3 Ocak 2019 Perşembe

Yaşamını Sanata; Sanatı Yaşamına Dönüştüren...- Zeynep Oral

Canım Gülriz. 
Bu yazıyı yazmak çok zor. Son yıllarda hep söyledin, neyin nasıl olması gerektiğini, hep anlattın... Finali hazırladın, perdenin nasıl kapanacağını tembihledin... Herkese, rollerini çalıştırdın... Gel gör ki, ne denli kendimizi alıştırmaya çalıştıysak da, başaramadık... Kesin ayrılığa meğer hiç hazırlıklı değilmişim... Bana seni soruyorlar, sözcükler çağlayanlar gibi dökülürken dilimden, gözyaşlarıma engel olamıyorum. Şimdiden ne çok özlediğimi görüyorum. O nedenle duygularımı gemleyerek şimdilik seninle değil, okurlarla paylaşacağım benim “Gülriz”imi.

Öncü ve örnek aydın 
Yaşamını sanata; sanatı yaşamına dönüştüren Gülriz Sururi, sadece usta bir tiyatrocu değildi. Öncü ve örnek bir Cumhuriyet aydınıydı. 
Toplumdan aldığının bin katını yine topluma verdi, son gününe dek. Hem topluma, hem tiyatro sanatına ışık tuttu. 

Kendini kendi yarattı: Özgünlüğüyle, kişiliğiyle, görüntüsüyle... Çalışma şevki, çalışma disiplini, mükemmeli araması ve yeniliğe açıklığıyla. Sürekli kendini geliştirdi. 
Çok genç yaştan başlayarak tabuları dinlemedi. Yasaklara, baskıya, sansüre, haksızlığa dimdik duruşuyla meydan okudu. Sanatın özündeki muhalifliği bir kez yakaladıktan sonra, bir daha bırakmadı.
 
İlkelerinden hiç ödün vermedi. Eğilip bükülmedi. Sorumluluklarını üstlenen aydın yurttaş duruşunu, dik duruşunu sonuna dek sürdürdü. 

Etik değerleri ve estetik değerleri hep bir arada düşündü ve uyguladı. 
Vatan sevgisi ve saygısı, yaşadığı kente, yöreye, çevreye sevgi ve saygı, ana dili Türkçeye saygı, çağdaş düşünceye saygı... Bunlar, Gülriz Sururi’nin, hayata, çevresine ve kendisine duyduğu saygıdan, insan onuruna, emeğe duyduğu saygıdan ayrılmazdı. 
Bütün bu özellikleriyle, ülkenin aydınlık çağdaş yüzü oldu ve topluma hepimize gelecek umudu aşıladı.

Tiyatrodaki ‘Büyü’ 
Anne karnında yutmuştu sahne tozunu. Primadonna Suzan Lütfullah ile operet kurucularımızdan Lûtfullah Sururi’nın kızıydı... Evi sahneydi, sahne eviydi. 
Gülriz, Engin Cezzar’ ı ilk kez “Hamlet” rolünde gördü. 
Engin Gülriz Sururi’yi ilk kez “Irma” rolünde gördü. 
İkisinin yolu 1961’de kesişti... O günlerin gazeteleri haberi “Sokak Kızı İrma ile Prens Hamlet’in evliliği” diye duyurdu. Birbirlerini buldular ve (farklı da görülse, bana göre) bir daha da hiç ayrılmadılar...
 
O günden sonra yaşamlarını tiyatroya ve aşka, yani birbirlerine de adadılar... 
Türk Tiyatrosu’nun “Altın Çağı” diye nitelediğimiz 60’lı 70’li yıllarda Gülriz Sururi - Engin Cezzar Tiyatrosunun öncü atılımları şöyle: 
-Usta oyunculardan kurulu kadrolar 

- Yerli oyunlara öncelik. ( Haldun Taner, Güngör Dilmen, Yaşar Kemal, Refik Erduran, Başar Sabuncu, Bilgesu Erenus) 

- Ülkedeki ilk Nâzım Hikmet oyunu (en “sakıncalı” döneminde “Ferhad ile Şirin”) 

-Türkiye’de ilk epik müzikal. (H.Taner “Keşanlı Ali Destanı”) ve yurtdışı turneler. 

-Genç, dinamik, yeniliklere hep açık, klasik ve moderni, müziğe, müzikale, dansa önem veren dünya tiyatro repertuarını da yakından izleyen bir tiyatroydu onlarınki. 

- Birinin popüler halk tiyatrosu geleneği, ötekinin Batılı “okullu” tiyatrosu birbirini tamamladı ve taçlandırdı.

Aktivist Gülriz
Tiyatro sahnelerinden hayran olduğum Gülriz Sururi ve Engin Cezzar’la 1967’de tanıştım. Birlikte çalışma ve arkadaşlık birbirini izledi. Sonra Türkiye gerçekleri nedeniyle yolumuz sık sık yasaklarla, baskıyla, sansürle kesilmeye çalışıldı. Biz de toplumsal eylemcilikte yoldaş olduk. İşte anımsadıklarım: 
“Düşenin Dostu” oyununu sahneye koyan, James Baldwin’in asistanlığını yapıyordum. (1968-69) Oyun ihbar sonucu yasaklanınca mahkeme koridorları mesken oldu bize. 
“Hair “Müzikali.(1970). Türkçeye ben çevirmiştim. 12 Mart muhtırası. Oyunda hapisteki gençlere yönelik atıflar ve bir de “Deniz nerede?” afişi vardı. Deniz Gezmiş hapisteydi. Sıkı yönetim kaldırılmasını istedi. Gülriz direndi. Sonunda oyun kaldırıldı. 
12 Eylül faşizmi: Diktatör Evren ve dostları kimi Türkçe sözcükleri yasaklamışlardı TRT’de. İlk karşı çıkan ve TRT’de yapmakta olduğu programı derhal terk eden Gülriz oldu. 
2011 yılındaydı .... Henüz FETÖ denmiyor, ülke kodamanlarının baş tacı ettiği Cemaat, çağdaş insanları hedef alıyor, komplolarla hayatları söndürüyordu. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve Türkan Saylan’ın hedef alındığı o günlerde, isyan bayrağını açanların '62aşında Gülriz geliyordu. 
2017 Haziran. Bir Bodrum akşamı. Ertesi sabah Adalet Yürüyüşü’ne katılacaktım. Ben de geliyorum dedi. “Dayanamazsın” dedim. Ve sabahın dördünde kapıma dayandı. Yola çıktık. Konvoyu yakaladık, birlikte yürüdük... 
Tiyatroya karşı , kadın haklarına karşı, çağdaşlığa karşı yapılan her yanlışta, protestocular arasında, Hak savunucuların yanında , kâh bir nefer, kâh bir lider oldu Gülriz.

Mükemmelin peşinde 
Yaşamda, sahnede, evde, sokakta hep mükemmeli aradı. 

Kitaplarını yazarken, (ister anı kitapları olsun, ister oyun, öykü, deneme ya da yemek kitabı olsun) evinde konuk ağırlarken, televizyon, radyo programı yaparken , konferans verirken, hep aynı özeni ve titizliği gösterdi ve bunların her birinde de başarılı oldu. 
Mükemmeli kovalarken bir de özellik geliştirdi: Engin Cezzar’ı ölümden döndürme özelliği... Hem de bir değil, iki kez... Ben tanığım… İlkinde bir kalp kriziydi. İkincisinde beyne giden bir kan pıhtısının damarı tıkaması... İkisinde de yeri göğü inletip onu hastaneye yetiştirdi. 

Son yıllarda Engin konuşma yetisini yitirmişti; ağzından çıkan tek ses “G” harfiydi. Ancak o “G” harfi ya da “Gu” sesi aracılığıyla, Engin tüm duygu ve düşüncelerini ifade edebiliyor; Gülriz de onun tüm ifade etiklerini anlıyor, duyuyor ve bize iletiyordu. Aralarında yalnız ikisinin kullandığı bir dil geliştirmişlerdi. Böyle bir şey ne görülmüş ne de duyulmuştur! 

Mal varlığının bir bölümünü Engin ve kendi adına koyduğu, İKSV bünyesinde gerçekleştirilen, “Tiyatro Teşvik Ödülü” de mükemmeli arama çabasıdır.

Canım Arkadaşım, azimle, inatla, tutkuyla, dirençle, cesaretle , çalışma disipliniyle ama aynı zamanda duygu ve düş gücüyle, yaşamı çok renkli, çok sesli , çok boyutlu bir şölene çevirmesini bilen, bunu başaran güzel arkadaşım... Engin’in “Serçe bilekli, aslan yürekli” Gülriz’i... Kavuştun Engin’ine. 

Hiç kuşkum yok bir gün yine buluşacaksınız : Senin dediğin gibi , “Bir testinin kulpunda toprak olarak” ya da yetişmekte olan genç bir tiyatrocunun ileri dönük düşlerinde; ideallerinin peşinden koşan bir genç kızın daha güzel bir Türkiye umudunda...

Zeynep Oral / CUMHURİYET

Sinemanın kazançları-kayıpları - SEVİN OKYAY

Daha yarısı bile geçmeden kötü bir yıl olduğuna karar verdiğimiz 2018, sinemada da kayıplarla hatırlanacak. Kâr hanesinde ise, iyi filmler vardı. Alfonso Cuarón’un “Roma”sı gibi… Ancak, yılın belki de en iyi filmi olan “Roma” beraberinde Netflix etiketi, yani bir sorun da taşıyordu. Beyazperdede izleyip hakkını mı verecektik, yoksa Netflix’te, yani televizyon ya da bilgisayarda mı izleyecektik? 
Öte yandan, Netflix, Amazon ve sair benzer kuruluşlar gitgide güçleniyor. Örneğin, Martin Scorsese’nin çektiği son film olan “The Irıshman”in yapımını da Netflix üstlendi. Scorsese yıllarca bütçeyi kabul edecek şirket bulamamış (Paramount dahil). “Yıllarca para bulup çekmeye çalıştık,” diyor. “Riskli bir filmdi, Netflix bu riski üstlendi.” Yüz kırk milyon dolarlık “The Irishman”de Robert De Niro, Al Pacino, Joe Pesci, Harvey Keitel, Ray Romano oynuyor. 
Bağımsızları ve kadın yönetmenleri destekleyen Tribeca Film Festivali’nin 2002’deki üç kurucusundan biri olan Robert De Niro ise, sinema dünyasının değiştiğini düşünüyor. New Yorker dergisiyle yaptığı söyleşide, “Netflix’in filmi yapabilmesini minnetle karşıladık,” demiş. “Çünkü filmi istediğimiz şekilde, Marty’nin istediği şekilde yapmamız için bu para gerekliydi. Gösterime nasıl gireceğine gelince, halledilir. Önce büyük sinemalarda girer, sonra Netflix’e geçer.” 
Herkesin bu çözümü kabul ediyor görünmesi, nedense hâlâ içimi yakıyor. Ama yılın filmlerini liste olarak dökünce de “Bir Yıldız Doğuyor/A Star Is Born” ve benzer filmleri bir yana koysak bile, bir kısmı Oscar’ın gözbebeği olamayacak gibi görünen filmler içimizi ısıtıyor. 
Örneğin, “Merak Etme, Fazla Uzaklaşamaz/Don’t Worry, He Won’t Get Far on Foot” (Gus van Sant), “You Were Never Really Here” (Lynne Ramsay), “Sessiz Bir Yer/A Quiet Place” (John Krasinski), “The Favourite (Yorgos Lanthimos), “Leave No Trace” (Debra Granik), “First Reformed” (Paul Schrader), “Zama” (Lucrecia Martel), “Mutlu Lazzaro/Happy As Lazzaro” (Alice Rohrwacher) gibi. “Soğuk Savaş/Cold War”, Oscar’lı yönetmeni Pawel Pawlikowski’yi Avrupa’nın kralı yaptı. Çok sevdiğimiz Hirokazu Kore-eda, “Arakçılar/Shoplifters” ile Altın Palmiye’yi aldı. Nuri Bilge Ceylan, Cannes’da ödül alamasa, Oscar’da ise finale kalamasa da, “Ahlat Ağacı” çok beğenildi. Son “Sight&Sound” dergisinde filme 4 sayfa ayrılmıştı. Monty Python’ın tek Amerikalı üyesi Terry Gilliam, “Don Kisot’u Öldüren Adam / The Man Who Killed Don Quixote” ile nihayet muradına erdi ve yirmi yıla yakın bir mücadelenin meyvelerini derdi.
Animasyonda Mamoru Hosoda’nın “Mirai no Mirai”si ile “Örümcek-Adam: Örümcek Evreninde / Spider-Man: Into The Spider-Verse” (Peter Ramsey, Robert Persichetti Jr., Rodney Rothman) şahsen benim favorilerim. Wes Anderson ise, ‘stop-motion’ denen ömür törpüsü yöntemi göze alarak bize “Köpek Adası / Isle of Dogs”u hediye etti.
Dünya TV mi, sinema perdesi mi diye tartışırken, bizim iki kaybımız daha oldu. Bu Şubat ne yazık ki alıştığımız !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nden yoksun kalacağız. Gerçi 17. festivalin 15-25 Şubat arasında yapılacağı ilan edildi ama malumunuz, yaratıcıları Serra Ciliv ile Pelin Turgut ne yazık ki yok. 
17 yılın belki de bir uğursuzluğu vardır. Çünkü aylık sinema dergisi Altyazı da, 17 yıldır ilk kez Ocak ayında basılı dergi yayımlanmayacağını duyurdu. Altyazı Dergisi’nin Twitter hesabından yapılan açıklamada şöyle denildi:
“On yedi yılı aşkın süredir aralıksız yayımlanan Altyazı, elimizde olmayan sebeplerle Ocak ayında çıkmayacak. Kısa süreliğine yayınına ara vereceğimiz matbu dergi, çok yakında kaldığı yerden devam edecek.” Ne diyelim? Şimdiden hasretle bekliyoruz.
SEVİN OKYAY / BİRGÜN

Kenan abinin emir erleri, Anayasa, Meclis - FATİH YAŞLI

Sarayın ünlü sporcu kontenjanından Meclis’e yolladığı vekillerden biri, tek bir hareketiyle parlamentonun yeni rejimdeki halini bir filin zücaciye dükkânına dalması misali kırıp dökerek ve bütün çıplaklığıyla ortaya koydu.
Önce Meclis’teki odasından sonradan birinin teyzesinin oğlu olduğunu öğrendiğimiz iki danışmanının hazır ol duruşundaki fotoğrafını masanın üzerine uzattığı ayakları da onlara eşlik edecek şekilde “emir erlerim” diyerek paylaştı. Sonra “espri yaptım” diyerek zevahiri kurtarmaya çalıştı ama olmadı, çünkü ortada gülünecek bir şey yoktu.
Tepkiler dinmeyince bu sefer danışmanları kendilerini vekillerine siper etmeye çalıştılar ama dükkândaki fillerin sayısının artmasından ve ortalığın daha da karışmasından başka bir işe yaramadı bu.
Çünkü danışman, “Kenan abilerinin” kendilerine ne kadar iyi baktığını ve her türlü ihtiyaçlarıyla ilgilendiğini anlatırken, “Kenan abimiz başka vekiller gibi danışmanların maaşına çökmüyor” minvalinde bir şeyler söyledi ve aslında Meclis’te “herkesin bildiği o sır” birden ifşa oluverdi, kamuoyu “kim o vekiller” diye sormaya başladı.
Kenan abisinin teyzesinin oğlu, danışmanı ve emir eri olmanın bir işe yaramadığının anlaşıldığı an o an oldu, herkesin bildiği sırrın ifşası danışmanın kellesinin alınmasına yetti. Kenan abisi ise en son Ahmet Hakan’a “Ne yapsam, ne desem yeni bir tartışma doğuyor. Partime zarar vermek istemiyorum. Kilitlenmiş durumdayım” diyerek kurtlar sofrasında düştüğü durumu anlatıyordu.
Saray’dan talimatla vekil yapılma, siyasetin ne olduğuna dair en ufak bir fikre sahip olmama, teyze oğlunu danışman olarak işe alma, lümpenliğini tek bir fotoğrafla ortaya koyma, danışmanların maaşına çöken vekiller, bütçe yapamayan, gensoru önergesi verilemeyen, bütünüyle yürütmenin kontrolüne geçmiş ve herhangi bir fonksiyonu kalmamış yasama…
Dolayısıyla mesele tek başına Sofuoğlu meselesi değil, çünkü yeni rejimde parlamento en fazla bu olabilir. Parlamento bu rejimde sadece “hâlâ muhalefet var, hâlâ muhalefet yapılabiliyor” yanılgısına hizmet edebilir ve tam tersinden orada muhalefet yapmak da ülkede hala bir parlamento bulunduğu yanılgısına…
Bakın, daha birkaç gün önce iktidar partisi belediye başkanlarını açıkladı, anayasanın 94. Maddesi’nde “TBMM Başkanı, Başkanvekilleri, üyesi bulundukları siyasi partinin veya parti grubunun Meclis içinde veya dışındaki faaliyetlerine görevlerinin gereği olan haller dışında, Meclis tartışmalarına katılamazlar” şeklinde açık hüküm bulunduğu halde Meclis başkanı istifasını sunmamış bir şekilde o toplantıya katıldı, “Reis” tarafından İstanbul belediye başkanı adayı ilan edildi ve mutluluk gözyaşı döktü.
Peki bu duruma, bu açık anayasa ihlaline tam seçim takviminin resmi olarak işlemeye başladığı şu günlerde YSK bir şey diyecek midir, diyebilecek midir?
Hiç sanmıyorum, çünkü bizzat YSK üyelerinin şu anki durumu anayasaya aykırılık teşkil ediyor; çünkü anayasanın 67. Maddesine 2001 yılında eklenen “seçim yasalarında yapılan değişikliklerin bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanamayacağı” hükmüne rağmen, YSK üyelerinin görev süreleri seçime üç ay kalmışken uzatılmış durumda.
Velhasıl mesele bir kişi değil, rejim böyle işliyor, “anayasasızlaştırma” ve “parlamentosuzlaştırma”, anayasayı askıya alma ve Meclis’i fiilen tasfiye etme, bu rejimin en önemli iki özelliğini teşkil ediyor. Muhalefetin bunlar hiç yokmuş gibi yaptığı, her şey normalmiş gibi gidilen seçimlerden nasıl bir sonuç çıkacağını ise iktidar da muhalefet de biliyor.
Fatih Yaşlı / BİRGÜN

2 Ocak 2019 Çarşamba

Metin Temel görevden mi alındı - "Ya o ya ben" - Müyesser Yıldız / ODATV

Metin Temel görevden mi alındı?

2. Ordu Komutanı Orgeneral İsmail Metin Temel'in görevden alındığı öne sürüldü.

24 Haziran seçimlerinden önce Malatya'da katıldığı iftar programında Erdoğan'ı alkışladığı için Muharrem İnce'nin, “Apoletlerini sökeceğim” dediği 2. Ordu Komutanı Orgeneral İsmail Metin Temel'in görevden alındığı öne sürüldü.
İki gündür TSK ve siyaset kulislerini sallayan söylentilere göre, önceki gece yarısı Genelkurmay Başkanlığı'ndan çekilen mesaj emri ile Temel, Ankara'ya çağrıldı. Temel de vekaleti 7. Kolordu Komutanı Korgeneral Sinan Yayla'ya bırakarak, Ankara'ya geldi.
Peki iddialar doğruysa; Hem 15 Temmuz, hem Afrin kahramanı olarak bilinen ve “Apolet” tartışmaları sırasında Erdoğan ile AKP'nin yanısıra TSK'nın da arkasında durduğu İsmail Metin Temel'le ilgili bu şok kararın sebebi ne olabilir?
Buna ilişkin kulis bilgilerini aktaralım:
15 Temmuz'dan bu yana Temel ile Hulusi Akar ve Genelkurmay Başkanı Yaşar Güler arasında çeşitli sıkıntılar ve görüş ayrılıkları yaşandığı konuşuluyordu.
Bu sıkıntılar konusunda son aylarda gündeme gelen ve bardağı taşırdığı söylenen son olay ise şuydu: 
Terörle mücadelede başarı gösteren askerlere madalya verilmesi kararlaştırılır. İsmail Metin Temel'in de ödüllendirilmesini istediği iki isim vardır, ancak bunlar listeye alınmaz. Bunun üzerine bir iddiaya göre, Temel ödül törenine katılmaz. Bir başka iddiaya göre ise Genelkurmay Başkanı Yaşar Güler oradayken, Temel töreni terk eder. İşte bu olaydan sonra da Karargâh ile Temel arasındaki tüm ipler kopar.
Bundan sonrasına ilişkin söylentilere gelince;
İsmail Metin Temel'in bugün veya yarın çıkartılacak bir Cumhurbaşkanı kararnamesi ile görevden alınacağı, emekli olmadığı takdirde de Genelkurmay Başkanlığı'na değil Milli Savunma Bakanlığı'na bağlı bir birime atanacağı belirtiliyor.                                            
                                                            ---
"Ya o ya ben"
TSK'da Erdoğan'a en yakın isimlerden birisi, ayrıca Suriye'deki Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatlarının “kahramanı” olarak bilinen 2. Ordu Komutanı Orgeneral İsmail Metin Temel'in, tam da Menbiç'e yapılacağı söylenen harekattan önce kızak bir göreve çekilmesi kelimenin tam anlamıyla şok etkisi yarattı.
Bilindiği gibi, Temel, 24 Haziran seçimlerinden önce Malatya'daki iftar yemeğinde Erdoğan'ın, CHP'nin Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce aleyhindeki sözlerini alkışladığı için siyasi tartışmaların odağına oturmuştu. İnce, “Onun apoletlerini sökeceğim” deyince Erdoğan, şu karşılığı vermişti:
“Metin Temel Paşamızla çok yakın bir hukukumuz var. Muharrem İnce, bu millet sana onun apoletlerini sökecek fırsatı vermez, seni sandığa gömer.”
TÖRENE SAĞLIK RAPORU GÖNDERMİŞ
Bu sözlerden sadece 6 ay sonra bir anlamda İsmail Metin Temel'in “apoletlerinin sökülmesi” anlamına gelen görev değişikliğinin çok önemli bir sebebi olmalı değil mi?
Kulislerde konuşulan sebep çok, sırasıyla gidelim.
İlkini dün aktarmıştık; 14-15 Aralık'ta Ankara'da icra edilen “TSK 2017-2018 Faaliyet Yılı Değerlendirme Toplantısı, Madalya ve Başarılı Birlik Ödül Töreni”ne bir iddiaya göre, İsmail Metin Temel'in mazeretsiz katılmaması, bir diğer iddiaya göre ise Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Güler oradayken, töreni terk etmesi.
Hemen şunu belirtelim; Temel, töreni terk etmemiş. Doktor raporu gönderip, mazeret bildirerek törene katılmamış. Ancak Afrin Harekatına katılan birliklere, özellikle de 18 Mart'ta “Afrin'e bayrak çeken” isim olarak bilinen Tunceli 4. Komando Tugay Komutanı Tuğgeneral Mustafa Barut'a ödül verilmemesi nedeniyle töreni protesto ettiği kesin! Nitekim, İsmail Metin Temel kararnamesiyle birlikte Tuğgeneral Barut da normalde Albay kadrosu olan Erzincan 3. Ordu Komutanlığı Denetleme ve Değerlendirme Başkanlığına verildi. 
YAŞAR GÜLER PATLADI
İşte Temel'in o törene karşı tavrından sonra Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Güler'in, “Ya o, ya ben” resti çektiği, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar'ın da Güler'in yanında yer alması sonucu İsmail Metin Temel'in görevden alındığı öne sürülüyor.
Orgeneral Yaşar Güler'i yakından tanıyan isimler, geçmişte Güneydoğu'da görev yaparken, operasyona destek vermeyen bir il emniyet müdürü için, “24 saatte görevden alınmazsa, birliğimi çekiyorum” dediğini, bunun üzerine o emniyet müdürünün görevden alındığını hatırlatıp, Güler'in, İsmail Metin Temel konusunda da aynı tepkiyi göstermiş olmasına kesin gözüyle bakıyorlar. 
"AKINCI'DA OLAN HERKES ŞÜPHELİDİR" DEDİ Mİ?
Evet, ödül töreni bardağı taşıran son damla da acaba önceki damlalar ne?
İddialardan biri şu; İsmail Metin Temel, 15 Temmuz'dan sonra Genelkurmay Karargâhına gittiğinde bağırıp çağırmış, dahası Yaşar Güler'in odasının önünde, “Darbe gecesi Akıncı'da olan herkes şüphelidir” demiş. Akar ve Güler de bunu “not” etmiş!
Hemen benzer bir olayı hatırlatalım. Dönemin Özel Kuvvetler Komutanı Zekai Aksakallı, Fırat Kalkanı operasyonunu yönetirken görevden alınıp, daha pasif bir görev olan 2. Kolordu Komutanlığı'na atandı. Bu atamanın, İsmail Metin Temel'in 15 Temmuz gecesinde yaptıkları telefon görüşmesine ilişkin olarak, “Zekai Aksakallı beni aradı, 'Karargâh işgal edildi, ben evdeyim’ dedi. Ben, 'Karargâha dön’ deyince de 'Karımı teskin ediyorum’ cevabını verdi” şeklindeki ifadesi üzerine yapıldığı belirtilse de gerçekte Aksakallı'nın, Özel Kuvvetler Komutanlığı davasında özel celsede verdiği ifadedeki şu sözleriyle, bir anlamda Hulusi Akar'ı suçladığı için ÖKK'dan alındığı biliniyor:
“TSK’da kriz ve olağanüstü durumlarda ilk haber alınır alınmaz ‘Personel kışlayı terk etmesin’ emri verilir. Birlik komutanları kışlalarında mesaiye devam eder. Her zaman uygulanan bu temel ve basit kural, 15 Temmuz 2016’da ilk haber alındığı zaman uygulanmamıştır. Uygulansaydı, darbe girişimi baştan açığa çıkardı.”
MENBİÇ OPERASYONUNU O YAPMASIN
Bir başka iddia; “Afrin operasyonundaki bazı hatalar”, özellikle de “Operasyonun erken bitirilmesi” sebebiyle Hulusi Akar ile Temel arasında tartışma yaşandığı şeklinde.              
O yüzden Akar ve Güler'in, olası Menbiç operasyonunun İsmail Metin Temel'in sevk ve idaresinde yapılmasına sıcak bakmadığı, sürpriz bir şekilde görevden alınmasının ana sebebinin de bu olduğu bildiriliyor.
Bu vesileyle Suriye operasyonların yönetimindeki değişimleri ve olası Menbiç operasyonunu kimin yöneteceğini de aktaralım.
Operasyonlar için oluşturulan Müşterek Özel Görev Grup Komutanlığı başlangıçta dönemin Özel Kuvvetler Komutanı Zekai Aksakallı'ya bağlıydı. ÖKK, doğrudan Genelkurmay Başkanlığı'na bağlı olduğu de için emir-komutada herhangi bir sıkıntı yaşanmıyordu.
Aksakallı'nın ayrılmasından sonra bu grubun komutanlığına, 15 Temmuz'da Kara Havacılık Okul Komutanı olan, darbe teşebbüsünün ardından Adana 6. Mekanize Piyade Tümen Komutanlığı'na atanan ve İsmail Metin Temel'e yakınlığı ile bilinen Tümgeneral Hakan Atınç verildi.
Şimdi ise Müşterek Özel Görev Grup Komutanlığı'na Tuğgeneral Erdal Şener'in getirildiği konuşuluyor.
Erdal Şener'in kim olduğuna gelince;  
İzmir Casusluk kumpasında yaklaşık 20 ay hapis yatan Şener, 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra KKTC’deki 39’uncu Mekanize Piyade Tümen Komutanlığı'na atandı. Şener, bu yılın YAŞ kararıyla da 2. Ordu Komutanlığı'nın, yani İsmail Metin Temel'in Kurmay Başkanı oldu.  
Özetle, İsmail Metin Temel'le ilgili karar öncesi ve sonrasıyla çok konuşulacak bir olay.
Şimdilik şu notla bitirelim:  
Tanıyanlar, Temel'in istifasını vermeyip, emekli edilmeyi bekleyeceği görüşünde. 
Müyesser Yıldız  / Odatv.com

Bedellerden beden beğen - KAAN SEZYUM

İtinayla bedel ödetilir. Bedel tahsilatı yapılır. Kredi kartı geçmez. Siz bu dilden anlarsınız.

Sarı yelek sarı bıyık gibi bi şey sanırım. Giyen bozuluyor. Aynı sigaranın katranının bıyığı bozması, sarartması gibi gibi… Neyse, biz bedel ödetmeye geldik. Makama hakaret olmaz. Bedelini ödetiriz. Peki makam gereğini yapıyor mu? Makam makam gibi davranıyor mu? Önemi var mı? Kimse bize hakaret etmesin.
Meclis yemekhanesinde yemek yiyiyoruz. Deli gibi yemişiz. Ama iyi yedik. Lakin iyi yedik. Tüm vekiller ve misafirlerimiz iyi yedi. Ooooh çok güzel yedik. İki kişi dünyayı yedik, verdiğimiz hesap ortada. Kavurmalı pide 8 lira. İki lahmacun 7 lira. Tanesi 3.5 lira lahmacunun. Eminönü’nde görsen yemezsin o fiyata. İçinde martı vardır… Neyse bizim meclisin yemekhanesi on numara. Fırın sütlaç 2.5 tl… Temiz. Bi ihtiyacınız varsa ben meclisten alayım, eve getireyim. Evde yapsanız masraf…
Kimse bedel ödetmesin. Bedelli askerlik geldi bak ne güzel. Ödeyin bedelini, gitmiş kadar olun askere. Zamandan zamana da değişiyor. Geçenlerde 30’du, şimdi 18 oldu. Bedellide tüm bedenlerde büyük indirim var. Patron işini bildi…
Bedelini ödeteceğiz. İki tane hokkaaabaz çıkmış gak guk konuşuyor. Ya sen sanatçısın, sanatını filan yapsana. Hiciv yap diyeceğim ama bi saniye ondan da bi bedel çıkartırım şimdi sana. Tam senin bedenine göre. Karikatür marikatür çizemezsin. Makama saygı duyacaksın. Makam sana saygı neden duysun? Makam makam gibi davransa sanki senin tavrın değişecek. O yüzden canım lütfen eleştirel bi şey filan söyleme. Bak haber kanallarının hepsi şakşağa bağladı. Ne yapsam yarıyor, ne yesem yarıyorum. İstediğiniz kadar onu deyin bunu deyin, bu ülkede makama saygı duymayanın ensesini patlatırlar. Sonuçta makama saygı göstermezsen makam da sana saygı göstermez. Yani aslında göstermesi gerekiyor ama öyle bir imkanım da var. Sonuçta top benim, kaleler benim, saha benim, oyuncular zaten benim…
Çok sevdiğim bir oyuncum var. Kare kafa, eski badici, böyle saz çalıyor gibi ama hiç canlı göremedim. Müzisyen adamın konser veremeyeni makbuldür. Zaten adam ‘Aletten istediğim gibi ses alamıyorum, konserim dilediğim gibi olmuyor’ diyor… Peki Pink Floyd naapsın? Pink Floyd mal mı? Bi benim badicim, otobüste kokan garibanları eleştiren reklam kahramanım çalamıyor. Kula kulluk etme güncellemesinden sonra ne de güzel oldu. Eskiden yanında durduğu garibanların, fukaraların tepesine çıkarak yükseldi. Kutu saçlarıyla, badi badisiyle ezilmişleri bir tur da kendisi eziverdi. Bir de orada burada kokuyorsunuz diye aşağıladı sevimsiz reklamlarında. Yazık valla kimin sanatçısıysa…
Diyeceğim o ki, kimse kimseyi eleştirmesin. Herkesin ne olduğu belli çünkü. O yüzden hiç kimse eleştirmezse, eleştirilecek bir şey kalmaz. Çünkü bunu herkes bilir: Hatalar uyarılarak ya da konuşularak düzelmez. Hatalar hatalıkların hatalıklarını hata olarak görmezler.
Çok yaşasın her şey!
KAAN SEZYUM / BİRGÜN

Sistem çürüyerek çöküyor: Sol, halk muhalefetine sahip çıkmalı-KORKUT BORATAV


Korkut Boratav ile Pazar söyleşimizin bu ayki konusu Sarı Yelekliler hareketi oldu. Sarı Yelekliler eylemleri üzerinden ‘Sistem Krizini’ ve ‘Sol Arayışları’ tartıştık. Yılın sonunda bir anlamda bir dönem değerlendirmesini içeren söyleşimizin sonunda Türkiye ekonomisini yeni yıldaki seyrini de masaya yatırdık.

Sarı Yelek giyerek sokağa çıkanların ‘kim’ olduğu çok tartışıldı. Bu eylemin sınıfsal karakterine ilişkin neler söyleyebilirsiniz?
“Sarı yelek”, Fransa’da araçların kaza, arıza hallerinde sürücülerine giymeleri gereken bir “üniforma”. Eylemler başladığında Türkiye’de gözlemsel ilk algılama ‘araba sahiplerinin protestosu’ , ‘orta sınıf tepkisi’ olarak küçümsendi. 
Öncelikle şunun altını çizmek gerekir: Otomobil, Batı işçi sınıfları için “ücret malı”dır. Marx’a göre “iş gücünün değeri”, ücretli emeğin varlığını sürdürebilmesi için gereken, tarihsel ve sosyal olarak belirlenen bir  zorunlu tüketim miktarı ile belirlenir. Bunun altındaki bir ücret düzeyi, işçi tarafından yeterli görülmez ve kabul edilmez. 
ABD’de de kentleşme öyle bir biçim almıştır ki bir işçinin konutundan iş yerine araç sahibi olmadan gitmesi dahi mümkün değildir. Avrupa için de benzer bir durum söz konusudur. Büyük kentlerde toplu taşımacılık yaygındır ama banliyölere yayılan emekçiler için araç sahipliği hayatın vaz geçilmez bir öğesidir. Fransa’da da çalışan herkesin sarı yeleği vardır. Dolayısıyla araç sahipliğini işaret eden sarı yeleğe bakılarak, bu hareket orta sınıf tepkisi olarak küçümsenemez. 

MACRON’UN CİLASI DÖKÜLDÜ

Bu hareketin Fransa’daki siyasi sürece ilişkin etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sarı yelek eylemlerini değerlendirirken Fransız toplumunun bir başka özelliğine de dikkat çekmek gerekir. Sol parti ve sendika örgütleri zayıflamış olsa bile Fransa halkı toplumsal taleplerini sokağa çıkarak savunur. Kimi neoliberal uygulamaların önlenmesini sağlayan, parlamento değil, sokak olmuştur. Sokakta öğrenciler vardır, örgütsüz emekçiler vardır; sendikalar ve partiler de flamaları, bayraklarıyla katılır. Fransa bu anlamda devrimci bir geleneğe sahiptir ve bu geleneği daima hatırlar. 
Sarı yelekliler hareketi de sokağa çıkma geleneğinin bir parçası olarak gelişti. Bizim Haziran 2013 kalkışmasına, nasıl Gezi Parkı’nda ağaç kesilmesi vesile olmuşsa, sarı yelekliler eylemine de akaryakıt fiyatlarına zam vesile oldu. Ama bu vesile, çok daha genel bir hoşnutsuzluğu da açığa çıkardı.  
Genel hoşnutsuzluğu kapitalizmin siyasi krizinin bir boyutu olarak düşünebiliriz. Başkan Macron, Fransız partileşmesinin sol-sağ ayrımına meydan okuyarak iktidara geldi. Sosyalist parti hükümetinin bir bakanı olarak siyasete adım attı; sonrasında Fransız halkının, önceki iki Başkan döneminde temsili demokrasiye duyduğu tepkiyi kanalize etmeye çalıştı. Kendi partisini de reddetti; geleneksel sol / sağ partilerin dışında bir siyaset önererek yıldızlaştı.
Sonrasında cilası hızla döküldü. Neoliberal modelin ilerletilmesi dışında hiçbir yenilik taşımadığı anlaşıldı. Benzin zammı halk tepkilerini tetikledi. Eşzamanlı olarak Hollande döneminde gerçekleşen servet vergisini kaldırması, Macron’un sınıfsal konumunu iyice açığa çıkardı; bu olgu da sokağa taşındı.

TEMSİLİ DEMOKRASİNİN KRİZİ DEVAM EDİYOR

Sistem Krizleri nasıl sonuçlar üretiyor?
Batı toplumlarının tümünde, halk, sermayenin kapsamlı politikası olan neoliberalizmin ve küreselleşmenin darbeleriyle karşılaşınca sokakta ve sandıkta tepki gösteriyor; reddediyor; ama tepkileri temsil edecek siyasi bir seçenek bulamıyor. Temsilî demokrasi krizi budur. 
Sermaye, bu tepkileri kanalize etmeye çalışıyor. Fransa’da temsil krizinden doğan boşluk, geleneksel siyasetle bağını koparan Macron’la doldurulmaya çalışıldı ve “sarı yelekliler” hareketi, bu numaranın da tutmadığını gösterdi. 
Ne olacak bundan sonra? Batı’da geleneksel siyaset itibarsızlaşınca halkın karşısına iki seçenek çıkıyor. Siyaset krizinde sermayenin programı olan neofaşizm mi? Her ülkeye özgü sosyalizm birikimlerini yeniden canlandıran ve emekçi sınıfların siyasetini temsil eden sol mu?
Sistem krizine soldan da yanıt verilemiyor. Fransa’daki eylemlerle solun ilişkisi açısından bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hollande döneminde Sosyalist Parti’nin sermayeye teslimiyeti, tüm sol partileri ve sendikaları da itibarsızlaştırdı. Sarı yelekliler partiler ve sendikalar tarafından örgütlenerek değil, büyük ihtimalle sosyal medyadan zincirleme haberleşme ile sokağa çıktılar. Başlangıçta hiçbir parti bu hareketi tam olarak sahiplenmedi. Sendikalar da önce uzak durdu. Daha sonra CGT destek verdi; sendikalı işçiler ise eylemlere ilk günden başlayarak katılıyordu. Soldan en yakın sahiplenme Melenchon’ dan geldi; zaten bu hareketi sahiplenebilecek en doğal aday odur. 
Sarı yelekliler, bir hareket olarak devam etmeyecek; ama Macron’un Fransa’da temsilî siyaset krizinden doğan boşluğu doldurma çabası da bu hareketle iflas etmiş oldu. 
Fransa’da diğer ülkeler gibi iki seçenekle karşı karşıya: Halk muhalefeti ya neofaşist akım içinde kaynayacak ya da sosyalist birikimlerin mirasını canlandırmayı beceren sola yönelecek. Macron, 10 Aralık’ta sarı yeleklilere ödün verdiği konuşmasında “Fransız halkının derin kimliği”ne değinerek “göçmen sorununu da halletmemiz gerekiyor” demiş. Bu tavır, sermayenin tipik tercihini yansıtıyor: Halk muhalefetini milliyetçi / ırkçı söylemlerle neo-faşizme yöneltmek… Tipik bir burjuva siyasetçisi olarak Fransa’da büyük sermayenin çözümünün klasik sağ ile neo-faşist sağın ittifakı olduğunu Macron da bu söylemiyle göstermiş oluyor.

SOL HALK MUHALEFETİNE SAHİP ÇIKMALI

Sol parlamaların ötesine geçerek, bir seçenek olabilmeyi başarabilmesi nasıl sağlanabilir. 
Yunanistan, İspanya, Portekiz hatta İngiltere’deki sol hareketlere baktığımızda, ilk üç ülkede geleneksel komünist partilerin marjinalleşmediğini; ancak neoliberalizme direnen diğer sol akımların da etkili olduğunu görüyoruz. Syriza dahi, geleneksel Komünist Partisi’nin bir türevidir. İspanya’da Podemos Latin Amerika’nın sosyalist geleneği ile yakın ilişki kurmuştur. Portekiz Sosyalist Partisi de, Komünistlerin ve Sol Cephe’nin desteğiyle iktidardadır. 
Kendi ülkesinin sosyalist geleneği ile bağ kurmayan bir sol bugün de etkili olamıyor. İtalya’da bunu görebiliriz. İtalya’da, eski Komünist Parti mirasını alıp yok eden Demokrat Parti, sermayenin ana temsilciliğini üstlendi. Burada sol gelenek Demokrat Parti’de sahipsiz kalınca heba oldu; seçmenlerinin bir bölümü 5 Yıldız Hareketi’ne yöneldi; ama bu yeni parti de neo-faşizmle iktidar ittifakını yeğledi. İtalya’da bu anlamda sol kaybolmuştur. 
Jeremy Corbyn ise İngiliz İşçi Partisi’nin sol geleneğini tümüyle benimsedi. Blair’ci çizgiyi, partisini genç, militan üyelere açılarak yenilgiye uğrattı. 
Her ülkede solun anlamlı bir güç olabilmesi için kendi devrimci mirası ile sosyalist birikimi bütünleştirmesi gerekiyor. Bunu doğru algılayan düşünürlerden birisi Samir Amin’di. Ölümünün hemen öncesinde yeni bir enternasyonal kurulması çağrısı yayımladı: Uluslararası işçi sınıfı hareketi ile Üçüncü Dünya’nın anti-emperyalist mücadelesini temsil eden bir enternasyonal… 
Dünya halklarının iki düzen-karşıtı mücadelesinin bir bileşkesi…
Halk muhalefetinin kaybolması ya da bastırılması kapitalizmin krizini aşmasına imkan tanır mı? 
Buradan şöyle bir tarihsel sorun çıkar. Kapitalizm artık bir sistem olmaktan çıkmıştır; hayatiyeti kalmamıştır. Ya devrimci bir dönüşümle yeni bir düzene geçecek; sosyalizme, giderek komünizme yönelecek. Ya da çürüyerek, çözülerek, dağılarak son bulacaktır. 
Bir sistem bütün unsurlarını baskı, uzlaşma veya ikna yoluyla bütünleştiren bir sistemdir. İkna yeteneğini kaybettiği andan itibaren sadece baskı kalır. İki türlü baskı: Devlet baskısı ve sermaye baskısı. Emperyalizme bakın: Geçmişte, hem tahripkâr, hem de inşacı idi. Bu nedenle bir sistem özelliği taşıyordu. Bugünkü emperyalizm ise, girdiği, etkilediği her yeri sadece yıkıyor; parçalıyor; tahrip ediyor. 
Çağdaş emperyalizmin en açık örneği Ortadoğu değil mi? Bu coğrafyanın iki ülkesinde Mısır ve Tunus’ta devrimci halk kalkışmaları, 2011’de emperyalizm ile bütünleşmiş iki yoz, soyguncu iktidarı devirdi. Emperyalizm ise gerici Müslüman Kardeşler’i iktidara taşımak işlevini üstlendi. Her iki ülkede de halk emperyalizmin seçeneğine direndi; ama ihanete uğradı. Emperyalizm bugün Tunus halkını IMF programları cenderesine sürükledi. Mısır’da askerî faşizmle ittifak içindedir. Hemen ardından Libya ve Suriye’de cihatçılarla ittifak halinde rejim değişikliğine yönelik silahlı saldırıları tezgâhladı. 
Bu tablo, bir sistemin çökerek, çürüyerek yok olma tablosudur. 
Şimdi ABD emperyalizmi Suriye’den çekip gitmeye kalkışıyor. Sonuç belirsizdir. Çünkü sistem krizi emperyalizmin bütünlüğünü de; tutarlı karar verme yeteneğini de kaybetmesi anlamına geliyor. Amerikan emperyalizmi bugün en az üç karşıt akım arasında mücadele içinde savruluyor. Sistemin içsel çelişkileri Ortadoğu’da odaklanmış olarak karşımıza çıkıyor. 
Bu da bize gelecekteki ihtimallerden birisinin çürüme ve yozlaşma olabileceğini gösteriyor. O yüzden devrimci, sosyalist geleneği temsil eden insanların sorumluluğu, halk muhalefetini sahipsiz bırakmamaktır. Lenin’in de ifade ettiği gibi kendiliğinden halk muhalefetinin sınırları var, bu muhalefet sendikal muhalefet olur ve orda kalır. Bunun en açık örneklerinden birisi İngiliz işçi sınıfı hareketidir. Çartist hareket kapitalizmin en güçlü işçi sınıfı hareketlerinden birisiydi; ama sosyalizmi gündemine alması çok zaman aldı. Halk muhalefetinin ileri taşınması şu andaki sol, sosyalist akımlara düşüyor. 
Halk muhalefetinin sahipsizliğinin bir sonucu da bugün faşizme sürüklenen Türkiye’de yaşanıyor.

ABD ORTADOĞU’YA SADECE MELANET, FELAKET, KAN VE KIYIM GETİRDİ

ABD’nin çekilme kararından hareketle, özellikle Türkiye’de bu konudaki tutumlardan birisinin ABD’nin bölgede kalması yönünde bir çağrı ve çabanın söz konusu olduğunu da görüyoruz. Bunu nasıl değerlendirirsiniz?
Ne söylenebilir? Türkiye’nin acı kaderinin parçalarıdır. Bölgeye sadece melanet, felaket, kan ve kıyım getiren Amerika’ya “çıkma, kal” demek olacak şey mi? 
Bu konuda tartışmaya girmek yerine geçmiş bir belgeye referans vereceğim. Aralık2011’de Orta Doğu’ya dönük emperyalist saldırı nedeniyle Cezayir İşçi Partisi’nin düzenlediği bir Dayanışma Konferansı’na Türkiye’den dört meslektaş davet edilmiştik. Suriye’de çalkantılar patlak vermişti; ABD; Körfez ve Türkiye destekli cihatçı saldırı ise o tarihte başlamamıştı. 
Konferans, bizin önerimiz üzerine aşağıdaki ifadeyi Sonuç Bildirgesi’ne ekledi: “Konferans, Suriye halkının toplumlarının demokratikleşmesi özlemi ile dayanışma içindedir; ancak, emperyalist güçlerin ve taşeronlarının bu özlemleri Suriye’de rejim değiştirme amaçlı askerî ve siyasî müdahale vesilesi olarak kullanmasını şiddetle lanetler.” 
O tarihte söylediklerimiz bir sağduyu ifadesiydi. Sonrasını biliyoruz. Şimdi emperyalizm ve ortaklarının yarattığı çıkan insanî enkazı çaresizce gözlüyoruz. Bugün yedi yıl önce söylenenlerden başka ne denilebilir ki?
Önümüzdeki süreçte Türkiye’deki muhalefet için neler söylersiniz?
İktidar özgürlük alanlarını sürekli daraltıyor. Onun için bu alanları hem korumamız, hem de mümkün mertebe genişletmemiz gerekir. Yerel seçimler de bu açıdan önemli. Üst yönetimi Türkiye toplumunun ilerici birikimlerini rahatça heba etmiştir; Cumhuriyet değerlerine sırtını dönmüştür. Ama CHP belediyeleri hala Türkiye’nin önemli özgürlük, özerklik mekânlarıdır o yüzden kaybetmemek; genişletmek gerekir. 
Meslek odalarımızın, sendikalarımızın hayatiyetleri çok önemlidir. İşçi sınıfındaki direnme eğilimlerini sahiplenen tüm sendikalar desteklenmelidir. 
Türkiye’yi yöneten makamlarda gözlenen iç tutarsızlıkları, düzeysizlikleri küçümsemek yanlıştır. Tutarlılık ve bürokratik düzey, faşizmin tüm kurallarını sistemli bir biçimde uygulamak için gerekli değildir. Amaçlarına ulaşmakta başarılı olduklarını görüyoruz. 
İki emektar, değerli sanatçıya uygulanan baskı, etkili sindirme, yıldırma yöntemleridir. Bu tür baskılara maruz kalan düşünce, sanat, bilim insanları, faşizm-öncesi Türkiye’nin heba edilemeyecek, saygın düşünsel ve estetik birikimini temsil ederler. Onlarla dayanışma, katkılarını sahiplenme, yaşatma önceliklidir.

2019’DA DA BİRGÜN’Ü SAHİPLENELİM

BirGün okurlarına yeni yıl mesajınız var mı hocam…
Gazetemiz BirGün bu karanlık, güç günlerde Türkiye basınının sosyalist, aydınlanmacı, ilerici geleneğini temsil etmekte; başarıyla sürdürmektedir. 2019’da da BirGün’ü sahiplenelim; okuyalım; okutalım; aktif katkı yapalım; elbirliğiyle geliştirelim…
***

EKONOMİDE ASIL ŞOK ŞİMDİ BAŞLIYOR

Türkiye ekonomisinin 2019’daki seyri nasıl olacak?
İçinde yaşadığımız krizin farklı ivmeleri var. İlk ivme döviz krizi ile patlak verdi. İktidarın seçim takvimi nedeniyle ekonomiyi pompalamasının yarattığı gerilimler döviz piyasasına yansıdı. Cumhurbaşkanı, finans çevrelerine karşı Mayıs ayında meydan okuyan bir söylem tutturarak bu gerilimin tırmanmasına katkı yaptı.
Önceki tüm seçimlerde sermayenin kolektif iradesini temsil eden borsa, AKP’nin seçim zaferlerinden sonra yükselmiştir. Zira, neoliberal programı itirazsız uygulayan tek parti iktidarının devamı olumlu karşılanmıştır. Uluslararası finans çevrelerine karşı yürütülen meydan okuma, nedeniyle Haziran 2018’de bu değerlendirme gerçekleşmedi. Ekonominin başına, finans sermayesinden siyasete geçmiş Mehmet Şimşek yerine Albayrak’ın getirilmesi, ek bir güvensizlik etkeni daha oldu. 
Bu etkenler, birlikte, döviz krizini tırmandırdı. Ağustos sonunda durumun sürdürülemez olduğu ortaya çıktı. Eylül’de Albayrak Londra’da uluslararası finans çevreleri ile görüştü. “IMF’siz bir IMF programı” önce Merkez Bankası’nın faizleri yükseltmesiyle, sonra da 2019 bütçesine esas olacak Yeni Ekonomi Programı ile kabul edildi. 
Bu adımlar dövizdeki yükselişi engelledi. Bunalımın döviz krizi aşaması son bulurken, üretim, istihdam ve milli gelir verilerine yansıyan kritik aşaması başladı. Türkiye ekonomisi Ağustos-Ekim aylarında cari işlem fazlası verdi. Bu fazla, olumlu bir yapısal dönüşümden değil; iç talepteki çöküşün ithalatı daraltmasından; yani yoksullaşmadan kaynaklandı. Dış ticaret döviz tasarrufu sağlamaya başlayınca dövizdeki yükseliş durdu. Ekonominin gidişatı döviz fiyatlarından algılanmaz.. Reel ekonomideki bunalım, son milli gelir verileriyle ortaya çıktı. Ekonomi 2018’in son çeyreğinde 2019’un ilk yarı yılında küçülecek ve küçülmenin sosyal maliyeti ağır olacak.
BİRGÜN 

2019; 100. yılında yeniden millî mücadele.. - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Türkiye ağır ekonomik, siyasal, sosyal sorunlarla 2019 yılına girdi...
Sorunlar büyük ancak çözümsüz değil... Türkiye'nin kuruluş felsefesi, kurtuluş ve kuruluş destanı yaklaşık bir insan ömrü mesafeden bize yol gösteriyor...


Hatırlayalım;
Sömürgeci "yenilmez" ülkelerin vatanımızı işgaline karşı bir avuç cesur yürek, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde Türk Kurtuluş Savaşı'nın ateşini 100 yıl önce yakmıştı.
Eşi olmayan bir mücadele ile cephelerde kazanılan zaferi büyük Atatürk, Cumhuriyet ile taçlandırmış, çağının ötesinde bir ulus ve ülke inşa etmeyi başarmıştı.
Atatürk'ün tek bir devrimi bile bir insanın ölümsüz olması, tarihe geçmesi için yeterliydi...
Destansı cephe savaşları ve ardından gelen cehaletle savaş...

                                                              *

Lütfen gözlerinizi kapatıp düşünün... Sadece 19 yılda Atatürk ne yapmış?
* Çöken bir İmparatorluğun en geri bırakılmış, en yoksul vatan evlatları ile verilen kurtuluş mücadelesini kazanmış,
* memleketin dört bir yanında dünyanın süper gücü olan devletlerin ordularına tek tek boyun eğdirmiş,
* Türk devletlerinin sonu anlamına gelen, Türk Milleti'ni tarih sahnesinden silen Sevr anlaşmasını emperyalist devletlere yedirmiş ve yerine son Türk devletinin tapusu olan Lozan'ı imzalatmış,
* ülkeyi düşman postallarından temizlerken çağdaş uygar toplumun ve devletin temellerini atmış, cephede savaşırken TBMM'yi kurmuş,
* barışın ardından, ikinci büyük savaşı olan cehaletle mücadeleye başlamış; iğne ile oya örer gibi, çelikten ilmiklerle; eğitimde, sağlıkta, ekonomide, sosyal yaşamda her biri dünyada eşi olmayan devrimleri gerçekleştirmiş,
* sıfırdan bir ülke kurmamış; dağılmış bir imparatorluğun tüm borçlarını, sorunlarını, geri kalmışlık yükünü de omuzlayarak, her alanda kangren olmuş bir çöküntüyü tedavi ederek ilerlemiş...

Atatürk'ü, silah arkadaşlarını ve aydınlanma savaşçılarını, yazmaya, anlatmaya sayfalar yetmez...  Ben süreye dikkatinizi çekmek istiyorum. Sadece 19 yıl...

                                                             *

100 yıl önce memlekette lise okuyabilen kız öğrenci sayısı 230'du mesela!
100 yıl önce işçi sayısı 10'dan fazla olan yerli işyeri sayısı 15 bile değildi!
Ticaret, finans, sanayi, fabrikalar, madenler, demiryolları, limanlar...  yabancılara aitti...
Atatürk bu topraklara ait olması gereken her şeyi millîleştirmiş, milletin emrine, hizmetine, işletmesine sunmuştur...
Sadece 19 yılda...  Nazım'ın dizelerindeki gibi; "soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen" kadınlarımız özgürleşmiş; Cumhuriyet kadınları sanatta, sporda, bilimde çığır açmıştır...

                                                              *

Millî mücadelenin 100. yılına girdik... 2019'u bu derin anlamı ile karşılamalı, yaşamalı ve ona göre hareket etmeliyiz...

Atatürk'ün mucizevi uygarlık savaşı ve ekonomik devrimleri "mirasyedi" iktidarlar tarafından her geçen yıl aşındırıldı...
İleri gitmek; cesaret, azim, kararlılık gerektirir... Siyasetçiler kolay olanı tercih ettiler! Dış destekli karşı devrimin kölesi oldular...
Seçim kazanmanın, sandıktan çıkmanın "gericileşmekle", "lümpenleşmekle" mümkün olduğuna kendilerini inandırdılar...
Lümpen kadrolar, cahil cesareti ile siyasi makamları; belediyelerden, bakanlıklara kadar ele geçirdiler... Bu ülkenin aydınlık insanları yalnızca izlemekle yetindi... Siyaset bataklıktı ve çamura bulaşmak istemediler!

Oysa kötülüğün zaferi; iyilerin yalnızca seyirci kalması ile mümkün olabilir...
Ekonomik ve askerî darbeler aydınlanmacı kadroları dağıttı. Sömürgeciler; sağcı-solcu, ulusalcı-milliyetçi, Alevi-Sünni diyerek toplumu mikronlarına ayırdı.
AKP iktidarı bu ülkenin en büyük harcı olan Atatürk sevgisi ve kurucu felsefenin üzerine beton dökmeye kalktı! Cemaatler hortladı... En öne çıkanı darbe ile memleketi ele geçirmeye çalıştı.
                                                             *

AKP 16 yıldır kesintisiz şekilde iktidarda... CHP'de genel başkanlık ortalama süresi de 10 yıldan başlıyor...
Bu uzun sürelerde neler yapılabilirdi? Atatürk Türkiyesi'ni yaşatmak ve daha ileriye taşımak görevini üstlenen siyasi kadrolar görevlerini ne derece yerine getirebildi?
Önlerine çıkan engeller nelerdi? Neden başarısız oldular?

Atatürk'ün 19 yılda yaptıklarına bakıldığında 10 yıllık, 15 yıllık süreler bu ülkenin yoksul, yoksun çocukları için büyük kayıp yılları değil mi?
Halk sadece güvenmek istiyor... liderin ne namaz kılması, ne şarap içmesi... sadece güven...
2019'da bu güveni verecek kadrolar öne çıkmalı, Atatürk gibi düşünüp, Atatürk gibi mücadele etmeli...

Kıskaca alınmış Türkiye BOP'a sürüklenirken, hiçbir bahane başarının yerini tutmayacak...


Tuncay MOLLAVEİSOĞLU / YENİÇAĞ

1 Ocak 2019 Salı

İki cami arasında kurtuluş düşü - ORHAN GÖKDEMİR

Ne zaman söyleyecekler diye beklerken, bir arkadaşım dillendirdi ilk. “31 Mart’taki son seçim, Ekrem İmamoğlu’na oy vermezsek AKP’yi durduramayız” dedi. 

“Oğluna oy vererek imamı mı durduracaksın” dedim, şaşırdı.

Kılıçdaroğlu’nun icadıdır, ismiyle müsemmadır. Aday olarak atandıktan sonra dolaşmadığı cami, kapısını çalmadığı AKP’li kalmadı. “İstanbul’u yönetme tecrübesine sahip olmuş değerli başkanlarımla bir araya gelmeye devam ediyorum. Sayın Kadir Topbaş ve Sayın Ali Müfit Gürtuna’ya benimle paylaştıkları tecrübeleri ve önerileri için teşekkür ederim” diye paylaştı marifetini. 

“Yönetme tecrübesi” dediği şehrin yağmalanması ve bir beton denizine dönüştürülmesinden ibaret. Ayrıca adı geçenlerin şehre başkan oldukları da şüphelidir. İhtiyaç oldu atandılar ve ihtiyaç oldu görevden alındılar. Ne Müfit Gürtuna’nın ne Kadir Topbaş’ın şehri yönettiğine tanık olan kimse yoktur. 
Şehrin gerçek yöneticisinin kim olduğunu herkes biliyor. Belli ki İmamoğlu da biliyor. Saray’a çıkıp el etek öpmenin şart olduğunun farkında, randevu istedi, umutla bekliyor. 

O arada yaptığı hazırlıkları paylaştı sosyal medya hesabından. Şöyle bir şey: Çizgi ilerliyor ve bir camiye dönüşüyor. Sonra camiden çıkan çizgi İstanbul yazısı oluyor. İstanbul çizgisi ilerleyip bir başka camiye dönüşüyor. Altta kırmızıyla “İmamoğlu”nu okuyoruz. 
Şiiri de var: "Seni görüyorum yine İstanbul Gözlerimle kucaklar gibi uzaktan Minare minare, ev ev, Yol, meydan. Geliyor Boğaziçi`nden doğru Bir iskeleden kalkan vapurun sesi, Mavi sular üstünde yine Bembeyaz Kızkulesi." İmlasına dokunmadım. Şairi Ziya Osman Saba’ymış. Herhalde içinde minare geçiyor diye seçilmiş olmalı.

Seçtiği şiir mi, yoksa iki camili çiziktirmesi mi daha sefil karar veremedim. CHP’nin İstanbul adayı iki cami arasında “bicumhuriyetçi”dir. Kılıçdaroğlu’nun hiçbir masraftan kaçınmayarak imal ettiği ikinci Ekmeleddin vakasıdır. "Ekremeddin" de onun kadar sağcı, onun kadar dincidir. Ekremeddin İmamoğlu, yeni nesil Ekmeleddin İhsanoğlu’dur...
                                                           ***

Bizi ilgilendirmez ama not edelim; CHP’nin İstanbul adayı CHP’li de değildir. “Kazanırsam seçimin bittiği gün CHP rozetini çıkaracağım” dedi mesela. Cumhurbaşkanı AKP Genel Başkanı, rakibi Meclis Başkanı rozeti taşırken söyledi bunu. Niye çıkarıyorsun rozetini? Üstelik “AKP’den kurtulalım da kim olursa olsuncular” sana sırf o rozet yüzünden oy vermeye niyetliyken. Utanıyor rozetinden. Ekmeleddin de öyleydi. Cumhurbaşkanı adaylığından sonra Kılıçdaroğlu kapısını çaldı, vekillik teklif etti. Reddetti, gidip MHP’den aday oldu. 

CHP’yi “komünist” sanan geleneğin doğal refleksidir. Rozetini takmazlar, takmışlarsa çıkarmak için yol ararlar, bulurlar.

                                                             ***

Ankara’da Mansur Yavaş var, aslen MHP’li. Ankaralılar da İstanbullular gibi CHP’ye oy verip bir MHP’linin kazanmasını ve kendilerini AKP’den kurtarmasını bekleyecekler yeni yılda. Piyangodan büyük ikramiyenin çıkmasını beklemekten daha az rasyonel değil. Olur mu, olur! 

İzmir’de bir muğlaklık var hala. Muğlaklık İzmir’in “çantada keklik” sayılmasından kaynaklanıyor. Kılıçdaroğlu kimi işaret ederse o kazanmış olacak, umulan bu. Adı geçen isimlerin ekseriyeti müteahhit-tüccar, Aziz Kocaoğlu’nu aratmayacak tipler. Dün Kılıçdaroğlu'nun aklındaki isimlerden birinin Prof. Sedef Gidener olduğu açıklandı. Zihin okuyan birileri yoksa etrafında, “uçuruldu” demek daha doğrudur. soL’da haberi var, biyografisi gayet net. DEÜ Tıp Fakültesi Hastanesi başhekimiyken sendikalaşmak isteyen işçileri işten çıkarmış. Sonra Fethullah Gülen cemaatiyle irtibatı olduğu iddiasıyla akademiden ihraç edilmiş. Böyle sicili olan biri Kılıçdaroğlu’nun aklına düştüyse, başkasına yer açılması imkânsızdır. 

Fethullahcıları ve inşaatçıları sever, işçi düşmanlarına bayılır. Birkaç ay önce büyükşehirlere “ceo” aday bulmak için holding holding dolaşıyordu. Ciddiye almadılar, bunlara kaldı. 
                                                            ***

Kendine benzeyenleri buluyor, aday atıyor. İmamoğlu’nun adaylığı açıklanınca sosyal medya hesabı ortalığa döküldü. Anlaşıldığı kadarıyla Suriye’yi parçalamak üzere gönderilen cihatçı katillere İHH tırlarıyla yardım göndermişliği bile var. 

Neo Osmanlı yancıları gibi davranıyorlar her adımlarında. Kılıçdaroğlu’nun da katıldığı adaylık açıklama töreninde “Fatih'in koyduğu ilkelerle, ruhla yönetmek zorundayız” diye özetlediler yerel yönetim felsefelerini. Fatih döneminde İstanbul’un nüfusu 50 bin civarındaydı, şimdi 20 milyon insan yaşıyor. Hem ne felsefesi olacak Fatih’in? Düşürmüş şehrin kalelerini, işgal etmiş, ölen ölmüş, kaçan kaçmış. Sağdan soldan insan toplayıp yıkımına yol açtığı şehri yeniden şehre dönüştürmeye çalışıyor. Hepsi bundan ibaret. 

Eskiden seçim çalışmalarında bol keseden para dağıtan siyasilere kaynak sorarlardı. Yıkıldı o gelenek. Zaten Kılıçdaroğlu kaynağını açıklayıp konuyu ilelebet kapattı, kul hakkına müdahale edilmezse İstanbul’un milyarları vardı.
Yağmurdan kaçarken doluya, imamdan kaçarken oğluna tutulma durumu bu. 

İktidarı muhalefeti, hepsi, tepeden tırnağa AKP’li. İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de AKP’nin kaybetme olasılığı sıfır. Böyle bir ihtimal ortaya çıktı diyelim, YSK’nin görev süresi uzatılmış neferleri aportta bekliyor. Sağa açılanlara bu seçimde de çıkış bırakmadılar anlayacağınız.
                                                            ***

İmamoğlu’nun İHH’cılarının sütkardeşleri kapımıza “Noel’le mücadele” bildirileri bıraktılar yılbaşından önce. “Noel’e Karşı Topyekûn Mücadele” başlığını taşıyordu bildiri ve Müslümanları Noel kutlamamaya davet ediyordu. “Topyekûn Mücadele” bölümü iktidarın “Enflasyonla Topyekûn Mücadele” logosundan ödünç alınmıştı. “Müdafaa-i İslam Hareketi” imiş organizasyonlarının adı. “Türkiye'nin İlmi ve Fikri, Mukavemet, Mücadele ve Farkındalık Hareketi” olarak tanımlıyorlar kendilerini. Dinle, toplumla, tarihle ile ilgili bilgileri bunalımlı bir kişisel gelişimci düzeyinde. Kültürel olarak da yakın oldukları “farkındalık” lakırdısından belli. 

Laiklerimiz İslamcı cihatçıların bu “Noel” takıntısını bir türlü anlamlandıramadılar. Şöyle itiraz ediyorlar bu baskıya: “Müslüman Noel kutlamaz. Peki, Müslüman rüşvet alır mı? Müslüman kendisine dinini öğrensin diye teslim edilen erkek çocuğuna tecavüz eder mi? Müslüman devletini soyup soğana çevirir mi? Müslüman kul hakkı yer mi, adaletsizlik yapar mı?”

Bizim “Aklın Gözü”nden aktarayım: Dar-ül Harb'te rüşvet alınabilir. Çocuğa tecavüz recm ya da had cezası gerektirmez, küçük günahlardandır. Devlet kâfirse, yani laikse soyabilir. Kul hakkı fasa-fisodur, şirk dışındaki tüm günahları Allah affedebilir. İmamlara, İslam üzerinden gol atamazsınız, boş uğraş bunlar… Bu durumda neyi kutluyorsanız ona adıyla sanıyla sahip çıkacaksınız. İçiyorsanız saklamayacaksınız, inanıyorsanız altını çizeceksiniz, inanmıyorsanız söyleyeceksiniz, yaşam biçiminize saldırı varsa savunacaksınız. 

Hem “Noel’i kutlamayın” diye yola dökülen sadece bu şaşı tarikatlar değil ki. Diyanet de karşı o akşam yaptıklarınıza. Devlet yaptırmamak için fırsat kolluyor, şehir merkezlerine çıkan bütün yollarda sıkıyönetim vardı dün. Sağcı-dinci koalisyonu esir aldı ülkeyi. Noel haram, OdaTV’yi hedef göstermek sevap, Çorum-Maraş tiyatro, grev imkânsız, bütün kabahat “sokaklarda dudak dudağa sevişenler”de...
                                                           ***
Seçimi denk getirdikleri 31 Mart tarihi, 1909’daki gerici ayaklanmanın yıl dönümüdür.  “Şeriat isteriz” diye sokaklara döküldüler, amaçları “Hürriyet” devrimini boğmaktı. Sonra başka bir fırtına çıktı, bütün karanlığı sildi süpürdü. 

Boş verin imamı, oğlunu, yancısını, sağcısını. Sol bir rüzgâr gerek bize, bu karanlığı başka türlü dağıtmamız imkânsız. 

Aydınlık yıllara öyleyse!

Orhan Gökdemir / SOL