15 Aralık 2018 Cumartesi

Gündelik yaşamın siyasallaşması ve ittifak arayışları - İLHAN CİHANER

Ağır ekonomik kriz koşullarında yerel seçimlere doğru ilerliyoruz. Bu süreçte iktidar bloğu en çok siyasetsiz bir seçim süreci istiyor. Sahici anlamıyla siyasetin konuşulmaya başlanması, gündelik yaşamda derinden hissedilen krizin “siyasallaşması” anlamına gelecek. Bu gerçeğin farkında olarak hareket eden Neo-MC ittifakı ise, bütün çelişkilerine rağmen siyasi geleceklerinin ittifaka mahkum olduğunun farkındalar. Kaba çıkarlarını, koltuk sevdasını “devletin bekası” söylemi altına gizleyerek siyaseti halkın gözünden kaçırıp saray koridorlarına hapsediyorlar.


İktidar bloğunun siyasetsizleştirme politikasına karşı en iyi yanıtı tam da onların korktuğu gibi gündelik yaşamı siyasallaştırarak verebiliriz. Yerel seçimler, hepimizin parçası olduğumuz gündelik hayatın siyasallaşması için önemli fırsatlar sunuyor. Siyasetin, yoksulluğa, yozlaşmaya, istibdada karşı itirazı, yaşamın içerisinden nasıl yükselteceğini düşünmesi gerekir. Ancak iktidar bloğunun “siyasetsizlik” oyununa düşen “muhalefet”, neredeyse bütün seçimlerde, basitçe aritmetik hesaba indirgedikleri “ittifak” arayışları üzerinden “karşı siyaseti” üretebileceği yanılgısına kapılmış durumda.

İttifak, siyasetin doğasına içkin ve kategorik olarak ittifaka karşı çıkılmaz. Ancak ittifak arayışının kendisinin kurucu bir siyaseti inşa etme ihtimalinin olması gerekir. Siyaset sosyolojisinin işaret ettiği seçmen tercihlerini “değişmez bir veri” olarak düşünüp, siyasetin sınırlarını ya da kutuplarını aşma cesareti göstermeyen her siyaset ve ittifak arayışı “yenilgiye” mahkûmdur. Daha kendi seçmenini heyecanlandırmayı ya da bir biçimde ortaya çıkan bu heyecanı “ötelere” taşımayı başaramayan bir siyasetin iktidar ufkuna, cesaretine, iradesine sahip olduğuna inanmak elbette aldatıcı olur.

Rejim değişikliğiyle ucube bir sistemi bizlere dayatan iktidar bloğunun en büyük hedefi, gençlerin, işçilerin, işsizlerin, emeklilerin, kadınların, Kürtlerin ve toplumun kaybeden bütün kesimlerinin siyasetten çekilmesiydi; başka bir deyişle siyasetin yok oluşuydu. İslamcı ve Milliyetçi elitlerin geleceğini garanti altına alan bu yeni rejim, halkı süregiden krizlerle yaşamaya mahkum ediyor. Yeni rejimi siyaset mühendisliği ile dizayn ederlerken muhalefeti “kazansa da kaybedeceği” bir yere sıkıştırmayı düşlemişlerdi. İttifak arayışlarının karşı ve yeni bir siyaseti kurma iradesinden yoksun olması, yeni rejimi tasarlayanların düşlerini gerçekleştirmeye yakın olduklarını gösteriyor.

CHP’den ayrılsa rahatlıkla Neo-MC ittifakı içerisinde siyaset yapabilecek adaylara “indirgenmiş” ittifak arayışlarıyla bir sonuç elde edemeyeceğimizi, yeni bir siyaset kuramayacağımızı görelim artık!
Bizler, gündelik yaşamı siyasallaştırabilecek, halkı krize karşı koruyabilecek, dayanışmacı, paylaşımcı, özgürlükçü, cumhuriyetçi bir siyaseti, bu toplumun ezilen bütün kesimleriyle birlikte kurmalıyız.

İlhan Cihaner / BİRGÜN

İstifa ettiremediklerimiz - BARIŞ İNCE

2004 yılında Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları’nın özelleştirilmesi için hayata geçirilen hızlı tren projesi için alelacele bir açılış yapıldı. En yoğun hat olan Ankara-İstanbul hattındaki hızlı tren uygulamasına yetersiz altyapıya rağmen izin verildi. 22 Temmuz 2004 günü Sakarya’nın Pamukova ilçesinde Yakup Kadri Karaosmanoğlu adlı tren aşırı hızdan dolayı raydan çıktı. 41 kişinin ölümüne, 80’inin de yaralanmasına neden olan elim bir kaza meydana geldi.


İstifası istenen dönemin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, “Ben zor anlarda bırakıp kaçacak adam değilim” dedi.

2008 yılında Kütahya’nın Çöğürler Köyü yakınlarında TCDD Pamukkale Ekspresi’nin vagonları raydan çıktı, 9 yurttaşımız hayatını kaybetti. Tren kazasını araştıran bilirkişi heyeti, Cumhuriyet Başsavcılığı’na “Güney Afrika’dan ithal edilen rayların gevrek bir malzeme olduğu sonucuna ulaşıldı” raporunu gönderdi. Bu rayların denetlenmesi için gerekli olan cihazların maliyetinin 600 bin lirayı bulması nedeniyle Hazine’den bir türlü onay çıkmamıştı. Gerekli ölçümler yapılmamıştı. Yetkililer, “Raylar donmuş, biz ne yapalım” dedi.

2009 yılında Bozöyük’te tren bir iş makinesine çarptı. TCDD Genel Müdürü Süleyman Karaman, “5 yurttaşın ölümüyle sonuçlanan üzücü bir kaza yaşadıklarını” söylemekle yetindi. TCDD Genel Müdürlüğü’ne 2003 yılında getirilen ve döneminde kaza rekoru kırılan Karaman bu üç kazanın da sorumluluğunu üstüne almadı, istifa etmedi. Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı dönemindeki ekibinde yer alan Karaman, dönemin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın da hemşerisiydi.

2018 yılında Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde bir yolcu treninin devrildiği kazada 24 kişi hayatını kaybetti, 318 kişi yaralandı. Yetkililer, “aşırı yağışlar nedeniyle menfez ile ray arasındaki toprağın boşalmasından” kaynaklandığını belirtti.

Mühendisler Odası ise incelemelerinde altyapıdaki zayıflıklardan ve denetim eksikliğinden bahsetti. Yani ihmalden…

Devlet Demiryolları Genel Müdürü İsa Apaydın istifa etmedi. Kazada 9 yaşındaki oğlunu kaybeden acılı anne Mısra Öz’ü sosyal medya hesaplarından engelledi. 

Ve dün… Ankara-Konya seferini yapan Yüksek Hızlı Tren ile aynı güzergâhta yol kontrolü yapan bir kılavuz trenin çarpışması sonucu ilk belirlemelere göre 9 yurttaşımız yaşamını yitirdi. Yetkililer kazanın neden olduğunu uzun süre belirleyemedi. Sinyalizasyon ihmaline dair herhangi bir açıklama gelmedi. Devlet Demiryolları Genel Müdürü İsa Apaydın, Twitter hesabını kilitledi!

Toplumu kaderciliğe mahkûm ettirmek için uydurulmuş “fıtrat” lafları arkasına gizlenen belli: “Rantımıza ve rahatımıza dokunmayın.” En temel hakkımız olan hesap sorma hakkımızı kullanmadıkça biz, bu pişkinlikleri daha çok izleriz.


Esas günahımız seçtiklerimiz değil, istifa ettiremediklerimiz!

Barış İnce / BİRGÜN

Yoksa siz hâlâ anormalleştiremediklerimizden misiniz? - Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU

Geçtiğimiz Pazar günü yapılan seçimleri izlemek üzere Erivan'a giden Sedat Ergin, Ermenistan Dışişleri Bakanı Zohrab Mnatsakanyan'la konuşmuş.
Güya Ermenistan'da "sistemin eski aktörleri tasfiye edildi" ama kafa aynı kafa anladığım kadarıyla.
Efendim, onlar "Türkiye ile önkoşul olmaksızın görüşmeye, ilişkileri normalleştirmeye hazır"mış da, "Türkiye'nin de hazır olmasını umuyorlar"mış da, ama Türkiye de "Karabağ meselesini ilişkilendirmesinmiş çözüm"le!
Yahu sorun o zaten!
"Sorun", Ermenistan'ın Karabağ dahil Azerbaycan topraklarının yüzde 20'sinde işgalci durumda olması!
Türkiye, Ermenistan sınırını bu yüzden kapattı.
Türkiye, sınırını kapatma gerekçesi ortadan kalkmadığı, sınırını kapatırken koyduğu şart yerine getirilmediği halde "vatan toprağından" fedakârlıkta bulunacak, Hocalı gibi soykırımlara da başvurularak ele geçirilen Türk topraklarını Ermenistan'a terk edip üzerine bir bardak su içerek hiçbir şey olmamış gibi sınırını açacak ve bu -çok af edersiniz ama- enayiliğin, dahası onursuzluğun adı "normalleşme" olacak!
Doğmadan, anne karnında, ceninken işkenceye uğrayan bebeklerin vebali çarpar!

                                       ***
Malum, böyle bir "kavram" peydahlandı son dönemde;
En olmaz işleri, en garabet halleri yutturma ambalajı: Normalleşme.
PKK'nın bölücü taleplerini kabul etmek, "normalleşme".
İmralı'daki caniyle enseye şaplak ilişki kurmak, "normalleşme".
Terör örgütleriyle mücadeleyi bırakıp müzakere etmek, "normalleşme".
PKK'lı teröristin gizli tanıklığında, yıllarca PKK'ya kan kusturmuş Özel Kuvvetler Komutanı'nı müebbede mahkûm etmek, "normalleşme".
"Millî orduya kumpas" kurmak, "normalleşme".
FETÖ'ye "ne istedilerse vermek", "normalleşme".
Ermenistan'ın soykırım iftiralarını sineye çekmek, hatta kendi devletini terörist, katil, soykırımcı ilan etmek, "normalleşme".
Ermeni mezalimi anıtı yapılması gereken "tecavüz adası"ndaki Akdamar'ı ibadete açmak, "normalleşme".
Normal olanı yapıp "hooop, orada bir duracaksınız" demek ise ancak "marjinal"lerin, "faşist"lerin, "çapulcu"ların filan içine düşebileceği bir "anormalleşme";
Asıl "anormal" olan bir milletin, toplumun, ülkenin, devletin hakkından, hukukundan, egemenliğinden vazgeçmesini gerektiren "normalleşme"ler olduğu halde!
                                                            ***
Çok mu karışık oldu.
O zaman şöyle diyeyim özetle:
Nabız yokluyorlar. Sızacak bir çatlak arıyorlar.
Yoksa siz hâlâ "normalleştirme" diye kabule zorladıkları intihar eylemlerine yanaşmayan "anormalleştiremediklerinden" misiniz?

İyi ki öylesiniz!


Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU / YENİÇAĞ

Emin Çölaşan, Emin Kamer olsaydı. - Murat AĞIREL

Salı günü ajanslara düşen haberi gördüğümde aynen ben de Türk Ulusunun çok büyük bir kısmı gibi "hadi canım", "yok artık" dedim.

"Kesin şakadır bu! Gerçek olması mümkün değildir" dedim.

Ne yazık ki gerçekmiş...
Sözcü Gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Metin Yılmaz, yazarları Emin Çölaşan, Necati Doğru ile İnternet Haber Koordinatörü Yücel Arı ve İnternet Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Çetin hakkında "FETÖ silahlı terör örgütü içindeki hiyerarşik yapıya dâhil olmamakla birlikte örgüte bilerek yardım etme" iddiası ile 7,5 yıldan 15 yıla kadar hapisle cezalandırılması talep edilmişti.
Açıkçası "'FETÖ ile mücadele edilmiyor, FETÖ ile mücadele sulandırılıyor' diyenleri haklı çıkaracak bundan daha iyi bir örnek olamaz" yorumunu yaptım.

Hayatlarının çok uzun bir süresini mesleğine adamış her biri birbirinden değerli bu kişiler hakkında yapılan suçlama inanılır gibi değildi.

Neden inanılır değil, hemen sizlere daha önce yazdığım bir belgeli örnek ile açıklayayım...

Dosyanın adı: Akıncı Üssü İddianamesi!
İddianamede 1 numaralı sanık Gülen Cemaati lideri Fethullah Gülen gösterilirken, 2 numaralı sanık da "FETÖ'nün Hava Kuvvetleri İmamı" olduğu iddia edilen Adil Öksüz olarak belirtiliyor.

İddianamenin içinde bulunan diğer isimler ile ilgili EK klasörlerde yer alan istihbari bilgiler inanılır gibi değil. İddianamedeki 17.10.2016 tarihli "17-21.03.2016 tarihleri arasında Adil Öksüz ile birlikte yurt dışına giriş-çıkış yapan kişiler" başlıklı bilgi notunda belirtilen kısım aynen şöyle geçiyor:
"Adil Öksüz isimli şahsın 17.03.2016 tarihinde TK0003 kodlu uçuş ile İstanbul Atatürk Havalimanından (IST) ile J.F.Kennedy Havalimanına, 21.03.2016 günü TK0012 kodlu uçuş ile J.F.Kennedy Havalimanından İstanbul Atatürk Havalimanına dönen uçakta bulunan yolculardan Adil Öksüz ile birlikte gidip-döndükleri ve birlikte hareket ettikleri değerlendirilen..."

Kim peki bahsedilen isimler?
Veysel Alemdaroğlu, Erdem Efendioğlu, Salih Serhat İlhan, Atasay Kamer, Emin Kanar, Özgür Özdemir ve iki İsrail uyruklu kişi...
Yargı organları hemen harekete geçiyor.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlar Bürosu 01.11.2016 tarihinde 2016/103583 soruşturma no ile "ACELE-GÜNLÜ İŞ" notu ile yukarıda adı geçenlerin gözaltına alınması ile şahısların ikamet ettikleri adreslere göre ilgili Cumhuriyet Başsavcılıklarına talimat gönderiyor.

Ama kimisi tutuklansa da kimisi ise kaçıyor. Hakkında gözaltı kararı olmasına rağmen işlem yapılmayan tek bir isim var! Atasay Kamer.

İddianamede yer alan bilgilere göre Atasay Kamer, yurt dışına sadece Adil Öksüz ile değil birçok isimle seyahat etti.

Mehmet Ziylan, İzmir Ticaret Odası Başkanı Mahmut Özgener, Sabah gazetesi yazarı Sevilay Yükselir, Av. Kezban Hatemi, Cüneyd Zapsu'nun eşi Beyza Zapsu, Erkan Kurtulmuş, Hakan Şükür, Yazar Bejan Matur, sanatçı Muazzez Ersoy, futbolcu Okan Buruk, futbolcu İlhan Parlak, futbolcu Emre Bölezoğlu, Dursun Çetin, Gökhan Erdem...

Bu yazdıklarım benim iddiam değil bizatihi Akıncı Üssü İddianamesinde yer alan resmî istihbari belgelerde bulunan Atasay Kamer ile birlikte yurt dışına uçan isimlerdir.

Şimdi sorarım Atasay Kamer ile birlikte yurt dışına defalarca seyahat ettiği yukarıda isimleri yazılı kişiler hakkında, "FETÖ silahlı terör örgütü içindeki hiyerarşik yapıya dahil olmamakla birlikte örgüte bilerek yardım etme" iddiası ile bir soruşturma başlatıldığını duydunuz mu?

Hakkında istihbari bilgi notları ve gözaltı kararı olmasına rağmen hiçbir işlem yapılmayan ve davadan çıkarılan Atasay Kamer için ne demeli?

Emin Çölaşan, Necati Doğru, Metin Yılmaz, Mustafa Çetin, Yücel Arı hakkında iddia edilen suçlamayı okuyup, bir de Akıncı Üssü İddianamesi'nde yer alan, istihbari belgeler ile desteklenen bu isimler hakkında hiçbir işlem yapılmayışını görüyorsunuz değil mi!

İnsan bu isimleri karşılaştırınca, "Demek ki bu iddialar ile yargılanmamak için Emin Çölaşan değil-Emin Kamer, Necati Doğru değil-Necati Kamer olmak gerekiyor" demeden edemiyor.

Eminim Yüce Türk Yargısı gereken kararı verecektir.


Murat AĞIREL / YENİÇAĞ

14 Aralık 2018 Cuma

Millî Gelir Temmuz-Eylül istatistikleri - Korkut Boratav

TÜİK Temmuz-Eylül 2018’in gayri safi yurtiçi hasıla (GSYH) istatistiklerini yayımladı. Bu istatistikler önemlidir; zira Mayıs’tan itibaren döviz piyasalarından finansal sisteme yayılan krizin reel ekonomiye yansımasına ışık tutuyor.
Verileri, ileride ayrıntılı  inceler, tartışırız. Şimdilik ana gözlemleri vurgulamakla yetineceğim.

TÜİK, Temmuz-Eylül döneminde GSYH’nın yüzde 1,6 oranında büyüdüğünü belirlemiş. Sektörlere ve harcama kalemlerine baktığımızda, ekonominin üretken, dinamik çekirdeğinde zafiyet belirtileri, küçülme eğilimi ağır basmaktadır. 

Üretken sektörler küçülmeye başlamıştır 
Üretime göre hesaplanan millî gelir verilerini gözden geçirelim:
  • Ekonominin üç temel üretken sektörü küçülme veya sıfır büyüme güzergâhına girmiştir. Sektörlerin Temmuz-Eylül 2018’deki (parantez içindeki)   değişim yüzdelerine göz atalım: Tarım (1,0), sanayi (0,3), inşaat (-5,3)…
  • TÜİK, millî gelir istatistiklerinden önce 2018’in bitkisel üretim tahminlerini yapmıştı. Buna göre tahıl üretimi yüzde 4,2 oranında düşecek; sebze ve meyvede de yüzde 3’lük ve 1,7’lik gerileme gerçekleşecektir. Tarımsal GSYH Temmuz-Eylül döneminde zirveye oturur. TÜİK, düşen üretim tahminlerine rağmen bu üç ayda tarım sektörünün yüzde 1 büyümesini nasıl açıklayacaktır?  Çiftçinin eline geçen göreli fiyatlar (iç ticaret hadleri), üretimdeki düşmeyi fazlasıyla telafi edecek oranda sıçradı mı? 
  • İSO’nun sanayi sektörü için hesapladığı PMI endeksleri Temmuz-Eylül 2018’de aylık ortalama yüzde 5’lik küçülme belirledi. TÜİK’in GSYH tablolarında sanayi sektörü için belirlenen yüzde 0,3’lük büyüme dahi ileriki aylarda aşağı çekilebilir. 
  • Ekonominin en şişkin sektörü olan hizmetler, yüzde 4,5’lik büyüme temposu ile üretken sektörlerdeki sıfır büyüme / küçülme olgusunu telafi etmiş; toplam millî gelirin daralmasını önlemiştir. Bu büyümenin kaynağı ise seçim ekonomisidir. Bu durumu harcamalara göre millî gelir verilerine eğildiğimizde gözlüyoruz. 
Harcamalara göre millî gelirde durgunlaşma  
Millî gelir üretime (sektörlere) dayanılarak tahmin edilir. Harcamalara göre yapılan ikinci bir hesaplama ek bilgiler sağlar ve önceki ile tutarlı olması gözetilir. 
Harcamalara göre GSYH hesabında, özel tüketim, devletin cari harcamaları ve gayri safi sermaye birikimi(yatırımlar) iç talebin üç öğesidir. Dış ticaretin katkısı ise, mal ve hizmet ihracatı eklenerek, ithalat çıkarılarak belirlenir.  
Bu beş kalem, böylece GSYH toplamını verir.  Birkaç saptama yapalım. 
  • Millî gelirin gelecekteki büyüme potansiyelini belirleyen en stratejik harcama kalemi yatırımlar, yani gayri safi sermaye birikimidir. TÜİK verileri, Temmuz-Eylül 2018’de sermaye birikiminin yüzde 3,8 oranında düştüğünü belirliyor. Ekonomik dinamizmin aşınmasının anlamlı bir göstergesi daha… 
  • Aynı dönemin özel tüketim harcamaları ise durgunlaşmaktadır; ortalama büyüme hızı yüzde 1,1’dir. Buna karşılık, iç talebi canlı tutan tek kalem, cari devlet harcamalarındaki yüzde 7,5’lik büyümedir. Seçim ortamında hükümetin “can havliyle” cari kamu  harcamalarını pompalaması, millî gelir verilerine böyle yansıyor. 
  • Seçim ekonomisi, sektörel yapıyı nasıl etkiledi? Yanıt, yukarıda değindiğimiz hizmetler  sektöründeki büyümenin ayrıştırılmasında yatıyor. Bu sektörün GSYH’da kapladığı büyüklüğün yüzde 50’si kamu yönetiminden oluşur ve millî gelire katkısı, bütçeden yapılan cari harcamalarla ölçülür. Temmuz-Eylül 2018’de hizmetler sektörünün alt-kollarındaki büyüme tempolarını karşılaştıralım: Yüzde 10,2’lik bir tempoyla açık-ara en hızlı büyüyen  kesim de kamu yönetimidir. Seçim ekonomisi, böylece, üretken olmayan, özel tüketimi dahi besleyemeyen devletin şişkinleşmesi sonucunu vermiştir. 
Dış ticaretin katkısı: Dinamizm değil; yoksullaşma
Berat Albayrak,  son üç ayda ekonominin cari işlem fazlası vermesini “makro-ekonomik dengelenme” olarak gösteriyor. Doğru mu? 
Dış denge hesabının millî gelirdeki boyutuna göz atalım.
  • Harcamalara göre sabit fiyatlı (“hacim endeksli”) GSYH verilerine göre, Temmuz-Eylül 2018’de ithalat yüzde 16,7 düşmüş; ihracat yüzde 13,6 artmıştır. Bu iki etken birlikte millî geliri yukarıya çekmiştir.  Döviz krizi ile ortaya çıkan dışsal şokun ekonomik uzantıları söz konusudur. Dış dengenin düzelmesine ithalattaki düşmenin katkısı, artan ihracatın önüne geçmektedir. 
  • Bu hesaplama, dolarla hesaplanan dış ticaret verilerini TL’ye ve 12 ay öncesinin sabit fiyatlarına dönüştürerek yapılar. Aynı hesabı doğrudan doğruya ödemeler dengesinin Temmuz-Eylül dolarlı verileri ile tekrarlayalım: İthalat yüzde 14,9 düşmüş; ihracat sadece yüzde 4,7 oranında artmıştır. 
  • İşin özü şudur: Ekonomi küçülmeye, toplum yoksullaşmaya başladığı için  ithalat talebi de düşmektedir: Yatırımlar düşmüş, yatırım malı ithalatı daralmıştır.  İnşaat sektörü küçülmüş; sanayi sıfır büyüme konumuna geçmiş; bu üretken sektörlerin girdi ithalatı düşmüştür. Türkiye ekonomisi birden bire eskiden ithal ettiği yatırım mallarını ihraç etmeye mi başlamıştır? İhracat verilerine niçin yansımadı? Sanayinin temel ara-mallarında aniden ithal ikamesi mi gerçekleşti? Sanayi üretimine niçin yansımadı? Demek ki dış bağımlılığı hafifleten  yapısal ve dinamik bir dönüşüm söz konusu değildir.
  • Dış ticaret dengesindeki düzelmenin yoksullaşmadan kaynaklandığına ek gösterge verelim. TÜİK’in gelirler yoluyla hesaplanan GSYH istatistiklerinde yer alan ücret / millî gelir payının seyrini, 2017 ve 2018 Temmuz-Eylül ayları için karşılaştırın: %31,7 → %31,2… Üstelik 2016 ile karşılaştırılırsa ücret payındaki gerileme 2 puana çıkacaktır. Ücretlerdeki aşınmanın bir başka sonucu da var: Özel tüketim harcamalarının son üç ayda yüzde 1,1 oranında büyümesi,  nüfus artışının gerisindedir. Yani halkımızın kişi başına tüketimi düşmektedir.
                                                            ***
Berat Albayrak boş konuşuyor. Türkiye ekonomisi “makro-ekonomik dengelenme içinde değildir. Uluslararası sermaye ve AKP iktidarının yarattığı bir kriz içindedir.
Temmuz-Eylül millî gelir verilerini Ağustos-Ekim ödemeler dengesi istatistikleriyle birleştirin, krizin işlevi, kime, nasıl yaradığı da ortaya çıkacaktır: Finans kapitalin alacakları ve Türkiye burjuvazisinin talepleri, cari işlem ve bütçe fazlaları yaratılarak; ekonomi küçülerek, toplum yoksullaşarak  karşılanmaktadır. 

Korkut Boratav / SOL

‘İtiraz istemiyorum!..’ diyorsun yani? - Zafer Arapkirli

Seni gayet iyi anlıyorum. Bağırmana gerek yok aslında. Usulca, “mutedil ve oturaklı devlet insanı” ayaklarında, hatta ortalık yerde avazın çıktığı kadar bas bas bağırmadan, yazılı bir açıklama ile söylesen de… 
Gayet iyi anladım seni. 

Diyorsun ki; 
“Biz bu ülkeyi istediğimiz gibi yönetiriz. Senin ‘gık’ın bile çıkmasın. 
İstediğimiz zulmü yaparız. Toplumun (bizim ve yandaşlar dışındaki) tüm kesimlerini yok sayarız. 

Yetim hakkı yeriz. Çalar, çaldırırız. Elimizi her cebe daldırırız. Yolsuzluğun rüşvetin, evvelallah dalağını yardırırız. 
Açgözlü patronlara, emekçinin iliğini kemiğini sömürtürüz. Patronun önüne yatarız icabında. Vergisini affeder, borcunu iptal eder, ihalesine ihale katarız. Çalışanın hakkını gasp etmesine alkış tutarız. İşçisini şantiyede tahtakuruları ile aynı yatakta yatırmasına, kölelik çizgisinde ücret vermesine, hatta onu bile aylarca geciktirip vermemesine ses çıkarmayız. 

Memurun, ırgat gibi çalıştırılıp hak aramasının önündeki tüm engelleri tıkarız. 
Emeklinin çürümeye terk edilmesini, bir an önce ölmek için dua etmesini (ve mümkünse duasının gerçekleşmesini) sağlarız.
 
Akademisyeni, öğrenciyi dahi bilcümle okumuş yazmış insanı okuduğuna pişman edecek bir ortam hazırlarız. Okumuş yazmış aydınlanmış olmasından kaynaklanan bir bilinçle, itiraz etmesine, örgütlü her türlü meslek erbabının örgütlü ses çıkarmasına şiddetle tepki gösteririz. 
İnsan olmasından kaynaklı doğuştan gelen (ve tabii ki çuvalla vergi ödeyen bir vatandaş olmasından kaynaklanan bir şekilde) bir hakla, parasız temel, sağlık, eğitim, ulaştırma, adalet gibi hizmetlerden yararlanmasını engelleriz. Bunları paralı hale getirir, piyasa koşullarına kurban ederiz.
 
Yerelde ve ülke çapında çevreyi hoyratça mahveder, müteahhitleri zengin etme pahasına koca ülkeyi bir beton yığını haline getiririz
Temel hak ve özgürlüklerin üzerinden buldozerle geçeriz. Nefes aldırmayız. İnsanların kafasında sürekli bir “Soruşturma-Dava-Mahkûmiyet (hatta bir köşede usulca infaz) kılıcı sallandırır, hayatından bezdiririz.
 
Gazetecinin en ufak bir sorgulama isteği ve iştahını anında bastırır, anasından doğduğuna pişman ederiz. Zaten, piyasa koşullarını bile hiçe sayıp kendi tayin mekanizmamızla atadığımız patronlarını arayıp işten kovdururuz. İtaatkâr olmayanları, sırtlanlarımızın çakallarımızın önüne atmakla tehdit ederiz. 
Ama... Sen, bunların hiçbirine itiraz edemezsin. Etmeyeceksin ulan! 
Edersen, ezeriz! 
Sarı yeleğini çıkarır, çıplak yatırırız! 
Haddini bildiririz. 
12 Eylül öncesinde bunları yapanlara yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatıdır. 
Bakıyorum, “Dersini yeterince almamış” görünüyorsun? 68 ve 78 kuşağı ağabeylerine ablalarına bir sor, sana anlatsınlar. Şehit listelerini sana bir zahmet göstersinler. 
Bak, demedi deme… 
15 Temmuz gecesi köprü üzerinde olanları hatırla. Kıtır kıtır doğrarız, bahçıvan bıçağı ile. Yaylım ateşine tutarız. 
Uyarmadı deme. “Alçak” ilan ederiz, ”terörist” ilan ederiz. PKK’den girer,FETÖ’den çıkarız. İtibar suikastına uğrarsın.. Ayağını denk al…” 
……. 
Duydunuz değil mi?.. 
Bu ülkenin vicdanlı, onurlu ve maalesef tam da bu yüzden ezilen, hor görülen insanları.    
Bu tehdide, bu sallanan parmağa dikkat et. İyi tanı bunu. 
Sandığa gittiğinde, “O parmağa” cevabını öyle bir ver ki, ertesi sabah pişman olsunlar. 
Ve tabii onların yardakçıları ile şakşakçıları da, “Biz niye bu kadar alçaltmışız, düşürmüşüz kendimizi?..” diye nedamet getirsinler. 

Olur mu? 
Bilmem? 
Ama olsun. Bir kerecik de olsun. 
Vicdanınıza, hiç olmazsa o gün, o “Sarı Yeleği” giydirin.. 
Bari, o gün.


Zafer Arapkirli / CUMHURİYET

Bir kez daha Aydın’ın altı kazan - ÖZDEMİR İNCE

Birincisi yayımlanmayan yazının ikincisi nereden çıktı demeyin, çünkü birincisi 9 Aralık 2003 tarihli Hürriyet gazetesinde yayımlanan bir röportaj yazımın adıydı. Cumhuriyet’te 21 Kasım 2018 tarihli haberi okuyunca 15 yıl önceki yazı aklıma geldi. Önce Uğurcan Ülger’in haberini okuyalım:
***
“Türkiye incir üretiminin yüzde 60’ını karşılayan Aydın’da, jeotermal enerji tesislerinin tarım alanlarına etkisi tespit edildi. 

Ziraat Mühendisleri Odası Aydın Şube Başkanı Mahmut Nedim Barış’ın yaptığı çalışmaya göre, sulama suyunda yasal sınırdan 75 kat fazla toksik madde bulunuyor. Buna göre, Türkiye’nin geleneksel ihraç ürünleri arasında yer alan ve Aydın’ın en önemli gelir kaynaklarından incirin geleceği tehlikede. Büyük Menderes Havzası’nda faaliyet gösteren şirketlerin genellikle ‘reenjeksiyon’ olarak bilinen, jeotermal akışkanların kullanıldıktan sonra yeniden yeraltına enjekte edilmesi prensibini hiçe saydığını belirten Barış, buna bağlı olarak sulama sularının kirlendiğini tespit ettiklerini açıkladı. 

Büyük Menderes Ovası’nın, potansiyel kirleticiler olan jeotermal akışkanların etkisiyle her yıl katlanarak verimsizleşmesiyle, incirin bu bölgedeki geleceğinin tehdit altında olduğuna dikkat çekilen araştırmada, şu tespitler yapıldı: ‘Bor elementinin sulama sularındaki yasal sınır değeri litre başına 1 miligramken, Aydın’daki jeotermal alanlarda litre başına 75 miligram. Aydın’ın jeotermal rezervi 2 bin 500 megavat olarak tahmin edilmekte. Jeotermal enerji üreten şirketler Aydın’ın yaklaşık olarak 100 bin dekar arazisine göz dikmiş durumda.’ 

***
15 yıl önceki yazının ilgili bölümünden aktarıyorum: “MTA 1981-2000 yılları arasında 5 jeotermal alanda sondajlar yapmış ve 17 kuyu açılmış. Ömerbeyli sahasında 9, Salavatlı sahasında 2, İmamköy sahasında 1, Ilıcabaşı sahasında 2, Alangüllü sahasında da 2 kuyu var. Jeotermal enerji konut ısıtmada, elektrik enerjisi üretiminde, sanayideve turizmde kullanılabiliyor. Ömerbeyli köyü seracılık yapabilmek için kuyularının faaliyete geçmesini bekliyor. Ama kuyuların ağzı kapalı. MTA Ömerbeyli’deki şantiye-istasyonunu kapatmış. 

Neden? 

Çünkü Aydın havalisindeki jeotermal sularda yüzde 30-60 arasında Bor madeni varmış. Bunun anlamı şu: Borlu su bitkileri öldürdüğü, toprağı çoraklaştırdığı için tarımda kullanılamıyor. Yeryüzüne çıkartılan suyu Menderes Nehri’ne ya da denize akıtmak da mümkün değil. Bu da tehlikeli. Ama bir çare var, jeotermal suyu kullandıktan sonra tekrar toprağa pompalamak, toprağa gömmek(...) Çünkü bu jeotermal enerji ile elektrik üretebilse 1 kilovatı 1 sente mal olacak.”

***
Jeotermal enerji ile elektrik üretilebilse kilovatı 15 yıl önce 1 sente geliyordu ama jeotermal su radyoaktif yüklü olduğu için son derece tehlikeliydi. Bu nedenle Maden Tetkik Arama (MTA) şantiyesini 2000 yılında kapatmıştı. Gözümle görmüştüm. Kuyular şimdi neden açıldı?
 
Ayrıca, Ege’nin can damarı Gediz Ovası alarm veriyormuş; jeotermal santralların atıkları yüzünden başta bağlar olmak üzere incir ve zeytin ağaçları kuruyormuş. 19 yıl önce Ege’de kuyuları kapatan MTA şimdi nasıl izin veriyor? 

İlk AKP hükümeti 14 Mart 2003 günü kurulmuş. Yani MTA borlu ve radyoaktifli termal kuyuları Aydın’da AKP iktidarından önce kapatılmış. Ben söz konusu yazıyı AKP hükümetinin kuruluşundan 8 ay 25 gün sonra yayımlamışım. Manisa bölgesinde bağlar, incir ve zeytin ağaçları 2018 yılında kükürtlü su yüzünden kuruduğuna göre kuyuların açılmasına AKP iktidarı izin vermiş. Acaba MTA, artık, borlu ve kükürtlü termal sulara karışmıyor mu? 

AKP, Türkiye’nin ruhunu ve maddesini öldürüyor!

Özdemir İnce / CUMHURİYET

‘9 Aralık’ - Meriç Velidedeoğlu

Geride bıraktığımız “9 Aralık”, “Dünya Yolsuzlukla Mücadele Günü”ydü; ülkemizde pek üstünde durulmadı; basın olarak, gazetemiz Cumhuriyet’te genişçe yer aldı; yine de bu konuya şöyle bir değinsek diyorum; ama önce Meclis’te başlayan -12 gün sürecek olan-“2019 bütçe” görüşmesinin birinci gününe, izninizle, kısaca dokunayım. 


Yeni rejim gereği, ilk kez Cumhurbaşkanlığı tarafından hazırlanan bütçe, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak tarafından sunuldu. (10 Aralık) 
Ardından da, Ana Muhalefet Partisi (CHP) Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, bütçe ile ilgili görüşlerini bildirdi. 

Kılıçdaroğlu’nun konuşması sırasında, Bakan Albayrak, sağında solunda oturanlarla konuştu; yetmedi, arka sıradakilere de uzandı; bu tutumunu -zaman zaman olsa da-sürdürdü; sanırım, kendisinin konuşmasına da ciddi eleştiriler yapan Kılıçdaroğlu’nun söylediklerini pek “dikkate almadığını”, kendince ortaya koymak istedi... 

“9 Aralık” gününün, dolayısiyle “yolsuzluk” konusunun, ülkemiz bağlamında, hiç de böyle oyalamalarla geçiştirilecek gibi olmadığını,“CHP Milletvekili Özgür Özel” ortaya koydu; Avrupa Konseyi’nin bir kurulu olan, “Yolsuzluğa Karşı Devletler Grubu”  nun, (GRECO) 22 tavsiye kararından 20’sine, Türkiye’nin uymadığının” açıklandığını bildirdi. (Cumhuriyet, 10 Aralık 2018) 

Değerli dostlar, daha önce de Türkiye’nin, yine yolsuzlukla ilgili olarak, Avrupa Parlamentosu’nun bir oturumunda İngiliz Parlamenter A. Duff, AKP Milletvekilleri’ne baka baka dile getirmiş, yolsuzluk dolaysiyle, Türkiye’de “devletin bölümlerindeki çürümeden” söz etmişti. (2009) 

Dahası Türkiye’nin, “AB”ye girmek için her yıl verdiği, “AB İlerleme Raporu”nda, Türkiye’ye özgü olarak, “Yolsuzluklar” başlığıyla yeni bir bölüm açılmıştı... 
Bu durum, bu tutum bir yana, AB üyesi Almanya’da yargıçlar -ülkemizle de yer yer bağlantısı olan-“Deniz Feneri Yolsuzluğu” adlı davayı karara bağlarken, Türkiye’nin Başbakanı’nın adını pek çok kez anmak zounda kalmalarına şaşırdıklarını dile getirmişlerdi. 

Günümüzde de, yine “yolsuzluk” konusunun yer aldığı, “Man Adası Davası”nda da Erdoğan’ın adının anılması dikkate alındığında, insan, Alman yargıçların şaşkınlığını anlayabiliyor...

Öte yanda, bu “yolsuzluk” konusu, ülke güdeminden sanki hiç düşmüyor; “2019 bütçesi”nin görüşmelerinde de türlü bağlamlarla -örtülü olarak da olsa- yine ortalardaydı. 

Meclis Genel Kurulu’ndaki bütçe konuşmasında, CHP GenelBaşkanı Kılıçdaroğlu,bir ara: “Bir ülke düşünün, yapılan sarayların, köprülerin maliyetini bırakın halkı, o ülkenin parlamentosu da bilmiyor!” dedikten sonra AKP’nin milletvekillerine dönerek: “Siz biliyor musunuz?” diye sordu; yanıtı da kendi verdi: Bilemezsiniz!” diyerek, hemen ardından can alıcı o soruyu sordu: “O zaman neden ‘evet’ diyorsunuz?” 
Ekranda görülen AKP milletvekilleri, bir an için öylece bakakaldılar... 

Kılıçdaroğlu sorduğu soruya yanıtı, “korku” olarak dile getirip, yine kendi verdi: “Bir ülke düşünün, yaşanan ekonomik krize rağmen, işadamları ‘korkudan’ konuşamıyor!..” 
Çünkü örnekler ortada, Kılıçdaroğlu da dile getirdi: “Barış istediler diye, yüzlerce akademisyen üniversitelerden atılıyor; pasaportlarına el konuluyor, yurtdışına çıkışları yasaklanıyor!” 

Dahası da var, Kılıçdaroğlu şöyle sürdürüyor: “Siyasal gücü olanlarla, parasal gücü olanlar yargılanmıyor. Garibanlar yargılanıyor!..” 

Kuşkusuz bu kısa alıntılar bile, Özgür Özel’in dediği gibi: “AKP iktidarının, yolsuzlukla mücadele etme niyeti olmadığının açıkça göstergesi...” 


Bilmem ki anımsanır mı değerli dostlar, Anadolu’da halkın pek sevdiği bir atasözü vardır, sıkça kullanırlar, “Balık baştan kokar!” diye... 


Yürek burkan, hızlı tren kazasında ölenlerin ailelerine başsağlığı diler, yaralılarında bir an önce iyileşmelerini dilerim.

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Bilgeliğin kutupyıldızı - Adnan Binyazar

Dostsa dost, erdemse erdemli, dürüstlükse dürüst, hoşgörüyse hoşgörülü... İlke sağlamlığı ise; çeliği delecek kesici aletler vardır; onun sağlam iradesinden doğan ilkelerini; ucu en keskin aletlerle delmeye kalkanlar bile hüsrana uğramışlardır. 


Geçmişten geleceğe, insanı bilgiyle donatmanın maraton koşucusuydu Bozkurt Güvenç. Gülmeyi mekanik alışkanlıklardan sıyırıp kıvamını soluk borusunda bulan o sıcaklık duygusuna çevirmenin sırrına eren bir eşti, babaydı, insan sevgisinin uzun yol katarıydı. 


Bilgi dağıydı; ama onun aktarıcısı değildi. Bilgiyi yüreğinin, mantığının, insanlığı kucaklayan sevgisinin imbiğinden geçirmeden ortaya çıkarmazdı. Olayları anında kavrar, onu yaşamını bağışladığı emeğiyle belirginleştirip etkili kıvama getirdikten sonra yorumlardı. 


Güvenç’le dostluğumuz 1968 yılının Ağustos ayında başladı, giderek de perçinlendi. O şimdi, gerçek “varoluş”a erdiği şu günlerde zamanın sonsuzluğuna eriyor. Nereye gittiyse dostluğumu yanında götürecek denli yakını saydı beni. Yolu Japonya’ya düştüğünde, basım aşamasına varan Japon Kültürü adlı yapıtının sorumluluğunu bana bırakmıştı. 


Her insana özgü mutluluk kaynakları vardır. Yıpranmamış dostlukların mirasçısıyım ben. Bozkurt Güvenç, Ruşen KeleşSedat Sever’le birlikte hastalıklı günlerinde andığımız 62 yıllık dostum, öğretmenim Emin Özdemir, o toplantıda Adnan’la ben bir kâğıdın iki yüzü gibiyiz; beni anan onu, onu anan beni de anar” sözünün onurunu taşıyorum benliğimde. 

Bozkurt Güvenç de, -o toplantıda kendisi açıkladığı için dile getirmekte sakınca bulmuyorum- derinliğine irdeleyerek oluşturduğu yazılarını görüp düşüncelerimi öğrenmek isterdi. Gecemi gündüz eyler, anında okuyup görüşlerimi sunardım. Bozkurt Güvenç, birine güven duyanın, gerçekte kendine beslediği yüksek güvençten doğduğunu öğretmiştir bana. Hoşgörüsü yüksek Güvenç’in beslediği güven, bana bıraktığı en kutsal mirastır. 

Eğitimin temel ilkesi olan “yaşayarak öğretme”nin yaratıcısıydı Güvenç. Sanırım bu yargıma en başta öğrencileri katılacaktır. Bilindiği gibi, Güvenç başlangıçta mimarlık eğitimi görmüştür. Ankara ziyaretlerimin birinde, başkentte ilginç yapısıyla ilgi çeken Japon Kültür Merkezi’ne götürmüştü beni. Yukarı katları geziyorduk. O sırada binanın kapısından itişerek kakışarak gürültülü bir öğrenci topluluğu girdi. Bana döndü, “Adnan, bak, içeriye girer girmez ne gürültü kalacak ne itişip kakışma!” demişti. Sözünü bitirmemişti ki, dediği gerçekleşti.“İşte mimarlık budur, insanı kendine benzetir”  dedi. 


Güvenç’in yıllar önce yaptığı bu yorum günümüzün en acı gerçeğinin portresidir. Hiç yoktan öldürme olaylarının; kadını bıçaklarla doğramaların, ortaya kurşun sıkmanın; trafikte her gün onlarca can kaybının, çocuğa tecavüzlerin, yalanın dolanın, zorbalığın, yol kesiciliğin, soygunculuğun... artmasında, gökte gün ışığını körelten, denizin esen yelini kesen gökdelenlerin, sefertası görünümlü dev yapılı çirkinliklerin etkisi yok mudur? Roma devlet adamı Cato’nun bin yıl önce söylediği söz, sanırım çağımızda tam yerini bulmuştur: “Ahmaklardır uygarlığı görkemli binalarda arayanlar.” 


Bozkurt Güvenç, İnsan ve Kültür adlı yapıtında, insanı yalnızca kültürle değil, kültürü de insanla kaynaştırıp düşünür kılan bir anlayışın savunucusu olmuştur. O, bu yönüyle, aramızdan ayrılan, bir beden değil, bilime önsezinin gücünü katan, gittiği yere kendi ışığını da götüren bir bilgedir. 

Daha yazılarının mürekkebi kurumadan, kayıp gitti bilgeliğin o Kutupyıldızı!.

Adnan Binyazar / CUMHURİYET

Beni de alırlar, sizi de… - L. DOĞAN TILIÇ

Fatih Portakal, “Yok artık” diyerek Emin Çölaşan ve Necati Doğru’nun “FETÖ” ile ilişkilendirilmesine, haklarında 15 yıla kadar hapis istenmesine tepki gösterirken; “Yarın beni de alırlar, sizi de alırlar, herkesi alabilirler” dediğinde, aslında kendini iktidar yandaşı hissetmeyen bütün vatandaşların hislerine tercüman oluyordu.

Sadece vatandaşların da değil; Türkiye ile az çok ilgili yabancıların da… Çölaşan ve Doğru’nun “FETÖ” ile ilişkilendirildiği haberlerini okuyan bazı Avrupalıların da aynı tepkiyi verdiğine tanık oldum: “İnanılmaz, yok artık!”

Öyle ya; “Şekil olarak FETÖ’ye karşı olmak, ağır şekilde eleştirmek, örgütle davalı ya da davacı olmanın, hatta açıkça hakaret etmenin başlı başına FETÖ’yü desteklememek ya da esasta FETÖ’cü olmamak sonucunu doğurmayacağı”nı iddia edebilen iddianameler hazırlanabildiğine göre, “hasmınızın dostu ve destekçisi” olmaktan yargılanıp mahkum da edilebilirsiniz.

Bugün birileri Çölaşan ve Doğru hakkında bile onları Fethullah’la ilişkilendiren iddianameler hazırlayabiliyorsa, yarın başkalarının ya da o aynı birilerinin AKP’ye uzaktan yakından bulaşmış herkesi “FETÖ”den mahkum etmesi işten bile değil!

Memlekete öylesi bir cadı avı havası hakim olmaya başladı ki, işte ekranlardan bir parça eleştirel ses çıkaran F. Portakal gibi son gazetecileri de susturmak için kazan kaynatılıyor. Ortam tıpkı Ergenekon, Balyoz davaları öncesine benziyor; ağzını biraz açan damgalanıp “darbecilik”le suçlanarak hedef tahtasına oturtuluyor. 

Darbecilikle ya da desteklediğinizi iddia ettikleri yapıyla uzaktan yakından ilişkinizin olmaması, hatta bütün ömrünüzün o yapıyla mücadele etmekle geçmiş olması da bir şey ifade etmiyor. 

Yandaş değilseniz, susmalısınız! Yoksa, en hafifinden, “… örgüte üye olmamakla birlikte, bilerek isteyerek destek olmaktan” parmaklıklar ardına gönderilip susturulabilirsiniz.

Öte yandan, “örgüte bilerek isteyerek destek” olduğuna dair hakkında çok sayıda kanıt bulunanlar, o kanıtlar “örgüt üyeliğine” işaret edecek kadar güçlü bile olsa, şimdi yandaşsa el üstünde tutuluyorlar. Sonra, gelsin medyanın başköşeleri, milletvekilliği ve belediye başkanlığı adaylıkları… 

Biz de, Nuri’yle birlikte, “Sırrı’yı içerde ziyaret edebilir miyiz?” diye dert ediyoruz. Mamak’tan arkadaşımız, birlikte yatmışız, ama tam da Mamak günlerinde olduğu gibi, “soyadımız tutmadığından” görüştürmezler mi diye düşünüyoruz.
İşte Sırrı Süreyya Önder! Milletvekiliyken yaptıkları, söyledikleri nedeniyle cezaevinde… 

Dün onunla aynı şeyleri söyleyen, söylediklerini “barış için” diye alkışlayan, Dolmabahçe’de birlikte poz verenler, iktidar oldukları için suçsuz! Sırrı suçlu!

Dün, Sırrı’nın yapıp söylediklerinde onunla birlikte olan, bakan sıfatıyla; “Bir savcı çıkıp ‘Siz niye Türkiye’ye barışı getirmeye çalışıyorsunuz?’ diye hesap mı soracaktır. Bu suçsa ben bu suçu işliyorum” diyenler dışarıda ve iktidar, Sırrı içeride!

Çölaşan ve Doğru’nun “FETÖ’yle ilişkili” olduğuna, üye olmasa da “bilerek isteyerek örgüte destek” verdiğine, bunu iddia edenlerin bile inandığını sanmam.

Bütün bunlar, son zamanlarda peş peşe gelen Gezi davaları, 31 Mart yerel seçimleriyle de ilgili. 

Seçimin olası sonucundan korkan iktidar, muhaliflerini terörize edip korkutarak, “Yarın beni de alırlar, sizi de alırlar, herkesi alabilirler” duygusunu hakim kılarak, korktuğu sonucu engellemeye çalışıyor.

Tarih, muhaliflere “Korkunun düşüncesinin korkunun kendisinden daha korkunç olduğunu” öğreteli çok oldu. Korkutanlar en çok korkanlardır; varsın onlar korksunlar!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

13 Aralık 2018 Perşembe

Komünistler ve robotlar - ÖZGÜR ŞEN

Önce Antalya'da düzenlenen bilişim zirvesinde dans etmek için çıktığı sahneden düştü, sonra başka robotların onu hastanede ziyaret ettiği, çiçek getirip pide ikram ettiği bir video çekildi. Hastalandığı iddia edilen bu robot uyanır uyanmaz Konyaspor'u sordu.

Tüm mizanseni fazlasıyla Türk işi bulanlar da oldu tabii. Ama bu tür gösteriler her ülkede nasıl ilgi çekecekse o şekilde sürekli planlanıyor. Japon geleneklerine göre servis yapan robot neyse bizim Konyalı robot da o. Satış pazarlama ekipleri mühendisin önüne ne koyarsa, mühendis de onu hayata geçiriyor.

Uyanır uyanmaz futbol konuşmak ya da pide ikram etmek gibi basitliklerle konunun hiç alakası olmasa da fiziksel ve mantıksal açıdan insansı özellikler sergilemek robot teknolojisinde bir tür gelişkinlik göstergesi. Ayağı kaydığında veya ittirildiğinde dengesini sağlayabilen ya da futbol gibi bir takım sporunu yapabilen robotun teknolojik seviyesi aslında başka durumlarda karşılaşabileceği sorunları çözme becerisine dair bir kanıt ya da ipucu. Yoksa bir robot neden insan gibi üretilsin ve kolları veya ayakları olsun... Ya da neden görünümünü tamamlamak için bir kafaya ihtiyaç duysun... Bir robot yapacağı iş için en uygun ve verimli fiziksel yapı ile inşa edilmeli. Evet yapacağı işe göre insanı andırabilir, ama işlevine göre paletli veya tekerlekli, kısa ya da uzun, gerektiği kadar kola ve uzva sahip gelişkin bir makine olmalı robot. Zaten endüstride ve hizmet sektöründe, ya da tıp ve uzay çalışmalarında kullanılan pek çok robot bu şekilde tasarlanıyor.

Ama robotlara kazandırılan insansı özellikler teknolojik seviyeyi test etmenin ötesinde bir tür reklam ve pazarlama taktiği olarak kullanılıyor. Antalya Konya hattında sergilenen beceriksizliğin tersi örneklerinde robotlara duyulan hayranlığın ölçüsüz şekilde artırılması teknolojiyi insana yaklaştırmıyor. Tam tersine teknolojiyi insandan uzaklaştırırken anlaşılmaz bir olgu haline getiriyor. Bu anlaşılmazlık teknolojiye dair efsanelerin etkisini şiddetlendiriyor.

Oysa robotlar da bu toplumsal düzenin teknolojiyle yaşadığı problemli ilişkinin somut kanıtları.

Öncelikle robotları insanlar üretiyor. Robotların fiziksel ve mantıksal becerileri insan emeğinin ürünü. Yazılımları mühendisler geliştiriyor, formlarına tasarımcılar karar veriyor, üretimlerini hassas koşullarda becerikli işçiler yapıyor. Robotların kullanıldığı alanlarda insan emeği ortadan kalkmıyor, emek nitelik değiştiriyor ve üretim sürecinde daha önceden harcanan ve birikmiş emeğin ağırlığı artıyor.
İkincisi, bu düzendeki her üretim sürecinde olduğu gibi üretilen robotun da bir sahibi var. Robotu emekçiler üretiyor ama patron sahipleniyor. Robot hakkındaki tüm kararı da her teknoloji ürününde olduğu gibi kendisine ezberletilen repliği ile ürününü pazarlamak üzere sahneye çıkıp soytarılık yapan patron ya da patron yerine geçen üst düzey yönetici veriyor. Mesela o şov sırasında bir aksilik çıkacak diye arkada duran ve üstelik aksilik çıktığında hesap verecek olan mühendis değil...

Üçüncüsü, kararları patron verdiği için robotların kullanım alanları da bu şirketlerin çıkarları doğrultusunda belirleniyor. Kullanım alanları en temelde kâr güdüsüyle saptandığı için de robot teknolojisinin gelişimine de insanlığın ve toplumun çıkarlarının aksine piyasa, şirketler veya devletlerin askeri ve siyasi stratejileri yön veriyor.

Şirketlerin ve devletlerin arasındaki rekabetin belirlediği bir teknolojik gelişim de hep iddia edildiği gibi aslında yeterince hızlı değil. Paranın hakim olduğu bu toplumsal düzende düşünülenin tersine teknoloji insanlığa faydalı bir doğrultuda verimli ilerlemiyor. Tam tersine, bu düzen bu bağlamda teknolojik gelişimi yavaşlatıyor.

Kanıt mı? 

O kadar çok var ki...
Teknoloji insanlığın ve toplumun genel çıkarları ve iyiliği için kullanılmadığı ve geliştirilmediği için futbol oynayabilen, jimnastik hareketleri yapabilen robotların çağında madenlerde, atölyelerde, fabrikalarda insanlar çalışırken katlediliyor. Yine örneğin böyle bir çağda önlenebilir tren kazalarında onlarca insan ölüyor.
Teknoloji istihdam yaratacak bir olgu olabilecekken, emekçilere dönük bir tehdit şeklinde kullanılıyor. Üretim herkesin ihtiyaçlarını karşılayabilecek şekilde örgütlenebilecekken insanlar açlık ve barınma problemiyle karşılaşıyor, önlenebilir veya çözülebilir sağlık problemleriyle cebelleşiyor.

Tüm bunlar ve daha verilebilecek sayısız örnek gerçekten büyük saçmalık. Hepsiyle başa çıkabilecekken bunları yaşıyor olmamız akıl dışı...

Bu sorunları çözme kararlılığı taşıyan komünistler işte bu nedenle teknolojinin gelişiminden korkmuyor, tam tersine, robotları ve elbette tüm teknolojiyi patronların oyuncağı olmaktan kurtarmak istiyor. Komünistler, bu düzende teknolojik gelişimi yavaş ve verimsiz buluyor ve daha fazla teknoloji diyor. İnsanların hayatını kolaylaştıracak, yaşam kalitesini artıracak insan odaklı daha fazla teknoloji...

Özgür Şen / SOL

‘Popülist’ şebekenin icadı - ALPER BİRDAL

İtalya’nın İçişleri Bakanı ve sağcı Lega’nın lideri Matteo Salvini hafta başında İsrail’i ziyaret ederek Başbakan Binyamin Netanyahu’yla görüştü. Mussolini’ye övgüler düzen Salvini, beklendiği gibi Netanyahu’yla sarmaş dolaş pozlar verdikten sonra Yad Vaşem holokost anıtını ziyaret etti. 

Bu yıl içinde hem Netanyahu’nun kolunda hem de holokost anıtlarında benzer pozlar veren başkaları arasında Macaristan Başbakanı Viktor Orban, Filipinler Devlet Başkanı Rodrigo Duterte gibi isimler de bulunuyordu. Brezilya’nın yeni başkanı Jair Bolsonaro da koltuğuna oturduktan sonra ilk dış ziyaretini İsrail’e yapacağını ilan etmişti. Bu ülkelerin bir kısmı, Trump’ın izinden giderek büyükelçiliklerini Kudüs’e taşımayı tartışıyor.

Netanyahu’nun Trump’la yakınlığı ve ikilinin Muhammed bin Salman’la muhabbetini hatırlatmaya herhalde gerek yok.

Peki bu toplamı bir “şebeke” olarak görmek mümkün mü? Batı’nın ana akım medyasına göre bu sadece mümkün değil, gerekli de… Israrla böyle bir şebekenin var olduğunu vaaz ediyorlar. Üstelik buna bir ad vermiş bulunuyorlar: “illiberal” ya da “sağ popülist” şebeke.

Karşıtını tanımlamak her türlü mücadelenin olmazsa olmazlarından. Kavramlara takla attırmak, gerçeği görülmesini istediği göstermek de en azından burjuva ideolojisinin bir gerekliliği. Burada her ikisinin de örneğini görüyoruz.

Karşıtlarını tanımlıyorlar: “sağ popülist” ya da “illiberal” (kelime anlamı dar görüşlü, bağnaz; politik anlamıysa “liberal değerlere karşı olan”) şebeke. Liderleri Trump, Netanyahu, Orban, Salvini, Duterte, Bolsonaro gibi figürler. Listenin ucu açık, oraya dahil edilecekler ya da oradan çıkarılacaklar pekâlâ olabilir. Devamına Erdoğan’ı da ekleyebilirsiniz örneğin, duruma göre değişir.

Ve kavramlara takla attırıyorlar. Örneğin bütün bu isimleri aynı çuvala doldurup üzerine de “popülist” yazıyorlar. Neden ırkçı, faşist ya da gerici şebeke demiyorlar peki? Oysa bu figürlerin birbirine benzemelerini sağlayan özellikleri ırkçı, faşist ya da gerici gibi sıfatlara çok daha uygun. Popülist ya da “illiberal” olduklarıysa hayli tartışma götürür.

Mesele bahsedilen siyasi şahsiyetler arasında birtakım paralelliklerin bulunup bulunmaması değil. Bu var. Ama bu, söz konusu figürlerin ve temsil ettikleri güçlerin ortak bir doğrultuya sahip oldukları, dahası bu doğrultu temelinde ittifak kurdukları anlamına gelmez. Konu, bu tür siyasi figürlerin sayısının gün geçtikçe artması olarak tanımlanacak olursa, bahsi geçenleri, ait oldukları ya da temsilcisi oldukları siyasi hareketleri gericilik, ırkçılık, faşistlik gibi kavramlar üzerinden betimlemek gerekir. Ama ana akım Batı medyasının ve onun arkasındaki güçlerin derdi bu değil. Dert, dünyanın onların istediği şekilde görülmesini ve hasmın onların ihtiyaçlarına uygun olarak tanımlanmasını sağlamak.

Özetle şunu söylemiş oluyorlar: Trump, Netanyahu, Orban, şu bu; yetmiş yıldır var olan düzeni bozmaya, yerine korumacı, milliyetçi vesaire bir düzen geçirmeye çalışıyorlar.

Halbuki ne bahsedilen figürler mevcut düzeni bozmaya çalışıyor ne de yeni bir “düzen” tasarımına sahipler. Bu manyaklar basitçe emperyalizmin çok katmanlı krizinin yarattığı çatlaklara doğdular. 

İşin özü şu: bu düzen sürekli birtakım manyaklar üretiyor. Geniş yığınların bu durumun bir arıza olduğuna ve düzen içinde kalarak buradan bir çıkış bulunabileceğine ikna edilmesiyse emekçi sınıflara kurulan en büyük tuzak. Bu tuzağa düşenlerin manyaklarla uğraşıp durmaya devam edeceğini gayet iyi biliyorlar. 

Türkiye’de de, başka yerlerde de… 

Alper Birdal / SOL