22 Aralık 2018 Cumartesi

Niye hep inşaata destek? - REMZİ ÖZDEMİR

Önce hiç görev alanına girmese bile Ziraat Bankası başlattı.
Piyasada en düşük 2,20 iken, 0,98 faizden konut kredisi vereceğini açıkladı.
Hemen sonra Vakıfbank ve Halkbank da bu kampanyaya katıldı.
Sonra İş Bankası...
Birkaç gün içinde her halde bütün bankalar bu kampanyaya destek verecek gibi görünüyor.
Düşük faizin maliyetini inşaat şirketi ile banka ortaklaşa karşılayacak.
Kredinin maliyeti yüzde ikiyse bunun yarısı inşaat şirketi yarısı da bankadan.
Tabii ki bu tüm konutlar için değil.
Sadece elinde konut stoku olup da satamayan ve banka ile anlaşan şirketler.
Bunlar belirli büyük inşaat şirketleri.
Tabii ki markalı konutlar.
Bu kampanyalar öyle dar gelirliyi ilgilendirmiyor.
Yani 100 bin lira vereyim, 200 bin lira da 0,98 faizle bankadan kredi alıp başımı sokacağım bir ev alayım diye düşünen varsa boşuna hayal kurmasın.
Bu büyük inşaat şirketlerini kurtarma operasyonu.
Bu kampanyaya en son katılan İş Bankası oldu. İş Bankası tam açıklama yaptığı sırada Türkiye genelinde konut satışlarının yüzde 27 düştüğü açıklandı.
Yani iktidarın onca destek ve harç-vergi indirimine rağmen konut satışları resmen göçtü. Alanlar ise Iraklı ve Suriyeli. Yani bunlar da olmasa hiç kimsenin ev alacak hali yok.

Varsa, yoksa inşaat
Gelelim en önemli soruya:
Şu ana kadar binlerce şirket konkordato ilan etti, birçoğu iflas etti. Yine sayıları tam bilinmemekle beraber binlerce küçük esnaf kepenk kapattı.
Bazı şirketler çalışanlarına maaş bile ödeyemiyor.
Kapanan ve kriz nedeniyle işsiz kalanların sayısı TUİK'e göre yüzde 12'ye dayandı. Genç nüfusta işsizlik yüzde 24'e ulaştı.
KOBİ'ler banka kapılarından bırakın milyonluk krediyi bulmayı 10 bin liralık kredi için bile adeta kovuluyor.
Tüm bunlar olurken, iktidarın baskısıyla bankalar zararına sırf Türkiye kalkınsın(?)diye inşaatçılara kredi verecekler.
Bu soruya eminim ki, Nobel ödüllü finansçılar bile yanıt veremeyecek.
Senin ülkenin sanayisi çökerken, KOBİ'leri iflas ederken onları desteklemeyen her hafta üstüne üstlük kredileri geri çağıran bankalar müteahhitleri destekliyor.
Türkiye'nin bugün başına ne geldiyse paranın toprağa gömülmesinden geldi.
Birileri ranttan para kazanacak diye hâlâ inşaat sektörünü desteklemek bu ülkeye yapılan en büyük kötülüktür.
İnşaat sektörü Türkiye'de gereksiz büyümüştür. Sanayiye gitmesi gereken bu paralar maalesef müteahhitlerin cebine gitmiştir.
Üretmeyen ve ranta dayalı bir ekonomi modelindeki ülke tarihinin en büyük krizini yaşamaya mahkûmdur.
Türkiye'nin tüm ekonomik verilerinde ciddi bozulma var.
Bu bozulma yine uluslararası kuruluşların raporlarına göre bankalar da bile var. Gel gelelim halen inşaat sevdası bizi uçurumun kenarına değil derinliklerine itmektedir.
Son iki yıldır aynı şeyleri yazıp durdum.
Türkiye'de konut manipülasyonu vardır. En garantili para satmaları ve tahsil etmeleri nedeniyle bankalar bu piyasayı manipüle ediyor. Çünkü biliyor ki, Türk insanı borç harç konut kredisini öder. Amerika veya Avrupa'daki gibi kredi nedeniyle bankaların elinde konut patlamıyor.
Bu nedenle bankalar sanayici ve KOBİ yerine parayı konut kredisi olarak vermeyi tercih ediyor.
Zaten başımıza ne geldiyse bu bankaların verdiği kredilerden gelmedi mi?


Remzi Özdemir / YENİÇAĞ

21 Aralık 2018 Cuma

Eğitim, din ve ahlak (I-II-III-IV-V) - ÜNAL ÖZMEN



(I)

Eğitim, din ve ahlak
_________________________________________________________________

Eğitim Bakanı geçenlerde “Ahlak telakkisine dayanmayan hiçbir eğitim sisteminin kalıcı değer üretmesi mümkün değildir.” dedi. ESAM (Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi)’da yaptığı konuşmanın akışından anlıyorsunuz ki Eğitim Bakanı Ziya Selçuk da gençlerdeki “feraset” eksikliğinden muzdarip. Tuhaf değil mi, her bir okulu ahlak fabrikasına çevirmişsin ama ahlak yok diye sızlanıp duruyorsun. Tıpkı soğan gibi; sıskayı toprağa dikiyorsunuz ama topladığınız hasat çürük!

Son zamanlarda islamcı birçok gazete yazarının da gündeminde ahlak. Ahlakı İslam dini anlamında kullanan islamcılar, dört başı mamur ellerindeki eğitimin çocukları ahlaksızlaştırdığından yakınıyorlar. Yakın tarihli bir yazısında Yusuf Kaplan şöyle diyordu “Bir eğitim sistemi, genç kuşaklarına şu beş ilkeyi veremezse, toplumun mezarını kazmakla sonuçlanır her şey: Ahlâk, ideal, ruh, tevazu / başkalarına saygı ve özgüven…” Ama gelin görün ki toplumun ölümüne yol açacak ahlaki çürümeden söz edenler, faturanın İslam dinine çıkacağı kaygısıyla ne sistemlerini ne de sistemin siyasi ayağını sorumlu olarak görüyor. Öyle ya İslam’ı ahlakla tamlayıp “ahlaklı dindar nesil” yetiştireceğim diye yola çıkıp her yıl bir öncekinin iki katı yatırımın ardından hala ortada “işte neslimiz bu” diyecek üretim yoksa yanlış yoldasın derler adama.

Eğitim, 16 yıldır doğrudan dincilerin yönetiminde. Başvurusu bu gün sona erecek olan 20 bin sözleşmeli öğretmenin yüzde 20’si (2 bin 18) her zamanki gibi yine din kültürü ve ahlak bilgisi dersi öğretmenlerine ayrıldı. Buna rağmen, hepi topu 158 öğretmeni olan sanat tarihi dersinde elde edilen başarı yakalanamıyor. Öyleyse sorun daha derinlerde demektir.

Ziya Selçuk’un eğitimi ahlak telakkisine (anlayışına) dayandırma ihtiyacı kaygılı islamcılara yönelik bir mesaja benziyor. Bakan bu söylemiyle, bir yandan mevcut dinsel pratiklere meşruiyet arıyor, öte yandan yenilerine zemin hazırlıyor. Bir kuşağı mahveden politikalar deneme üretimiymiş gibi sunulup eğitimde daha çok dinselleşmeden söz edilemez. Yanlış olan eğitimi dinle birlikte düşünmek, ahlakı dinsel bir kavram olarak ele almaktır.

Ahlak, verilen değil alınan derstir. Okula, camiye sınıfa topladığınız insanlar ağlamaklı sesinize, kafiyeli sözlerinize, peygamberimiz efendimizden misallerinize kulak asmaz. İnsanlar, özellikle çocuklar size bakar; ahlaktan söz edenin ahlak neresinde görmek ister. Parlamentoya oturma eylemine giden çevre eylemcisi İsveçli çocuk “Ama senin okula gitmen gerek” diyen yetişkinlere “ben sizin söylediğinizi yapmam, yaptığınızı yaparım!” demiş. İşte böyle… Çocuklar, gençler, yetişkinler 16 yıldır sahnede olan sizlere bakıyor. Siz onlarda aradığınız ahlakı bulamıyorsanız o sizde yok demektir.

Tekrar edeyim ve kafanıza sokun; ahlak bir bilenin, bir uzmanın verebileceği deneysel bilgilerin aktarıldığı derslerden değildir. Ahlak, başkalarından uyuması istenen, sonuçları mutlaka bir başkasına dokunan, evde, sokakta, okulda, camide, işyerinde, örgütte alınıp kişinin kendi uyarınca davranışa dönüştürdüğü derstir. Ahlakın müfredatı, belli bir mekânı, hocası olmaz. Olur diyen kendi ahlak anlayışını başkalarına dayatıyor demektir. 

Ahlak tartışmasının islamcılar arasında yapılıyor olması ayrı bir sorun. Sanırım haddinizi aşmayın demek gerekiyor onlara. Bu vesile olsun kaldığımız yerden devam edelim ahlak konusuna. “Ahlakın ahlaksızlastırılması” başlıklı 27.4.18 tarihli son yazının üstünden epey zaman geçmiş çünkü. Araya ilgisiz kalamayacağım bir başka konu girmezse önümüzdeki birkaç haftayı “eğitim, din ve ahlak” ana başlığı altında ahlak eğitimi, öğretmen ve ahlak, laik ahlak meselesine ayırmak istiyorum. Bunu giriş yazısı sayın.

(II)

Ahlak eğitimi
______________________________________________________________

İttihat ve Terakki’nin 1914’te ayrı bir ders olarak müfredata alıp okuttuğu ahlak, bugün din dersinin içinde dinin öğrenme alanlarından biri olarak ele alınıyor. ”Musahabat -ı Ahlakiye” (ahlak konuşmaları) dersi programı, değişikliğe uğramadan Cumhuriyet okullarının belli başlı derslerinden biri olarak yerini korudu. 1926’da yurt bilgisi, 1936’da ise yurttaşlık bilgisi dersinin konuları arasına sıkıştırıldı. Ahlak, 1974’te tekrar ayrı bir ders oldu. 1982’de ise dinin konusu olarak din dersi ile birleştirildi.

Ahlakın müfredattaki yerinin ve ağırlığının değişmesine neden olan siyasal değişimlerin yönünü ve Türkiye’nin çağdaşlaşma serüvenindeki gelgitlerini dersin içeriğine bakarak tayin etmek mümkün. Örneğin konuları “kanunlar, namus ve haysiyet, zamanın iyi değerlendirilmesi, iradenin terbiye edilmesi, vazife severlik, kanunlara itaat edilmesi, dinin önemi ve ahlak” olan 1914 programı, tam anlamıyla modernleşme çabasını yansıtır.

Ulus bilinci ve yurttaşlık görevlerini kavratmak olan yurt ve yurttaşlık bilgisi dersinin konularından birine indirgendiği dönemde ahlakın millileştirildiğine tanık oluyoruz. 1974’te ayrı bir ders olarak tekrar müfredata döndüğünde ahlakın amacı da değişmişti: “Töre ve geleneklerimiz ile milli hasletlerimize uygun ahlâk kurallarını öğrenmelerine yardımcı olmak, Türk toplumunun ahlâkî ve manevî değerlerini kazanmaları için gerekli ortamı hazırlamak” ahlakı dinselleştirmenin işaretiydi. Ahlakın dinle doğrudan ilişkilendirilip amacının “İslam’ın sakınılmasını istediği davranışlar, din ve güzel ahlak ile İslam dinine göre kötü alışkanlıklar” olarak belirlendiği tarih ise 1982’dir. Bu, aynı zamanda ulus devlet ve değerlerinin tartışmaya açıldığı, Türkiye’nin neoliberal politikalara yelken açtığı tarihtir.

Osmanlı devleti döneminde öğretim programına seküler bir kavram olarak giren ahlak, cumhuriyet döneminde önce millileştirildi, ardından dinselleştirildi! Oysa ahlak dinsel değil seküler kavramdır. Bunu dindarlar da bilir. Dindarların ahlak kavramını inandıkları dinle (Hıristiyan ahlakı, İslam ahlakı gibi) birlikte kullanmasının nedeni, ahlakî kuralların dinlerin aksine toplum tarafından belirlenip zamanla değişime uğramasındandır.

Ahlak başlığı altında bireye kazandırılmaya çalışılan insani nitelikler, eğitimin ortaya çıkmasının asıl nedeniydi. Her biri yaşadığı dönemde içinden çıktığı toplumu etkilemiş ve ‘nasıl bir insan’ sorusunun yanıtını hâlâ kendilerinde aradığımız Sokrates, Aristoteles, Buda, Konfüçyüs; daha sonra Kant, Rousseau, Voltaire ve diğerlerinin topluma kazandırmaya çalıştıkları ve tümüne birden ahlak dediğimiz öğretiler hızla modern eğitimin konusu olmaktan çıkıyor. 

Ne yazık ki ticaret, toplumsal iş bölümü, hiyerarşi ve bunun bir sonucu olan rekabet, “iyi” ile “kötü” ayrımını yapmamızı sağlayacak ahlakî ilkelerin devre dışı bırakılmasına neden oldu. Bu süreçte ahlakla birlikte anılan din ve dindarların insan üzerindeki gücünü piyasa lehine kullanması her şeyi ve herkesi kirletti.

Peki ahlakı bunların elinden, düştüğü bu durumdan kurtarabilir miyiz? Bence kurtarmak zorundayız. Çünkü hukuka (yasalara bile) uymayan siyasetçiyi, yargıcı, din adamını ve bilumum kamu görevlisini yargılayacak yegâne kural sadece ahlaktadır. Onlarla, onların koyduğu kanunlarla, onlara benzeyerek mücadele edilemez. Yasamaya, yargıya, yürütmeye müdahale edemeyen toplum, kendini üretebilmek için kendi yasasını, yani aslında örgütlenme ideolojisi olan ahlakını devreye sokmak durumundadır. Aksi halde toplum olma niteliğini yitirir.

(III)

Laik ahlak
______________________________________________________________

Ahlak, gerek ortaya çıkışı gerekse insan/toplum ilişkisini düzenleyen ilkeler bütünü olması bakımından zaten laik bir kavramdır. Öyleyse laik olana “laik” demek abes olmalı. Ama değil; Tanrı’ya karşı yükümlülüğe dönüştürülen insani ilkelere “din ahlakı” deniyorsa, kavramı dinlerin elinden kurtarmaya çalışanların “laik ahlak” demesi kaçınılmazdır. 
Laik ahlak, ahlakın dini kullanımına karşılık olarak ortaya çıktı. Ahlaki bunalımdan çıkışı eğitimde görüp “laik ahlak”ı pedagojiye kazandıran ise Emile Durkheim’dir.

Öncülleri Spinoza ve Kant gibi ahlaki kuralların akla ve mantığa uygun ölçülebilir, denetlenebilir, yargılanabilir olması gerektiğini düşünen Durkheim, eğitimin diğer konuları gibi ahlakın da din karşısında rasyonelleşmesi gerektiğini düşünüyordu. Haklı çıktı; çünkü bunu başaran toplumlar, din ahlakının etkisinden kurtulamayan toplumlar kadar derin ahlaki kriz yaşamıyor.

Laik ahlak, tarihin süzgecinden geçmiş kolektif bir çabanın ürünü olduğu için rasyoneldir. Rasyonel olduğu için din ahlakının aksine her türlü eleştiriye açıktır. Eleştiriye açıklık ise kişide öz disiplin geliştirir ve kişiyi akıl dışı karar ve eylemlerden korur.

Pedagojinin amacının insan davranışlarını yönlendirmek olduğunu belirten Fransız düşünür Durkheim, Fransa Dreyfus Davası’yla çalkalandığı sırada “şu an için pedagog açısından ahlak eğitiminden daha önemli bir konu olamaz” demiştir. Durkheim, ahlak ilkelerinin aynı zamanda hukukun ilkeleri olduğunu düşünerek laik ahlak eğitiminin önemi üzerinde duruyordu.

Bugün Türkiye’de evrensel hukuk kuralları geçerli değil. Evrensel hukukun rüşvet, hırsızlık, görevi kötüye kullanma, adam kayırma saydığı eylemler din (İslam) ahlakı tarafından kolaylıkla aklanabiliyor. Örneğin, hak eden kişi yerine dayısının oğlunun kamu kurumuna müdür olmasını sağlayan AKP milletvekili Mehmet Metiner’in “biz inançlı insanlarız değil mi; cuma namazına gittiğimizde her hafta hutbede ne okunur, ‘akrabalarını koru kolla‘ der!” savunması din ahlakı tarafından tatmin edici bulundu. Keza İslamcı yönetimin mahkemelerinde görülen davaların hukuk dışılığı artık Dreyfus Davası’yla karşılaştırılmıyor. 

Laik ahlak, sadece laiklere değil, en çok da dindarlara gereklidir. Nitekim gerekli de oldu: Saadet Partisi, genel merkez olarak kullandığı binayı bir ay içinde tahliye edecek. İcra yoluyla tahliye talebinde bulunanlar, oğlu Fatih Erbakan başta olmak üzere Necmettin Erbakan’ın varisleriydi. Partinin mevcut genel başkanı Temel Karamollaoğlu, cemaatin bağışı, devletin ”yardımı” ile edinilmiş fakat partilerinin kapatılması ihtimaline karşı en güvenilir kişi olarak Necmettin Erbakan’ın üzerinde tutulan (Kayıp Trilyon Davsını anımsayın) mülklerin kişisel servete dönüşmesini ”Erbakan hocamız hayatta olsaydı (Fatih Erbakan’ı) falakaya yatırırdı” gibi ne bu dünyada ne öbür dünyada cezası olmayan naif bir beddua ile içine sindirmek zorunda kaldı. 

Çünkü partinin yöneticileri ve dindar seçmenler, laik hukuktan gizledikleri emanetlerine İslam ahlakından halel gelmeyeceğini düşünmüşlerdi. Ne yazık ki kanıtla karar veren hukuk varisleri haklı buldu, İslam ahlakına güvenen cemaat kaybeden taraf oldu! (Umarız bu olay, himmet hesabını güvenli sanıp elden ele, evden eve taşınan paraların izini sürmeyenlere ders olur.)

İslamcılar hukuku ortadan kaldırdı, insan ilişkilerini zedeledi. Şimdi kendi aralarındaki ilişkiyi zehirliyorlar. Bu durumda onarıma insandan başlamak gerekiyor. Bu nedenle pedagojinin yardımına ihtiyacımız var. (Bu da haftanın konusu olsun.)

(IV)

Okul ve ahlak
______________________________________________________________

Eğitim profesyonelleştiği ölçüde bireyin insanlaşma gereksinimini ihmal eder. Eğitimin, bireyi ne ölçüde insanlaştırdığı testle ölçülmez; insanın toplumla kurduğu ilişkiye, kamusal alandaki davranışlarına bakılarak görülür.
Türkiye, yıllardan beri öğrencilerine Trafik Güvenliği, Sağlık Bilgisi, Medya Okuryazarlığı, Çevre Eğitimi gibi davranış dersleri verir. Buna rağmen halkımız trafik kurallarına uyamaz, iletişim araçlarını kullanamaz, basit sağlık önlemlerini alamaz, çevresini temiz tutamaz...

Eksikliği Adalet Bakanlığı tarafından da hissedilmiş ki önerisi Eğitim Bakanlığında kabul gördü ve bu öğretim yılında müfredata seçmeli Hukuk ve Adalet dersi eklendi! Hukukumuzu bilelim, adil olalım diye. Diğerleri gibi bu ders de davranışa dönüşmeyecek, çünkü müfredatlar öz disiplin sağlayacak ahlaki ruha sahip değil.

Her dersin, sonunda davranışa dönüşmesi beklenir: İster matematik ister fizik isterse spor olsun, derslerin kazandırdığı beceri ve davranışlar uygulamada ahlakın asgari ilkelerine uymayı gerektirir. Öyleyse eğitimi verilecek ilk ders laik ahlak olmalıdır. Ayrıca her bir dersin özel amaçlarının yanı sıra ahlaki amaçları belirlenmelidir. Öğrenci edindiği bilgiyi, kazandığı beceriyi ne için, kimin yararına kullanacağını baştan bilmelidir. Bilmeli ki bir yetişkin olduğunda bir zümrenin hakimi, savcısı, askeri, polisi, gazetecisi olmayıp toplumun vicdanı olsun. Kuşkusuz ahlak söz değil eylemdir. Onun için laik ahlakın eğitim müfredatına alınması yetmez; öğretmeniyle, yöneticisiyle her eğitim aktörü davranışıyla birer ahlak örneği olmak durumundadır.

Ahlak artık sokakta, iş yerinde, yolda, kentte, köyde kişinin kendi başına edinebileceği bir ilişkiler kuralı değil. Fakat okul, hem deneysel yöntemlerle hem aktarım yoluyla ahlakın ele alındığı, kurallarının oluşturduğu yer olarak hâlâ önemini korumaktadır.

Ahlak her zaman okulun ilk konusu oldu. Okul, sokağın başında, meydana çıkan yolun üstünde insana yol gösterdi. Ne yazık ki neoliberal islamcı işbirliği, okulun bu rolünü kamusal amaç gütmeyen bir kısmı sivil toplum örgütü görünümündeki cemaatlere, camilere, partilere, medyaya devrederek ahlaki ilkeleri disiplin olmaktan çıkardı.

Laik ahlak, toplumcudur; kişinin yaptığı işle başkalarının mutlu olmasını sağlar. Bireyin bu dünyadaki eylemlerini öteki dünyada elde edeceği ayrıcalıklara bağlayan din ahlakı ise bireycidir. Bu nedenle kişiden duygularını işine bulaştırmadan işini beklendiği gibi yapmasını isteyen profesyonelleşmeciler müfredatın ahlakını dinlerden alır. Bu bağlamda 2023 Vizyon Belgesi’nin dinselleşmeyle profesyonelleşmeyi birlikte düşünmesi bana şaşırtıcı gelmedi.
İslamcıların eğitimi getirdiği nokta ortada: Normal bir toplumda ahlaki disiplinin sağlayacağı düzen yasaklarla sağlanıyor. İnsanlar, eğitimini aldıkları konularda hayvanice dürtükleniyor: Yaşlılara yer vermeniz gerektiği konusunda dijital bir sesle uyarılıyor, fikrine katılmadığı insanlardan başlarını keserek kurtulmayı düşünen Erkan Tanlar çoğalıyorsa eğitimi laik ahlakla birlikte düşünmek zorunluluk haline gelmiş demektir.

Ekonomik krizleri, sistemin krize yol açan unsurlarını o da olmazsa sistemin kendisini değiştirerek aşabilirsiniz. Ancak ahlaki krizden ha deyince çıkamazsınız. Ahlak tasarrufla biriktirilmez, bir yerden satın alınmaz, borçlanma yoluyla temin edilmez. Bu durumda yapılacak iki şeyden biri, önce ahlakı bozan unsurları temizlemek; ikincisi eşzamanlı olarak felsefi temelleri olan laik ahlakı eğitimin meselesi yapmaktır.

(V)

“Ebna-yı cinsine, hayvanat vesair mahlukata karşı vazife”
______________________________________________________________

Birkaç haftadır ahlak üzerine yazıyorum. Aslında, insanın hukuksuzluk karșısında sığınabileceği bir güvence arıyorum. Yasamanın ve yargının değiştiremeyeceği; yürütmenin ve güvenlik güçlerinin keyfince yorumlayamayacağı, sıkıştığımızda bizi koruyacak bir güvence…

Laik ahlakı yasadan daha güvenilir buluyorum. Çünkü yasa, insanın “ebna-yı cinsine, hayvanat vesair mahlukata karşı” husumet beslemesinin önüne geçmez, biraz korkutur fakat genellikle olay anında veya sonrasında müdahale eder. Oysa laik ahlak önleyicidir, kişiyi içten denetleyerek saldırgan bir yaratığa dönüşmesinin önüne geçer.

Ahlak, kişide utanma duygusunun gelişmesini sağlar. Kişi ahlaksızsa aynı zamanda utanmazdır; utanmıyorsa ahlaksızdır. Böyle birinden insana, diğer canlılara, doğaya saygı gösterme, hukuka uyma bekleyemezsiniz. Ahlaksız, sıkıştığı anda dayanaksız iddiasını, kabullenilmeyen davranışını itiraz edilmesi suç sayılan bir otoriteye (genellikle Tanrı, tanrılaştırılmış bir kişi veya millet) dayandırır. Bu yolla ikna edemediği durumlarda şiddete başvurur. 

Tanık olanda bile utanmaya yol açacak ahlak dışı eylemlerin, tekil insan kusuru olmaktan çıkıp toplumda kabul gören davranışa dönüştüğü bir süreçteyiz. Çoğunluk dilinin kullanıldığı siyaset ve siyasetçiye bakarak ahlak dışılığın geldiği noktayı görebiliriz. Nezaketsizlik olmasın diye Ecevit’in yanında sigara içmeyen Devlet Bahçeli’nin beyaz çorabını yeniden ayağına geçirmesi kendisi kadar hitap ettiği kitlenin değişimiyle ilgilidir. Demem o ki siyaseti hukuka davet edecek halkın önce kendi hukukuna (laik ahlakın ilkelerine) uyması gerekir. 

Temeli aileye dayalı ahlakı kimi toplumlar dinselleștirmiș kimi milliyetçileștirmiș olsa da ahlakın ilkeleri evrenseldir. Bu nedenledir ki uygar toplumlar, kanundan önce başkalarının olumlu bulacağı ahlaki ilkeleri eğitimin konusu yapar.
Türkiye’de ahlak, eğitimin dert ettiği meselelerden değil. Oysa modernleşme çabası ile birlikte başlayan bir ahlak eğitimi geçmişi var bu ülkenin: Ahlak, ilk kez “ahlak risalesi ve ilm’i” adıyla Abdülaziz’in (1861-1876) eğitimi zorunlu kılan “Sıbyan Mekteplerinin lslahatına Dair Nizamname Layihası” ile sıbyan mekteplerinin ikinci sınıfında okutulmak üzere 1868’de ayrı bir ders oluyor. 

Sonraki padişah Abdülaziz’in eğitim işlerinden sorumlu nazırı (bakan) Saffet Paşa, davranış kalıplarının yer aldığı kitapçıktan (risale) okutulan ahlak dersi için ödüllü kitap yazma yarışması açıyor. Yüz sayfa kadar olması istenen kitapta yazarın yer vermek zorunda olduğu konular arasında yer alan “ebna-yı cinsine, hayvanat vesair mahlukata karşı vezfüfi” (hemcinsine, hayvanlara ve her türlü canlı varlığa) bugünün dinle ilişkilendirilen ahlakın konuları arasında değil. 

Bugün yasayı yapana, yapıp uygulayana enseni dönüp yürümekten korkuyorsak; kadın kocasının yanında güvende değilse, sizi ekrana kilitleyen fenomeninizi ertesi gün papağanını infaz ederken izliyorsanız nedeni 150 yıl önce insana ve hayvana karşı vazife olarak öğretilen ahlaki kaidelerin, bugün “günah olan davranışlar”dan sayılmasındandır.

ÜNAL ÖZMEN / BİRGÜN

Pahalı geliyorsa okumayın! - ÖZLEM YÜZAK

“Kardeşim kitabı, gazeteyi, dergiyi dijital ortamda okuyacaksan bana vergi vereceksin. Hadi pamuk eller cebe; kasam zaten boş, dolması lazım, ama öte yandan piyasa da durgun, canlandırmak için otomotivde, konutta beyaz eşyada, mobilyada ÖTV’leri düşürdüm. Kusura bakmayın önce kendi seçmenimi düşünmem lazım. Yok efendim zaten kâğıt fiyatları çok artmış da, gazeteler dergiler birer birer sayfa azaltıyor, kimileri maliyetleri düşürmek için çareyi elektronik ortama geçmekte buluyorlarmış da... Bizi ilgilendirmiyor efendim bunlar. Pahalı geliyorsa okumasınlar...” 


Geçen günlerde resmi gazetede yayımlanarak 1 Ocak’tan itibaren yürürlüğe gireceği açıklanan “elektronik ortamda satışa sunulan; e-gazete ve e-kitapta KDV yüzde 1’den yüzde 18’e, e-dergide KDV yüzde 8’den yüzde 18’e yükseltilmiştir” kararının en net açıklaması ve yorumu yukarıdaki şekilde. 

Vergi uzmanı Ozan Bingöl’ün sosyal medyadan duyurduğu gibi “Vergi politikaları; iktidarın tavrını, siyasi kimliğini, tarafını gösteren en net göstergelerden biri”. Onun için şaşırmayın... 

Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO) verilerine göre Türkiye, kitap okuma oranında dünyada 86’ncı sırada, yoksul Afrika ülkeleriyle aynı kategoride. TÜİK’e göre ise Türkiye’de kitap, ihtiyaç listesinin 235’inci sırasında yer alıyor. Dünyada kitap için kişi başına harcanan para ortalama 1.3 dolarken, Türkiye’de çeyrek dolar. 

Anlayacağınız iktidar-seçmen ilişkisi içinde kitaba gazeteye yer yok; hatta ne kadar az okunursa o kadar iyi... 

Beyinler daha kolay yıkanır...

Kooperatifçilik mi? O da ne? 
Bugün Dünya Kooperatifçilik Günü. Tabana dayalı eşitlikçi kalkınma modelinin en yaygın örneklerinden biri kooperatifler ve kooperatifçilik. İnsanlar tek başlarına yapamayacakları işleri “birlikten kuvvet doğar” sözünü dikkate alarak birlikte yapabilmenin yollarını aradılar ve neticede kooperatifler kurdular. Gelişmiş toplumların özellikle de Avrupa ülkelerinde ekonominin hâlâ en önemli itici gücü. Avrupa ülkeleri, ABD, Kanada gibi gelişmiş ülkeler kooperatifçilik hareketini geliştirerek özellikle dar gelirlilerin yaşam düzeylerinin iyileştirilmesinde ve ülke ekonomilerinin kalkınmasında büyük yarar sağladılar ve sağlıyorlar. 

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde kooperatifçilik aynı gerekçelerle Türkiye için de kalkınmanın itici gücü oldu. 1935’te bizzat Atatürk’ün desteği ve himayesi ile çıkarılan 2834 ve 2836 sayılı Tarım Satış ve Tarım Kredi Kooperatifleri kanunları kırsal alanda kooperatiflerin gelişip yayılmasında öncü oldu. Hatta Atatürk, Silifke Taşucu’ndaki Tekir Çiftliği Tarım Kredi Kooperatifi’nin kuruluşunu 36 üretici ile birlikte gerçekleştirdi ve 1 No’lu kurucu üye oldu. 

Gelelim bugüne. Kooperatiflerin pazar payı 
Hollanda’da yüzde 83, 
Finlandiya’da yüzde 79, 
İtalya’da yüzde 55, 
Fransa’da ise yüzde 50 
Türkiye’de ise yalnızca yüzde 2. 
Neden mi? Yıllar içinde bilerek çökertildi, siyasi arpalık haline getirildi, kapatıldı.
 
1995yılında İngiltere’nin Manchester kentinde 7 ilke, kooperatifçiliğin evrensel ilkeleri olarak bütün ülkelerce kabul edildi. 
Bu maddeler: 
1- Gönüllü ve Açık Ortaklık (Serbest Giriş), 
2- Demokratik Ortak Kontrolü, 
3- Ortağın Ekonomik Katılımı, 
4- Özerklik ve Bağımsızlık, 
5- Eğitim Öğretim ve Bilgi, 
6- Kooperatifler Arasında İşbirliği, 
7- Toplumsal Sorumluluk. 
Bu ilkeleri hakkıyla yerine getiren kooperatifler büyüdü, üyelerini de zenginleştirdi. Hatta içlerinden bazıları dünyada önde gelen markalar haline geldi. Örneğin Migros, Groupama, Raiffeisen, Rabobank, Eureko... 

2013 yılında bir yazımda İspanya’daki Mondragon Kooperatifleri’ni yazmıştım. Yeniden gündeme getireyim: Her çalışanın ortak olduğu, ömür boyu istihdam garantisi, tüm kayıt ve raporlara eksiksiz erişim, tüm kararlarda eşit ve tek oy, yıllık kârdan eşit pay, sağlık ve emeklilik hakları, yanına bir de ekip biçebileceği küçük bir toprak parçası veren bir kooperatif. 

İspanya’nın Bask bölgesinde Mondragon isimli kasabada 1956 yılında küçük bir soba üretim atölyesi ve 24 işçinin katılımı ile başlar süreç. 2 yıl sonra sayı 158’e yükselir. 1959’a önce kendi bankası olan Caja Laboral Popular’ı, sonra da 1969’da hükümetin kooperatifleri sağlık sigortası kapsamı dışında bırakması ile kendi sağlık sigortası kooperatifi Lagun Aro’yu kurarlar. 1982’ye gelindiğinde, Mondragon, 20 bin çalışan- ortak, 85 sınai, 6 tarımsal, 3 hizmet kooperatifi, 45 kooperatif teknik okulu, bir banka, bir araştırma merkezi, bir politeknik, 14 yapı kooperatifinden oluşur hale gelmiştir. 

Günümüzde ise Mondragon Kooperatifleri’ne bağlı şirketlerde 85 bin işçi çalışıyor. Yıl sonunda elde edilen kârın yüzde 45’i Ar-Ge, yeni iş yaratma ve ilgili yatırım rezervleri olarak saklanırken, yüzde 45’i de işçi-üyelerin hesaplarına dağıtılıyor. Yüzde 10 oranında bir fon ise Mondragon’un idare ettiği sağlık, eğitim, konut ve diğer toplumsal faydaya ayrılıyor. 

Tüm bunları neden bir daha anlatıyorum? 
Çünkü bir yandan çökme noktasına gelen bir tarım ve hayvancılık sektörümüz var, öte yandan tarım ürünlerinin nihai tüketiciye son derece pahalı ulaştığı gerçeği... Eğer tarımda doğru kooperatifleşme sağlanırsa bundan hem üretici hem tüketici kazanır. 

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

ABD ve ÇİN: Ekonomik savaşın ilk bilançosu - Korkut Boratav

Trump’ın seçim kampanyasında “Önce Amerika” sloganı önem taşıdı. Bu slogan, 2017 sonrasında “göçmen işçileri sınırlama ve ticaret savaşları” kampanyaları ile ekonomiye taşındı. Ticaret savaşının öncelikli hedefi de Çin oldu. 

Wall Street, “serbest ticaretçi”dir. Çin’e karşı ticaret savaşı politikasına ısınamadı. Zamanla, ABD yönetimi Çin’e dönük eleştirilerini dış ticaretin ötesine taşıdı; kapsamlı bir ekonomik savaşa dönüştürdü. Wall Street’in de desteğini aldı. 
ABD emperyalizminin ekonomik saldırısı, bugünlerde Çin’i geri çekilmeye zorlamaktadır. Bu yazıda olgulara kuşbakışı göz  atmakla yetineceğim.  Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP’nin) bu yıl içinde sekiz ay  arayla tutum değişikliğini yansıtan iki yazıdan hareket ediyorum. 

Global Times, ÇKP’nin yayın organı olan Renmin Ribao’nun denetiminde yayımlanan bir internet gazetesidir. Özellikle başyazıların ÇKP görüşünü temsil ettiği düşünülür. 

Nisan’da yayımlanan ilk yazı, “ticaret savaşı” konusunda ABD’ye meydan okuyor. İkincisi ise Aralık’ta, “ekonomik savaş”a dönüşen ABD saldırısı karşısında ödün vermeyi savunuyor.

Göz atalım;
değerlendirelim…

Nisan 2018: Çin ABD’ye meydan okuyor 
_______________________
5 Nisan 2018 tarihli ilk yazı, “Ticarette karşı-saldırılar, ABD’ye acı bir ders verdi” başlığını taşımaktadır ve “ticaret savaşı” gündemi ile sınırlıdır.
Donald Trump’ın ticaret savaşı, ABD’nin astronomik dış ticaret açığına karşı gümrük vergilerini yükseltmekten oluşuyor. 
2017’de ABD-Çin dış ticaretine göz atalım: 
İthalat 500 milyar;  
ihracat 125 milyar; 
dış ticaret açığı 375 milyar dolardır. 
Trump, 2018’in ilk üç ayında Çin’den 50 milyar dolarlık ithalatın gümrük oranlarını yüzde 25’e yükseltti. Çin de, tepki olarak  ABD’den ithal ettiği 128 tarımsal ve sınaî ürüne yüzde 15-25 arasında ek tarife uygulamayı kararlaştırdı.  
Global Times’in ilk yazısı bu aşamada kaleme alındı. Aktaralım:
“Bu ticaret savaşı, gümrük tarifeleri şantajını bir diplomasi biçimi olarak kullanamayacağını ABD’ye öğretecektir. Trump  yönetiminin  50 milyar dolarlık  Çin ürünlerine koyduğu tarifeler nedeniyle Çin teslim olmayacak; tam aksine, kaybeden ABD olacaktır. Çünkü, Çin hükümeti, vatandaşları ile birlikte Washington’la dişe-diş bir mücadeleye hazırdır. Çok sayıda vatandaşımız ‘efsanevî bir ticaret savaşı’nın kaçınılmaz olduğunu ve ABD’yi Çin’e karşı sağduyuya yönelteceğini düşünmektedir.”
“Bu ticaret savaşı gerçekleşirse Çin, elinde en az ABD kadar yedek planı olduğunu gösterecektir. Çin, dünya ticaretinin bir numaralı ekonomisidir; petrol ürünlerinin, ham maddelerin en büyük alıcısıdır ve küresel piyasalarda kendi parasını (RMB’yi) kullanarak ABD dolarının egemenliğini azaltma gücüne sahiptir. Bu, Washington için ağır bir darbe olacaktır.” 
“ABD’nin bu ticaret savaşından galip çıkma beklentisi boş hayaldir.” 
_________________________________________________________________

Yarı resmî bir ÇKP metni olan yazının, belki de en ilginç öğesi, ilk defa “dolar emperyalizmi”ne karşı bir mücadele tasarımı içermesidir. Üretken çekirdeği ülke dışına taşmış olan ABD ekonomisi, astronomik cari işlem açıklarının finansmanını nasıl sağlıyor?  Doların bir dünya parası olarak (“dolar emperyalizminin”) kabul edilmesi sayesinde… Finansal krizi  yönetmek ve savaş sanayiini  ayakta tutmak için ihraç edilen ABD devlet tahvillerini alan  yabancı merkez bankaları sayesinde…

En büyük alıcı kim? Portföyünde 1,4 trilyon (1400 milyar) dolar ABD hazine bonosu tutan Çin Merkez Bankası…

Nisan 2018’de ÇKP (Global Times aracılığıyla), Trump’a şöyle hitap etmiş oluyor: “Dolar emperyalizmini (biraz da) benim sayemde sürdürüyorsun; sana karşı en fazla dış ticaret fazlası veren ekonomi benim. Portföyümü boşaltarak doları tahtından indirmem mümkündür; kendine gel…” 

Nisan 2018’de Çin ve dünya ortamı
________________________________________________________________
Global Times’ın  bu yazısı yayımlandığında ÇKP’nin 19. Kongresi tamamlanmış; yeniden Genel Sekreterliğe seçilen Şi Jinping’in “Yeni bir Çağ için Çin’e Özgü Sosyalizm Düşüncesi” bir eylem rehberi olarak ÇKP programına eklenmişti. Kongre, ÇKP’nin devlet yönetimindeki öncü rolünü pekiştirmeyi kararlaştırmış; “piyasaya açılmanın” Çin’i çok partili rejime (burjuva demokrasisine) dönüştürme beklentilerine son vermişti. Çin Ulusal Halk Kongresi de, Cumhurbaşkanlığı’na (iki dönemlik sınırı kaldırarak) yeniden Şi Jinping’i getirmişti. 

2018’in ilk aylarında, uluslararası sermaye çevreleri, küreselleşmenin ana dayanaklarından biri olan serbest ticaret doktrinine Trump’ın açtığı saldırının tedirginliği içindeydi. Ülkesinde liderlik konumunu ve otoritesini pekiştirmiş olan Şi Jinping, Şubat 2018’de Davos’ta ve Cenevre’de iki konuşma ile  serbest ticaret ilkelerini ve küreselleşmeyi savundu. Öyle ki, kapitalizmin “âkil iktisatçıları” (örneğin Financial Times’tan Martin Wolf) “küreselleşmenin sahibi, artık ABD değil, Çin’dir” teşhisini koyuyorlardı. 

Aynı tarihlerde emperyalizmin üst organlarında, korumacı dış ticaret uygulamalarının  herkese zarar vereceğini yeniden “kanıtlayan” yayınlar artmakta; Çin’e karşı ticaret savaşında  ABD’nin yenik düşeceği öngörüsü yaygınlaşmaktaydı.

Global Times’ın ABD’ye “meydan okuyan” yazısı, ÇKP’nin bu ortama bir bakışı olarak okunmalıdır.

Aralık 2018: Çin, geri çekiliyor
________________________________________________________________
Global Times’ın 14 Aralık’ta “Çin, sanayi politikasını nasıl ayarlamalı?” başlıklı yazısı sekiz ay önceki başyazının tam karşıtı konumdadır. 
  
Önce aktaralım: “‘Made in China 2025’ planına göre Çin şirketlerinin ürettiği yüksek teknolojili ürünler ABD’nin Çin’e karşı kışkırttığı ticaret savaşının hedefi oldu. Her büyük sanayici ülkenin, Almanya’nın  ‘Sanayi 4.0 stratejisi’ gibi yüksek teknolojili gelişmeyi öngören sanayi programları vardır. ‘Made in China 2025’ planı da haklı bir gerekçeyle yapılmıştır; ama ABD’de ve Batılı ülkelerde tedirginlik ve endişeye yol açmıştır.”

Burada sözü geçen “‘Made in China 2025’ planı, bir Uzmanlar Komitesi tarafından hazırlanmış; Devlet Konseyi (Bakanlar Kurulu) tarafından Mayıs 2015’te kabul edilmiş; 2016-2020 tarihlerini kapsayan beş yıllık plan ile de bütünleşmiştir. 
Yüksek teknolojili on sanayi koluna öncelik vererek Çin ekonomisini yüksek katma değerli bir üretim yapısına taşımayı hedefleyen bir sanayi programı söz konusudur. Program, robot üretimiyle başlayıp, uzay mühendisliği ile devam eden,  on endüstriden oluşan (ve iki yıl sonunda Komite’nin revizyonundan geçecek) bir liste içermektedir. 

Peki, Global Times, “her ülke gibi Çin’in de bir sanayi programı yapmaya hakkı vardır” tespiti sonrasında, ABD ve Batı’nın endişelerini nasıl açıklıyor ve değerlendiriyor? 

Aktaralım: “Made in China 2025, devlet işletmelerini ve yüksek yatırım düzeylerini vurgulamaktadır. Çin özel sektörü bir süreden beri güçlüklerle karşı karşıyadır ve ‘devlet ilerlerken özel sektör geriliyor’ söylemi yaygınlaşmıştır. Bu nedenle devlete ve özel sektöre ait işletmeler arasında hakkaniyetli bir rekabet ortamı yaratmak gerekmiştir. Plan hazırlamak, Çin’in hükümranlık alanı içine girer. Ne var ki, Çin, artık, dünyayla derinden bütünleşmiştir. Çin’in çıkarları ile ABD’nin ve Batı’nın  çıkarları arasında karşılıklı eşgüdüm sağlanması, pratik nedenlerle gerekmektedir.” 
Buradaki “ödün vererek uzlaşma” çizgisi Nisan’daki “meydan okuma” ile nasıl uzlaşabilir? Global Times, son yazıda bir gerekçe getiriyor: “Bu yıl boyunca iç ve dış etkenlerde büyük  değişiklikler gerçekleşti. Çin’in dışarıya açıklığı arttıkça dış talepleri karşılama gereksinimi de artacaktır. Çin, doğru siyasî çizginin, katı ve çatışmacı tavırlar olduğu  inancını terk etmelidir.
“Uzlaşma kaçınılmazdır ve ‘reform ve açılma’ Çin’in izlemesi gereken tek yoldur.” 

Çin’i ödüne zorlayan “dış ve iç etkenler” nedir?
________________________________________________________________
Yazıda değinilen hangi “dış ve iç etkenler”, Çin’i “meydan okuma ve çatışma” çizgisinden “uzlaşma”ya; devletçi ve iddialı bir sanayi politikasından özel sektörün gözetildiği, piyasacı bir doğrultuya taşımıştır? 

Dış etkenler, önce ABD’de aranmalıdır. Temel bir soru gündemdedir: Kapitalist dünya sisteminin zirvesinde kimin sözü geçecek? Evet, ABD sistemin egemen gücüdür; ama bu gücün, ekonomik boyutu da zaman içinde aşınmaktadır. 
Öyle anlaşılıyor ki, Trump yönetiminde stratejik konumlara yerleşen aşırı sağ ideologlar, ticaret savaşının gümrük artışlarıyla sınırlı gündemini genişletmeyi kararlaştırdı.   Çin’in dünya ekonomisinin teknolojik öncülüğüne ulaşma çabasını engellemek gerekli görüldü.

Avrupa Birliği, Trump’ın ticaret savaşına  hep karşı çıktı; ama, geniş kapsamlı ekonomik savaşa giden ilk adımlar da AB Komisyonu’ndan geldi. Çin’in ihtiraslı  kuşak ve yol tasarımının Avrupa’ya uzanmasından tedirginlik  duyulmaktaydı. Avrupa’da yüksek teknolojili şirketlere ve sektörlere Çin’in yatırımları engellenmeye başladı. Made in China 2025 planının, devlet öncülüğünde ekonomik bir hegemonya tasarımı olduğu teşhisini, önce AB Ticaret Komiserliği koydu ve bu belgenin içerdiği  “tehditler” ayrıntılı olarak eleştirildi.

Trump yönetimi ise,   Çin’e karşı ticaret savaşını, gümrük vergilerindeki artışı 250 milyar dolarlık ithalata taşıyarak tırmandırdı. Sonra, AB’nin geniş kapsamlı “ekonomik savaş” kervanına katıldı. Teknolojinin kilit sektörlerine Çin yatırımları frenlendi. 5G teknolojisinde öncü konumda olan Huawei’in beş Batılı ülkeye girmesi engellendi; bu Çin şirketi ceza davasına muhatap oldu; patronun kızı Kanada’da tutuklandı. Telekomünikasyon şirketi ZTE’nin ABD’de çalışması önce engellendi; sonra yüksek bir ceza sonunda izin verildi. 

İç etkenlere gelince, kısa bir ön-tespit yapmakla yetineceğim: Çin burjuvazisi, ABD ve AB’nin ekonomik saldırısını bir fırsat olarak kullandı. Ekonomik güçlükler altındaki Çin özel sektörünün “tehdit edildiği” söylemini yaygınlaştırdı. Alibaba şirketler grubu tarafından Hong Kong’ta yayımlanan South Asia Morning Post gazetesinde “reform ve açılma” çizgisini yücelten etkili bir kampanya başlatıldı. İleride, belki ayrıntılara  gireriz. 

ÇKP 2018’de iki yıldönümünü kutladı. Önce Marx’ın 200’ncü doğum yıldönümü; sonra da Deng Şiaoping’in 1978’de başlattığı “reform ve açılma” stratejisinin 40’ncı yıldönümü…

İlk devrede ABD ve Çin burjuvazisinin ittifakı sayesinde Deng öne çıktı. Sonunda Marx’ın rövanşı alacağını umuyorum.

Korkut Boratav / SOL

Bakırköy'de kent savunma mücadelesi(SÖYLEŞİ) - SOL

Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin imara açılmasına karşı 2017 yılında yürütülen mücadele, yaklaşmakta olan yerel seçimler vesilesiyle basın yayın organlarında çeşitli şekillerde yeniden gündeme geldi. Bu mücadeleye öncülük eden Bakırköy Kent Savunması Yürütme Kurulu sözcüsü arkeolog ve kültür mirası yönetimi uzmanı Dr. İlknur Türkoğlu ile Bakırköy’de verdikleri mücadeleyi konuştuk.


Bakırköy Kent Savunması’nın son yıllarda yürüttüğü mücadele hakkında bizi bilgilendirebilir misiniz?
________________________________________________________________
Bakırköy Kent Savunması, Mimarlar Odası başta olmak üzere 80’e yakın bileşenle siyasi parti, STK'lar, demokratik kitle örgütleri, derneklerin yer aldığı, uzun yıllardır bir mücadele yürüten ama asıl içinden geçtiğimiz günlerde AKP tarafından karalanmasına hız verilen Gezi Direnişi’nden sonra daha etkin hale gelen bir oluşum. BKS’nin esas olarak kentin, kentsel çevrenin ranta, yağmaya karşı korunmasını hedeflediği söylenebilir. 

 DOĞUM HASTANESİ VE BİZANS KALINTILARI
BKS, özellikle son yıllarda Bakırköy’de kentsel rant kaynaklı çok fazla saldırı olduğu için birçok çalışma, etkinlik yaptı. 2016’da Bakırköy Kadın, Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi’nin yıkılması ve yerine rezidans yapılması, hastanenin de kent merkezinin dışına taşınması gündemdeydi. Bununla ilgili toplantılara, Arkeologlar Derneği’nin temsilcisi olarak ben katılmıştım, çünkü hastane arazisinin altında Bizans döneminden kalma Vaftizci Yahya Kilisesi kalıntıları vardı.


Oradaki talep hastane binasının yenilenmesi ve hastane olarak hizmet vermeye devam etmesiydi, değil mi?
________________________________________________________________
Evet tabii. Öncelikle kamusal sağlık hizmetinin sürdürülmesini savunduk, her zaman da bu ilkeyi savunuyoruz. Ama hastane yıkıldı sonuçta. Orada bir eylem gerçekleştirdik, fakat yıkımına ve rezidans inşasına engel olamadık. Hiç olmazsa tarihi kalıntılar korunsun diye bir mücadele verdik. Arkeoloji Müzesi ile iletişime geçtik. Bu konuda da yetkililerden olumlu bir yanıt gelmedi. Koruma Kurulu’na yazı yazdık, “gerek yoktur” yanıtı aldık.

TARİHİ DEMİRCİLER ÇARŞISI KURTARILDI AMA İNSANSIZLAŞTIRILDI

Bu süreçte belediye nasıl bir tutum sergiledi? 
_________________________________________________________________
Belediyenin hastanenin yıkılması ve yerine rezidans yapılmasına karşı çıkan, halka da buna  yönelik bir çağrıda bulunan etkin bir tutumu söz konusu olmadı. 
Sonrasındaki gündemlerden biri tarihi Demirciler Çarşısı oldu. Bu çarşıdaki yapılar bir vakfa ait. Yıkılması ve yerine otopark yapılması gündeme geldi. Mimarlar Odası yaptığı girişimlerle çarşının 2. Derece tarihi eser olarak tescillenmesini sağladı. Bu sırada dükkanlar boşaltılmıştı ve çarşının, belediye tarafından korunmasına yönelik bir adım atılmadı. Sonrasında olması gereken belediyenin bir görevi olarak bir restorasyon çalışmasının başlatılmasıydı.
Ancak şu ana dek hiçbir şey yapılmamış durumda. Tarihi çarşı korunaksız bir şekilde öylece duruyor ve tabii giderek yıpranıyor. Bu çarşı, Osmanlı dönemine uzanan, Bakırköy’ün tarihi dokusu açısından çok önemli bir alan aslında. Dükkanların kapatılmasıyla birlikte, o alan bir insansızlaşma da yaşamış oldu. Sürekli deniyor ya, televizyon programlarında “insanı düşünen belediyecilik”. Oysa, bu insansızlaşmaya karşı öncelikle belediyenin bir mücadele yürütmesi, seçenekler yaratması gerekirdi. Mimarlar Odası, çarşının nasıl değerlendirilebileceğine dair, öğrencilere yönelik bir yarışma açtı. Çarşının bu hali ile onarılıp korunarak kentin günlük yaşamına kazandırılması için çalışmalarımız devam ediyor.

BAKIRKÖY’ÜN KÜLTÜREL DOKUSU

Bu süreçte, Bakırköy’ün tarihi kültürel dokusuna yönelik kültür turları da yaptınız. Bu dokudan biraz söz eder misiniz?
_________________________________________________________________
Evet. Bu turları örneğin, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ni, Dikilitaş’ı da içine alacak şekilde yaptık. Şu anda Dikilitaş’ın da bir tarihi eser olarak mevcut hali içler acısı. 
Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi arazisi içinde de çok önemli Bizans kalıntıları var. Örneğin Hipoje var, Bizans Dönemi’nden kalma yeraltı mezarı. Kazısı 1910’larda yapılmış ama şu anda toprağın altında çöplük halinde. M.S. 5., 6. yüzyıla tarihlenen bir yer.

Bu alanın da korunmasına yönelik olarak Bakırköy’de bugüne kadarki yerel yönetimlerin koruma kuruluna bir başvuruda bulunmuş olması gerekirdi. Bu hastanede bir dizi kültür katmanları mevcut. Hastane binası esas olarak Osmanlı Dönemi’nde 1914’de kışla olarak inşa edilmiş, cami, ahırlar vb. bölümler var. 1927 yılında kışla yapıları Dr. Mazhar Osman tarafından Akıl hastanesi’ne dönüştürülerek hizmete açılmış. Ancak, hastane binasını gezerken bu tarihi mirası ve bu mirasa dair hiçbir bilgi göremiyorsunuz. İç bahçede zaman zaman ortaya çıkan Bizans kalıntıları, sütunlar, sütun başlıkları var.

Bakırköy’de bu türden çok tarihi yapı var. İstanbul Caddesi üzerinde Mimar Kemaleddin’in eseri olan Elektrik İdaresi binası şu anda bakımsız bir halde. İncirli Caddesi üzerinde tarihi Resneli’nin konağı var, yıkılmak üzere...

BELEDİYELER TARİHİ DOKUYA SAHİP ÇIKMADI

Bakırköy, Bizans döneminde imparatorların saraylarının olduğu bir sayfiye yeri. Şu anda Bakırköy’de bu tarihi dokuya dair hiçbir şey görülemiyor. BKS bu yönde bilgilendirme toplantıları ve çeşitli etkinlikler gerçekleştiriyor. Oysa bu tarihi dokuya sahip çıkılması bugüne kadarki belediye yönetimlerinin asli görevleri arasında olmalıydı. Bir yerel yönetim, kentsel bir mekan olarak bir ilçenin tarihiyle ilgili hiçbir şey yapmamış ve yapmıyor.

ENDÜSTRİYEL KÜLTÜR MİRASI OLAN SÜMERBANK BİNASI YIKILDI

Aslında, bugünkü belediye yönetimini de içerecek şekilde, bugüne kadarki hiçbir belediye yönetiminin, bu tarihi dokunun korunarak, Bakırköy’ün daha güzel ve daha yaşanılası bir kentsel mekana dönüştürülmesi doğrultusunda hemen hemen hiçbir şey yapmamış olduğu açıkça görülüyor. Son dönemde, bu tür tarihi bir dokuyu içersin ya da içermesin, kentsel alanların ranta açılmasında bir yoğunlaşma söz konusu. BKS buna dair de bir mücadele yürüttü. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin imara açılmasına karşı yürütülen çalışma ciddi bir emek ürünü…  

Bilindiği gibi, inşaat sektörü neoliberal ekonomik politikalar bütününde ağırlıklı bir yere sahip. En kolay para kazanılan sektörlerden biri inşaat. Geçtiğimiz yıllarda, fabrikaların kent merkezinden çıkarılmasına ya da kapatılmasına gidildi. Bunların en simgesel olanlarından biri, Bakırköy Sümerbank fabrikası. Bugün Sümerbank yıkılmış ve yerine kocaman bloklar inşa edilmiş durumda. Aslında, Sümerbank da bir endüstriyel kültür mirası olarak korunması gereken bir yapıydı. Ayrıca bu yapı ile kamuculuğun toplumsal yaşamda bir yer tuttuğunu da görebiliyoruz… İnsanlar, işçiler orada evlenmişler, düğünlerini orada yapmışlar, içinde bir kreş var, çocuklarının doğum günlerini orada kutlamışlar hep birlikte… Yine içinde Bizans adliye binası var. Endüstriyel kültür mirası olarak korunması gereken bu yapı ve alanı bir inşaat şirketine verildi ve önüne de bir otel inşa edildi. 

Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne dönecek olursak, bu arazinin üzerinde daha fazla inşaat yapılabilmesi yönünde bir karar alınması, bu kararın kamuoyuna yansımasıyla birlikte BKS toplantılar, paneller düzenledi. İlk büyük toplantı geniş bir katılımla Altan Erbulak Sahnesi’nde oldu. Çünkü bu arazi kent içinde kalmış nadir yeşil alanlardan biri. Bakırköy dışındaki yurttaşlarımız da bu yeşil alana gelirler, yürüyüş yaparlar. Anıt ağaçlar var bahçesinde. Hastaların 1927’den itibaren ektiği ağaçlar var. Ve bu yeşil alan hastaların rehabilitasyonunda da kullanılmış. Bu arazinin imara açılması demek, bütün bunların yok edilmesi anlamına geliyordu. 2017’nin yaz aylarında, BKS olarak, hastanenin bahçesinde yine geniş katılımlı, birçok kurumun katımıyla bir basın açıklamasının gerçekleştirilmesine öncülük ettik. Bu etkinliğe milletvekillerimiz, siyasi parti temsilcileri ve binlerce kişi katıldı. Bu konuda Mimarlar Odası öncülüğünde BKS, Şehir Plancıları Odası, Tabipler Odası, Sağlık Emekçileri Sendikası birlikte mücadele etti. Mimarlar Odası Şehir Plancıları Odası ile birlikte arazinin imar planı değişikliğine karşı dava açtı. Dava süreci devam ediyor.

‘ŞEHİR HASTANESİ GERÇEĞİNİ ANLATTIK’

Bu çalışmanın hazırlık sürecinde hepimiz çok emek verdik gerçekten. Broşürler, pankartlar hazırladık. Yüzlerce kişi ve kuruluşla iletişime geçip basın açıklamasını gerçekleştirdik. “Hastane arazisinin ranta açılmasını istemiyoruz” başlıklı bir imza kampanyası düzenledik. Temmuz-Ağustos aylarında Özgürlük Meydanı’nda stand açtık, semt pazarlarını dolaştık. İki ayda otuz bin imza topladık. Ve bu imzaları yine bir basın açıklamasıyla bakanlığa teslim ettik.

Hastanenin imara açılması rezidans, otel vb yapılmasını kapsayan bir plandı. Belirli bir yere kadar plan değişikliği başarılabildi. Binaların eskimiş olması nedeniyle yenilenmeleri gerekiyor. Bu yenilemenin yeşil alanlara zarar vermeden yapılmasını da kabul ettirdik. Ayrıca oraya bir şehir hastanesi yapılması da planlanıyordu. BKS bu süreçte şehir hastanesi gerçeğini anlatan bir çalışma da yürüttü. Halkımıza şehir hastanelerine neden karşı çıkmak gerektiğini anlattık.

‘SAHİL ŞERİDİNDE SADECE BARUTHANE KURTARILABİLDİ’
Bu arada sahil şeridindeki yapılaşmaya dair de bir parantez açmakta yarar var. Hastaneyle ilgili olarak engelleme açısından başarılı olduk ama sahil şeridindeki yapılaşmaya engel olamadık. Mimarlar Odası bu yapılaşmayla ilgili olarak da dava açmıştı. Sahil şeridinde ise sadece Baruthane kurtarılabildi. Sahil şeridindeki yapılaşma konusunda da belediye yanlış bir tutum aldı. Galleria’nın sahil kısmındaki DATİ olarak bilinen proje için 200 bin metrekarelik deniz dolgusu ile ilgili olarak belediye sahte bir “referandum” düzenledi! Bakırköy dışından insanlar getirildi. Baruthane’nin kurtarılması da tamamen Ataköy sakinlerinin, halkın çabalarıyla gerçekleşti aslında. Belediye buna dair de etkili bir karşı koyuş örgütlemedi ve halkı bu tür bir mücadeleye davet etmedi. 


'BELEDİYE YÖNETİMİ BİZE DESTEK OLMADI'
Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin imara açılmasına karşı çıkılan süreçte, bütün bu imza toplama ve diğer çalışmaları yaparken, Bakırköy Belediyesi'nin bu çalışmaya hiçbir desteği, dayanışması söz konusu olmadı. Belediye yönetimi imza bile vermedi. Standa gelip destek dahi olmadı.

Şu noktanın altını çizmek istiyorum: Biz kent savunması olarak çağrı yaptığımız için, binlerce insan bu sayede geldi o eyleme. BKS çağırdığı için insanlar geldiler ve eylemi ele geçirmeye çalışan bir belediye yönetimi olduğunda da insanlar buna tepki duyarak, alanı terk ettiler. Belediye yönetiminin, bu türden bir organizasyonu yapmak, hastane arazisinin imara açılmasını halka mal etmek gibi bir düşüncesi zaten yoktu bütün bu süreçte.

‘KERİMOĞLU’NUN TUTUMU EMEK HIRSIZLIĞI, KINANMALI’
Şimdi, bugünlerde ise, 2019 yılında yapılması planlanan yerel seçimlere birkaç ay kala, bizim mücadelemiz bir seçim malzemesine dönüştürülmüş bulunuyor ve buna şiddetle itiraz etmek gerekiyor. Bakırköy Belediye Başkanı televizyon programlarına çıkıyor ve o zaman yaptığı gibi bugün de “hastane arazisi için ben mücadele ettim, ben başardım” şeklinde açıklamalar yapıyor. Bunun protesto edilmesi, kınanması gereken bir emek hırsızlığı olduğunu, Bakırköy Kent Savunması olarak, halkımıza, kamuoyuna ifade etmek durumundayız.

‘KENTSEL MEKANLARA İLİŞKİN KARARLARIN İNŞAAT ŞİRKETLERİYLE ALINMASINA KARŞI MÜCADELEYE DEVAM’

Son olarak, Bakırköy Kent Savunması olarak, önümüzdeki sürece, Bakırköy’e dair eklemek istedikleriniz?
_________________________________________________________________
Son yıllarda sürdürdüğümüz kent mücadelemizde, kamusal hastaneler konusunda, yeşil alanların korunması, sahil şeridinin yapılaşmaya açılmaması gibi pek çok mücadelede Bakırköy Belediye Başkanı ve Belediye yönetimi bu mücadelelerin hiçbir yerinde yer almadı. Şimdi ise yalan beyanlarla emek hırsızlığı yapıyorlar.

Yerel yönetimler halkımız tarafından seçilmiş yöneticilerin kendilerini tatmin etmek amacıyla istismar edeceği bir alan olamaz, olmamalı. Bu, sadece bugünkü değil, bundan sonra seçilmesi söz konusu olacak yerel yönetimler için de geçerli olmalı. Ve bu halkımız tarafından denetlenmeli. Biz Bakırköy Kent Savunması olarak, önümüzdeki süreçte, kamuya yani halkın kullanımına ait kentsel alanlara ilişkin kararların, halk yok sayılarak kapalı kapılar arkasında, inşaat şirketleri, müteahhitler ile birlikte alınmasına karşı olan mücadelemizi sürdüreceğiz. Halkımızı bu mücadeleye, dün olduğu gibi, yarın da sahip çıkmaya davet ediyoruz.

SOL