11 Aralık 2018 Salı

Komünizmle mücadele kardeşliği - ORHAN GÖKDEMİR

Genelkurmay İstihbarat Dairesi eski Başkanı Emekli Korgeneral İsmail Hakkı Pekin’in Fethullah Gülen ve Mehmet Şevket Eygi’nin 1959’da Özel Harp Dairesi içinde görevlendirildiğini doğruladı. Bir açıklama saymıyorum çünkü bu zaten biliniyordu. İslamcıların “Özel Harp” içindeki görevleri, “Yeşil Kuşak” projesi çerçevesinde “komünizmle mücadele” faaliyetleriydi. Pekin, ayrıca 12 Eylül’den sonra yakalanan Fethullah Gülen’in serbest bırakılması için zamanının Deniz Kuvvetleri Komutanı ve Genelkurmay Başkanının aracı olduğunu söyledi ki bu da bir tür doğrulama sayılır.

Gazeteci Tunca Bengin, General Pekin’i aramış, konunun detaylarını sormuş, anlattıklarını yazmış. Pekin’in, bu dincileri “Özel Harp Dairesi” içine alma gerekçesinden başlayalım. Bu adamlar kanaat önderleri olduğu için ister istemez böyle bir teşkilat göz ardı edemezmiş bunları. Mutlaka içine alması lazımmış. Önemli olan teşkilatlanan bu kişilerin kontrolüymüş. Yani devletin bunları kontrol etmesi gerekiyormuş, ondan almışlar. 

Almasalar ne olurmuş? Devlet içine alıp kontrol etmezse ABD kontrol edermiş. 
Peki, amaç hâsıl olmuş mu? Bir bakıma evet. Devletin kontrol etmek istediği adamlar devleti kontrol etmeye başlamış kısa sürede. Hem de ABD istihbaratının kucağında otururken yapmış bunu. Peki, İsmail Hakkı Pekin ve silah arkadaşları ne yapmış bunlar olurken? Hiç. Beceriksizliklerinden veya istemediklerinde değil bu, isteseler de yapamayacaklarından. NATO ordusu olmuşsun, ABD’nin kucağına oturmuşsun, ne diyorlarsa onu yapacaksın. Daha düne kadar CIA, MİT’in içinde faaliyet gösteriyordu. MİT örgütleyen, alet edevatı tedarik eden oydu. JUSMAT (Joint US Military Mission for Aid to Turkey- Türkiye'ye Yardım için Ortak ABD Askeri Kurulu), resmi amacı Türk Silahlı Kuvvetleri'ne eğitim yardımı olan, Ankara'da yerleşik ABD askeri kuruluşudur. Ankara şubesi TSK’nın merkezindedir. Geçtik bunları, MİT’te yükselecek her eleman, TSK’de general adayı olacak her kurmay NATO’da, ABD’deki bu iş için düzenlenmiş okullarda eğitim alır, görev yapar, onaylanıp döner. Kaldı ki Pekin’in sözünü ettiği Özel Harp Dairesi de “kontrgerilla” yöntemleriyle çalışmak üzere bizzat ABD ve NATO tarafından peydahlanmıştır. 

Adı geçen bu “sivil” tipleri alıp, örgütleyip, donatıp solun üzerine saldıkları kurum “Seferberlik Tetkik Dairesi” adını taşıyordu. Toplumda sivrilmiş tipleri, Pekin’in deyişiyle “kanaat önderlerini” seçip gerektiğinde kullanmak üzere maaşa bağlıyorlar, kolaylıklar sağlıyorlardı. Pekin devamını getiriyor; bir takım haklar tanınmış, siyasiyse desteklenmiş, tüccarsa ihalede, kredi verilmede kolaylık sağlanmış ya da kanaat önderiyse bunların faaliyetlerine müsaade edilmiş… 
Adı geçen tiplerin tarihine bakın, birinin karanlık tarihi Komünizmle Mücadele Derneği’nde başlıyor, diğeri Kanlı Pazar’la kemale eriyor. Yani İslamcılığın esası “komünizmle mücadele”dir. Komünizmle mücadele ise devletin ve elbette ordunun işidir. Böylece komünizmle mücadelede birleşmişler, kaynaşmışlar, tek vücut olmuşlardır. Geriye dönüp bakın, Kenan Evren ile Fethullah Gülen arasında, Mehmet Şevki Eygi ile Turgut Özal arasında hiçbir fark bulamazsınız. 

Antikomünist, yobaz, karanlık ve acımasızdırlar. Hepsi Amerikan Muhibbidir, hepsi devlet desteklidir, hepsinin bir ayağı Özal Harp Dairesinin, haliyle NATO’nun derinliklerindedir.

Pekin eksik söylüyor, sadece bu ikisi değil İslamcıların hemen hepsi devletin elemanıdır. İslamcılarımız devletin kucağında büyümüştür...

                                       ***

HDP’li Sırrı Süreyya Önder, yıllar önce devletin görevlileri ile İmralı seferlerine çıktığı için hüküm giyince “suçunu” Cumhuriyet’te Barış Terkoğlu hatırlattı. 

Yurtdışında yayımlanan “İmralı Notları”na göre Abdullah Öcalan bile yapılan işin suç olduğunun farkındaydı. Gerisi şöyle: “Karşısında Selahattin Demirtaş, Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder oturuyordu. Yüzlerine bakarak sordu: MİT müsteşarları neyle yargılanmak istendi? Vatana ihanetle. Hepimiz vatana ihanetle yargılanabiliriz. Gayrimeşru bir iş yapıyoruz demiyorum. Ama yaptığımız işin hukuki bir güvencesi olmalı.”

MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın 2012’de İmralı pazarlıkları nedeniyle Fethullahcı savcılarca ifadeye çağrılması iktidar blokunda ilk büyük kırılmaya neden olmuştu. Cemaat, MİT üzerinden iktidar partisini devirmeyi planlıyordu. İmralı’da bunlar da konuşulmuştu. Bu darbeyi engelleyenin kendisi olduğu iddiasındaki Öcalan, FETÖ ile kavgaya başlayan AKP’ye, cephe kurarak rejimi dönüştürmeyi teklif ediyordu. Oturup devletle pazarlık yapmışlar, bir yol haritası belirlemişlerdi. “İslam bayrağı altındaki ortak yaşam” oluşturacaklardı. “Sol, Kürt ve İslam ittifakı” ile yeni anayasa yapılacak, bu cephe marifetiyle “Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet ve 1950’deki çok partili hayata geçişten çok daha önemli bir rejim değişikliği olacak”tı. Öcalan’ın “İslamcılarla ittifak kuracak solcu-Kürtçü parti projesi” MİT mensuplarının önünde hazırlanıyor, yürürlüğe konuyordu.

Geçen hafta HDP çatısı altındaki Erol Katırcıoğlu adlı liberalin Mecliste yaptığı konuşmada AKP’yi Bolşeviklere benzetmesinden fark etmişsinizdir, HDP içinde de Gülen-Eygi damarının varlığının işaretleri var. Antikomünizm düzenin alamet-i farikasıdır.

Cumhuriyeti yıkıp, İslam bayrağı altında ortak yaşam kuracaklarmış! Hâlbuki ortak yaşam kurmaya kalkıştıkları o devlet 1987’de Güneydoğu’da uçaklardan ve helikopterlerden ayetli hadisli bildiriler dağıtarak halkı PKK’ya karşı cihada çağırıyordu. Dağıtılan bildiride şöyle deniyordu: “Vatandaşım. Bakın yüce İslam dini size ne emrediyor. ‘Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Allah tecavüzkârları sevmez' (Bakara Suresi 190. ayet) Vatandaş. Bölücü çete mensupları seni; dininden, çocuklarından, eşinden, vatan, bayrak ve ahlak gibi kutsal değerlerinden koparmak istiyor. Onlara karşı savaşmak senin gibi her Müslüman'ın görevidir. Bu görevi savaşan güvenlik kuvvetlerine yardımcı olarak yap.”

Masa devrildi, Sırrı Süreyya hüküm giydi ve döndük başa. Devlet Kürt illerinde yeniden cihatta. Üstelik arada rejim de değişti ama Öcalan’ın hayal ettiği gibi İslam bayrağı altında ortak bir yaşam kurulamadı. 

Neden böyle oldu peki? Osmanlıda oyun çoktur da ondan. Din-min hepsi iktidar kavgasında bir aletten ibaret. Hem MİT’le masaya oturduysan kullanılmayı da kabul etmişsin demektir. Kullandılar ve attılar. Oyun başka aletlerle sürüyor şimdi.

                                       ***
Ta 1800’lü yılların başından beri böyle bu; Bizim egemenlerimiz tarikatsız yönetemez. Dini, haliyle tarikatları kullanır, ihtiyaç duyduğunda yaslanır, devlet içinde yol verir, korur, kollar. 1826’da orduda reform yapacağız diye Yeniçerilerle bütünleşmiş olan Bektaşi tarikatını kovdular, yerine Mevlevileri oturttular. Baktılar olmuyor, Mevlevileri de kovup Nakşibendilere açtılar yolu. O gün bugündür Nakşibendiye devletin resmi tarikatıdır. Kısa Cumhuriyet molası hariç tarikat hep devletin içindedir. 

Kim derin devletin işe aldığı Fethullah Gülen ve Mehmet Şevki Eygi? Biri Nur, diğeri Nakşibendi tarikatı mensubu. Nurculuk da Nakşibendiyenin uçsuz bucaksız kollarından biri zaten. 1950’li yıllardan beri, bu iki yapılanma devletin ta içinde. 
12 Eylül Cuntası Nurcu severdi, en çok Fethullah’ı koruyup kolladı. Özal demokrattı, gelince Nakşilere de eşit şartlar sağladı. AKP geldi, dinci-tarikatçı karşı devrimini tamamladı, devleti Nakşi-Nurcu devletine dönüştürdü. Sonra darbeye kalkışan Nurcuları eksilttiler, Nakşiliğin dozunu arttırdılar. Döndük başa. Silahlı kuvvetleri tarikatlar kontrol ediyor yine. Bu arada öyle bir yozlaşma baş gösterdi ki Yeniçeriliği mumla arayacaklar yakında.

Sadece İslamcılığın değil, devletin de esası “komünizmle mücadele”dir 1950’den beri. Komünizmden korkarlar, o kurkuyla karanlıkta birleşirler, kaynaşırlar, yekvücut olurlar. 

İsmail Hakkı Pekin eski istihbaratçı, laik cumhuriyeti alaşağı etmiş adamlar için “bizim elemanımızdı” diyor. Biliyoruz. 

Asıl soru şu, onları alıp devletin içine sokan sizler kimin elemanıydınız?

Orhan Gökdemir / SOL

Brexit’te kritik oylama (ANALİZ) - EREN KORKMAZ

İngiltere'nin AB'den çekilme kararının ardından ayrılığın yönetimine ve sonrasına ilişkin tartışmalar keskinleşiyor. Başbakan Theresa May'in AB ile mutabakata vardığı anlaşma metninin yarın parlamentoda oylanması beklenirken, oylamanın erteleneceğine dair de haberler geliyor. İngiltere'nin AB'den ayrılış tarzının kısa vadede ekonomik ve siyasi bir krizi tetikleme olasılığının yanısıra uzun vadede de emperyalistler arası güç dengesindeki evrime dair önemli işaretler sunması bekleniyor.


Brexit’te boşanma günü olan 29 Mart yaklaştıkça ayrılığın yöntemine ve sonrasına dair tartışmalar da keskinleşiyor. Britanya’nın önümüzdeki on yıllarda izleyeceği rotaya yön vereceği önemli bir dönemeç AB’den nasıl ve hangi şartlarda ayrılacağı olacak. Ayrılış tarzının kısa vadede hem Britanya hem de AB’de olası ekonomik ve siyasi bir krizi tetikleme ihtimali olsa da uzun vadede emperyalistler arası güç dengesinin ve çatışmasının evrimi konusunda da önemli işaretler sunacak.

Brexit gündemi: Neler oldu?
Önce 14 Ekim tarihinde taraflar taslak anlaşmada anlaştıklarını duyurdular ve 17-18 Ekim tarihlerinde AB liderleri Britanya Başbakanı Theresa May ile Brexit Özel Zirvesinde buluştu ve Britanya parlamentosunun bu taslak anlaşmayı kabul etmemesi halinde anlaşmasız şekilde Brexit’in yaşanacağı ilan edildi. 

Bu dönemde Muhafazakar Parti içinde Sert Brexitçiler aktif bir karşı-kampanyaya başladı, AB’ye teslim olunduğunu iddia ederek May’e yönelik güvensizlik mektubu toplamaya başladılar. İşçi Partisi, İskoç Ulusal Partisi ve Liberal Demokrat Parti anlaşmayı reddettiklerini duyurdu. May için daha da kötüsü parlamentoda çoğunluğa ulaşmasını sağlayan Kuzey İrlanda’nın sağcı Demokratik Birlik Partisi de anlaşmaya karşı çıktığını duyurdu. Bu sırada 5 bakan da anlaşmayı beğenmeyerek bakanlıktan istifa ettiler. Asıl ilginç olan Brexit Bakanı Raab’ın da müzakeresini yapıp anlaşmaya son noktayı koyduktan sonra bu anlaşmanın ihanet olduğunu fark edip istifa etmesiydi.

11 Aralık’ta oylama ile parlamento taslak anlaşmaya dair kararını verecek. 13-14 Aralık’ta yeniden AB Zirvesi toplanarak parlamento kararı değerlendirilecek.

‘Parlamentoyu aşağılama’ kararı
Gelinen noktada May’in anlaşmasını sadece kendisi savunduğu için ve sanki her an kendisi de bundan vazgeçecekmiş gibi durduğu için parlamentonun reddedeceği beklentisi hakim durumda. Hatta Brexit tartışmasının açıldığı ilk gün parti içindeki muhaliflerle muhalefet partilerinin ortak hareket edip üç önergede May’in istediğinin aksine karar çıkartması May için büyük bir yenilgi olarak görüldü. 

Bu önergelerden biri oldukça önemli. Brexit sözleşmesine dair hükümete sunulan hukuki yorumun sadece kısa bir özeti vekillerle paylaşıldı. Tamamının paylaşılmamasının sebebi olarak da ulusal çıkar ve gizlilik şartı öne sürüldü. Bu yaklaşım çok büyük tepki çekti ve Britanya tarihinde ilk kez meclis hükümetin parlamentoyu aşağıladığı kararını aldı. Bu bir güvenoyu oylaması olmadığı için hükümet düşmese de, meclis çoğunluğunun tarihte ilk kez bu kararı alması büyük bir prestij kaybı olarak görüldü. Bu karar üzerine 5 Aralık’ta tüm rapor açıklandı.
Yine de 11 Aralık’ta ne olacağı belli değil. Çok ciddi bir güç çekişmesinin yaşandığı görülüyor ama tüm bunların belirli bir çerçeve dahilinde, planlı şekilde yaşandığı da sonradan anlaşılabilir. Britanya’nın AB’den ayrılığı konusunda da yönetici elitlerin ve finansal sermayenin bu kararı önceden aldığı konusunda daha fazla bilgi ortaya çıkmaya başladı. 

Meselenin işçi sınıfı açısından karşılığını da yorumlamakta fayda var. Bugün sosyal demokrat entelektüel ve akademik çevrede küçümsenerek huysuz işçi emeklileri olarak adlandırılan AB karşıtı işçilerin aslında kendiliğinden bir tutumla sınıfsal bir tepki gösterdiğini de görmek gerekiyor. Meselenin bir yanı hakim sınıf içindeki güç çekişmesiyken diğer tarafta yıllardır devam eden neo-liberal politikalara, artan yoksulluğa ve anaakım düzen siyasetine olan öfke de sandıkta bu tutuma neden oldu. Britanya toplumu değişim istediğini bu vesileyle gösterdi. Brexit sürecinde bu açıdan göçmen karşıtlığı ve gericilikle suçlanan bu kesim 1,5 yıl sonra baskın genel seçimde Corbyn’in anaakım medya açısından radikal bulunan değişim programına oy verdi. Burada sağdan sola savrulan bir tutarsızlıktan öte AB ve Britanya’daki düzen politikasına yönelik tepkiyi görmekte fayda var. Bu açıdan Brexit sonrasında muhafazakarlar içindeki finansal çevrelerin ve deregülasyonun temsilcilerinin istedikleri gibi at oynatmalarını beklemek mümkün değil. Sosyal bir devlet temelinde toplumsal baskının gelişme imkanı oldukça yüksek.

Anlaşma onaylanmazsa ne olacak?
“No Deal”, “Hard Brexit” olarak kavramlaşan bu durumda anlaşma reddedilirse Britanya, AB’den 29 Mart’ta  tamamen ayrılmış olacak. Bu durumda AB vatandaşı göçmenlerin durumu ve ticari, siyasi ilişkilerin nasıl olacağı öncesinde netleşmemiş olacak. 

Anlaşma olur ise 21 aylık bir geçiş dönemi olacak ve Britanya 31 Aralık 2020 tarihine kadar AB’nin kurallarına uyacak ama karar alma sürecine dahil olmayacak. Bu süre zarfında her bir konu özelinde müzakereler devam edecek ve şirketlerle göçmenlerin ve diğer kurumların sürece adapte olması için süre verilmiş olacak. 

Anlaşmada ne var?
Yaklaşık 500 sayfalık anlaşma metninin özünde daha ılımlı ve uzun dönemli yakın işbirliği amacı görülüyor ve esasında Brexit referandumunda AB lehine oy veren yüzde 48 ve AB ile iş yapan sermaye çevreleri açısından daha tatmin edici bir çıkış amaçlandığı öne sürülebilir. Söz konusu yasal anlaşmaya eşlik edecek bağlayıcı olmayan siyasi deklarasyonda da zaten uzun dönemli işbirliği yaklaşımına vurgu yapılıyor.

Ancak esas gürültü İrlanda meselesi üzerinde kopuyor. İrlanda’da barışın korunması açısından İrlanda Cumhuriyeti ile Kuzey İrlanda arasında sınırın belirgin olmaması, serbest geçişlerin devam etmesi gerektiği üzerinden hareket edilerek 2 yıllık geçiş sürecinde şayet serbest ticaret anlaşması imzalanmazsa, gümrüğün K. İrlanda’da değil İngiltere kara sınırında başlaması hedefleniyor. Bu durumda K. İrlanda Britanya’ya dahil olsa da Britanya’nın değil AB’nin ticari ve gümrük kuralları geçerli olacak. Bu durum K. İrlanda’daki bağımsızlık karşıtı, İngiliz yanlısı, sağcı, Protestan, paramiliter grupları birleştiren DUP’un (Demokratik Birlik Partisi) kabul edemeyeceği bir yaklaşım. 

Badem gözlü Avrupa Birliği
Britanya’daki Brexit süreci liberal ve sosyal demokrat yaklaşımların sonucunda anaakım medya ve akademide aşırı sağ, koyu muhafazakarlık, cehalet ve göçmen karşıtlığı ile damgalandığı için ve AB’ye yönelik güçlü bir sol eleştiri eksik olunca, AB’nin romantize edilmesine sebep olabiliyor. 

Bu yaklaşımın en belirgin kampanyası ise ikinci bir referandum talebiyle hareket eden Peoples Vote koalisyonu. Bu hareketin belirli bir lideri olmamakla beraber tüm partilerden AB yanlısı vekillerin desteklediği bir hareket ve imza toplayarak, eylem ve etkinliklerle son sözü hükümetin değil, yine halkın söylemesi gerektiğini savunuyorlar. Ancak bu hareketin en zaaflı yanı temel talebinde birleşiyor. Bir taraf için referandumdan kasıt Brexit sürecinin tamamen sona erdirilmesi ve AB üyeliğinin sürdürülmesini hedefliyor. Diğer bir kesim ise Brexit olacak ama mevcut anlaşmayı oylayalım teklifinde bulunuyor.

May’in durumu
Başbakan Theresa May ise bu süreçte neredeyse tek başına hareket ediyor. Güçlü olduğunu artık kendisi de iddia etmiyor, ama prensipli ve haklı olduğunu iddia ediyor. Bu konuda haksız da sayılmaz. May açısından başbakanlık koltuğunda oturma azmi ve kararı çok belirgin, bu nedenle bir gün dediğini başka bir gün inkar edebilir. 

Bir gazetecinin “Parlamentoda anlaşma reddedilirse iki hafta sonrasında kendi kişisel kariyerinizi nasıl görüyorsunuz” sorusuna dahi “İki hafta sonra başbakan olmaya devam edeceğim” diyerek cevap veren bir kararlılıktan bahsediyoruz. Sert Brexitçilerin “May’i değil, politikasını değiştireceğiz” demesinin arkasında yatan da bu neden. Kendisine karşı kimsenin aday olmaması da bunun bir sonucu. Gelecekteki birçok “lider adayı” açısından bu sancılı dönem May’e yıkılarak geçsin, kendi imajları bozulmasın diye özel bir çaba içine girmiyorlar. 

May ise kullanışlılık konusunda kendisini kanıtlamış durumda. İçişleri Bakanı iken göçmen mahallelerine “bilgilendirme amaçlı otobüsler” yollayıp yasadışı kalan göçmenlere ülkeyi terk edin anonsları yaptırırken bugün göçmenlere karşı yaratılan “düşmanca ortamdan” şikayet edebilen, referandumda AB yanlısı kampanya yapmasına rağmen Brexit kararının hemen ardından başbakanlığa gelip Brexit sürecini üstlenen bir kişiden bahsediyoruz. Parlamentoda reddedilse dahi milletin vekillerinin kararına saygı duyduğunu, AB’nin tüm dayatmalarına ve kötü niyetine karşın ancak bu kadar bir kazanım sağlayabildiğini, artık görevlerinin anlaşmasız ayrılık sonrası ülke ekonomisinin istikrarının korunması olduğunu belirtip göreve devam edebilir.

Eren Korkmaz / SOL

Yengeç sepetinde - ÖZDEMİR İNCE

Aykut Küçükkaya’nın “The Ortak”adlı kitabını okurken, (“Hepiniz Oradaydınız” Belgeseli), alt başlığını kafamda değiştirdim: “Hepiniz Yengeç Sepetindeydiniz”  başlığının kitabın belgesel içeriğini çok daha iyi karşılayacağını düşündüm.

***

“Yengeç Sepeti”nin aslı Fransızca “Panier de crabes”. Çok sevdiğim, her dilde karşılığı bulunan, anlamı çok zengin bir deyimdir. Suç örgütünü, mafya çetelerini, çıkar birliğini işaret eder. Dilimize yerleşirse, söz gücümüzü zenginleştireceğini düşünürüm. Birçok dilde “Yılan Yuvası” karşılığı olarak kullanılıyor. “Fare Yuvası” ve “Eşekarısı Yuvası” da var ama o kadar iyi değil. Evrensel bir karşılık olarak “Pandora’nın Kutusu” da var. Ama hiçbiri “Yengeç Sepeti”nin yerini tutamaz. Bir yengeç sepetinin denizden çıktığı anı gözünüzün önüne getirin: Kancaları, kolları, bacakları birbirine girmiştir. AKP iktidarı ile  Fethullah Gülen Örgütü’nün ortakyaşar (symbiose = çok sıkı ilişki) halini ne güzel ifade ediyor değil mi? Etmiyor mu? Ne “Kırk Haramiler”, ne “Çıkar Ortaklığı” ne de başka bir şey “Yengeç Sepeti”nin yerini tutamaz. Çünkü hem akla, hemi de göze hitap ediyor.

***

“Yengeç Sepeti”, Erdoğan’ın “Milat” oyununa da izin vermez. Kimi yengece göre 17 - 25 Aralık 2013, kimine göre 15 Temmuz 2016, AKP ile Fethullah Örgütü’nün boşanma tarihleridir. Bu türden ilişkilerde şeriat boşanması olmaz. Diyelim ki boşandın, evlilik serüveninin hesabını, faturalarını kim ödeyecek? Yengeç Sepeti dünyasında “talak” boşanması olmaz, Talak Suresi de geçerli olamaz ve AKP, Fethullah’a “Boş ol!” diyerek elini yıkayamaz. Öyle yağma yok! Bu boşanmaya kadı, ulema, mahalle imamı karar veremez; karar Yüce Türk Yargısı’nındır. Gerçek durum böyledir! Başyüce’nin sevdiği deyişle: “Kimse Kusura Bakmasın!
***

Kısmet olur da AKP ve yöneticileri bir gün yargılanacak olursa, savcıların iddianame yazması gerekmez, gerekmeyecek; Aykut Küçükkaya’nın kitabı The Ortak var. Tarihçilerin, sosyologların, siyaset bilimcilerin de arşiv taraması yapması gerekmez. Bu kitap ve bu kitaplar var. Söylenen söz, yazılan cümle kaybolmaz!

***

Aykut Küçükkaya kardeşimiz kitabının 254 ve 255. sayfalarında “15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından FETÖ ile yürütülen mücadelede AKP’nin ikircikli politikalarından kaynaklı olarak akıl almaz tutarsızlıklar ve adaletsizlikler yaşanıyor. Örneğin 28 Nisan 2009 günü katıldığı televizyon programında Gülen Cemaati’nin tehlikeli bir örgüt olduğuna dikkat çeken Cumhuriyet Gazetesi Yazarı Kadri Gürsel FETÖ suçlamasıyla yargılanırken, aynı programda karşısında cemaati savunan ve o dönem Fethullah Gülen’in sağ kolu olan Hüseyin Gülerce ise şimdilerde Erdoğan yandaşı Star Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapıyor. Üstelik Gülerce, sanık olması gereken FETÖ davalarında tanıklık da yaptı” diye yazıyor.

***

“Tutarlılık” evrensel mantık ve etik kurallarıyla ilgili bir ahlaki erdemdir (fazilettir). Bu türden erdemlerin yengeç sepetinde yeri yoktur. Yoz ve talancı İslami ahlakta da hiç yeri yoktur. Tutarsızlık; hamhum-şaralop ahlakının en katı kuralıdır. Din ve iman araçtır, maymuncuktur. Masada (İktidar koltuğunda) oturmak ve kasanın anahtarına sahip olmak için kullanılırlar. Ne kırmızı çizgileri, ne cetvelleri ne de kantarları vardır. Yoksun ve eziktirler. Bu nedenle her kılığa girerler. Birine küfrederken, küfrettiklerine hemen ricacı gönderirler. Çünkü, “Hak Bana Rabbena Hep Bana”dan başka ilkeleri yoktur. İnsan ormanında sırtlan olarak yaşarlar. Bunların bu hallerini “Din İman Masa Kasa”da (Tekin Yayınları) anlatmışlığım var. Okudunuz mu?

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Bir Cumhuriyet tarihi göçtü, Bozkurt Hoca’nın ardından - ORHAN BURSALI

Bozkurt Güvenç Cumhuriyet tarihidir. Cumhuriyetin ilk neslidir. Cumhuriyetin parlak kuruluş tarihinin yüklenicisi, sürdürücüsü; nasıl bir ülke, nasıl bir insan ve nasıl bir kültür yaratılmak istendiğinin günümüze bir yansımasıdır. Ülke inşasına katkı veren, evrensel düşünen ve üreten, ülkesini seven aydın bir insan. Babası askerdi, o dönem çoğunlukla başka ne olabilirdi! 
Kaybettik, ve çok üzüldüm.
Ülkenin kültürel, siyasi, bilim, eğitim sorunlarına kafa yoran, yanıtlar arayan ve görüşlerini yazan seçkin bir Cumhuriyet aydını.. Cumhuriyeti 92 yıl sırtladı ve yaşayan nesillere devrederek gitti. 

Ankara’da yaşardı, son 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı İstanbul’da kızı, damadı ve arkadaşları ile kutladı. Önümde o geceden bir fotoğrafı; küçük bir Türk bayrağı elinde, sallıyor. 

Ertesi gün gibi, üşüttü ve hastaneye kaldırıldı. Teşhis zatürree. Demek zatürree yaşlılara böyle birden geliyor veya böyle birden şiddetleniyor ve yatağa düşürüyor. 
Sonrası zor bir süreç. Çok uğraşıldı. Yoğun antibiyotik tedavisi, başka sorunlar derken diyalizler ve veda.. Hayati organları birer birer çökerten bir seyir. Ne biçim iş bu? 
Bozkurt Güvenç ile uzun yıllardır dostluk ilişkimiz sürüyor. Yani ben hep hocayı izleyen bir insanım. Emekliliğinden sonra İstanbul Kültür Üniversitesi ve Yeditepe Üniversitesi’nde öğrenime ve bilime katkılarını sürdürdü. 

Güvenç’e Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji’de yer ayırmıştık. İstediği aralıklarda yazardı. Sonra Herkese Bilim ve Teknoloji dergisinde “Köşegen” adını verdiği sütununda haftalık yazdı. 

Doğan Kuban Hocam ile birlikte HBT’nin başlattığı aylık İki Bilge Konferansları’nın düzenli konuşmacısı oldu. Ne güzel şeyler anlattı. Konuşmalarında bilim tarihi ve düşünürlerden örnekler vererek zihinleri açtı. 
 
Hiç kayıtsız kalmadı 
Türk Kimliği’nin izlerini süren ve bu kimliğin kökenlerini araştıran çalışması çok önemlidir. Kültürümüzün kökenlerinin Doğu’da olduğunu gösterir, hem dil hem kültür olarak.. Eğitim üzerine yaptığı bilimsel çalışmalar çok önemlidir. Heyhat ki, eğitim üzerine düşünceleri ve hap gibi derleyip topladığı ve herkesin, şüphesiz ki başta eğitimcilerin ve eğitimi planlayanların anlaması ve kullanması için sistematize ettiği kitapçığı, Milli Eğitim’in kulaklarına gitti mi, şüphelidir. Ama bu çalışması onurlandırıldı.  İnsan ve Kültür kitabı ve oradaki görüşleri çok önemlidir.
 
Tartışmalara katılır ve katkıda bulunmayı severdi. Bazen CBT’de Celal Şengör  ile  Rousseau üzerine tartışmaya girer, “Bilim de bir tür bilgidir ama her bilgi bilim değildir... yani bilim yöntemiyle elde edilen ‘gerçeklere’ dahi tam güvenilemez. Bireyin öğrendiği her ‘gerçek’ (-muhakkak değilse bile-) bir miktar ‘yanlış’ içerebilir (H. Pinter’in Nobel Ödülü Gerekçesi, 2005). Birey ömrü sınırlı olduğu için, bilgi sorunlarını nesillere yayarak çözeriz. Evrenin büyüklüğü her şeyi bilmemize engel olduğu için, her şeyi bildiğimizi asla iddia etmemeli, böyle iddialarda bulunanlara asla inanmamalıyız” der. 
 
Türkiye-İran 
Biz yazıma da şu notu gönderdi: 
“Türkiye daha sakin bir yerlere taşınamayacağına göre, akla en yakın gelen çözüm bölgeyi sakinleştirmek olabilir. Bu açıdan, Türkiye-İran rekabeti yerine işbirliği akılcı seçimdir. Bu yalnız, büyük güçlerin at koşturmasına değil, İslamın tarihi Sünni-Şii ikilemine barışçı bir çözüm olabilir gibi görünüyor. 

Yani ciddiye alınmalı ama siyasi bir çelişki var. Son İran Devrimi İslami görünüşü arkasında bilim-teknoloji ve demokrasiye yönelirken, bugünkü Türkiye Batılı, çağdaş görüntüsü arkasına gizlenmiş çağdışı bir İslama sığınıyor. Ve de Batı dünyası, bağımsız bir Türkiye yerine sömürüye açık ve savaşa yatkın bir Türkiye’yi tercih eder görünüyor. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nde, iki ülke arasında yaratılacak Yeni Kürdistan böl-yönet politikasının bir uzantısı olabilir, Müslümanlar birbiriyle savaşmalı ki sömürüyü görmesinler.” (9 Aralık 2017). 
Hepimiz üzerinde derin izler bıraktı Bozkurt Hoca... 


Anısı önünde sevgi ve saygıyla...

ORHAN BURSALI / CUMHURİYET

Büyüme hikâyesinin sonu yaklaştı - HAYRİ KOZANOĞLU

Büyüme verilerinin, ekonominin seyrini bizzat yaşamından deneyimleyen sade yurttaşımıza inandırıcı gelmediğinin farkındayım. Ölçümleme yöntemine ilişkin itirazlarımız da sürüyor. Ne var ki, açıklanan verileri temel aldığımızda da yaşanan süreçle ilgili önemli ipuçlarına ulaşabiliyoruz.


Şöyle ki 1. Çeyrekte %7.3, 2. Çeyrekte %5.2 açıklanan büyümenin kısa sürede %1.6’lık bir orana çekilmesi dahi keskin bir ivme kaybına işaret ediyor. Bu eğilimin sürmesi halinde 4. Çeyrek büyümesinin eksilerde çıkması kaçınılmaz görünüyor. Kaldı ki TUİK’e göre, mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış GSYH’nin bir önceki çeyreğe göre %1.1 azaldığı görülüyor.

Cüzi büyümenin kaynağı hizmetler
Faaliyetler temelinde büyüme oranları incelendiğinde, AKP rejiminin motor gücü inşaat sektörünün %5.3 daraldığı ortaya çıkıyor. Tarım sektörü katma değeri %1, sanayi sektörü %0.3 sembolik ölçüde artarken, büyümenin kaynağının %4.5 sıçrama gösteren hizmetler sektörü olduğu anlaşılıyor. Ticaret, ulaştırma, konaklama ve yiyecek hizmeti faaliyetlerinin bütünü hizmetleri oluşturuyor. Döviz kuru hareketlerinin insanların yeme ve içmesine, konaklamaya, ticarete yansıması daha geç oluyor. Aynı gözlemi enflasyon rakamları için de yapmıştık. Ayrıca kurban bayramı ve yaz tatili döneminde, dövizdeki türbülans insanları tedirgin etse de harcamaları fazla etkilemediği sonucunu çıkarabiliriz. Hatta doların tepelerde gezindiği bir dönemde içtiği kahvenin, yediği sandviçin fiyatının fazla artmaması bazı bireyleri daha fazla tüketime yönlendirmiş bile olabilir.

Bireysel tüketim hız kesti
Harcama temelinde yapılacak bir inceleme ise, 3. Çeyrekte hanehalklarının tüketim harcamalarının sadece %1.1 arttığı, sınırlı büyümenin ana kaynağının %7.5’luk devletin nihai harcamaları olduğunu gösteriyor. Gayrisafi sabit sermaye oluşumunun yani orta-uzun dönemde büyümenin temelini oluşturacak yatırımların %3.8 azalması gerçeğiyle karşı karşıyayız.

Üretici ihracata yüklendi
Mal ve hizmet ihracatının %13.6 artışı, ithalatın ise %16.7 daralması; iç talebin zayıflaması ve döviz kurunun sıçraması nedeniyle üretimin dış pazarlara yönlendirilmesinin, ithalatta ise hammadde ve ara malı ithalatının bıçak gibi kesilmesinin yansıması. Böylelikle net ihracat kanalıyla daha kötü bir büyüme performansı önlenmiş oluyor.

Satın alma gücü düştü
Üretimin cari fiyatlarla %21.8 artışı karşısında işgücü ödemelerindeki değişimin %19.4’le sınırlı kalması da, emek kesiminin konumundaki gerilemenin yansımasıdır. (“Hocam benim gelirim %19.4 artmadı ki!” şeklindeki haklı itirazları duyar gibiyim. Biz de TUİK’in yalancısıyız demek zorunda kalıyorum yine…) İşgücü ödemelerinin katma değer içerisindeki payının %32.5’ten %31.6’ya düşüşü ise, önceki dönemlerde de gözlemlediğimiz bölüşüm ilişkilerinin emek kesimi aleyhine bozulmaya devam ettiğini kanıtlıyor.

Ateşle imtihan 2019’da
Özetle, ekonominin ciddi sorunlarla karşı karşıya bulunduğunu TUİK’in rakamları bile maskeleyemiyor. 4.Çeyrekte belirgin bir daralmayla yüzleşmek kaçınılmaz görünüyor. Büyüme hikayesinin “ateşle imtihanı” ise 2019’a sarkacak…

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Diyanet’i, cemaati, imamı okulları teslim almış - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

Gün geçmiyor ki çocuklarımızı hedef alan bir fetva yayınlanmasın, gün geçmiyor ki bilim insanı titri olup zihni yüzlerce asır öncesinde çakılı kalmış bir zat çıkıp çocuklarımızın masumiyetine kast etmesin. İslamcılığın her türlüsünün çocukların yanı başına kadar sokulduğu, bunun devlet eliyle teşvik edildiği buna karşılık Meclis’teki muhalefetin kılını kıpırdatmadığı zamanlardayız. Yani iş sorunun gerçek muhatabı olan velilere, öğrencilere ve onlarla dayanışma içinde olacak toplumsal muhalefete düşüyor.

Müftülükler nicedir mahallelerimizdeki okullar üzerinde ilçe milli eğitim müdürlüklerinden daha çok söz sahibi. Bir yanda İslamcı vakıflar diğer yanda müftüler öğrencileri ablukaya almış buldukları her fırsatta Sünni İslam’ın en gerici yorumlarını onlara aşılamaya çalışıyor. Binlerce “etkinlikten” ancak çocuklar velileri aracılığıyla şikayetçi olduğunda haberdar olabiliyoruz.

İzmir Güzelbahçe Müftülüğü’nün düzenlediği konferansta DEÜ’den bir ilahiyatçının tüylerimizi diken diken sözleri de öğrenciler ve velileri sayesinde duyuldu. Belli ki “mantık” anabilim dalı başkanı olan şahıs regliden evliliğe tesettürden laikliğe İslamcılığın ezberlerini tekrarlamış, hem de gençlerin mantığıyla dalga geçercesine. Tepkiler medyaya yansıyınca üniversite “kuruma zarar gelmemesi” için o zatı görevden almış. Çocuklara verilen zararın çetelesini tutan, hesabını soran ise yok. Sözü edilen etkinlik için okullara yazı yazan, sınıflardan öğrenci toplayan, öğretmenlere görevlendirme yapanlar hakkında elbette işlem falan yapılmayacak. Ne de olsa öğretmenlere ‘çocuklarla sakın andımız konuşmayın’ diyen MEB öğrencilere yeni rejimin propagandasının yapılmasını elzem görüyor.


Öğrencilerin İslamcı dayatmayla yüz yüze kalması için okul dışına götürülmesine de gerek yok. Uzun zamandır okullarda mescit olarak kullanılan odalar var, çok yakınında cami olan okullarda bile okulun bir kısmı ibadete ayrılıyor. Ancak son yıllarda bina içindeki mescitler yetmemiş olacak ki okul bahçelerinde müstakil mescit yapılması için İslamcı dernek ve vakıflar harekete geçti. İnsan Vakfı bunlardan biri, 2016’dan bu yana okullara mescit yapıyorlar. Şimdi de MEB “mescitsiz okul kalmasın” projesini onaylayıp projeye sponsor olmuş. Kendisinden bilimsel ve laik eğitime katkı sunacağı düşünülen Z. Selçuk’un başında olduğu bakanlıktan bahsediyoruz. Vakfın Genel Sekreteri böylece din derslerinin mescitlerde ve minder üzerinde yapılabileceğini buyurmuş. Meali şu anayasaya göre laik olması gereken ama bir türlü olamayan okullarımız İslam’ın Sünni yorumuna göre yeniden dizayn edilecek. Hepsi birer külliye(cik) haline gelecek.

MEB’e soralım; mescit sponsorluğundan daha önemli işleriniz yok mu sizin? Örneğin Bakanlığa bağlı okulların ancak yüzde 5’inde revir varken, binlerce okulda kütüphane, laboratuar yokken minderli eğitim ile mi kurtaracaksınız çocukların geleceğini? Yoksa anaokulu yerine Kur’an Kurslarını, sıbyan mekteplerini teşvik eden bir Bakanlığa sorulmaması gereken sorular mı bunlar.
Diyanet İşleri Başkanı’nın “Kur’an ile olmayan şeytan ve şeytani insanlarla beraber olur” demiş ya ne hikmetse son yıllarda çocukların başına gelenler hep din kitap diyen hocalardan geldi. Cemaat yurtlarında gencecik bedenler istismara uğradı, yanarak hayatını kaybetti. Devlet sosyal alandan çekilip planlı bir biçimde sahayı tarikatlara devrettiği için milyonlarca çocuk kötücül olanla zaten yüz yüze.

Çocuklar ve gençler üzerindeki İslamcı kuşatmayı dert etmeyen hiçbir siyasetin bu ülkenin geleceğinde yeri yok. MEB’e “sen ne yapıyorsun” diye sorma cesaretini bulamayan, müftüden okul müdürlerine kadar tüm sorumluları hesap vermeye davet etmeyen, Ağrı’dan Diyarbakır’a anaokulu yerine sıbyan mektebi açanlara iki çift laf etmeyen bir siyaset iktidarın ortağı değilse bile onun ekmeğine yağ sürendir. Kendileriyle bir arpa boyu yol katedilmez.

GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN / BİRGÜN

10 Aralık 2018 Pazartesi

‘Beka sorunu’ - Zafer Arapkirli

Baskıcı, gerici, faşist ve kibirli-küstah iktidarları hep “halkı kandırmakla” suçlarız ya… Aslında, bozuk saatin bile hiç olmazsa günde iki kez doğru zamanı göstermesi misali, doğruyu söylediğine de tanık olabiliyoruz.
 
Şu “beka sorunu” sözünü ağızlarından düşürmüyorlar, mesela. Gerçeğin, yalın gerçeğin, kendi ağızlarından itirafıdır bu. 

Her ne kadar, kitleleri “ülkenin-topraklarının- insanlarının bekası” gibi bir yalanla uyutmaya çalışıyorlarsa da, ağızlarından dökülen ve yüreklerinden geçirdikleri gerçek, “Kendilerinin-Sistemlerinin- Rejimin bekası”dır. 

Onlar için beka, aileleriyle birlikte “16 milyon işçiden 7 milyonunun asgari ücretle, yani açlık sınırının bile altında”, “3 milyon”unun da neredeyse “bir tık” üzerinde bir hayata mahkûm edilmesidir. Hayatta kalmak değil, insanca yaşamak isteyenlerin “düzen düşmanı” sayıldığı bir ortamdır. 

Onlar için beka, en temel ihtiyaçlar olan eğitim-sağlık-ulaşım-barınma hakkına bile erişemeyen on milyonlarca insana karşın 500 milyon dolarlık vergi borçlarının silindiği “a..... Cengiz”lerin tercih edildiği, çay-simit-metro bileti-su ve elektrik faturası ile bile baş edemeyecek gelir düzeyindeki insanların var olmaya devam ettiği bir dünyanın adıdır. 


Onlar için beka, işçilerin sendikalardan uzak durmaya devam etmesi, sendikanın “s”si dahi duyulduğunda tepelerine copla, gazla, suyla, mermi ile, kelepçe ile, demir parmaklıkla inilmesidir, 

Onlar için beka, hak arayışına kalkışanın bugün terörist, yarın Gezici, öteki gün Soros’çu, hatta ve hatta hiçbir zaman boşanmadıkları kendi kankalarının kimlik kartını bile ödünç alıp FETÖ’cü olarak damgalanmaya çalışılmasıdır. 

Onlar için beka, hukukun ve adaletin ayaklar altına alındığı, savunma hakkının kısıtlandığı, istedikleri mahkeme kararlarının sonuna kadar uygulandığı, işlerine gelmediği zaman da “tanımıyoruz” diye ellerinin tersi ile itebildikleri bir düzendir. 


Onlar için beka, laikliğin bu gezegenin yüzeyinden silindiği, çocukların ihtiyacının bilim, kültür, sanat değil, “şeytandan uzak durmak” ya da “en önemliihtiyaçlarının kutsal kitap ve mescit olduğu” yutturmacası ile bezenmiş bir düzendir. 


Onlar için beka, “İnsanların yaşam biçimlerine müdahale etmiyoruz” yalanını söylerken, Şalgam ve Rakı festivalinin yasaklandığı, giyime kuşama, cinsel tercihlere “hayâsızca” dokunulduğu ama sadece ve sadece “başörtüsü takmahürriyetinin kutsal sayıldığı” bir sosyal ortamdır. 

Onlar için beka, dün Bergama’da, Hopa’da, Taksim’de Gezi’de, Kuzey Ormanları’nda, bugün Aydın Kızılcaköy’de, çevreye duyarlı herkesin “bozguncu-terörist-çapulcu” diye etiketlenmeye çalışıldığı, HES, JES, TES, NES projelerinin önünün acımasız buldozerler ve jandarma copu-kurşunu marifetiyle açıldığı bir düzendir. 

Onlar için beka, yıllar, on yıllar önce kaybolan, katil çetelerin ortadan kaldırdığı evlatlarının akıbetini sorgulamak için Galatasaray Meydanı’nda toplanan yüreği yaslı anaların barışçıl eyleminin bile gerçekleşmediği bir “dikensiz gül bahçesi”dir. 


Onlar için beka, depremde kaybettiği ama cenazesini bile bulamadığı yakınının bir mezarı olsun diye 19 yıldır uğraşırken, DNA testi için bile 1321 TL talep edildiği bir düzenin adıdır. 


Onlar için beka, zaten tek kuruş ödemeden yararlanması gereken sağlık hizmeti ve ilaçları için 3 kuruşluk emekli maaşından 33 kuruş kesintiye gidilen emeklinin inim inim inletildiği bir rejimdir. 

O yüzden her şeyi yaparlar, “baki kalabilmek” için 
Rejimlerini de baki kılabilmek için. 
Hem de yapabilecekleri şeyler en hafifinden “cinayet”le başlar. 
En hafifinden… 
Bedenlerin, ruhların, fikirlerin, özgürlüklerin katlinden yani.

Zafer Arapkirli / CUMHURİYET

Karadeniz karartılıyor! - YAKUP KEPENEK

Başkanlık rejiminin özelliklerinden biri de yerel duyarsızlıklardır.
Çelişkiye bakın, siyasetin bugünlerde yerel seçim adaylarının saptanmasına kilitlenmiş olması bile, çok yaşamsal yerel sorunların siyasetin gündemine girmesini sağlamaya yetmiyor. Siyasetin genel merkez odaklı yapılanmış olması; yerel basının güçsüzlüğü; dini cemaatler dışında örgütlü toplum yapılarının baskılanması yerel sorunların gözden uzak tutulmasına neden oluyor. Bunun önde gelen örneklerinden biri geçen hafta yaşandı. Son olay Samsun’dan Artvin’e Doğu Karadeniz yaylalarını birleştirecek yaklaşık 2 bin 600 kilometre uzunluğundaki Yeşil Yol’un yapımına, yörenin çevrecileri, Havva Ana (Rabia Özcan) ile simgeleştiği gibi, yoğun bir biçimde karşı çıktı.

***
Bu bağlamda, Kaçkar’ın eteklerindeki Yukarı Kavron ve Samistal yaylaları arasındaki 8 kilometrelik bağlantı yolu ile Ausor ve Huser yaylaları arasındaki yol güzergâhında 16 dönüm alanda ağaç kesimi için verilen iznin “yürütmesinin durdurulması ve iptali” istemiyle 2015 yılında Rize İdare Mahkemesi’ne dava açıldı. Mahkeme, başvuru üzerine “orman kesim iznininyürütmesini durdurma” kararı verdi. Kararın hemen uygulanması gerekirken, AKP’nin yargı anlayışı uygulandı: Mahkeme heyeti değiştirildi. Yeni heyet, yürütmeyi durdurma kararını kaldırdı. Üst mahkemeye yapılan itiraz sonucu bilirkişi keşfi yapılmadan karar verildiği gerekçesiyle dosya iade edildi. Dosyayı yeniden ele alan Rize İdare Mahkemesi bölgede bilirkişi keşfi yapılmasını kararlaştırdı.

***
Bilirkişi heyeti 2017 Eylül ayında bölgeyi incelemesine karşın görüşünü ancak 2018 Martı’nda mahkemeye ulaştırdı. Raporda, Yeşil Yol projesinde kamu yararı olmadığı gerekçesiyle bölgenin hiçbir inşaat çalışmasına konu olmaksızın mutlak surette korunması gerektiği vurgulanıyordu. Ancak, Rize İdare Mahkemesi, geçen hafta, Yeşil Yol’un yapılmasında ya da turizmde kamu yararı var gerekçesiyle iptal davasını reddetti.

***
Tam bir yargı cinayeti sayılması gereken bu kararla, meşe, ıhlamur, kayın, şimşir, gürgen ve ladin ağaçlarından oluşan doğal ormanlar; yayla çiçekleri, buzul gölleri, akarsuları ve buzul vadilerinin oluşturduğu doğa, korunmaya değer bulunmadı. Yalnız Hemşin değil Samsun’dan Artvin’e Doğu Karadeniz’de çarpık yapılaşma, ülkenin diğer yörelerinden daha çok yaygın; işte iki örnek. Bir doğa harikası olan Uzungöl sonunda betona gömüldü. Karadeniz’in özellikle diğer yayla ve vadilerinde olduğu gibi burada da çarpık yapılaşma, çıkarılan imar affı düzenlemesiyle kalıcılaştı. Yalnız Uzungöl ve Ayder’in değil, tüm Doğu Karadeniz’in Arap sermayesinin yakın ilgisini çektiği biliniyor.

***
Bundan tam iki yıl önce 18 Aralık 2016’da Başkan Erdoğan ile birlikte bölgeyi helikopterle inceleyen Katar Emiri Şeyh Temim’in hayran kaldığı sarıçam ormanının süslediği Sürmene’nin Çamburnu yöresinde izleyen ocak ayında aynı anda yedi ayrı yerde yangın çıkmış (?) ve sonra da orman köşkleri yükselmişti. Şimdilerde Ordu’nun fındık tarlalarından Giresun yaylalarına kadar hemen her tarafta benzer mülk edinmeler yaşanıyor. Dahası, Karadeniz’in doğasıyla birlikte kültürü de yozlaşıyor.

***
Örneğin, sevilen bir Karadeniz türküsü
Gökteki yıldızları sayalım elli, elli/ Bu dünyadan fayda yok öteki de şüpheli der.
Şimdilerde söylenen, Karadeniz üstüne kara kara bulutlar/ Bu dünyadan hayır yok ötekinde umut var! türküsü bu dönemin gerçek özelliklerini sergiliyor!

***
Geçen cumartesi, 8 Aralık, ülkemizin ilk bilişim doktorası alan sosyalist bilim insanı Necdet Bulut’un ölümünün 40. yılıydı. Bulut, bilişim altyapısını oluşturmak üzere ODTÜ’den görevli gittiği KTÜ’de bulunduğu sırada, - mahkeme kayıtlarında yer aldığı gibi- ülkücülerin açtığı çapraz ateş sonucu 26 Kasım’da 1978’de ağır yararlanmıştı.
Sormak gerekiyor. O yıllarda onlarca yurtsever öldürülmeseydi Karadeniz (ve ülke) bugünkü durumuna düşer miydi?

YAKUP KEPENEK / CUMHURİYET

İmplant Dosyaları: Medikal cihaz şarlatanlığı - ANIL ABA

Kapitalist, yani kâr için sunulan, sağlık hizmetinde işin inceliklerinden biri tıbbî cihazı olabildiğince hızlı bir şekilde piyasaya sürerek rantı bir an evvel gerçekleştirmektir. Vur-kaç taktiği… Vahşi rekabetten ötürü bütün firmalar ilk-hamle avantajını elde etmek için klinik deneyleri üstün körü yapıp bir an evvel ön onayı (pre-market approval) almaya çalışıyorlar.


Daha evvel “Panama Papers” belgelerini yayımlayan ICIJ geçtiğimiz günlerde, epeydir beklediğimiz, 36 ülkedeki 59 kurumdan 250 araştırmacı gazetecinin çalıştığı, “Implant Files” araştırmasını yayımladı. Araştırma tıbbî cihaz piyasasının önde gelen şirketlerinin kâr için insan hayatını ve etik değerleri nasıl hiçe saydıklarını ortaya koyuyor.

Tıbbî cihaz endüstrisi dünyada yaklaşık 400 milyar dolarlık ve hızla büyüyen bir sektör. Son 10 yılda 70 milyondan fazla Amerikalı bir yerlerine medikal implant ya da cihaz taktırmış. Fakat İmplant Dosyaları gösteriyor ki bu medikal cihazların önemli bir kısmı güvenilir olmaktan çok uzak. Benzer bir değerlendirme yine bu yıl içinde çıkan The Bleeding Edge belgeselinde ve Jeanne Lenzer’in The Danger Within Us kitabında da yapılmıştı.
Essure
Essure, Bayer’in ürettiği bir kalıcı doğum kontrol implantı. Şekli tükenmez kalemlerdeki yayı andıran implant rahmin fallop tüplerine yerleştiriliyor. Zamanla dokuyla birleşen implant, hesapta, %99,74 oranında başarılı sonuç veriyor. Diğer kalıcı doğum kontrol yöntemlerine göre avantajları ameliyatsız takılması, herhangi bir iz bırakmaması, kolay bir uygulama olması, ortalama 7-8 dakika gibi kısa bir sürede takılıp günlük yaşamınıza devam edebilmeniz ve alternatif yöntemlere göre daha ucuz olması… Mesela standart tüp bağlama yönteminin fiyatı Amerika’da 9000 dolarlara kadar çıkarken, Essure 500-2500 dolar arası fiyatlara takılabiliyor(du).

Fakat gelin görün ki Essure taktıran kadınların bazılarında, birkaç zaman sonra, çok sancılı kramplar ve hızlı kanamalar görülüyor. Doktora giden kadınlara bunun implantla alakalı olamayacağı söyleniyor. Hatta Meksikalı bir kadına “Latinolar fazla kanar zaten” deniyor. Kadın da Latino olduğunun farkında olduğunu ama hayatı boyunca bu kadar fazla kanama görmediğini söylese de tedaviye yönelik bir yol kat edemiyor.

Tüp dokusuyla birleştiği için çıkarması epey zor olduğundan çok sayıda kadın rahmini aldırmak zorunda kalmış. Operasyonlarda yedi kişi ölmüş. Rahim aldırmadan implantı çıkartılanlarında daha sonra 800’den fazla düşükle sonuçlanan hamilelik görülmüş. Doğumu gerçekleşen bebeklerde sakatlıklara rastlanmış. Bir kısmının evlilikleri bitmiş. Essure’dan ötürü 10 gün boyunca psikiyatrik klinikte yatanlar dahi var.

Hakkında on binlerce şikâyet gelmesine rağmen FDA (U.S. Food and Drug Administration) Bayer şirketinin yolladığı takip raporlarına dayanarak ürünün güvenilir olduğunda uzun süre ısrarcı davranmış. Ancak artan sayıda davalara dayanamayan FDA bu yıl ürünün üretimine ve satışına yasak getirdi. Bayer de 2018 sonuna kadar ürünleri toplatıp satışları durduracağını duyurdu. Olan, hayatını kaybeden, rahmini kaybeden, sakat kalan kadınlara oldu. Bu zamana kadar yapılan satışlar da şirketin kasasına kâr kaldı. Essure, Türkiye’de satışa sürülmemişti.

Metal kalça protezleri
Kalça protezlerinde (hip implant) seramik üzerine seramik (CoC), seramik üzerine plastik (CoP), metal üzerine plastik (MoP) ve metal üzerine metal (MoM) seçenekleri vardır. Ürün farklılaştırması… Aktif ve sportif bir yaşamı olanlara genelde MoM tavsiye edilir. Tabii bunun esas sebebi metal implantların diğerlerinden daha pahalı olması. Bu implantın üretim maliyet 350-500 dolar civarlarında olsa da faturalanan fiyat Amerika’da 13 bin dolar. Operasyon ücretiyle birlikte operasyonun toplam bedeli 30 bin doları geçmektedir.

MoM sistemi taktıran hastaların bir kısmında, zamanla, vücuda yayılan kronik ağrılar baş göstermeye başlıyor. Doktorlar göğüs ya da koldaki ağrıları kalça implantıyla ilişkilendiremedikleri için teşhis koyamıyorlar. Fakat ilerleyen zamanlarda, bu implantlarda kullanılan krom ve kobaltın hastalarda metal zehirlenmesine yol açtığı ortaya çıkıyor. İmplanta yakın dokularda ayrışmalar tespit ediliyor. Hatta nörolojik problemlere dahi sebep olabildiği görülüyor.

Bazı üretici firmalar implantlarını geri çağırmışsa da krom-kobalt alaşımlı implantlar halen piyasada satılmakta. Bugün dünyada diz, omuz ve kalçasında krom-kobalt alaşımlı implant taşıyan 10 milyondan fazla insan var. Resmen şansa yaşıyoruz…

Vajinal meş
Johnson & Johnson şirketinin ürettiği “vaginal mesh” ince bir portakal filesi gibi örülmüş, kadınlarda pelvik organ sarkmasına yönelik takılan plastik bir implant. Bu implantların üretim maliyeti 5-10 dolar iken piyasadaki satış fiyatı 2000-3000 dolar civarında.

Esas problem şu ki J&J’in sattığı plastik meşler takıldığı yerde tıpkı bir patates cipsi gibi kıvrılıp sertleşerek travmatik komplikasyonlara ve kalıcı hasarlara sebep oluyor. Hatta plastik meş takılan kadınlardan birinin eşinin penisi cinsel ilişki sırasında kesilip kanamaya başlıyor.

Bazı hastalarda yoğun ağrı, sızı ve aşırı kanamaya neden olduğu için plastik meşin çıkarılması gerekiyor. Fakat dokuyla iyice birleştiği için tek seferde çıkartılamıyor. Parça parça çıkarmak için yıllara yayılan 20’ye yakın operasyon geçirenler ve bu süre içinde cinsel hayatını yaşayamayan çiftler oluyor.

J&J yan etki iddialarını reddediyorsa da şirket hali hazırda 65 binden fazla kalça ve vajinal meş implantı hastası tarafından davalık. Bu yıl içinde hastaların yaptıkları baskılar sonuç getirdi ve J&J pek çok ülkede pelvik meşleri piyasadan çekmeye başladı. Olan yıllardır bu implantı kullanan kadınlara oldu…
Da Vinci Robotik Cerrahi Sistemi 
Bunlara ek olarak, The Bleeding Edge belgeselinde, Türkiye’de de kullanılan, Da Vinci Robotik Cerrahi Sistemi de masaya yatırılıyor. Cihazı kullanmak için aslında 9 ay süren uzun bir eğitim alınması gerekiyor. Fakat takribî iki milyon dolarlık fiyatı ve uzun eğitim sürelerini duyan hastane CEO’ları cihazı almak istemeyecekleri için şirket birkaç günlük seminerler, çoktan seçmeli testler ve video eğitimler ile olayı basitleştirip satışları arttırmaya çalışıyor. Belgeselde Da Vinci’nin çoğu tıbbî operasyona çok büyük katkılar sağlamadığı, hatta deneyimsiz ellerde komplikasyon risklerini arttırdığı aktarılıyor.

Hakemli tıp dergisi The Lancet’te yayımlanan bir araştırma, iki yıllık denemenin ardından, 308 prostat kanseri erkekte Da Vinci ile tedavi edilmiş olanlar ile geleneksel yöntemle tedavi edilmiş olanlar arasında üriner ve cinsel fonksiyonda istatistiki olarak anlamlı herhangi bir farklılık olmadığını gösteriyor. Ancak bu cihazla yapılan operasyonlar için faturaya 6000 dolar daha ekleniyor. Kısacası bugün robotik cerrahi sistemlerinin, ileri teknoloji ambalajıyla çok küçük kazanımlar için fahiş fiyat farkları yaratan bir kazıklama yöntemi olduğu tartışılıyor (it’s the prices, stupid).

Liberal bir distopya hayal edin…
Tüm bunların yanı sıra hatalı kalp kapakçıkları ve az görülen bir kanser çeşidine sebep olan göğüs silikonları gibi başka medikal implant uygulamalar da İmplant Dosyaları’nda uzun uzadıya inceleniyor. Aşağı yukarı hepsinde mesele dönüyor dolaşıyor “regulatory capture” dediğimiz duruma geliyor.

Kapitalist, yani kâr için sunulan, sağlık hizmetinde işin inceliklerinden biri tıbbî cihazı olabildiğince hızlı bir şekilde piyasaya sürerek rantı bir an evvel gerçekleştirmektir. Vur-kaç taktiği… Vahşi rekabetten ötürü bütün firmalar ilk-hamle avantajını elde etmek için klinik deneyleri üstün körü yapıp bir an evvel ön onayı (pre-market approval) almaya çalışıyorlar. Bu da klinik deney kalitesinde dibe doğru bir yarış başlatıyor.

Yarış dibe o kadar yaklaştı ki ön onay sürecindeki gevşeklikler sayesinde denk cihazlar hiçbir klinik deney yapılmadan piyasaya sürülebiliyor. Mesela bugün piyasadaki MoM kalça implantlarının çoğu, eşdeğer ürün kategorisinden, insanlar üzerinde test edilmeden satılmaya başlanmış. Essure takılan kadınlar ise sadece 18 ay takip edilmiş. Ömür boyu rahimde kalacak bir implant için 18 ay takip sizce yeterli bir süre mi?! Uzun yıllar araştırma yapmak hem maliyetli hem de cihazın yan etkileri genelde ilerleyen yıllarda ortaya çıkıyor. Yani kolaylaşan ön onay süreci, uzun süre araştırılsa piyasaya çıkamayacak dandik cihazların piyasaya girmesine zemin hazırlıyor. Ama insan sağlığı için araştırmaların yüksek standartlar ve yüksek denetim altında yapılması gerektiği söylendiğinde şirket sözcüleri ve liberaller sizi “inovasyon ve teknoloji karşıtı” olmakla itham ediyorlar. Oysa bilim yavaş ilerleyen, ciddi bir kurumdu. Ve öyle kalmalıydı…

Öte yandan hepimiz biliyoruz ki herkes 20 tane selfie çekip en güzel bir tanesini Tinder’a profil fotosu olarak koyuyor. Aynı şekilde tıbbî cihaz şirketleri de ürünün etkinliği üzerine yapılmış onlarca araştırmadan en kuvvetli olanları seçip diğerlerini hasıraltı ederek FDA’den onay alabiliyorlar. Çünkü akademik dergilerde bariz bir pozitif yayın temayülü (positive publication bias) var. Yani dergiler “uygulanan prosedürün etkili olduğunu gösteremedik” makalelerini yayımlamak istemiyorlar. Dolayısıyla tüm yayınlar yan yana konduğunda cihazı olumlayan yayınların sayısı daha fazla gözüküyor (bkz. Ben Goldacre – Bad Pharma). Hele hele önceki sonuçları doğrulamak için yapılan tekrarlama yayınlarının (replication studies) akademide artık hiçbir kıymeti yok. Tüm bunlar medikal cihaz ve ilaçların güvenilir olduğu illüzyonu yaratıyor.

Klinik deneylerin bir kısmı da zaten 75, 50 hatta bazen 20 kişilik, temsil gücü çok dar örneklemler üzerinde yapılıyor. 75 kadının bütün kadınları temsil ettiği tek yer ancak TBMM olabilir. Böyle baştan savma yapılan araştırmalara FDA onay veriyor çünkü, mesela, Essure’nin ön onay (PMA) sürecindeki etkinlik ve güvenilirlik kanıtlarını tasdik edecek baş tetkikçi aynı zamanda Bayer şirketinin hisse sahibiymiş (what could possibly go wrong?). Dahası, üst düzey FDA çalışanları emekli olduktan sonra tıbbî cihaz ve ilaç şirketlerinin danışma kurullarına geçiyorlar çünkü sistemin etrafından nasıl dolaşılacağını en iyi onlar biliyor. Yani düzenleyici kurum sektörle o kadar iç içe geçmiş ki objektif teftiş, düzenleme ya da değerlendirme yapılması imkânsız hale gelmiş durumda. Sizin anlayacağınız bütün bir sistem aslında şarlatanlığa zemin hazırlayacak şekilde tasarlanmış.

2016 yılında tıbbî cihaz şirketleri doktorlara avantadan iki milyar dolarlık “teşvik” harcaması yapmışlar. AdvaMed her yıl milyarlarca dolarlık lobi harcamasını boşuna yapmıyor. Şirketler karanlık parayla siyasi partileri, açıktan da thinktank’leri finanse ediyorlar. Onlar da medikal cihaz şirketlerini savunacak araştırma raporları hazırlayıp siyasi partilere sunuyorlar. Siyasi partiler de bu şirketlerin işini kolaylaştıracak yasaları geçirip gerekli hukuki esneklikleri sağlıyorlar. FDA gelen şikayetleri “Essure’nin faydaları zararlarından daha fazla” diyerek meseleyi geçiştirebildiği kadar geçiştiriyor. Arada doktorlar da güvenilirliği kanıtlanmamış ilaç ve cihazları, kimisi ilgisizliğinden kimisi de avantasından, hastalara yazmaya devam ediyorlar.

Çünkü davalar yıllar sürüyor. Sonucunda Bayer ve J&J dahil pek çok şirket ürünlerini piyasadan çekip tazminat ödemeye mahkûm edilseler de toplamda herkes kazanıyor. Mesela, vajinal meş davaları J&J’a 413 milyon dolara mal oldu. Ancak bu süre içinde şirketin Essure’dan elde ettiği hasılatın 2 milyar dolar civarlarında olduğu tahmin ediliyor. Diyeceğim, yapılan usulsüzlükten elde edilen kazanç ödeyecekleri tazminattan fazla olduğu müddetçe yapmaya devam ediyorlar. Kapitalizmde insan sağlığı işte bu hesabı yapacak kadar ucuz…

Kanser tedavisi neden Küba’da görece daha hızlı ilerliyor? Kapitalist sağlık sisteminde kemoterapi satmak kanseri kökünden tedavi etmekten daha kârlı olduğu için… Zaten sakın hastaneye düşmeyegörün. Özel hastanede çalışan ve kotalarını dolduramamış bir doktora selam verseniz size kolesterol testi yazıyor. Amaç insanları devamlı müşteri yapmak olduğu için “tedavi” kelimesi gelecekte tıp jargonundan düşebilir… Sistem hastaları tedavi etmek yerine hastalığı yönetmeyi (disease management) tercih ediyor. Çünkü hastaneler için hastaları tedavi etmek altın yumurtlayan tavuğu kesmek gibi bir şey. Tüm bunlar kapitalist tıbba fazla güvenilmemesi gerektiğini net bir şekilde ortaya koyuyor.

ANIL ABA / BİRGÜN

Yılın sözcüğünden soğanın cücüğüne - ÜMİT ALAN

Yılın son günlerinde çeşitli sözlükler yılın sözcüğünü seçer. Dictionary.com da bu yılın sözcüğünü “Misinformation” yani “yanlış bilgi” olarak açıkladı. Burada İngilizce disinformation ile misinformation arasındaki farka özel vurgu var. Çünkü dezenformasyon kasıtlı olarak yanlış veya eksik paylaşılan bilgi demek. Bir şeye dezenformasyon deyince işin içine kötü niyet giriyor. Oysa misinformation yani yanlış bilgi deyince, farkında olmadan ve kötü niyet taşımadan yanlış bilgiyi yayma eylemine vurgu yapılıyor. Bu sözcüğü yılın sözcüğü olarak belirleyenlerin amacı da bu farkındalığı yaratmak. “Haberi üzerine düşünmeden paylaştım ama niyetim temiz” diyecekleri ofsayta düşürmüşler. Üstelik VAR incelemesi de bu ofsaytı doğruluyor.

Bu haftaki Köşe Vuruşu’nda, yılın sözcüğünü soğanın cücüğü üzerinden anlatmak isterim.

SOĞAN MUCİZESİ
Ara ara internette soğan mucizesi diye bir haber yayılır. Bu habere göre soğan her derdin devasıdır. Gerçi bu ara Türkiye’de soğan, fiyatı ve stoklanmasının suç olmasıyla gündemde ama biz soğanın diğer mucizelerine bakalım. Ayak tabanınıza bağlayınca ateşi düşürür, kaynatıp içince nezleye iyi gelir, cücüğünü kulağınıza sokunca kulak çınlamasını keser, yanıkları iyileştirir, ağlatıp psikolojinizi düzeltir, arıyı, sivrisineği kovup sizi korur. Özetle; söz konusu habere göre, soğan neredeyse tek başına eczacılık mesleğinin sonunu getirebilir.

NEDEN SOĞAN HABERİ?
Soğanın mucizeleri konseptli bu haber, büyük ihtimalle sizin de karşınıza çıkmıştır. Konuyu anlatmak için özellikle bu haberi seçtim. Çünkü haberin içindeki iddiaların hepsi çeşitli düzeylerde doğru, çeşitli düzeylerde yanlış olabilir. Soğan her şeye iyi geliyormuş haberini yayan kişinin de herhalde bir kötü niyeti yoktur. Ancak yüksek ateş özellikle bebeklerde kalıcı hasara yol açacak kadar tehlikeliyken, haberi okuyanlardan biri, bebeğin ayağına soğan bağlayıp boşa vakit kaybederse ne olacak? İşte yılın sözcüğünü “misinformation” olarak belirleyenlerin kaygısı da bu farkı anlatmak.

SOĞANLA BAŞLAR AŞIYA GİDER
Soğan nispeten masum bir örnek gibi gelebilir. Ancak her örnek o kadar masum değil. 1998’de Andrew Wakefield isimli bir cerrah “KKK aşısı otizm yapar” şeklinde bir iddia ile ortaya çıkar ve sözde ‘bilimsel’ bir çalışmayla bu önyargısını destekler. Tıp dünyası “ne saçmalıyorsun, aşı sayesinde insanlık kurtuldu?” demez, Wakefield’in bu iddialarını 12 yıl boyunca araştırır. Bu titiz araştırma sonucunda da yalan veri, sorumsuzluk ve dürüst olmayan davranış tespit edilir. Bu nedenle Wakefield’in hekimlik belgesi geri alınır. Fakat ne çare, internet ve sosyal medyanın da etkisiyle bu haber yayıldıkça yayılır ve aşı karşıtı bir kampanyaya dönüşür. Şu anda dünyanın birçok yerinde hükümetler, aşı karşıtlığıyla mücadele halinde. Bazı salgın hastalıkarın yeniden patlamasından endişe ediliyor. Milyonlarca çocuğun hayatı, aşılanmadığı için tehlike altında.

EHLİYETSİZ TRAFİĞE ÇIKMAK
Whatsapp’tan gelen “aşılar çocuğu otistik yapıyormuş” haberini paylaşan biri bunların hiçbirini düşünmeyebilir. Alt tarafı bir haber paylaşmıştır, kötü bir niyeti yoktur. Ancak paylaştığı o haber, başka bir yerde bir çocuğun ölümüne neden olabilecek zinciri başlatmıştır bile. İşte soğanın cücüğü tam da burası. “Yanlış bilgi” bazen “yalan haberden” bile daha tehlikeli. “Yanlış bilgi” ya da “hurafe” yeni bir kavram değil, hep vardı diyebiliriz. Doğrusu tamamen haksız da olmayabiliriz ama internetle birlikte gelen yayılım hızı ve şeklini düşününce iş değişir. Bu ehliyetsiz trafiğe çıkmaya benziyor biraz. Üstelik son süratle…

Ümit Alan / BİRGÜN