2 Aralık 2018 Pazar

Topraklarını sömürgeciliğe açan ülkede durum ne - Gülümser Heper / ODATV

Türk tarımı kendi özelinde üretim, pazarlama, nakil, gıda güvenilirliği, tarım alanlarının işgali, girdilerin pahalanması nedeniyle ürün fiyatlarının artması ve dış piyasayla rekabet şartlarının azalması, iklim değişimi, modern sulamacılık yapılamaması ve ırmak yataklarının işgali nedeniyle toprakların çölleşmesi ve su kaynaklarının azalması, tarım sektörüne yatırımın azalması gibi ağır sorunlarla karşı karşıya. 
Hükümet tarım sektöründeki ağır sorunların farkında ve halkın gıda ihtiyacın karşılamak üzere ithalat yolunu sonuna kadar açmış durumda; açmakla da kalmayıp ithal ürünlerde gümrük vergilerini düşürme ya da sıfırlama yoluna gitti. İthalat dengesini sağlamaya çalışırken de kurdaki yükseliş, bu dengeyi bozmakla kalmadı, ürüne ulaşımı da kısıtladı, çiftçiyi ise tamamen bitirdi; çiftçi üretimi azaltmak ya da sonlandırmak zorunda kaldı. Nereden baksanız sürdürülebilir olmayan bir Tarım politikası!
SUDAN’DA TARIM ARAZİSİ KİRALADILAR
Sayın Cumhurbaşkanı her ne kadar “halkın yaşam seviyesi arttığı için ürünlere talep arttı” diye bir savunma yapsa da ağır sürecin farkında olmalı ki bizzat kendisi yeni bir tarım projesi ortaya koydu ve gelişmiş ülkelerin başka ülkelerde tarımsal faaliyet politikalarını örnek alarak, Sudan'da tarım arazisi kiralama yoluna gitti. Türkiye Sudan'dan 780.500 hektar toprak kiraladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2017'de projeye start verdi ve Nisan 2014'te imzalanan “Türkiye-Sudan Tarımsal İşbirliği ve Ortaklığına İlişkin Anlaşma” çerçevesinde Sudan'da hayata geçirilecek TİGEM projesiyle birlikte iki ülke arasında tarım alanında işbirliğinin bir üst seviyeye taşınacağını bildirdi. Türk hükümeti 99 yıllığına kiraladığı, Omdurman, Rahat, Medani ve Abugota bölgelerinde, susam, pamuk, yağlı tohumlar, tropikal meyveler, sebze tohumları üreteceğini savlamakta.
Ürünleri ise ağırlıklı olarak üçüncü dünya ülkelerine satacağını, ülkemizde üretilmeyen ithal edilmek zorunda kalınan ürünlerin üretileceği, bu yolla hem Sudan tarım sektörüne katkıda bulunacağı hem de küresel ölçekli şirketler kurulmasının önünü açacağını ileri sürmekte. 
İşe TİGEM’in Abugota 1 bölgesinde 12.500 hektar arazide çiftlik kurmakla başlayacağını söyleyen hükümet, Aralık ayı içerisinde özel teşebbüs firmalarını davet edeceğini de açıkladı. Şirketin tüm gelirlerinin vergi dışında tutulacağını belirten sözleşmeye göre Sudan hükümeti kiraladığı arazilerin kira parasını reel fiyatlar üzerinden belirleyecek ve yatırım öncesi bir dönemde kira istemeyecek. Türk hükümeti yatırımın alt yapısını tamamlamak için Hartum’da yeni bir havaalanı yapacağını, pamuk üretimi için teknik yatırımların yanında elektrik üretimi, hububat siloları ve mezbahalar kuracağını da ifade etti. Bu yatırımların organizasyonu için Ziraat Bankası’nın başkent Hartum’da şube açacağını da ekledi. 
Ancak sorun şu: Tüketici halkın kulağına hoş gelebilecek bu proje yürüyecek mi yoksa yeni bir fiyaskoyla mı sonuçlanacak? Fikir sahibi olmak veya fikir söylemek için Sudan'ın tarım sektöründeki durumunu bilmek zorundayız. Zira ülkemizin ne tarım politikasının ne de ekonomisinin yeni bir macerayı kaldıracak hali yok. 
BÖLGEDEKİ PROJELERİN ÇOĞU ZAMAN İÇERİSİNDE ÇÖKTÜ
Sudan'ın tarım sektöründeki durumunu analiz etmeden bir maceraya girmiş olsak da Sudan'ın sorunlarını tüm gelişmiş dünya izlemekte. Başta uzun süre Sudan'ı tarımsal sömürge olarak kullanan İngiltere olmak üzere birçok gelişmiş ülke seminerler organize ederek tüm yönleriyle Sudan'ın Tarımsal Potansiyelini değerlendirmekte. İngiltere'de 2015 yılında yapılan seri seminerlerde akademisyenler ve uygulayıcılar Sudan'ın ekonomik, hukuksal, politik, kültürel sorunlarını tartışarak ülkenin tarımsal sömürge olarak kullanılmasında bir avantaj olup olmadığını tartışmakta. İşte kısa bir özeti:
Sudan ve Güney Sudan'ın Afrika kıtasının en önemli tarım merkezine dönüşme umutları neredeyse bir yüz yıldır tartışılmakta. Sudan'da had safhadaki çevresel ve iklimsel değişimler nedeniyle hükümet İngiliz pamuk üreticilerinin zorlamasıyla başkent Hartum’un güneyinde Beyaz ve Mavi Nil arasında Cezie sulama projesini uygulamıştır. Ancak bölgedeki projelerin çoğu zaman içerisinde ya çökmüş ya da kısmi başarılar elde etmiş durumda. Cezire projesinin çöküşü 1970’li yıllarda başlamıştır. Nil nehrinin yapısı gereği yüksek sediment (çökelti) oranı olması ve yoğun ot büyümesi sorunu sulama kanallarının çoğunun tıkanmasına neden olmuştur. Cezire projesinin model alındığı New Halfa tarım projesi de yıllar içerisinde çökmüştür. 
Sudan ve Güney Sudan'ın tarım sektöründeki temel, tarihsel ve geleceğe dönük sorunları benzerdir. Sudan hükümetlerinin kendi aralarında işbirliği ve tarafsızlık olmaması Cezire sulama projesini kötü etkilemiştir. Çünkü Cezire projesi 1998'e kadar Sudan ekonomisinin omurgasını oluşturmuş, kıtanın ise en büyük tarım projesi olmuştur. Ancak personel alımının politize olması, şeffaf politikaların olmaması, mülk sahiplerinin tutumları, Cezire idaresinin devlet kontrolünden çıkarılması, özelleştirmeler ve en önemlisi halkın kendi arasındaki çatışmalar Cezire projesini çok olumsuz etkilemiştir. Bu çapta büyük sorunlara ilaveten, Sudan'ın tarım sektöründe mülk sahipleri de dahil olmak üzere tarım bilgisi ve verisi son derece sınırlıdır. Tarımsal sorunlar sivil halka politik şiddet olarak dönmüştür. Sudan hükümeti petrolden elde ettiği gelirin bir kısmıyla tarım sektörüne tekrar yatırım yapmayı da reddetmiştir. Politik sebeplerle Nil'deki sudan faydalanma oranı da düşüktür. Özel mülk sahiplerinin yarattığı sorunlar yanında tarımsal üretime devletin müdahalesi çatışmanın en büyük nedenlerindendir. Ürünlerin pazarlanmasında da ağır sorunlar vardır. Nil'in sularının politik kontrol altında olması Sudan'ın sulu tarım yapmasının önündeki en büyük engeldir. İlaveten Nil sularında buharlaşma sorunu gittikçe artmaktadır ki yılda yaklaşık 2 milyar küp su buharlaşarak yok olmaktadır. 1956'da imzalanan "Nil Suları Anlaşması" ile Mısır 55.5 milyar küp su alırken Sudan 18.5 milyar küp su almaktadır ve bu kısıtlı su temini Sudan'da tarımsal gelişmenin potansiyeli olmadığının göstergesidir. Yatırımın olmaması ve diğer faktörler bir araya gelince Cezire sulama projesi çökmüştür. Hububat, yem bitkisi sorghum, darı ve buğday üretimi 2006-2009 arası döneme göre %42 oranında azalmıştır.
Sudan’da nüfus Suudi Arabistan, Mısır ve Etiyopya’ya göre düşük olmasına rağmen, bunu bölgesel ve yerel boyutta bir avantaja dönüştürememiştir. Sudan’da mal ve market gelişiminde en önemli dezavantaj politik stabilitenin olmamasıdır. Alt yapı yani yol, havaalanı, iletişim teknolojisi ve demiryolu iletişimi sorunludur. Temel tarımsal ürün olan pamuk üretimi bitmiştir. Buğday üretimi Sudan’da ikinci plana atılmış ve buğdayı büyük çapta uluslarası pazarlardan temin etmek zorunda kalmışlardır. Sudan’da yeraltı sularının kısıtlılığı nedeniyle çöl tarımına uygun tarım politikaları yapılmadığı taktirde Sudan‘ın kendi nüfusunu dahi besleyemeyeceği bir gerçektir.
Bazı Sudanlılar, Sudan'ın omurgasının petrol olmadığını tarım olduğunu iddia etseler de Tarım Sektöründe ve Projelerindeki başarısızlık ortadadır. Sudan‘ın alternatif tarımsal ürün politikalarına dönmek zorunda olduğu, fazla su isteyen ürünlerin üretimi yanında çiftlik hayvanları üretiminin bitirilmesi ciddi boyutta öngörülmekte. Netice olarak Sudan ekonomik olarak, düşük-gelirli ve gıda kaynakları düşük ülkeler arasındadır (IFAD 2009) ve ileri süreçte de MDG kriterlerini karşılayamayacağı bilinmektedir.
TOPRAKLARINI TARIM SÖMÜRGECİLİĞİNE AÇTI
Tüm bu nedenlerle Sudan, Tarım sektöründen büyük oranda çekilmiş ve petrolden elde ettiği gelirle tarım sektörünü destekleyerek kaynaklarını heba etmeme kararı almıştır. Bu kararla birlikte geniş topraklarını uluslararası şirketlere kiralayarak gelir elde etmeye çalışmaktadır. Sudan topraklarını tarım sömürgeciliğine açtığından itibaren birçok ülke Sudan'da tarım yapmayı denemiştir. Çin, Hindistan ve Brezilya, Birleşik Arap Emirlikleri, Güney Kore, Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt, Ürdün, Mısır ve şimdi de Türkiye.
Bilindiği üzere, 1989'da Sudan'da askeri bir kalkışma oldu. İslamcı askerler ve ulusal İslamcı cephe tarafından desteklenen kalkışmada Güney Sudan'lı asiler cepheye alındı. Kalkışmanın asıl amacı isyancıları ezmek, Güney Sudan'ı İslamize ve Arabize etmek, Güneyi zorla birleştirmekti. Bu amacı gerçekleştirmek için cunta, ülkenin petrol rezervlerini büyük çapta kendi amacına uygun kullanmaya başladı ve diğer İslamcı ülkelere kapılarını araladı. Ancak kısa süre sonra bu grupların bu türden girişimler için yeterli teknik deneyimleri olmadığı ortaya çıktı; neticede cuntacılar çeşitli politik gerekçelerle onları ülkeden gönderdi. Cunta ülkedeki ekonomik sıkıntılarla baş edebilmek, petrolünü çıkarabilmek, diğer doğal kaynaklarını ortaya çıkarabilmek için hararetle etkili bir iş ortağı aramaya başladı. İşte tam bu aşamada Çin devreye girdi. Cunta, Çinli ortaklarının çalışma şartlarını idealize etmek için ne insan hakkı, ne işçi hakkını gözetiyor vatandaşlarının sivil ve politik haklarına karşı inanılmaz boyutta saldırıyordu. Cunta iş ortaklarından, işçilerin çalışma şartlarının sıkılaştırılması yanında insan hak ihlallerine itibar ve açık edilmemesi sözünü de aldı.
Sudan dahil olmak üzere Çin'in Afrika'da varlığı bölgenin doğal kaynaklarını kontrolünde tutmak ve hızlı ekonomik büyümenin neticesi olan petrol ihtiyacını karşılamak içindir. Çin'in Sudan'da varlığı Sudan tiranlığını ve diktatörlüğünü desteklemektedir; aynen Çad ve Zimbabve'de olduğu üzere. Çinli liderler Çin‘in hiçbir koşulda Sudan'ın içişlerine karışmadığını ifade etse de bu bir yalandır ve Çin'in bizzat varlığı birçok Afrika ülkesindeki işçilerin çalışma şartlarının düzelmesindeki en büyük engeldir. Çin kendi teşebbüslerinde cuntanın hapsettiği Sudan'lı sivillerin ağır çalışma koşullarında güvencesiz hatta ücretsiz çalışmasına göz yumarak insan hak ihlallerine bizzat ortak olmuştur. Sudan devlet başkanı da Çin'de bu karşılıklı ilişkiden memnundur, mutludur; her koşulda birbirlerinin varlıklarını devam ettirecek açıklamaların nedeni budur. Çin'in Sudan'daki cunta askerlerine ekonomik desteği süreklidir ve bu da cuntanın kalıcılığı anlamına gelmektedir. BM Güvenlik Konseyi‘nde Darfur katliamlarının uluslararası mahkemelere taşınması sürecindeki görüşmelerde Çin'in süreci veto etmesi bu yüzdendir. 
Gelelim Türkiye Sudan ilişkilerine. Sayın Cumhurbaşkanı'nın Sudan cuntasının başı El-Beşir ile dostluğu uzun süredir tüm dünyanın bildiği bir gerçek. Türkiye'nin bölgede sadece tarım temelli bir oluşumun içerisinde olması ve süreçten başarıyla çıkması zor, meşakkatli ve masraflı bir yol. Türkiye gibi geçmişin tarım ülkesi olarak bilinen, tarımsal faaliyetler için çok daha uygun altyapısı olan bir ülkede tarım yapmayıp Sudan'da çok daha ilkel koşullarda tarımda bir başarı elde etmeyi düşünmek rasyonel bir düşünce değil. Üstelik Çin gibi bir dev ekonominin tarım teknolojisi ile rekabet edebilmek çok daha zor. TİGEM'in kurduğu küçük boyuttaki örnek çiftliğin, kiralanan diğer bölgelerdeki tarımsal faaliyetlere örnek teşkil edebilmesi de mümkün değil; zira her bölgenin kendine özgün sorunları mevcut. Aralık ayında yapılacak ihalelere özel teşebbüs ne ölçüde katılacak bilemiyoruz.
TÜRKİYE'NİN İNŞAAT SEKTÖRÜ DIŞINDA BİLDİĞİMİZ İLK EMPERYAL ANLAŞMASI
Makalenin seyrinden de anlaşılacağı üzere süreç tarımsal yatırıma yönelik bir rasyonelite içermiyor. Anadolu Ajansının haberine göre Türk Petrol ve Sudan Petrol ve Gaz Bakanlığı arasında 100 milyon dolarlık bir petrol alanı geliştirme anlaşması da imzalandı ve Sayın Pakdemirli'ye göre bu bir petrol alanı keşfi anlaşması. Tarım amaçlı da olsa petrol amaçlı da olsa bu anlaşmalar Türkiye'nin inşaat sektörü dışında bildiğimiz ilk emperyal anlaşması. Kendi ülkesinin topraklarını başta Bahreyn, Katar, İsrail gibi ülkelere kiraya veren bir ülkenin Sudan gibi bir ülkeye, ülkemiz ekonomisini ve tarımını kurtarmak amaçlı girmesi rasyonel değil. Dünya konjonktüründe bakıldığında da bir ülkenin hem sömürülen hem sömüren konumda olması gerçekten analiz gerektirecek bir durum. Bu anlaşmanın ardındaki güç merak edilmek zorunda. Hükümetin ardındaki güç emperyal devletler olsa da olmasa da başta Sudan altyapısı olmak üzere harcanan paranın tamamı ülkenin kendi hazinesinden. Velhasıl yatırımı devletin, kazancı özelin olan bir proje yürütülmekte. Projenin riskleri halkın sırtında. Halkın mango yeme umudu daim tutularak yürütülen bu ve benzeri projeler, sorgulanmadığı, denetlenmediği sürece, projelerin ödeyeni halkın bireysel mevduatları olmasından korkmak gerek.    
Gülümser Heper / Odatv.com

Bugün günlerden Refik Durbaş - Işıl Özgentürk

Kırk yıllık dosttum, arkadaşımdın, kızkardeşimi tavladın akraba bile olduk. Bir ömür paylaştık seninle, şiirleri, hikâyeleri paylaştık. Birliktegüldük muhteşem yolculuk hikâyelerine, birlikte ağladık ölen dostlar arkasından. Büyük laflardan öte hoşça kal Refik Durbaş...

Barış koyun çocukların adını 
Oyunu sever bütün çocuklar
birdirbir, uzun eşek, körebe
bu yüzden anlamı aynıdır, değişmez
oyun sözcüğünün halkların dilinde
(Oyun koyun çocukların adını)
Savaşa karşıdır bütün çocuklar
kışın: kar altında her sabah
tükenip erise de solgun nefesi
yazın: göğsü sırmalı fabrikalarda
çarkları döndürse de yoksul alevi
savaşa karşıdır bütün çocuklar
nice ölümlerden geçmislerdir
nice rüzgârlar içmişlerdir
gelincik tarlası çocuklar
(Emek koyun çocukların adını)
Gökyüzünün penceresinden şimdi
bir kuş havalansa
kanat çırpınışlarında
hayatın yağmalanmış sevinci
- Kuş uçar rüzgâr kalır
(Sevinç koyun çocukların adını)
Uzay denizlerinde şimdi
bir balık ağlasa
gözyaşı billurlarında
yüz bin umut kıvılcımı
- Alev uçar nazar kalır
(Umut koyun çocukların adını)
Çocuk bahçelerinde şimdi
bir çiçek açsa
hüzün sevince dönüşür
sevinç çiçeğe
- Ölüm uçar çocuklar kalır
(Mutluluk koyun çocukların adını)
Barıştan yanadır bütün çocuklar
sabah: kuşatılmış bir toplama kampında
ayrılığın tepsisini okşasa da elleri
akşam: yıldızların mor orağıyla
sessizliği devşirse de yetim öksüz sesi
barıştan yanadır bütün çocuklar
nice çığlık emmişlerdir
nice korku gezmişlerdir
yürekten hisli sevmişlerdir
güvercin harmanı çocuklar
(Devrim koyun çocukların adını)
Barışı sever bütün çocuklar
beştaş, saklambaç, elim sende
bu yüzden anlamı aynıdır, değişmez
barış sözcüğünün halkların dilinde
(Barış koyun çocukların adını)

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Hikâye sanatı ve Erdoğan - ÖZDEMİR İNCE

Ortaokuldaki (1948-1949, Mersin Lisesi) Türkçe öğretmenimiz Göbek Emmi (Rahmi Öztop) hikâye ve roman sanatını “Olmuş ya da olması mümkün olayları yer, zaman ve hars (kültür) göstererek anlatmaya hikâye denir” diye tanımlardı. “Poetika” uzman olduğum bir alandır ve buna dayanarak söyleyebilirim ki Göbek Emmi evrensel ve kusursuz bir tanım yapmıştır.
***

AKP’nin Cumhurbaşkanı da çok iyi hikâye ediyor. Ancak hikâyenin gerçekliği gerçeğin öyküsü değildir. Kurmacadır. “İllusion”dur! Yani yanılsamadır! Gerçek dışı hayallerini, varsayımlarını gerçek diye anlatmak bir başka beceri alanına girer.
“Bizim Çukurova’da R.T. Erdoğan gibilere yalancı dememek için ‘kasafancı’  denir.  Sözcüğün aslı ‘Kıssahan’dır. İran ve Hint saraylarında öykü (kıssa) anlatanlara verilen ad. Kahvehanelerde masal anlatan kimse, meddah.

Bizim memlekette ‘kasafancı’ya dönüşmüş, sözüne güvenilmez, laf değirmeni kişiler için kullanılır olmuş. Aslına bakarsanız ben kasafancıları severim, ağızlarından bal damlar, insanın ağzından girip kulağından çıkarlar. Sevimli insanlardır.

R.T. Erdoğan ise tam tersi. Çünkü Başyüce! ‘Aldanmışız. Gerçekten safmışız’ diyor. 
Öyledir zaar..Tuttuğu, söylediği altın olan bir zat!” (Aydınlık, “Masal Masal Matitas”, 27.02.2014)
***

Ancak, ben seçim kampanyasında konuşan AKP Genel Başkanı için de  “kasafancı”“yalancı” dememeyi yeğlerim. Bay Genel Başkanı’nın “gerçekleri aksettirmediğini”“gerçekdışı” konuştuğunu iddia edebilirim ancak. Bununla birlikte, 18 Kasım 2018 tarihli Sözcü gazetesinden R.T. Erdoğan’ın yaptığı konuşmadan iki alıntı aktarıyorum:
“Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Başakşehir’de 5 millet bahçesinin açılış töreninde  Gezi olayları ile ilgili açıklama yaptı. 100 günlük icraat programlarındaki bir maddenin daha hayata geçtiğini söyleyen Erdoğan, ‘Gezi olaylarını yapanlar, ülkenin hayrına her işin karşısına dikilenler gelip şu millet bahçesine baksınlar’ dedi. Beş millet bahçesinin toplam büyüklüğünün 1.5 milyon metrekareyi bulduğunu ifade eden Erdoğan sözlerine şöyle devam etti: ‘Sadece bu projelerle İstanbul’da kişi başına düşen yeşil alan miktarını yüzde 10 artırdık. Atatürk Havalimanı sahasındaki millet bahçemizi açtığımızda bu oran çok daha yükseklere çıkacaktır. Bahçemiz camiden kapalı otoparka, biyolojik göletten koku bahçelerine, etkinlik çadırından millet kıraathanesine kadar tüm ihtiyaçlara cevap verecek tesisleri barındıracak.’ ”

***

Ancak, HES’lerin yok ettiği doğa, Üçüncü Tayyare Meydanı uğruna kesilen orman ağaçları, üzerlerine gökdelenler, AVM’ler dikilen tarla ve arsalar R.T.Erdoğan’la aynı kanıda değil. “Millet Bahçesi”nin adının telif hakkı CHP’ye aittir. Millet Bahçelerini 1950’lerden sonra kapattılar. Bir de neredeyse her kentte Örnek Bahçeler vardı, onlar da aynı zamanda yok edildi. Açtıkları dört Millet Bahçesi’nde tek bir ağaç yok. R.T.Erdoğan’ın söylediklerini tersine çevirin, cevabımı anlarsınız.

***

Diyanet’in düzenlediği bir programda Diyanet İşleri Başkanı’nın Kadir Mısıroğlu’nu ziyaretiyle ilgili olarak Erdoğan, “Diyanet İşleri Başkanlığının siyasi tartışmalarda kullanılmasını tasvip etmiyorum. Diyanet camiamızı üzecek, milletimizle Diyanet mensuplarının arasını açacak tartışmalar kimseye fayda sağlamaz” demiş.
AKP Genel Başkanı bu konuda taraf seçebilir, ancak Cumhurbaşkanı Cumhuriyetten yana olmak zorundadır. Ne var ki AKP Genel Başkanı olarak Fesli Kadir ve DİB Başkanı fesadını tercih ediyor. Hiç Cumhurbaşkanı olamıyor. Başyüce olarak da bir yerde “Gazi Mustafa Kemal’e hakaret ettirmeyiz” demiş. Doğrudur, hep Atatürk’e hakaret edi(li)yor.

Özdemir İnce / CUMHURİYET


Yeteneği (son kez) havada görmek! - TARIK ŞENGÜL

Ben bir liberal değilim, liberal bir şehirci hiç değilim! Lakin liberal zamanlarda yaşıyoruz ve kentlerimizi liberal politikalar şekillendirip talan ediyor. Son yıllarda, söz konusu kentleşme mantığına çanak tutan literatürde “yaratıcı kentler ve sınıflar” üzerine bir tartışma yapılıyor.

Bu tartışmanın ana tezi kısaca şöyle ifade edilebilir; kaynakların, bilginin ve işgünün yerleşmeler arasında son derece yarışmacı koşullarda dağıtımının yapıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu dağıtım sürecinde yaratıcı sınıflar denilen ve bilişim, kültür-sanat, finans, reklamcılık, eğitim gibi alanlarda bilgiyi meta olarak üreten kesimler kritik bir öneme sahipler. Söylenen doğruysa; bu kesimler başarılı kentlerde ve yerleşmelerde yığılmıyorlar. Tersine kaynaklar ve yatırımlar bu tür yaratıcı sınıfların yoğunlaştığı yerlerde yoğunlaşıyor.

Bu yaklaşımın öncüsü liberal kent bilimci Richard Florida. Onun bu yaklaşımını Angela Merkel, uluslararası camiaya yaptığı bir konuşmada şöyle özetliyor; Richard Florida bölgelerin gelişmesinde başarıyı belirleyen koşulları araştırmış ve başarıyı belirleyen, teknoloji, yetenek ve hoşgörü olmak üzere üç “etmen” tanımlamıştır. Ona göre, sürdürülebilir bir ekonomik büyüme bu üç faktör bir araya getirilebildiğinde mümkündür.”

Florida, teknoloji, yetenek ve hoşgörüyü en fazla biriktiren kesim olarak yaratıcı sınıfların araştırmasının yoğunlaştığı ABD kentleri arasında eşitsiz dağıldığını ve bu kesimlerin yoğun olduğu kentlerin diğerlerine göre yüksek ve sürdürülebilir bir gelişme kaydettiğini belirtiyor. Dolayısıyla diyor, bir çok ülkede siyasetçilere ve kent yöneticilerine danışmanlık da yapan Florida, eğer bu anahtar sınıfı kendi yerleşmenize çekmek istiyorsanız, teknoloji yetmez; bu kesimlerin çeşitli tercihlerine yönelik hoşgörülü bir ortam yaratacaksınız. Çünkü bu kesimler hoşgörünün olduğu yerlere yöneliyorlar.

Ben bir liberal değilim ve Florida’nın yaklaşımın bir çok noktadan sorgulayabilirim. Ama bu ülkede uzun süredir liberal denilen politikaları uygulayan, kentleri yatırım ve yatırımcılar için çekici yapmak istediğini söyleyen bir iktidar var. Dahası projesinin merkezine uzun süredir İstanbul’u koyduğunu da biliyoruz. Son dönemde İstanbul’u dünya kenti yapma adına devletin öncülüğünde olmayacak garantiler verilerek büyük ölçekli projeler yüksek insan ve çevre maliyetleri ödenerek yapılıyor.

Tüm bu gelişmelerin orta yerinde Cumhurbaşkanı Erdoğan, Çankaya bir yana bırakılırsa İstanbul’un AKP’ye oy vermeyen ilçeleri üzerine şöyle bir değerlendirme yaptı; “Çankaya, Beşiktaş, Kadıköy, Şişli gibi yerlerindeki seçim sonuçlarına bakın, hiçbirinin ülke gerçekleriyle ilgisi olmadığını görürsünüz. Türkiye yansa da şaha kalksa da bunların umurunda değildir. Buradaki seçmen profili Türkiye pastasının kaymağını yine kesimden oluşuyor”.

Bu ilçelerin ortak özelliği laik yaşam biçimleri yanında Florida’nın sözünü ettiği yaratıcı sınıfların yoğunlaştığı yerler olmaları! Ne diyor liberal Florida, bu yetenekleri teknolojiyle buluşturmak yetmez, söz konusu kesimleri kazanmak istiyorsan, yaşam biçimlerine, tercihlerine, estetik değerlerine karşı hoşgörülü olacaksın! 
Olmazsan ne olur? 
Yanıt basit; kaçarlar.

Nitekim son dönemde yapılan araştırmalar bu kesimler arasında yurtdışına kalıcı göç etmenin neredeyse bir salgın haline geldiğini gösteriyor.

Dediğim gibi, ben liberal değilim, ama o paradigmanın mantığı içinden uyarayım; önümüzdeki dönemde 40 milyar dolara yakın bir mali büyüklüğe sahip milyonlarca uçak ve yolcunun beklendiği ileri teknoloji havalimanında uçaklar boş inip, dolu kalkabilir!

Havalimanı denilince kuşkusuz solcu aklıma şu soru da takılıyor; sahi hızla bitirme uğruna ölüme itilen işçilerin kaç tanesi şu dünya kenti İstanbul’un kaymağını yiyen semtlerindendi?

TARIK ŞENGÜL / BİRGÜN

Akın İpek neden iade edilmedi? - L. DOĞAN TILIÇ

Bizim gazete ve televizyonların çoğu Birleşik Krallık mahkemesinin Akın İpek’in iadesi talebini reddetmesini “skandal karar” başlığıyla haberleştirdiler.
Haberlerin neredeyse tümü, ne yazık ki BirGün dahil; “İngiltere’de bulunan firari FETÖ sanığı Akın İpek’in Türkiye’ye iade talebi reddedildi. … 

Adalet Bakanı Abdulhamit Gül Twitter hesabından yaptığı açıklamada ‘Türk yargısının iade talebi uluslararası hukukun ve sözleşmelerin bir gereğidir. İngiltere yargısının ret kararı ise, siyasi içerikli bir değerlendirme niteliği taşımaktadır. Bu nedenlerle iade talebiyle ilgili ret kararını ve gerekçelerini kabul etmemiz mümkün değildir’ dedi.”, diye başlıyordu.

Bakan Gül “ret kararını ve gerekçelerini” kabul etmediğini söylediğine göre, kararın bazı gerekçeleri olduğunu da biliyordu.

Ancak, o haberlerin okurları, izleyici ve dinleyicileri gerekçelerden haberdar olamadılar!

Aslında, geçen gün “Yargı Reformu Strateji Belgesi” üzerine konuşurken, Bakan Gül dolaylı olarak Birleşik Krallık mahkemesinin gerekçelerine de değinmiş oldu: Reformun vizyonu; “güven veren ve erişilebilir bir adalet sistemi”ymiş, “Adaletin kapısına gelen herkes hakkına erişeceğinden emin olmalı”ymış!

Uzun süren yargılamalardan, bir türlü hazırlanmayan iddianamelerden, tutuklamanın bir tedbir olmaktan çıkıp cezaya dönüşmesinden Bakan da şikâyet ediyor gibiydi.

Memlekette “güven veren ve erişilebilir bir adalet sistemi” olsa, “herkes hakkına erişebileceğinden emin” olsa, vizyonu bunlar olan bir adalet reformuna neden gerek olsun?

İşte, mahkeme de bunlar yok diye iade talebini reddetti!

İpek haberinin verilişinin birkaç gündür tartıştığımız medya ve habercilik anlayışları açısından sorunlu bir yanı var tabi. En basitinden şu 5N1K meselesi ve o soruların en can alıcısı olan “Neden?”. Haberi verirken; “İadesi reddedildi” deyip neden reddedildiğine dair bir şey söylememek ancak iktidarların tercihi olabilecek bir “karartma” olabilir.

Bu davalar özelinde, iktidara sorulması gereken de “FETÖ üyesi”, “darbe sanığı” dediği kişileri yargılamakta samimi olup olmadığıdır.
İpek’in iadesini reddeden mahkeme bu kararın gerekçelerini uzun uzun yazmıştı.

Guardian gazetesi kararla ilgili haberinde; yargıcın ret kararını; talebin ve yargılanmalarının temelinde “siyasi motivasyon” olduğuna, sanıkların iade edilmeleri durumunda “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3. Madde’sinin ihlali konusunda ciddi risk olduğu”na ikna olduğunu söyleyerek aldığını yazıyordu.

O Madde 3 ki İşkence Yasağı hakkındadır ve “Hiç kimse işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya işlemlere tabi tutulamaz.”, der.
Kısacası, Türkiye’nin iade taleplerinin reddinin ardında, bu ülkede adil bir yargılama olmadığı, insanların siyasi nedenlerle soruşturulup kovuşturuldukları, iadelerinin işkence ve insanlık dışı muameleyle karşılaşmaları riski demek olduğu düşüncesi yatıyor.

İktidarın iade taleplerinin karşılık bulabilmesi için de her şeyden önce bu algının değişmesi lazım.

O algı hakim olduğu sürece, ne yazık ki, arkalarında darbeye bulaşmaya varana kadar birçok ağır suçlama bulunan ve uzun süre iktidar ortaklığı yapmış insanlar bile “muhaliflik” gibi bir kavramın arkasına, o kavramı da kirleterek, sığınabiliyorlar.

Türkiye; adil yargının olmadığı, politik motivasyonlarla yargılamalar yapılan, işkence ve kötü muamele riski olan bir ülke olarak görüldükçe, İpek de kendisini, “Erdoğan rejiminin muhalifi” olarak algılandığı için ailesiyle birlikte hedef alınmış biri diye sunabiliyor.

Böyle adalet ve yargı düzeniniz olunca böyle “muhalif”leriniz de olabiliyor!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Azak Denizi’nde kışkırtma - ERHAN NALÇACI

Geçen hafta Azak Denizi’nde yaşanan olay dünyanın gündemine yerleşti. Ukrayna’ya ait üç askeri gemi Kırım’daki Azak Denizi’ne Kerç Boğazı’ndan girmek istemesi üzerine Rusya tarafından durduruldu, askerler tutuklanırken, gemilere el kondu.

Ukrayna gemilerinin Azak Denizi’ne girme hakkı yok muydu? Azak Denizi’nde Rusya ve Ukrayna’nın kıyısı bulunuyor ve askeri gemi bile olsalar, önceden haber vererek boğazdan geçebiliyorlar. Sorunun Ukrayna gemilerinin haber vermeden geçmek istemeleri nedeniyle kaynaklandığı anlaşılıyor.

Peki, gemilerin askeri kuvvet uygulayarak geçme şansı var mıydı? Bu üç geminin hemen hiçbir muharebe şansı bulunmuyordu. Arkasından gelecek bir Ukrayna donanmasından da bahsedilemez, çünkü pratikte böyle bir donanma yok.

Dolayısıyla olayın planlı bir kışkırtma olduğu çok belli. Belki de Rusya’nın gemileri batıracağı filan tahmin edilmişti ama olay özel kuvvetlerin gemilere çıkarak mürettebatı yakalamasıyla ve mahkemede tutuklanmaları ile sonlandı.
Ukrayna’daki rejimin tek başına böyle bir kışkırtmayı planlaması mümkün gözükmüyor. Çok kısa bir süre önce ABD’nin daveti üzerine Ukrayna Dışişleri Bakanı’nın ABD’ye gittiği ve sonrasında bu senaryonun devreye sokulduğu iddia ediliyor.

Dolayısıyla senaryoda nelerin olduğuna bakmak öğretici olacak:
Bir kere Ukrayna’daki faşist yönetimin devamını zorlaştıracağı belli olan genel seçimler sıkıyönetim ilanıyla ertelendi, milliyetçi bir hava yükseltilmeye çalışıldı.
Ve NATO Ukrayna tarafından Azak Denizi’ne davet edildi.

Türkiye’yi ilgilendiren bir yanı ise, Ukrayna’nın olayı bir savaş durumu olarak değerlendirip İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının Rus gemilerine kapatılmasını isteyeceğinin duyurulması oldu. Henüz resmi olarak bu istek iletilmedi ama Ruslar tarihsel bir deneyimle bundan çok tedirgin oldular ve daha ortada bir şey yokken “Yok ya Türkiye bunu yapmaz, birçok ortak çıkarımız var” meyilli açıklamalar geldi. Muhtemelen Türkiye burjuvazisinin güvenilmezliği de bu tedirginliği desteklemiş olmalı.

Bu kışkırtmaya bağlı bir savaşın çıkma olasılığı şimdilik düşük ama gelecekte emekçi sınıfların nasıl bir tehditle karşı karşıya kalabileceklerini anlamak için önemli.

Öte yandan bu kışkırtmanın başka bir boyutu var: Alman emperyalizminin doğrultusuna müdahale. Bir süredir, bu köşede Almanya’nın bir yol ayrımında durduğu ve durumu idare ettiğini yazıyoruz.

Alman sermayesinin Ukrayna’da tarihsel olarak gözü olduğu ve Alman devletinin 2014’teki faşist darbeyi planlayan, destekleyen devletlerden biri olduğu biliniyor.
Öte yandan Alman sermayesinin özellikle Rusya pazarında ve ticaretinde çıkarı olan kesimleri ABD’den bağımsız bir yol haritası belirlemeye çalışıyorlar.
Bu iç çelişkinin dışa yansıyan ve üzerinde odaklanılan başlıca konularından biri Kuzey Akımı 2 Projesi.


Yukarıdaki haritada görüldüğü gibi, Baltık Denizi’ne döşenmeye davam eden boru hattıyla Rus doğalgazı Ukrayna ve diğer doğu Avrupa ülkelerine uğramadan doğrudan Almanya’ya taşınacak.

Rusya, bu projeyle doğalgaz boru hatlarının geçtiği Ukrayna’yı devre dışı bırakıyor, ama öte yandan Almanya’yı iktisadi olarak yanına çekiyor ve NATO içinde bir uyumsuzluk yaratıyor. Bunun ötesi, emperyalist düzende ittifakların yeniden tanımlanmasıdır. Aynı şekilde Karadeniz’i geçerek Rusya’dan Türkiye’ye ulaşan Türk Akımı Projesi için de aynı şey söylenebilir.

ABD ve bazı Avrupa devletleri ise bu nedenle Kuzey Akımı’na şiddetle karşı çıkıyorlar ve projenin durdurulmasını istiyorlar. Ukrayna’nın gerçekleştirdiği kışkırtma sonrası Alman basını sermayenin ikiye bölünmüşlüğünü yansıtarak olayla alakası yok gibi gözüken Kuzey Akımı’nı işe karıştırdı ve kimisi bağlı bulunduğu tekeller adına projenin sonlandırılmasını isterken, diğerleri devam etmesi gerektiğini savundu.

Azak Denizi kışkırtmasının çok boyutlu etkileri bir süre daha devam edecek, dikkatlice izlemekte çok yarar var.

 ERHAN NALÇACI / SOL

Hürriyet ile Cumhuriyet arasında - ORHAN GÖKDEMİR


Daha önce belirtmiştim; Cumhuriyeti silersen Abdülhamit’e varırsın. Neden Abdülhamit? Mecburiyetten. Misal, Vahdettin’in nesine varacaksın? Böylesine kirletilmiş ve cehalete itilmiş bir ülkede bile İngiliz gemisiyle sıvışmış bir soytarıdan aziz çıkaramazsın. Bu durumda tek numarası iktidarını umutsuzca uzatmaya çalışmak olan Hamit’in kapısını çalacaksın.

Çaldın kapıyı diyelim, ne bulacaksın? Küçülme döneminin padişahıdır Hamit. İktidarda olduğu 30 yılda Romanya’yı, Balkanlar’ı, bugünkü Yunanistan topraklarını, Kars-Ardahan-Batum hattını, Kıbrıs’ı, Tunus’u, Libya’yı ve Mısır’ı kaybetti. Anadolu’ya sıkışıp küçülmüş ülke onun eseridir.

1876’ta tahta oturdu. Bir yıl sonra Osmanlı-Rus harbi patlak verdi ve Ruslar Osmanlı topraklarında hiçbir direnişle karşılaşmadan ilerleyip başkentin kapılarına dayandı.  İki yıl sonra, 1878’de, Berlin’de bir kongre düzenlendi. Osmanlı, Rusya, İngiltere, Avusturya, Fransa, İtalya ve Almanya kongrede “Şark Meselesi”ni masaya yatırdı. Gerçekte ise Osmanlının parçalanması planlanıyordu. Osmanlı-Rus harbi enkazın kaldırılıp atılmasının çok kolay olacağını göstermişti.

Hamit, denildiği gibi “Müslümanlığı sahici, dindarlığı siyasi” bir zavallı âdemdir. Bu kötü gidişi durduracak ne bir fikri, ne de bir planı vardı. Tek çaresi Tanzimat’tan bu yana yapılmaya çalışılan reformları sürdürmek ama bir yandan da bunu “kitabına uydurmaya çalışmak”tan ibaretti. Lafta şeriatçı ve antiemperyalistti, gerçekte “düvel-i muazzama”nın masaya sürdüğü piyonlardan biriydi. Panik içinde kaçınılmaz olan yıkılışı ertelemeye çalışırken, dedelerinden kalan toprakların elinden kayıp gidişine tanıklık etti. Gerçi sorun sadece onda veya devletinde değildi, dünya kabuk değiştiriyordu. Tahta oturduğu yıl ile Birinci Büyük Savaş arasında geçen çeyrek asırdan biraz fazla zamanda dünyanın dörtte biri el değiştirdi. Bunda da büyük pay Osmanlı topraklarınındı.

Sonunda imparatorluğunun hızlı çöküşü o kadar belirgin hale geldi ki “düvel-i muazzama” elde kalan Anadolu’yu da paylaşma planı yapmaya girişti. Osmanlıya bıraktıkları Orta Anadolu’dan Batı Karadeniz kıyılarına uzanan küçük bir toprak parçasından ibaretti.

Cumhuriyeti yıktılar ve Hamit’in kapısına vardılar, görüp görebilecekleri işte bundan ibarettir. Azizleri “düvel-i muazzama”nın piyonu, kendi halkının celladıdır. Bugüne bakınca daha iyi görüyoruz; büyük güçlerin piyonu olanların halkının celladı olmaları kaçınılmazdır.

Cumhuriyeti silik ülkede biz de Hamit’i görüyoruz. Sarayında kendine has bir dünya kurmuş cahil bir yobaza bakıyoruz, hem piyon hem cellattır.

                                        ***
Peki, bu durumda biz hangi kapıyı çalıp, kime varabiliriz?
1789 Büyük Fransız Devrimi’nin Osmanlıya ilk etkisi 30 yıl sonra, 1821’de, Yunan ayaklanmasının patlak vermesi oldu. Avrupa, Antik Yunanlıların torunlarının başkaldırısı olarak selamlamıştı isyanı. Barbar Türklere karşı Yunanlıların özgürlük savaşı söz konusuydu. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın askerleri koştu yetişti, isyanı bastırdı. Fakat Avrupa devletlerinin müdahalesiyle Yunanistan ayrıldı. Bundan böyle Yunanlıları Yunan devleti idare edecekti. Bu kopuş, aynı zamanda İmparatorluğun diğer ahalisine yaklaşmakta olanı haber veriyordu. 

Ermeniler Ermeni devletine, Türkler Türk devletine mecburdu. Fransız Devriminin artçı sarsıntılarıydı bunlar. Devrim Avrupa’yı düzlemiş, düzlenen Avrupa sınırları ötesine şekil vermeye başlamıştı.

Yunan ayaklanması sadece bir başlangıçtı. Osmanlı İmparatorluğu içinde gelişen milliyetçilikler yüzünden çöktü ve çöküşü yeni milliyetçiliklerin doğuşuna ebelik etti. 
  
Hamitist küçülme, 20. yüzyılın başında bir felakete dönüşmüştü. Hem saray hem de halk ülkenin hızla parçalandığını görüyor, bunu durduracak bir çare bulamamanın umutsuzluğuyla akıbetini bekliyordu. Denklemi değiştirecek adımı bir avuç aydın-subay attı. Rumeli kaynaklı bu hareket Hamit’i devirerek felaketi durdurmayı deneyecekti. 1908 Devrimi ülke için umut ve vaat dolu bir dönemin kapısını aralamıştı. Anayasaya dayalı hukuki bir düzen kurulacak, devlet kurumları çağdaşlaştırılacak, ülke ayağa kalkacak ve dış güçlere karşı güçlü bir şekilde dikilecekti. Özgürlüklerin güvence altına alınmasıyla cemaatler arasındaki gerilimler ortadan kalkacak, vatana huzur gelecekti. Hürriyet kahramanı Enver durumu şöyle özetliyordu: “Bundan böyle Müslim, gayrı Müslim bütün vatandaşlar elbirliği ile çalışacak, hür milletimizi, vatanımızı, daima yükselmeye sevk edeceğiz. Yaşasın millet, yaşasın vatan!”

Öyle oldu, halk sokaklarda toplandı ve aralarındaki farklara bakmaksızın kol kola girip dans etti. İmamlar, hahamlar ve rahipler kucaklaştı, Rumlar Türklerle birlikte yürüyor, Ermeniler Kürtlerle yan yana duruyordu. O Temmuz günlerinde ülkedeki hemen herkes hayatlarının olumlu yönde değişeceğine inanıyordu.

Fakat 10 yıl sonra, 1918’de, imparatorluk tam bir enkaza döndü. Bir zamanların o cesur ve umutlu İttihatçıları, kurtarmaya yemin ettikleri imparatorluğu düvel-i muazzamanın insafına bırakarak kaçıp gitti. Osmanlı’yı, Saray’ı, onun bir uzantısı sandıkları ülkeyi içine düştüğü çürümüşlükten kurtarmak istiyorlardı ama sonunda gidip o çürümenin bir uzantısı oldular. 1908’deki umuttan eser kalmamıştı. Ülke parçalanmış, ondan geriye kalan topluluklar birbirini boğazlamaya başlamıştı. Müslüman Hristiyan’ı, Hıristiyan Yahudi’yi, Türk Ermeni’yi, Ermeni Kürt’ü boğazlıyordu. Hamit’i devirenler Hamidizmin bir uzantısına dönüşmüş, amaçları küçük iktidarlarını korumaktan ibaret kalmıştı.
Devrimini tamamlayamayan, çöküşün bir parçası haline gelir.

Demek ki Enver’e ulaşıyoruz. Enver, imparatorluğu eski parlak günlerine döndürmek istiyordu. Bunun yolu da kayıpları geri almaktan geçiyordu. Sonunda o hayalin peşinde Asya içlerinde Türkleri ayaklandırmak isterken bilmediği topraklarda can verdi. 
Demek ki Mustafa Kemal’e varıyoruz. Mustafa Kemal Enver’e göre daha makul veya daha mütevazı bir yol tutturmak istiyordu. Talihi yardım etti, bugünkü sınırlar onun eseridir. Hamit onların, Enver ve Mustafa Kemal bizimdir.
                  ***
Enverist Hürriyeti, Kemalist Cumhuriyete bağlıyoruz. Çünkü 1908’in iyimserliği ile 1918’in karamsarlığından çıktı Cumhuriyet. Ortasında Enver ve kıyısında Mustafa Kemal var. 1918’de imparatorluk dağıldı ve Hamit öldü. Devrim, 1908’in iyimserliğini devralacak ve 1918’in karamsarlığını dağıtacaktı. Ve yeni hareketin öncekinden tek bir farkı vardı; ortalıkta kurtaracak bir imparatorluk ve boyun eğecek bir saray kalmamıştı. Haliyle onlar da kendi yollarını kendileri çizmek zorunda kaldı. 
Buna devrim diyoruz.
Devrim, kendi yolunu kendi çizme işidir.

                                        ***
Cumhuriyeti silersen Abdülhamit’e varırsın. Bizim ise 1908’den daha geriye gitmemiz mümkün değildir. Ucunda Cumhuriyet olduğunu biliyoruz, Hürriyet’e tutunmaya çalışıyoruz.

Gericilik ise Hürriyet ve haliyle İttihatçı düşmanlığı ile başlar. Daha yakın zamanda, Cemaat AKP’ye karşı henüz kalkışmamışken en moda suçlamalardan biriydi İttihatçılık. Buna bir de Jakobenizmi eklemişlerdi. Geçen yüzyılın bütün suçları bu bir avuç Jakoben İttihatçının başının altından çıkmıştı.

Hâlbuki 1908’in şafağında Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Kürtler herkes İttihatçıydı. Taşnaksutyun, İttihatçıların en önemli müttefiklerinden biriydi. Fakat İttihatçılar devlet bütünlüğünü korumaya çalışırken onlar özerklik peşindeydi. Bu da Kürtlerle çatışmaları beraberinde getiriyordu. Bir ara İttihat’tan aldıkları destekle Kürtlerle meselelerini halletmeye kalkışınca pek çok Kürt ayaklanması patlak verdi. Hatta İttihatçılar daha da ileri giderek Hamidiye Alaylarını dağıttı ve Hıristiyanları da askere almaya başladı. Muhalifleri, İttihatçıları Hıristiyan ve Yahudi yanlısı olmakla itham ediyordu. O kadar ki 1909’da patlak veren gerici 31 Mart vakasını fırsat bilenler Adana’da binlerce Ermeni’yi katletti.

İttihatçı subayların çoğunluğu, hızla kaybedilen imparatorluk topraklarından geliyordu. Uçlardaki felakete tanık olmuşlar, daha büyüğünün yaklaşmakta olduğunu anlamışlardı. Sonunda değişik inançlardan insanları yok etme noktasına gelmiş olmalarının nedeni 1908 hülyasının paramparça olmasından duydukları hayal kırıklığıydı. Çürümenin ortasında yakaladıkları o son ışık sönüp yitti. Geriye katliamlar, açlık, salgın hastalık ve sınırsız düşmanlık kaldı.

Karamsarlık umudun türevidir. Tabloya bakıp karamsarlığa kapılmak ayrı, dediğimiz, umutsuz devrim mümkün değildir. Gezi’de gördük, umut parlamaya hep hazırdır ve fakat o ışığı devrime taşıyacak örgütlü bir güç gerekir.

Devrimini tamamlayamayan çöküşün bir parçası haline gelir. Umudumuz var, bu çöküşün bir parçası olmayacağız.

Orhan Gökdemir / SOL

1 Aralık 2018 Cumartesi

Kültür sanat dünyamızın gerçeği... - Öner Yağcı

Çağan Irmak’ın yeni filmi Bizi HatırlaBabam ve Oğlum gibi asıl olarak baba-oğul arasında geçen, duygu yoğunluğuyla dolu olan film küreselleşme ve kentleşmenin getirdiği betonlaşmanın insanları da nasıl betonlaştırdığını, yabancılaşmanın insanı nasıl kuşattığını gösteriyor. Katıldığım bir izleyici yorumunu buraya almadan geçemeyeceğim: “Film sizin ağzınıza edip gönderecek salondan. Sorgulayacak o kadar çok şey bulacaksınız ki hayata dair. Mutlaka izlenmeli.”

***
Küreselleşmenin yaşamımızı nasıl etkilediğiyle ilgili ilk bilgileri Alman gazeteciler Hans-Peter Martin ve Herald Schuman’ın 
Globalleşme Tuzağı’ndan edinmiştim (1997). Küreselleşmenin yaşamımıza getirdikleri ve getirecekleriyle ilgili kitaplar kitaplıklarda raflar dolduracak kadar çoğaldı. Son günlerde yayımlanan John R. Saul’un  Küreselleşmenin  ÇöküşüJoseph E. Stiglitz’in Küreselleşme-Büyük Hayal KırıklığıHarry Magdoff’un  Küreselleşme ve Yaklaşan Sosyalizm gibi kitaplar, bu yanlış gidişe karşı insanlığın çığlığından örneklerdir. 

Dünyanın son yıllarında yaşanılanlara ışıldak tutan bu kitaplarda yazılanları Attilâ İlhan, Erol Manisalı ve Türkel Minibaş’ın Cumhuriyet’te yazdıkları ve bizim toplumsal yaşamımızı derinden etkileyen verilerle birleştirince kültür sanat dünyamızdaki bugünün gerçeğini açıkça görmeye başlıyor insan. 

Anadolu’nun yüzlerce yıllık yoksunluğunu, yoksulluğunu yok edecek, bağrında yaşayanlara insan olma onurunu kazandıracak bir toplumsal yapılanma olan Cumhuriyetle geldiğimiz noktadan hızla uzaklaşıyoruz. Toplum, oluşmaya başlayan laiklik temelindeki çağdaşlaşma, özgürleşme, eşitlik, adil paylaşım gibi değerlerle yüklü ortak ülküsü yok edilip farklı değerler üretilerek çatışma ortamına sürükleniyor. Dünya gerçeklerinden uzak, öteki dünya masallarıyla temeli tüketim olan bir yaşama doğru götürüldüğümüz kahredici bir gerçekliktir.

Küreselleşmenin en önemli aracı olarak tüm dünyayı etkisi altına alan medyanın özgürlük arayışlarının da önünü tıkama görevini kendi açısından başarıyla gerçekleştirdiğini kabul etmek zorundayız. Medya, yaşamın her alanında “tüketim”in gerçekleştirilmesini asıl görev biliyor. Medyanın etkisinin, her şeye olduğu gibi kültür ve edebiyatta da olduğunu görmemek aptal olmakla eştir. Nasıl bir edebiyat istendiğinin belirlenmesi ve edebiyatın ideolojisinin tüketime yöneltilmesi medyanın en büyük başarısıdır. Bu başarıda toplumsallığın savunucularının seslerinin kısılması gerçekliğinin de elbette önemli payı vardır. Çünkü özgürlük savaşımıyla edebiyatın birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğu düşüncesi bu gerçeği kendiliğinden karşımıza çıkarır. 

Cengiz Gündoğdu’nun 1990’larda belirlediği star sistemi’nin olanca çıplaklığıyla karşımızda olduğunu görüyoruz. Her yerde yıldızlar var, edebiyatta J. Başka kimse yok!..

İnsandan ve toplumsallıktan uzak, tüketimi çoğaltan, her şey gibi edebiyatı da tüketimin hizmetine sunan bir ideoloji ne yazık ki egemendir. Edebiyatın tekseslileştirilmesi, magazinleştirilmesi, mistikleştirilmesi, bağıra bağıra tüketilmesi, değersizleştirilmesi, edebiyatla aydınlanıp güzelleşenlerin yönlendirilmesi, insan ve insanlık açısından yanlış bir gidiştir. 

Zamana karşı yarışıp zamanı yenerek kendini kanıtlayan bir ölümsüzlük arayışının adı olan edebiyat yerine bugün üretilip bugün tüketilen ürünlerin sunulması edebiyata yapılacak en büyük kötülüktür. 

Bu kötülüğü yenecek gücümüz, birikimimiz, damarımız öylesine görkemli

Öner Yağcı / CUMHURİYET

İdeolojisiz siyaset, rozetsiz siyasetçi - Barış Doster

Geçtiğimiz günlerde, adı muhalefetteki iki partinin (CHP ve İYİ Parti) ayrı ayrı ve ortak adayı olarak, Ankara Büyükşehir Belediyesi için adı geçen bir siyasetçi, Mansur Yavaş, “Belediye başkanı rozetsiz olmalı” dedi. Belli ki, tarafsız bir belediyecilik hizmetini kastetti. Yavaş gibi, yıllarca MHP’de siyaset yapan, Ankara’nın Beypazarı ilçesindeki belediye başkanlığıyla öne çıkan, 2009’da MHP’nin, 2014’te CHP’nin Ankara’da anakent başkan adayı olarak yarışan bir ismin, sözleri üzerinde düşünmek gerekir. Hem de etraflıca... 

Birincisi; siyaseti, özellikle de yerel yönetimleri, teknik hizmete, ayrımsız – tarafsız belediyecilik hizmetine indirgemek, siyaseti ideolojik özünden, sınıfsal karakterinden koparmayı da hızlandırır, kolaylaştırır. Belediyeciliğin, yaygın olarak imar rantıyla, kent talanıyla, çevre – doğa – yeşil katliamıyla birlikte anıldığı ülkemizde, sorun sadece su şebekesinin temizliği, çöplerin zamanında toplanması, otopark ve çay bahçesi ihalelerinde adil davranılması değildir. Daha büyüktür. Toplumcu, kamucu, halkçı, emekten yana siyaset, yerel yönetimlerden bağımsız düşünülemez. Siyasi yönü olmayan belediyecilik olmaz.

İkincisi; siyaset, ideolojik temelli bir uğraştır. İdeolojisiz siyaset, demagojidir. Sonuçta gidip vahşi kapitalizme, kuralsız liberalizme teslim olur.

Üçüncüsü; bir siyasetçinin kendisini partiler üstü görmesi, siyasetin özüne, sınıfsal bakış açısına, partide emek veren binlerce örgüt emekçisine, vefalı, iyi niyetli, idealist partiliye karşı sorumsuz bir davranıştır. “Parti beni aday göstermezse, başka partiye giderim”, “Şu ilçeden aday gösterilmezsem, başka ilçeye gitmem” diyenlere itibar edilmemelidir. 

Dördüncüsü; yerel yönetimler, partinin ve belediye başkanının başarısına koşut olarak, genel seçimleri de etkiler. Pek çok başarılı siyasetçi, yerelden yetişerek yükselmiştir. Halkla temasın yoğun olduğu, örgütlü mücadelenin öne çıktığı, meslek odaları ve çevreci oluşumlarla birlikte yurttaşın hakkının, hukukunun, çevrenin, doğanın, tarihsel, kültürel mirasın savunulduğu alanlardır.

Siyasal bilinç, örgütlü siyaset
Merkez sol, sosyal demokrat partiler, emeğiyle geçinenlerin kitle partileridir. Emeği, ehliyeti, liyakati önemsemeleri gerekir. Mucize formüllere, sihirli değneklere, kerameti kendinden menkul “yıldız isimlere”, popülist söylemlere uzak durmaları şarttır. Bu bağlamda özgür bireyi, örgütlü toplumu savunurlar. Ulusal ölçekte yurttaş kimliğini; sınıfsal düzlemde yoldaş kimliğini sahiplenirler. Emperyalist tahakküme, kapitalist sömürüye, bu ikisinin işbirlikçisi, uzantısı, aparatı olan feodalizm artığı aidiyetlere, ortaçağ kalıntısı mensubiyetlere, etnik – dinsel – mezhepsel – hemşerilik bağları üzerinden kurulan siyasetlere karşı çıkmak zorundadırlar. 

Cumhuriyet şehidimiz, değerli hocam Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, sıklıkla vurgulardı: “Siyasette tutarlılık inandırıcılığı, inandırıcılık büyümeyi getirir”. Seçkin bir Türk aydını, yetkin bir siyaset bilimci, başarılı bir siyasetçi, usta bir köşe yazarı olan Kışlalı’nın sözleri öğreticidir. Tutulacak yol bellidir. İdeolojik çizgisiyle kendini kanıtlamış, parti örgütünde emek vermiş isimlere güvenilmelidir. Her ne kadar örgütlerde; kimi yerde belediye rantı, kimi yerde etnik hassasiyetler, kimi yerde mezhepsel aidiyetler, kimi yerde sosyal demokrat belediyecilikle bağdaşmayan uygulamalar, kimi yerde küçük grup – dar hizip çekişmeleri etkili olsa da, tüm bu hastalıkları iyileştirmek için bir yandan sağlıklı örgüt, bilinçli üye için mücadele edilmeli, bir yandan önseçim savunulmalıdır. CHP, kendi geleneğinden yetişmiş, kendi örgütünde olgunlaşmış kişileri öne çıkarmalıdır. İthal adaylara, sağ söylemlere mesafeli durmalıdır. 

Kıssadan Hisse: Siyasette kolay çözümlere, kısa sürede gelecek büyük başarılara inananlar, başarılı olamazlar. Bu bağlamda Almanya’nın önemli devlet adamı Otto von Bismarck’ın şu sözü anlamlıdır: “Siyaset, mümkün olanı yapma sanatıdır.”

Barış Doster / CUMHURİYET

Askeriye dışarı, "rant" içeri mi?. - Mehmet FARAÇ

İstanbul doğasıyla-yeşiliyle bitti tükendi!.. Hele de "kentsel dönüşüm" adı altındaki imar rezaletlerinin ardından koca kent tamamen beton cehennemine döndü, artık nefes alacak yer de kalmadı...

Bir de köprü, havaalanı, otoban inşaatı bahanesiyle İstanbul'un nefes borularının geçtiği bölgelerde milyonlarca ağaç kesildi ki, şehrin doğal yapısı tamamen karartıldı...

Ancak imara açılacak yeşil alan, arsa, arazi kalmamış olacak ki, AKP durmuyor... Son yağma ne yazık ki çoğu ağaçlandırılmış askerî alanlarda...

Evet; FETÖ'nün 15 Temmuz kalkışması AKP'yi, devleti, milleti ürkütünce, "darbe" kolay olmasın diye düşünülmüş de olacak ki, şehir merkezlerindeki askerî birliklerin kırsala çekilmesine karar verildi... Hem de bürokratik işlemlerde görülmemiş bir hızla!..

Diyeceksiniz ki, "askerî okullar kapatılırken şehirlerdeki askerî birliklerin, arazilerin lafı mı olur?.."

İyi de, şehir dışına taşınan ya da taşınacak olan askerî alanlara TOKİ'nin konmasına ve buraların hızla ranta açılmasına ne demeli?..

Hele de İstanbul gibi büyük kentlerde, mezarlıklar ve askerî birlik arazileri dışında "yeşil alan" kalmadığı için askerin konuşlandığı bölgeler şehir içinde kalan çok değerli arazilerden oluşurken...

Askerî birliklere yönelik hızlı tasfiye operasyonlarının sadece 15 Temmuz sonrası kaygılardan kaynaklanmadığı algısına yol açan gelişmeler, şehirlerin nefes aldığı alanları hızla betonlaşmaya teslim ediyor...

Son örnekler rantın en yüksek olduğu İstanbul'dan;
Şile'deki askerî alanı TOKİ'ye veren AKP iktidarı, 

Çekmeköy'deki 187 dönümlük askerî alandan sonra 

Beşiktaş Barbaros Bulvarı'nda bulunan ve TOKİ'ye devredilen 30 dönümlük TSK arazisini de hızlıca imara açtı...

Bu operasyonun ardından, son olarak Florya gibi rantın çok yüksek olduğu bir bölgedeki askerî birlik arazisi de imara açılarak TOKİ'ye teslim edildi...

Bakırköy Şenlik Mahallesi'ndeki askerî alan için TOKİ'nin hazırladığı imar planı alelacele onaylandı ve bölgenin yüzde 60'ına konut yapılması kararlaştırıldı.

2.YAZI

Bakanları yalanlayan operasyon...
İstanbul'un en değerli arazilerinin bulunduğu askerî birlik bölgeleri tek tek imara açılırken, AKP'li bakanların daha önce yaptığı açıklamalar da yalanlanmış oldu.
Örneğin, Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki, geçen yıl yaptığı bir açıklamada, askerî alanların kentsel dönüşümde kullanılmayacağını söylemişti.

Geçen yıl CHP İstanbul Milletvekili Gülay Yedekçi'nin soru önergesini yanıtlayan Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli ise askerî araziler arasında kullanılmasına ihtiyaç duyulmayanlar bulunduğunu da söylemişti... Canikli, "Esenler'deki üç adet kışla arazisi dışında askerî alanların imara açılması planlanmıyor" demişti...

Yinelemekte yarar var; AKP'nin, İstanbul gibi arsa rantının çok yüksek olduğu bir kentte 15 Temmuz kaygılarını imar fırsatına çevirdiği gibi bir algıya yol açması gerçekten çok düşündürücü...

Son dönemde ısrarla "Millet bahçeleri" reklamı yapan AKP, zaten yeşil alan ve çoğu orman vasfında olan askerî birlikleri neden halkın kullanımına sunmuyor da, ranta ve yandaş müteahhitlere açıyor acaba?..

Muhalefetin TOKİ operasyonlarına ve imar tuzaklarına soru önergesi vermek dışında bir müdahalesi neden yok diye soracağız ama memlekette başıboşluk ve oldubittiye getirme artık sıradan bir hal almış, kimse bir şey yapamıyor...

Allah, İstanbul'da neredeyse tek yeşil alan olarak kalan mezarlıkları rantiyeden korusun demekten başka bir şey gelmiyor elden!!!



Mehmet Faraç / YENİÇAĞ