17 Aralık 2018 Pazartesi

Trenden atılan gazeteci - Barış Terkoğlu

Ne zaman tren kazası konuşsak aklıma Cüneyt Ülsever gelir. Evet, gazeteciliği bıraktı. Hatta küstü. Yine de “demokrasi tramvayı”ndan atılma hikâyesinin yaşadıklarımızla ilgisi var. 

Şimdilerde mafya dizileri işgal etse de bizim televizyonlarda da gösterilmişti. “Yürüyen Cehennem” denebilir mi? “Hell on Wheels” dizisi ABD’de bir demiryolu inşaatının çevresinde dönen ilişkileri anlatıyordu. Kuzeyliler ve Güneyliler, siyahlar ve beyazlar, köleciler ve karşıtları, merkeziyetçiler ve federasyoncular, tarım ve sanayi… Demiryolu, sadece bir ulaşım aracı değil, bir altyapı yatırımı olarak tarihsel ilişkilerin birbiriyle savaşıydı. 

Dizilerin de ötesinde, kapitalist ya da sosyalist her kalkınma hikâyesinin içinde demiryolu vardır. Bu nedenle genelde kuzeyden güneye, batıdan doğuya yayılır.  Atatürk’ün “demir ağlarla anayurdu ördüğü”nü biliyoruz. Ancak Anadolu’ya ilk demiryolunu sarayın duvarlarına tren resimleri asan Abdülmecid’in getirdiğini unutuyoruz. Telgrafın Osmanlı posta sistemine geçişi de, üniversite kurma teşebbüsleri de, Batı üsluplu ilk saray da, operanın yaygınlaşması da aynı dönemdedir. Demiryolu, bizde de gelişmenin parçasıdır. Kaçınılmaz yoludur. Modernleşmeyi de demiryolunu da Cumhuriyet düzeni ile programa dönüştüren ise Atatürk’tür. 

Evet, demir de taşınır tank da. Rayların üzerinde medeniyet de emperyalizm de götürülür. Sevgilileri buluşturur, öte yandan savaşta stratejik hedeftir. Ancak demiryolunun bir özelliği vardır. “Müsait bir yerde inecek var” diyemezsiniz. Yandaş müteahhitlere ya da İngiliz şirketine de yaptırmış olsanız dahi demiryolu işletmek için kurallı bir düzen gerekir. İnilecek, binilecek durak bellidir. Aynı yerde aynı anda iki tren olamaz. “Sinyalizasyon şart değil” diyen kuralsız düzenlerde kaza kaçınılmazdır.

Tren kazasıyla koptu 
Gelelim Ülsever’e… 
28 Şubat’ta askerle kavgalıydı. Hapis cezası alan Erdoğan’ı ziyaret etmiş, “yanındayım” demişti. Bugünkü Cumhurbaşkanı, hapisten çıktığı gün Ülsever’e “abi” diyordu. Seçim kazandığında Hürriyet adına onunla ilk söyleşiyi yapandı. Erdoğan’ın iktidarının başlangıç yıllarına uygun şekilde AB yanlısıydı, ABD ile iyi ilişkileri savunuyordu. FETÖ ile birlikte çöpe atılan öteki liberaller gibi yapabilir, Erdoğan’ın uçağında gezebilir, devlet televizyonunda “devlet ekonomiden çekilsin” konuşmalarıyla cebini doldurabilirdi. 
Yapmadı, erken bir tarihte, daha 2004’te koptu.
Nasıl oldu” dediğimde şöyle yanıt vermişti: 
İlk olarak hızlı tren kazasıyla benim içime kurt düşmeye başladı. Çok net öğrendim ki hızlı trenin emrini veren kendisidir. Kendisine teknik olarak o raylar üzerinde belli bir hızın üzerinde gitmenin mümkün olmadığı raporlarla söylendiği halde ‘ben emrediyorum’ diyen kişidir.” 
Emri ben verdim” diyen kuralsız düzen 41 insanımızı o kazada öldürdü. Bu kadar değil… 
Devamını Ülsever’den aktaralım: “Özel olarak bir kopuş noktamız daha var.NATO’dan ayrılmak istediklerini yazdım ben. O yazının ertesi günü Milliyet’le toplantısında  Başbakan bana ‘hain’ dedi. Çünkü şuna inanıyordu; odasında dinleme aletleri var ve oradaki konuşmalar CIA tarafından elde edildi, CIA da bana verdi. Halbuki bunu 
söyleyen Ömer Çelik’ti. Ömer Çelik, yapılansohbetlerde bu konuşuluyor diye AKP’lilere anlatıyor, onlar da bana anlatıyor.” 

Rejim ile tek adamın kaderini birleştiren düzen için ihanet, aile içi ilişkilerden daha kolaydır.

Genel müdür bugün nerede? 
Zaman geçiyor. Tarihin tesadüfleri Bilal Erdoğan ile Cüneyt Ülsever’i aynı masada buluşturuyor. Masanın yarısı şarap içiyor. Konuyu Bilal Erdoğan açıyor: 
“‘Ya abi siz ne güzel babamla arkadaştınız. Onu çok kırıyorsun’ dedi. Hayrolsun ne yapıyorum? dedim. ‘Sen Padişah mısın’ diye bir yazı yazmıştım ben de o aralar. ‘Sen’ dedi ‘Hem babama padişah dedin, hem de sen dedin’ dedi. Seçime girerken bir elektrik zammı yapılmıştı, hem de enerji bakanına sormadan. Ben de bir yazı yazarak sormuştum, ‘Böyle bir uygulama olabilir mi, üstelik Erdoğan matematikten bihaber bir adam, bu nasıl olur’ diye. Bilal’in bu serzenişi üzerine ben de ona dedim ki ‘Bak oğlum kırgınlık var ama bu karşılıklıdır ve babanın bana hain demesi ile başladı’ deyince ‘Ama o başbakan’ dedi.” 

Tren kazası, ölüm, kuralsız düzen ve rejimi şahsında temsil edenin karşıtlarını “hain” ilan etmesinin hikâyesi böyle. 

Şimdi kaza için “seçim için erken açıldı” ya da “hesap verilmiyor” deniyor ya… 
Cüneyt Ülsever, önce memur yayın yönetmenleriyle sansürlenip sonra iktidar emriyle kovulurken Pamukova’daki tren kazasında “hesap versin” denilenler nerede? Aylarca yapılan “hızlı tren raydan çıkabilir” uyarılarını göz ardı eden dönemin TCDD Genel Müdürü Süleyman Karaman, bugün AKP Erzincan Milletvekili. 2015’e kadar sürdürdüğü TCDD Genel Müdürlüğü’nde üstünün çizildiği tek yer Davutoğlu-Yıldırım  kavgasında oldu. Kazaları ise bugüne kadar soran olmadı.
 
Tren kazası sabotaj mı” diye soruyorlar ya… 

Faili önce süte karıştırılan suda, paralanan anayasada, Cumhuriyet düzenine kurulan tuzakta arayın.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

16 Aralık 2018 Pazar

Sarı Yelekliler ve dip dalgası - TANER TİMUR

Hem Macron hem de Renzi, başlangıçta yetenekli, hırslı ve karizmatik bir lider imajı yarattılar. Geleneksel sistemlerin çöktüğü bir ortamda hızla yükseldiler ve biri İtalya’da, öbürü de Fransa’da ülkelerinin en genç başbakanı oldu. Oysa İtalyan yorumcu Victoire Maurel “hayır!” diyor; iki siyasetçi arasındaki asıl benzerlik hızla yükselişlerinde değil, aynı hızla çöküşlerinde aranmalı.


Halk hareketlerini bir giysi ile simgelemenin eski bir tarihi vardır. Kırmızı boneliler, külotsuzlar, kara gömlekler, kıravatsızlar, parkalılar vb. Bu kez de Fransa’da “Sarı Yelekliler” sokaklara döküldüler ve 17 Kasım’da başlayan ayaklanma belli ki tarihe bu adla geçecek.

Peki, etkileri itibariyle Fransa sınırlarını aşmaya aday görünen “Sarı Yelekliler” ne gibi özellikler taşıyorlar? Hareket, bünyesinde hangi potansiyel eğilimleri barındırıyor? “Sarı Yelekliler” zamanla devrimci bir çizgiye mi evirilecekler, yoksa renklerine uygun, tutucu bir bataklığa mı saplanacaklar? Ya da, üçüncü bir olasılıkla, ufak tefek iktisadi kazanımlarla yetinip, kabuklarına mı çekilecekler? Bu konulardaki değerlendirme ve tartışmalar, yer yer eylemle de bütünleşerek, daha uzun süre devam edeceğe benziyor.

•••

Aslında hareket 10 Ekim 2018’de bir kamyon şoförünün, Facebook’ta, arkadaşlarını akaryakıtta artırılan vergiyi kınamaya davet eden çağrısıyla başladı. İzleyen günlerde bunu başka çağrılar izledi ve hareket çığ gibi büyüdü. Vergi karşıtı küçük bir girişimcinin kaleme aldığı dilekçeyi kısa sürede bir milyondan fazla insan imzalamıştı ve bu arada hareketin gövdesini besleyen damarlar da, yine Facebook’ta kurulan gruplarla oluşuyordu. Böylece, kısa sürede, 3 milyon kadar üyeyi bir araya getiren 250’den fazla gurup kuruldu. Bunlar kendi aralarında canlı temas kuruyor ve eylem hazırlıkları yapıyorlardı. Bu hummalı iletişim dalgasında her “hesap”tan bir ses yükseliyor, her türlü talep dile getiriliyordu. Hızla artan inter-aktif iletişim sayısı, hareketin başladığı 17 Kasım günü 1,3 milyonu bulmuştu. İzleyen hafta sonunda ise bu rakam 5 milyonu geçti. (Le Monde, 11 Aralık 2018).

•••

Önerilen eylem biçimleri çeşitliydi; fakat üzerinde en çok anlaşma sağlanan eylem büyük yolları kesme ve böylece ulaşımı baltalama fikri oldu. Yolları keserken de, eylemciler, daha iyi görünmelerini sağlayacak “sarı yelek”ler giyeceklerdi. Zaten 2008 yılından beri her taşıt sürücüsü bagajında böyle bir sarı yelek bulundurmakla yükümlüydü. Ona sahip olmayanlar da pazardan kolayca temin edebilirlerdi.

Artık her şey tamamdı; hareket bu koşullarda başladı.

Sarı Yelekler hareketi sosyal medya sayesinde oluşmuştu; fakat onu kısa sürede büyük bir güç haline getiren nedenler farklıydı. Bunlar kısmen mali, kısmen de siyasi nedenlerdi ve sonunda da “Macron” ismi bu iki kategoriyi hızla birleştiren simge haline geldi.

•••

Emmanuel Macron, 2017 Başkanlık seçimlerini aşırı sağın adayı Marine Le Pen’e karşı, görünüşte açık farkla (% 66,1) kazanmıştı. Oysa asıl oylarını teşkil eden ilk tur oy oranı sadece yüzde 24 idi. İkinci turda da -seçime katılmayanlar ve rekor derecede boş oylar nedeniyle- kayıtlı seçmenlerin ancak yüzde 43’ünün oyunu alabilmişti. Aslında bu rakamlar kendisini mütevazi olmaya, “çoğunluğun” eğilimlerini de dikkate almaya zorluyordu. Oysa o, daha adayken Fransızların “Jüpiter tipi” bir başkan arzu ettiklerini söylemiş ve başkan seçilince de bu havalarla işe başlamıştı. Üstelik parlamento seçimlerine de tamamen kendi oluşturduğu bir liste ile girdi ve çoğunluğu elde etti. Alain Badiou’nun işaret ettiği gibi, yeni Meclis “bir plebisitin ürünü” idi ve Fransa, III. Napolyon’dan beri, ilk kez, “adayların bir partiye değil, bir adayın bir partiye sahip olduğu” bir döneme giriyordu. (Eloge de la Politique, 2017).

Macron’un kibirli söz ve tavırları, kendisi daha adayken hakkında sevimsiz bir imaj yaratmıştı. Seçildikten sonra da bu devam etti ve “Jüpiter” teşbihinin yanlış anlaşıldığını söylemesi kuşkuları dağıtmadı. Kaldı ki icraatı da otoriter kişiliğinin ve sınıfsal tercihlerinin damgasını taşımaya devam ediyordu.

•••

Macron emekçi sınıflara karşı empatiden yoksun bir siyasetçi izlenimi yaratmıştı. Stanford’da Fransız kültürü ve edebiyatı dersleri veren Cécile Alduy’a göre, “emekçi (laborieuses) sınıflar” derken, 19. yüzyılda bu sınıfları “tehlikeli sınıflar” olarak gören varsılların diliyle konuşuyordu. Kendisi “ilerleme”den yanaydı; fakat “ilerleme”yi sağlayacak olanlar, sevdiği deyimle, “halatın ucundakiler” (premiers de cordée) idiler. Bunlar yüksek burjuvalardan oluşuyordu ve arkadakiler de dağa onlar sayesinde tırmanacaklardı. İşte “Sarı Yelekliler” hareketini anlamak için, en az katılımcıların iktisadi talepleri kadar, Fransız halkının içinde bulunduğu bu psikolojiyi de anlamak gerekiyor. Eğer bütün kırıp dökücü vandallıklara rağmen hareket kamuoyunda yüzde 70’lere varan bir sempati uyandırdıysa, kuşkusuz bu yüzdendir.

•••

Macron’un parlamento seçimlerine tamamen kendi oluşturduğu bir liste ile girmesi ve çoğunluğu elde etmesi -hiç olmazsa başlangıçta- işini kolaylaştırmış görünüyordu. Ne var ki işler Macron’un umduğu gibi yürümedi. Daha François Hollande dönemindeki ekonomi bakanlığı, onun tercihlerinin hep varlıklı sınıflardan yana olduğunu ortaya koymuştu. Bu konuda tutarlı oldu ve daha başkanlığının beşinci ayında, belki de “halatı” koparacak ve kendisini “dağdan” düşürecek olan kararı aldı. F. Mitterand zamanında konmuş olan servet vergisi, Meclis’te 20 Ekim 2017’de kabul edilen bir kanunla kaldırılıyor ve bu işlem kamuoyunda “en zenginlere hediye” damgası yiyordu. Bu kanunla, hesaba göre, en zengin 100 Fransızın her biri 1,5 milyon Euro kazanıyordu. (L’Humanité, 6 Aralık 2018). Bu miktar ortalama bir “Sarı Yelekli”nin 73 yıllık aylığına tekabül ediyordu. Sanki, Yahya Kemal’in diliyle, “bir tel kopmuş, ahenk ebediyyen bozulmuştu.” O tarihte komünist milletvekili Fabien Roussel, “Bu karar derilerine yapışacak!” derken, adeta bugünleri haber verir gibiydi. 17 Kasım’da sokaklara dökülüp, yolları kesenler bu duyguyla harekete geçmişlerdi.

•••

Peki kimdi bu militanlar? Neler söylüyor, neler düşünüyorlardı?

Sayıları 300 bine ulaşan bu kavgacıların aslında ne partileri, ne de sözcüleri vardı. “Biz halkız!” diyorlar ve siyaset dışı olduklarını iddia ediyorlardı. Ne sağcı ne solcu idiler ve Fransa tarihinde, ilk kez, hem radikal solun hem de radikal sağın alkışladığı bir hareket haline gelmişlerdi. Aralarında bol miktarda Le Pen’ci militanın olması bir kısım solcuları ürkütmüş, hareketten uzaklaştırmıştı. Oysa toplu halde siyaset dışı olduklarını söylemelerine rağmen, elbette ki her katılımcının bir siyasi eğilimi vardı ve siyaset bilimci, sosyolog ve coğrafyacılardan oluşan 70 üniversite üyesinin yaptıkları bir araştırma ortaya ilginç bir tablo çıkardı.


Macron halkın karşısına çok düşük bir profille çıktı. Sanki Jupiter gitmiş, yerine Canossa’ya, Papa’nın huzurunda diz çökmeye giden Kral Henry gelmişti. Bu psikoloji içinde Sarı Yeleklilere hiç de gönlünden geçmeyen her şeyi vaat etti. Artan vergiler kalktığı gibi, asgari ücret artacak, çalışanlar yıl sonunda prim alacak, fazla mesailer vergiye tabi olmayacak ve sosyal yardımlar da artacaktı.

•••

Bu tabloya göre harekete katılanların yüzde 33,3’ü hizmetlilerden, yüzde 14,4’ü işçilerden, yüzde 10,5’u esnaftan, yüzde 5,2’si orta-üst kadrolardan, yüzde 1,3’ü köylülerden ve kalan yüzde 25,5’i da işsizlerden oluşuyordu. (Le Monde, 12 Aralık 2018). Siyasi tavırlar konusunda ise, Sarı Yeleklilerin yüzde 31’i tarafsız olduğunu söylemiş, yüzde 5,4’ü sessiz kalmış, kalan yüzde 61.5’de -araştırıcıların oluşturdukları radikal soldan radikal sağa uzanan 7 dilim içinde- duruşlarını sırasıyla şu yüzdelerle ifade etmişti: yüzde 14,9; yüzde 16,9; yüzde 10,8; yüzde 6,1; yüzde 6,1; yüzde 2 ve yüzde 4,7.

Görüldüğü gibi bu tabloda radikal sağın (faşistlerin) oranı (% 4,7) korkulduğu ölçüde değildi. Yine de bunların bir kısmı “tarafsızlık” kisvesi altında siyasi kimliklerini gizlemiş olabilirdi.

Araştırmada hareketin fizyonomisini ortaya koyan diğer bilgiler de şunlardı: Katılımcıların yüzde 45’i kadındı; yaş ortalamaları 45 (Fransa ortalaması 41,4) olup, bunların yüzde 20’si yüksek tahsilliydi; aylık ortalama gelirleri 1700 Euro (Fransa ortalamasının yüzde 30 altında) olup, katılımcıların yüzde 10’u da 800 Euro’dan az kazanmaktaydı.

•••

Bu tablo ne gibi bir anlam ifade ediyor?

Aslında yorumlar çeşitli ve Sarı Yelekliler’le, 1950’lerde vergi haksızlığına baş kaldıran Poujadist hareket, Mayıs-68 devrimci atılımı, İtalya’da Beş Yıldız popülizmi ve ABD’de Trump’ı hazırlayan Tea Party gibi hareketler arasında benzer noktalar aranıyor. Kimileri de Emmanuel Macron ile 2014-2016 yılları arasında İtalya’da başbakanlık yapan Matteo Renzi arasında paralellik kuruyor ve bunun sonuçlarını irdeliyor. Önce bu son benzetmeden başlayalım.

Gerçekten de hem Macron hem de Renzi, başlangıçta yetenekli, hırslı ve karizmatik bir lider imajı yarattılar. Geleneksel sistemlerin çöktüğü bir ortamda hızla yükseldiler ve biri İtalya’da, öbürü de Fransa’da ülkelerinin en genç başbakanı oldu. Oysa İtalyan yorumcu Victoire Maurel “hayır!” diyor; iki siyasetçi arasındaki asıl benzerlik hızla yükselişlerinde değil, aynı hızla çöküşlerinde aranmalı. Ona göre “2016’da Renzi’ye karşı muhalefet için kurulan mekanizmaların aynısı bugünlerde Macron için kotarıldı.” İki ülkede de “akıl dışı ve ölçüsüz bir kin”, kısa sürede iki lideri “ülkenin her kötülüğünden sorumlu halk düşmanı” haline getirdi. Muhalefet de giderek şiddete dönüştü ve popülistler göçmenlere saldırmaya başladılar. Sonuç olarak, İtalya’da, Luigi di Maio’nun Beş Yıldız’ıyla, Salvini’nin Liga’sı gibi “ekonomik programları birbirine tamamen zıt” iki popülist hareket ortak bir hükümet kurabildiler. Şimdi de, V. Maurel, Fransa’daki kırıcılığa işaret ederek, “Roma’dan bakılınca”, diyor, “Sarı Yelekliler’in şiddeti bir deja vu tadı veriyor”. (Le Monde 13 Aralık 2016). Kısaca İtalyan yorumcu, neredeyse “Fransa’da da bir Mélenchon-Le Pen anlaşması neden olmasın?” der gibi bir havada..

•••

Gerçekten de olabilir mi?

Gelişmelerin bu aşamasında, bir sürü nedenle, Fransa’da buna ihtimal verenlerin fazla olduğunu sanmıyorum ve bu ülkeyi tanıdığım kadarıyla böyle bir şeye ben de inanmıyorum.

Buna karşılık radikal solun ağır bastığı bu hareket devrimci bir mecraya girebilir mi?

Bunun da kolay olabileceğini herhalde kimse söyleyemez. Başta gelen neden de kuşkusuz “Sarı Yelekliler”in örgütsüz, programsız ve lidersiz olmalarıdır. Sosyolog Edgar Morin’in dediği gibi “başlangıçta hareketin başarısını sağlayan bu unsurlar, sonunda onu yenilgiye sürükleme riski taşımaktadır”. Morin’in haklı olarak altını çizdiği gibi, krizin Fransa’ya özgü nedenleri olsa da, asıl nedeni “zincirlerini kırmış bir küreselleşme” olgusunda yatıyor ve Fransa’da çözüme en büyük engel de “Başkan’ın ve Hükümet’in iktidarında değil, bunları kolonize eden kârın çok yüzlü iktidarında” aranmalı. (Le Monde, 5 Aralık 2018).

•••

Mélenchon’un “Boyun Eğmeyen Fransa” hareketinin ilham perilerinden Chantal Mouffe ise Macron iktidarının “neo-liberal politikanın son aşaması” olduğunu söylüyor ve bu nedenle de muhalefetin “ancak sokakta oluşabileceğini” ileri sürüyor. Ona göre durum kuşkusuz “popülist” bir durum; fakat bu popülizm, “aşağıdakiler” (halk) ile “yukardakiler” (kast) arasında bir sınır çizmiş, ezilenleri “görünür” kılmıştır. Otuz yıllık neo-liberalizm hegemonyasından sonra Avrupa’da bir “dip dalgası” oluştu ve bunu da “oyumuz var, fakat sesimiz yok” sloganıyla, en iyi şekilde İspanyolların İndignatos hareketi ifade etti. İtalya’da benzer özellikler gösteren Beş Yıldız popülizmi sağa kaydı; Fransa’da da aynı risk mevcut. (Libération, 1 Aralık 2018).

•••

Ne var ki bu risk, aslında Macron iktidarını da tarihin çöplüğüne silkeleyecek bir risktir ve bu nedenle de, uzun ve kaygılı bir sessizlikten sonra, Macron halkın karşısına çok düşük bir profille çıktı. Sanki Jupiter gitmiş, yerine Canossa’ya, Papa’nın huzurunda diz çökmeye giden Kral Henry gelmişti. Bu psikoloji içinde Sarı Yeleklilere hiç de gönlünden geçmeyen her şeyi vaat etti. Artan vergiler kalktığı gibi, asgari ücret artacak, çalışanlar yıl sonunda prim alacak, fazla mesailer vergiye tabi olmayacak ve sosyal yardımlar da artacaktı.

Oysa ok yaydan çıkmıştı; Sarı Yelekliler yine de teskin olmadılar. Üstelik ortaya özgül taleplerle liseliler de çıktı. Artık sorun bir takım mali ödünleri aşan genel bir krize dönüşmüş görünüyor ve denizler dalgalanmadan da durulmayacağa benziyor.


Taner Timur / BİRGÜN

Altı Ok ve devrimler - ÖZDEMİR İNCE

ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği) üyesi bir okur gönderdiği iletide “Kitaplarınızın okuruyum. Yazılarınızı da ilgi ile izliyor, okuyorum. Pazar günkü Zeyl yazınızı da okudum. Tespitlerinize katılıyorum. Çözüm konusundaki önerilerinizi de bekliyorum”  diyor. 

Bir yazar, özellikle siyasal konularda eleştiri yapıyorsa, “çözüm” o yazının bağlamı içindedir. 7 Aralık 2018 tarihli yazının sonunda yazmışım: Bu tür insan yığışımlarını  seçmen olarak muhatap almayacaksın. Vakit ve nefes tüketmeyeceksin. Senin seçmenin soğuk ve sıcaktan etkilenen insanlar arasındadır.” 

“Bu tür insan”, yani AKP’ye çıkar karşılığı oy veren, çalışmak istemeyen, asalak, sadaka ekonomisinden geçinen sözde dindar yığışım...

***

Altı Ok’un ne anlama geldiğini bilmeyenler, “Dindar kesim bize neden oy vermiyor”  diye anket yaptırır. Bu kesim, Cumhuriyet’i kurduğun, devrimlerini yaptığın için sana oy vermiyor. Şimdiye kadar bu kesime kaç kez ödün verdin, oyunu alabildin mi? Alamadın, ödün vermekle kaldın! Zorunlu devrim gereği tekkeleri, zaviyeleri, tarikatları, medreseleri resmen kapatarak; adamların kadı ve mektep muallimi, müderrisi olmalarını engelleyerek ekmekleriyle oynamışsın; ulemanın oyun ve büyüsünü bozmuşsun; can düşmanın olmuşlar... Sana neden oy versinler? 
Altı Oku unuttuğun için kafası kesilmiş tavuk gibi debelenip duruyorsun!

***

Şimdi bakın, size Michael Moore’dan söz edeceğim: ABD’li bir belgeselci olarak tanıyoruz onu. İşleriyle dünyayı sarsan bir doğrucu Davut. Onu doğruluktan caydıracak hiçbir güç yok. Trump’ın başkan seçileceğini bildi; bunun ABD için felaket olacağını da bildi. Seçimden sonra kolları sıvadı, bu duruma nasıl geldik, bu durumdan nasıl kurtuluruz, ABD halkına bunu anlatmalıyım, dedi. Tek kişilik bir oyun hazırladı ve bunu Broadway’da sahnelemeye başladı. Oyun çok ilgi gördü, insanları etkiledi. O sırada çeşitli televizyon kanallarında onunla söyleşi yaptılar. Söyleşilerin çoğunda kendisine hep aynı soru soruldu: “Neden New York’ta, Broadway’de sahneliyorsunuz?”Çünkü diyorlardı, siz ABD’de oyların rengini değiştirmek istiyorsunuz, ya da bir daha Trump gibi adamları seçmesinler diye onları uyarmak istiyorsunuz ama New York zaten Demokrat, ilerici oyların çoğunlukta olduğu bir kent. Michael Moore, aklımda kaldığınca ve kabaca, onlara hep şu yanıtı verdi: “Cumhuriyetçilerin büyük çoğunluğuna ne derseniz, ne yaparsanız yapın onları Demokratlara oy vermeye ikna edemezsiniz.  Kazanılacak seçmen değil onlar. Oysa hesap ortada, iktidarı almak için şu kadar yeni seçmen kazanmamız gerek, o seçmen de New York’ta.” 

Ara seçim yapıldı, o gece çıktığı televizyon programında Moore çok neşeliydi. Temsilciler meclisinde çoğunluğu ele geçiriyorlardı ama “Asıl önemlisi,”diyordu, “bütün ABD’de oylar Demokratlar’a kaydı.”
***

Ben olsam, Genel Başkanlık dahil her görev için aday olanları CHP tarihinden, devrimler ve Altı Ok’tan; 1923-1950 iktidar döneminin tarihinden sınava sokarım. 
CHP bir tür cumhuriyetçi statüko partisidir; statükosu da (değişmezi de) 6 Ok’a dayalı sürekli devrimdir“Dindar” (!) denen kitlenin senin için ne düşündüğünden sana ne... 7 Aralık 2018 tarihli ve “Evrak-ıMetruke” adlı yazımın Kıssadan Hisse bölümünde 1. madde olarak yazmışım: Bu tür insan yığışımlarını seçmen olarak muhatap almayacaksın. Vakit ve nefes tüketmeyeceksin. Senin seçmenin soğuk ve sıcaktan etkilenen insanlar arasındadır.” 

AKP’nin din istismarına göz yumma; madrabaz dindarlara (!) şirin görünmeyi bırak, aç ve sefillere sürünmelerinin gerçek nedenini anlat! Ve 6 Oku’u asla unutma!

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Sarı, çirkin, uyumsuz, ama hayatınızı kurtarabilir! - Mine G. Kırıkkanat

Türkiye’deki muktedirlerin, iktidar uydularının ve beslemelerinin Fransa’daki Sarı Yelekliler kalkışmasına bakıp “ya bize de sıçrarsa” korkusuyla titrediklerini görmek için ne medyum olmaya gerek var, ne de müneccim... 

Ortalık süt liman, ama havada tehditler uçuşuyor. Yedek iktidar şefi, fol yok yumurta yok demedi, “Sarı yelek giyen çıplak yatmayı göze almalı” dedi. 

Zatın sözlerine önce Fransız kaldım. Sarı yelek giyenin dövüleceği, sövüleceği, tutuklanacağı elbette açıktı. Ama niye çıplak yatırılacağını doğrusu anlamadım! 

Ankara’nın müstafi belediye başkanı, yedek iktidar şefinin çıplaklık tehdidine, sosyal medyada yaptığı bir yayınla açıklık getirdi: “Türkiye’de SARI YELEK alanlar SARI ETEK almayı ihmal etmesinler... Bilmem anlatabildim mi?” 

Evet, anlatabilmişti.
Muktedirlerin ödleri kopuyordu ve her korku ya da öfke nöbeti sırasında olduğu gibi suratlarında zaten eğreti duran terbiye maskesi düşüyor; ortaya nedense daima cinsel zorbalığa gönderme yapan galiz ilkellikleri çıkıyordu. 

Türkiye’yi çağdaş anlamda saygın bir devlet olmaktan çıkaran, hatta hızla barbarlaştıran sürecin; devlet insanlarında nezaket, zarafet ve ahlak eksikliğiyle başladığını düşünüyorum. Devleti yönetenler mi seçmenlerine örnek oldu, yoksa seçmen özdeşleştiği kişileri seçtiği için mi böyle oldu, tartışılır.

Ama sonuçta, Türkiye’de devletliler eğer nazik, zarif ve ahlaklı olup öyle davransalardı, zaman içinde kendilerine oy verenlere de yansırdı. Oysa şimdi, tepeden tırnağa ya da tırnaktan tepeye bir edepsizlik ve küfürbazlık yarışı içinde topluca çirkinleşiyorlar...

***

Eski AKP’li bakan Egemen Bağış da Sarı Yelek sendromundan mustarip. Korkmakla kalmıyor, iktidarın yedek değil, asli kadrosunda yer alan bir oyuncu olarak Fransa’daki Sarı Yelek hareketini analiz ediyor. Gerçi analizi biraz diyalize benziyor, ama Google’a sormadan ancak bu kadarını yapabiliyor, belli.

Egemen Bağış, İstanbul Esenyurt Üniversitesi’nde “Türkiye ve Gelecek Vizyonu” konulu bir konferans verirken; Fransa’daki Sarı Yelek eylemlerini 2013 Gezi Direnişi’ne benzetti ve “Gezi’de bize yaşatılanları şimdi Fransa ve tüm Avrupa yaşıyor, yaşayacak!” analizini yaptı.

Tüm AKP’nin paylaştığı analizde, şaşılacak bir şey yoktu. 

Ama Egemen Bağış, ansızın diyalize geçti: “Ne oldu, nasıl oldu bir anda bir kıvılcımla bu kadar sarı yelek nereden çıktı? Bu kadar insanın kumanyası,yeme içme ihtiyacı, doğal ihtiyaçları hepsi bir şekilde hallediliyor. Demek ki burada bir organizasyon var!”
Eski meski, AKP iktidarının Avrupa Birliği Bakanı... Baş Müzakereci... Devlet İşleri Bakanı... 22, 23 ve 24. dönem milletvekili... Halen Stratejik Danışman olan Egemen Bağış’ı bilgilendirmek haşa, ne haddime amma...

***

Gel gelelim, Fransa’daki Sarı Yeleklerin de tek ve bölünmez bir tarihçesi var! 
Fransız bakanlar kurulu, 13 Şubat 2008’de aldığı kararla 1 Ekim 2008’den öteye iki tekerli olanlar hariç tüm taşıtlarda, sarı yelek ve fosforlu arıza sinyali üçgen bulundurulmasını zorunlu kıldı. 

Sürücüleri, arızalanan arabadan çıktıklarında sarı yelek giymeye alıştırmak için de 18 Haziran’da kamusal afiş kampanyası başlatıldı. 

Kampanyada, sarı yelek giydirilmiş ünlü kişiler karşılıksız rol aldılar. Sanat ve spor dünyasından bu isimlerin arasında en akılda kalan afiş ise halen dünya modasının en büyük ismi Karl Lagerfeld’inki oldu. 

Siyah gözlüklerini zaten hiç çıkarmayan Lagerfeld, siyah papyon ve beyaz gömleği üzerine giydiği sarı yelekle poz verdiği spotta: 
“Sarı, çirkin ve hiçbir giysiyle uyumlu değil, ama hayatınızı kurtarabilir” diyordu. 

Aslında Karl Lagerfeld’e, çok çirkin bulduğu sarı yeleği tabii ki giydirememiş, ama fotomontaj yapmak için iznini almışlardı. Spot tümcesi ise birebir kendi sözleriydi. 

Taşıtlarda sarı yelek bulundurmak, çoğu Avrupa ülkesi için zorunlu. AB’nin tavsiye kararı var. 

Yani bu işler, sarı yelek bolluğundan işkillenen eski AB Bakanı ve Baş Müzakereci Egemen Bağış’ı epeyce aşan, çoook daha organize işler! 


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET
Y.N. Bugün Eskişehir Kitap Fuarı’ndayım. Sevgili okurlarımı saat 13’ten öteye Kırmızı Kedi standına beklerim.  


Mucizeler ve sorumlular…- L. DOĞAN TILIÇ

Bu aralar, 31 Mart seçimine kadar, büyük devlet törenleriyle açılan yerlerden aman uzak durun. Sorumlusu olmayan bir mucizenin kurbanı olmak istemiyorsanız!

Yapay zekâ ve algoritmalar üzerine çalışanların demokrasi adına bir endişeleri var. Hemen her alanda kararların, bilgisayarlarda toplanan veriler ve yazılan algoritmalar üzerinden yapay zekâlarca alındığı bir geleceğe doğru gidiyoruz ya… Böyle olunca, yönetenler sorumluluktan kaçabilir; yapay zekâ öyle istedi, ben ne yapayım diyebilirler, diyenler var!

Oysa, demokrasinin olmazsa olmazlarından biri de karar alıcıların aldıkları kararların sorumluluğunu üstlenmeleridir!
Yöneticilerimiz sorumluluk almamak için bir gerekçeye ihtiyaç duymadığından, bizde böyle bir endişeye de gerek yok.

Perşembe günü, 9 insanımızın ölümüne, 48’inin de yaralanmasına yol açan “kaza” denemeyecek “mucize”den sonra, Erdoğan; “Kaza ile ilgili adli soruşturma başlamış, 3 kişi gözaltına alınmıştır. Sorumlular ortaya çıkarılacak ve gereken her şey yapılacaktır” dedi.

Sorumlular ortaya çıkarılacak ve gereken her şey yapılacak!

Her halde tıpkı bundan önceki “tren kazaları”nda olduğu gibi… En güvenli ulaşım aracı denilen treni en korkulan ulaşım aracı yaptıktan ve bunun bir tek siyasi sorumlusunu bulamadıktan sonra… Hangi sorumlu ortaya çıkarılacaksa?

Ulaştırma Bakanı Mehmet Cahit Turhan, iki trenin aynı hatta olması ve kafa kafaya çarpışmak gibi akıl almaz/mucize bir olayın gerçekleşmesi ardından, olay yerinde inceleme yaparken gazetecilerin sorduğu can alıcı sinyalizasyon sorusuna “Teşekkür ederim” diye cevap verdi.

“-Efendim, sinyalizasyon…? / 
-Teşekkür ederim. / 
-Efendim, iki trenin aynı rayda ne işi vardı? / 
-Teşekkür ederim.”

Sinyalizasyon sorusu can alıcı; çünkü canları alan sinyalizasyonun olmaması!
11 Ağustos 2004’te Tavşancıl’da iki trenin çarpışmasında 8 insanımız ölüp 88’i yaralandığında ulaştırma bakanı Binali Yıldırım’dı. O günlerde gazeteciler bu durumlarda bir siyasi sorumlu olması gerektiğini düşünebiliyordu ve artık çoktan unutulan o “İstifayı düşünüyor musunuz?” sorusunu sormuştular.

“Düşünmüyorum, uygun bulmuyorum” diye, hiç düşünmeden cevaplamıştı Yıldırım: “Karayollarında yılda 5 bin kişi ölüyor, aldığım ilk izlenimlere göre kaza ışık ihlalinden. Ölenlerden ikisi demiryolu işçisi, ancak nerede çalıştıklarını, niçin burada bulunduklarını henüz bilmiyorum.”

Şimdi 9 insanımızın canını alan bu hattın “mucize” açılışında da Yıldırım, başbakan olarak cumhurbaşkanı Erdoğan’la birlikteydi. Aylardan Nisan, günlerden Nisan’ın 12’si Perşembe’ydi… Acele ediyorlardı, çünkü 24 Haziran’da seçim vardı ve seçim öncesi alelacele olabildiğince çok açılış yapılmalıydı!

“Yüklenici firma Kolin İnşaat’a da teşekkür ediyorum. Mucize sürede bitirdiler” dedi Başbakan Yıldırım.

Aynı törende, Erdoğan da; “Başkentray ile, neredeyse her kapıda bulunan otomobil ile ulaşım kolaylığı yaşıyorlar. Ağabeylerinizin, babalarınızın ömrü birkaç saatte bir gelen otobüsü, treni beklemekle geçti. Araba zengine mahsus, uçağa binmek rüyalarda görünüyordu. Havayolunu halkın yolu haline getirdik” dedi.

Bu iktidar, tam da seçimler öncesi, her işin “mucize” sürede bitirilmesi için bastırdı. Sonuç; trenlerin sinyalizasyon sistemleri olmadan açılan hatlarda kafa kafaya çarpışması gibi “mucizeler” oldu.

Mucize denilince; “Akıl yoluyla açıklanamayan, bu yüzden de tanrısal bir güç tarafından yaratıldığına inanılan doğaüstü olay”ları anlıyoruz.

Bizde sorumlular da tam böyle anladığından, onlarca can alan sorumsuzluklarda bir tek siyasi sorumlu bulamıyoruz.

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

15 Aralık 2018 Cumartesi

Kulampara düzeni - ORHAN GÖKDEMİR

“Uçurtmayı Vurmasınlar”dan “Uçurtma Avcısı”na geçişin bu kadar kolay olduğu bir başka coğrafya var mıdır? Malum, ikisinin de kahramanı bir erkek çocuk. Birincisinin mekânı Türkiye, ikincisi Afganistan’da bir yerde geçiyor. İkisi de aynı adlı romandan uyarlanma. 
Farkı ne? 
Birincisi laik bir cumhuriyet olan fakat faşizmin ağır baskısı altındaki Türkiye’de geçiyor. 
İkincisi Taliban denilen yobaz cihatçı örgütün esareti altındaki Afganistan’da. 

Birincisinde mahpusta olsa bile çocuğun elinden tutan solcu ablaları var, ikincisi bir insanlık çölünün ortasında yapayalnız. Biri bizim Barış’ın öyküsü, diğeri Afganistanlı Gulâm’ın. Kahramanın ismi neydi hatırlamıyorum ama esası budur. 

Barış Türkiye’de faşistlerin, Gulam, Afganistan’da İslamcıların esiri olmuştur.

“Kulampara” diye bir sözcüğümüz var, tuhaf bir kültürel sentezin ürünü. “Gulâm” Arapça “oğlan” demek, “pâre” Farsça “sevici”... Bu sentez bu şekliyle gelip Osmanlı diline yerleşmiş. Askeri tarihte yeri var, “bıyığı terlememiş oğlan” demek. Tımar sahiplerinin harp esnasında birlikte götürdüklerine karşılık düşüyor. Henüz “seks kölesi” olmamakla birlikte belli ki bir tür köleden söz ediyoruz. Mehmet Zeki Pakalın “Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü”nde şöyle açıklıyor; “Mahbup, dost, muglim, lûtî yerine kullanılır bir tabirdir. Halk ağzında kulampara suretinde kullanılır.” Demek ki kelimeyi bir tür Arap-Fars-Osmanlı sentezi sayabiliriz. Oğlan sevici yetişkinler için kullanılıyor. Müslüman toplumlarda yaygındır ama en çok Afganistan’da kurumsallaşmıştır.

Afganistan'da nasıl toplumsal bir yaraya dönüştüğü "Uçurtma Avcısı" adlı roman ve uyarlaması olan aynı adlı filmde anlatılıyor. Bir sürü sakallı, şalvarlı, takkeli yobaz bu çocukları her türlü kullanmaktadır. Gulâmparalık, Afganistan-Pakistan hattında bir kültürel öğedir uzun zamandır. Bu adı taşıyan, bu adla ünlenen şahsiyetler bile vardır. Mesela Gulâm İshak Han Pakistanlı bir siyasetçidir. Kenan Evren’in yakın dostu olan Ziya-ül Hak ölünce yerine vekâleten devlet başkanı oldu. 1988’de yeniden seçildi. 1990’da Benazir Butto hükümetini, üç yıl sonra Şerif Navaz hükümetini görevden alarak parlamentoyu feshetti. “Gulam”lığı herhalde icraatlarından dolayı değildir.

Sadede geleyim; erkek veya kız çocuk istismarı müslüman toplumlarda yaygındır ve meşru kabul edilir. Bu işler daha çok cemaat, tarikat benzeri yapılar içinde döner. Taliban ülkeyi koca bir cemaate dönüştürdüğü için ulusal bir ölçeğe ulaşmıştır ama esası budur. Laiklik yoksa bu tür cemaatler hemen her yerde kulamparalar çetesine dönüşür. Fıtratındandır.

                                                             ***
Hep söylüyoruz, din çoğalıyorsa ahlak azalır. Ahlakla inancın bağı çok uzun süredir kopuk. Üzerine eğitimin dinselleştirilmesi geldi. Fethullahçılardan aldıkları yurtları okulları, başka tarikatlara teslim ettiler. Her yandan çocuk çığlıkları yükseliyor haliyle.

“Ulema” AKP iktidarından aldığı güçle evlenme yaşını beşe indirdi malumunuz. Ama duyanlar bunun kız çocukları ile ilgili olduğunu sanıyor. Son on yılda kamuoyuna yansıyan vakalar erkek çocukların daha büyük bir hedef olduğunu ortaya çıkarıyor. Dedik ya fıtratları böyle. Laikliği tepeleyip, dini her yere soktun mu bunun ilk sonuçlarından biri kulamparalığın hortlamasıdır.

Yakın zamanda Erzurum'da iki aile darp iddiasıyla birbirlerinden şikâyetçi oldu. Jandarma olayı araştırırken ailelerden birinin çocuğunun komşusu tarafından cinsel istismara uğradığı yönünde bilgilere ulaştı. Çocuk, ilkokul yıllarından itibaren cinsel istismara uğradığını anlattı. Duruşmada konuşan mağdur çocuğun annesi, sanığın ailesinin sürekli evlerine gelerek, kendilerine şikâyetten vazgeçmeleri konusunda baskı yaptığını ifade etti ve ekledi: "Sanığın annesi evime gelerek, 'Senin çocuğun erkek. Kızlığı bozulmadı ki. Bir şey olmaz, unutur gider' diyor..."

Erbaa ilçesindeki Çarşı Camii imamı İbrahim Galip, "Kadınlardan yönetici olmaz. Münafıktır kadınlar. Kadınların önderliğinde yol alınmaz" dedi bunun üstüne. Çocuklara tebelleş olmasıyla ünlenen “Nurofil”, "Erkeğe mesaj gönderdikten sonra Kuran ezberlesen ne işe yarayacak?" diye ekledi. Bütün bunlar olurken AKP’yi eleştirdi diye Fatih Portakal hakkında suç duyurusunda bulunan AKP’li avukatın çıplak fotoğraflarını ve videolarını çekip özel mesajla başka erkeklere gönderdiği anlaşıldı.

Bilmem “kulampara düzenini” neredeyse ülkenin bir haftasına sığan bu olaylardan daha iyi ne anlatabilir?
                                                            ***

Dini otorite kisvesine büründün ve beş yaşındaki çocukların yatağa atılmasına cevaz verdin. Üstüne bu lakırdıları emir telakki eden “Gulampara”lara teslim ettin bebeleri. Ne umabilirsin bu durumda?

Dünyada çocuk istismarının en çok yaşandığı 11 ülke arasında Türkiye ilk sırada yer alıyor. Türkiye Psikiyatri Derneği’nin araştırmasına göre, ülkemizde istismara uğramış çocuk oranını yüzde 33. Her 3 çocuktan 1'i demek bu. Araştırmalara göre istismarcıların en az yüzde 50’si çocukluğunda istismara uğramış kişiler. 2018 Türkiye'de Çocuk İstismarı Raporu'na göre cinsel suç mağduru çocukların yüzdesi 2014'ten 2016'ya yüzde 33 arttı. Çocuk mağdur sayısı 2014'te 74 bin 064 iken, 2016'da 83 bin 552'ye yükseldi.

Peki neden? Ortaöğretim yurtlarının neredeyse tamamına yakını tarikatların kontrolünde. İktidar politikasının bir tezahürü olan tarikat yurtları, yobazlığın, cinsel sapıklığın, kulamparalığın rutine döndüğü yerler haline geldi. Haliyle çocuk çığlıkları yükseliyor ülkenin her yanından. Tecavüze uğruyorlar, taciz ediliyorlar, yakılıyorlar, öldürülüyorlar. Kulampara düzeninin çarkları arasında öğütülmüş aileler ise bu çığlıkları seyretmekle yetiniyor.

                                                            ***

“Uçurtmayı Vurmasınlar”ın yönetmeni çivileme havuza atladı geçen hafta, “ben politik film yapmadım” dedi. Haklı, artık ülkenin gerçeği de politikası da orada değil. “Uçurtma Avcısı”nın eşiğindeyiz şimdi. Ülke büyük bir hapishaneye, harlı bir kadın ve çocuk cehennemine dönüştü. Bıraktık çocukların hapishanede büyümesini, tarikatların elinden nasıl kurtarırız diye kederleniyoruz.

"Afganistan'da çocuk çok ama çocukluk yok" deniliyordu “Uçurtma Avcısı”nın bir yerinde. Kulampara düzeninde çocukluk olmaz.

Mücadele etmezseniz, ayağa kalkmazsanız yakında bunun Türkçe versiyonunu da duyacaksınız: Türkiye’de çocuk çok ama çocukluk yok…

Orhan Gökdemir / SOL

Tam saha pazarlık! - ERHAN NALÇACI


Ukrayna’nın Kerç Boğazı kışkırtması yol açtığı olaylarla devam ediyor. Bu kışkırtmanın bir ABD planı olduğu ve Ukrayna’nın kendi başına Rusya karşısında herhangi bir kayda değer askeri varlığı olmadığı biliniyor. Bu kışkırtma sonuç vermeye başladı.

İki hafta önce işaret ettiğimiz, Ukrayna’yı devre dışı bırakıp Rus doğalgazını Baltık Denizi’nden Almanya’ya taşıyacak Kuzey Akımı 2, Avrupa Parlamentosu’nda tartışıldı ve Avrupa’nın enerji güvenliğini tehdit ettiği için durdurulma kararı çıktı. Farklı sermaye gruplarının temsilcilerinin oranı hakkında fikir verdiği için 433’e karşı 105 oyla bu kararın alındığını hatırlatalım.

Ukrayna’nın kışkırtmayı sürdürmek için Donbass’a saldırabileceği söyleniyor. Eski Alman Dışişleri Bakanı “Ukrayna’nın bu kışkırtma ile Almanya’yı savaşa çekmek istediğini” söyledi. Siz ABD çekmek istedi diye okuyun.

Anladığımız kadarı ile resmi olmayan bir söylemde kaldı, ama Ukrayna Montrö Anlaşması’na gönderme yapıp, bunun bir savaş hali olduğunu ve NATO gemilerinin sınırsızca İstanbul Boğazı’ndan geçerek Azak Denizi’ne gelmelerini istedi. ABD ve NATO bu isteği yalanlamadı ama zaten Karadeniz’deyiz diyerek sessizlikle karşıladılar.

Kısa bir süre önce Rusya’nın alternatif enerji hatlarından olan ve yine Ukrayna’yı devre dışı bırakan Türk Akımı tamamlanmış ve Avrupa bacağı görüşülmeye başlanmıştı. Bu doğalgaz kanalı da dolaylı olarak kışkırtmanın hedeflerinden biri haline geldi.

Bu esnada uzun süredir konuşulmakta olan, Trabzon’da Türkiye’nin donanma üssünün açılacağı haberi belirdi. Sürmene’de açılacak bu tam donanımlı donanma üssünün Türkiye sermayesinin Karadeniz’deki çıkarlarını mı koruyacağı, yoksa bir NATO üssü olarak mı işlev göreceği belirsiz ve pazarlık masasına yeni bir stratejik bir unsur olarak konulmuş oldu.

Bu karmaşık ve tedirgin edici durumda, İdlib anlaşmasının bir sonuca ulaşmadığı ve Türkiye’nin cihatçı çeteleri silahsızlandıramadığı anlaşıldı, ama Rusya'nın iyice karmaşıklaşan çok boyutlu formül nedeniyle Suriye devletini bir süre daha sakinleştirmeyi tercih ettiği görüldü.

İşte herkesin nefesini tuttuğu ama oldukça kritik olan uluslararası ortamda, Türkiye Fırat’ın doğusuna askeri operasyona birkaç gün içinde başlayacağını bildirdi ve sınıra askeri yığınak yapmaya başladı, ÖSO kuvvetlerini buraya kaydırdı.
Şimdi durumu daha iyi anlamak için, Sol Haber Portalı okuyucusunun çok aşina olduğu haritaya bir kez daha bakalım:

Harita Suriye’deki güncel siyasi durumu gösteriyor. IŞİD’in ABD emperyalizmi tarafından bahane olarak kullanılan varlığını saymazsak üç temel hegemonya alanına bölündüğü görülüyor. Kırmızı ile gösterilen geniş alan Suriye Devleti’nin ve Rusya’nın hegemonyasını, sarı ile gösteren alan Kürt güçlerine dayanan ABD hegemonyasını ve kuzeydeki mavi-yeşil renkler ise Türkiye’nin hegemonya alanlarını gösteriyor.

Fırat’ın doğusu diye adlandırılan bölgenin genişliği ve birçok ABD üssünü içermesi, Türkiye’nin Irak’a girer gibi burada operasyon yapmasının zorluğunu gösteriyor. Zaten böyle bir hava da yok. ABD yapılan görüşmelerde itiraz ediyor ama kıyameti koparmıyor. Borsa ve döviz fiyatları yerinde duruyor. Aksine pazarlık masasındaki unsurlardan, ABD’de tutuklu olan Halk Bankası yöneticisinin serbest kalması için sürecin başladığı duyuluyor.

Bu koşullarda Türkiye’nin emperyalist rekabette karmaşıklaşan pazarlık masası ve çok boyutlu formülde avantajlı bir durum gördüğünü ve elini güçlendirmek için bu operasyonu gündeme taşıdığını düşünebiliriz.

Formül; Karadeniz’de askeri dengeleri, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin nasıl uygulanacağını, enerji koridorlarını, Suriye’deki hegemonya alanlarının geleceğini, silah satış sözleşmelerini, İran ile ilişkileri, Doğu Akdeniz’de enerji rekabetini vb. içeren çok boyutluluğa sahip.

Ancak formül nasıl çözülürse çözülsün, emekçi sınıfların yararına değil.
2019 bu uğursuz formüle sahip pazarlığın ne şekilde seyredeceğini ve sadeleşeceğini izleyeceğimiz ve gücümüz yettiğince müdahale edeceğimiz bir yıl olacak.

Bu süreçte şu belgi bize yol gösterecek: Emperyalistlerin savaşı bizim savaşımız değil!

ERHAN NALÇACI / SOL




Çiftlikbank gibi yönetirsen! - Arif Kızılyalın

Galatasaray Porto’ya, Beşiktaş Malmö’ye, Fenerbahçe de Trnava’ya yenildi Avrupa kupalarında, Akhisar haftalar önce havlu atmıştı zaten Edirne dışındaki yarışa. Ulusal takımı hiç sormayın, Ay-Yıldızlı formamızı küme düşürmüşlerdi!
 
Bu, işin sahadaki görüntüsü. Madalyonun öteki yüzünde ise mali açıdan nasıl kayba koştuğumuz var, ama kimsenin sesi soluğu çıkmıyor.

Geçenlerde futbol ekonomisti Tuğrul Akşar’la konuşuyorduk, resmi rakamlarda Türk futbolunun borcu 16 milyar sınırına dayanmış, bunun da aşağı yukarı 14.5 milyarı 4 büyüklere ait. 

Nasıl olur demeyin! F.Bahçe şeffaf davranıyor hesap kitap işinde. Galiba mali işlere bakan sayın Burhan Karaçam, bankacılık geçmişinden olsa gerek, pembe yalanlarla günü kurtarmıyor, 5.5-6 milyarı kabul etti. Beşiktaş’ta işler biraz saklı gizli olsa da raporlara yansıyan borç 5 milyar civarında, Galatasaray Riva’yı, Florya’yı sattığı halde borcu 3 milyara indirebilmiş, transfer yapamıyor. Trabzonspor 1.5 milyarlık borcu ile derin sularda gemi yüzdürüyor. 
 
Borçlar nasıl büyüdü? 
Peki, bu borçlar nasıl büyüdü? Size takım ismi vermeden bir örnekle aktarayım. Şimdi örneğin Portekiz ligi takımlarından birinde oynayan bir futbolcu düşünün. Menajeri bu oyuncusunu bizim takımlardan birine pazarlamak istiyor. Pazarlıklar, opsiyonlar derken oyuncu 5 milyon Avro’ya imza atıyor; sözleşme yapılırken de “Bonservisi elinde sudan ucuz” diye anons ediliyor. Sonra bu oyuncunun hesabına geçen paranın 4 milyonu aynı gün menajerinin hesabına, menajerden de “ilgili” şahıslara aktarılıyor. Oysa biraz araştırılsa, oyuncunun Portekiz’de kazandığı yıllık paranın 120-130 bin Avro olduğu ortaya çıkar. Bir başka örnek de bilinen isimler üzerinden. Mesela Ulusal Takım’da “kazara” bir iki kere oynamış bir ismin menajeri 4 büyüklerden birinin başkanına telefon açıyor; “Bu oyuncunun bonservisi şu kadar” diye. Sonra öteki menajer daha az bir tutar söylüyor, 3. menajer rakamı iyice düşürüyor ve bizim yöneticiler de “Ezeli rakibimizin 5 milyona alamadığı oyuncuyu biz 3’e bitirdik” diye TV’lere demeç veriyor. 

Elbette kulübünün hukuk birimi olduğu halde, kendi şahsi hukuk bürosundan kulübe 2 milyon TL’lik fatura kesen, daha sonra da ortada “Sosyal demokratım, falanca belediyeye de adayım” diyen yöneticiler de yok değil ülkemizde!
 
Bu iddiaların bir bölümünü Cumhuriyet yazdı, geçenlerde gazeteci Atilla TürkerAsena Özkan’ın TV programında belgelerini göstererek açıkladı. 

O yüzden 15-16 milyarlık borca şaşırmayın. Çiftlikbank gibi yönetiliyor futbolumuz ne yazık ki! 
 
Kurtuluş reçetesi! 
Peki kurtuluş söz konusu mu? 
Elbette, şu an iki yol var gibi duruyor. 
İlki, kulüplerin Katarlı, Amerikalı, Dubaili birilerine satılıp, “şirket” yapısı ile yönetilmesi. Bu reçete gerçekten sıkıntılı, çünkü bu patronların İngiltere-Amerika-Fransa’daki gibi gelmeyeceklerini, olayın manipülasyona açık olduğunu, işin perde arkasına kayıt dışı “milyar dolarların” sıkışacağını biliyoruz. 

İkinci yol, çok daha riskli. Hatta bu yöntem Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş camialarının kanaat önderlerinin kulağına gitmiş ve endişeliler! Geçenlerde şöyle özetledi eski bir başkan yardımcısı olayı: “İktidar, kulüplerin borçlarını bir havuzda toplayacak, yönetimler direkt bu sisteme bağlı çalışacak, muhalefet asla olmayacak, borcunuzu kapayacağız, kazandığınız kadar harcayacaksınız, uslu çocuk olacaksınız!” 

İlk bakıldığında makul gibi duruyor, ama inanın ki Katarlı şirket sahiplerinin koyacağı para kadar riskli bu sistem. Çünkü birden X, Y, Z Belediyespor takımları peyda olacak ve futbolumuzun köklü spor kulüplerinin önüne geçecekler, tribünler ruhunu kaybedecek! 

Elbette bir 3. yol daha var; o da yasal bahis! Ama bu 3. kapı iktidarın işine gelmez. Çünkü yıllık 5-6 milyar TL’lik kayba uğrar sistem! 
Düşünsenize yasal bahis platformu İddaa’ya hayat veren 150 profesyonel kulübün ayaklanıp, “Siz yılda 9 milyar ciro yaparken, bize 450 milyon veremezseniz” 
dediğini ve hemen organizasyonundan çekildiklerini! 

İşte Türk futbolunu kurtaracak yol budur; madem Fenerbahçe’si, Galatasaray’ı, Beşiktaş’ı adını kullandırıp yasal bahise paydaşlık yapıyor, öyleyse karşılığını almalı; Arabın parası ile iktidarın ulufelerine muhtaç olmamalıdır! 

O yüzden, Kulüpler Birliği Başkanı Sayın Fikret Orman, Katar’a heyet yollayıp, borç için çözüm (!) arayacağına, önce kendi altın yumurtlayan tavuğu için kafa yormalı ve bir şekilde İddaa ihalesine Kulüpler Birliği’ni sokmalıdır!

Arif Kızılyalın / CUMHURİYET