23 Kasım 2018 Cuma

Cumhuriyetle ve dinle barışmak - ÖZDEMİR İNCE

29 Ekim 2018 sabahı, bir partinin genel başkanının televizyonda şöyle dediğini duydum: “Kimilerini dinle, kimilerini Cumhuriyetle bir türlü barıştıramadık!” Başta kendisi ve düz mantıklı vatandaşlarımız, kim bilir ne çok anlamlı bulmuşlardır bu anlamsız cümleyi.

Cümle anlamsız, çünkü: Parti genel başkanı Sünni Müslüman vatandaşlarımızı işaret ediyor ama bu memlekette Hıristiyanlar, Museviler, Şiiler, Aleviler, ateistler, teistler ve daha niceleri yaşamakta. Sünni İslamcılar dışında kalan inanç sahiplerinin, bazı çok istisnalar dışında, Cumhuriyete küs olduklarını düşünmek mümkün mü? 
Cumhuriyetçi Müslümanlar, Hıristiyanlar, Museviler, Şiiler, Aleviler, ateistler, teistler neden dinleriyle, başkalarının inançlarıyla barışık olmasınlar. Demokratik ülkelerde bunun aksi düşünülemez.
***

Sorun Demokrat Cumhuriyetçilerde, Cumhuriyetçi Demokratlarda değil; tamamı başta laiklik olmak üzere Cumhuriyetin niteliklerine ve anayasanın ilk dört maddesine inanırlar, bağlıdırlar ve saygı duyarlar. Anayasa ve yasaların bağlamları içinde her din ve inanca saygılıdırlar. Dinde inanç ayrımı yapmadıkları gibi etnisite ve cins ayrımcılığı da yapmazlar. Sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde uyumlu ve saygın (muteber) insanlardır.
***

Gelelim İslamcı ve köktendinci Müslümanlara: Sadece Türkiye’de değil dünyanın hiçbir yerinde uyumlu ve saygın insan değildirler. Kendi tanıklıklarımla ve kanıtlarıyla biliyorum.Yazılarım yüzünden İslamcı basın, İslamcı ve köktendinci bireyler tarafından hedef gösterildim ve ölümle tehdit edildim.



Hepimizin önünde AKP ve R. T. Erdoğan örneği var. Türkiye’nin selameti için “dinle barışık olma” zorunluluğunu ancak bir radikal dinci söyler. Anayasanın 24 ve 25. maddeleri özgürlük ve bağımsızlığın tek güvencesidir. Ama biliyoruz ki, Başyüce’nin devr-i saltanatında artık ne hükümet ne de anayasa güvencedir; dahası anayasanın bile güvenliği tehlikededir. Ama buna karşın, anayasanın 24 ve 25. maddelerini okumak zorundayız:
***
VI. Din ve vicdan hürriyeti 
MADDE 24. - Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. 
14. üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir. 
Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz. 
Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.VII. Düşünce ve kanaat hürriyeti 
MADDE 25. - Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.


***

AKP ve seçmenleri saygı ve sevgi duymasalar da laik nitelikli ama demokrasisi çok yaralı bir ülkede yaşıyoruz. Laiklik, birey ve toplumu dinin baskı, saldırı ve zulmüne karşı korumak amacıyla icat edilmiştir. Laiklik, kamusal hayatta dinleri sınırlar; sınırlamak zorundadır. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin rejimi laiktir; AKP istese de teokratik (dine dayalı yönetim biçimi) değildir. İsteyen mümin, özel hayatında dinin baskı, saldırı ve zulmüne katlanır. Kendi bileceği iştir. Ancak, bireysel ve kamusal hayatta dinin belirleyıci olmasına katlanmayanlara, dinin ve radikal dindarların gücenmek ve küsmek gibi hak ve özgürlüğü bulunmamaktadır.

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Krizin bazı istatistikleri - KORKUT BORATAV

Mayıs’tan bu yana kriz istatistiklerini inceliyor; tartışıyoruz.

Süreç, üç aşamadan geçti. 
İlk aşama, krizin ön-koşullarını oluşturdu; 2017’nin tümünü ve 2018’in ilk üç ayını  kapsadı. AKP bir seçim ekonomisinin malî ve parasal araçlarını sonuna kadar kullandı. Reel ekonomi (üretim, istihdam, gelirler) büyüdü; ısındı. Yüksek tempolu sermaye girişleri dış kırılganlıkları ağırlaştırdı; “finansal balon” oluştu; şişti.
  
İkinci aşama Mart’ta, dış kaynak hareketlerinde gerileme ile başladı. Ekonomi hızla döviz krizine girdi; finansal piyasalardaki gerilimler reel ekonomiye taşındı. 

Üçüncü aşamaya Ağustos’ta girildi. Ekonomi dış dünyaya kaynak aktarmaya ve küçülmeye başladı. Emperyalist sistemin çevresine özgü bir ekonomik bunalıma girildi: Finans kapital, “balonlaşma” döneminde  birikmiş alacaklarını, ekonomiyi küçülterek tahsil etmeye başlayacaktır. Yeterince topladıktan, kalanları güvenceye aldıktan sonra “muslukları” yeniden açacaktır.  Ekonominin yeniden büyümeye başlaması ise zaman alacaktır. 

 Bu süreçte ekonominin dışsal bağlantıları öne çıktı. Bunları aşağıdaki tabloda kırılganlık göstergeleri aracılığıyla izleyelim.

2016 sonu (sütun 1), dış kırılganlıkların kronik ve “olağan” boyutlarını temsil etmektedir.  2017 ve Mart 2018 (sütun 2 ve 3) ekonominin ısınma, finansal sistemin “balonlaşma” dönemidir. 2018 Eylül (sütun 4), döviz krizinin ekonomik bunalıma dönüşmesini yansıtıyor. 

Reel ekonomideki bunalımın istatistiklerini daha sonra tartışırız.

Dış kırılganlıklar artarken 
Kronik dış kırılganlıklar Aralık 2016-2017 arasında, giderek Mart 2018’e kadar kesintisiz tırmandı.  Bu üç tarihteki göstergelerin seyrini gözden geçirelim.

Cari açığın millî gelire oranı (yüzdeler olarak): 3,8→ 5,6 → 7,8… Mart 2018’de 12 aylık cari işlem açığı 55,3 milyar dolardır.  “Yükselen piyasa ekonomileri” içinde Türkiye ilk sıradadır. 

Not: Dolarlı milli gelirde IMF; dolar kurunda BIS verileri. Cari denge, son on iki ayın toplamıdır. (*) Haziran 2018. (**) Ağustos 2018

Dış borçlar / millî gelir oranı da (%46,9 → %53,5 → %65,4) sürekli artmış; Mart 2018’de kritik yüzde 50’lik eşiği çok geride bırakmıştır. Kısa vadeli dış borçların toplam borçlarda ve millî gelirdeki payları da kesintisiz yükselmektedir (satır 2, 3, 4).

Olası bir kriz ortamında yabancı sermaye için önemli bir güvence kısa vadeli dış borçların Merkez Bankası rezervlerine oranıdır ve kritik eşik yüzde 100’dür. Türkiye’de bu eşik 2016’da aşılmış; hızla yükselerek Mart 2018’de %145’e  ulaşmıştır. 

Dış borcun, yaklaşık %70’i özel sektöre aittir. Döviz geliri olmayan şirketlerin döviz borçları önemli riskler içerir. 1994 ve 2001’de bankaları da sürükleyen çöküntüler hatırlanmaktadır. Şirketlerin döviz varlıkları ile döviz borçları arasındaki makas (“döviz durumu”, satır 6) bu nedenle izlenir. On beş ay boyunca bu açığın millî gelire  oranı da (yüzde olarak) kesintisiz yükselmiştir:  -23,8 → -25,1 → -31,1… 

Önümüzdeki on iki ayda vadesi gelen dış borçlara aynı dönem için öngörülen cari açığı ekleyiniz. Yakın gelecekte ekonominin dış finansman gereksinimi  (satır 7) elde edilir. Bu toplamın dolarlı millî gelire oranı da bir başka dışsal kırılganlığı yansıtır ve Mart 2018’e kadar kesintisiz artış gözlenmektedir: %26,7 → %30,5 → %33,3... 

Balonlaşmanın beslenmesi, yansıması
Ekonominin kronik dış bağımlılığı geçmişin mirasıdır; AKP’li yıllarda da iniş-çıkışlı bir süreç içinde artmıştır. Örneğin 2003-2007’de coşkulu sermaye girişlerinin beslediği canlanma, 2008 sonunda çöktü; kriz patlak verdi. Öncelikle kısa vadeli dış krediler tahsil edildi; dış borç stoku aşağı çekildi. Ekonomi on iki ay boyunca küçülerek finans kapitale kaynak aktardı. 2010-2014’te dış kaynak muslukları yeniden açıldı; önceki kırılganlıklar aşıldı. 

2016’yı izleyen on dört ayda  sermaye hareketleri canlandı. Institute of International Finance, “yükselen piyasa ekonomileri”ne finansal akımların 2017’de 262 milyar dolar arttığın belirledi. Türkiye artıştan önemlice pay aldı; 2017’de 49 milyar dolar yabancı sermaye girişinden yararlandı. Bir önceki yıl göre %44 artış… Bu ivme Ocak-Şubat 2018’de de süregeldi: 12 ay öncesine göre dış kaynak girişleri %76 arttı.

Mart sonrasında oluşacak krizin ana sorumlusu da böylece belirleniyor: Dış kırılganlıkları on beş ay içinde sürdürülemez düzeye çıkaran finans kapital… 

“Balonlaşma” ile finansal sistemde, riskleri besleyen, olağanı aşan şişme   kastedilir. Türkiye gibi dış bağımlılık (örneğin yüksek cari açıklar) taşıyan çevre ekonomilerinde önce döviz piyasalarına yansır. 

Buralarda “işler yolunda gidiyor mu?” sorusu, döviz kuru hareketlerine bakılarak yanıtlanır. “Ucuzlayan döviz” ortamı, dış kaynak girişlerinin cari açığı fazlasıyla aştığı zamanlarda gözlenir. İç talep, dış ve iç dengesizlikler zorlanmadan canlanır. Yüksek yabancı sermaye girişleri koşullarında “pahalılaşan döviz” ise “finansal balonlaşma”ya işaret eder. 

2016 sonu-Mart 2018 dönemi bu son özellikleri taşıyor (satır 8): İlk 12 ayda nominal dolar kuru yüzde 20’yi aşkın bir tempoda yükselmiştir. Sonuç, 2017’de T.C.  devlet tahvili üzerinden sağlanan dolar cinsi sıcak para (“arbitraj”) getirilerinin yüzde 4’ün altına inmesi olmuştur. Sonraki üç ayda  doların değerlenmesi sürmüştür. Hisse senetlerine, tahvillere para bağlamış olan spekülatör finans kapital için ideal ortam, dövizin değil, yerli paranın değerlenmesidir.

Bank of International Settlements (BIS) ülkeler-arası nominal ve reel döviz hareketlerini izler. Bu verilere göre 2016 sonu ile Mart 2018  arasında yükselen piyasa ekonomileri içinde dolar fiyatı yüzde 25’i aşan iki ülke vardır: Türkiye ve Arjantin… Yılın ikinci yarısında finansal krize adaylıklarını böylece peşinen ilan etmişlerdir. 

Aynı dönemde Türkiye’de reel döviz kuru da yükselmiş; döviz fiyatlarının enflasyondan hızlı arttığı belirlenmiş; enflasyon beklentileri de yukarı çekilmiştir. Finansal sistem için ek bir tedirginlik kaynağı… 

Kriz istatistikleri: Ülke yoksullaşır; kırılganlıklar hafifler… 
Finans balonları bazen krize yol açmadan (“patlamadan”)  hava kaçırır; geçiştirilir. Türkiye’de ise balonlaşmanın sürdürülemeyeceği, patlayacağı Mart 2018 sonrasında ortaya çıktı. Nedeni, dış kaynak musluklarının kısılmasıdır. 

FED’den kaynaklanan likidite daralması, Şubat 2018’de Batı borsalarında sert düşüşler ile yeni bir ivme kazandı. “Güney” coğrafyasından fon çıkışları gündeme geldi.

Hangi ülkelerden? 

Birkaç yıldan beri, finans uzmanları “yükselen piyasaların kırılganları” listeleri hazırlamaktadır. Bizim tablodaki kırılganlık göstergeleri ve benzerleri sürekli gözlem altındadır.   Türkiye bu listelerin demirbaş üyesidir. 

Yüksek kırılganlık, hem yüksek getiri, hem yüksek risk demektir. Kırılganlıkların “sürdürülemezliği” algılandığı anda, “çıkış kararı” alınır. Algılama gerçek olur; sermaye çıkışları, krizi tetikler.  

Türkiye bu olguyla önce Mart’ta karşılaştı; dış kaynak girişleri önce yavaşladı; Ağustos ve Eylül’de “net çıkışlar” gerçekleşti. Tablonun son sütunu, krizi yansıtan göstergeleri Eylül 2018’e kadar taşımaktadır. Altı ayda dolar kurundaki %44’lük sıçrama, döviz krizinin zirve noktasıdır ve  tüm öğeleriyle bunalıma girildiğini gösterir.

Bu tür krizlerin bir işlevi, sürdürülmesi imkânsız dış kırılganlıkları hafifletmektir. Net çıkış, dış alacakların tahsili anlamına gelir. Bu tahsilat bir yandan ekonomiyi küçültür; toplumu yoksullaştırır; bir yandan kırılganlıkları hafifletir. 

Tablodaki örneklere göz atalım.
Döviz pahalılaştığı ve ekonomi durgunlaştığı için dolarlı milli gelirin 2018’de yüzde 16 düşeceği öngörüldü. Kriz, Ağustos-Eylül’de iç talebi çökerttiği için ekonomi cari fazla verdi. Bu iki etken cari açık / millî gelir oranını 1,3 puan aşağı çekti (sütun 4, satır 1). Bu kırılganlık göstergesini hafifleten, yoksullaşma ve döviz krizi oldu. 

Dış borçların millî gelire oranı Mart’ta yüzde 65,4’le zirveye oturduktan üç ay sonra 1,4 puan düştü; yüzde 64’e indi (sütun 4, satır 2). Dış kredilerin bir bölümü tahsil edildi. Sıcak para getirilerinin döviz karşılığı ödendi; TL’nin değer kaybı bunların dolar toplamını da aşındırdı. Sonuçta dış borç stoku 10 milyar dolar azaldı. Ağustos-Eylül ödemeler dengesi tablolarına bakınız: Borç ödemeleri, cari işlem fazlası ve rezervlerden yapılmıştır. Küçülerek ve “sermayeden yiyerek” finans sermayesine kaynak aktarımı…

Bu işlemler, 12 içinde vadesi gelen dış borç toplamını da 6 milyar dolar düşürdü. Bu “katkıya” cari açığın daralmasını da ekleyin; yakın geleceğin dış finansman gereği (göreli olarak) 2,2 puan hafifler (sütün 4, satır 7). Kısa  vadeli dış borç stoku da Mart-Eylül arasında azaldı; millî gelire oranı 0,7 puan indi (Sütun 4, satır 3). Toplam dış borçlarda kısa vadelilerin payında ise değişme yoktur. 

Döviz borçlusu şirketler Mart sonrasında piyasalardan can havliyle dolar toplamaya başladılar. Hem döviz krizine katkı yaptılar, hem de döviz açıklarını  beş ayda 7 milyar dolar azalttılar. Bu açığın millî gelire oranı da 0,9 puan aşağı çekildi (sütun 4, satır 6). 

Kıssadan hisse
Dış kırılganlıkların hafiflemesine niçin  sevinemiyoruz? 
Zira, kırılganlıkların “hafiflemesi”, emperyalist sisteme net kaynak aktarımı ve reel ekonomide (üretimde, istihdamda, tüketimde, gelirlerde) somut kayıplar sayesinde mümkün oluyor.

Bu maliyetler, dış bağımlılığa son verecek midir? 

Eylül 2018’deki göstergeler, 2016 ve 2017 değerlerinin çok daha üzerindedir. Demek oluyor ki, ekonominin önceki (ve esasen yüksek olan) kırılgan konumuna dönebilmesi için bu tür maliyetlerin bir süre daha devam etmesi  gerekecek. 
Finans kapital kaynak aktarımını ve finansal güvenceleri daha erken bir tarihte yeterli bulur ve muslukları açarsa, ekonomi “yeni olağan hayata”, 2016’ya göre çok daha bağımlı bir konumda geçecektir.

Krize rağmen düzelmeyen tek kırılganlık göstergesine de dikkat çekelim: Kısa vadeli kredilerin rezervlere oranı… Altı ayda 34 puan artış… (Bk. sütun 4, satır 6).  Nedeni Mart-Eylül arasında TCMB rezervlerinde 20 milyar dolarlık erimedir. Yukarıdaki teşhisi tekrarlayayım:Sermayeden yiyerek finans sermayesine kaynak aktarımı… 

Kıssadan hisse  nedir? 
Krizin ana sorumlusu, maliyetini de üstlenmeli; finans kapitale kaynak aktarımına izin verilmemelidir. 

Korkut Boratav / SOL

Sağ’ın saklı sayfası: Mücadeleciler - NAZIM ALPMAN

Türkiye’nin yakın tarihi büyük kara deliklerle doludur. Bilinmediği için de gizli saklı varlığını koruyabildi. Sorgulamak hep solculara düştü. Türk sağı ne araştırdı ne sorguladı, ne de bir özeleştiri yaptı.

Sağın tarihi ve tarihteki rolünü araştırmak hep sola düştü.
Sağ cenah içinden yazılanlar “avcı hikayelerini” aşamadı.
Türk sağı içinde çok önemli bir yere sahip olan “Mücadele Birliği” ya da “Mücadeleciler” adlarıyla anılan siyasi hareket üzerine de 2018’e kadar yapılmış tek yayın yoktu.

Karadeniz Teknik Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Ekin Kadir Selçuk’un doktora tezi olan çalışması “MÜCADELECİLER” adıyla kitaplaştırılıp İletişim Yayınları arasından okurlara ulaşmasaydı hâlâ da olmayacaktı.

Mücadeleciler arasında bulunan bazı isimleri sayarsak hareketin önemi kendiliğinden ortaya çıkar: Aykut Edipali, Taha Akyol, Cemil Çiçek, Hüseyin Gülerce, Melih Gökçek, Halil Şıvgın, Mehmet Taşdiken, Yavuz Arslanargun, İrfan Küçükköy…

Ekin Kadir Selçuk iki yıla yayılan bir saha çalışması ile hareketin önde gelen isimleriyle yüz-yüze görüşmeler yapmış. Süreli yayınlarını taramış. Mücadelecilerin kendi yayınladıkları “teorik” kitapları okumuş.
Görüşmelerinde tarihe ışık tutacak bilgileri çalışmasına eklemiş. Bunlardan biri de 16 Şubat 1969 Pazar günü Taksim’de yaşanan ve tarihe “Kanlı Pazar” adıyla geçen olaylara ilişkin.

Selçuk’un kitabının 49. Sayfasından devam edelim:
“Amerikan Altıncı Filosu’nu protesto etmek için devrimci öğrenciler ve işçi örgütleri tarafından Taksim’de bir miting yapılması planlanır. Dönemin sağcı gazeteleri olan Bugün ve Sabah’ta hafta boyunca miting aleyhinde yayın yapılır. Neticesinde 16 Şubat 1969 Pazar günü Altıncı Filo’yu protesto eden öğrenci ve işçilere sağcı kitle saldırır. Olaylar sonunda iki kişi bıçaklanarak öldürülür.”

Olaylar sırasında Mücadeleciler’in kurucularından Yavuz Arslanargun da oradadır. Arslanargun bu tarihi olayın ince detaylarını Ekin Kadir Selçuk’a bütün samimiyetiyle anlatıyor: “Bütün sol gruplar Taksim’e çıktı. Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) içinde organize olan gruplar talebeyi ve halkı koruyacak şekilde organize olmamıştı. Ben Abdülkadir Karaoğlu ile birlikte ne olup bittiğini gözlemlemek için Taksim’e gittim. Olay tehlikeli boyut ifade ediyordu. Bütün Müslümanlar toplanmışlar, sakallı namaz kılan tertemiz insanlar Taksim Gezi Parkının merdivenlerinin üst tarafında… Teknik Üniversitesi öğrencileri de Alman Konsolosluğu’nun oradan geliyorlar. Araya toplum polisi dizilmiş… Askeri araçlardan halka moral bozucu şekilde parmak sallanıyor. Ben mesuliyet taşıyan biri olarak elime MTTB megafonunu aldım, arkadaşlar bu iş böyle olmaz dedim. Kendimizi koruyalım dedim. Megafonla ‘Yaşasın Ordu, Kahrolsun Komünistler’ diye bağırıyorum.”

Arslanargun her şeyi gayet güzel “izah” ediyor. ABD donanmasını protesto etmek isteyen devrimci öğrenciler ve işçiler Taksim Meydanı’na çıkıyorlar. Merdivenler üzerinde bulunan sağcı, Müslüman, tertemiz, garip ne kavga etmeyi bilir ne de yumruk sallamayı… Bu ifadeler de Arslanargun’a ait. Devamını da şöyle getiriyor:
“Bir anda bizim grubun içinden de sopalar ortaya çıktı. Biz merdivenlerden solcuların üzerine düştük!!!”
Saldırma yok düşme var!
Bu “düşme” esnasında solculardan iki kişi bıçak darbeleriyle ölür!!!
Sağcılığın özünde var olan ABD sevgisi 1960’ların sonunda böyle tezahür ediyordu.

Mücadeleciler adlı önemli çalışma sağın saklı sayfalarını da gün yüzüne çıkarıyor.

Nazım Alpman / BİRGÜN

Siyasal İslamın momentum korkusu - Ergin Yıldızoğlu

Yerel seçimlere doğru yine garip şeyler oluyor: Andımız tartışması, buna eklenen  Mehmet Akif, şuydu buydu, Diyanet İşleri Başkanı’nın, “keşke Yunan kazansaydı” gibi hezeyanlarıyla bilinen fesli tipe ziyareti... Derken yeni bir tutuklama dalgasıyla “Gezi Olayları” bir kez daha ısıtılıp, Osman Kavala üzerinden servis edildi. 

Osman Kavala, bir yılı aşkın bir süredir hapisteydi, hâlâ ortada bir iddianame yoktu. Rivayetler ise boldu... Geçenlerde Osman Kavala ile ilişkili oldukları iddiasıyla, 14 STK üyesi, akademisyen gözaltına alındı. Sonra biri hariç serbest bırakıldılar. Serbest bırakılmayan, “içeriği belirlenemeyen bir toplantıya katılmıştı”. Diğer bir deyişle, Kavala gibi onun da, aslında neyle suçlandığı belli değildi... 

Bu garipliklere, Cumhurbaşkanı, partisinin grup toplantısında açıklık getirdi. “O kişi”... “Gezi Parkı olaylarını yapanların finansörüydü”, gözaltına alınanlar da onun işbirlikçileri. Bunların “gündeminde Türkiye’yi karıştırmak”... “Ülkeyi bölmek” vardı. 

AKP liderliğinin, projesine direnenleri Türkiye’yi karıştırmakla, darbecilikle suçlama eğilimini biliyoruz. Yargının ne kadar bağımsız olduğunu da... Ancak, bu kadar ağır suçlamalar söz konusu olunca, ortada bazı kanıtların ve bir iddianamenin olması da gerekmez mi? 

Gerçekten de çok garip bir durum var. Seçimlere giderken, bir taraftan eski defterler açılıyor, diğer taraftan, bugüne kadar sol-laik Cumhuriyetçi kesimin, siyasal İslamı betimlemek için kullandığı, gerici, irticacı, çağdışı gibi kavramlar siyasal İslam adına edinilmeye, muhaliflere karşı kullanılmaya çalışılıyor. Dahası liderlik, hem kendi taraftarlarını hem de muhalefeti sürekli tehdit ediyor. 

Tüm bunlar, medyanın neredeyse tamamını kontrol eden, Güçler Ayrılığı, Meclis soruşturması filan gibi ayrıntılardan kurtulmuş, kısacası “ne istersem onu yaparım, beğenmezsem kayyım atarım” havasında, kendinden ve geleceğinden emin bir yönetimden beklenecek şeyler değil. Öyleyse, tüm bunlar -Emre Kongar hocamızın salı günkü yazısından ödünç alırsam-“iktidarın hangi çıkmazını ve açmazını simgeliyor?” 
 
AKP liderliğinin acı gerçeği... 
Gelin biz de, siyasal İslamın liderliğine uyup, eski defterleri karıştıralım. 2010 bu liderlik için ne kadar muhteşem bir tarihsel eşikti. O yıl referandumda, siyasal İslam, liberal “yetmez ama evet” sayesinde “evet” oyu aldı. Ancak, bu zafer hem bir şeyin başlangıcı hem de bir başka şeyin sonuydu. 

Bir şeyin başlangıcıydı, çünkü artık siyasal İslam, “toplumsal mühendislik projesinin” önündeki engellerden, devletin, denetleme ve dengeleme araçlarından kurtuluyordu. Şimdi, tek adam rejimine, totaliter devlet biçimine doğru ilerleyişi hızlanabilirdi. 

Bir şeyin sonuydu, çünkü bu “zafer”, siyasal İslamın hegemonya kurma sürecine rıza alma kapasitesinin ulaşabildiği en yüksek noktaydı. Bundan sonra artık hegemonya sürecinde toplumdan alınan rıza giderek eriyecek, süreci ilerletmek için daha fazla baskı, denetim, yalan-dolan, hile, daha fazla risk almayı kabullenmek gerekecekti. 
“Gezi Olayı” bu gerçeğin siyasal İslamın liderliğinin kafasına denk ettiği andır. Artık toplumun en az yüzde ellisini ikna etmek, siyasal İslamın bütünsel bir kültürel egemenliğini kurmak olanaklı değildir. Bu konuda, geçmişte çok etkili bir  “trasformismo” işleviyle muhalefetin direncini kıran bağlaşıkları da zaten siyasal İslamı terk etmeye başlamıştır. 
 
Cennetten kovuldular... 
AKP’nin elinden, tek başına hükümet kurma olanağını alan 2015 Haziran seçimleri, bu gerileme sürecinin boyutlarını ve hızını gösteriyordu. Bu nedenle toplumda muhalefete yönelik, fiziki ve simgesel şiddetin dozu aniden arttı. Bombalı katliamlar, kentlere giren tanklarla “hendek operasyonları”, darbe girişimleri, yüz binlerce insanı etkileyen tasfiyeler, tutuklamalar... 

2017 Nisan referandumu, 2018 Haziran seçimleri bu bağlamda iki şeyi doğruladılar: Birincisi, bundan sonra, siyasal İslamın partisi ve liderliği, serbest ve adil bir ortamda yapılacak seçimleri asla kazanamayacaktır. İkincisi rıza alma kapasitesi gerilemeye devam ettikçe, siyasal İslam, toplumun çoğunluğunu oluşturan kesime yönelik baskı ve şiddetin dozunu artırmak zorunda kalacaktır. 

AKP liderliği, projesini ilerletme sürecinin momentumunun, bir daha tamir edilemez biçimde kırıldığını, bundan sonra ilerleyebilmek için muhalefetin sesini tamamen kısmaya, kendi hareketi içindeki çatlak sesleri hemen bastırmaya çalışmaktan başka bir seçeneği kalmadığını biliyor. 

AKP liderliği, artık “cennetten kovulduğunun”, bir gerileme sürecinin başladığının giderek daha çok ayırdına varıyor; “sakın, tarihin akışı içinde esas parantez bizim rejim olmasın” sorusu aklına geldikçe dehşete düşüyor. 

Aslına kendi tarihini betimleyen “gericilik, çağdışılık, irtica” kavramlarını muhalefete karşı kullanma çabasıysa mezarlıktan geçerken ıslık çalmaya benziyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Mehmet Akif’in oğlunu kim öldürdü? - Barış Terkoğlu

Bu kadarını tahmin edemezdim.  Mehmet Akif meselesinden söz ediyorum. Siyasal İslamcıların Akif nefretini nasıl ilmek ilmek ördüğünü anlatmıştım. Sokağa atmaya varacağını düşünmemiştim. 

Şöyle anlatayım... 
Akif, ilk Meclis’te Burdur vekiliydi. Bu vesileyle 6 sene önce bir adım atıldı. Akif’in şehirde kaldığı söylenen Çelikbaşlar Konağı restore edildi. “Mehmet Akif Ersoy Kültür Evi”ne dönüştürülen bina, küçük bir müzeye çevrildi. Bazı mektup ve evrakların yanı sıra, Akif’in bir de silikon heykeli sergileniyordu. 
Geçmiş zaman kullanıyorum çünkü yakında bir gelişme oldu.
 
Son seçimde AKP’den milletvekili aday adayı olan eski vali Şerif Yılmaz bir karar verdi. Kültür Evi’nin boşaltılmasını istedi. Artık İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Hizmet Binası olarak kullanılacaktı. Karardan sonra, sergilenen eşyaların ne olacağı endişesi başladı. Neyse ki şehirdeki üniversite devreye girdi. Her şey okula getirildi. Böylece sokağa düşmekten, bodruma atılıp küflenmekten kurtuldu. 

Mehmet Akif’in mirası olan Sebilürreşad Dergisi’nin bugünkü yöneticisi Fatih Bayhan’ı arayarak Burdur’daki durumu sordum. Gözleriyle gördüğü olayı doğruladı. İçlerinin acıdığını söyleyen Bayhan, konuyu ilgililere ulaştırmak için çabaladıklarını, ancak sonuç alamadıklarını anlattı. Burdur’daki Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi’nde konuştuğum kaynaklar ise eşyaların okulda muhafaza edildiğini kabul etti. Herhangi bir zarar gelmediğini de söyledi.
[Haber görseli]

Akif’in oğlunu sokağa attılar 
“Daha fazlası olamaz” diyorsunuz, biliyorum. Ben de yıllar önceki bir olaydan Rasim Cinisli’nin kitabı sayesinde haberdar oldum. Milli Türk Talebe Birliği (MTTB)’nin 1965 Mart’ı ile 1966 Kasım’ı arasında, yani İsmail Kahraman’dan hemen önce başkanlığını yapan Cinisli, “Bir Devrin Hafızası” adıyla anılarını geçen yıl çıkarmıştı. 

Malum, Akif karşıtlığının başını eski TBMM Başkanı İsmail Kahraman çekiyordu. Akif’in torunu Selma Argon’a bile nahoş ifadeler kullanmaktan kaçınmamıştı. Cinisli’nin kitabında tartışmayı ilgilendiren bir kısım var. 

Yıl 1966... 
Tercüman gazetesi, Akif’in uyuşturucu bağımlısı oğlu Emin Ersoy’un bir gecekonduda harap halde yaşadığını haberleştirince, Cinisli ve arkadaşları harekete geçer. Emin Ersoy’u alıp, MTTB’nin spor salonunda bir odayı ona yuva yaparlar. Yatak, yorgan, üstüne kıyafet temin ederler. Düzgün bir şekilde beslenmesini sağlayarak, uyuşturucudan mümkün olduğunca uzak tutarlar. Ancak 1966 Kasım’ında Cinisli, MTTB seçimini kazanan İsmail Kahraman’a başkanlığı devrederek askere gider. 

Sonrasını kitaptan okuyalım: 
“Emin Bey, ben askerdeyken adresimi nereden bulduysa bir mektup yazmıştı. Benden sonra MTTB’den kovulduğunu, perişanlık içinde olduğunu ve beni çok özlediğini ifade ediyordu. Maalesef birkaç ay sonra da Tophane’de bir kış günü, açık bir kamyonun karoserinde donmuş olarak bulundu.” 

Sokakta yatıp kalkmaya başlayan Emin Ersoy’un ölüm tarihini gazeteler 24 Ocak 1967 olarak yazıyor. Ölümünden kısa süre önce solcu yazar Çetin Altan’ın kapısını çaresizce çalıp “siz ne münasip görürseniz” diyerek para istemesi, Altan’ın cüzdanındakileri vermesi yıllarca konuşuldu. Ancak Kahraman’ın yönetime gelince, Ersoy’u sokağa atıp donarak ölümünü hazırlaması nedense “bir sır” olarak kalmıştı.
 
Belki daha fazla bilgi alırım diye Cinisli’ye ulaştım. Kullandığı kelimeleri dikkatli seçen Cinisli, “benim söyleyeceklerim yazdıklarım kadar” dedi ve ekledi “oradan çıkanlar da sahibini buluyor”. Cinisli, Akif’in oğlunun İsmail Kahraman yönetimi tarafından kovulmasında, o dönem siyasi neden aramadığını söyledi. Yıllar önce aklına ilk geleni “içki içen bir insanı orada barındırmak istemedikleriiçin mi” ifadeleriyle açıkladı. 
Bir kısmı kitapta da var. Rasim Cinisli ile İsmail Kahraman arasında bugüne kadar uzanan derin bir ayrılık var. Cinisli’nin “ben milliyetçilikten bahsederken‘Müslüman olmak yetmiyor mu’ demiştir” sözleri, ipucu veriyor. Merak ettiğim, Emin Ersoy’un mektubunun akıbetiydi. Cinisli’nin kütüphanesinde, bir kitabın arasında olduğunu öğrendim. Yayımlanan anılarına bugüne kadar itiraz gelmemişti. Gelirse de yanıtını vermeye hazırdı.

Siyasal İslamda Akif sömürüsü 
Daha ne ekleyeyim... 
Mevcut Kültür Bakanı’nın Akif’in torununa 4 aydır randevu vermediğini mi? 
Her sene 27 Aralık’ta Akif’in mezarı başında yapılan anmaya, İstanbul’un valilerinin yıllardır inatla gelmemesini mi?

İsmail Kahraman başta olmak üzere, devleti yönetenlerin Akif’in hatırası için yapılan teklifleri geri çevirmesini mi? 

Kürsülerde Mehmet Akif nutukları atanlar ile Akif’in hatırasını ayaklarıyla ezenler aynı. Bütün sömürülerin üzerine bir de “Akif sömürüsü” eklendi. Akif’in oğlunun bedenini sokakta donduranlar, devlet mallarıyla zengin ettikleri oğullarının sıcacık ellerinden tutarken hiç utanmaz mı?

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

22 Kasım 2018 Perşembe

Suriye’de nihai zafer mi? - AYDEMİR GÜLER

Komşu ülke daha çok su kaldırmaya devam edecek. Geçen haftaki gezi izlenimleri yazısından sonra da dünyamızın bu yöresi durmaksızın fokurdamalara sahne oldu.
Ama ben yirmi gün önce Şam’dayken düşündüklerimle ve tartıştıklarımla sınırlayacağım kendimi…
Biz oradayken toplanan İstanbul zirvesi kuşkusuz önemliydi ve İdlib mutabakatı sonrası kritik bir momenti oluşturuyordu.

Gerçek ev sahibi Rusya’nın ve orada olmayan ABD’nin sahada tuttukları pozisyonları biliyoruz. Konuklardan Fransa’nın eski av sahasına geri dönme tutkusunu da… Kendi payıma Macron’un, Fransız emperyalizminin -İngilizce looser’dan Türkçeye çevrilmiş haliyle “kaybeden” veya- kendi diliyle “raté” karakterini değiştirebileceğine inanmıyorum. Fransa’nın derdi hayallerinin boyunu aşıyor ve şatafatlı günlerine dönme ihtimali ihmal edilebilir ölçüde zayıf görünüyor. Avrupa Ordusu önerisiyle bir çıkış yapayım derken, aslında siyasette en önemli iktidar aracından yoksun olduğunu ilan eden bir ülkedir Fransa. Macron’un İstanbul’da “İdlib’deki cihatçılara saldırılırsa, bunlar bize, yani memleketlerine terörist olarak döner” diye aman dilemesi, Avrupa’dan para sızdırmaya çalışıp duran AKP’nin yanında bile Paris’in ne derece hafif kaldığını gösteriyordu.
Almanya ise başka bir olgu. Herkesin her an dostunu ve düşmanını değiştirebildiği bir kriz çağında Almanya’nın daha büyük serüvenlere atılmasının önünde temel bir engel var. Adama demezler mi, sen önce kendi arka bahçeni, Avrupa’yı bir hale yola sok diye?

Ama İstanbul zirvesi, bileşenlerinden daha önemliydi. Rusya ittifaklar sistemini iskambil kâğıdı gibi her karıştırışında elindeki kozları arttırıyor. Türkiye ise ne zaman tanımlı bir masada gündem sistematize edilmeye kalkışılsa inandırıcılığı tükenen ama masadan kalkıldığı an bin bir dolap çevirme becerisini koruyan bir aktör. Başına buyrukluk, kuralsızlık neo-liberalizmin sakil ilkesiydi. Kriz çağında en kritik güç kaynağı haline geldi. Dünya “ben yaptım olduculukla” yönetiliyor. Emperyalizm orman kanunudur. Günümüz emperyalist sistemi bunun ifrat çağıdır.
İdlib’de bir cihatçılar güruhu AKP tarafından, sözde tasfiye etmek üzere, pratikte himaye altına alındı. Gerçeği herkes biliyor ve Ankara’nın cihatçıları tasfiyeye kalkışmaması, bu bilenlere göreli üstünlük sağlıyor. Lakin Türkiye temsilcilerinin yüzlerinin kızarmayacağı sabittir ve bu belirsiz süreli himaye ilişkisi, AKP’nin Suriye sınırları içinde bir askeri-stratejik olanağı elinde tutması anlamına da gelmektedir. İdlib’deki durumun sürmesi Erdoğan-Çavuşoğlu’nu ikna edicilik, rasyonellik zemininde geriletirken, sahada etkinliğini koruması sonucunu veriyor.
Şam ise “fiziken bulunmadığımız masalarda da siyaseten mevcut olduğumuzu varsayın”, demeye getiriyor: “Rus dostlarımızla koordinasyon içinde çalışıyoruz.”
Doğrudur… İdlib’de anlaşma arifesinde sorunu askeri operasyon yoluyla sıfırlama noktasına gelmişti Baas; ama “Savaşı kazanmışız, birkaç bölgede süregiden sorunlar artık çözüm kanalına sokulmuş durumda. İnisiyatif bizde. Neden acele edelim, neden daha fazla kayıp vermekten kaçınmak mümkünken bu olanağı kullanmayalım…” Kabaca ve mealen yaklaşım bu ve Suriye rahat görünüyor. Üstelik İdlib’de olduğu gibi, savaş esas itibariyle bittikten sonra yabancı askeri varlığın yeniden kendince meşruiyet kazanması genel olarak mümkün olmayacaktır. Şam, buna güveniyor ve açıkça söylüyor da: “Bir süre sonra yabancı askeri varlık manasız, açıklanamaz, mazereti olmayan bir ura dönüşecek.” Bir noktada bünye bu uru atacak diye düşünüyorlar…
Bütün bu aktörlerin anayasa başlığına bulaşmaya çalışması da, giderayak başka meşruiyet alanları açma çabasını yansıtıyor. Şam ise özgüven deklarasyonunu sürdürüyor. Başta Türkiye olmak üzere herkesin Anayasa çalışmasına liste önerip durduğunu anlattı yetkililer. “Ama Anayasa uluslararası değil ulusal bir gündem maddesidir.” Şam bu meşruiyet çizgisinden geri adım atmayacağını kuvvetle vurguluyor.

Suriyeli yetkililerin söylemesine gerek olmayan bir gelişmeye de ben işaret edeyim. Yakın geçmişe kadar Esad’ın tasfiyesini ilke olarak masaya getiren taraflar bugün bir tarafında Suriye’nin resmi otoritelerinin bulunacağı bir Anayasa sürecini savunur konuma girdiler! Şam buraya kadarının tadını çıkarıyor olmalı…
Ancak kriz çağında geçer akçe pragmatizm ve oportünizmdir. Erdoğan’ı birden fazla kere kurtaran ile Esad’ın zafer fotoğrafını çeken aynı kişidir: Putin! Ve Putin oportünizmi kolay kolay rekabet edilemeyecek rekorlar kırmış bulunuyor. Rusya’nın Tartus üssünü korumak isteyeceği zaten biliniyordu. Ama bundan çok daha geniş bir alan tutmak üzere Şam’a kol kanat geren Putin’in iyi ilişkiler kurmayı birinci sıraya yazdığı ülkelerden birinin de, Ortadoğu dengelerinde Suriye ile 180 derece karşıtlık içindeki İsrail olması şaşırtıcı sayılabilir mi? İsrail, önce Şam’ın Batı emperyalizmi tarafından güçsüz düşürülmesinden yarar sağlıyor; sonra Şam’ı yeniden güçlendiren Rusya’nın ilgisine mazhar oluyor! Putin-Trump ilişkilerine hiç girmeyelim. Bu tabloya bakan Erdoğan’ın “dünya buysa” krallıkta hak iddia etmesi de normaldir… Bizi ise burada Esad ilgilendiriyor.

Suriye yönetimi bu oportünizm yarışında yaya kalmaya mahkumdur. Şam’ın yukarıda da örneklenen performansı siyasal birikiminin hafife alınamayacağını gösteriyor, ama bu tabloda oportünizm bulunmuyor. Yetkililer yürüttükleri politikayı “gerçekçi” olarak adlandırıyorlar. Bence de doğrusu bu. Zira Beşar Esad liderliği sağa sola çekiştirilebilir bir kavram olan gerçekçiliği başka dünya liderleri (!) gibi ifrata taşıyamaz. Sınır çizgisini Baas’ın sınıf karakteri değil, son yılların mücadelesi çekiyor.

Geçen hafta halk savaşı, halkın zaferi demiştim bu mücadele için. Bu tür kazanımlar ancak geniş kitlelerin ideolojik ve politik angajmanına dayanabilir. Gerçekten yedi buçuk yıldır milyonlar ülkelerine ilkelerle sahip çıktılar.
Sonuç şudur: Suriye Baas’ı bugün belki her zaman olduğundan daha ilkeli sekülerdir. Arap milliyetçiliği bütün rahatsız edici yanlarıyla resmi tanımlarda yerini korusa da, Suriye Baas’ı belki hiç olmadığı kadar çok kültürlü ülkesinin bütünlüğünü temsil eden bir yurtseverliğin taşıyıcısıdır. Suriye Baas’ı, en yetkili ağızlarından, “eline kan bulaşmış olanları ülkeye sokmayacağız”, “Anayasa ulusal bir iştir”, “gidenler geri dönüp bütün yurttaşlık haklarını kullanabilirler” ilanlarında bulunduktan sonra takiye yapamaz. “Dün dündü bugün bugündür” kapısını kapatan şey, zafere varan yolun ta kendisidir.

Savaş dürüstlükle ve başka erdemlerle kazanıldı. Bu sayede genç veliahttan yeni bir liderlik tesis edildi. Bana sorarsanız, Beşar Esad’a şu anki gücünü kazandıran yolun temizliği, bu gücün sınırlarını da çiziyor.

Kapitalizmin kirli dünyasına ise bu nitelik birkaç numara fazla gelir! Suriye’nin önündeki sorun da budur. Dünyanın egemen dili bu ölçekte bir başarının dürüstçe kazanılmış da olsa, ancak sahtekarca korunabileceğini ilan etmektedir.
Somut olarak; ilkeli, radikal, halkçı bir sekülerizm bu Ortadoğu’da nasıl yaşayacak? Kürt ulusalcılığı ABD emperyalizmiyle ittifak halindeyken Suriye yurtseverliği nasıl erdemli bir karakterde sürdürülecek? Ülkenin birliği, olması gerektiği gibi bir ilke sorunu mu sayılacak, yoksa biraz işgalcilerle biraz merkezkaç güçlerle sulandırılacak mı? Ülkenin yeniden imarı büyük kaynaklara gereksinim duyarken, para babalarının elinde kan olup olmadığı nasıl bir titizlikle sorgulanacak? Gözünün içine baka baka yalan söylemenin normal karşılandığı bir dünyada bir ajanlık müessesesi olarak cihatçılar ve “ılımlı” İslamcılar nasıl tasfiye edilecek? Suriye “barışı” düşmanlarıyla aynı sistem içinde ortak çıkarlara sahip olmaya mı dayanacak, yoksa direnişi süreklileştirmeye mi? İkinci yolu seçtiler, diyelim; içerdeki sınıf dengeleri buna izin verecek mi?

Savaşı kazandıran erdemlerin bu düzenin içinde ayakta tutulması mümkün değildir. Laiklik ve yurtseverlik sosyalizmin sıfatlarıdır artık. Dünyanın bütün gericilerinin üstüne çullandığı Baas ise, bugüne kadar yürüttüğü mücadelede hangi övgüleri hak etmiş olursa olsun, sosyalist değildir! Emekçilerine ne denli samimiyetle ve özveriyle sahip çıkmış olursa olsun Baas bir işçi sınıfı partisi değildir!

Nihai zaferin sosyalizmde kazanılacağı görüşü sadece teorik bir soyutlama değil, her somut durumda karşımıza çıkan bir gerçekliktir.

Aydemir Güler / SOL

Üretimden gelen sinyaller - ASLI AYDIN

Ülkemiz zaman zaman kendini gösteren finansal ataklarla reel bir bunalım döneminden geçiyor. Sürecin teşhisi, finansal alanda yaşananlardan çok reel taraftaki; yani ekonominin üretim, tüketim, gelir tarafındaki gelişmelere odaklanmayı zorunlu kılıyor. Zira bugünün sıkça yapılan tartışmalarından biri olan ‘en kötüsü geride kaldı mı’ sorusuna verilebilecek yanıt da bu sayede görünür hale geliyor. Nitekim makro iktisadi dataların sunduğu işaretler bize her şeyin daha yeni başladığını gösteriyor.

Sanayi üretimine bakalım. Reel üretimin merkezi olan toplam sanayi sektörü, başta milli gelirde en yüksek paya sahip olan hizmetler sektörü olmak üzere tüm sektörleri yakından etkiliyor. Dolayısıyla sanayi üretimindeki gidişat, toplam ekonomideki gidişat hakkında da güçlü ipuçları veriyor. Diğer bir taraftan istihdamın yaklaşık yüzde 20’si yani her beş kişiden biri sanayi sektöründe yer alıyor. Bu da sektörde yaşananların istihdam tarafında da güçlü bir şekilde yaşanmasına neden oluyor.

2017’nin başından itibaren sanayi üretim verileri incelendiğinde (Grafik 1), 2017 sonu itibariyle üretim tarafında iniş trendinde olduğumuz, içinde bulunduğumuz ayların da sert iniş dönemleri olduğu anlaşılacaktır.

uretimden-gelen-sinyaller-533455-1.

Mevcut duruma bakmak gerekirse, TÜİK tarafından açıklanan eylül ayı verilerine göre takvim etkilerinden arındırılmış sanayi üretimi yüzde 2,7 gerileme gösterirken, bu sert inişte başrolü yüzde 3,2 düşüşle imalat sanayi oynadı. Toplam sanayi içinde gerek üretim değeri, gerekse istihdam hacmi bakımından en büyük paya sahip olan imalat sanayinin bu sert inişe katkısı neredeyse yüzde 5 olarak gözlendi.

Sektörün geleceği açısından bu sert inişin devam edeceği kuvvetli bir ihtimal. Bu sonuca, kapasite kullanım oranı ve sipariş rakamları gibi sanayinin öncü göstergelerinden ulaşıyoruz. 2017 yılında yüzde 79’un üzerine çıkan kapasite kullanım oranının, 2018 Eylül’de yüzde 75’e gerilemesi bu ihtimali güçlendiren verilerden.

Bir başka öncü veriyi, Reel Kesim Güven Endeksi’nden izleyebiliyoruz. 2018 yılının ekim ayında bir önceki aya göre 2,0 puan azalarak 87,6 seviyesinde gerçekleşen endeks, sanayicinin tedirginliğini ortaya koyuyor. Endeksi oluşturan anketlerde en öne çıkan başlıklar ise toplam sipariş miktarında, istihdam ve üretim hacmindeki daralma. Üstelik bu beklentilere, ÜFE’nin gelecek yılda 6 puanın üzerinde bir artış yaşayacağı, yani maliyetlerin güçlü bir şekilde yükseleceği beklentisi de eşlik ediyor.

Tüm bu verileri alt alta getirdiğimizde, ekonominin üretim kısmındaki verilerin şiddetli bir daralmaya işaret ettiği görülüyor. Bu öncü göstergeler, ekonomideki kriz dinamiklerinin finansal alandan çok reel kesimde biriktiği ve finansal ataklarla bu birikimlerin patlama anlarına neden olduğu teşhisini destekliyor.
Oysa bugün başka bir tabloya bakabilirdik. Şayet ekonomik gelişim ve kalkınma için üretmeye ihtiyacımız varken, ülkemizi uluslararası mal ve finans piyasalarının ucuz ithalat cennetine dönüştüren, küresel işbölümünde montaj sanayinin taşeron bir üreticisi haline getiren politikalar uygulanmasaydı. Rekabetçi bir teknolojiyi üreten nesiller yetiştirmek yerine ucuz işgücüne dayalı bir rekabet gücü politikası uygulanmasaydı. İşte bu uygulanmasın dediğimiz politikalar uygulandığı için tepeden tırnağa borca batmış, yüksek katma değer üretmeyen, cılız ve savunmasız bir sanayiyle baş başayız.

Aslı Aydın / BİRGÜN

Gezi ahlakı, evet, bir tehdittir - MİNE SÖĞÜT

Gezi’yi aslen iktidarın değil bizim sorgulamamız gerekir. 

Gezi hareketi boyunca, bir dönem o kalabalığın o meydanda nasıl olup da bir zafer havasında günler geçirebildiği şaibelidir. 


Hükümetin polisini neden geri çektiği... 

Bir Gezi efsanesi yazılmasına neden olanak verdiği... 

O barışçıl ve muhteşem pasif eylemlerin bu politik atmosferde kendisine nasıl bu kadar özgür bir alan bulabildiği... 

Tüm bunları iktidarın şaşkınlığıyla açıklayıp geçmemek gerekir. 

Belki de Gezi döneminde başımıza gelen o güzel şeyler, bugünleri öngören planlı bir tuzaktır ve şu anda ülkenin son aydınlık insanları bu tuzağa doğru usul usul yol almaktadır. 

Çok yakında yeni bir milat belirlenir ve o milattan sonra Gezi hakkında olumlu şeyler yazıp söyleyenler cımbızla ayıklanıp içeri atılırsa şaşmayın.
 
Ve o durumda Gezi hareketini olmasa bile Gezi ahlakını savunmayı, inadına bırakmayın. 


Çünkü... 

Gezi ahlakı faşizme bir tehdittir. 

Gezi ahlakı diktatörlüğe bir tehdittir. 

Gezi ahlakı doğa düşmanlığına bir tehdittir. 

Gezi ahlakı ırkçılığa bir tehdittir.
 
Gezi ahlakı din sömürüsüne bir tehdittir. 

Gezi ahlakı savaş seviciliğine bir tehdittir. 

Kolay devrilebileceğini bilen tüm iktidarların temel refleksidir, varlıklarına tehdit olabilecek her şeyi yasaklarlar. 

Bu” düzeni değiştirmeyi, daha “iyi” bir dünyada yaşayıp daha “iyi” bir şekilde tüketmeyi öneren eylemleri karalarlar. 

Silahlarla değil, şarkılarla, danslarla, şakalarla sokağa çıkan ve hayatı bir şenlik gibi birbirine katan gençleri tehlike olarak görürler.
 
Kürtlerin, Türklerin, Müslümanların, ateistlerin, solcuların, sağcıların, tüm yaralıların bir arada, bir sofrada oturabilme olasılığından ürkerler. 

Düşünen, tartışan, felsefeden, sanattan, psikolojiden, sosyolojiden, tarihten anla-yan ve herkese ama herkese el uzatmayı erdem bilen nesillerden korkarlar.
 
Aslında korkmakta haksız da değillerdir. 

Varlıklarını dışarıdan ve içeriden kendisini destekleyen tarikatların ve sinsi siyasi pazarlıkların gücüne borçlu iktidarlar... 

Zenginliklerini, terör örgütleriyle diğer devletlerle yaptıkları gizli anlaşmalar sayesinde savaşlardan, çatışmalardan elde etmeyi beceren iktidarlar... 

Kendi halklarını silahlandırıp, meydanlara çıkmaya kışkırtan iktidarlar... 

Şehitlerini, madalyaymış gibi göğsüne takıp böbürlenen iktidarlar... 

Şiddetten medet uman, şiddetten beslenen, şiddeti besleyen iktidarlar... 

Tabii ki barışçıl tüm dillerin hayat veren zehrinden ölümüne korkmalıdırlar. 

Keşke... 

Keşke gençler, yaşıtları olan çevik kuvvet polislerinin burnunun dibine kadar sokulup ellerinde çiçeklerle onlara kitaplar okuduklarında devlet bir yıkılsa. 

Silaha, şiddete, savaşa karşı olan azınlıklar peşlerinden milyonları keşke gerçek-ten sürükleseler. 

Keşke o ruh, o parktan Anadolu’ya, oradan diğer kıtalara yayılan sonsuz bir yol açsa. 
Şiddet karşıtı eylemciler, gerçekten bir iktidar devirebilecek, bir devlet yıkabilecek, dünyayı tersine döndürebilecek desteği toplasa.
 
Dünyanın tüm sivil itaatsizleri, duran adamları, kırmızılı kadınları, meydanlarda piyano çalanları hep ama hep aramızda dolaşsa. 

Daha iyi bir dünya kurabilmek için söz söyleyen kalabalıkların pasif eylemlerini destekleyen sivil toplum kuruluşları çoğalsa. 

Aktivistlerin sayısı milyonları bulsa, iş insanları onlara kaynak sağlamak için birbiriyle yarışsa. 

Çünkü... 

Olur da bir gün Gezi gençliğinin temiz hayalleri gerçek olursa; 


Eşkiya, ağzıyla kuş tutsa, asla hükümdar olamaz bir daha bu dünyaya.


Mine Söğüt / CUMHURİYET


İstanbul’u kim parçalayıp dağıtacaksa, oyum...- ORHAN BURSALI

Binali Yıldırım Bey’in İstanbul’a başkan adaylığının kesinleşmesi artık an meselesiyken, ben eyvah dedim. Bu yazımda “kim kazanır, hangi stratejiler geliştirilirse, ittifaklar kurulursa..” gibi bir seçim analizi yapmayacağım(*). Bir İstanbullu ve ülkesini seven bir insan olarak, belediye başkanlarına, adaylara karşı kentimi savunacağım.

CHP’nin, seçimleri kazanırsa İstanbul’a atılan büyük kazıkları hançeresinden nasıl çekip alacağını bilmiyoruz. Çünkü pek çok şey geri dönülmez bir noktada. Mesele “yoksullara yardım”, “öğrencilere ulaşım bedava” vb. gibi “sosyallik” politikalarının çok ötesine taşmış durumda.

İstanbul azgelişmiş ülkelerin büyük kentlerinden biri. Latin Amerika başkentleri, Kahire, Tahran, Karaçi, Bombay, Pekin, Şanghay, Yeni Delhi vb. gibi toplasan 150 milyon kadar insanın birbirini ezerek yok ettiği, ulaşımın modern bir yaşam için imkânsız, hava kirliliğinden nefes alınamaz duruma gelen, yoksullukların zirve yaptığı kentlerden biri durumunda.

20 milyona yakın nüfusuyla İstanbul, Marmara - Trakya hinterlandıyla birlikte, ülkenin ekonomik olarak kanını emen ve Anadolu kentlerinin yoksul ve işsiz kalmasına neden olan bir kent.

Neler yapılmalı?
İstanbul’un parçalanıp dağıtılması gerekir. 

Türkiye’nin ekonomik ve nüfus merkezi olmaktan çıkarılması gerekir.İstanbul’a tam bir inşaat yasağının konması gerekir. 

Nüfus göçünün önlenmesi gerekir. Bunları bir belediye başkanı yapamaz. Hiçbir belediye başkanı İstanbul’u yaşanır, modern, bir marka kent haline dönüştüremez.. Yukarıdaki sorunlar alabildiğine ve engelsiz sürdüğü sürece. 

Tüm belediye başkanları İstanbul’u sadece genişletir, büyütür, daha yaşanmaz hale getirir, yoksulluğu artırır...

İstanbul’un trafiğini yönetemezsiniz. Şüphesiz ki metro ağlarının sadece enlemesine değil boylamasına kesişmelerle çok daha hızı çoğaltılması şart.

Ama mesele sadece ağlarla ilişkili değil. Uzunlamasına 200 kilometrelik bir kentten bahsediyoruz. Şimdi kuzeyinin de mahvedilmeye hazırlandığını da göz önüne alırsak, kuzey-güneyin de hızla 100-150 kilometrelik bir mesafeye ulaşacağı bir kentten bahsediyoruz. Çarpın kilometrekare olarak...

Ne gireni ne çıkanı belli
Halkalı’dan Gebze’ye metro uzansın. İki saat yolculuk yapacaksınız, dönüş de bir o kadar. Silivri ve ötesini hiç düşünmüyorum bile.

İstanbul’dan belki de tüm sanayiyi, fabrikaları, öyle kent çevresine falan değil çok uzağa, Anadolu’da seçilecek merkezlere kaydırmak zorundasınız. İstanbul’a ne giren ne de çıkan belli. 1967’de Berlin’e gittiğimde 15 gün içinde polise bildirmek zorundaydı herkes kendini ve oturduğu yeri, evraklarıyla birlikte. 

İktidar İstanbul’dan besleniyor. Bakmayın biz gökdelenlerle kenti mahvettik itiraflarına, yatay mimariye geçme masallarına. Bundan asla vazgeçmez bu iktidar.

İstanbul bir ölüm kenti. Deprem senaryoları kentin mahvolacağını gösteriyor. Merkezde tüm deprem alanlarını yapılaştırdı bu iktidar. Büyük bir yıkım ve ölüm bekliyor kenti.

Bir suç ve ölüm kenti
İstanbul bir suç kenti. Her bakımdan. Uyuşturucusuyla, muazzam seks ticaretiyle, hırsızlıklarıyla, cinayetleriyle ve her türlü yasadışı faaliyetiyle. İşsizi ve güçsüzü ile.. İstanbul’a bir büyükşehir yönetimi hiçbir şey yapamaz. Sadece büyütür. Hele hele Binali Yıldırım, şüphesiz ki tek lider ve sorumlu Cumhurbaşkanı, ancak İstanbul’u politikalarıyla daha yaşanmaz kılacakları açık. Bu büyük tehlikedir. Kuzeyde havaalanı ve Kanal İstanbul gibi projelerle İstanbul’un sırtına 1 milyonu aşkın bir nüfus ve işyeri daha bindirmekten asla vazgeçmeyeceklerdir. 

Bu konuda hep birlikte yazmayı sürdürmeliyiz.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

(*) Bahçeli ve RTE henüz bir ay kadar önce birbirlerine haydi herkes kendi yoluna dediklerinde, ittifakın kapısı açık olacaktır, yeniden görüşecekler çünkü bu seçimlerde birbirleri olmadan yapamayacaklar, demiştim. Şimdi kucaklaşma zamanı! Küçük ortak İstanbul ve Ankara gibi AKP - İktidar için hem büyük bir ekonomik rant kapısı hem de prestij konusu olan İstanbul ve Ankara’yı kazanması için destek çıkacak; büyük ortak da küçük ortağın büyükşehirsiz kalmaması için yardımcı olacak.