25 Aralık 2018 Salı

ABD, Irak-Suriye hattını bırakmaz - EROL MANİSALI

Trump’ın “60 gün içinde Suriye’den çıkacağız” açıklaması ABD’nin 70 yıldır bu coğrafyadaki fiilen ve silah zoru ile uyguladığı politikaya tamamen ters düşüyor. 
Üstelik: 
-Tam da İsrail - S. Arabistan - Mısır üçgenini en sonunda kurmuş ve ABD çıkarlarının emrinde uygulamaya başlamış iken 
-Rusya’nın Suriye ile 49 yıllık üsler anlaşmasına karşı, fiilen ABD askerini ve her türlü ağır donanımını Irak ve Suriye’nin (yüzde 25’lik) bir bölgesine, PKK ve YPG ile birlikte yerleştirerek son 50 yıldır yürütmekte olduğu Kürdistan projesinin iki temel ayağını AB desteğini de alarak oluşturmuş iken 
-S. Arabistan başta Körfez ülkelerine olağanüstü silah satışları ile ABD çıkarlarına bir düzen kurmuş iken 
-Ankara’yı Müslüman Kardeşler maşası ile Suriye bataklığının içine sokup, Şam ile düşman durumuna getirmiş iken 
-Doğu Akdeniz ve Kıbrıs çevresinde Türkiye’ye karşı İsrail-Mısır-Yunanistan-Kıbrıs Rum işbirliğini, Amerikan şirketlerini de işin içine sokarak Rusya, Türkiye ve İran’ı sıkıştırma olanağını elde etmiş iken
-Bu anlamda Çin ve ŞİÖ’nün batı kanadını, kendi askeri varlığı ve yerel uzantıları ile kontrol eder iken 
-Emrindeki İncirlik Üssü’nden Suriye ve Irak dahil, bölgedeki her türlü askeri operasyonlarını rahatlıkla yürütür iken 
-Suriye ve Irak bölgesindeki uzantılarının her türlü silah sevkıyatını rahatlıkla, “ben yaptım oldu” dercesine yürütüp amaçlarına ulaşırken, “Trump’ın 60 gün içinde Suriye’den çekileceğini açıklaması” bugüne kadar verdiği sözlerle uyguladığı “oyalama taktiğini”, tekrardan başka bir şey değildir. 


Oyalanacak olan da Ankara’dır. Nitekim Ankara 3 gün önce “geldik, geliyoruz diye gün saydırdığı müdahale açıklamalarını”, erteliyoruz diye değiştirdi. Taktik amacına ulaşmıştır. 

Üstelik 60 gün sonraki seçime kadar, iktidarın elini rahatlatarak, Rusya ve Suriye konusunda almayı düşündüğü ödünlerin önünü açmıştır. Ankara, Moskova, Tahran üçgenindeki Suriye işbirliği oluşumunu, zayıflatmayı planlamıştır.

Ankara-Şam yakınlaşması, en büyük tehdit 
ABD için en büyük korku, Ankara-Şam yakınlaşmasıdır. Müslüman Kardeşler örgütü aracılığı ile bozduğu Ankara-Şam işbirliği geri dönerse, Suriye’nin bütünlüğü için Ankara-Tahran-Moskova-Şam dörtlüsü ortaya çıkar.
 
İşte o zaman ABD ve İsrail’in büyük Kürdistan projesi başta olmak üzere, bütün BOP hesapları altüst olur. Ankara-Şam yakınlaşması yeniden oluşur ise işler 180 derece tersine döner. Kazananların başında da Türkiye ve Suriye yer alır. 

Ancak ABD’yi rahatlatan en önemli faktör, Ankara yönetiminin anlaşılmaz bir biçimde, hâlâ Şam (ve Esad) karşıtlığının sürmesidir. Trump’ın, “60 gün içinde Suriye’den çekileceğiz” taktik oyalaması da muhtemelen anlaşılmaz “Şam karşıtlığından” kaynaklanmaktadır.
 
PKK ve YPG’nin “çekilme açıklaması” sonrası moralinin bozulmaması için Paris hemen devreye girmiş ve merak etmeyin, biz Suriye’de arkanızdayız demiştir. İsrail de, “Trump bizi zaten bilgilendirdi” diyerek işin stratejik değil, taktik olduğunu adeta itiraf etmiştir. 
ABD ancak, “İncirlik’ten de çekiliyorum” derse, o zaman, acaba gerçekten çekilmeyi mi kastediyor diye düşünmeye başlarım. Kenan Evren de, ABD’li general bana söz vermişti, demiş ve Yunanistan’dan okkalı bir kazık yemiştik.
 
Çözüm mü istiyorsunuz: Ankara Şam ile eski günlere dönmeden hiçbir şey çözülemez: o zaman Trump ve Putin’in oyuncağı olmaktan kurtuluruz: sözlerin ve taktik oyunların kurbanı olmayız, hâlâ anlayamadık mı? 

Büyük Atatürk daha o günlerde bile, bunu başarıyla uygulayarak sonuca ulaşmıştı. 

Bırakın tarihi, kendimizden ders alalım bari...

Erol Manisalı / CUMHURİYET

Suriye'ye asker gönderirken Akdeniz'den kuşatılıyoruz!.. - Ahmet TAKAN

Baştan dikkatinizi çekeyim;
Uzun bir yazı olacak. Ancak, her satırını usanmadan, sıkılmadan dikkatlice okumanızı öneririm. Bu satırlarda, ABD, "Suriye'den asker çekiyoruz" derken Akdeniz'den nasıl kuşatıldığımızı anlayacaksınız. İsrail ile dümenden yapılan söz düellosunun perde arkasını göreceksiniz. Kısacası nasıl bir tezgâha düşürüldüğümüzü!..

Türkiye'deki hayt huytlardan belki de farkına varamamışsınızdır. Yunanistan, İsrail ve Güney Kıbrıs Rum yönetimi liderleri İsrail'de düzenledikleri zirvede, Akdeniz'deki petrol arama ardından da taşıma faaliyetlerinin "güvenliğinin sağlanması" için ortak askerî güç oluşturmaya karar verdiler. Bu zirveye, İsrail'deki ABD Büyükelçisi David Friedman da katıldı. Ortak askerî güce ABD'nin de davet edildiği bilgisi medyaya düştü. ABD'nin son dönemde Rumlarla Güney Kıbrıs'da bir askerî üs için pazarlık masasına oturduğunu da hatırlayın!..

ABD'nin Suriye'den asker çekmesi ve sanki sahayı "kahraman" R. Erdoğan'ın direktifleriyle Türkiye'ye bırakıyormuş gibi yapması size çok şirin geliyor olabilir. Hedef ülkenin Türkiye olduğunu anlatabilmek için daha ne yapalım?..
Yunanistan Savunma Bakanı Kammenos, 19 Aralık'ta, Meis Adası'nda basına yaptığı açıklamada, "önümüzdeki aylarda Meis Adası'nın Münhasır Ekonomik Bölgesi ilan edilecektir" dedi. "Bunda ne var" mı?.. O zaman, Millî Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri emekli Kurmay Albay Ümit Yalım'ın YENİÇAĞ'a yaptığı özel değerlendirmeyi hafızalarınıza kazıyın;

"Yunanistan, Meis Adası'nda Münhasır Ekonomik Bölge ilan etmek için hazırlık yaparken Türkiye, Kıta Sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) gibi deniz yetki alanlarını belirleme konusunda geç kalıyor. Üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye'nin Kıta Sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge ilan etme hakkı var. Bu kapsamda Türkiye, 1986'da Karadeniz'de 200 millik Münhasır Ekonomik Bölge ilan etti. 2011'de Doğu Akdeniz'de KKTC ile Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması imzalayan Türkiye bugüne kadar Ege Denizi ve Doğu Akdeniz'de Kıta Sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge ilan etmedi. 1982 Türk Karasuları Kanunu'na göre Ege Denizi'ndeki karasularımız 6 mil, Karadeniz ve Akdeniz'deki karasularımız ise 12 mildir.

Türkiye'nin Ege Denizi ve Doğu Akdeniz'de Kıta Sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölgesini ilan etmemesinden istifade eden Avrupa Birliği sürekli olarak Kıta Sahanlığı haritaları yayınlıyor. AB, tüm resmî dokümanlarında Türk Kıta Sahanlığını kısıtlı olarak yayınlamaya devam ediyor. AB'nin yayınladığı haritalarda Türkiye, Ege ve Akdeniz'deki Anadolu kıyılarında dar bir alana hapsediliyor. AB Kıta Sahanlığı haritalarındaki sınırları esas alan Yunanistan da sürekli olarak Doğu Akdeniz'deki Kıta Sahanlığı sınırlarını gösteren haritaları yayınlıyor. Yunanistan, Doğu Akdeniz'deki Kıta Sahanlığını belirlerken ana kıtası ile Girit, Kerpe, Rodos ve Meis adalarından geçirdiği hattın güneyini esas alıyor. Yunanistan'ın yayınladığı haritalarda da Türkiye, Akdeniz'deki kıyı şeridinde dar bir alana hapsediliyor.

Türkiye'nin geç kalmasından istifade eden Güney Kıbrıs Rum Yönetimi de 2003'te Mısır, 2007'de Lübnan ve 2010'da İsrail ile Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşması imzaladı. GKRY'de Meis Adası'nı gerekçe göstererek Türk Kıta Sahanlığını yok sayıyor ve ihlal ediyor.

Dışişleri uyuyor mu?
 Doğu Akdeniz'de bu gelişmeler olurken Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile 21 Eylül 2011'de Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması imzaladı. Anlaşmanın koordinatları hakkında bilgi verilmedi. Anlaşma olumlu bir gelişme olmakla birlikte eksik kalmıştır. Anlaşmaya MEB Sınırlandırma Anlaşması da ilave edilmelidir
Türk Dışişleri Bakanlığı tarafından 4 Ekim 2018 günü yapılan basın açıklamasında, 2 Mart 2004 ve 12 Mart 2013 tarihli notalarla Birleşmiş Milletler'e Kıta Sahanlığımızın dış sınırlarının bildirildiği ifade edilmiştir.

Ancak, BM'ye verilen 2 Mart 2004 tarihli notada sadece Doğu Akdeniz'deki Türk Kıta Sahanlığı doğu sınırının 32° 16' 18'' D boylamından geçtiği vurgulanmış, Doğu Akdeniz'deki Türk Kıta Sahanlığı batı ve güney sınırının nereden geçtiği deklare edilmemiştir.

BM'ye verilen 12 Mart 2013 tarihli notada da sadece Doğu Akdeniz'deki Türk Kıta Sahanlığı doğu sınırının 32° 16' 18'' D boylamından geçtiği vurgulanmış, Doğu Akdeniz'deki Türk Kıta Sahanlığı batı ve güney sınırının nereden geçtiği deklare edilmemiştir.

Çünkü Türk Kıta Sahanlığının batı sınırı içinde, Girit Adası güneyinde ve Yunan işgali altında olan 3 Türk adası var. Anılan adalar, Gavdos, Gaidhouronisi ve Koufonisi adaları olup 2004'den beri Yunan işgali altındadır.

Doğu Akdeniz Türk Kıta Sahanlığı
30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması Md. 4, 5 ve 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması Md. 12'ye göre Yunanistan'a Girit Adası'nın sadece dörtte biri verilmiş, Girit Adası'nın etrafındaki 14 ada ile adacık ve kayalıklar Türk egemenliğinde kalmıştır. Lozan Antlaşması'ndan sonraki süreçte Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ, Girit Adası üzerindeki haklarından fiili olarak feragat etmiş ve böylece Girit Adası'nın dörtte üçü aslına rücu ederek Türk toprağı olmuştur. Anılan Antlaşmalar ve BM Deniz Hukuku Sözleşmesi Md.76 ve Md. 121'e göre Doğu Akdeniz'de, Türk Kıta Sahanlığının batı sınırı 345' 00'' K enlemi ve 023° 20' 00'' D boylamından, doğu sınırı ise 340' 00'' K enlemi ve 032° 16' 18'' D boylamından geçmektedir.. Doğu Akdeniz'deki Türk Kıta Sahanlığı yaklaşık olarak 238.814kmdir. (234.814kmkaba ölçüm + 4.000kmince ölçüm ilavesi =238.814km)


Yunanistan, Türk Kıta Sahanlığını Satışa Çıkardı
İyon Denizi'nde ve Girit Adası bölgesinde bulunan hidrokarbon sahalarının araştırılması ve işletilmesi için ihale açan Yunanistan başlangıçta ihaleyi Girit Adası'nın batısı ile sınırlandırdı. Çünkü Yunanistan da Girit Adası güneyindeki sahanın Türk Kıta Sahanlığı olduğunu biliyor. Yunanistan, Türkiye'den tepki gelmemesi üzerine Girit Adası güneyindeki toplam 42.000 km2likTürk Kıta Sahanlığını, 2014 yılında parselleyerek satışa çıkardı.

İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Doğu Akdeniz'deki İsrail Doğalgazını Avrupa'ya ulaştırma konusunda anlaşmaya vardı. EastMed-Doğu Akdeniz Doğalgaz Boru hattının beş yılda inşa edilmesi bekleniyor. Ancak anılan boru hattı Türk Kıta Sahanlığını ihlal ediyor.

Türkiye ne yapmalı?
* Türkiye, Doğu Akdeniz'de, batı sınırı 33° 45' 00'' K enlemi ve  023° 20' 00'' D boylamından, doğu sınırı ise 33° 40' 00'' K enlemi ve  032° 16' 18'' D boylamından geçen 238.814km2 lik Türk Kıta Sahanlığı (234.814kmkaba ölçüm + 4.000kmince ölçüm ilavesi =238.814km2 ) ve Münhasır Ekonomik Bölgesini derhal ilan ve deklare etmelidir.

* Libya ile Münhasır Ekonomik Bölge Sınırlandırma Anlaşması yapmalıdır.

* Kıbrıs Adası'nın batısında işgal edilen Türk Kıta Sahanlığına ve Girit Adası güneyinde Türk Kıta Sahanlığındaki bölgeye Sismik Araştırma Gemisi göndererek petrol ve doğal gaz arama çalışması yapmalıdır.

* EastMed-Doğu Akdeniz Doğalgaz Boru Hattının Türk Kıta Sahanlığından geçirilmesine engel olmalıdır."

Onca patırtı kütürtü arasında gerçekleri görmeniz ve de uyanmanız dileklerimle...


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

23 Aralık 2018 Pazar

Hacettepe Çıkmazı - TOLGA BİNBAY

Aslında tam olarak bir çıkmaz da sayılmazdı. Hacettepe’den Hamamönü’ne çıkılan bir sokaktı. Biraz yan yatmış ama yıkılmamak, ayakta durmak için birbirine yaslanmış eski binaların arasından kıvrılır ve sonunda dar bir geçitle ana caddeye açılırdı. Korna seslerinin tüm hayatı bastırdığı iki cadde arasında uzanırdı. Talatpaşa’yı Dumlupınar’a bağlardı. Ya da Dumlupınar’ı Talatpaşa’ya. Bir nevi, tarihi bir kısa geçitti yani.

Adı Sarıkadın Sokağı’ydı. Nam-ı diğer öğrenci sokağı. Ekmek arası patates kızartması yediğimiz bir sokak. Öğrenciyiz tabii ki ve yurtta kalıyoruz. Hacettepe Merkez Kampüsü yurtlarında.

Üç blok var: A, B ve C. Tıp Fakültesi için C blok ayrılmış. Herkesin ders çalıştığı bir blok yani. Çalışma salonlarında bazı kişilerin sabit yerleri var. Masanın, sandalyenin üstünde isimleri yazıyor, başkası oturamıyor. Çünkü molalar dışında hep salondalar. Bir nevi orada yaşıyorlar. Tıp için.

Ben ve benim gibiler ise pek hazzetmiyor bu gömülme halinden. Ders, bilim falan sevmediğimizden değil ama ders merkezli bir hayata mesafeliyiz. Bir yandan tıp okuyup bir yandan da hayatı kaçırmama derdindeyiz. Daha doğrusu doludizgin yaşayıp aradan tıbbı da çıkarma telaşındayız. Ama yapacak bir şey yok, tüm her şeyin arasında tıp da bazen kaçabiliyor.

Çalışma salonlarına nadiren uğruyoruz. Ama vaktimizi öğrenci sokağının bir kısmını dolduran kafelerde king oynayarak da geçirmiyoruz. Başka bir kafa var bizlerde. Hatta birbirimizi bile bilmeden o başka kafalarda yaşıyoruz. O kafeler ise başka türde bir çalışma salonu. Sigara, avarelik ve lagara lugara! Bize sorarsanız hepsi aynı yere çıkıyor: Düzene uygun kafalara!

C bloktakilerin önemli bir kısmı tıp çalışma salonlarından B bloktakilerin önemli bir kısmı ise king çalışma salonlarından mezun oldu. Tabii ki C bloktan bazı öğrenciler de vardı king ming masalarında. Onlar da kâğıt oyunları kralı olarak diplomalarını aldılar. Bir nevi yan dal uzmanlığı yani.

Zorlu bir kampüstü Hacettepe. Yokuşun tepesinde kurulu. Öyle ODTÜ gibi yeşillikler içinde falan değildi. Zaten adı üstünde, tepe üstüne kurulmuş. Sürekli tırmandığınız bir okul. Derse yetişmek için tırman, otobüse binmek için tırman, gitmek için tırman, dönmek için tırman. Tırman da tırman!

Sıhhiye’deki merkez kampüse ulaşmaya çalıştığım ilk günü halen hatırlarım. Hatta bir tek zihnimle değil tüm bedenimle, sancıyla hatırlarım! Ankara sıcağında, elimdeki bavulun her adımda daha da ağırlaştığı, o tepeden şu tepeye sürekli tırmandığım bir yolculuk gibiydi Hacettepe’ye gitmek. Altı üstü kayıt olmaya gelmiştik ama işte o kapıdan şu kapıya derken en sonunda kendimizi Beytepe kampüsünde bulmuştuk.

Körüklü otobüsün bile söylene söylene, homurdana homurdana gittiği ve arada da hani neredeyse soluklanmak için durup tısladığı bir saatlik bir yol vardı aynı üniversitenin iki kampüsü arasında. Evet, iki kampüsü vardı üniversitenin. Birbirinden kopuk iki ayrı dünya.

Ve zorlu bir okuldu Hacettepe. Dereli, tepeli ve bir ayrı kafalı. İçinden çıkanlarda bıraktığı izleri (hani siz ne kadar kaçmış olsanız da)  mezun olup bambaşka iklimlere gelince anladım. Bir elbise gibiydi üstümdeki Hacettepe kimliği. Kaçsam da yapışan; hiç fark ettirmeden işleyen.

Tıp ile “tıp” üzerinden mesafeliydik belki ama siyaset üzerinden tıbbın tam da içindeydik. Toplumsal tıpla ilgili sürekli kafa yorduğumuzu hatırlıyorum: Ivan Illich’in kitabı (Sağlığın Gaspı), kütüphanedeki “Soviet Socialized Medicine” kitabı, Alma-ata Bildirgesi, Herkes İçin Sağlık hedefi, Dünya Sağlık Örgütü’nün dönüşümü ve sağlığın temel belirleyeni, yani toplumsal eşitsizlikler. Müfredatta olmayan yüzlerce başlık arasında arıyorduk: Kendi müfredatımızı.

Öyle günlerdi. Ve tüm bu hengâmenin arasında okul kulüpleri çölde vaha, denizde ada gibiydi bizler için.

Kulüplere çevre edinmek, sevgili edinmek, vakit geçirmek ve de kendimizi denemek için değil, bir araya gelmek için gidiyorduk. Neredeyse her hafta ayrı bir öğrenci etkinliğinin olduğu günlerdi, o günler. Koşa koşa giderdik söyleşilere, sunumlara ve de konferanslara.

Şükrü Erbaş’ı hatırlıyorum mesela bir etkinlikte. Sanırım Kitap Kulübü davet etmişti. Etkinlik mekânı Tıp Fakültesi’nin meşhur M salonu olmasa bile R salonuydu sanırım. S de olabilir, emin değilim artık.

Tıklım tıklım doluydu içerisi ve şair, hemen az ilerideki genelevlerde çalışan kadınlara götürdüğü gelinliği anlatmıştı o gün bizlere. O zamanlar cinsiyet meselelerine duyarlı değildik. Şimdi düşünüyorum da bugün anlatsa şair, kesin birileri çıkıp laf ederdi, “kadınlara bula bula gelinliği reva görmek erkek egemen düşüncesinin bir tezahürüdür sayın bay şair” diye.

Acemilik işte. Olmamışlık belki de. Biz zaten uzaktık bunlara. Cahili olduğumuz için değil lügatimizde olmadığı için. Ama zaman değiştiriyor insanı. Yine de bazı şeyler değişmiyor. Mesela kalabalık bir etkinlikte Ahmet Altan’ın göklere çıkarılıp Nâzım Hikmet’in hani neredeyse faşist ilan edildiğini de bilirim. Hem de tek bir kriterle: “Ama işte o hiç değinmemiş şiirlerinde bizlere” diye.

Sonra Mesut Odman’ı hatırlıyorum. Yine R Salonu’nda. Kamudan yeni ayrılmıştı sanırım. Gazete yazıları kaleme alıyor ve elinde beyaz kartlarla konuşuyordu. Kartlar sarı da olabilir, tam hatırlamıyorum ama okuma notları almak diye disiplinli bir uğraş olduğunu o zaman öğrenmiştim. Ve ben de notlar almaya karar vermiştim. Ha, hayata geçirdim mi, o ayrı! Ama halen hatırlarım elindeki kartları tek tek çevirişini ve konuşurken notlarına göz atışını.

Sonra Özgür Şen. R değilse S salonu. Oradayız, hep beraber. O zaman tabii ki genciz (Tamam, şimdi “yaşlı” da sayılmayız ama bayağı bir genciz işte). Konumuz “demokrasi” meselesi. O zaman da şimdi olduğu gibi herkes “demokrasi” istiyor. Daha doğrusu herkes bir an önce bir şeylerden kurtulmak istiyor ama ne yapmak gerektiğini de pek takmıyor! Bulutsuzluk Özlemi’nin “Acil Demokrasi” şarkısı da o dönemde halen popüler. Ve ilk o konuşmada anlıyorum aslında Acil Demokrasi’nin bir siyasi program olduğunu ve hem şarkı olarak hem de işaret ettiği siyasi hat olarak kafama pek yatmadığını.

Madem rock’a kaydı Hacettepe Çıkmazı, tabii ki unutulmamalı: bir de Dr. Skull vardı. Unutulur mu!

O zamanlar daha “kongre turizmi” icat olmamış. Üniversitenin tüm salonlarında bir tür “kamusal kullanım hakkı” var. Kampüs’teki konserler, kongreler ve söyleşiler ücretsiz. Bir öğrenci için bulunmaz nimet yani. M Salonu’nda Dr. Skull çıkmıştı sahneye. Kimsenin rock dinlemediği günlerde, Türkçe sözlü rock ile. Ama… 
Ama ayrı bir toplama seslenirdi bu konserler. Siyaseti tehlikeli bulan, hatta “bilimsel ve mesleki gelişim” için gereksiz bulan bir geniş toplamdı bu. İnsanlığa faydalı olmak fikrinin altını oyan bir uzak durma hali vardı işte Dr. Skull ve onun temsil ettiği geniş düzlükte. O arkadaşlarımızın arasında da yalnızlık çekerdik.
Şairlerin, düşünürlerin ve siyasal tıbbın peşinden koşan bizim gibilerden ya uzak dururlar ya da bizlerle hiç konuşmazlardı. Çok ayrı dünyaların insanlarıydık. Ne yazık ki! Ama hepsi, yani çoğunluğu “laik ve özgür bir cumhuriyetten” yanaydı. Hani elini taşın altına çok da koymadan.

Aradan geçen şu 20 yıl ise tıpkı Hacettepe’nin o çıkmaz sokağı gibiydi. O geniş toplamın siyasetle olan mesafesi yine o geniş toplamın kıymet verdiği her şeyin eriyip gitmesine neden oldu.

Sokak ise yıllar içinde çok değişti. Gerçi halen dar bir geçit ile bağlanıyor Talatpaşa’ya ama evler bir güzel elden geçti. Daha dün yapılmış gibiler artık.

Halen etkinlikler yapılıyor mu bilemiyorum. Sanırım yapılıyor. Ahmet Telli ise bizim zamanımızda ne M Salonu’na geldi, ne R Salonu’na ne de fakültenin mavi, beyaz, kırmızı turuncu amfilerine. Sanki O’nu hep başka yerlerde dinledik. Üniversitede değil.
Ama gelseydi, onun gibi uzaklara bakar ve dizelerini mırıldanırdık, mutlaka:
...
büyük aşklar yolculuklarla başlar 
ve serüvenciler düşer bu yollara ancak 

Tolga Binbay / SOL

Dünya büyük bir akıldışılığa sürükleniyor! - Erhan Nalçacı

New York metrosu Ankara metrosundan neredeyse yüz yıl önce, 1904’te açılmış. İleride tarihçiler ülkeleri birbirleriyle karşılaştırmak için kent metrolarının kuruluşunu dikkate alacaklar sanırım.

Ancak günde 6 milyondan fazla insan taşıyan New York metrosunun her yerinden döküldüğü söyleniyor. Hâlâ bilgisayarlı sisteme geçilemeyen sistemde, haftada 70 binden fazla gecikme yaşanıyor. Çöplerin ve farelerin işgal ettiği metronun yenilenmesi için 40 milyar dolara yakın bir yatırım gerektiği bildiriliyor. Buna karşılık ABD’de kamusal kaynakların kısıtlılığı buna izin verecek gibi gözükmüyor. Elektrik şebekelerinden su dağıtım sistemlerine kadar birçok noktada toplumsal yaşamın niteliği azalıyor. Aylarca söndürülemeyen yangınlarda kamusal kaynakların kısıtlanmasının etkisinden bahsediliyor.
Bu yazının yayınlandığı cumartesi günü haberlere göz attığınızda, ABD hükümetinin kapandığını okuyabilirsiniz. Eğer 21 Aralık Cuma günü Trump’ın Meksika sınırına örmeyi planlandığı duvar için 5 milyar dolarlık ek bütçe Kongre’de onaylanmazsa ABD hükümeti kapanacak. Bu güvenlik ve sağlık gibi bazı sektörlerin dışında tüm kamusal hizmetlerin durması anlamına geliyor.
İnsana sanki gerçeküstü bir hikâye gibi geliyor ama bu ilk değil ABD’de, en son 2013’te Obama döneminde 16 gün hükümet kapalı kalmıştı. Şimdi niye kapanıyor? 
Bütün ABD-Meksika sınırına duvar örülmediği için!
Yaşananların insanlık dışı bir sosyopatlık göstermesi bununla sınırlı değil, orman yangınını söndüremeyen, metroyu çalıştıramayan, fareleri kentlerden uzaklaştıramayan ABD, 2019 için rekor bir silahlanma bütçesi açıkladı. Trump başkanlığa geldiğinden beri askeri harcamalar sürekli olarak arttı ve önümüzdeki yıl için 725 milyar dolar civarında ve tüm dünyadaki devletlerin askeri harcamalarını alt alta toplasanız, ancak bu kadar edecek bir askeri bütçe söz konusu.

Bütçenin kalemleri de biliniyor, nükleer silahlar yenileniyor, nükleer cephanelik büyüyor, uzay savaşı teknikleri geliştiriliyor, siber savaş için olanaklar artırılıyor vb..

Ve ABD ilan ettiğini yaptı, Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması’ndan kısa bir süre önce çekildi. Bu pratik olarak şu anlama geliyor, ABD başta Avrupa olmak üzere müttefik topraklarına yaygın olarak nükleer başlık taşıyan füze rampaları yerleştirecek.

Rusya bunun açık bir savaş hazırlığı olduğunu söyledi.
Emperyalizm devletleri ile bir bütün, ABD olmasaydı da başka bir devlet hiyerarşinin tepesinde olsaydı, durum değişmeyecekti, bir mantıksızlık denizinde görülmemiş bir emekçi halk düşmanlığı.

Bir sona doğru geliniyor.

Bu koşullarda gözleri Suriye’den çok ABD’nin Ukrayna aracılığı ile gerçekleştirdiği Kerç Boğazı kışkırtmasına çevirmekte yarar var. Sonuçta ABD Rusya’yı kuşatmak için gerekli odaklanmayı Suriye yüzünden sağlayamıyordu.

Ukrayna; ABD ve İngiliz askerleri tarafından eğitilen kuvvetlerini Kırım sınırına yığmış durumda ve önümüzdeki haftalar içinde kışkırtmanın yeni bir boyuta taşınması bekleniyor.

Tam bu esnada; ABD Suriye’den birliklerini çekme kararı alıyor, Türkiye operasyonu erteliyor, Türkiye 3,5 milyar dolarlık Patriot füzesi ısmarlıyor, ABD’li yetkililer öylesineymiş gibi Montrö Boğazlar Anlaşmasına değinip geçiyorlar, doğru veya yanlış S-400’lerin ABD’nin incelemesine izin verileceği sızdırılıyor.
Gerçi bir yandan Rusya ile ticaret anlaşmaları imzalanıyor, Astana süreci devam ediyor, ama bir yandan Türkiye ile Rusya arasına Kırım anlaşmazlığı gelip yerleşiyor. Türkiye Kırım’ın Rusya’ya bağlı olduğunu kabul etmiyor ve Rusya’nın gayrimeşru ilan ettiği Kırım Tatar Meclisi ile ilişkisini sürdürmeye devam ediyor.

Belli ki 2019 çok önemli gelişmelere gebe!

Buna karşılık emekçi sınıflar bütün ama bütün istem listelerinin en başına emperyalizmden kurtulmayı koymalılar. Çünkü böylesine bir akıldışılık ve çürüme içinde eşitlik ve özgürlük mücadelesi için büyük olanaklar doğuyor.

Erhan Nalçacı / SOL

Cumhuriyette hortlaklar dönemi - ÖZDEMİR İNCE

Karl MarxII. Napoleon’la dalga geçmek için, “Çeyrek porsiyon Napoleon” der. İşin içinde, kuşkusuz, özenme, özenti, taklit var. Demek ki yeğen Napoleon, fil olmaya kalkışan kurbağa gibi amcasına öykünmeye çalışmış ve işi berbat etmiş. Zaten etti! 
Yetenekli biri olumlu bir örneğe özenip başarılı olduğu zaman, taklit ettiği söylenemez, izinden gittiği söylenir. Bu örnek çok enderdir. Yeteneksizler ve deliler hep kötü örneklere özenir: HitlerMussoliniFranco gibilere.

***
Şimdilerde ortalıkta bir Abdülhamid Han hayaleti dolaşıyor. “Hayalet”in sevimli bir yanı var. Aslında “Abdülhamid Han’ın hortlağı” demek gerekir. Hortlak, yani mezarından çıkarak insanları korkuttuğuna inanılan ölü, korkunç bir yaratık. Moda sözcükle “zombi”. Millet “zombi”yi “aptal, bön, budala” yerine kullanıyormuş, ama yanlış. Zombi düpedüz hortlak anlamına gelir.
 
Uzun lafın kısası: AKP’nin şanlı “devr-i felâket”ine meftun bit pazarı düşkünleri  “Han” dedikleri II. Abdülhamid hülyalarına dalıyor. Dalsınlar bakalım: Sonunda, somut olarak karşılarında Abdülhamid’in hortlağını gördükleri zaman ödleri patlayacak.

Karşılarında bir Franketayn (Frankenstein) yaratığını görünce, “Ulaa bu nedir!?” diye çil yavrusu gibi dağılacaklar. Ulaaa, paranızı pul eden; ata mirası malınızı mülkünüzü satıp barlarda yiyen; şeker fabrikalarınızı satıp kumara basan; Sümerbankınızı kumaya tapulayan; Telekomunuzu elin Fellahına peşkeş çeken müsibettir, hortlaktır, zombidir. 
Abdülhamid’in özenilecek yanı yok mu? Var! İmam hatip yerine çağdaş okullar açmış adam. Ama bu hayırlı işini örnek almıyorlar; siyasal İslamcılığına (Panislamizm) özeniyorlar.
***
Bu gevezeliği, Cüneyt Akman’ın Kahrolsun İstibdat Yaşasın Hürriyet (Tekin Yayınları) adlı kitabını bir kez daha takdim etmek için yazdım. 2 Kasım 2018 günü yayımlanan “Kahrolsun İstibdat Yaşasın Hürriyet” başlıklı yazımı “Okumaya  ‘İslamofaşizmin tarih öncesi’ bölümünden başlayın. Çok ilginç olur!” diye bitirdiğim anda şimdi okumakta olduğunuz yazıyı düşünmeye başlamıştım.
 
Gerçekten ilginç: Cüneyt Akman, Osmanlı’nın çöküş dönemini tasvir edip anlatırken AKP’nin tek adamlı “Yükseliş Dönemi”nin (!) gerçekçi fotoğrafını çekiyor. Ara Güler işi. O anlatırken bu yükseliş döneminin bir “Yağma Hasan’ın böreği”, bir “Han-ı yağma”  (Yağma Sofrası) dönemi; beton kalıplarının hapır küpür paylaşıldığı barbarlık dönemi olduğu anlaşılıyor. 

Tevfik Fikret bu dönemi yüz yıl önce şiirle söylüyordu: “Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say: / Soy sop, şeref, gösteriş, oyun, düğün, konak, saray,/ Tüm sizindir efendiler, konak, saray, gelin, alay;/ Tüm sizindir, tüm sizindir, hazır hazır, kolay kolay.../ Yiyin, efendiler yiyin; bu doyumsuz sofra sizin, / Doyuncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar yiyin!”

***
Kitapta ilgimi en çok II. Mahmut dönemi ile “Savaşlar: Türkiye’nin Felaketleri”  bölümü çekti: Osmanlı militarizminin en çok zafer kazandığını sandığı yıllarda  ordunun temelini teşkil eden Müslüman-Türk nüfus hemsayıca, hem sıhhatçe, hem de ekonomik olarak gitgide mahvolmaktaydı. 

Halkın buna karşı neredeyse yüzlerce yıl süren aktif veya pasif direnişleri (isyanlar, ‘kaçgun’lar, asker kaçaklıkları) militarist egemen sınıflar tarafından tarihte görülebilecek en kanlı şekillerde bastırıldı ve ‘tedib’ harekâtları ülkeyi neredeyse dış savaşlar kadar şiddetli bir mahva sürükledi.” (s.88) 
Ve ardından, siyasal İslamcı meftunlarının günümüzde hortlayan Devr-i Abd El Hamid’i geldi. Ben de, 2019’da yayımlanacak kitabım “Ortak Akılsızlık Halleri”nde hortlak taklitçilerinin sefalet sahnelerini anlattım.

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Gaflet cephesinde değişen bir şey yok...- Mine G. Kırıkkanat


Almanlar gitmemek üzere gelmişlerdi
İnönü’nün değerlendirmesine göre Almanlar Türkiye’ye gitmek üzere değil, kalmak üzere gelmişlerdi.İnönü, Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’de çalışan Alman subayları için şu yargıya varıyor: “Alman İmparatorluğu yararına birtakım hesaplar vardı.Bilhassa Suriye’de ve Arabistan’da özel bir politika güdüyorlardı...”
Alman subaylarla Filistin-Suriye cephesindeki birliklerde çalışma sırasında çelişkiler daha açık bir biçimde ortaya çıkıyordu. Atatürk de Ordu Komutanıolarak, Alman General Erich von Falkenhayn ile çatışıyordu.
Sonunda Atatürk ve İnönü, birlikte Türk-Alman ilişkilerini de kapsayan çok sert bir rapor yazıp Başkomutanlık ve Sadrazam’a gönderdiler.Ali Fuat Erden, İsmet İnönü kitabında şöyle yazar: “İsmet bey, Almanlarla gelişen ve ordu karargâhının en üst düzeyinde uygulanan yakın ilişkiden endişe duyuyordu. Dört yıllık savaşta dokuz ayrı cephede akıtılan bunca kandan sonra, müttefik olarak birlikte savaşa girilen bir büyük devletin uydusu olmak onu en çok tedirgin eden durumdu.”
İnönü, savaş sürerken Suriye’de bir araya geldiği eski arkadaşı Ali Fuat Erden’e bir gün şöyle demişti:“Eğer bir nesil boyunca vatanımın bağımsızlığa kavuşacağından umudumu kesersem, askerlikten çıkar ve gençliği gelecek bağımsızlık mücadelesinehazırlamak için bir lisenin tarih coğrafya öğretmeni olurum!”*

* Alev Coşkun’un 1884-1922 Asker İnönü (Kırmızı Kedi, 2018) biyografisinden alıntıdır.

***
AKP, 15 Temmuz’dan sonra da FETÖ’den kopamadı! Binali Yıldırım’ın “Bizim için kırmızı çizgi, terör faaliyetinin başladığı gündür, 17 Aralık’tır” yönündeki açıklamasına karşın Erdoğan, 17 Aralık’tan bir gün sonra dahi gazeteci Fehmi Koru’yu ABD’ye  Fethullah Gülen’in yanına göndererek onunla uzlaşma arayışını sürdürmüştür.
Fehmi Koru’nun ziyareti başarılı olsaydı AKP - FETÖ kardeşliği bugün de sürüyor olacaktı. 

Peki Erdoğan, Koru’yu neden göndermişti? Çünkü Fehmi Koru, FETÖ’nün çok saygı duyduğu isimlerin başında geliyordu. FETÖ’ye bağlı Zaman gazetesinde 13 yıl Ankara temsilcisi ve başyazar olarak çalışmıştı. Farklı tarihlerde Gülen’i Pensilvanya’da ziyaret etmişti. Hatta hâlâ AKP MKYK üyesi, milletvekiliBurhan Kuzu ve Hüseyin Gülerce  ile yaptıkları bir ziyarette, yemekte ağırlanmışlardı. Erdoğan, Koru’yu FETÖ ile kendisini barıştırsın diyePensilvanya’ya gönderirken muhtemelen hâlâ onun FETÖ ile devam eden sıcak ilişkilerine güveniyordu. 

Ancak 15 Temmuz’dan sonra bile ne iktidar, ne de yargı Fehmi Koru’nun FETÖ ilişkilerini sorguladı. Üstüne, Koru’nun muhalif Sözcü gazetesinin sahibi Burak Akbay’a yönelik, hiçbir maddi delile dayanmayan “FETÖ’cü olabilir” suçlaması ciddiye alınarak, yaptığı beyan Akbay’a açılan soruşturmayagerekçe gösterildi. Gülen’in yemek masasının onur konuklarından Fehmi Koru’nun ise bugün keyfi gayet yerinde, anılan ilişkileri sorgulanmaksızın, yazılarını sürdürüyor.
AKP de FETÖ ile mücadele ettiğini iddia ediyor!*

* Aykut Küçükkaya’nın The Ortak “Hepiniz Oradaydınız” (Kırmızı Kedi, 2018) belgeselinden alıntıdır.

***
Taşınmazlar da Ensar’a
AKP, 2017 Ocak ayında ilgili ilgisiz her şeyi torbaya attığı yasa tasarılarından biriyle Kızılay, Yeşilay, Darülaceze, Darüşşafaka ve Türk Hava Kurumu’naverilen devlete ait taşınmazların, ilgili kurumlar tarafından harca esas değerinin yarısına satılması olanağı tanır. Tasarı, bu kurumların mallarının TÜRGEV,Ensar gibi yandaş vakıflara devredilebileceği gerekçesiyle muhalefetin tepkisiyle karşılaşır. İlk zamanlar AKP geri adım atmış gibi görünür. Taşınmazların satılması yerine, 49 yıllığına bedelsiz kullanım  hakkı tanınır.
Meclis’te görüşülen yasadaki bir maddeye göre, “Bakanlar Kurulu’nca vergi muafiyeti tanınan vakıflardan öğrencilere yönelik eğitim ve yurt temini faaliyeti bulunanlardan Gençlik ve Spor Bakanlığı, Maliye Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından  müştereken belirlenen sağlayanlar lehine, kuruluş amaçlarına uygun olarak kullanılmak üzere mülkiyeti Hazine’ye veya kamu kurum ve kuruluşlarına ait taşınmazlar üzerinde 49 yıl süreyle bedelsiz irtifakhakkı tesis edilebilecek”tir artık.
Ensar Vakfı, AKP döneminde Bakanlar Kurulu’nca “kamu yararına vakıf” ilan edilmiştir. Dolayısıyla “vergi muafiyeti vardır”. Demek ki, o taşınmazlar Ensar Vakfı’na devredilebilecektir.
Kızılay, Yeşilay, Türk Hava Kurumu gibi köklü kuruluşlar, bu düzenlemeye karşı çıkmazlar. Çünkü onlar da AKP’lileştirilmişlerdir...*

* Işık Kansu’nun Bir Ortaçağ Hayaleti: Ensarlı Eğitim (Telgrafhane Yayınları, 2017) araştırmasından alıntıdır.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Hız/Muz Cumhuriyeti! - TARIK ŞENGÜL

Yağmurdan sonra limana dönüşünce havası kalmayan 3. Havalimanı’nı, geçen hafta Ankara’da yaşanan hızlı tren “kazasıyla” birlikte değerlendirince, devletin içine düşürüldüğü zafiyeti görmemek mümkün mü?

Bu zafiyetin gerisinde devleti yönetenlerin hız tutkusu var. Hız, içinde yaşadığımız dönemin sihirli sözcüğü ve hız denilince benim aklıma 3. Köprü’nün temel atma töreni geliyor. Tören sırasında Erdoğan’ın bir anda sorduğu “üç yıl yerine iki yılda bitirebilir misiniz?” sorusu karşısında afallayan Japon yetkilinin şaşkınlığını da unutamıyorum! Nasıl şaşırmasın ki; demiştir içinden “yahu bu kadar hız, güvenliği göz ardı etmek anlamına gelir, yaşamları tehlikeye atarız”.

Nitekim, şimdi belki unutulmuştur ama köprü iskelelerinden düşerek yaşamını yitiren işçiler oldu. Aynı dramatik tabloyu hızlı tren olayında da görmedik mi; bir an önce devreye sokma derdine düşüp, güvenliği yaratana havale edenler, kamu hizmetini Rus ruletine çevirmiş bulunuyorlar. Kötü talih nerede kimin karşısına, hangi ortamda çıkacak belli değil!

Böylesi bir hızın gerisinde ekonomik ve siyasi rant devşirme hırsının olduğunu biliyoruz. Nasıl olmasın ki? İşte 3. Havalimanı’nın durumu; ortada 40 milyar dolar düzeyinde bir yatırım. Bu kadar büyük paralar tek bir yatırıma bağlanınca, şirketler de, devleti yönetenler de, bir an önce bu kaynağın karşılığını elde etmek istiyorlar.

Parayı ve siyasi rantı ilgili taraflara bırakıp bizler için hızın yarattığı başka bir tehdide bakalım. Hız aynı zamanda demokrasinin de düşmanı değil mi? İşte orada 40 milyar dolarlık bir yatırım ve TMMOB ve benzeri türden ‘oyun bozucular’ ne dediler: “Tartışalım! Koyalım ortaya bilimsel gerçekleri, verileri, geleceğe yönelik projeksiyonları, doğaya vereceği zararları ve tartışalım”.

Tartışmak ne demek? 

Zaman kaybı demek, mahkeme süreçleri demek, işin uzaması demek! Mevcut iktidar bütün bu süreçlerde zaman kaybına yol açmamak için, kendi belediyelerini bile devre dışı bırakırken, uyduruk hale getirilen ÇED raporlarından bile muafiyetler yaratılırken, planlar Bakanlık üzerinden hızlı biçimde onaylanırken, ihale süreçlerinde kısa devreler yaptırılıp, bankalar kredi vermeye zorlanırken, neyi tartışacağız?

Kendimizce, hiç bir hükümet yetkilisinin olmadığı konferanslarda, panellerde, toplantılarda tartışmaya devam ederken, inşaatlar hızla başladı. Hızın ve rantın gözleri kör ettiği ortamlarda sayısını tam bilemediğimiz sayıda işçi, kendilerine ait olmayan bir hız tutkusunun neden olduğu “kazalarda” yaşamlarını yitirdiler. Sinyalizasyonun olmadığı, bakımların yapılmadığı hatlarda çocuklarda dahil çok sayıda insanımız yaşamlarını yitirdiler. Sonrasında hep bir yerlerden hıza yetişemeyen ihaleler ve bundan doğan ihmaller çıktı.

3. Havalimanı’na ilişkin baştan beri söylenen bir kaç uyarıyı hatırlayalım; milyonlarca ağaç kesilerek ve su havzaları kapatılarak inşa edilen havalimanı sürekli su baskınlarına muhatap oluyor. Şimdi uzmanlar bir kez daha altını çiziyor; son su baskının olduğu yerin tam altında Kulakçayırı Gölü, etrafında da suyun önünde duran ağaçlar varmış!

Felaketle birlikte, devleti yönetenlerin rantı gözetirken kamuyu gözetmeyen vurdumduymazlıkları ve iş bilmezlikleri de suyun kaldırma kuvvetiyle yüzeye çıkıyor. Oradaki göl “ben buradayım” derken, yetkililer sosyal medya hesaplarını kapatıp, ortadan kayboluyor.

“Hız, ölüm demektir” lafı iyi de, soru kimin ölümü! Şu ana kadar bu hızın faturasını işçiler ve her kesimden halk ödedi. Lakin ulaşılan hız öyle bir aşamaya geldi, işler öyle kontrolden çıktı ki, gaza basanların da, rantı kapanların da büyük bedeller ödeyeceği bir viraja girmiş olabiliriz.

Öyleyse hep birlikte tekrarlayalım, hız felakettir!

Tarık Şengül / BİRGÜN

Sırrı - Sırrı Bey / L. DOĞAN TILIÇ

Kaderin cilvesi desem, hiçbir kader bu kadar cilveli olamaz! AKP’nin işleri işte…
Öyle başlıkta bodoslamadan “Sırrı” dediğime bakmayın, önemli birinden bahsediyorum. Eski bir milletvekili, eskimeyecek bir sanatçı ve hem eski hem de yeni hapishaneci.

Sırrı Süreyya Önder.

Biz hapishane arkadaşıyız, Mamak A-Blok’ta birlikte yattık. Bizim o hukukla “Sırrı” dememize, onun şimdi yine hapishaneci olmasına bakmayın. Bir zamanlar cumhurbaşkanı, başbakan, başbakan yardımcısı, bakan gibi devletin en tepesindekiler “Sırrı Bey” diyorlardı.

2013 yılındaki Nevruz kutlamaları sırasında yaptığı konuşma nedeniyle “terör örgütü propagandası yapmak”tan 3 yıl 6 ay ceza aldı ve 6 Aralık’tan beri Kandıra 1 No’lu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi’nde yatıyor ya, “terör örgütü propagandası” idiyse yaptığı, “Sırrı Bey” diyenlerin onayı ve alkışları altında yapmıştı.

Ne yaptıysa, daha fazla kan dökülmesin, barış olsun diyeydi!

Uçağa binemezdi ama gık demeden binlerce kilometre yaptı, en batısından en doğusuna memleketin. İmralı - Kandil arasında bazen. Devletin resmi araçlarının eskortluğunda!


2013 Nevruz konuşması falan deniyor ama, Sırrı’nın yaptıklarının zirvesi 2015 “Dolmabahçe Mutabakatı”ydı. Dolmabahçe’deki Başbakanlık Ofisi’nde hemen sağında oturan Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan “Buyurun Sırrı Bey” diye ona söz verirken, Akdoğan’ın sağında İçişleri Bakanı Efkan Ala, onun sağında da Kültür ve Turizm Bakanı Mahir Ünal vardı.

Akdoğan ve Ala’yı şimdilerde pek göremeseniz de sanmayın ki Sırrı’nın yanındalar. Onlar da, şimdi sık sık gördüğünüz AKP’nin Tanıtım ve Medyadan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Mahir Ünal gibi, sıhhat ve afiyetteler.
“Sırrı” barış olsun diye bugün hapsine yol açan işleri yaparken, şimdi hapsine yol verenlerin “Sırrı Bey”i idi.

Sonradan “Ne mutabakatı?” diye kestirip attı ama, Dolmabahçe’de o bildirinin okunduğu gün; “Tabii silahların bırakılması çağrısı bizler için çok çok önemli bir beklenti idi. Bu demokratik açılım süreci ile başlayan bir çağrıdır. Milli birlik ve kardeşlik projesi ile başlayan şimdi de çözüm süreci ile devam eden ve bunu artık noktalayalım diye hasretle beklediğimiz bir çağrıdır” demiş ve “Umarım uygulanır” diye de eklemişti Erdoğan.

Sırrı’nın yaptıklarını, iktidarın gazeteleri; 
BARIŞA DEV ADIM (Akşam), 
BARIŞ BAHARI (Star), 
SİLAHLARA VEDA ÇAĞRISI (Y. Şafak) ve 
TARİHİ GÜN (Türkiye) gibi iri puntolu manşetlerle selamlıyorlardı.

Öyle de bir hava vardı ki AKP’li vekiller arasında, Sırrı ile Erdoğan’ın teklifsiz görüştüğünü düşünüp kıskanıyorlardı. Anayasa Uyum Komisyonu toplantılarından birinde, Sırrı telefonunu başkan Ahmet İyimaya’nın önüne koymuş, biraz sonra telefon Erdoğan’ın fotoğrafı ve Başbakan Erdoğan yazısıyla çalınca İyimaya’nın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Sırrı’nın bir arkadaşının telefonunu Erdoğan’ın ismi ve resmiyle kaydettiğinden hiç şüphelenmeden, Erdoğan’nın onu öylesine aradığının düşünebildiği günlerdi.

Nuri’yle ben, Mamak’tan eski hapishaneci arkadaşları Sırrı’nın, kulaklarını çınlatıp sık sık böyle hapsedilmesine kahroluyoruz.

Biz kahroluyoruz da, dün yaptıklarını yaparken yanında olanlar; Yalçındoğanlar, Alalar, Ünallar ne hissediyorlar acaba? Kendileri dışardayken, çözüm süreci dedikleri bir süreçte birlikte yürüdükleri birinin, o zaman takdirle andıkları işlerden dolayı hapsedilmiş olmasına ne diyorlar?

“Sırrı” diyenlerin selamını iletmiş olayım okuyabiliyorsa yazıyı, “Sırrı Bey” diyenler ne diyor bilmiyorum!

Kaderin cilvesi değil asla; şarkıda “Beraber yürüdük biz bu yollarda” deseler de, belli ki “Sırrı Bey” diyenler “Sırrı”yla beraber yürümüyormuş!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

ABD askerleri Erbil'e gidiyor...ACABA NE İÇİN?..- Ahmet TAKAN

Mevsimin salgın hastalığından nasibimizi aldık!.. İlaçlarla ayakta durmaya çalışıyoruz. Klavyenin başına oturup tuşlara dokunmak, kafanızın içinden geçenleri satırlara dökmek kolay olmuyor. Sık sık gelen öksürük nöbetleri adamı perişan ediyor...
Şu gazetecilik mesleği zaten hastalık bir iş!.. Mendil ile sürekli burnunuzu silerken bile gündemi takip ediyorsunuz.
Fırat'ın doğusuna yapılacak operasyon beklemeye  alındı. Veya alındı mı?.. Veya aldırıldı mı?..
Yine bir seçim öncesi... Kesin ihtiyaç hasıl olan  bir film izliyoruz. Kahramanlık destanı yazılıyor birilerine...Ortalıkta döndürülen  haberlere bakıyorsunuz;
Trump, telefonda görüştüğü R. Erdoğan ne dediyse onu yaptı!..
Trump,kendi kabinesini bile dinlemedi Erdoğan'ı dinledi!..
Pentagon ile çatıştı, bakanını bile feda etti, Erdoğan'dan vazgeçmedi!..
Erdoğan dedi, Trump Suriye'den ABD askerlerini  geri çekti!..
Telefonda sordu Trump; "Abi çok param gitti ben eve dönsem sen IŞİD ile baş edebilir misin?.."
Geldi cevap;
"Sıkıntı yok ben hallederim. Sen arkana yaslan. Rahat ol."

Peki neden kimse şu net soruları sormuyor?..

ABD askerleri Suriye'den çekiliyor da PKK/YPG nerede duruyor? Terör örgütü de Suriye'den çekilecek mi?.. Çekilirse nereye gidecek?..
Şu "çekilecek" denilen ABD askerleri evlerine  mi dönecek?..Yoksa nereye gidecekler?..
ABD,Suriye'den asker çekiyor da İsrail'den neden çıt çıkmıyor?..
Bu askerler, babalarının arsa davaları için mi yıllarca Suriye'de konuşlandırıldılar, YPG ile birlikte savaştırıldılar?..
Cevapları var mı.. Yok!..
Yalancı dolmaları yutun. Kalın senaryoları servis edin. Big brother sizi çok sevsin!..
                                        ***
Suriye'de konuşlandırılan ABD askerlerinin gayri nizami harp metotlarıyla neler yaptığını artık çok iyi öğrendik.
Doğru habere ulaşmakta en sağlıklı yöntem sahada, bire bir işin içinde olan güvenilir kaynaklarla iletişimde bulunmaktır. Bölgedeki kaynaklarıma sordum,Aldığım yanıt;
"ABD dışişleri personeli ayrılıyor. Askerleri yerinde ama operasyonlara katılanlar bir süre sonra Erbil'e geçecek. Bu da 1-2 ay sürer.Üslerdeki personel kalacak."
Peki, Suriye'den gidenler Erbil'de ABD üslerinde tatil mi yapacaklar?..
"IŞİD'le savaşta YPG'ye destek olan  ABD askerleri burada büyük deneyimler kazandılar. Bunlar İran'da kullanılacaklar."
Bölgedeki sıcak gelişmeleri takip eden ve değerlendiren uzmanlar, "çekilme açıklaması ile ABD İran startını verdi" diyor.
Dikkatinizden kaçtı mı?. Bilemiyorum!..
Trump'tan gelen asker çekme açıklaması ile birlikte, düşman YPG'den bahseden yok. IŞİD hedefi her gün büyütülüyor. Düşmanlarımız mı değiştiriliyor ne!..
Artık bekliyorum;
Güzide basınımız (!) ne zaman YPG'nin PKK'dan ayrı bir oluşum olduğunu yazmaya başlayacak.. Peşine  kötü PKK'lıların YPG'den kopuşlarını kavgaları ile birlikte sıralayacak... YPG'nin aslında tehlikeli olmadığını dillendirip SDG'ye methiyeler düzecek. Suriye'de çözümün YPG'siz olamayacağını bizlere dayatacak...Kamuoyunda İran aleyhtarlığı nasıl körüklenecek.
Sonra!..
Federalizmin faydalarını anlatan anlı şanlı uzmanlar ve akil güruhun televizyonlarda boy gösterişlerini sabırsızlıkla bekliyorum!..
Yıllarca, "çözüm süreci"ne format atıldı diye bağırdık. Kimseleri inandıramadık!.. Belgeleri, fotoğrafları koyduk. Şeyma ile Acun'a  gösterilen hassasiyetin yüzde 1'ini göremedik!..
Eminim!..
Bu film 31 Mart'a kadar vizyonda kalacak. Gişe rekorları kıracak...
Yıllardır böyle!..
ABD senaryoyu yazar AKP oynar... Biz de seyrederiz!..
Tuzağa konan yem de her zaman bizi cezp eder!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

22 Aralık 2018 Cumartesi

Bir katilden demokrat yaratmak - ORHAN GÖKDEMİR

Hafta başında Adana’daydık. İlk gün Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde “Tarikatlar ve Cumhuriyet’in Tasfiyesi”ni konuştuk. İkinci gün Adana Ziraat Mühendisleri Odası’nın konuğuyduk. Enver Aysever’le birlikte Odanın kurucusu Akın Özdemir’in faşist katillerce katledilişinin 40. yılı vesilesiyle düzenlenen söyleşiye katıldık.


Akın Özdemir 1960’lı yılların ortasında üniversiteye başlamış. Öğrencilik yıllarında “Talebe Cemiyeti” yöneticisi. Mezun olur olmaz mesleğe adım atmış. 12 Mart darbesinin ardından derdest etmişler, afla çıkmış. O zaman daha AKP yok, beraat eden mesleğine geri dönebiliyor, dönmüş. Adana’da Ziraat Mühendisleri Odası’nı kurmuş. Çeltik ağaları ile kapışmış halk sağlığını hiçe saydıkları için. Devletteki hukuksuzluklara, yolsuzluklara karşı çıkmış. Rahatsız etmiş “iyi saatlerde olsunlar”ı haliyle. 1978’de, işinden çıkıp otomobiline binerken çapraz ateşe tutmuşlar. Saldırıdan şans eseri kurtulan eşi, kızıyla birlikte toplantıdaydı.

1970’li yıllarda işlenmiş binlerce faili meçhul cinayetten biri bu. Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul gelmiş üzerine, failleri teker teker yakalamaya başlamış. Sonrası malum, onu da vurdular. 
Vuran kim? 
Tetiği çekenler devlete yedeklenmiş paramiliter bir partinin kendilerini “ülkücü” olarak adlandıran silahlı militanları. Onları koruyan, yol gösteren, teşvik eden idare. Cinayetin gerçek sorumlularını ortaya çıkarmamak için ayak sürüyen yargı.
Cinayet denildiğine bakmayın, cinayetten çok bir tarz-ı siyasettir. Devletin âli çıkarlarını, dolayısıyla o devletin bekçiliğini yaptığı sermaye sınıfının çıkarlarını korumak için işlenirler. Osmanlı'da da “siyaseten katl” diyorlardı devlet çıkarı için öldürmeye. Öldürerek bertaraf etme geleneğidir. Vatanın en parlak çocuklarını “devlet çıkarı” diye öldürdüler, karanlığa yol verdiler.

Öldürdüler de ne oldu? 

İşte, halleri ortada. Esir düştüler tarikatların eline. Ne uğruna cinayetler işledikleri devlet kaldı ortalıkta, ne Cumhuriyetten bir eser. Aydınlığı vurursan karanlık galebe çalar. Adana’da önce tarikat, sonra cinayet muhabbeti yapmamız o karanlık tarz-ı siyasetin bir bakiyesidir.
  
                                        ***
Bu karanlık tarihin kurbanlarının anıları hâlâ taze, yaraları kanamaya devam ediyor. Ama unutanlar, daha kötüsü “hiçbilmezler” çoğunlukta artık. Hatta aralarında ülkücüden demokrat imal etmeye çalışanlar bile türedi.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun o yaraları kanatma hamleleri ardı ardına geldi mesela. Maraş Katliamının yıldönümünde “Maraş olaylarını” kınayarak başladı haftaya. 
Bir gün sonra ülkücüleri demokrat ilan etti, “Ben hiçbir ülkücünün otoriteden yana olduğuna inanmıyorum, demokrasi ülkücülerin olmazsa olmazıdır” dedi. 

Bunu dediği sırada Hacettepe Üniversitesi’nde şair Ahmet Telli’nin konuşmacı olduğu paneli basmıştı Kılıçdaroğlu’nun demokratları. Söyleşinin konusu “Cumhuriyet Döneminde Edebiyat”tı. Fakat demokrat ülkücüler Cumhuriyet döneminde edebiyatın konuşulmasından rahatsız olmuşlardı. Ellerinden gelse Hacettepe’yi şaire mezar edeceklerdi.

Eylemleri ile ispatlıdır, Kılıçdaroğlu sözde değil özde sağcıdır. Ülkücüleri demokrat ilan etmekle yetinmedi, bir ANAP’lıyı İstanbulluların, bir MHP’liyi Ankaralıların önüne kurtarıcı diye koydu. Kılıçdaroğlu usulü seçime hazırlık çalışmasıdır.
Bu kadar çok siyasal cinayetin işlendiği yerde katilsiz seçim çalışması olur mu? Bilmezler ama yaparlar, her seçimde sağa meyletmeleri arkalarındaki sınıfın ağırlığındandır.
                                       ***
Sözlerine kan bulaştırmaları bir işe yarıyor mu peki?
Çok seçim ve fakat tek sonuç var: AKP kazanıyor. Tersinden de söyleyebiliriz; çok seçim var ve tek sonucu kendini muhalif sanan partilerin kaybetmesidir. Kronikleşmiş bir başarısızlıktan değil, yeni rejimde düzen partilerine düşen rolden söz ediyorum. Düzen partileri artık bir tür “Serbest Cumhuriyet Fırkası” vakasıdır. SCF, 1930'da iktidarın istek ve onayıyla kuruldu. Fethi Okyar'ın önderlik ettiği partinin gerçek amacı Cumhuriyet Halk Fırkası'na karşı biriken tepkinin gazını almaktan ibaretti. İlgi umulanın ötesinde olunca kapattılar. Bu tür partilerin ömrü kendilerine biçilen role harfiyen uymalarına bağlıdır.

MHP bunu gördü, iktidar partisine katıldı. Dışarıda kalanlar her seçimde iktidarı ayakta tutacak yollar arıyor. Onun için İstanbul’da ANAP’lı bir imam oğlunu, Ankara’da MHP’li bir yavaşı çıkardılar aday diye. Tek numaraları var, bu seçimi de diğerleri gibi “köprüden önce son çıkış” olarak algılatmak. Hâlbuki ortalıkta çıkışı olan bir köprü kalmadığını gösteren pek çok delil var. CHP’nin “kalesi” İzmir’i uzun dönemdir Binali’nin yancısı bir zat yönetiyordu mesela. Kurulu tek köprü kaldı, o da sadece AKP’ye, sermayeye geçit veriyor. Yani imam oğlunu öne atıp arkasından ülkücü duası etmenin hiç kimseye bir faydası yok.

                                        ***
“Olay” yok, Maraş’ta faşist katiller tarafından katledilen 111 yurttaşımız var. "Oruç tutmak namaz kılmakla hacı olunmaz, bir Alevi öldüren beş sefer hacca gitmiş gibi sevap kazanır; bütün din kardeşlerimiz hükümete ve komünistlere, dinsizlere karşı ayaklanmalıdır; çevremizde bulunan Alevileri ve CHP'li Sünni imansızları temizleyeceğiz" vaazıyla başlamıştı her şey. Aralarında “hacca gitme şampiyonu” olan ülkücüler var.

Cinayet yok, bir devlet siyaseti var. Ziraat Mühendisi Akın Özdemir’i de, onun öldürülmesini çözmeye çalışan Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’u da o siyasete kurban ettiler. Dahası, Cevat Yurdakul’u vuran demokrat ülkücü, CHP Adana ve Kayseri il başkanlarını da öldüren ekibin içindeydi. Cezaevine attılar, kaçtı. 12 Eylül’den sonra yeniden yakalandı, yeniden kaçtı. Sonra Muammer Aksoy cinayetine adı karıştı. Biraz yattı, af edip çıkardılar; Dönemin Başbakanı Erdoğan’a teşekkür etti, "O günün şartlarında öyle gerekiyordu, öyle bir mücadele verdim. Dolayısıyla herhangi bir pişmanlık falan da duymuyorum" dedi. Nerden bilsin garibim, CHP Genel Başkanı tarafından demokrat ilan edileceğini!

                                        ***
Yine seçim var yakında ama oyun bu kez kabak gibi ortada. Ya imamı seçeceksiniz ya da oğlunu… 
Böyle seçim olur mu?
Ey Cumhuriyetçiler, ey ezilen emekçiler; ey okulları ellerinden alınan, çocukları yobazların insafına terk edilen veliler, ey ürünü üçe beşe kapatılan çiftçiler, bıkmadınız mı sizi sürekli götürüp köprünün başında terk eden düzen partilerinden? Anlamadınız mı oynanan oyunu hâlâ? Görüyorsunuz hep zalimler, hep zenginler kazanıyor işte. Belli, yine sağa çark edecek, doğru yola gelmeyecek çare umduklarınız. 

Öyleyse siz peşlerini bırakıp, sola geleceksiniz. Yol da, köprü de burada!

Orhan Gökdemir / SOL

Hukuk cehennemi! - İLHAN CİHANER

Gezi soruşturmaları hortlatıldığında Twitter hesabımdan “Fetullahçı polis ve savcılar hapiste ama, fikirleri iktidarda!” diye yazmıştım. Sonrasında Selahattin Demirtaş ve Sırrı Süreyya Önder hakkındaki mahkûmiyet kararı ve Sözcü gazetesi hakkındaki iddianame ortaya çıktı. Sözcü iddianamesinde, aralarında Necati Doğru ve Emin Çölaşan’ın da bulunduğu gazetecilerin “örgüte yardım” suçundan cezalandırılmaları isteniyor. Suçlamadaki örgüt ise “FETÖ” !

Bu davalardaki işlemlerin önemli bir kısmının Fetullahçı polis ve savcılarca yapılmış olması bile yeterince üzerinde durulması gereken bir husus. Ancak daha önemli olan Fetullahçı yargının yaşattığı “hukuk cehennemi” deneyimine rağmen, bu yapıyla mücadele ettiklerini iddia edenlerin bile bu absürd davaları alkışlamaları.

Başta Yargıda Birlik, AYM, HSK ve Yargıtay gibi “yargı iktidarını” elinde bulunduranların yaşananları izlemesi/onaylaması ise ayrıca dikkate değer. Bir kez daha anlaşılıyor ki AKP elitlerinin derdi, “hukuksuzluk” değil, hukuksuzluğun kendi siyasi/kişisel planlarına hizmet edip etmediği. Ayrıca tüm bu yaşananlar Fetullahçıları da kapsayacak bir affın alt yapısının hazırlanması olarak okunabilir.

Birkaç örnek üzerinden gidelim; Ergenekon davasında Merdan Yanardağ bir telefon mesajı attığı ve bir toplantıya katıldığı iddiası ile 10 yıl 6 ay ceza almıştı. Ancak tüm çabasına rağmen mesajın atıldığı telefonun kayıtlarını ve toplantı videosunu incelettirememişti. İhbar iddianameye, iddianame karara dönüşmüş, savunma dinlenmemişti.
(http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ilhan-cihaner/bir-beraat-bir-mahkumiyet-77641)

Fetullahçı yargının ruhunun adliyelerde dolaştığı bugünlerde Önder/Demirtaş kararından anlıyoruz ki, savunmanın tüm çabasına rağmen suçlamaya konu konuşmaların kaydı RTÜK’ten istenerek incelettirilmemiş. Karara bile Önder’in, “Ben o konuşmayı yapmamışım kardeşim” savunması geçmiş olmasına rağmen. HDK mı demiş PKK mı? Kabristan mı demiş Kürdistan mı? açıklığa kavuşmamış. Yahu bir valinin vatandaşa “kavat” mı yoksa “kavas” mı? dediğini açıklığa kavuşturmak için bile incelemeler yaptırıldı bu memlekette!

Demirtaş’ın ısrarına rağmen TBMM’deki kürsü konuşmalarının getirtilme talebi de kabul edilmemiş. Oysa kürsüde söylenen sözler dışarıda tekrarlandığında mutlak sorumsuzluk geçerli. Bunlardan başka Anayasaya ve kanuna açık aykırılık halleri de söz konusu. En başta cezaya konu konuşmaları kapsadığına hiçbir şüphe olmayan 6551 sayılı “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanunun” 4(2) maddesinin birinci fıkrasının “(a), (b) ve (c) bentleri kapsamındaki görevleri yerine getiren kişilerin bu görevleri nedeniyle hukuki, idari veya cezai sorumluluğu doğmaz” hükmü açıkça ihlal edilmekte.

Ergenekon iddianamesinden bir örnek daha; İlhan Selçuk’la ilgili olarak cep telefonu kullanmadığı ve geçmiş örgütçü kişiliği nedeniyle atılı suçları “ispatlamanın” çok zor olacağı belirtilip “Sabit telefondan yaptığı görüşmelerde de çok dikkatli konuştuğu örgütsel yapıyı deşifre edebilecek her türlü söz ve tavırdan uzak durduğu tespit edilmiştir” denilmişti.

Yani delil elde edilememiş. Ama buna rağmen gözaltına alınmıştı. Sözcü iddianamesinde aynı ruhu görüyoruz. “Bir kısım eylemler şimdi ya da başlı başına suç oluşturmaz” yani bugün suç oluşturmayan bir “eylem” ileride “suç” sayılabilir!
(detaylı bir değerlendirme için: https://bilimvegelecek.com.tr/index.php/2013/10/01/akp-davalarinda-ortaklasan-yonler-yonler-ya-da-iddianameler-caginin-elestirisine-giris/)

İşte yurttaşlar üzerinde asıl terörü yaratan yaklaşım bu. Saygın anayasa hukukçusu Kemal Gözler’in yaşanan/yaşanacak yeni hukuk cehenneminin uyarısı niteliğindeki acı tespiti ile bitiriyorum:
“Aslında burada demokrasinin nasıl gerilediği, hukuktan nasıl uzaklaşıldığını ve temel hak ve hürriyetlerin nasıl zedelendiğini örnekler vererek ayrıntılı bir şekilde göstermek gerekir. Ben burada örneklere girmek istemiyorum. Zira somut örnekler vererek bu gözlemleri dile getirmek artık cesaret istiyor.” (http://www.anayasa.gen.tr/hukuk-nereye-gidiyor.htm)

İlhan Cihaner / BİRGÜN