütün bir topluma uygulatmak mecburiyetinde idim."

İşte milletin kültürel kodlarında mevcut bulunan o güce güvenmek gerekir. Büyük yıkım operasyonlarına rağmen hiçbir millet, Türk Milleti'nden daha iyi durumda değildir. Bütün mesele, kişisel çıkarları, milletin çıkarları karşısında bir kenara bırakmaktır. Millet, bunu yapabildiği oranda güçlüdür, aksi halde zayıflamaya başlar.
                                                             ***

KKTC'nin kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, Türkiye'deki AKP iktidarı desteği kestiğinde hatta "AB'ye girmemizi Kıbrıs engelliyor, verelim de girelim" kampanyası başlatıldığında, İstanbul'da gazetecilerle bir toplantı düzenlemiş ve "Biz Kıbrıs'ta 400 yıldır görevliyiz, nöbetteyiz. Kıbrıs Türkiye'nin bağrına saplanan bir hançer olmasın diye... Atatürk'ün 1935'de kurmay subaylara belirttiği gibi Türkiye'nin ikmal yolları kapanmasın diye..." demişti...
2003 yılında görüştüğümde ise daha büyük baskı altındaydı ve üstelik suçlanıyordu. Ama şöyle demişti:
-İlk defa suçlanmıyorum ben…  Bu suçlamalar maksatlıdır, beni sindirmek içindir, korkutmak içindir. Bilmedikleri bir şey vardır; hak ve hürriyet müdafaasında bir insan haklı olduğunu biliyorsa, halkı da kararlı ise ve kendisini destekliyorsa, bu gibi suçlamalarla ne sindirilebilir, ne susturulabilir. Bunu bilmiyorlar...
- Yıllar önce yaptığımız görüşmemizde ki o dönem üzerinizde 4'lü zirve, 9'lu zirve gibi baskılar yapılıyordu. Özal'ın baskıları vardı, onları kast ederek "Bunları nasıl aşacaksınız?" diye sorduğumda, "direneceğiz" demiştiniz. Bundan sonra ne yapacaksınız?
-Direndik işte! Baskılar karşısında direnişten başka çare yoktur. Yine direneceğiz...

                                                            ***

Bir yıl sonra görüştüğümüzde ise aramızda şu konuşma geçmişti:
-Sayın Denktaş, siz bir devlet kuran devlet adamısınız. Her anınız dakikanız, saniyeniz bile bu devleti yaşatmak için geçiyor. Atatürk de bir devlet kurucusuydu ve ona sağlığında Milli Türk Talebe Birliği Başkanı Dr. Zeki Butur, "İstikbaldeki Türk devlet adamlarına ve Türk gençliğine vereceğiniz bir siyasi hedef, siyasi bir vasiyet var mıdır?" diye sormuştu. Allah uzun ömürler versin ama tarihe bu konuda bir kayıt düşsün diye aynı soruyu size soruyorum. Siz, önümüzdeki dönemde Türk devlet adamlarına, hem Türkiye'deki hem KKTC'deki devlet adamlarına ve Türk gençliğine nasıl bir siyasi hedef, siyasi bir vasiyet bırakıyorsunuz?

Gözleri yaşaran Denktaş şöyle demişti:
-Efendim, bir insan topluluğunun erişebileceği en yüksek mertebe, egemenliği kavramasıdır, devletini kurmasıdır.  Kıbrıs Türkleri, anavatanlarının da yardımı ve desteğiyle, bu mertebeye ulaşmışlardır. Ve kader beni, bu mücadelede görev başında tutmuştur. Benim vasiyetim... Gençliğe... Egemenliğinize, devletinize sahip çıkmadığınız an, devletsiz kalırsınız. Rum toplumu içinde, onların idaresinde küçük bir topluluk olursunuz... Bunları bilerek yaşayınız... İç sıkıntılar sebebiyle devletinden vazgeçmiş bir topluluk dünyada görülmemiştir. Bugün, Filistin gençliğinin bizim mertebemize ulaşmak için, egemen bir devlet sahibi olabilmek için katlandığı mücadeleye bir bakınız... İsrail'in devletinden yoksun bırakılmamak için katlandığı mücadeleyi gözünüzün önünde tutunuz... Ve Allah'a şükrediniz ki,  Türkiye sayesinde, Anavatan sayesinde devlete kavuştunuz, egemenliğe kavuştunuz... Bunun bedeli yoktur.

                                                                ***

Türk gençliği de aynı ruhla devletini, çözülmekten kurtarmak için çalışmalıdır.


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

15 Kasım 2018 Perşembe

Atatürk’le aldatmak-II - FATİH YAŞLI

14 Mayıs 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti’nin (DP) ilk icraatı bugünlerde yeniden tartışılan Türkçe ezan uygulamasının kaldırılması olmuştu. Bu şaşırtıcı değildi, çünkü Menderes inkılaplar arasında bir ayrım yapmış ve “millete mal olmayan” inkılaplardan vazgeçileceğini söylemişti; Türkçe ezan da böyle görülüyordu.

Menderes ve DP dönemi 1946’da bizzat CHP eliyle başlatılan inkılaplardan geri adım atma sürecinin bir karşı-devrime dönüştüğü yıllardı. Cumhuriyet’in ekonomik felsefesi, laiklik, aydınlanma, özerk dış politika bu dönemde çöpe atıldı. Komünizm tehdidi bahanesiyle Türkiye emperyalizmin bir uydusuna dönüştürülürken kapılar gericiliğe sonuna kadar açıldı.

Peki aynı iktidarın bir “Atatürk’ü Koruma Kanunu” çıkarmış olmasının nedeni neydi, ortada bir çelişki yok muydu? Elbette ki yoktu. Atatürk politik bir figür olmaktan çıkarıldıkça, devrimci yanları ortadan kaldırılıp şekli anmalara, ritüellere, heykellere hapsedildikçe, ihtiyaç duyulan şey onun “manevi kişiliğinin korunması” olmuştu. Hem bu sayede DP ve Menderes tepkilere de bir set çekmiş olacaklar, kendilerinin de Atatürkçü olduğunu söyleyebileceklerdi.

Benzer bir durumun günümüz Türkiye’sinde de yaşanması bir tesadüf mü peki? “Atatürk’ü Koruma Kanunu”nun tam da karşı-devrimi nihayetlendirerek rejimi değiştiren bir partinin iktidarında böylesine güncel olması çelişik bir durum değil mi sahiden de?

Hayır değil, çünkü DP’nin mirasçısı AKP de Atatürk’ü tarihsel bağlamından koparmaya ve kendi inşa ettiği rejime uygun bir figüre dönüştürmeye çalışıyor. Atatürk’ün Milli Mücadele’deki komutanlığı öne çıkarılırken, kurduğu Cumhuriyet ve onun değerleri itibarsızlaştırılıyor, değersizleştiriliyor. Hatta İnönü üzerinden ve “tek parti zihniyeti” adı altında doğrudan değilse de dolaylı olarak aslında Atatürk’e saldırılıyor.

Tüm bunlar yaşanırken bu kanun üzerinden yapılan tutuklamalarla ise hem Atatürkçü kitlelerin amiyane tabirle “gaz”ı alınmaya çalışılıyor, hem “Asıl Cumhuriyetçi biziz” deniliyor, hem de daha radikal unsurların neyi ne zaman söyleneceklerinin sınırı çiziliyor. İktidar partisinin en büyük başarılarından birisi de bu aslında: Rejim inşası süreci acele etmeden, zamana yayarak sürdürülüyor ve buna uygun hareket etmeyip “erken öten horozlar”ın başı kesiliyor.

Tam da bu nedenle bu rejimin hakikatini, 10 Kasım günü Atatürk’ü Koruma Kanunu’na muhalefet ettiği gerekçesiyle Edirne’de tutuklanan kadın oluşturmuyor; o ve onun gibiler rejim inşası için verilen ufak tefek kurbanlar sadece. Bu rejimin hakikatini personel sayısı dağ gibi artan, bütçesine para yetişmeyen ve devlet içinde devlete dönüşen Diyanet’in başındaki zatın Kadir Mısıroğlu adlı meczubu ziyareti oluşturuyor.
 
Asıl hakikat bu; çünkü aynı kişiyi sadece Diyanet İşleri Başkanı değil, bizzat rejimi inşa eden, bizzat rejimin en tepesinde yer alan zat da ziyaret etti. Asıl hakikat bu; çünkü bugün Türkiye’yi yöneten kadrolar, gençlik yıllarında Kadir Mısıroğlu’ların, Necip Fazıl’ların, Mehmet Şevket Eygi’lerin rahle-i tedrisatından geçtiler, onların talebeleri oldular, Osmanlı’yı, Cumhuriyet’i, Atatürk’ü onlardan öğrendiler. Tam da bu nedenle hocalarından hayatta kalanlara yönelik bir vefa ve inşa ettikleri rejime dair bir borç ödeme gösterisi bu.

Demek ki, “Atatürk’le aldatma” dediğimiz şeyi sadece verdikleri reklamlarla büyük şirketler yapmıyor, aynı şey daha az inandırıcı ve daha az başarılı olsa da iktidar için de geçerli. Başka birçok konuda ortaklaşan sermaye ve iktidar, burada da ortaklaşmış oluyor böylece.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Türkiye'deki Suriyelileri örgütleme operasyonu! - Batuhan ÇOLAK

Beşar Esad'ın devrilmesi için Suriye'de başlatılan operasyondan en büyük zararı gören ikinci ülke Türkiye oldu.

Tarihte eşi, benzeri olmayan bir nüfus hareketiyle karşılaştık.

Bu olayın küçük çaplı bir benzerini ABD'nin, Irak'a yaptığı I. Körfez müdahalesi sırasında yaşamıştık. Saddam, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgeleri kimyasal silahlarla vurmuş, yüz binlerce insan sınırlarımıza dayanmıştı. Güvenli bölge kurulma fikri ortaya atılmadan bu büyük nüfus Türkiye'ye alınmıştı. İnsanî niyetle yapılan bu hamle sonrasında Türkiye'deki PKK terörü en yoğun saldırı dönemini başlatmıştı.

Şimdi yaşadığımız tablo ise bambaşka... On binlerle ifade edilerek başlayan Suriyeli göçü milyonlara ulaştı. Şu anda gayriresmi olarak 5 milyona yaklaşan bir nüfustan bahsediyoruz.

Dünya üzerinde böylesi büyük bir nüfus hareketinin başka bir örneği bulunmuyor. "Esad devrilecek, Suriye'ye demokrasi gelecek" denilirken, Türkiye'ye büyük bir demografik operasyon gerçekleştirildi. Bu sürece zemin hazırlayanlar, bu organizasyonu kuranlar elbette gelecekte Türkiye'yi yönlendirecek projeler için çoktan düğmeye basmıştı.

Bu kapsamda Batılı ülkeler, tıpkı "demokrasi getirmeyi vaat ettikleri" ülkelere yaptıkları gibi Türkiye'yi karıştırmaya, Suriyeliler üzerinden "kimlik inşa etmeye" başlamış durumdalar.

Türkiye uyurken neler oluyor?
İstanbul Arel Üniversitesi'nde 31 Ekim 2018 tarihinde "Suriyeli Kadınları Güçlendirme" adıyla kapsamlı bir proje başlatıldı. 1 Kasım 2018-1 Mayıs 2019 tarihleri arasında süreceği açıklanan projenin amacı, "Türkiye'de yaşayan Suriyeli göçmen kadınların kadın hakları, mülteci kadın hakları, toplumsal cinsiyet ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddet, kadın sağlığı başlıklarında düzenlenecek çalıştaylarla toplumsal farkındalığın artırılarak bilinçlenmenin sağlanması" şeklinde ifade ediliyor.

Ülkelerine birkaç mülteciyi alınca "istifası istenen" Norveç hükümeti projenin en büyük destekçisi! Norveç'in yanı sıra bu projeyi destekleyen çok enteresan kuruluşlar var; Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu, HayatSür Derneği, Kadınlarla Dayanışma Vakfı (KADAV), Uluslararası Mavi Hilal Derneği, Arel Üniversitesi Radyo'su, Şişli ve Sultanbeyli Belediyesi...

Projeyi destekleyenlerin oldukça enteresan bağlantıları var. Bunlardan biri Hayat-Sür Derneği... Derneğin resmî sayfasındaki "hakkımızda" bölümünde şu ifadelerle karşılaşıyoruz:
"HayatSür Derneği; Türkiye'deki yaşayan mültecilere eğitim, psikososyal destek, entegrasyon ve yetenek geliştirme/meslek edindirme alanlarında destek vermeyi amaçlayan bir sivil toplum kuruluşudur... Bu amaçla, 2014 yılından bu yana Hatay, Gaziantep ve İstanbul'da özellikle Suriyeli çocuklara, öğretmenlere ve kadınlara yönelik projeler gerçekleştirildi. Suriyeli öğrencilere yönelik ücretsiz Türkçe dil kursları açtık. Devlet okullarına kayıt ettirdik. Çeşitli okul ve eğitim merkezlerine eğitim malzemeleri ihtiyaçlarında destek verdik. Suriyeli girişimci kadınlara ekonomik bağımsızlıklarını kazanabilecekleri projelerinde maddi ve manevi destek sağladık."

Buraya kadar her şeyi normal kabul edelim. Peki bu dernek, bu eylemleri yapabilecek parayı nereden buluyor?


Bağlantıları araştırdığımızda çok enteresan sonuçlara ulaşıyoruz.
HayatSür Derneği'nin parası Açık Toplum Vakfı tarafından karşılanıyor. Bir diğer ifadeyle George Soros tarafından!

Projenin bir başka destekleyicisi ise Kadınlarla Dayanışma Vakfı (KADAV)... Vakıf sitesine girdiğimizde Kürtçe "Biji Yekitiya Jinan" (Yaşasın Kadın Dayanışması) yazısıyla karşılaşıyoruz. Aynı sitede vakfın faaliyet alanı".. Son birkaç yıldan bu yana ise, bu başlıklara ek olarak çoklu ayrımcılığa maruz kalan göçmen kadınlar ve mahpus kadın ve LGBTİ bireylerle dayanışma örgütlemeye çalışıyoruz." şeklinde tanımlanıyor. "Ayrımcılığa maruz kalan göçmen kadınlar" denilerek, ayrımcılığa uğrayan kadınlar arasında bile "göçmen-göçmen değil" ayrımı yapılıyor!

Projedeki bir başka oluşum ise Mavi Hilal Derneği... Derneğin bağlantılarını incelediğimizde "Community Housing Fund, Catholic Relif Service" gibi uluslararası fon kuruluşları dikkat çekiyor.

Özetlemek gerekirse, Türkiye'deki mültecilerle ilgili Soros ve türevi oluşumlar çoktan devreye girmiş durumdalar. "Türkiye'ye entegrasyon" adı altında ciddi bir siyasi bilinçlendirme yapılıyor. Bu projelerin hiçbirinde mültecilerin geri dönüşü üzerine program yapılmaması sizce normal bir durum mu?

Türkiye'ye uluslararası fon kuruluşları ve Batılı ülkelerin eliyle demografik operasyon yapılırken, uyutulmaya devam ediyoruz!


Batuhan Çolak / YENİÇAĞ

14 Kasım 2018 Çarşamba

Süreğenleşen ekonomik durgunluk - Öztin Akgüç

İktisat gözlemlerle, istatistiksel yöntemlerle doğrulanmış neden - sonuç ilişkisi kurulan, geçerli tutarlı kuralları, yasaları olan bir bilim dalıdır. İktisatta belli nedenler- göstergeler, belli sonuçları doğurur. Nedenler, göstergeler doğru algılanırsa, sağlıklı öngörülerde bulunularak önlemler zamanında alınabilir, gerekli politikalar izlenebilir. 

Bilecenlerin ekonomik başarı anlattıkları, övündükleri, övgüler yağdırdıkları dönemde, elverişli gözüken koşulların geçici olduğu, açıklamaların sağlıklı, geçerli dayanağının olmadığı, makro ve mikro düzeyde risklerin oluştuğu, ekonominin krize sürüklendiği, durgunluğun uzun süreli olacağı öngörülmüş, ifade edilmiş; ancak herkesin ekonomi hakkında “derin bilgisi” olduğundan kamuoyunda yankı bulmamıştı. 

Göstergelerin yönü politika yapıcıları tarafından doğru algılanamamış TÜİK ve TCMB etkisi taşıyan büyüme ve enflasyon rakamları gerçekmiş gibi sunulmuşoluşan riskler görmezden gelinmiş, ancak ekonomide neden - sonuç ilişkisi geçerli olduğundan kaçınılmaz yazgı gerçekleşmiş, ekonomi uzun süreli durgunluğa girmiştir. 

Geçen 2001-2’ye, 2009 krizlerine bakılarak bu sürecin kısa süreli olacağı beklentisi, koşulların değişmesi, artan makroekonomik riskler, ekonomide temizlenmesi gereken tortuların birikimi nedeniyle akılcı değildir. 

Dünya 2000’li yılların başlarından kriz belirtilerinin netleşmeye başladığı 2007 yılı ortalarına değin refah dönemi yaşamıştır. Fiyat ve finansal istikrar içinde üretim sürekli artmış, ekonomik büyüme hızlanmış, ticaret gelişmiş, işsizlik azalmıştır. Dünya ekonomisinde gelişmeler tüm ülkelere olumlu şekilde yansımış, ülkemiz de yararlanmıştır. 

Yalnız dış etkenler değil ekonomimizin iç koşulları da 2001-2 krizini aşmaya elverişliydi. İç ve dış borç stokumuz; iç borç stokumuz 150 milyar TL, dış borç stokumuz 130 milyon USD olarak günümüz düzeyine göre çok düşüktü; tüketici kredileri 6.5 milyar TL dolayında olup, hanehalkının “Borç / Gelir oranı” sorun yaratacak düzeyde değildi; finans sektörü dışı reel sektörün mali yapısı günümüze göre daha güçlü, fınansal riskleri daha azdı; kamunun özelleştirme alalamasıyla satılacak varlık birikimi vardı; IMF ile yapılan kredi anlaşması dış yatırımcılara yeşil ışık yaktığından, ülkeye yabancı sermaye girişi başlamıştı. Ancak günümüzde, 2002-7 döneminin elverişli iç ve dış ekonomik koşulları mevcut değildir. 

2009 krizinin kısa süreli olmasında dış koşullar etkili olmuştur. Gelişmiş ekonomiler durgunluktan çıkmak, deflasyona sürüklenmemek, belirli bir düzeyde enflasyon yaratabilmek için düşük hatta negatif faiz uygulamasıyla izledikleri genişletici para politikası, dünyada likidite bolluğu yaratmış, gelişmekte olan ülkelere, ülkemize de kısa süreli, spekülatif amaçlı da olsa sermaye akışına yol açmıştı. Sermaye girişi, ülkenin dış borçlarının artmasına, kuruluşların aşırı borçlanmasına, iç üretimin yerini ithal mallarının almasına, imalat sanayiinin montaj sinayiine dönüşmesine yol açarken, kurların ve faizin düşük kalmasına, genişleyen cari işlemler açığının fonlanmasına da olanak vermişti. 2009 krizinin kısa sürede geçiştirildiği izlenimini veren dış koşullar günümüzde geçerli değildir.
 
Artan dış borçlarımız kredi değerliliğimizi düşürürken, uluslararası finansal piyasalarda borç verme hoşnutsuzluğu da yaratmış, buna politik faktör de eklendiğinde ülkemizin elverişli koşulla dış kaynak bulması zorlaşmış, dış kaynak maliyeti artmıştır.

İç ve dış borcu artan, banka ve banka dışı kesimin mali yapısı bozulan, hane halkının borç yükü artan, kamu mal varlığı azalan, fiyat balonları oluşan, bütçe açıkları büyüyen, sürekli cari işlemler açığı veren, kredi değerliliği azalan, dünyanın en kırılgan ekonomileri arasında yer alan ekonomimizin durgunluktan çıkışı sancılı olacağı gibi, sürecin uzun süreli olması da beklenmelidir.

Öztin Akgüç / CUMHURİYET

Kredi hacminde daralma nelerin habercisi? - Erinç Yeldan

“Türkiye ekonomisi yurtdışından sermaye girişleri devam ettiği sürece büyüyen, sermaye girişleri durduğunda ise gerileyen bir ekonomi görünümündedir.” 
Yukarıdaki satırlar 2014 tarihli IMF IV: Çerçeve Raporu’nda yer almaktaydı. Aslında tüm 2000’li yıllar boyunca yakından bildiğimiz bu gerçek nihayet dönemin IMF raporlarında da artık itiraf edilmekteydi. 

Döneme damgasını vuran bir başka “tespit” ise “cari işlemler açığı finanseedildiği sürece sorun değildir” söylemi idi. 

Türkiye ekonomisinde giderek kronikleşen bir dengesizlik haline dönüşmekte olan dış açık (cari işlemler, yani yurtiçi tasarruf - yatırım açığı) sorunu, böylesine bir yorum ile geçiştirilmekte; ve coşku sellerine kapılmış finans piyasalarının (“oyuncuların”) tedirgin edilmemesine özen gösterilmekteydi. “Cari işlemler açığı finanse edilemez ise ne olur?” meselesi ise tahayyül bile edilemiyor; “şimdi artık her şey değişik” dogmalarıyla örtbas ediliyordu. Türkiye ekonomisi bu mantıksız ve akıldışı savlar ile 2009 krizini karşıladı. Kriz sonrasında sıcak para akımlarının coşkusuyla son bir kez daha saman alevi biçiminde büyüme gösterdi; birbiri ardına gelen yanlışlar, siyaset ve ekonomi kurumlarında yaşanmakta olan tahribat ile birlikte de şiddetli bir döviz krizine ve buradan da durgunluk / kriz sarmalına sürüklendi. 

Sahi, “Cari işlemler açığı finanse edilemez ise ne olur?” Bu anlamsız sorunun yanıtı ne yazık ki son derece ciddi sonuçlara gebedir. Soru anlamsızdır, çünkü “finanse edilemeyen” cari işlemler açığı diye bir dış açık türü yoktur. Cari açık eğer finanse edilemiyorsa, ortada açık kalmaz; cari işlemler dengesizliği sorunu zorunlu olarak çözülür, açık sıfırlanır; hatta denge artıya geçebilir.

***

Ama gene de soruyu ısrarla sürdürelim: Cari açık finanse edilemezse ne olur? 
Cari işlemler açığının bir yüzü ithalat hacmindeki aşırı talep ise, diğer yüzü de ulusal ekonomide tasarruf ve yatırımlar arasındaki farktır. Yani kabaca “harcama” talebindeki aşırı şişkinliktir. Harcama talebini yurtiçinde fonlayan ana kalem ise kuşkusuz, kredi hacmidir. Toplam kredi kullanımı ile cari işlemler dengesi birbirini bütünleyen olgulardır. Dolayısıyla, cari işlemler açığının finanse edilemediği bir durumda zorunlu olarak daralma göstermesi, kredi hacminde de daralma ile sonuçlanacaktır. Kredi talebindeki gerilemeyi ise reel ekonomide daralmanın ilk elden habercisi olarak yorumlamak gerekir. 

Verilere bakarsak, toplam kredi hacminin eylül başından beri gerileme içerisinde olduğunu net olarak görebilmekteyiz. Aşağıda Merkez Bankası’ndan derlediğimiz veriler, ağustos sonunda 2.587 milyar TL ile 2018’in zirvesine ulaşan haftalık kredi hacminin bu tarihten başlayarak hızla gerilediğini, 2 Kasım itibarıyla da 2.350 milyar TL düzeyine düştüğünü göstermektedir. Bu gözlem, reel olarak hesaplandığında ulusal toplam kredi hacminin neredeyse yüzde 30 oranında daralmış olduğu anlamına gelmektedir.
[Haber görseli]
                                   Kaynak: TC Merkez Bankası, veri dağıtım sistemi 

Söz konusu verileri tamamlamak açısından, Gayri Safi Yurt İçi Hasıla’ya (GSYİH) oran olarak finans dışı özel sektörün kullandığı toplam kredileri izler isek, burada da aslında durgunluğun 2017’nin başından beri hüküm sürdüğünü gözlemekteydik. Finans dışı özel sektöre açılan kredilerin milli gelire oranı 2017’nin birinci çeyreğinden 2018 başına değin yüzde 85 düzeyinde çakılı kalmıştır. 2018’in yakın dönemine ilişkin veriler derlendikçe özel sektör reel (finans-dışı) kesiminin kredi kullanımındaki çöküş kendini belli edecektir. 

Dolayısıyla, finanse edilemeyen cari işlemler açığının izdüşümü ulusal kredi talebinin daralması; bunun anlamı da reel krizin etkilerinin derinleşerek devam etmesidir. “En kötüsü geride kaldı” savı, bu gözlemler altında, sadece bir iyi niyet temennisinden ibarettir.

 Erinç Yeldan / CUMHURİYET

Et, Nusret, Sosyalizm, Türkiye filan (27/02/2017)…- KEMAL OKUYAN

Birkaç yıl önce Küba’da bizim görgüsüz mekanlarımızla kıyaslandığında oldukça mütevazı kalan ünlü bir tavuk restoranında gözümüz duvarlara asılmış müşteri yazılamalarına takılmıştı. Arada Türkçe bir şeyler de karalanmıştı, okuyunca öfkelendiren cinsten… Büyük bir şirketin bayi toplantısı için Havana’ya getirdiği zevzeklerden dökülen inciler aşağı yukarı şöyleydi: Küba’yı çok sevdik, doğası pek güzel, kızları da… Ancak yoksulluğu bizi çok üzdü, umarız bir gün bu durumdan kurtulursunuz. Kübalılar bu türden alçaklıkları bilmezler, yakınlık kuran insanları “dost” sanırlar, muhtemelen yüzlerine de gülmüştür bizimkiler garsonların…

Bir kağıt kalem istemiş ve çalışanlardan özellikle o yazılanların yanına asılmasını rica ederek hadlerini bildirmiştik arkadaşların…

Sonra o şirket battı, fabrikalar el değiştirdi, bir sürü insan işsiz kaldı. Kaldı da konumuz bu değil… Konumuz, Türkiye’den kalkıp Küba’ya gidip afra tafra yapanlar… 

Şu “ölü et skandalı”na ilişkin bakanlığın açıklamasını okurken birkaç ay öncesinden kalma bir habere rastladım. İngiliz basını tutmuş 2009 yılındaki istatistikleri yayınlamış, bizimkiler de oradan almış. Kontrol ettim, 2002 ve 2016 yılındaki veriler de aşağı yukarı aynı. Ortaya çıkıyor ki, Türkiye’de Küba’dan çok daha az et tüketiliyor. Yılda ortalama 49,4 pounda karşılık 25,3 pound. Kebabıyla, mangalıyla, köftesiyle ünlü Türkiye’yle acımasız bir ablukayla kuşatılmış ve hakkında 50 yıldır “halkı aç, sefil durumda” uydurmacasını dinlediğimiz ülkeyi kıyaslıyoruz!

Havana’daki tavuk restoranında ahkam kesenler muhtemelen bu ortalamanın üstünde tıkınıyordur. Sorun şu ki, Türkiye’de nüfusun büyük bölümü et yemiyor, yiyemiyor. Bunu bilerek, isteyerek tercih eden vejetaryenleri, veganları bir kenara koyuyorum; zaten tartıştığımız et tüketip tüketmemek değil, beslenememek.
Bir başka kuşatma altındaki ülke olan, hatta hakkında haftada bir “açlıktan birbirlerini yiyorlar” diye haberler üretilen Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (Kuzey Kore) ile Türkiye arasındaki fark o kadar az ki! 

Gıcır gıcır AVM’lerimiz, köprülerimiz, otoyollarımız, en az üç en iyisi beş diyen bir reisimiz var lakin beslenemiyoruz!

Ama olsun, şatafatlı ülkeyiz. Kişi başına et tüketiminde dökülsek de bizim Nusretimiz var, İngiltere’ye bile restoran açıyormuş. İngiltere’ye restoran açıyor, Dominik'te kadınları taciz ediyor. Evet Türkiye gelişmiş, Küba yoksul!

Kapitalizmin en büyük mahareti bu… Cehennemi yaldızlamak, üstüne yokluklar, yoksunluklar ve yasakları “cennette her şey var” diye geçiştirmek…

Küba’da ablukaya rağmen neredeyse Türkiye’nin iki katı et tüketilebiliyorsa ve üstelik bu aşağı yukarı topluma eşit dağılıyorsa, fazla söze gerek yok. 

Söze gerek yok ama kapitalizm sürekli konuşuyor. Medyasıyla, siyasetçisiyle, imamıyla… Sovyetler Birliği’nin son yılları yaşanırken Moskova’ya giden uçakta bir rehber yolculara “indiğimiz andan itibaren mahrumiyet bölgesinde olacaksınız, aç kalabilirsiniz, sorumluluk size ait” diye bilgi veriyordu. Oysa sosyalizmin ölüsü bile insanlarını asla aç bırakmıyordu, 1991’de kapitalizm Rusya’da egemenliğini ilan ettikten sonraysa, her gece sokakta ortalama 20 kişi can vermeye başladı.
Sosyalizmde eğitim ve sağlık hizmetleri herkese eşit ve ücretsizdir dediğimizde “ama insanlar aç” diye itiraz etmek adettendir. Buyrun rakamlar ortada! Küba’nın yemek kültürü çok farklıdır, alışmakta güçlük çekersiniz ama sosyalizm insanlarına onurlu bir yaşam, bilimsel eğitim, yaygın spor-kültür olanağı ve sağlığın yanı sıra yeterli besini de sağlamakta. Üstelik onca tehdide, kuşatmaya, sabotaja rağmen. Ha, çay bulunmaz, benim gibi onsuz yapamazsanız yanınızda götürün, insanlara çay dediğinizde “papatya çayı” içmek zorunda kalmak istemiyorsanız. Çay dışında sıkıntı yok!

Bizde eğitim çöktü, sağlık paraya teslim, et yerine benzinle besleniyoruz, ot bitmiyor, her yerimizden çimento fışkırıyor ve pek gelişmiş ülke oluyoruz, sonra aydınımız dahil sosyalizme bok atmakta yarışıyoruz.

20. yüzyılın ilk çeyreğinde muhteşem bir devrim dalgası sarmıştı dünyayı. En fazla da bizim coğrafyamız etkilenmişti bundan. Sovyetler Birliği ve Türkiye Cumhuriyeti, farklı ideolojilerle, farklı sınıfların elinde ama ikisi de devrimci bir iddia ile tam da bu dönem kurulmuştu.

Sovyetler Birliği, sosyalizme kuruluşa önderlik eden partinin içten içe çürümesi sonucunda çöktü. Türkiye Cumhuriyeti Türkiye’nin patron sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda gerici-yobaz bir ekip tarafından yıkıldı; yerine koymak istediklerini de ülkenin bünyesi kabul etmediği için yaman bir krizle karşı karşıyayız.

Sovyet sosyalizmi yalnızca Rusya’ya değil, daha geri bölgelere söz gelimi Azerbaycan’a, Türkmenistan’a insanca yaşamı, bilimi, sanatı, aydınlığı, eşitliği getirmişti. Sosyalizm yıkılınca bu ülkeler kabile sistemine geri döndüler. 

İzlemişsinizdir mutlaka, tekrar izleyin. Gülmek için değil ama öfkelenmek için. Ve bir daha sosyalizme kara çalarken iyi düşünün!



İşte yıllardır kapitalizme talim eden Türkiye!

Kemal Okuyan / SOL

Biz neden Paris'teydik? - AHMET GÜRSOY

Herkese millîlik dersi vermeye kalkanlar Cumhurbaşkanını uyarmadılar mı?
Diyen olmadı mı? "Sayın Cumhurbaşkanım, Birinci Dünya Savaşı bizzat üzerimize oynandı. Tek ve yegâne amacı vardı o da; bizim, Osmanlı Osmanlı diye diye yanıp tutuştuğumuz Osmanlı'nın coğrafyasını yer ile yeksan etmekti" diyemedi mi?

Hatta Sevr'i elimize tutuşturup, "Türkleri geldikleri yere göndermek" niyetinde olduklarını ve bunda da başı İngiltere ile Fransa'nın çektiğini anlatmadı mı Sayın Cumhurbaşkanına?

Derken 30 Ekim 1918'de koskoca İmparatorluğu bir İngiliz gemisinde yine bir İngiliz generaline anahtar teslimi yaptığımız ve bunun üzerine gerileye gerileye Polatlı'ya kadar çekildiğimizi kimse söylemedi mi?

Elbette..

Söylemezsen çağdaş Türkiye'nin hayat bulmak için çırpındığı Türkiye'den bir kadın politikacı çıkar ve size der ki: "Türk Milleti için 1. Dünya Savaşı 11 Kasım 1918'de değil 9 Eylül 1922'de, İzmir'de bitmiştir."

Pek hoşlanmazsınız ama devamında şunu da söyler: "Türkler, savaşın sonuçlarını tanımayan tek millettir."

Sayın Meral Akşener'in tespitleri yerindedir. Birinci Dünya Savaşı'nın son galibi biz Türkleriz. Ve son noktayı da İzmir'de koymuşuzdur.
Zamanın emperyalist galip devletleri, hepimizi vatansız bırakacaklarını sandılar ama başaramadılar.
Sevr haritasına mahkûm edeceklerini sandılar ve bunu da yırtıp attık.
Ne ile yaptık derseniz?
Çok açık ve çok net olarak belirtelim.
Milliyetçi ruhla..
Buna Kuvayı Millîye deniyor..
Koşulsuz vatanseverlik duygusuyla.
Mustafa Kemal'le yaptık.

Şimdilerde geçmişten aktarılan nefret duygularıyla kimileri antisemitizm (Yahudi karşıtlığı ve düşmanlığı) benzeri antitürkizm (Türk düşmanlığı) yapsa da; Türkler, masum ve fedakâr bir millet olarak tarihin gerçeğidir.
Öyle ki bu hâl, yaşayan ve var olan hakikattir.
Dolayısı ile reddi imkânsızdır.

Buna rağmen biz Paris'te, I. Dünya Savaşı'nın sona ermesi ile ilgili yıl dönümü törenlerindeydik?
Tesadüfe bakınız ki, yanlarında poz verdiğimiz o devletler, antitürkist planlarından halen daha vaz geçmiş değil. İçinde bulunduğumuz süreçte Suriye'nin içini oyarken aslında büyük amacın yine Türkiye'nin toprak bütünlüğü olduğunu bilmeyen kaldı mı?

Kürtçülük bunun eseri.
Tıpkı Birinci Dünya Savaşı öncesinden başlatılan Babanzade İsyanları gibi.
Onları anladık. İşlerini yapıyorlar. Ya biz?
Vahdettin politikalarında mı ısrar edeceğiz, yoksa Mustafa Kemal'e yüzümüzü dönerek tam bağımsız millî politikalara mı başvuracağız?

Herkesin cevaplaması gereken büyük soru bu..

Görüyorsunuz ki, tarihsel gerçek kimsenin peşini bırakmıyor. Dedelerimizin yediği erik biz torunlarının dişini çalmağa devam ediyor.  Sızıldanmak yok. Mücadele var. Dolayısı ile soracağız ve sorgulayacağız: "I. Dünya Savaşı'nın sonucunu kabul etmeyen ve İstiklal Harbi'ni başlatan Türk milletinin temsilcisi olarak" biz neden Paris'teydik?

Mondros'u kutlar gibi..

Evet buyurun.. Cevap verin. Neden?


Ahmet Gürsoy / YENİÇAĞ

13 Kasım 2018 Salı

Anti-İsmetizmin esbab-ı mucibesi - ORHAN GÖKDEMİR

Tuhaf bir dönemden geçiyoruz. Sovyetler Birliği ansızın çöktü ve Türkiye Cumhuriyeti son 38 yılda parça parça yıkılıp dağıldı. Sovyetlerden geriye kalan Rusya toprakları mafyoz bir çetenin eline düştü. Türkiye Cumhuriyetini parçalayıp yıkanlar ölüyü kaldırsın diye imamları çağırdı, teslim etti. İmamlar geldi, cesedi kaldırmak yerine tecavüz etmeyi seçti. 20. Yüzyılın iki ileri atılımının hazin sonudur. Dedim ya tuhaf bir dönemden geçiyoruz. 

Fakat yitirilmiş bu iki ütopyadan bakiye iki şey hala çok canlı. Biri Sovyetler Birliği’nden kalan Anti Stalinizm, diğeri Türkiye Cumhuriyeti’nden kalan–adını biz koyalım- “Anti İsmetizm”dir.

Neden böyle? 

Çünkü Sovyetlere saldıramayanlar Stalin’e, Cumhuriyete saldıramayanlar da İsmet İnönü’ye saldırıyor. Demek ki Stalin’de ve İnönü’de saldırmak istedikleri şeyin birer temsilini görüyor. İkisinin de hem temsil kabiliyetleri vardır ve hem de –öyle değerlendirildikleri vakidir- temsil ettikleri şeylerin zayıf karnı olarak görülmektedirler. Bu durumda bizim de Stalin ve İnönü’de, Komünizmi ve Cumhuriyeti teşhis etmemiz doğrudur. Onlar saldırıyorsa biz savunuyoruz. Savunurken tam da bu temsil kabiliyetinden yola çıkıyoruz. Stalin’i savunmak Komünizmi savunmak, İnönü’yü savunmak Cumhuriyeti savunmaktır. Çatışma çok serttir; savaştayız.

                                        ***

Kimdir İnönü? Mustafa Kemal’in en yakın silah arkadaşı, savaş kahramanı, Cumhuriyetle özdeş ikinci isim, usta diplomat, CHP Genel Başkanı, Cumhuriyetin ilk başbakanı ve ikinci Cumhurbaşkanı. Elbette "Milli Şef", bununla birlikte çok partili demokrasi denemesinin mimarı. Namı diğer "İsmet Paşa", Cumhuriyeti iyi kötü ayakta tutmayı başaran adam. Cumhurbaşkanı olduktan kısa bir süre sonra İkinci Dünya Savaşı patlak verdi. Sovyetler Birliği, Almanya, Fransa ve İngiltere gibi büyük güçlerin arasında usta manevralarla ülkesini savaşın dışında tutmayı başardı. Bu açıdan ne Hitler’e benzer, ne de Amerikancı olduğu söylenebilir. Hiç kuşkumuz yok, İnönü bir yurtseverdir. 

Onu Hitler’e benzetip Amerikancı olarak suçlayanların ilk icraatı ise Amerikan savaş aygıtının Türkiye’de konuşlandırılıp komşu ülkelerin halklarına ölüm yağdırmasına “evet” demek olmuştur. Bu büyük ihanet, Meclis’te bir kaza sonucu önlenebildi. Bunu beceremeyenler daha sonra Amerika’da kapı kapı dolaşıp “bizi süpürmeyin, kullanın, hazırız” diyerek yalvararak ayakta kalabildi. Anti-İsmetizmin şampiyonları bunlardır. 

                                       ***

Anti-İsmetizm’i anlamak için Anti-Stalinizm’e bakmamız gerek. İkisinin de kökleri İkinci Savaştadır.
Savaş bitti ve Komünizm savaştan zaferle çıktı. Paniğe kapılanlar savaşın hemen ardından “soğuk savaş” denilen karşı devrimi örgütlemeye girişti. Savaştan kaçıp Amerika’ya sığınan Herbert Marcuse, daha savaşın dumanı tüterken “Artık kapitalist sistemin savunulması karşı devrimin ülke içinde ve dışında örgütlenmesini zorunlu kılar” diye yazmıştı, kapitalizm bütün devrimler içinde en radikal olanın tehdidine karşı örgütleniyordu. ABD’ye biat eden Nazi istihbaratçısı General Reinhard Gehlen karşı devrimin en acımasız örgütü olacak CIA’nın temellerini atmaya başlamıştı. Amerikan imparatorluğu için bütün enerjisini yönelttiği tek bir hedef vardı artık; komünist yayılmanın durdurulması ve mümkünse yok edilmesi.

Bunun için gereken ideolojik donanım büyük paralar yatırılan projelerle yaratılmaya çalışılacaktı. Psikologları bir araya getirerek psikolojik harbi formüle etmeye çalışan CAMELOT, psikolojik savaş taktiklerini geliştirmek amacıyla seçkin sosyal bilimcileri bir araya toplayan TRUVA, Amerikan yaşam tarzını yaymayı amaçlayan Barış Gönüllüleri projesi bu ihtiyaçtan doğmuştu. Sosyal bilimlerin soğuk savaşın emrine verilişini 1965 yılında Amerikan Kongresi şu başlık altında rapor ediyordu: “Soğuk Savaş’ı kazanmak: ABD’nin İdeolojik Taarruzu.” Ama karşı devrimin asıl başarısı, bu örgütlenmenin geniş bir aydın kesimi “ikna” etmiş olmasındaydı. Bu o kadar öyleydi ki karşı devrimi ilk kez yazan Marcuse hakkında dahi bu örgütlenmenin ideoloğu olduğu yönünde söylentiler dolaşıyordu. Tablo, karşı devrimin askeri olmayanların önemli bir kesiminin de sansürün koruyucu kollarında huzur aradığını gösteriyordu. Karşı devrim, aydını ve bu arada aklı silerek yola koyulmuştu.

Zaten dönüşümün altyapısı “materyalizmi” en büyük suç haline getiren Nazilerce hazırlanmıştı. Almanya’da modern fizik makalelerinde determinizm hakkında yazılan reddiyeler, suçlamalardan kurtulmanın yaygın bir yöntemi haline gelmişti. Daha “kırılgan” olan felsefeciler ırkçılık veya doğrudan Nazizm ile flört ediyorlardı. Bilimde ve felsefede irrasyonalizm, faşizmin “rasyonel” ihtiyaçları tarafından kışkırtılmaktaydı. O kadar ürkütülmüşlerdi ki Nazizm’den kaçıp ABD’ye yerleşen Komünist Partisi ve Frankfurt Okulu üyesi Antropolog Karl August Wittfogel, Columbia’daki bir öğrenci çalışma grubunun üyelerini komünist olduğu gerekçesiyle ihbar etmeye kadar vardırmıştı işi. Wittfogel’ in ihbarı yüzünden yüzlerce öğretim üyesi işini kaybetmiş, birçoğu ülkeyi terk etmek zorunda kalmış ve aralarından bazıları intihar etmişti. Karl Polanyi gibi baskıyı nispeten daha hafif hasarlarla atlatanlar da vardı. Fakat baskı kesin sonuç vermişti.  ABD’de 1946’dan 1970’e kadarki Amerikan Antropologlarından Seçme Yazılar’da Karl Marks’a bir tane bile atıfta bulunulmamıştı. Beyinlerin silindiğinin işaretidir. 
Bu kader Frankfurt Okulu’nun göçerleri için de geçerliydi; Enstitünün Columbia Üniversitesi’ne taşınmasından sonra üretilen makalelerde, artık Marksizm ya da Komünizm gibi kelimeler kullanılmamaya, bunların yerine, “diyalektik materyalizm”, “materyalist toplum teorisi” sözcükleri kullanılmaya başlanmıştı. “Eleştirel teori” daha dolaylı ve durumu daha iyi karşılayan bir icattı. Kastedilenin Marksizm olduğunu artık ancak uzmanları anlayabiliyordu. Aydınlar önce proletarya, sonra Marksizm’den vazgeçirildi, içleri boşaltılınca da birer ihbarcı haline dönüştürüldü. Bu türden “sol tandanslı” felsefecilerin “Sovyet Marksizm’i” ve işçi sınıfının devrimci rolü üzerine eleştirileri Amerika’ya verilmiş birer af dilekçesinden ibaretti.

Anti Stalinizm işte bu iklimde boy vermişti. Komünizme doğrudan saldıramayanların bulduğu bir çözümdü Stalin’e saldırmak. Saldırının ikinci aşaması Sovyetlerin Marksizm’i çarpıttığı, kendine uyarladığı iddiasıydı. Marcuse, 1950’li yıllarda yayınladığı bir çalışmasına amaca daha doğrudan hizmet edecek bir başlık koymuştu: “Sovyet Marksizm’i.”

                                      ***
Fakat Sovyetler savaştan zaferle çıkmıştı ve hem Sovyetler Birliği hem de dünya halkları arasında prestiji çok yüksekti. Karşı propaganda çoğu zaman ters tepiyordu. Truva Projesi kapsamında bir araya getirilen ve “Amerika’nın Sesi” yayınlarını etkili hale getirmekte görevlendirilen sosyal bilimciler, 1951’de bir rapor hazırlayarak Dışişleri Bakanlığını uyardılar. Raporda Sovyetler Birliği’nden Batı’ya kaçanlarla ilgili şu önerilerde bulunuluyordu: “Açıkça ya da ima yoluyla, komünizmin kötü olduğu veya komünizmi küçümsediğimizi gösterecek bir konuma düşmekten kaçınmalıyız. Daha ziyade, Stalinizm’in, Marksizm’in Batı’da aslında barışçı bir evrim geçirmiş olan belli ideallerine ihanet ettiği görüşünü savunmalıyız. Sovyet toplumunun entelektüel temellerine açıktan ve topyekûn bir saldırı görüntüsü verilmemelidir.” Anti-Stalinizm, soğuk savaşın laboratuvarlarında imal edilmiştir.

Bu disiplinler arasında Sosyal Antropoloji, sömürgeciliğin hizmetkârı rolüyle en sabıkalı olandı. Antropologlar, Uluslararası Kalkınma Ajansı (AID), CIA’nin İleri Araştırma Projeleri Ajansı (ARPA), Sosyal Sistem Araştırmaları Merkezi (CRESS) ve devletin diğer araştırma kuruluşlarında sorunsuzca çalıştılar. İlgi alanları Alaska’dan Tayvan’a kadar yayılıyordu. Araştırma konuları köylülerin hangi koşullarda ayaklandıklarından, komünist tehdide karşı kırsal kalkınmaya kadar değişiyordu. Bu çalışmalar sonucunda hayatımıza yepyeni kavramlar girdi. Toplumların modern ve geleneksel olarak ikiye ayrılması, özgürlük ve totaliterlik arasındaki husumetin körüklenmesi, temel sorunların yerini çok kültürlülük, cinsel tercihler, feminizm gibi konular alması, siyaset bilimi tarafından liberalizmin meşrulaştırılması, kapitalist emperyalizm için en hayati eğilim olan tüketim ideolojisinin tek ölçü haline getirilmesi, özelleştirme ve globalleşmenin meşrulaştırılması ve tabii ki Anti- Stalinizm…

                                                            ***

Anti-İsmetizm daha yereldir, daha kabadır fakat her halinde Anti Stalinizm’in küçük ölçekli bir modelidir. Faşizme çağ atlatanlar onu Hitler’e benzemekle itham ediyor. Her türlü inancı baskılayanlar onda inanca bir saygısızlık buluyor. Emperyalistlerin ve ABD’nin kapısında yatanlar onda Amerikancılık seziyor. 

Komünizme sövemeyen Stalin’e, Cumhuriyete sövemeyen İnönü’ye söver. Lenin’i karalayamayan Stalin’i, Mustafa Kemal’i karalayamayan İnönü’yü karalar. Stalin ve İnönü’ye bakış, devrimcilik ile karşı devrimcilik arasındaki sınırdır. Eleştirmek ayrı, kim Stalin’e ve İnönü’ye kem bakıyorsa bilin ki o bir karşı devrimcidir. 
Onlar saldırıyor ve biz savunuyoruz. Mesele ne Stalin, ne İnönü’dür. Savunduğumuz Komünizm ve Cumhuriyettir. 

ORHAN GÖKDEMİR / SOL

Mansur Yavaş Ankara'yı rozetsiz yönetecekmiş...- ÖZGÜR ŞEN

CHP'nin büyükşehir belediye başkan adayıydı ve şaibeli bir seçimin ardından Gökçek'e kaybetti. Ondan önce MHP'den Beypazarı'nda belediye başkanlığı yapmıştı. Şimdi ise adı her partiyle anılıyor.

Her parti derken lafın gelişi her parti değil... CHP ve İyi Parti için ismi geçiyordu, ama son olarak AKP'nin yaptığı bir anketten dahi onun ismi çıktığı söylendi. Bundan rahatsızlık değil mutluluk duyduğu kesin. Çünkü adaylığı konusunda isminin bu kadar geçmesinin nedeni ona göre Mansur Yavaş ismiyle Ankara'nın özdeşleşmesi. Evet yanlış duymadınız, Yavaş, adaylığı konusundaki teveccühün şahsına değil Ankaralılara gösterildiğine inanacak ve bunu tam olarak böyle ifade edecek kadar iddialı.

Demek ki Yavaş'a göre adaylığının bu denli gündemde olması Ankaralılar için bir lütuf! Mansur Yavaş bizlere göklerden gönderilmiş bir hediye...

O zaman aynı açıklamasında herkesi partiyi, siyaseti, ideolojiyi bir kenara bırakmaya ve kendi ismi etrafında birleşmeye çağırması da normal karşılanmalı.
Mansur Yavaş'a bu cümleleri kuracak cüreti yalnızca isminin siyaset çevrelerinde bu denli çok telaffuz edilmesi vermiyor. MHP'den CHP'ye geçen, ismi İyi Parti'yle anılırken AKP'den de onay alabilen bu siyasetçi, bu partilerin arasındaki farklılıkların hızla önemsizleşebileceğinin somut kanıtı ve aslında esas olarak buna güveniyor.

MHP ile CHP arasında farklılıklar yok mu? Elbette var... İyi Parti ile AKP bire bir aynı partiler mi? Değil tabii ki... Ama mesele bu ayrım noktaları değil, bunların hızla önemsizleşebilecek olması.

Neden peki? 

Çünkü bu partilerin en katı görünen ayrımları dahi buharlaştıracak ortak noktaları var. Yavaş da buna vurgu yapıyor zaten ve bu ortaklıklara gönderme yaparak rozetleri bırakalım diyor.

Ankara'da yaşanan 24 yıllık tahribatı partisiz, ideolojisiz, siyasetsiz bir yönetim anlayışının onarabileceğini iddia eden Mansur Yavaş, aslında ortak partiyi, ortak ideolojiyi, ortak siyaseti işaret ediyor. Yavaş, MHP'yi CHP'ye, İyi Parti'yi AKP'ye bağlayan çizgiyi, piyasacılığın ve sermayenin egemenliğinin çizgisini hatırlatıyor.

Gökçek'i 20 yılı aşkın bir süre iktidarda tutan ve Ankara'yı sözcüğün tam anlamıyla mahveden anlayış da buydu zaten. Gökçek halka düşman, aydınlanmaya düşman, çevreye, kültüre, sanata düşman bir belediyeciydi, çünkü her şeyden ama her şeyden önce paraya ve paranın saltanatına aşık bir adamdı.

Şimdi rozetlerini bırakması beklenen partiler, Mansur Yavaş'ın etrafında halktan yana, aydınlanmacı, çevreye, kültüre ve sanata dost bir anlayışla mı bir araya gelecekler? 

Elbette hayır... 

Bu partilerin hiçbiri paraya ve onun hakim olduğu toplumsal düzene karşı çıkmıyor. Bu partilerin hiçbiri patronlar için bir tehdit oluşturmuyor. Bu partilerin hiçbirinin piyasacılıkla bir derdi yok. Piyasanın kurallarının belirlediği genel bir yönetim anlayışını savundukları gibi aynı kuralların geçerli olduğu bir belediyecilik anlayışına sahipler.

Mansur Yavaş da, tam olarak, işte bu anlayışın etrafında birleşelim diyor. Nasıl olsa herkes paranın hakim olduğu toplumsal düzenden yana... Nasıl olsa herkes piyasacı bir belediyecilik anlayışıyla şehirleri yönetmeye talip... 
O halde şimdi kendi rozetlerini atan tüm bu partilerin tek bir rozet etrafında birleşmesinin vakti: Piyasa ve sermayenin rozeti...
O rozeti taktıktan sonra partiler gibi isimlerin de bir önemi yok zaten. Yavaş ya da bir başkası fark etmez, buradan yalnızca halka, aydınlanmaya, çevreye, kültüre ve sanata düşman bir belediyecilik türer...

Gökçek de yıllarca bunu yapmıştı, rozetleri atalım diyen Mansur Yavaş da onun kaldığı yerden devam eder.

Özgür Şen / SOL