20 Kasım 2018 Salı

Yeryüzü ile el ele öğretmen - Mustafa Gazalcı

Sayın Bakan, 2023 Eğitim Vizyonu’nu açıklarken öğretmenlerle ilgi hoşa giden sözler, bir türlü çıkarılmayan öğretmenlerin haklarını düzenleyen öğretmenlik yasasından söz etti. Öğretmenler işin içine katılmadan, onların desteğini almadan eğitimde olumlu, sürekli bir iş yapılamaz.

Büyük şair Fazıl Hüsnü Dağlarca bir şiirinde şöyle diyor öğretmen için: 

“A’dan başlar aydınlık, 
Bir taş koyar bütün yapılarda temele öğretmen. 
Soluğudur düşüncenin buğdaydan yalaza dek 
Yeryüzünde ne varsa ondan gelmedir, 
Yeryüzü ile el ele öğretmen” 


Her meslek saygındır elbette, ancak insana kişiliğini, alışkanlıklarını kazandıran öğretmenliğin özel bir yeri vardır. Milli Eğitim Temel Yasasının 43. maddesine göre “özel uzmanlık” isteyen bir iştir öğretmenlik.

Öğretmen haklarının gerisindeyiz 
O nedenle Cumhuriyeti kuran Atatürk ve arkadaşları “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” kuşaklar yetiştirmeyi öğretmene verdi. Asıl kurtuluşun karanlık yenildiğinde, çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkıldığında olacağını söylediler. 
İlk öğretmen okulu bundan 170 yıl önce Darülmuallimin adıyla liselere öğretmen yetiştirmek için 16 Mart 1848’de İstanbul’da açıldı. 
Bugün ILO VE UNESCO’nun 5 Ekim 1966’da kabul ettiği, ülkemizin de imzaladığı “Öğretmenlerin Statüsü Tavsiyesi”nde öngörülen öğretmen haklarının çok gerisindeyiz.

24 Kasım günü 
Çalışan ve emekli öğretmen sayısının bir milyonu aştığı ülkemizde ne yazık ki öğretmenlerin ne insan gibi yaşayacak bir ücreti ne de gerçek anlamda toplu sözleşmeli, grevli bir sendikal hakkı var. 

Daha da kötüsü 12 Eylül 1980 sonrası malları hazineye devredildi. Siyasi partilerin, sendikaların malları geri verildiği halde TÖB-DER malları öğretmenlere verilmedi. Bakanlık etkisine sokulan İLKSAN tüzüğü demokratikleştirilmedi. Bu haksızlıkları düzeltmek için yapılan tüm girişimler AKP tarafından engellendi. 

Yılda bir kez 24 Kasım günü “Öğretmenim seni seviyoruz” demek yetmez. Öğretmeni sevmek onun sorunlarını çözmek, ona insan gibi yaşayacak bir çalışma ortamı hazırlamakla olur.
 
Çözebiliyor musun şu sorunları: 
Sözleşmeli, ücretli öğretmenlenliği kaldırabiliyor musun? 
Atanamayan öğretmenleri atayabiliyor musun? 
Her öğretmene insan gibi yaşayabileceği bir ücret verebiliyor musun? 
Çağdaş sendikal haklarını tanıyor musun? 
Altına imza attığın Öğretmenlik Statüsü Tavsiyesi ilkelerini uygulayabiliyor musun? 
Ders programları yaparken, yöneticileri seçerken öğretmeni işin içine katabiliyor musun? 
Sendikaların, uzmanların sesine kulak verebiliyor musun? 

Bu soruları daha da uzatabiliriz. Öğretmenler ona bakar. Yoksa güzel, boş sözler sorunları çözmez. Tam tersine bugün olduğu gibi öğretmenlerin, eğitimin sorunları artar. 

Birçok kamu görevlisi gibi on binlerce öğretmenin Kanun Hükmündeki Kararnameyle (KHK) işine son verildi. Kurunun yanında yaşın da yakıldığı kuşkusu giderilemedi. O insanlar aileleriyle birlikte cezalandırıldı, açlığa bırakıldı. Bu konuda atılan en küçük bir adım yok. 

Milli Eğitim Bakanı Sayın Ziya Selçuk göreve başlarken, 2023 Eğitim Vizyonunu açıklarken öğretmenlerle ilgi hoşa giden sözler, bir türlü çıkarılmayan öğretmenlerin haklarını düzenleyen öğretmenlik yasasından söz etti. Dileriz bakanlık ömrü bunları gerçekleştirmeye yeter. Öğretmenler işin içine katılmadan, onların desteğini almadan eğitimde olumlu, sürekli bir iş yapılamaz.

Öğretmenlerin iş güvenliği 
Öğretmenler, akademisyenler çeşitli gerekçelerle içeriye alınıp işlerine son verilirken, öğretmenlerin iş güvenliği içinde görev yapmaları olanaksızdır. O nedenle önce okulöncesinden üniversiteye çalışan her öğretmene iş güvencesi verilmelidir. 

Her türlü olumsuz koşullara karşın öğretmenler, bilimi, aklı, laik Cumhuriyeti öğretmeyi, öğrencisini, toplumu aydınlatmayı sürdürecektir. 

Fazıl Hüsnü Dağlarca ile başladığımız yazımızı yine onun dizeleriyle bitirelim: 
“Bir ışık, bir ışık daha, 
Gecelerin içindeki ejderlerle dövüşür 
Nice istemeseler de, nice önleseler de, 
Uyandırır toplumunu 
İyiye, doğruya, güzele öğretmen.” 

Mustafa Gazalcı
16. ve 22. Dönem Denizli Mv., Eğitimci
CUMHURİYET

Kim inanır? - ÖZDEMİR İNCE

Erdoğan, Cumhurbaşkanı sıfatıyla yayımladığı 10 Kasım mesajında  “Cumhuriyetimizin banisi Gazi Mustafa Kemal’i, ebediyete irtihalinin yıldönümünde saygıyla yâd ediyorum” demiş. 

Atatürk’e “Atatürk” diyemeyen Erdoğan’ın mesajı şöyle: “Milletine duyduğu sonsuz güven ve inancıyla çıktığı zorlu yolda, milletimizi müşterek bir ideal etrafında birleştirmeyi başaran Gazi Mustafa Kemal, İstiklal Mücadelemizi Cumhuriyetimizin kuruluşuyla taçlandırmıştır. Gazi’nin mücadeleci ve kurucu vasıflarını gençlerimize ve çocuklarımıza iyi anlatmalı, onun “en büyük eserim”  dediği Cumhuriyetimizi ilelebet yaşatmak ve daha ileriye taşımak için üzerimize düşen sorumlulukları hep birlikte yerine getirmeliyiz. Cumhuriyetimizin 95. yılını iftiharla kutlayan Türkiye, istikrar içinde güçlenmeye ve büyümeye devam ederken, ecdadımızın her dönemde önüne çıkan engelleri birlik ve beraberlik içinde aştığını, milli ve manevi değerlerini her şart altında yaşattığını, inandığı yoldan asla dönmediğini, istiklaline ve istikbaline canı pahasına sahip çıktığını da unutmamalıyız.”

***
Ama aynı Erdoğan 2002 yılında, Star TV’de yayımlanan bir kasette, kurallarını kendi inancı dışındaki yapının koyduğu bir toplumda yaşadıklarını belirterek,O kuralları değiştirip kendi nizamımızı getirmenin mücadelesini veriyoruz” diyor. Ardından mücadelenin yöntemini şöyle açıklıyor: Biz bu toplumun içinde yeni bir nizamı hâkim kılmanın mücadelesi içindeyiz. Neydi o mücadele? Zamana ve zemine göre değişmeyen doğrununiktidar olmasıdır. Bu mücadeleyi iktidara getirme noktasında gerekiyorsane yaparım dedim. Papaz elbisesi dahi giyerim. Bu var mı usulün içinde? Var tabii ki.” (İstanbul Milliyet, 30 Mayıs 2002) Hangi Erdoğan’a inanalım? Önemli olan ne yaptığı. 16 yıldır, 2002 yılında açıkladığı programı gerçekleştirmek için elinden geleni yapmakta.

***

Gerçekten kim inanır? AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın ağzından çıkan sözlere inanmamamız için binlerce neden var. Örneğin: Biz bu toplumun içinde yeni bir nizamı hâkim kılmanın mücadelesi içindeyiz. Neydi o mücadele? Zamana ve zemine göre değişmeyen doğrunun iktidar olmasıdır” diyor. İsyancı ve darbeci bir iddia: 2002 yılında, Cumhuriyetin “nizamı” anayasanın Başlangıç Bölümü ile onun ilk dört maddesinde değişmez bir şekilde belirtilmiştir. Erdoğan’ın kurmak istediği “nizam”, o halde, Cumhuriyetin kuruluş ilkelerine karşıdır. Bu karşı oluşu 2003 yılından bu yana kanıtlamıştır: “Zamana ve zemine karşı değişmeyen doğru” ancak köktenci dinlerde ve dinci diktatoryada olur.
***
Atatürk’e inatla “Atatürk” diyemeyişinin mikrobunu bu nizamın cerahati üretmektedir. Erdoğan’a göre Mustafa Kemal Paşa 1923 öncesini, Atatürk ise Erdoğan’ın hayal ettiği “nizam”a engel olan Devrimci Laik Cumhuriyeti temsil etmekte.
Gazi Mustafa Kemal, İstiklal Mücadelemizi Cumhuriyetimizin kuruluşuyla  taçlandırmıştır” diyor. 

Peki, sonra ne olmuş? Erdoğan’ın hayallerine engel olan Cumhuriyet Devrimleri yapılmış… 

Zaten, kurallarını kendi inancı dışındaki yapının (yani Laik Cumhuriyetin) koyduğu bir toplumda yaşadıklarını belirterek O kuralları değiştirip kendi nizamımızı getirmenin  mücadelesini veriyoruz” diyor. 16 yıldır bu barbar mücadelenin hoyrat uygulamalarına hedef olmaktayız zaten!
***
Erdoğan’ın 10 Kasım mesajında sözünü ettiği, her dönemde önüne çıkan engelleri birlik ve beraberlik içinde aşan, milli ve manevi değerlerini her şart altında yaşatan, inandığı yoldan asla dönmeyen, istiklaline ve istikbaline canı pahasına sahip çıkan ecdadı kim?
Kuşkusuz yıkmak istediği Laik Cumhuriyeti kuranlar değil!

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Suriyeli çalıştırana teşvik, Türk çalışana yok! - Batuhan ÇOLAK

Suriyeli sığınmacılarla ilgili Türkiye'nin içinde bulunduğu konum her geçen gün daha da içinden çıkılmaz hale geliyor.

Önlenemez nüfus artışı, birçok şehirde sosyal dokunun bozulması ve göç süreciyle birlikte kültürel değişim ülkemizi olumsuz etkiliyor.
Şu anda devletin en öncelikli politikası, tüm birimleriyle birlikte Suriyeli sığınmacıların geri dönüşü üzerine projeler geliştirmek olmalı. Ancak bu yapılmadığı gibi, dış kaynaklı girişimlerin, organizasyonların tam ortasında kalıyoruz.

Geçtiğimiz hafta, Soros'un desteklediği Açık Toplum Vakfı'nın Suriyeli sığınmacılara ilişkin Türkiye'de yaptıkları faaliyetlere değinmiştik. Bu kamuoyuna duyurulan bir projeydi. Bir de bizim bilmediğimiz, gizli yapılan çalışmalar var. Hepsinin ortak amacının Suriyeli nüfusun Türkiye'ye entegrasyonu olması oldukça dikkat çekici.

Avrupa Birliği ülkeleri de bu süreçte aktif rol oynuyor. Kendi ülkelerine tek bir Suriyeliyi bile kabul etmeyen birçok AB ülkesi, iç meselelerimize aktif bir şekilde katılarak, Türkiye üzerinde gelecek tasarımı yapıyor.

Geçen hafta Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) ve Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) eliyle başlatılan "Mahir Eller Projesi" bu duruma çok güzel bir örnek teşkil ediyor.

Afişleri Türkçe, İngilizce ve Arapça olarak 3 dilde hazırlanan projeyle birlikte Suriyeli sığınmacıların istihdama katılımı amaçlanıyor. Proje kapsamında işyerinde Suriyeli sığınmacı çalıştıracak firmalara, ek ödemeler yapılacağı "Suriyeli çalıştırana teşvik geliyor" sözleriyle açıklanıyor. Projeyi açıklayan TOBB

Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu şunları söylüyor:
"12 şehrimizde yer alan tüm firmalarımızı, 'birlikte yaşamak ve birlikte çalışmak için' gönüllü işveren olmaya davet ediyorum. Hükümetimiz, burada da yanımızda olduğunu gösterdi. Firmalarımıza, proje kapsamında ilk kez istihdam edilecek geçici koruma altındaki Suriyeli çalışanlar için teşvik verilecek. Bu proje ile 12 ilde yüzde 65'i geçici koruma altındaki Suriyeli, yüzde 35'i vatandaşlarımız olmak üzere toplam 20 bin kişiye ulaşılacak olması önemli bir hedef. Bu çalışmada 3 bin kişinin istihdam edilmesi mültecilerle birlikte vatandaşlarımızın ekonomik uyumuna ciddi katkı sağlayacak. Yaklaşık 15 bin kişinin sınavlarda başarılı olması ve belge almaya hak kazanması iş piyasasının ihtiyaç duyduğu nitelikli iş gücüne kavuşması adına da önemli bir adım. Mesleki becerileri belgelendirilmiş kişilerin istihdam edilmesini teşvik etmek için asgari ücretin yüzde 10'u ve SGK işveren primlerinin tamamının, 6 aya kadar proje bütçesinden karşılayacağız."


Hisarcıklıoğlu'nun anlatımlarından yola çıkarak, sığınmacı başına yaklaşık işletmelere 1.000 TL'lik bir ek ödeme yapılacak. Şimdi sadece üretimi ve daha çok kâr etmeyi düşünen işletme neden Türkleri çalıştırsın? Türk çalıştırmak için neden daha fazla ödeme yapsın?

Dolayısıyla çok büyük bir eşitsizlik ortamı doğuyor.

Konuya AK Parti de tam destek veriyor. Bu kapsamda Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk projeyle ilgili şunları söylüyor:
"Türkiye olarak, yaklaşık 3,5 milyonu Suriyeli olmak üzere 4 milyon mülteciye ev sahipliği yapıyoruz. Bu anlamda dünyada en çok mülteci barındıran ülke konumundayız. Bize sığınan hiçbir kardeşimizi geri çevirmedik. Mülteci kardeşlerimizin iş becerilerini ön plana çıkartıp kendi vatandaşlarımızla birlikte istihdamı artırmak, ekonomik uyumu güçlendirmek için çalışacağız. Bu anlamda sanayi ve ticaret odalarımıza mülteci kardeşlerimizin çalışma hayatına kazandırılmasına yönelik çalışmalarından dolayı teşekkür ediyorum. Bu proje ile 12 ilde yüzde 65'i geçici koruma altındaki Suriyeli, yüzde 35'i vatandaşlarımız olmak üzere toplam 20 bin kişiye ulaşılacak olması önemli bir hedef."

Projeye en büyük desteği ise AB veriyor. AB Türkiye Delegasyonu Başkanı Büyükelçi Christian Berger İş piyasasında sığınmacılar için şartların teşvik edilmesi gerektiğini söylüyor. Berger, "Sığınmacıların işe alınması ve şirketler ile iş arayanların bir araya getirilmesi noktasında özel sektörü desteklememiz gerekiyor, bu son derece önemli. Bu amaç için bu proje aracılığıyla 15 milyon avro sevk edildi. Temel amaç, mesleki yönlendirme, deneme ve sertifikalandırma yoluyla sığınmacıların istihdam edilebilirliğini pekiştirmek. Türk hükümetinin etkileyici çabalarına katkıda bulunmaktan gurur duyduklarını duyuyoruz." ifadelerini kullanıyor.

Türk Telekom'dan Suriyelilere Özel Tarife
İstihdam politikalarında bu akıl almaz değişiklikler olurken, Türk Telekom'un da aynı özelliklere sahip telefon tarifesini Türklere ayrı Suriyelilere ayrı fiyattan sattığı ortaya çıktı.

Tarifeyi Türkler alırsa adı "rakipsiz paket", Suriyeliler aldığında ise "ahlan paket". Türkler'e 25 TL, Suriyelilere ise 19 TL!


Batuhan ÇOLAK / YENİÇAĞ

Kripto ajanların Ege faaliyetleri... - Ahmet TAKAN

İktidarın Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu iyice köşeye sıkıştı. Muhalefet partilerini arıyor, "Ege adaları konusunda bir büyükelçi ile birlikte heyet göndereyim. Sizlere brifing versin" diyor. Bilgilendirme maskesiyle herhalde daha önce yaptıkları gibi "Bu konunun üstüne gitmeyin. Benzerlerinde olduğu gibi konuşmayın. Kulağınızın üstüne yatın" ricasında bulunacaklar. Boşa uğraşıyorlar da diyemeyiz. İsteklerinin kabul gördüğü durumlarda var!..

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, 16 Kasım 2017'de TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nda yaptığı konuşmada, Yunan işgali altında olan 18 Türk Adası ve 1 Türk Kayalığı hakkında ilginç iddialarda bulunmuş, Kardak krizinden sonra adaların fiili ve hukuki statüsünde hiçbir değişim olmadığını iddia ederek fiili durumun yani işgalin 1996'dan önce oluştuğunu iddia etmişti. Çavuşoğlu, kendi dönemlerinde hiçbir gelişme olmadığını da ileri sürmüş ve belgeleri kamuoyu ile paylaşma sözü vermişti. Aradan tam bir yıl geçti. Çavuşoğlu, bir yıldır hiçbir belge çıkar(a)madı.

Mevlüt Çavuşoğlu, Dışişleri Bakanlığının 2019 yılına ait bütçe görüşmelerinde de, Ege adalarına ilişkin, "1996 Kardak krizine kadar ne olduysa oldu. Ondan sonrasında hiçbir iktidarın bu konularda sorumluluğu yok. Adaların hiçbirisinde fiili ve hukuki değişiklik yok" dedi. Ardından da muhalefet partileri  ile telefon diplomasisine başladı. Konuyu en ince ayrıntılarına kadar takip eden Millî Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri emekli Kurmay Albay Ümit Yalım'a sordum. Yalım, "Çavuşoğlu, kendisini, Tayyip Erdoğan'ı ve partisini aklamaya çalışıyor ama akıntıya karşı kürek çekiyor. Çünkü, 18 Türk Adası ve 1 Türk Kayalığı, Tayyip Erdoğan ve AKP Hükümetleri döneminde Yunan askerine alenen teslim edildi" dedi. Somut örnekleri hatırlatmaya devam etti:

Abdullah Gül kabul etti
"26 Kasım 2004'de, CHP Milletvekili Onur Öymen, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'e soru önergesi vererek Türkiye'ye yakın adalara Yunan bayrağı çekildiğini, anılan adaların Dışişleri ve Genelkurmay Başkanlığı listesindeki adalar olup olmadığını sordu. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, önergeye cevap vermedi. Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Gül, Türk adalarına Yunan bayrağı dikildiğini ve adaların 2004 yılında işgal edildiğini zımnen ve hukuken kabul etti.

Genelkurmay'daki belge

Genelkurmay Başkanlığı resmi internet sitesinde, Frontex kapsamındaki Sahil Güvenlik Botu'nun 11 Mayıs 2011'de, Türk Karasularını ihlal ettiği haberi yayımlandı. 18 Mayıs 2011'de Aydın Eşek Adası'na giderek anılan botu yerinde tespit ettim. Aydın Eşek Adası'nda konuşlu Frontex botunun fotoğrafı da yazılı basında defalarca yayımlandı. Avrupa Birliği Frontex Ajansı Polonya'nın Başkenti Varşova'da 2005 yılında kuruldu. Çavuşoğlu'nun '1996 Kardak krizine kadar ne olduysa oldu' tezi burada duvara tosluyor.
2009 Yılı Ocak ayının sonlarına doğru Genelkurmay Başkanlığı Karargâhında Dışişleri Bakanlığı yetkilileri ile birlikte toplantı yapıldı. Genelkurmay yetkilileri işgal altındaki adaların boşaltılmasını talep etti. Dışişleri Bakanlığı adına toplantıya katılan Basat Öztürk, adaların hükümetin bilgisi dahilinde işgal edildiğini itiraf etti. 6 Ekim 2016'da TBMM'de Ümit Özdağ ile yaptığımız ortak basın toplantısında anılan diplomatın ismini ve itiraflarını Türk Kamuoyuna beyan ettim. Büyükelçi Basat Öztürk ve Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu bu konuda iki yıldır hiçbir açıklama yapmadılar, yapamıyorlar."

Ümit Yalım, Ege adaları konusunda bilgilendirme maksadıyla gelecek Dışişleri Bakanlığı temsilcilerine yöneltilmesi  gereken soruları da sıraladı:
" 1996 Kardak krizinden önce;
SORU 1: Türk adalarına beş binden fazla Yunan askeri yerleştirildi mi? İddiayı ispatlayacak fotoğraf ve video görüntüleri nerede?
SORU 2: Türk adalarına, Yunan top, uçaksavar, havan silahları ile zırhlı araçları yerleştirildi mi? İddiayı ispatlayacak fotoğraf ve video görüntüleri nerede?
SORU 3: Türk adalarına Yunan ve Bizans bayrakları dikildi mi? İddiayı ispatlayacak fotoğraf ve video görüntüleri nerede?
SORU 4: Türk adalarına Yunan vatandaşı vali ve belediye başkanı atandı mı? İddiayı ispatlayacak fotoğraf ve video görüntüleri nerede?
SORU 5: Türk adalarına Yunan Cumhurbaşkanı, Başbakanı, Yunan bakanlar, Yunan general ve amiraller geldi mi? İddiayı ispatlayacak fotoğraf ve video görüntüleri nerede?"

Ümit Yalım, önemli bir uyarıda da bulundu:
"Yunanistan, Ege Denizini tamamen ele geçirmek için 3 mil, gri bölge, bağlı ve bitişik adacıklar, Ege'de deniz sınırı yoktur v.b. tezlere sığınarak düzmece haritalar yayınlıyor ve kendi tezlerini bütün dünyaya kabul ettirmeye çalışıyor. Bu tezler, Yunan Hükümeti'nin ve Yunanistan hesabına çalışan kripto ajanlarının tezleri olup asla itibar edilmemelidir."


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

19 Kasım 2018 Pazartesi

Bizim Tante Rosa - SEMA KARADAL

Hiç beklemediğiniz bir anda karşınıza çıkıveren yeni dostlukları anımsatan kitaplar vardır hani... Şimdiye dek nasıl oldu da tanışmadık sorusu, sanki çok eskiden beri tanıyoruz birbirimizi duygusuna karışır gider. İşte onlardan biridir Tante Rosa. Başyapıtı değildir belki; ama Tante Rosa'sız Sevgi Soysal eksiktir. 

Politik tavrının, topluma dair dertlerinin öne çıktığı 1970 sonrası eserlerine açılan kapıyı bu kitabı ile aralamıştır Sevgi Soysal.

Kitabın sunuş kısmında Funda Sosyal, henüz bir bebekken kaybettiği annesine ve Tante Rosa’ya dair şöyle diyor: “Belki de denebilecek tek şey, onu hiç tanımamış kızı olarak benim, yokluğunun nasıl bir boşluk olduğunu ölmeden iki ay önce çekilen ve kitabın kapağından size bakan fotoğrafının bile anlatabildiği annemi, kitaplarıyla, en çok da Tante Rosa ile tanıyıp sevmiş olduğumdur. Kitapları, yetecektir…” 

Sevgi Soysal, 42 yıl önce böyle bir Kasım gününde veda etti, çok sevdiğini sıkça dile getirdiği yaşamaya. Gencecik bir yaşta, üretkenliğinin en yoğun olduğu zamanlarda gidiverdi. Gitmeseydi kim bilir neler  yazacaktı insana, topluma ve belli ki en çok kadına dair diye düşünmeden edemiyor insan. Kitapları bolca eleştirilen, müstehcen olduğu gerekçesiyle toplatılan, işinden kovulan, tutuklanan yine de yazmaktan bir an bile vazgeçmeyen kadındır Sevgi Soysal. 

Her biri çok değerli eserleri üzerine söylenecek çok şey var; ama ölüm yıldönümünde belki de inadına yaşama isteği uyandırdığı için Tante Rosa ile anmak isterim onu. Annesini hiç hatırlamayan bir çocuğun, annesini tanıdığı ve sevdiği kitap ile... Yaşama övgüdür bu kitap; bazen düşmek, incinmek yine de ayağa kalkmaktır, vazgeçmemektir.

On dört kısa öyküden oluşan kitapta, her bir öykü Tante Rosa'nın yaşamından bir kesiti anlatır. Henüz 11 yaşında hayalperest bir çocuğun at cambazı olma tutkusuyla başlar hikaye. Annesine “seni çok seviyorum, ama ne olur benim bulunmuş, sepet içinde bulunmuş bir prenses olduğumu söyle” diye yalvaran sevimli bir çocuktur o. At cambazı olamayacağını anlaması ve bu süreçte tanık olduğu eşitsizlikler ilk büyük hayal kırıklıklarıdır. Yine de eksilmez yaşama bağlılığı, kaldığı yerden devam eder. 

Kitabın en etkili öykülerinden biri olan “tante rosa rahibeler okulunda”, bambaşka bir dünya ile tanışmasını anlatır küçük kızın. Tante Rosa bu kez, tüm çocuksu arzularının ketlendiği, din adına yasaklandığı ve hatta cezalandırıldığı bir manastıra düşmüştür. Başına gelenleri bir türlü anlayamaz ve sonunda göz yaşları içinde, mavi gözlü yakışıklı İsa’nın böylesine kindar bir Tanrı’nın oğlu olamayacağına karar verir. Bu kadar iyi bir kadın olan Meryem de, İsa’yı doğurmadan önce Katolik değildir kesin! O günden sonra Tante Rosa için artık Tanrı olmasa da olur.

Annesinin elinden düşmeyen “Sizlerle Başbaşa” isimli aile dergisi ara ara karşımıza çıkar ki. Yaşam hiç de Sizlerle Başbaşa’da anlatıldığı gibi değil diye düşünür Tante Rosa, bazen de trajik bir biçimde dergide anlatılan öykülerin içinde bulur kendini. İlk sevişme sonrası hamile kalıverir örneğin dergideki kızlar gibi. “Sizlerle Başbaşa”dan öğrendiklerini yok sayamaz ve kötü yola düşmemek için evlenir elinin değdiği ilk erkekle. Çocukları, düzenli bir evi, Pazar ayinlerine giden bir kocası vardır artık. Bir gün, çevresindeki her şeyin kendisini boğduğu bir gün; evini, üç çocuğunu ve kocasını terk eder. Kötü kadındır bundan böyle herkesin gözünde ve aforoz edilir çoktan vazgeçtiği dininden.

Sonrası yeni hayal kırıklıkları, yeni başlangıçlar ve pes etmeyişlerle dolu maceralar... Ayakta kalmak için ne iş olsa yapan; ama istemediği yerde durmayan, hissetmediği gibi davranmayan bir kadın. Kendince bir yol tutturmuş, bazen gerçekten kendini acınası durumlara düşüren, yine de hep sevdiğiniz ve anladığınız bir Tante Rosa.

Sevgi Soysal, Alman bir annenin kızıdır ve kitabında anlattığına benzer gerçek yaşam öykülerini dinleyerek büyümüştür. Anneannesinden teyzesine ve kendisine uzanan bir yolculuk olarak tanımlıyor söyleşilerinde bu kitabını. Belli ki kendi iç dünyasından da samimi izler taşıyor Tante Rosa.

Yayımlandığı 1968 yılında edebiyat çevrelerince yuvasını bile terk eden bu uçarı kadının öyküsü pek de hoş karşılanmamıştır. Kültürümüze yabancı ve gereksiz bulunmuş olması, sadece yazarın yabancı bir kadın karakteri anlatmış olması ile açıklanamaz elbette. Muhafazakarlık yanı başındaydı Sevgi Soysal'ın ve o bunu bilerek yazmaya devam ediyordu. 

Tante Rosa, tek başına bir kadının türlü zorluklara rağmen yaşama tutunuşu gibi algılanabilirse de ilk bakışta, çok daha ötesidir. Kadının toplumdaki yerini, kadına biçilen rolleri ve üstündeki baskıyı, örtük de olsa bir düzen eleştirisiyle birlikte, aykırı bir karakter üzerinden anlatır Sevgi Soysal. Bilinçli bir başkaldırı değildir Tante Rosa'nınki, öyle olduğu içindir sadece. Bu haliyle bile düzene uyum sağlamışlardan daha gerçek ve  güçlüdür. “The end”; yersiz, yurtsuz, ailesiz ve dinsiz bir yalnızlıktır Tante Rosa için. Hiçbir yere ait olmayan bu kadının cenazesinin başına gelenler ise ironiktir.  Ailenin, dinin ve devletin diğer kurumlarının ruhsuz, insana yabancılaşmış çarkı içinde Tante Rosa’lara yer yoktur. 
Yine de tüm olanlarla alay edercesine yaşama veda ederken bile gülümsetir; aslında hiç de yalnız olmadığını, olmadığımızı düşündürür Tante Rosa.

Sema Karadal / SOL

Şikâyetçiye bakar mısın? - Zafer Arapkirli

Medya Tekeli’nin en üst düzey yöneticilerinden biri, medyanin hali pürmelalini keşfetmiş olmalı ki, uzun yazılar döşendi geçen hafta. Günümüz medyasının sorunlarından medya sahipliğine, medya patronlarının “kazandıkları paraları başka sektörlere aktarmalarından” tutun da digital içeriğin nasıl pazarlanması gerektiğine kadar pek çok konuda. 

Bir yerde de şöyle diyor: 
“Günde 15 lira verip sigara alan, 5 liraya bir bardak çay içen okuyucu 1 lira verip gazete okumuyorsa ortada büyük bir sorun var demektir…” 
Gerçekten çok ilginç. Kimileri, ortadaki sorun kendileri değilmiş de başkalarıymış gibi, sürekli etrafı suçluyor ki, dikkat kendilerinden uzaklaşsın. 

Yahu muhterem kardeşim… 

“Günde 1 - 1.5 TL para verip gazete almıyorsa” insanlar, (af buyur) salaklıklarından mı almıyorlar? Üst katlardan yollanan klişe, patates baskısı manşetleri sayfalarınıza aktarmaktan başınızı kaldırıp da, gazete almaya tenezzül etmeyen 
o insanlara bir sorsanıza neden almadıklarını? Sakın, “güvenmedikleri için, oku
maya değer bir şey bulamadıkları için, o 1 - 1.5 TL’yi bile bir para israfı buldukları için” almıyor olmasınlar? 

Tabii ki zararlı alışkanlıkları savunmayacağım ve kendim de hiç kullanmadım ama o 15 TL’lik bir paket sigara bile bir ihtiyacını gideriyor demek ki insanların. Senin sattığın, daha doğrusu satamayıp da gaz istasyonlarına balyalar halinde bedava bırakmana rağmen kimsenin dönüp de suratına bile bakmadığı o gazete, hiçbir beklentisine yanıt vermiyor demek ki. Çünkü, üzerine basılı olduğu ham kâğıt kadar bile değeri yok o mevkutelerin. 

Neden, biliyor musun?

 Çünkü, gidip “o tayyare”de masanın etrafına diziliyorsunuz tahta ev cumbalarının demir parmaklıklarına dizili begonya saksıları gibi. Masa başında oturan “Devletlû”  birisi anlatıyor, biriniz “tape” ediyor, ötekilere dağıtıyor ve sonra tek tip cümlelerle manşetlerinize yerleştiriyorsunuz bu sözde bilgileri. Zaten TV’ler de aynı şeyleri tekrarlayıp duruyor. Vatandaş bıktı çünkü bu “gerçeğin 180 derece tersi safsatalardan.
 
Bir gün olsun aynaya bakıp sormuyorsunuz, “Yahu biz ne yapıyoruz böyle? Aklımızı mı yitirdik?..” diye. 

Bir gün olsun rahatsız olmuyorsunuz, tek bir soru sormadan, kulaklarınıza üflenen, ellerinize tutuşturulan şeyleri haber(!) diye, bilgi(!) diye vatandaşa (af buyrunuz) “kakalamaya”… 

Bir gün olsun, utanç duymuyorsunuz, siz de dahil medya tröstlerinin dışındaki başka gazetelerin, TV’lerin muhabirlerinin veya yazarlarının o mahfillerden yasaklı olmalarından, reklam-ilan havuzlarından sadece sizlerin nemalanıyor olmasından. 
Bir gün olsun sorgulamıyorsunuz, bu düzenin nasıl aşağılayıcı ve alçaltıcı olduğunu. 
Bak, (pek de örnek bir demokrasi sayılmayacak) ABD’de bile Başkan Donald Trump bir gazeteciyi basın toplantısında azarlayıp sonra da akreditasyonunu iptal ettirince, mahkeme “Hoop!..” dedi. “Buna hakkın yok. Çünkü o muhabir kendi kişisel zevki ya da kurumunun kendi bilgi alma merakı için değil, kamuoyunun haber alma hakkını temsilen orada…” dedi. 

Bunu görüp hiç sıkılmıyorsunuz. “Yahu, doğru demiş mahkeme. Bizim ‘öteki’ medyanın da buralarda bulunma hakkı var” demiyorsunuz. 

Gerçi o medyanın da pek büyük bir şikâyeti olmasa gerek ki, onlar da gidip mahkemede hak aramaya çalışmıyor. Orası da ayrı bir dert. 

Neyse… 

Bu medya tekelcileri, medya tröstü sahipleri, kamu bankalarından kasalarına akıtılan ballı kredilerle, talimatla satın aldıkları gazeteleri ve TV’leri bir bir kapatırken, profesyonel gazetecileri bir bir kovup, çapsız heveskâr amatörleri ekranlara ve köşelere yerleştirirken bir yandan da “günümüz medyasının sorunları” üzerine böyle komik ahkâmlar kesmiyorlar mı?
 
İnsan gerçekten hayret ediyor. 


Biraz ar, biraz edep yâ hu!..

Zafer Arapkirli / CUMHURİYET

Mesele daha derin - Barış Terkoğlu

Bizim andımız İstiklal Marşımızdır.” Defalarca tekrarladı ErdoğanReşit Galip’in “Ant”ı ile Mehmet  Akif’in “İstiklal Marşı”nı karşı karşıya koydu. Üstüne, Diyanet İşleri Başkanı’nı Kadir Mısıroğlu’na gönderdi. 

Haliyle aklımıza geldi: Erdoğan’ın gerçekten bir andı var mı?

Öyle ya, gizli saklı değil. Mahkemeye kadar düştü. Mısıroğlu’nun Mehmet Akif’e hatta İstiklal Marşı’na saldırılarını kastediyorum. “Pezevenk” dedi mi diye tartışıldı. Oysa mesele derinde. 

Sözleri dinlediniz mi? Tam olarak şöyle:
Yunanla öç için mi dövüştün de ‘ebediyyen sana yok ırkıma yok izmihlal’ diyorsun. İstiklal Marşı’nda bunları hiç düşünmemişler. Seksen sene sonra Yunan’ı hâlâ Sakarya’da mı vehmediyorsun da ‘korkma diye başlatıyorsun? Niye korkacağım lan! Dünya benden korksun (desene/pezevenk)! Mehmet Akif serserinin teki!
Mısıroğlu, “desene” dediğini, karşıtları ise “pezevenk” dediğini iddia ediyor. Kesin olan, Mısıroğlu “serseri” dediği Mehmet Akif’i de, İstiklal Marşı’nı da sevmiyor.
Devamını anlatalım… 

Ersoy’un torunları Selma ve Ferda Argon, sözlere hakaret davası açtı. Mısıroğlu, özür diledi, davayı geri çekmelerini istedi. Sözlerini düzelteceğini söyledi. Torunları da davadan vazgeçti. 

Pezevenk” meselesini Ortadoğu yazarı Yücel Bulut yeniden gündeme getirince, bu kez Mısıroğlu dava açtı. Mahkeme, Mısıroğlu’nun ses kaydını bilirkişiye gönderdi. 27 Mayıs 2015 tarihli bilirkişi raporu, Mısıroğlu’nun “pezevenk” dediğini yazıyordu. Bulut beraat etti. 

Mısıroğlu, İstiklal Marşı’na tanıdık bir itirazda da bulunuyor:
O dövüşen orduda Arap yok muydu, Kürt yok muydu, Çerkes, Boşnak, Lazyok muydu? Hepsi vardı.
Aslında “millet” anlamında kullanılan “ırk” kelimesine atıfla, marşı ırkçı ilan ediyor. Devamında Akif’in Abdülhamit’i eleştirmesinden hareketle Akif’e siyasi olarak da yükleniyor. 

Bir ayrıntı daha, Akif’in torunları davayı geri çekerken Mısıroğlu’nun Selma Argon’u aradığını ve kitabını göndermek için adres istediğini duymuştum. Argon, gelen paketi açınca zarf içinde bir miktar para çıkmıştı. O an Mısıroğlu’nu arayıp “Bu ne” diye soran Argon, “Mahkeme için yaptığınız masrafların parası” yanıtını almıştı. Argon, zarfı da geri göndermişti. Önemli kaynaklara doğrulattığım “hakaret gibi” olayı Mısıroğlu’na da sordum. Böyle bir olayın yaşanmadığını söyledi, zarf meselesini yalanladı. Umarım doğruyu söylüyordur.

Mehmet Akif’e nefret inşası
Sadece Mısıroğlu mu?
Selma Argon, eski Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ı ziyaret etmiş ve görüşme pek tatsız geçmişti. Nedeni ise Kahraman’ın sarf ettiği sözlerdi. Dedesinin Sebilürreşad dergisini halen zorluk içinde çıkarmaya çalışan Argon, dergideki yazısında “ziyaretimiz esnasında biraz da şaşırdığım, üzüldüğümsözler konuşuldu” diyordu. Argon’u üzen kendi ifadesiyle “İttihatçılar haindir,dolayısıyla onlara destek verenler de” türünden yorumlardı. 

Tarikatları da farklı değil. İsmailağa’daki Cübbeli Ahmet’in sohbetinden aktaralım:
“Reformisttir. Afgani’nin adamıdır. Mehmet Akif’in ne işleri var sakat! Sultan Abdülhamit’in bütün sülalesine ana avrat sövüyor, kâfir diyor.
İslamcıların Afgani’yi “İngiliz ajanı” hatta “döneminin FETÖ’sü” diye tarif ettikleri hatırlanırsa hakaretin boyutu daha iyi anlaşılır. 

Ya dizileri? 

Sebilürreşad’ın aralık sayısında Argon, TRT’deki Payitaht dizisinden şikâyetini “bu ülkenin milli marşını yazmış, bu ülkenin kurtuluş hikâyesine canıyla malıyla, sanatıyla katkı vermiş bir düşünce insanını imha’ etmeye kalkışmak yakışıksız bir tutum değil midir” ifadeleriyle aktarıyordu.

İslamcı tabanda Mehmet Akif düşmanlığı öyle yayılmış ki Sebilürreşad’ın başyazarı Fatih Bayhan durumu şöyle aktarıyor:
Anadolu’ya yaptığımız ziyaretlerde gördük ki bazı STK yapılanması altındakidini oluşumların ‘Abdülhamid’i eleştiriyorsa Mehmet Akif’i de sorgularız’ üstbaşlığında açıklamalar yaptığını, dergi ve gazetelerin de fasid bir dairede kaleme aldıkları yazılarla temellendirmeye çalışarak genç dimağların zihnini karıştırıp ‘Mehmet Akif nefreti inşa’ ettiklerine şahit olduk ve üzüldük.” 

Dizileriyle, tarikatlarıyla, siyasetçileriyle, tarihçileriyle Mehmet Akif nefretini ilmek ilmek örüyorlar. Abdülhamit’i eleştiren dizeler nedeniyle “Safahat’ı almayın, okumayın” çağrılarında bulunuyorlar. “Korkma” diye başlayan İstiklal Marşı’na “ne korkacağım ulan” diye yanıt veriyor, marşı ırkçı ilan ediyorlar. Akif’i ajanlara hizmetle suçlayıp imanını sorguluyorlar. Devlet her iktidar döneminde Akif’in torunlarını miras sayıp yanlarında olurken, öğrendiğime göre AKP döneminde Ersoy’un ailesine “nasılsınız” diyen yok. 

Samimi olsalar açıkça söyleyecekler:
“Ant” bir hülyadır, İslamcıların her şeyleri var, ama bir antları yok!

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Doğu Akdeniz ve Fırat'ın doğusunu unutturacak senaryo - Cahit Armağan Dilek

17 Eylül'deki İdlib Mutabakatıyla ötelenen çatışma ve insani felaket Türk kamuoyu görmezden gelse de yeniden gündeme girmek üzere.

Mutabakatta öngörülen silahtan arındırılmış tampon bölge uygulaması maalesef tam olarak yerine getirilemedi. Son haftalarda tampon bölge hattında çatışmaların arttığına şahit oluyoruz. Suriye ordusunun zayiatları var ve bunun karşılığında o grupların kontrol ettiği mevzileri vuruyor.

Suriye ordusunun İdlib civarındaki tahkimatı da sürüyor. Suriye'nin, silahlı grupların İdlib Mutabakatını ihlal etmesine dayanarak İdlib'de sahada olup bitenleri değiştirmek için bir karar aldığı, böyle bir operasyona İran'ın destek verdiği haberleri geliyor. Tabiri yerindeyse Suriye İdlib operasyonu için gün sayıyor.

Arazide TSK'nın Fırat doğusunda gözle görülür bir yığınaklanması, askeri odağını o bölgeye kaydırdığına ilişkin bir emare yok. Ancak Suriye ve İran'ın böyle bir operasyona yakın olmalarına teşvik eden diğer unsur ise Türkiye'nin dikkatini Fırat'ın doğusuna kaydırması ve İdlib'de olup bitenlere karşı koyamayacağı değerlendirmesi olduğu bildiriliyor.

En üst seviyedeki Rus yetkililer de Türkiye'nin İdlib'de çok gayret gösterdiğini ancak mutabakattı yükümlülüklerini henüz yerine getiremediği uyarısını yaptılar. Suriye askerlerinin öldürüldüğünü açıkladılar. Yani Ruslar da Suriye ve İran'dan gelecek "İdlib'de daha fazla bekleyemeyeceğiz, teröristler saldırıyor, zayiatlarımız var, elimiz kolumuz bağlı durmayız, artık operasyon gerekli" baskısına direnemeyebilir.

Bölgeden gelen ve henüz teyit edilmeyen bilgilere göre, ki Russia Today tarafından haber yapılmıştır, İdlib'deki bütün silahlı gruplar tek bir operasyon odası altında Esad yönetimine karşı savaşmak üzere birleşiyor. Tabi bu durum İdlib'de ılımlı ve terörist grupların ayırt edilmesi sürecini iyice çıkmaza, Türkiye'yi de zora sokacak. Artık İdib'te ılımlı veya terörist gruplar yok anti-Esadcılar var.

Gelen haberler HTŞ-Nusra'nın anti-Esadcı yeni oluşumu kontrol ettiği yönünde. Açıklamanın Nusra'dan gelmesi bunu destekliyor.
Rusların aralıklarla İdlib'te Nusracı Beyaz Baretlilerin kimyasal saldırı provokasyonu hazırlığını sürdürdüklerini de not edelim.

Putin bugün Türkiye'de. Geliş nedeni Türk Akımı projesinin deniz etabının tamamlanması törenlerine katılmak. Ancak Putin'in aklında yukarıda anlatmaya çalıştığımız İdlib'te yaklaşan fırtına olacağı kesin.

Türkiye'nin elinden tutup Suriye'ye adım atmasını sağlayan, kendi yanına çekip ABD'den ayırmaya çalışan Rusya'nın son dönemde Trump-Erdoğan arasında oluşan olumlu havadan da rahatsız olduğunu söyleyelim.

Bu olumlu ortamda son Trump-Erdoğan görüşmesinde Kaşıkçı cinayetinin ağırlıklı görüşüldüğü, mutabık oldukları anlaşılıyor. Amerikan basını Kaçıkçı'nın öldürülme emrinin veliaht prensin verdiğini iddia etse de resmi kurumları bunu yalanladı.
Türkiye'de ise Anadolu Ajansının (AA) dünkü "sarayda hızla yükselen 'gölge adam' Suud el-Kahtani" başlıklı haberinde Kahtani Kaşıkçı'nın geri dönmeyi kabul etmemesi üzerine "bu köpeğin başını bana getirin" diyen isim olarak sunuluyor.  Bu haberi devletin ajansı AA yapınca Türkiye'nin de cinayetin emrini veliaht prens değil onun danışmanı Kahtani'nin verdiğini kabul ettiğini söyleyebiliriz. Kahtani ABD'nin 17 kişilik yaptırım listesinde de var.

Hem Putin hem de Trump'tan ilgi görmek, hoş tutulmak Erdoğan'ı sevindirebilir anacak büyük güçlerin kendi senaryolarını hayata geçirmek için Türkiye'yi yanına çekmek istediklerini görmek lazım. Kısa vadede kazanıyor gibi olabiliriz ama nihai hedefini bilmediğiniz ABD ve Rusya'nın senaryolarına balıklama atlamak felaket getirecektir.

Türkiye'nin Fırat'ın doğusu ve YPG söylemlerini artırdığı ortamda Türkiye'nin dikkatinin İdlib'e kaydırılması ABD'nin işine gelecektir. İdlib'deki karışıklık aynı zaman Rusya ve Suriye'yi o bölgede meşgul edecektir.

Bu esnada Amerikan USS Harry Truman uçak gemisi muharebe gurubu beraberindeki çok sayıda savaş gemisiyle Akdeniz'e girdi, girecek. Bir süre Akdeniz'de kalacak bu filonun İdlib'de beklenen bir kaosa müdahil olması büyük ihtimal.

Doğu Akdeniz, Ege, Kıbrıs'ta da kriz derinleşmekte, ABD açıkça Yunan/Rum tarafında yer almaktadır. Aynen Suriye'de YPG/PKK tarafında olduğu gibi. Amerikan uçak gemisinin Rumların ExxonMobil ile başlattıkları süreçte Doğu Akdeniz'de olması da ayrıca manidar.


Türkiye'ye yaptırılmak istenen İdlib'e bakıp Fırat'ın doğusu, Doğu Akdeniz, Kıbrıs'ı görmezden gelmesi.  Türkiye'nin yapması gereken ise tüm kriz noktalarında aynı anda sürekli var olup müdahil olabilecek ortamı yaratması, milli güç unsurlarını koordineli kullanmasıdır. Ama atı alan Üsküdar'ı geçti.


Cahit Armağan Dilek / YENİÇAĞ

Atatürk’le aldatmak III - Fatih Yaşlı

“Türkçe ezan” tartışmasını gündeme getiren CHP’li vekilin politik yaşamının herhangi bir döneminde laiklik ya da aydınlanmaya dair bir derdi olmuş muydu, eğitimdeki gericileşmeye, zorunlu din derslerine, tarikatlara teslim edilen okullara herhangi bir itirazı var mıydı bilmiyoruz. Muhtemelen yoktu ve tam da bu nedenle, bağlamsız, laiklik mücadelesine dair herhangi bir politik programdan, aydınlanmacı bir gündemden bağımsız, cumhuriyetçilik perspektifiyle alakasız bir şekilde bu tartışmayı ortaya atıverdi. Bağlamsız, programsız, alakasız bu tartışma da en çok kimin işine yarayacaksa onun işine yaradı.

Öte yandan bu tartışmanın “hayırlı” bir boyutu da oldu. Örneğin 10 Kasım günü “Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü vefatının 80. yıl dönümünde özlem ve dua ile anıyoruz” diyen İYİ Parti’den, bir gün önce yapılan “Türkçe ezan” açıklaması, Cumhuriyet denildiğinde milliyetçi-muhafazakâr cenahın ne anladığını açık bir şekilde ortaya koydu. Açıklamada Türkçe ezan tartışmasını açanlar için “namazda gözü, ezanda kulağı olmayan bir güruh” ifadesi kullanılıyor, kendilerinden “beynamazlar korosu” diye söz ediliyor, “ezanlarımız Türk vatanında ilelebet okunacak ve ‘Allah-u Ekber’ diye başlayıp ‘La ilahe illallah’ diye bitecektir” deniyordu. Açıklamanın sonuna o ünlü sloganın, “Tanrı dağı kadar Türk Hira dağı kadar Müslümanız” sloganının eklenmesi de ihmal edilmemişti.

Demek ki 10 Kasım’larda şükranlarınızı sunduğunuz Mustafa Kemal’in bizzat kendi uygulaması olan ve tam da uluslaşmaya dair bir girişim niteliği taşıyan Türkçe ezan/Türkçe ibadet söz konusu olduğunda hemen birilerine “dinsiz” yaftasını yapıştırabiliyor, “Türk milliyetçisi” olduğunuzu iddia etmenize rağmen, kendi dilinizde ibadete karşı en sert tutumu alabiliyordunuz. Sekülerlik, Atatürkçülük, cumhuriyetçilik buraya kadardı demek ki…

Benzer bir durum CHP için de geçerliydi. CHP “bu tartışmanın bugün için bir anlamı yok, bizim gündemimiz başka” diyebilirdi. Ama hem herhangi bir gündemleri olmadığı için hem de sağcılaşmanın oy getireceğine dair o bitimsiz halüsinasyonu görmeye devam ettikleri için, onlar da başta Kılıçdaroğlu olmak üzere canhıraş bir şekilde Türkçe ezana niye karşı olduklarını anlatmaya giriştiler. Kılıçdaroğlu açıklamasında Erdoğan’a da ilham verecek şekilde “Arapça ezan İslam dinimizin bir değeridir. Dünyanın neresinde okunursa okunsun ezanın İslam’ın bir çağrısı olduğunu ifade eder ki dünyanın her yerinde de ezan Arapça okunur” diyordu.

Velhasıl, her iki parti de söz konusu tartışmada iktidar partisiyle ve genel olarak Türkiye İslamcılığıyla aynı yerde durmakta ve konuyu tartışılabilir, konuşulabilir dahi görmemekteydiler. Çünkü her iki parti de siyasetin sınırını iktidar partisinin çizmesini kabul etmiş durumdaydılar ve yeni rejimin diliyle konuşmaktaydılar. İYİ Parti en azından milliyetçi-muhafazakâr bir parti olduğunu söyleyerek “yırtabilirdi” belki ama CHP için “Türkçe ezan” da başka birçok şey gibi “kendi geçmişini inkâr listesi”ne bir maddenin daha eklenmesi anlamına geldi.

Niye peki? Çok basit: CHP’nin de tıpkı tartışmayı gündeme getiren vekili gibi laikliğe, aydınlanmaya, Cumhuriyet’e dair bir mücadele programı, bir perspektifi, bir siyasal hattı bulunmuyor, o yüzden. Velhasıl Atatürk’ün partisi de oyunu İslamcılığın belirlediği kurallara göre oynamayı seçmiş, inkılapları ve cumhuriyet fikrini terk etmiş durumda. Tam da bu nedenle “Atatürk’le aldatmak” ne sadece büyük şirketlerin, ne de iktidar partisinin işi. Muhalefeti de buraya dâhil etmek, bu gerçeği görmek gerekiyor.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Göstergeler endişe verici - HAYRİ KOZANOĞLU

İncelediğimiz veriler, üretimin yavaşladığı, yatırımların durduğu, istihdam olanaklarının daraldığı zamana yayılan uzun erimli bir durgunluğa işaret ediyor.

Birbiri ardına ekonomik verilerin açıklandığı bir haftayı geride bıraktık. Doların 5.35 TL’den, 2 yıllık gösterge tahvilin %20’den haftayı kapatması finansal piyasalarda fırtınanın dinmesine yorulabilir. Bu düzeylerde (yüksek kur-yüksek faiz) bir dengeleme dahi ekonominin tekrar büyüme fazına geçmesine engel olur. Nitekim aşağıda inceleyeceğimiz 5 temel veri, “ üretimin yavaşladığı, yatırımların durduğu, istihdam olanaklarının daraldığı” zamana yayılan uzun erimli bir durgunluğa işaret ediyor.

Cari Fazla Hayra Alamet mi?
Eylül ayından cari işlemler hesabı 1.8 milyar dolar fazla verdi. Böylelikle ağustostan sonra bir kez daha Türkiye’nin döviz gelirlerinin döviz giderlerini aştığı bir ay yaşandığı anlaşıldı. Geriye dönüp bakarsak bu olgunun ancak kriz dönemlerinde gözlemlendiği ortaya çıkar. Hadi tüketim malları ithalatının %41 azalmasını hayra, kamamber/rokfor peynirlerinin daha az yenmesine, ithal viskiden rakıya dönülmesine yoralım. Ne var ki ara mallarındaki %13 düşüşü üretimin daralmasından, sermaye mallarındaki %26’lık çakılmayı ise yatırımların bıçak gibi kesilmesinden başka biçimde yorumlamak mümkün mü?

Gelelim cari açığın finansmanına; Eylül 2018 itibarıyla son 12 aylık dönemde cari açık 46 milyar dolar olmuş. Aynı dönemde Merkez Bankası rezervleri 24.6 milyar dolar aşınırken, net hata noksan kaleminden de 21.2 milyar dolar döviz girişi gerçekleşmiş. Bu iki kalemin toplamı (45.8 milyar dolar) hemen hemen cari açığa denk. Demek ki Türkiye son 1 yıllık dönemde yeni bir uluslararası finansman olanağı yaratamamış. Bu dönemde 3.7 milyar doları yabancıların emlak alımı olmak üzere 7.6 milyar dolar doğrudan yatırım sağlanırken, borsadan 1.1 milyar dolar, devlet iç borçlanma senetlerinden 1 milyar dolar çıkış gerçekleşmiş. En vahimi de 5.1 milyar dolar net dış borç ödenmiş. Türkiye’nin net dış borç ödeyicisi bir ülke konumuna düştüğü açık seçik ortaya çıkmış.

İşsizlikte Sınırlı Yükseliş
Temmuz-Eylül aralığını kapsayan ağustos ayı işgücü istatistiklerine göre, işsizlik oranı 0.5 artışla yüzde 11.1’e yükseldi. Konjonktürel anlamda ağustos ayının işsizliğin hafifçe artış gösterdiği bir dönem olduğu göz önüne alınırsa, açıkçası işsizlikte tahminimin altında bir sıçrama gözlendi. Tüm verilerin ekonomide daralmaya işaret ettiği bir dönemeçte bu ılımlı istihdam kaybını; birincisi, işletmelerin gelecekte durum düzelir beklentisiyle yetişmiş elemanları kaybetmeme çabasına; ikincisi, halen süren istihdam teşviklerinden yoksun kalmama isteğine ; üçüncüsü de yerel seçim öncesinde Saray Rejimi’nin bankalara “zor durumdaki firmaların üzerine gitmeyin” telkini yaptığı bir dönemde işçi çıkartıp iktidarın hışmına uğramayayım korkusuna bağlamak mümkün.

İstihdam trendlerini izlemek için mevsim etkisinden arındırılmış istatistikler daha uygundur. Burada işsizliğin yüzde 11’den 11.2’ye çıkışı da benzer şekilde ılımlı bir sürece işaret ediyor. Bu verinin, daha finansal piyasalarda krizin hissedilmediği şubat ayındaki yüzde 9.9 oranından başlayarak zaten istikrarlı bir artış eğilimi sergilediğini biliyoruz. Sektörel bazda baktığımızda ise, son 1 yılda inşaatın 189 bin istihdam kaybına uğradığını, buna karşın hizmetlerde 667 bin, sanayide 293 bin yeni iş yaratıldığını görüyoruz.

Sanayi Üretimi Çakıldı
Eylül ayında sanayi üretiminin bir önceki yıla göre yüzde 2.7 azalması ekonomik krizin üretimi nasıl aşındırdığını kanıtlıyor. Sanayinin en önemli bileşeni imalat sanayi endeksinin 3.2 düşüşü kaygı verici bir tabloyla karşı karşıya bulunduğumuzu net biçimde gösteriyor. Eylül sanayi üretiminin bir önceki aydan, ağustos’tan da yüzde 2.7 aşağıda seyrettiği anlaşılıyor.

Ana sanayi grupları bazındaki göstergelerde; dayanıklı tüketim malları yüzde 7.0 artarken, tüm diğer grupların daraldığının altını çiziyor. Ara malları yüzde 2.9, dayanıksız tüketim malları yüzde 1.3, enerji yüzde 2.9 üretim kaybı yaşarken, sermaye mallarındaki düşüş yüzde 6.1’e ulaşıyor. Bu da yatırımlardaki ivme kaybının bir diğer istatistiğe yansıması.

Teknoloji düzeyleri temelindeki bir değerlendirme de; düşük teknolojilerde yüzde 0.8, orta düşük teknolojilerde yüzde 2.9, orta yüksekte yüzde 1, yüksek teknolojilerde tam yüzde 19 aylık kayba işaret ediyor. İş çevreleri yüksek teknolojili-yüksek katma değerli üretimden dem vururken bu kulvardaki aktivite yerlerde geziniyor.

Kredilerde Tıkanma Sürüyor
Kapitalizmde krediler damarda akan kana benzetilebilir. Kredi kanalları tıkanınca, ekonominin bünyesinde damar sertliğindekine benzer bir hayatiyet kaybı gözlenir. Döviz kredilerindeki son haftalardaki düşüşü daha çok TL’nin değerlenmesiyle bağlantılandırmak mümkün. Ne var ki, TL bazındaki krediler de korkutucu bir zayıflama sinyali veriyor.

Haftalardır süren kredi bakiyesindeki daralmanın, en son açıklanan 9 Kasım haftasında da sürdüğü görülüyor.

Bankacılık sektörünün TL kredileri 2 Kasım’da 1320 milyar TL iken 9 Kasım’da 1316 milyar TL’ye inmiş. Asıl önemli nokta ise, 2017 sonunda 1272 milyar TL olan kredi hacminin yıl içerisinde 44 milyar TL, nominal sadece yüzde 3.8 artmış olması. Tüketici fiyatlarının yıl sonundan kasım başına yüzde 22.5 arttığı hesaba katılırsa, ekonominin nasıl bir “kredi kıtlığı”, diğer bir ifadeyle reel kredi daralmasıyla yüz yüze kıldığı anlaşılır.

HAYRİ KOZANOĞLU - BİRGÜN

18 Kasım 2018 Pazar

Diyanet ateist gence karşı - ÖZDEMİR İNCE

Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), 2019 yılı faaliyetleri arasında, Ateizm, Deizm, Agnostisizm konularında gençlere yönelik yayın yapmayı planlıyormuş. Kolay gelsin. Bu gençlerin donanımsızı olmaz ama donanımlı bir Ateist, Deist ya da Agnostik gençle bizzat Diyanet İşleri Başkanı’nın karşılaşmasını dilerim. Doğduğuna pişman olur. 

Bu gencin ilk tepkisi, “Sana ne be kardeşim, Tanrı benim böyle olmamı istemiş. Tanrı’nın iradesine karşı mı çıkıyorsun, isteseydi beni Hıristiyan bile yapardı” olmaz mı? 

Eski DİB Başkanı koskoca Süleymen Ateş bile “İnsan, korunmak için tedbirini alır, elinden geleni yapar ama Allah’ın takdir ettiği şeyi de kimse önleyemez. Allah ne takdir etmişse, ne kadar yaşamasını dilemişse öyle olur” demiyor mu?

***
Bu gençler canavar gibi okumuş çocuklardır. Erdoğan Aydın’ın İslamiyetin Ekonomi Politiği (Kırmızı Yayınları, 2008) adlı kitabını mutlaka okumuşlardır. Şu alıntısını yaptığımız sayfadan (s. 85) sorular sorarlarsa apışıp kalmaz mı İslam misyonerleri? 
“Ancak burada asıl işaret etmek istediğimiz şey, bizzat İslami teorinin sınıfsal ayrımı meşru, tanrısal ve kader olarak gördüğü gerçeğidir. Öyle ki bu gerçeği reddetmek, Kuran’da, ‘Allah’ın nimetini inkâr etmek’ (Nahl: 71) olarak nitelendirilmektedir.”
***
“Allah rızk hakkında bir kısmınızı bir kısmınızdan üstün kıldı. Kendilerine fazla rızk verilenler ellerinin (emirlerinin) altındakilere rızklarını, kendilerine eşit olacak ölçüde çevirip verici değillerdir.” (Nahl: 71) 
“... Mülkiyetiniz altında bulunan kölelerin size verdiğimiz rızklarda ortaklarınız olup, sizinle ortak paya sahip olmalarına razı olur [musunuz?]” (Rum: 28) 
“... Size verdiği (nimetler) hususunda sizi imtihana çekmek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur.” (En’am: 165)

***
Tanrı’nın ölçüsüz ve adaletsiz dağıttığı mal-mülkü, zenginliği “rızk” ölçüsüne oturtarak meşrulaştıran, keskin sınıf ayrımı ifade eden ayetler: 
“Baksana, insanların kimini kiminden nasıl üstün kılmışızdır. Elbette ki ahiret derece ve üstünlük bakımından daha büyüktür.” (Isra: 21) 
- “Rabbin rızkı dilediğine bol verir, dilediğine daraltır.” (Isra: 30) 
“Ey Muhammed, de ki ey mülkün maliki Allah’ım, dilediğine mülkü verir, dilediğinden alırsın, dilediğini şerefli (aziz) kılar, dilediğini zelil (aşağılık, düşük) edersin. Hayır senin elindendir.” (Al-i İmran: 26)

***

Bu ayetler adaletsiz bir sınıf ayrımı dile getirdiği halde, İslamcı tayfası,“İslam hukuku sınıfsız bir toplum oluşturmuştur. Kapitalizme bundan geçilememiş ve Osmanlı’da olduğu gibi statik olmayan dinamik bir yapı meydana getirmiştir” (s.85) tarzında safsata yorumlar yapar.
 
Hepsini es geçelim: 
“Rabbin rızkı dilediğine bol verir, dilediğine az verir” (Isra: 30) ayetini Ateist gence nasıl açıklayacaksın? 
“Allah, insanları daha yaratırken nasıl bu kadar adaletsiz olur? 
Sakın, Halife Osman döneminde Kuran ayetleriderlenirken saptırılmış bir ayet olmasın?” diye kazık bir soru sorarsa apışıp kalmaz mısın? Ateist gencin bilgi torbasında bu türden yüzlerce soru vardır ki hiçbirine cevap veremezsin. Örneğin Müslüman toplumların Osmanlı örneğinde olduğu gibi, fetih, yağma ve talan dönemleri sona erince yıkıldıklarını iddia ederse yanıtın ne olur? Keşiflerden ve modernizimden itibaren Müslüman toplumların Hıristiyan toplumların sömürgesi olmalarına ne dersin? 

Türkiye de aralarında olmak üzere Müslüman toplumlar arasında neden azıcık bir demokrasi bile yok? 

Yola getirmek istediğin genç, Jean Meslier’nin “Sağduyu, Tanrısızlığın İlmihali”(Kaynak Yayınları) adlı kitabını önüne koyarsa ne yaparsın!

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Anıları kalbimize çakılı... - Mine G. Kırıkkanat

Devrimci portreler 
Firar edecek olanlarla son bir kez kucaklaştık ve vedalaştık. Hepsini bu son görüşümüzdü. Duygu dolu anlardı.
Saat 17.30 olduğunda önce Cihan Alptekin, arkasından Mahir Çayan ve diğerleri sırasıyla tünele girdiler. Ellerindeki naylon torbalarda, cezaevinden yeterince uzaklaştıklarında giyecekleri temiz giysiler vardı.
Sabah olduğunda firarın mümkün olduğunca geç ortaya çıkması için koğuşların kapılarını kapatıp arkalarına ranzaları yığdık. Cezaevi idaresine, Ankara Mamak Askeri Cezaevi’nde o günlerde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının başlatmış oldukları direnişi desteklemek için o gün duruşmalara gitmeyeceğimizi söyledik.
Bu isyan demek oluyordu.
Tünelin varlığından hiç haberi olmayan, farklı davalardan yargılanan birçok tutuklu durumu şaşkınlıkla izliyordu.
Cezaevinin etrafı kısa sürede tanklar ve destek birliklerince sarıldı. Birkaç saat hiçbir şeyin farkına varılmadı. Ancak saat 12.00 civarında dışarıda devriyegezen askerlerden biri, tünelin çıkış deliğine yerleştirilen çöp kutusu kapağına basınca dışarıda kızılca kıyamet koptu. Ortalık birbirine girdi. Derhal koğuşkapılarını açmamız, aksi takdirde havan topu ile üzerimize atış yapılacağı megafonlarla anons edilmeye başlandı.
Daha fazla direnmenin bir anlamı yoktu. Kapıları açtık. Sıraya dizilip yoklama düzeni aldık. İsimler teker teker okunup sıra firarilere gelince derin bir sessizlik, ardından Tugay Komutanı Generalin “Uçtuuu!” diye seslenmesi o günün hiç unutulmayacakları arasındaydı…*
Hikmet Çiçek 
*Devrimci Portreler, 68’in 50.Yılı / Kırmızı Kedi, 2018

***
Yarım kalan bir türküdür
Sevgi Adana’da ilk günler sıkıntılı, sancılıydı. Ülkesinin bir başka şehrinde “madam” diye seslenilen biri olarak kendini daha yalnız ve kimsesiz duyumsuyordu. İki gün geçmişti ki, tutukevinde çevirisini yaptığı Brecht’in “Üç Kuruşluk Opera”sı yayımlandı. Yayıncı, çeviri ücretini Adana postanesine göndermişti. Durumu gelen tebligatla öğrenmiş, mutlu olmuştu. Sürgünde bu paranın değeri daha da artıyordu. Tebligatı çantasına koydu, giyindi, yola çıktı. Adliyenin karşısında iki katlı, küçük bir binaydı postane.
İçeri girince, masa başındaki memurun yanına gidip, “Afedersiniz, bir tebligatım var, adıma gönderilen parayı alacaktım da…” dedi.
Memur kafasını önündeki evraktan kaldırmadan cevap verdi: “Kimliğiniz lütfen!”
Sevgi, evlilik cüzdanını uzattı. Kimliğine henüz Mümtaz (Soysal)’ın soyadını yazdırmaya fırsatı olmamıştı.
Memur cüzdanı aldı, ilk sayfasını açıp yazılı adları görünce hırsla yere fırlattı. Yüzündeki öfke gözlerinden fışkırıyordu. Ağzından tükürükler saçarak: “Sizler komünistsiniz! Para mara yok sana... Nasılsa Moskova’dan alıyorsunuzdur!” diye bağırdı.
Postanede birkaç görevli dışında kimse yoktu. Sevgi, yere fırlatılan evlilik cüzdanını alırken kendini savunmaya çalıştı.
“Paramı verin lütfen, bu benim çalışmamın karşılığı...”
Memurun öfkesi dinmek bilmiyor, hakaretlerin arasına sıkıştırılan Moskova ve komünist kelimelerinden başka bir şey anlaşılmıyordu...*
Sevim Kahraman
*Bir “Sevgi Soysal” Romanı / Destek Yayınları, 2018

***
Öncü kadınlar
Eylül 1928’de, Harf Devrimi için yurt gezisine çıkan Mustafa Kemal Atatürk, Gelibolu’ya da uğradı. Karşılama töreni sırasında ona çiçek vermek içinilerleyen Refet Angın, buketi uzatırken tökezleyip düşüverdi. Atatürk onu yerden kaldırdı ve iki yanağından öperek, “Acıdı mı kızım?” diye sordu.
Refet, 
“Hayır, acımadı” dedi. Atatürk, “Büyüyünce ne olacaksın çocuk?” diye sordu. Cevap gecikmedi: “Öğretmen!” 
Refet, 24 Aralık 1930’da Atatürk’le tekrar Edirne Kız Öğretmen Okulu’ndakarşılaştı. Çiçek buketini yine o sunuyordu.Atatürk buketi aldıktan sonra, “Seni Gelibolu’dan hatırlıyorum” dedi. “Söyle bakalım, ne öğretmeni olmak istiyorsun?” Refet, “Matematik öğretmeni olmak istiyorum” diye yanıtladı. 
Atatürk, başını salladı: “Hayır, sen matematik değil, tarih öğretmeni olmalısın!” 
“Emredin Paşam, ama neden?”
“Seni küçükken tanıdım. Görüyorum ki çok okuyorsun ve güzel konuşuyorsun. Tarih öğretmeni ol. Çünkü nesillere tarihlerini öğretmek en önemli vazifedir.”
Refet’in yolu Atatürk’le üçüncü kez kesiştiğinde, artık tarih öğretmeniydi. Dolmabahçe Sarayı’nda ikincisi düzenlenen Türk Tarih Kongresi’ne katılmıştı. Yanına gidip kendisini tanıttı. Atatürk: “Bak çocuk, görev şimdi başlıyor. Çok iyi öğretmen olacaksın. Çok okuyacaksın, öğrencilerini çok iyi yetiştireceksin. Onlara Kurtuluş Savaşı’nı öğret ve Çanakkale’yi asla unutma. Çünkü bizi bu günlere getiren Çanakkale Savaşları’dır...”*Özlem Özdemir
*İlham Veren Cumhuriyet Kahramanları / Kırmızı Kedi Yayınevi, 2018

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET