12 Aralık 2018 Çarşamba

Din özgürlüğü - KADİR SEV

Dün (11.12.2018) Resmi Gazetede Anayasa Mahkemesinin 22.11.2018 günlü 2015/269 Başvuru numaralı bir kararı yayımlandı.


Karar, üniversiteden ilişiğinin başörtüsü nedeniyle kesildiğini öne süren başvurucunun, din özgürlüğü ve eğitim hakkının engellendiği savı üzerine alınmış.
Anayasa Mahkemesi başvurucunun haklı olduğuna karar vermiş. Başvurucuya 20 bin lira manevi tazminat ile 2 bin 200 lira mahkeme giderinin ödenmesi gerekiyor. Bu arada, 2000-2007 arasında aldığı yaklaşık 5 bin lira tutarındaki bursu ödemekten de kurtulmuş.

Artık gelenekselleşmeye başlayan bir Anayasa Mahkemesi kararı, haber değeri de kalmadı. Ancak biz yine de kısaca göz atalım. Belki yerel seçimlere kilitlenmiş “muhalefetin” ilgisine mazhar olur.

Kararda ne hukuk ne kanıt ne mantık ne tutarlılık ne de adalet var. Dahası, çoğu yerinde Diyanet İşleri Başkanlığınca yayımlanmış bir kitabı okuduğunuz algısı uyandırıyor.

Öykü şöyle;
Başvurucu 2000 yılında üniversiteye başlamış, burs almış, 2007 yılında 4’ncü sınıf öğrencisiyken kaydını yenilemediği gerekçesiyle ilişkisi kesilmiş. Ne itiraz etmiş ne de yargıya başvurmuş. 2008 yılında çıkarılan Af Yasasından yararlanarak 2009 yılında okula yeniden kaydını yaptırmış. 2012 yılında da bitirmiş.

2012 yılında, 2000-2007 yılları arasında ödenen bursu ödemesinin istenmesi üzerine İdare Mahkemesine başvurmuş ve kaydının kendi kusurundan değil, başörtüsü yasağı nedeniyle okula sokulmadığı için silindiğini öne sürmüş.
İdare Mahkemesi haklı bulmuş. Oysa kanıttan vazgeçtik, ortada Milli Gazetenin 2002 ve 2004 yıllarında yayımlanmış iki haber kupürü ile başörtülü olduğu anlaşılan üç tanık ifadesinden başka bir şey yok.

Başvurucunun okulla ilişkisinin 2007 yılında kesildiğini anımsayalım ve devam edelim: Gazetenin İdare Mahkemesine sunulan 2002 yılındaki nüshasında; “…Üniversitesinde başörtülü öğrenciler okula sokulmuyor” başlıklı bir haberine yer verilmiş. 2004 yılındaki nüshasında ise …Üniversitesinin öğrencisi olan 10 kişinin kurduğu “başörtüsüne özgürlük” girişiminin yaptığı çalışmalardan söz ediliyor. Haberlerde ne kimsenin adı geçiyor ne de bir resim var.

Buraya kadar kimse çıkıp; “o kadar başörtülü vardı da bir seni mi engellediler diye sormamış.

Bu konuya Üniversite yönetiminin Mahkemeye sunduğu yazıda değinildiği anlaşılıyor. Özetle şöyle denilmiş; başörtüsü nedeniyle kimsenin eğitim hakkı engellenmemiştir, öğrenci çeşitli dönemlerde sağlık ve ekonomik sorunlarını belirterek izin istemiş ve bu istekleri karşılanmıştır.

Bölge İdare Mahkemesi, kararı bozmuş ve din özgürlüğünün engellenmesi konusu, dönüp dolaşıp Anayasa Mahkemesinin önüne gelmiş.
Anayasa Mahkemesinin Kararında olay özetlendikten sonra; “Türkiye’de Yükseköğretim öğrencilerine yönelik başörtüsü yasağının tarihsel süreci” başlığı altında uzun bir değerlendirmeye yer veriliyor.

Nelerden söz edilmiyor ki; 1995 yılından başlayıp 2011 tarihinde biten süreçte üniversitelerde ikna odaları kurulduğu… başörtülü öğrencilere şiddet kullanıldığı… kayıt ve diploma için verdikleri fotoğraflarının kabul edilmediği… haksız yere disiplin cezaları verildiği… öğrenci kimlik belgelerinin ve okul birincisi olanlara başarı belgelerinin verilmediği… müsamaha gösteren akademisyenlere baskı uygulandığı… gibi bir dizi yakarış okuyorsunuz.

Anayasa Mahkemesi, başvurucuyu haklı bulabilmek için çok zorlanmış. Kolay değil; uzaktan da olsa öne sürdüklerinin doğru olabileceği kuşkusu yaratacak ne bir iz ne bir belirti ne de bir emare var. Üstelik baktığınız her şey başvurucunun doğru söylemediğini adeta haykırıyor.

Şöyle bir çözüm bulmuş;
“Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder. Başvurucunun adil yargılanma hakkına dair şikayetlerinin bir bütün olarak din özgürlüğünün ihlal edildiği iddiası kapsamında incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir…
…bu kapsamda açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan din özgürlüğünün ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.”

Kararın Esas Yönünden İnceleme bölümünde; “Din Özgürlüğünün Demokratik Bir Toplumdaki Önemi”, “Din Özgürlüğü Kapsamında Din Veya İnancı Açığa Vurma Hakkı”, “Laiklik İlkesi İle Din Veya İnancı Açığa Vurma Arasındaki İlişki”, “Laiklik İlkesi Gerekçe Gösterilerek Din Özgürlüğüne Müdahale Edilmesi” başlıkları açıldığı ve bu konuların sayfalarca işlendiği görülüyor.

Oysa soru çok basit: başörtüsü takıyor diye başvurucunun okula girmesi engellenmiş mi engellenmemiş mi?

Mahkeme bu sorunun yanıtıyla hiç ilgilenmemiş; onca lafı, “Hazır elim değmişken biraz din özgürlüğünden söz edeyim” diye ettiği anlaşılıyor.

Kadir Sev / SOL

Uçurtmayı Vurmasınlar politik bir film değil mi? - ORHAN GÖKDEMİR

Bir süredir yandaş Sabah gazetesi eski düşüncelerinden pişmanlık duyan 'hayatının bir döneminde sola bulaşmışlar' için günah çıkarma kabini gibi işlev görüyor. Malum rejim değişti, eski hayattan kalan yüklerden kurtulup arınmak gerek. Söyleşi çağrısına icabet etmek, sonra sola ve cumhuriyete sövmek ve bir parça dönem övgüsü yapmak günahlardan arınmak için yetiyor.

Biz daha Erdal Beşikçioğlu’nu sindiremeden Tunç Başaran koştu kabine. Tek parti dönemi ve İsmet İnönü’ye sövdü saydı. 27 Mayıs darbesini lanetleyip bugünün iktidarına bir öpücük gönderdikten sonra sıra geldi günah çıkarmaya. “Sanatın politik bir amacı yoktur, zaten olmamalı” dedi. Gerisini kendi sözleriyle aktarmasam eksik kalır:

Soruyor havuz gazetesinin muhabiri: “Uçurtmayı Vurmasınlar filminiz, bir döneme damga vurdu. Hatta Türkiye'nin ilk Oscar aday adayı oldu. Film, 12 Eylül dönemini anlatıyor bir çocuğun gözünden...”

İtirafı başlıyor: “Hayır. Katılmıyorum size” diyor “Bir sevgi filmidir 'Uçurtmayı Vurmasınlar'. Filmi bu duygularla yaptım. Hiç politik bir film değil düşünülenin aksine. Ben filmde mekân olarak hapishaneyi seçmiştim sadece. Aynı filmi tren garında da çekebilirdim. Benim amacım sevgiyi anlatmaktı. Sanat eserlerini herkes kendine göre yorumlar. Bence sanatın politik bir amacı yoktur, zaten olmamalı.”

Muhabir yeterli bulmuyor itirafı “Sanatçılar için de aynı şeyi düşünüyor musunuz?” diye ekliyor. Başaran, “Sanatçı hizmeti kendine yapmalı. 'Ben solcuyum, sol film yaparım. Sağcıyım sağ film yaparım' diye bir şey olmamalı bence. Sen yap, filmini izleyen kendi dünyasına göre yorumlasın. Sanatçının ideolojisi varsa kendine saklasın” diyor.

Muhabir “neden tren garında çekmedin” diye sormadığı için tercihinin nedenini bilemiyoruz. Ama sonuçta film tren garında değil, bir cezaevinde çekilmiştir. Üstelik sol için oldukça sembolik bir cezaevidir mekân. Sanırım film çekilirken cezaevi hâlâ faaldi. Tunç Bey “kamera” diye bağırdığında yan koğuşta çile dolduran solcular çekilen filmden haberdar olmuştur. 

“Uçurtmayı Vurmasınlar” 1989 yapımı. Çekimleri Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi'nde gerçekleşmiş. 1989 yapımı olduğuna göre 1988 yılında çekilmiş olmalı. 1987 yazında o cezaevinin koğuşlarından birinde tutuklu gazeteci olarak ikamet ediyordum, havasını kokladım. Bu cezaevi her şeyden önce mekân olarak politiktir. Örgütçü militanıyla ve sol aydınıyla hemen herkes buradan gelip geçmiştir. “Ankara Palas” olarak tanınmasının nedeni bir şekilde solun yolunun buraya düşmüş olmasındandır. Kadınlar koğuşu, görüş kabinlerine giden ana yol üzerinde sağdadır. Burayı geçince “idare” önünde yaşlı bir ağaç keser önünüzü. Denizlerin darağacı burada kurulmuştur. Artık “müze”, isteyen ziyaret eder, havasını solur. Haliyle deneyimli bir yönetmenin burayı seçmiş olmasını rastlantı sayamayız.

Filme gelince, beş yaşındaki bir çocuğun gözüyle kadınlar hapishanesinin ve elbette sevginin öyküsüdür anlatılan. Kadınlar koğuşunun zoraki mahpusu annesi esrardan tutuklu Küçük Barış'ın bu dört duvar arasındaki hikâyesidir. Barış henüz algılayamadığı bir garip dünyanın içinde, avludaki duvarların çevrelediği kadar kalmış olan gökyüzünde dışarıdaki çocukların uçurtmalarını izlemektedir. Barışın yoldaşı, “İnci Abla” koğuşun solcusudur. Barış annesinden çok ona tutkundur. Özgürlüğüne kavuştuktan sonra bir gün uçurtma olup geri döneceğine söz vermiştir İnci. Uçurtma, içeride isen özgürlüktür. Özgürlük uçurtma olup her daim geri döneceği umulan İnci’dir, soldur. Doğaldır, 12 Eylül karanlığının çöktüğü ama henüz aydının, sanatçının soldan yüz çevirmediği bir zaman aralığıdır. O kadar ki filmin müziğini de Grup Yorum yapmıştır. 

Politik film değilmiş… Günah çıkarmak değilse utanır insan bunu söylemeye. Çok mu önemli niyeti? Bugün Türkiye cezaevlerinde 703 bebek anneleriyle beraber çok ağır koşullar altında yaşamaya çalışıyor. 350’den fazla cezaevinde yaklaşık 17 bin kadın çile dolduruyor. Bu çocukların çoğu anne karnındayken cezaeviyle tanışmak zorunda kalanlar. Tunç Başaran bilmiyordur hatırlatayım, artık bu yeni nesil cezaevleri o kadar insanlık dışı inşa edildi ki uçurtmalara bakacak bir avlusu bile yok. 

Adı Tunç Başaran. 1938 tarihinde İstanbul‘da doğmuş. Marangoz Fikri ile yazar Pakize Başaran’ın oğlu. Memduh Ün‘ün, Ömer Lütfi Akad’ın, Halit Refiğ’in, Atıf Yılmaz’ın asistanı. 1989’da yaptığı filminin üstüne kustu dün, tarihini silip attı. Hem pişmanlık hem perişanlıktır. 
Diyor ki havuzdaki kabinde, 
- Tek parti dönemi faşistti insanlar sefalet içinde öldü.
- Atatürk sonrası tek parti dönemi, tek kelimeyle berbattı. İsmet İnönü mağduruyum. Tek parti dönemi, faşist bir dönemdi. Soldan da, sağdan da insanlar çok mağdur oldu. Sefillik içinde öldü insanlar. Karneyle ekmek alıyorduk.
- Milleti sokağa döküp 27 Mayıs Darbesi'ne kılıf buldular. '27 Mayıs darbe değil' diyen ahmaklar var hala bunları anlamak mümkün değil. Darbeydi düpedüz.

Hem sanatın politik amacı olmamalı de, hem de iktidarın politikasına bu kadar sarıl. Malum bu sözü Cumhurbaşkanlığının uçsuz bucaksız kurullarından birine atanan Orhan Gencebay sarf etmişti ilk. Sonra Erdal Beşikçioğlu onun izinden düştü havuza. Tunç Başaran’ın neyi eksik?

Solcu olmanın makbul sayıldığı dönemler geçti, devran döndü, AKP geldi, Tunç Başaran’ın nefret ettiği tek parti döneminin kapısını tekrar araladı. Bir parti devleti kurdu, cumhuriyeti yıktı, eğitimi dinselleştirdi. Elinin değdiği hemen her yerden Mustafa Kemal’in izlerini silmek için uğraşıyor. Ama Tunç Başaran İsmet İnönü’ye bakıyor hâlâ, tek parti iktidarı görüyor, Mustafa Kemal’in izlerini sildi diye nefret ediyor. 

Biliyoruz, günahlarını. 27 Mayıs’ta darbe bularak başlarlar. 27 Mayıs darbe kabul edilip 12 Eylül’le eşitlenince Menderes mağdur olur. Menderes mağdur olunca onu mağdur ettiği varsayılan İsmet İnönü kötü adama dönüşür. İnönü kötü olunca döneminde diktatörlük keşfedilir. Döneminde diktatörlük keşfedilince İnönü Mustafa Kemal’e de kötülük eden bir karaktere dönüşür. Böylece cumhuriyet silinir, geride içi boşaltılmış bir “Atatürk” kalır.

Tunç Başaran da içi boşaltılmış Atatürk hayranı, elinden Kuran’ı ve Nutuk’u eksik etmeyen -kendi sözüdür- içi boş bir Atatürkçüdür. İçi boş olunca Atatürk’e düşman bir rejime sığınmakta bir beis yoktur. 

Fakat hakkını da verelim yeni değil pişmanlığı. 2002’de bir gazeteye Menderes’in filmini yapmayı planladığını anlatmış. Menderes’i anlatacakmış amma Bu filmde politika değil, aşkları, zaafları çapkınlıklarıyla bir adamı anlatacakmış. Filmi yapmayı 29 yaşında planlamış, açıklamayı 64 yaşında yapmış. Mesafe böyle uzayınca muhabir “hayırdır” demek zorunda hissetmiş kendini. Açıklamış: “Dönem filmi yapmak için tarihi biraz beklemek lazım. Taşların yerine oturması gerekiyor. Asgari müşterekte herkesin birleştiği bir tarihin geçmesi gerekiyordu.” Koca yönetmen “korktum” diyecek değil ya!

Şimdi günah çıkarma kabininde çekiyor. Yakışır mı, yakışır. Zaten film adamdır Menderes. Türkiye’nin en baskıcı dönemine imza atıp “demokrat” diye hatırlanmayı başarmıştır. Kendi başarısından çok hikâyedeki ahmaklar nedeniyledir bu. 

Son sahnededir, Barış’ın gözünde otoritenin karanlık ve acımasız yüzü gökyüzündeki uçurtmayı vurmayı çalışan gardiyan ile belirir. Bir filmde uçurtmayı vurmaya çalışan gardiyanlar ve nahak yere mahpus yatan Barış’lar varsa o film politiktir. 

Politik film yapmamışmış… Baksana vuruyorlar uçurtmaları!

Orhan Gökdemir / SOL

İsyankâr halklar - MİNE SÖĞÜT

İnsan üretme ve tüketme modellerini, devletleri, sistemleri, dinleri, gelenekleri, görenekleri, kimlikleri ve aidiyetleri ve daha bir sürü kafa karıştırıcı kavramı önce yaratır, sonra sorgular, sonra yıkar, sonra yeniden yaratır, yeniden sorgular ve yeniden yıkar ve yeniden kurar... 
Aslında müthiş bir aklı vardır ama o aklı kendi aklı almaz. 
Aslında büyük bir cesareti vardır ama 
o cesareti göstermeye cesaret edemez. Ve aslında her şeyi bilir ama bildiğini bilmez. 
O yüzden insanlığın kendisini perişan ede ede aştığı çağların sonunda vardığı şu noktada, onu en gerçekçi haliyle Apple dükkânlarını yağmalayan Sarı Yeleklilerin görüntüleri üzerinden anlamlandırmak gerekir. 
İsyan kıymetli bir eylemdir. 
Başkaldırı soylu bir iradedir. 
Haksızlıklara karşı çıkmak anlamlı bir duruştur. 
Ama sadece teoride. 
Tıpkı savaş gibi. 
Sınırları korumak, ülkeyi savunmak, halkı bir arada tutmak, güçlü bir devlet kurmak için yapılan tüm savaşlar; 
Nasıl irili ufaklı insanlık suçlarından ve uluslararası hukuklarla meşrulaştırılmış cinayetlerden öte bir şey değilse... 
Sokaklara taşan isyanlar da kolayca görkemli bir insanlık halinden soysuz bir yağma kültürüne evriliverir. Ve isyanın bu kaçınılmaz görüntüsüne en çok iktidarlar sevinirler. 
Çeşitli sol ideolojilerin önerdiği ilkeleri ellerinin tersiyle iten ve şuursuz tüketiciler olmaya kolayca ikna edilen halk yığınlarının desteğiyle iktidara gelenler, 
o halkın arada isyan etse de eninde sonunda yola geleceğini bilirler. 
Çünkü insanlığın temel sorunu adaletsizliği her çağda ve koşulda nihayetinde algılaması ve adını kolayca koyması ama doğru bir adaleti tarif etmeye hevessiz olmasıdır. 
Bu hevessizliğinde de bilinçli ya da bilinçsiz bir haklılık payı vardır. 
Zira iktidar algısı değişmedikçe doğru bir adalet tarif etmek mümkün değildir. 
İktidar algısını değiştirmek de daha epey zaman isteyecek bir irade evrimi gerektirmektedir. 
O yüzden çağımızda kalabalıkların isyanları ve kabullenişleri arasında gerili olan bir tel üzerinde dengede durmaya çalışan akıl, dengesini devamlı kaybeder.


Spartacus isyanından 68 gençliğinin isyanına kadar uzanan ve sokakların gücüne inanan o kadim güdünün hikâyesi muhteşem bir hikâyedir. 
Ama umulduğunun aksine yeterince etkili değildir. 
Masalda, iktidarın simgesi zengin ve güçlü padişah sonunda kızını gariban Keloğlan’a verdiğini ama Keloğlan’ın artık karısı olan o kızı alıp da köyüne, eski zorlu hayatına dönmek yerine vezir olup saraya yerleşmeyi seçtiğini unutmamak gerekir. 
Kendi zaaflarını ve hatalarını masallarında meşrulaştıran kalabalıklar... 
Daha çok kazanmak için değil, artık kazanmamak için... 
Daha rahat tüketmek için değil artık tüketmemek için... 
Yani kazanmanın ve kaybetmenin anlamını yeniden tanımlamak için sokağa çıkmadıkça... 
Tüm isyanlar, tarihteki görkemli ama az etkili yerlerini alacak ve nesillerin torunlarına heyecanla anlattıkları birer “hey gidi eski günler” fantezisi olarak tarihte kendilerine ayrılmış yeri alacaktır. 
Fırsat eşitliğinin hiç olmadığı bu uygarlık tarihi baştan beri isyanlarla yazılmıştır ama isyanlarla şekillenmemiştir. 
Çünkü kurulu düzenin hoyratlığına başkaldıran insanla, o düzeni kuran ve onaylayan insan aynı insandır. 

Ve insanlık, uygarlığını yazmaya başladığı ilkçağlardan bu yana kontrolsüz iştahıyla, kendi kuyruğunu yakalamaya çalışan ve arada da bunu başarıp kendi kendini sakatlayan bir timsah ahmaklığındadır.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Hakan Fidan'ın temasları...- ARSLAN BULUT

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, MİT Başkanı Hakan Fidan'ın, ABD'de bir grup senatöre "Kaşıkçı bilgisi" verdiği haberleriyle ilgili olarak "MİT Başkanımız Kanada'ya gitti. Kanada'dan sonra böyle bir gelişme olmuş olabilir. Fakat orada böyle bir bilgilendirmenin yapıldığını; bundan haberdar değilim. Ama Kanada seyahatinden haberdarım." demişti.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, konuyla ilgili olarak "MİT Müsteşarı parlamentoya gelip komisyona bir bilgi verdi mi? Dünyanın bildiğini bizden niye saklıyorlar? Yok arkadaş bire bir haberi var. (...) Haberi yoksa bir felaket, haberi varsa, (...) bir başka felaket. Bir MİT Müsteşarı gidecek Cumhurbaşkanı'ndan habersiz ABD senatosunda istihbarat komitesinde bazı senatörlere bilgi verecek..." diye değerlendirme yaptı.

                                                            ***

Bu yazı yayınlandığında MİT Başkanı Hakan Fidan, Kanada ve ABD'deki temasları hakkında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ı bilgilendirmiş olacak. Tabii Hakan Fidan'ın ABD Senatosu istihbarat komisyonu üyeleri ile ne konuştuğunu kamuoyuna açıklayacak değiller ama konunun Kaşıkçı cinayeti ile sınırlı olduğunu kimse düşünmüyordur herhalde.

Çünkü Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanlığı yapmış emekli Korgeneral İsmail Hakkı Pekin, bir televizyon programında, "Türkiye hakkında, İngiltere'de, Chatham House bünyesinde, 'federasyon mu olsun konfederasyon mu?' tartışmaları yapılıyor" dedi.

Neden böyle bir tartışma yapabiliyorlar? Neden Türkiye'de bir düşünce kuruluşu, "Birleşik Krallık" üzerinde benzer bir tartışma yapmıyor da "Kraliyet enstitüsü", Türkiye'ye gelecek tayin etmeye kalkışıyor?

Çünkü, Turgut Özal'ın "federasyonu tartışalım" dediği yıllardan önce de Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Türkiye'yi sekiz eyalete ayırma projesini gündeme getirmişti:Kenan Evren, "Türkiye'yi sekiz eyalete bölelim" dediğini kendisi itiraf etmişti!

Hatta "Bavyera'da üç bayrak gördüm. Nedir diye sordum, 'AB bayrağı, Almanya bayrağı ve Bavyera bayrağı' dediler" sözleriyle de projenin propagandasını da yapmıştı. Kısacası sekiz bölgeli, sekiz bayraklı bir Türkiye istiyordu.
                                                            ***

2010 yılında Adalet Bakanlığı Müsteşarı ve beraberindeki sekiz hâkim ve savcı ABD Adalet Bakanlığı'nın davetlisi olarak önce Washington sonra da Colarado ve Arizona gibi bazı eyaletleri dolaşmış, eyalet sistemini incelemişti. Bir haftalık gezinin masrafları da Amerikan Adalet Bakanlığı'ndan karşılanmıştı.

"Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu"nun, yakın zamanda bir milyon 150 bin Avro bütçe ayırarak yeni bir çözüm süreci başlatması ve İngiltere'deki Demokratik Gelişim Enstitüsü koordinasyonuyla Oslo'da sözde akil adamları toplamasını hatırlayalım ve buna AKP milletvekili Ravza Kavakçı Kan'ın Almanya'da "AKP Genel Merkez Heyeti"yle birlikte yaptığı federal yapı inceleme ve görüşmelerini de ekleyelim! MİT'in de bu temaslardan bilgisi vardır herhalde.

Proje ne peki?

Proje, önce Abdullah Öcalan'ın dillendirdiği "Orta Doğu kimliği"nde birleştirilecek, "Türk-Arap-Kürt konfederasyonu"dur.

Önce Irak sonra Suriye'nin parçalanması, ikisinde de ABD, İngiltere ve İsrail güdümlü sözde Kürt ama gerçekte "Orta İsrail devletçikleri" kurulması ve Türkiye'ye milyonlarca Suriyeli doldurulmasının sebebi budur! Türk kimliğine saldırmalarının ana sebebi budur. Konfederasyonun geçici adı Orta Doğu Birleşik Devletleri olarak planlandı. Asıl hedefleri Büyük İsrail'dir.

                                                           ***
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Norveç'in başkenti Oslo'da "yeni diyalog toplantısı"na karşı "Akıllı olun, aklınızı başınıza alın, çözüm çığlığı atmayın, zira meydan boş değildir." diye sert tepki göstermişti. Bahçeli, "Ravza Kavakçı'nın eyalet sistemini inceledik" açıklaması karşısında ise sessiz kaldı!
"Ağacın kurdu içinde olur" demişler.
ABD, Türk Milleti'nin kefenini Türkiye Cumhuriyeti'ne biçtirmek istiyor.
Bu konularda halkı bilgilendirecek ve uyaracak bir devlet yetkilisi var mı?
Siyasi partiler ne iş yapar?
Meydan, boş mu değil mi?


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

11 Aralık 2018 Salı

Alman vakıfları tamam da ya Alman şirketleri... - ÖZGÜR ŞEN

Geçtiğimiz hafta Türkiye'deki faaliyetlerini sonlandırdığını açıklayan Soros'un Açık Toplum Vakfı Türkiye'de faaliyet gösteren tek yabancı vakıf değildi. Soros'un vakfı, ülkede kendisini güvende hissetmemişti. Ancak benzer bir durum bir yıl kadar önce başka yabancı menşeili vakıfların başına da gelmişti.

Almanya ile ilişkilerin gergin gittiği günlerde hükümet yetkilileri ve yandaş medyanın sürdürdüğü bir kampanya sonucunda Türkiye'de faaliyet gösteren Alman vakıfları çalışmalarını tamamen bitirmemiş ama tabelalarını indirmek zorunda kalmışlardı.

Aslında bu vakıflarla AKP'nin arası da hiç kötü değildi. Bırakın kötü olmayı, Merkel'in Hıristiyan Demokrat Partisi'nin vakfı olan Konrad Adenauer, müslüman bir demokrasi projesinin fikir babalarından birisiydi. Bu proje AKP ile vücut bulduğunda vakıf gerici parti için elinden geleni yapmıştı. Yeşiller Partisi'nin vakfı Heinrich Böll, AKP'nin ilk döneminde Türkiye'deki pek çok çalışmasıyla Erdoğan ve arkadaşlarına açık destek vermişti. Sosyal demokrat Friedrich Ebert için bile AKP'ye muhalif denemezdi.

Ancak AKP, Almanya ile ilişkileri germeye başladığında önce bu vakıflar akla geldi. Dünyanın pek çok ülkesinde Almanya'nın büyük düzen partilerinin kolu olarak faaliyet gösteren vakıflar, aslında AKP için kolay hedefti. Çünkü Almanya da bu faaliyetlerin geçici bir süre durmasından o kadar rahatsız olmayacaktı. Almanya ile Türkiye arasındaki gerilimin en yükseldiği anlarda dahi iki ülke arasındaki iktisadi ilişkiler gerilemiyordu nasıl olsa... Alman şirketlerinin Türkiye'deki işlerine dokunmak iki tarafın da işine gelmiyordu.
Almanya, Türkiye'nin en büyük ticaret ortağıydı ve bu ilişki Türkiye için yaşamsal, Almanya içinse yaşamsal olmasa dahi önemliydi.

Türkiye, Çin'den sonra en fazla malı Almanya'dan ithal ederken, Almanya Türkiye'nin en çok ihracat yaptığı ülkeydi. Ama bu ihracat kalemlerine detaylı bakıldığında Almanya'nın ülke ekonomisindeki yeri daha iyi anlaşılıyordu. Türkiye, Almanya'ya tarım ürünleri değil, en fazla otomotiv ve makine parçaları satıyordu. Almanya'ya satılan ürünlerin önemlice bir bölümü de aslında Türkiye'de Alman firmalarının veya onların ortak ya da taşeronlarının mallarıydı.

Yine ihracatta önemli bir kalem olan hazır giyim ürünlerinde dahi tetikleyici firmalar Almanya ve Avrupa kökenliydi.

Türkiye Almanya'dan mal alırken zaten Almanya bağımlısıydı, ama Türkiye aslında mal üretip dışarı satarken de temelde Almanya'nın yönetip başrolü oynadığı bir oyunda yardımcı oyuncuydu.

Türkiye'de tam sayıyı çıkarmak zor olsa da 7500 Alman firması faaliyet gösteriyordu. Rakam büyüktü ama rakamdan daha önemlisi Türkiye ekonomisinin lokomotif ve stratejik sektörlerindeki Alman egemenliğiydi.

Almanya, tüm gerginlik boyunca büyük yeni yatırım yapmaya niyetlenmedi ama varolan işleyişi bozacak adımlar da atmadı. Bu adımı atsaydı, Türkiye ekonomisine sıcak para giriş çıkışlarından dahi daha büyük zarar verebilirdi, lakin bunu tercih etmedi. Belli ki Almanya'nın en büyük tekelleri, Türkiye'den faydalanmaya devam etmeyi çeşitli nedenlerle kârlı buluyorlardı.
Yaşanılan iktisadi kriz de AKP tarafında Türkiye ekonomisinin en önemli dış aktörü ile gerginliği yumuşatmak için önemli bir sebepti.

Şimdi Türkiye adım adım Almanya ile ilişkileri yoluna koymak için adımlar atıyor. Alman siyasetinde ise birtakım değişiklikler yaşanıyor. Ama bu değişikliklerin de Türkiye Almanya ilişkilerinde şu anki doğrultuyu etkileyeceğine dair bir işaret bulunmuyor. 

Peki tüm bu gelişmeler sırasında Alman vakıflarına ne mi oldu?

Yaklaşık bir ay önce Alman Ekonomi ve Enerji Bakanı Peter Altmaier, Alman patronlarının hatırı sayılır şekilde temsil edildiği bir heyetle Türkiye'yi ziyaret etti. Bir yıl önce o vakıflara savaş açan yandaş medyanın manşetlerden gördüğü ve selamladığı bu ziyaretin haberinde bir cümle gayet açıklayıcıydı. Aynı gazetelerin haberine göre Alman bakan vakıfların yöneticileriyle de görüşmüştü.

Bir yıl önce Türkiye'yi çökertmeye çalıştıkları iddia edilen vakıflar artık resmi programın bir parçasıydı. Doğal olan buydu zaten. Alman sermayesiyle, Alman patronlarıyla hesaplaşmayan, hesaplaşmayı hiçbir şekilde düşünmeyen, hesaplaşmaları da mümkün olmayanların Almanya'nın herhangi bir faaliyetine uzun süre karşı çıkmaları mümkün değildi.

Özgür Şen / SOL

Komünizmle mücadele kardeşliği - ORHAN GÖKDEMİR

Genelkurmay İstihbarat Dairesi eski Başkanı Emekli Korgeneral İsmail Hakkı Pekin’in Fethullah Gülen ve Mehmet Şevket Eygi’nin 1959’da Özel Harp Dairesi içinde görevlendirildiğini doğruladı. Bir açıklama saymıyorum çünkü bu zaten biliniyordu. İslamcıların “Özel Harp” içindeki görevleri, “Yeşil Kuşak” projesi çerçevesinde “komünizmle mücadele” faaliyetleriydi. Pekin, ayrıca 12 Eylül’den sonra yakalanan Fethullah Gülen’in serbest bırakılması için zamanının Deniz Kuvvetleri Komutanı ve Genelkurmay Başkanının aracı olduğunu söyledi ki bu da bir tür doğrulama sayılır.

Gazeteci Tunca Bengin, General Pekin’i aramış, konunun detaylarını sormuş, anlattıklarını yazmış. Pekin’in, bu dincileri “Özel Harp Dairesi” içine alma gerekçesinden başlayalım. Bu adamlar kanaat önderleri olduğu için ister istemez böyle bir teşkilat göz ardı edemezmiş bunları. Mutlaka içine alması lazımmış. Önemli olan teşkilatlanan bu kişilerin kontrolüymüş. Yani devletin bunları kontrol etmesi gerekiyormuş, ondan almışlar. 

Almasalar ne olurmuş? Devlet içine alıp kontrol etmezse ABD kontrol edermiş. 
Peki, amaç hâsıl olmuş mu? Bir bakıma evet. Devletin kontrol etmek istediği adamlar devleti kontrol etmeye başlamış kısa sürede. Hem de ABD istihbaratının kucağında otururken yapmış bunu. Peki, İsmail Hakkı Pekin ve silah arkadaşları ne yapmış bunlar olurken? Hiç. Beceriksizliklerinden veya istemediklerinde değil bu, isteseler de yapamayacaklarından. NATO ordusu olmuşsun, ABD’nin kucağına oturmuşsun, ne diyorlarsa onu yapacaksın. Daha düne kadar CIA, MİT’in içinde faaliyet gösteriyordu. MİT örgütleyen, alet edevatı tedarik eden oydu. JUSMAT (Joint US Military Mission for Aid to Turkey- Türkiye'ye Yardım için Ortak ABD Askeri Kurulu), resmi amacı Türk Silahlı Kuvvetleri'ne eğitim yardımı olan, Ankara'da yerleşik ABD askeri kuruluşudur. Ankara şubesi TSK’nın merkezindedir. Geçtik bunları, MİT’te yükselecek her eleman, TSK’de general adayı olacak her kurmay NATO’da, ABD’deki bu iş için düzenlenmiş okullarda eğitim alır, görev yapar, onaylanıp döner. Kaldı ki Pekin’in sözünü ettiği Özel Harp Dairesi de “kontrgerilla” yöntemleriyle çalışmak üzere bizzat ABD ve NATO tarafından peydahlanmıştır. 

Adı geçen bu “sivil” tipleri alıp, örgütleyip, donatıp solun üzerine saldıkları kurum “Seferberlik Tetkik Dairesi” adını taşıyordu. Toplumda sivrilmiş tipleri, Pekin’in deyişiyle “kanaat önderlerini” seçip gerektiğinde kullanmak üzere maaşa bağlıyorlar, kolaylıklar sağlıyorlardı. Pekin devamını getiriyor; bir takım haklar tanınmış, siyasiyse desteklenmiş, tüccarsa ihalede, kredi verilmede kolaylık sağlanmış ya da kanaat önderiyse bunların faaliyetlerine müsaade edilmiş… 
Adı geçen tiplerin tarihine bakın, birinin karanlık tarihi Komünizmle Mücadele Derneği’nde başlıyor, diğeri Kanlı Pazar’la kemale eriyor. Yani İslamcılığın esası “komünizmle mücadele”dir. Komünizmle mücadele ise devletin ve elbette ordunun işidir. Böylece komünizmle mücadelede birleşmişler, kaynaşmışlar, tek vücut olmuşlardır. Geriye dönüp bakın, Kenan Evren ile Fethullah Gülen arasında, Mehmet Şevki Eygi ile Turgut Özal arasında hiçbir fark bulamazsınız. 

Antikomünist, yobaz, karanlık ve acımasızdırlar. Hepsi Amerikan Muhibbidir, hepsi devlet desteklidir, hepsinin bir ayağı Özal Harp Dairesinin, haliyle NATO’nun derinliklerindedir.

Pekin eksik söylüyor, sadece bu ikisi değil İslamcıların hemen hepsi devletin elemanıdır. İslamcılarımız devletin kucağında büyümüştür...

                                       ***

HDP’li Sırrı Süreyya Önder, yıllar önce devletin görevlileri ile İmralı seferlerine çıktığı için hüküm giyince “suçunu” Cumhuriyet’te Barış Terkoğlu hatırlattı. 

Yurtdışında yayımlanan “İmralı Notları”na göre Abdullah Öcalan bile yapılan işin suç olduğunun farkındaydı. Gerisi şöyle: “Karşısında Selahattin Demirtaş, Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder oturuyordu. Yüzlerine bakarak sordu: MİT müsteşarları neyle yargılanmak istendi? Vatana ihanetle. Hepimiz vatana ihanetle yargılanabiliriz. Gayrimeşru bir iş yapıyoruz demiyorum. Ama yaptığımız işin hukuki bir güvencesi olmalı.”

MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın 2012’de İmralı pazarlıkları nedeniyle Fethullahcı savcılarca ifadeye çağrılması iktidar blokunda ilk büyük kırılmaya neden olmuştu. Cemaat, MİT üzerinden iktidar partisini devirmeyi planlıyordu. İmralı’da bunlar da konuşulmuştu. Bu darbeyi engelleyenin kendisi olduğu iddiasındaki Öcalan, FETÖ ile kavgaya başlayan AKP’ye, cephe kurarak rejimi dönüştürmeyi teklif ediyordu. Oturup devletle pazarlık yapmışlar, bir yol haritası belirlemişlerdi. “İslam bayrağı altındaki ortak yaşam” oluşturacaklardı. “Sol, Kürt ve İslam ittifakı” ile yeni anayasa yapılacak, bu cephe marifetiyle “Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet ve 1950’deki çok partili hayata geçişten çok daha önemli bir rejim değişikliği olacak”tı. Öcalan’ın “İslamcılarla ittifak kuracak solcu-Kürtçü parti projesi” MİT mensuplarının önünde hazırlanıyor, yürürlüğe konuyordu.

Geçen hafta HDP çatısı altındaki Erol Katırcıoğlu adlı liberalin Mecliste yaptığı konuşmada AKP’yi Bolşeviklere benzetmesinden fark etmişsinizdir, HDP içinde de Gülen-Eygi damarının varlığının işaretleri var. Antikomünizm düzenin alamet-i farikasıdır.

Cumhuriyeti yıkıp, İslam bayrağı altında ortak yaşam kuracaklarmış! Hâlbuki ortak yaşam kurmaya kalkıştıkları o devlet 1987’de Güneydoğu’da uçaklardan ve helikopterlerden ayetli hadisli bildiriler dağıtarak halkı PKK’ya karşı cihada çağırıyordu. Dağıtılan bildiride şöyle deniyordu: “Vatandaşım. Bakın yüce İslam dini size ne emrediyor. ‘Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Allah tecavüzkârları sevmez' (Bakara Suresi 190. ayet) Vatandaş. Bölücü çete mensupları seni; dininden, çocuklarından, eşinden, vatan, bayrak ve ahlak gibi kutsal değerlerinden koparmak istiyor. Onlara karşı savaşmak senin gibi her Müslüman'ın görevidir. Bu görevi savaşan güvenlik kuvvetlerine yardımcı olarak yap.”

Masa devrildi, Sırrı Süreyya hüküm giydi ve döndük başa. Devlet Kürt illerinde yeniden cihatta. Üstelik arada rejim de değişti ama Öcalan’ın hayal ettiği gibi İslam bayrağı altında ortak bir yaşam kurulamadı. 

Neden böyle oldu peki? Osmanlıda oyun çoktur da ondan. Din-min hepsi iktidar kavgasında bir aletten ibaret. Hem MİT’le masaya oturduysan kullanılmayı da kabul etmişsin demektir. Kullandılar ve attılar. Oyun başka aletlerle sürüyor şimdi.

                                       ***
Ta 1800’lü yılların başından beri böyle bu; Bizim egemenlerimiz tarikatsız yönetemez. Dini, haliyle tarikatları kullanır, ihtiyaç duyduğunda yaslanır, devlet içinde yol verir, korur, kollar. 1826’da orduda reform yapacağız diye Yeniçerilerle bütünleşmiş olan Bektaşi tarikatını kovdular, yerine Mevlevileri oturttular. Baktılar olmuyor, Mevlevileri de kovup Nakşibendilere açtılar yolu. O gün bugündür Nakşibendiye devletin resmi tarikatıdır. Kısa Cumhuriyet molası hariç tarikat hep devletin içindedir. 

Kim derin devletin işe aldığı Fethullah Gülen ve Mehmet Şevki Eygi? Biri Nur, diğeri Nakşibendi tarikatı mensubu. Nurculuk da Nakşibendiyenin uçsuz bucaksız kollarından biri zaten. 1950’li yıllardan beri, bu iki yapılanma devletin ta içinde. 
12 Eylül Cuntası Nurcu severdi, en çok Fethullah’ı koruyup kolladı. Özal demokrattı, gelince Nakşilere de eşit şartlar sağladı. AKP geldi, dinci-tarikatçı karşı devrimini tamamladı, devleti Nakşi-Nurcu devletine dönüştürdü. Sonra darbeye kalkışan Nurcuları eksilttiler, Nakşiliğin dozunu arttırdılar. Döndük başa. Silahlı kuvvetleri tarikatlar kontrol ediyor yine. Bu arada öyle bir yozlaşma baş gösterdi ki Yeniçeriliği mumla arayacaklar yakında.

Sadece İslamcılığın değil, devletin de esası “komünizmle mücadele”dir 1950’den beri. Komünizmden korkarlar, o kurkuyla karanlıkta birleşirler, kaynaşırlar, yekvücut olurlar. 

İsmail Hakkı Pekin eski istihbaratçı, laik cumhuriyeti alaşağı etmiş adamlar için “bizim elemanımızdı” diyor. Biliyoruz. 

Asıl soru şu, onları alıp devletin içine sokan sizler kimin elemanıydınız?

Orhan Gökdemir / SOL

Brexit’te kritik oylama (ANALİZ) - EREN KORKMAZ

İngiltere'nin AB'den çekilme kararının ardından ayrılığın yönetimine ve sonrasına ilişkin tartışmalar keskinleşiyor. Başbakan Theresa May'in AB ile mutabakata vardığı anlaşma metninin yarın parlamentoda oylanması beklenirken, oylamanın erteleneceğine dair de haberler geliyor. İngiltere'nin AB'den ayrılış tarzının kısa vadede ekonomik ve siyasi bir krizi tetikleme olasılığının yanısıra uzun vadede de emperyalistler arası güç dengesindeki evrime dair önemli işaretler sunması bekleniyor.


Brexit’te boşanma günü olan 29 Mart yaklaştıkça ayrılığın yöntemine ve sonrasına dair tartışmalar da keskinleşiyor. Britanya’nın önümüzdeki on yıllarda izleyeceği rotaya yön vereceği önemli bir dönemeç AB’den nasıl ve hangi şartlarda ayrılacağı olacak. Ayrılış tarzının kısa vadede hem Britanya hem de AB’de olası ekonomik ve siyasi bir krizi tetikleme ihtimali olsa da uzun vadede emperyalistler arası güç dengesinin ve çatışmasının evrimi konusunda da önemli işaretler sunacak.

Brexit gündemi: Neler oldu?
Önce 14 Ekim tarihinde taraflar taslak anlaşmada anlaştıklarını duyurdular ve 17-18 Ekim tarihlerinde AB liderleri Britanya Başbakanı Theresa May ile Brexit Özel Zirvesinde buluştu ve Britanya parlamentosunun bu taslak anlaşmayı kabul etmemesi halinde anlaşmasız şekilde Brexit’in yaşanacağı ilan edildi. 

Bu dönemde Muhafazakar Parti içinde Sert Brexitçiler aktif bir karşı-kampanyaya başladı, AB’ye teslim olunduğunu iddia ederek May’e yönelik güvensizlik mektubu toplamaya başladılar. İşçi Partisi, İskoç Ulusal Partisi ve Liberal Demokrat Parti anlaşmayı reddettiklerini duyurdu. May için daha da kötüsü parlamentoda çoğunluğa ulaşmasını sağlayan Kuzey İrlanda’nın sağcı Demokratik Birlik Partisi de anlaşmaya karşı çıktığını duyurdu. Bu sırada 5 bakan da anlaşmayı beğenmeyerek bakanlıktan istifa ettiler. Asıl ilginç olan Brexit Bakanı Raab’ın da müzakeresini yapıp anlaşmaya son noktayı koyduktan sonra bu anlaşmanın ihanet olduğunu fark edip istifa etmesiydi.

11 Aralık’ta oylama ile parlamento taslak anlaşmaya dair kararını verecek. 13-14 Aralık’ta yeniden AB Zirvesi toplanarak parlamento kararı değerlendirilecek.

‘Parlamentoyu aşağılama’ kararı
Gelinen noktada May’in anlaşmasını sadece kendisi savunduğu için ve sanki her an kendisi de bundan vazgeçecekmiş gibi durduğu için parlamentonun reddedeceği beklentisi hakim durumda. Hatta Brexit tartışmasının açıldığı ilk gün parti içindeki muhaliflerle muhalefet partilerinin ortak hareket edip üç önergede May’in istediğinin aksine karar çıkartması May için büyük bir yenilgi olarak görüldü. 

Bu önergelerden biri oldukça önemli. Brexit sözleşmesine dair hükümete sunulan hukuki yorumun sadece kısa bir özeti vekillerle paylaşıldı. Tamamının paylaşılmamasının sebebi olarak da ulusal çıkar ve gizlilik şartı öne sürüldü. Bu yaklaşım çok büyük tepki çekti ve Britanya tarihinde ilk kez meclis hükümetin parlamentoyu aşağıladığı kararını aldı. Bu bir güvenoyu oylaması olmadığı için hükümet düşmese de, meclis çoğunluğunun tarihte ilk kez bu kararı alması büyük bir prestij kaybı olarak görüldü. Bu karar üzerine 5 Aralık’ta tüm rapor açıklandı.
Yine de 11 Aralık’ta ne olacağı belli değil. Çok ciddi bir güç çekişmesinin yaşandığı görülüyor ama tüm bunların belirli bir çerçeve dahilinde, planlı şekilde yaşandığı da sonradan anlaşılabilir. Britanya’nın AB’den ayrılığı konusunda da yönetici elitlerin ve finansal sermayenin bu kararı önceden aldığı konusunda daha fazla bilgi ortaya çıkmaya başladı. 

Meselenin işçi sınıfı açısından karşılığını da yorumlamakta fayda var. Bugün sosyal demokrat entelektüel ve akademik çevrede küçümsenerek huysuz işçi emeklileri olarak adlandırılan AB karşıtı işçilerin aslında kendiliğinden bir tutumla sınıfsal bir tepki gösterdiğini de görmek gerekiyor. Meselenin bir yanı hakim sınıf içindeki güç çekişmesiyken diğer tarafta yıllardır devam eden neo-liberal politikalara, artan yoksulluğa ve anaakım düzen siyasetine olan öfke de sandıkta bu tutuma neden oldu. Britanya toplumu değişim istediğini bu vesileyle gösterdi. Brexit sürecinde bu açıdan göçmen karşıtlığı ve gericilikle suçlanan bu kesim 1,5 yıl sonra baskın genel seçimde Corbyn’in anaakım medya açısından radikal bulunan değişim programına oy verdi. Burada sağdan sola savrulan bir tutarsızlıktan öte AB ve Britanya’daki düzen politikasına yönelik tepkiyi görmekte fayda var. Bu açıdan Brexit sonrasında muhafazakarlar içindeki finansal çevrelerin ve deregülasyonun temsilcilerinin istedikleri gibi at oynatmalarını beklemek mümkün değil. Sosyal bir devlet temelinde toplumsal baskının gelişme imkanı oldukça yüksek.

Anlaşma onaylanmazsa ne olacak?
“No Deal”, “Hard Brexit” olarak kavramlaşan bu durumda anlaşma reddedilirse Britanya, AB’den 29 Mart’ta  tamamen ayrılmış olacak. Bu durumda AB vatandaşı göçmenlerin durumu ve ticari, siyasi ilişkilerin nasıl olacağı öncesinde netleşmemiş olacak. 

Anlaşma olur ise 21 aylık bir geçiş dönemi olacak ve Britanya 31 Aralık 2020 tarihine kadar AB’nin kurallarına uyacak ama karar alma sürecine dahil olmayacak. Bu süre zarfında her bir konu özelinde müzakereler devam edecek ve şirketlerle göçmenlerin ve diğer kurumların sürece adapte olması için süre verilmiş olacak. 

Anlaşmada ne var?
Yaklaşık 500 sayfalık anlaşma metninin özünde daha ılımlı ve uzun dönemli yakın işbirliği amacı görülüyor ve esasında Brexit referandumunda AB lehine oy veren yüzde 48 ve AB ile iş yapan sermaye çevreleri açısından daha tatmin edici bir çıkış amaçlandığı öne sürülebilir. Söz konusu yasal anlaşmaya eşlik edecek bağlayıcı olmayan siyasi deklarasyonda da zaten uzun dönemli işbirliği yaklaşımına vurgu yapılıyor.

Ancak esas gürültü İrlanda meselesi üzerinde kopuyor. İrlanda’da barışın korunması açısından İrlanda Cumhuriyeti ile Kuzey İrlanda arasında sınırın belirgin olmaması, serbest geçişlerin devam etmesi gerektiği üzerinden hareket edilerek 2 yıllık geçiş sürecinde şayet serbest ticaret anlaşması imzalanmazsa, gümrüğün K. İrlanda’da değil İngiltere kara sınırında başlaması hedefleniyor. Bu durumda K. İrlanda Britanya’ya dahil olsa da Britanya’nın değil AB’nin ticari ve gümrük kuralları geçerli olacak. Bu durum K. İrlanda’daki bağımsızlık karşıtı, İngiliz yanlısı, sağcı, Protestan, paramiliter grupları birleştiren DUP’un (Demokratik Birlik Partisi) kabul edemeyeceği bir yaklaşım. 

Badem gözlü Avrupa Birliği
Britanya’daki Brexit süreci liberal ve sosyal demokrat yaklaşımların sonucunda anaakım medya ve akademide aşırı sağ, koyu muhafazakarlık, cehalet ve göçmen karşıtlığı ile damgalandığı için ve AB’ye yönelik güçlü bir sol eleştiri eksik olunca, AB’nin romantize edilmesine sebep olabiliyor. 

Bu yaklaşımın en belirgin kampanyası ise ikinci bir referandum talebiyle hareket eden Peoples Vote koalisyonu. Bu hareketin belirli bir lideri olmamakla beraber tüm partilerden AB yanlısı vekillerin desteklediği bir hareket ve imza toplayarak, eylem ve etkinliklerle son sözü hükümetin değil, yine halkın söylemesi gerektiğini savunuyorlar. Ancak bu hareketin en zaaflı yanı temel talebinde birleşiyor. Bir taraf için referandumdan kasıt Brexit sürecinin tamamen sona erdirilmesi ve AB üyeliğinin sürdürülmesini hedefliyor. Diğer bir kesim ise Brexit olacak ama mevcut anlaşmayı oylayalım teklifinde bulunuyor.

May’in durumu
Başbakan Theresa May ise bu süreçte neredeyse tek başına hareket ediyor. Güçlü olduğunu artık kendisi de iddia etmiyor, ama prensipli ve haklı olduğunu iddia ediyor. Bu konuda haksız da sayılmaz. May açısından başbakanlık koltuğunda oturma azmi ve kararı çok belirgin, bu nedenle bir gün dediğini başka bir gün inkar edebilir. 

Bir gazetecinin “Parlamentoda anlaşma reddedilirse iki hafta sonrasında kendi kişisel kariyerinizi nasıl görüyorsunuz” sorusuna dahi “İki hafta sonra başbakan olmaya devam edeceğim” diyerek cevap veren bir kararlılıktan bahsediyoruz. Sert Brexitçilerin “May’i değil, politikasını değiştireceğiz” demesinin arkasında yatan da bu neden. Kendisine karşı kimsenin aday olmaması da bunun bir sonucu. Gelecekteki birçok “lider adayı” açısından bu sancılı dönem May’e yıkılarak geçsin, kendi imajları bozulmasın diye özel bir çaba içine girmiyorlar. 

May ise kullanışlılık konusunda kendisini kanıtlamış durumda. İçişleri Bakanı iken göçmen mahallelerine “bilgilendirme amaçlı otobüsler” yollayıp yasadışı kalan göçmenlere ülkeyi terk edin anonsları yaptırırken bugün göçmenlere karşı yaratılan “düşmanca ortamdan” şikayet edebilen, referandumda AB yanlısı kampanya yapmasına rağmen Brexit kararının hemen ardından başbakanlığa gelip Brexit sürecini üstlenen bir kişiden bahsediyoruz. Parlamentoda reddedilse dahi milletin vekillerinin kararına saygı duyduğunu, AB’nin tüm dayatmalarına ve kötü niyetine karşın ancak bu kadar bir kazanım sağlayabildiğini, artık görevlerinin anlaşmasız ayrılık sonrası ülke ekonomisinin istikrarının korunması olduğunu belirtip göreve devam edebilir.

Eren Korkmaz / SOL

Yengeç sepetinde - ÖZDEMİR İNCE

Aykut Küçükkaya’nın “The Ortak”adlı kitabını okurken, (“Hepiniz Oradaydınız” Belgeseli), alt başlığını kafamda değiştirdim: “Hepiniz Yengeç Sepetindeydiniz”  başlığının kitabın belgesel içeriğini çok daha iyi karşılayacağını düşündüm.

***

“Yengeç Sepeti”nin aslı Fransızca “Panier de crabes”. Çok sevdiğim, her dilde karşılığı bulunan, anlamı çok zengin bir deyimdir. Suç örgütünü, mafya çetelerini, çıkar birliğini işaret eder. Dilimize yerleşirse, söz gücümüzü zenginleştireceğini düşünürüm. Birçok dilde “Yılan Yuvası” karşılığı olarak kullanılıyor. “Fare Yuvası” ve “Eşekarısı Yuvası” da var ama o kadar iyi değil. Evrensel bir karşılık olarak “Pandora’nın Kutusu” da var. Ama hiçbiri “Yengeç Sepeti”nin yerini tutamaz. Bir yengeç sepetinin denizden çıktığı anı gözünüzün önüne getirin: Kancaları, kolları, bacakları birbirine girmiştir. AKP iktidarı ile  Fethullah Gülen Örgütü’nün ortakyaşar (symbiose = çok sıkı ilişki) halini ne güzel ifade ediyor değil mi? Etmiyor mu? Ne “Kırk Haramiler”, ne “Çıkar Ortaklığı” ne de başka bir şey “Yengeç Sepeti”nin yerini tutamaz. Çünkü hem akla, hemi de göze hitap ediyor.

***

“Yengeç Sepeti”, Erdoğan’ın “Milat” oyununa da izin vermez. Kimi yengece göre 17 - 25 Aralık 2013, kimine göre 15 Temmuz 2016, AKP ile Fethullah Örgütü’nün boşanma tarihleridir. Bu türden ilişkilerde şeriat boşanması olmaz. Diyelim ki boşandın, evlilik serüveninin hesabını, faturalarını kim ödeyecek? Yengeç Sepeti dünyasında “talak” boşanması olmaz, Talak Suresi de geçerli olamaz ve AKP, Fethullah’a “Boş ol!” diyerek elini yıkayamaz. Öyle yağma yok! Bu boşanmaya kadı, ulema, mahalle imamı karar veremez; karar Yüce Türk Yargısı’nındır. Gerçek durum böyledir! Başyüce’nin sevdiği deyişle: “Kimse Kusura Bakmasın!
***

Kısmet olur da AKP ve yöneticileri bir gün yargılanacak olursa, savcıların iddianame yazması gerekmez, gerekmeyecek; Aykut Küçükkaya’nın kitabı The Ortak var. Tarihçilerin, sosyologların, siyaset bilimcilerin de arşiv taraması yapması gerekmez. Bu kitap ve bu kitaplar var. Söylenen söz, yazılan cümle kaybolmaz!

***

Aykut Küçükkaya kardeşimiz kitabının 254 ve 255. sayfalarında “15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından FETÖ ile yürütülen mücadelede AKP’nin ikircikli politikalarından kaynaklı olarak akıl almaz tutarsızlıklar ve adaletsizlikler yaşanıyor. Örneğin 28 Nisan 2009 günü katıldığı televizyon programında Gülen Cemaati’nin tehlikeli bir örgüt olduğuna dikkat çeken Cumhuriyet Gazetesi Yazarı Kadri Gürsel FETÖ suçlamasıyla yargılanırken, aynı programda karşısında cemaati savunan ve o dönem Fethullah Gülen’in sağ kolu olan Hüseyin Gülerce ise şimdilerde Erdoğan yandaşı Star Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapıyor. Üstelik Gülerce, sanık olması gereken FETÖ davalarında tanıklık da yaptı” diye yazıyor.

***

“Tutarlılık” evrensel mantık ve etik kurallarıyla ilgili bir ahlaki erdemdir (fazilettir). Bu türden erdemlerin yengeç sepetinde yeri yoktur. Yoz ve talancı İslami ahlakta da hiç yeri yoktur. Tutarsızlık; hamhum-şaralop ahlakının en katı kuralıdır. Din ve iman araçtır, maymuncuktur. Masada (İktidar koltuğunda) oturmak ve kasanın anahtarına sahip olmak için kullanılırlar. Ne kırmızı çizgileri, ne cetvelleri ne de kantarları vardır. Yoksun ve eziktirler. Bu nedenle her kılığa girerler. Birine küfrederken, küfrettiklerine hemen ricacı gönderirler. Çünkü, “Hak Bana Rabbena Hep Bana”dan başka ilkeleri yoktur. İnsan ormanında sırtlan olarak yaşarlar. Bunların bu hallerini “Din İman Masa Kasa”da (Tekin Yayınları) anlatmışlığım var. Okudunuz mu?

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Bir Cumhuriyet tarihi göçtü, Bozkurt Hoca’nın ardından - ORHAN BURSALI

Bozkurt Güvenç Cumhuriyet tarihidir. Cumhuriyetin ilk neslidir. Cumhuriyetin parlak kuruluş tarihinin yüklenicisi, sürdürücüsü; nasıl bir ülke, nasıl bir insan ve nasıl bir kültür yaratılmak istendiğinin günümüze bir yansımasıdır. Ülke inşasına katkı veren, evrensel düşünen ve üreten, ülkesini seven aydın bir insan. Babası askerdi, o dönem çoğunlukla başka ne olabilirdi! 
Kaybettik, ve çok üzüldüm.
Ülkenin kültürel, siyasi, bilim, eğitim sorunlarına kafa yoran, yanıtlar arayan ve görüşlerini yazan seçkin bir Cumhuriyet aydını.. Cumhuriyeti 92 yıl sırtladı ve yaşayan nesillere devrederek gitti. 

Ankara’da yaşardı, son 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı İstanbul’da kızı, damadı ve arkadaşları ile kutladı. Önümde o geceden bir fotoğrafı; küçük bir Türk bayrağı elinde, sallıyor. 

Ertesi gün gibi, üşüttü ve hastaneye kaldırıldı. Teşhis zatürree. Demek zatürree yaşlılara böyle birden geliyor veya böyle birden şiddetleniyor ve yatağa düşürüyor. 
Sonrası zor bir süreç. Çok uğraşıldı. Yoğun antibiyotik tedavisi, başka sorunlar derken diyalizler ve veda.. Hayati organları birer birer çökerten bir seyir. Ne biçim iş bu? 
Bozkurt Güvenç ile uzun yıllardır dostluk ilişkimiz sürüyor. Yani ben hep hocayı izleyen bir insanım. Emekliliğinden sonra İstanbul Kültür Üniversitesi ve Yeditepe Üniversitesi’nde öğrenime ve bilime katkılarını sürdürdü. 

Güvenç’e Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji’de yer ayırmıştık. İstediği aralıklarda yazardı. Sonra Herkese Bilim ve Teknoloji dergisinde “Köşegen” adını verdiği sütununda haftalık yazdı. 

Doğan Kuban Hocam ile birlikte HBT’nin başlattığı aylık İki Bilge Konferansları’nın düzenli konuşmacısı oldu. Ne güzel şeyler anlattı. Konuşmalarında bilim tarihi ve düşünürlerden örnekler vererek zihinleri açtı. 
 
Hiç kayıtsız kalmadı 
Türk Kimliği’nin izlerini süren ve bu kimliğin kökenlerini araştıran çalışması çok önemlidir. Kültürümüzün kökenlerinin Doğu’da olduğunu gösterir, hem dil hem kültür olarak.. Eğitim üzerine yaptığı bilimsel çalışmalar çok önemlidir. Heyhat ki, eğitim üzerine düşünceleri ve hap gibi derleyip topladığı ve herkesin, şüphesiz ki başta eğitimcilerin ve eğitimi planlayanların anlaması ve kullanması için sistematize ettiği kitapçığı, Milli Eğitim’in kulaklarına gitti mi, şüphelidir. Ama bu çalışması onurlandırıldı.  İnsan ve Kültür kitabı ve oradaki görüşleri çok önemlidir.
 
Tartışmalara katılır ve katkıda bulunmayı severdi. Bazen CBT’de Celal Şengör  ile  Rousseau üzerine tartışmaya girer, “Bilim de bir tür bilgidir ama her bilgi bilim değildir... yani bilim yöntemiyle elde edilen ‘gerçeklere’ dahi tam güvenilemez. Bireyin öğrendiği her ‘gerçek’ (-muhakkak değilse bile-) bir miktar ‘yanlış’ içerebilir (H. Pinter’in Nobel Ödülü Gerekçesi, 2005). Birey ömrü sınırlı olduğu için, bilgi sorunlarını nesillere yayarak çözeriz. Evrenin büyüklüğü her şeyi bilmemize engel olduğu için, her şeyi bildiğimizi asla iddia etmemeli, böyle iddialarda bulunanlara asla inanmamalıyız” der. 
 
Türkiye-İran 
Biz yazıma da şu notu gönderdi: 
“Türkiye daha sakin bir yerlere taşınamayacağına göre, akla en yakın gelen çözüm bölgeyi sakinleştirmek olabilir. Bu açıdan, Türkiye-İran rekabeti yerine işbirliği akılcı seçimdir. Bu yalnız, büyük güçlerin at koşturmasına değil, İslamın tarihi Sünni-Şii ikilemine barışçı bir çözüm olabilir gibi görünüyor. 

Yani ciddiye alınmalı ama siyasi bir çelişki var. Son İran Devrimi İslami görünüşü arkasında bilim-teknoloji ve demokrasiye yönelirken, bugünkü Türkiye Batılı, çağdaş görüntüsü arkasına gizlenmiş çağdışı bir İslama sığınıyor. Ve de Batı dünyası, bağımsız bir Türkiye yerine sömürüye açık ve savaşa yatkın bir Türkiye’yi tercih eder görünüyor. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nde, iki ülke arasında yaratılacak Yeni Kürdistan böl-yönet politikasının bir uzantısı olabilir, Müslümanlar birbiriyle savaşmalı ki sömürüyü görmesinler.” (9 Aralık 2017). 
Hepimiz üzerinde derin izler bıraktı Bozkurt Hoca... 


Anısı önünde sevgi ve saygıyla...

ORHAN BURSALI / CUMHURİYET