20 Ocak 2019 Pazar

Bir Fazıl Say yazısı - FATİH YAŞLI

23 Aralık 2018’de Erdoğan Dış Ekonomik ilişkiler Kurulu’nda yaptığı konuşmada, Metin Akpınar ve Müjdat Gezen’le ilgili olarak şöyle dedi: “İşte şimdi de yayın organları vasıtasıyla beni ipe götüreceklermiş. Bunu sanatçı görünümü altındaki müsveddeler yapıyorlar. Yahu senin her yerin sanatçı olsa ne yazar. Kalkacaksın sen bu ülkenin Cumhurbaşkanını ipte sallandıracaksın, şimdi git bunun yargıda bedelini öde.”
Günlerden pazardı ama yargı hızla devreye girdi ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı iki sanatçı hakkında soruşturma başlatıldığını açıkladı. Ertesi gün sabahın erken saatlerinde iki isim de “polis eşliğinde ifade vermek üzere” Anadolu Adliye Sarayı’na götürüldü. Müjdat Gezen’e yönelik suçlama “cumhurbaşkanına hakaret” iken, Akpınar hem “cumhurbaşkanına hakaret”le hem de “halkı Türkiye Cumhuriyeti hükümetine karşı silahlı isyana tahrik etme”yle suçlanıyordu.
Her iki isim de aynı gün yurtdışına çıkış yasağı ve adli kontrol şartıyla serbest bırakıldılar, sonrasında Akpınar’ın dosyası ayrıldı ve “silahlı isyana teşvik” suçlamasıyla ayrıca yargılanmasına karar verildi. Soruşturmanın akıbetinin ne olacağı ve Akpınar’ın bu dava kapsamında mahkemeye ne zaman çıkarılacağı ise henüz bilinmiyor.
***
Erdoğan 8 Ocak 2019’da partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada şöyle dedi: “Bu ülkenin meşrebi ve duruşu belli olan Cumhurbaşkanını bira içmeye, Mozart dinlemeye zorlamak faşistliğin dik alasıdır. En son 2-3 gün önce bir konserden çıkan başı açık başörtülü kızlarımıza bu şekilde sataşıp, Suudi Arabistan’a gidin, burada ne işiniz var diyenleri düşünün. Adı da sanatçıymış. Dert başka…”
“Bira içmeye zorlamak”la kastedilen Yılmaz Özdil’in “Erdoğan bir bira içmiş olsaydı bugün çok daha iyi bir Türkiye olurdu” demesi, “Mozart dinlemeye zorlamak”la kast edilen ise Rutkay Aziz’in “bir Mozart, bir Beethoven dinlesin, iyi gelir” demesiydi. “Başörtülü kızlarımız”a “Suudi Arabistan’a gidin” dediği söylenen kişi ise Deniz Çakır’dı.
11 Ocak günü Deniz Çakır ifade vermek için adliyeye gitti ve ifade verdi. Çakır ifadesinde kimseye “Suudi Arabistan’a gidin” demediğini söyledi ve adliye çıkışında da “Bir sanatçı bir kadını başörtülü, başörtüsüz diye ayırmaz. Benim hayatımda türbanlı, başörtülü, farklı dinden, renkten, ailemden, arkadaşlarımdan, hayranlarımdan bir sürü insan var” şeklinde bir açıklama yaptı.
***
Erdoğan 18 Ocak akşamı daveti üzerine Fazıl Say’ın Ankara’daki konserine gitti. Say daha önce sosyal medyada Ömer Hayyam’ın dizelerini paylaştığı için “dini değerleri alenen aşağılama” suçlamasıyla 10 ay hapis cezasına çarptırılmıştı. Sonrasında ”hukuk da din de benden yana nasıl olsa” diyenlerin “kendinde her hakkı gördükleri ve başkalarını istedikleri gibi ezebildikleri” bu ülke yerine Japonya’ya yerleşeceğini açıkladı. Sonrasında Gezi yaşandı, Say Gezi için güzel besteler yaptı, 2014’de, yani Gezi’nin yıldönümünde bu besteleri Viyana’da çaldı, gazetelerdeki haberlere göre Gezi Parkı 2 isimli piyano sonatında “İstanbul sokaklarında direniş geceleri” ve “Berkin Elvan’ın ölümü” bölümleri de yer alıyordu.
Konser bitti, Erdoğan Say’ı ayakta alkışladı, Say Erdoğan’a teşekkür etti ve Erdoğan şöyle dedi: “Sevgili Fazıl gerçekten bizlere bu prömiyeri çok farklı bir şekilde takdim ettiler. Tabi şimdi Çanakkale eyvallah, İzmir eyvallah ama bir de şimdi Ankara, İstanbul lazım. Ankara’yı Külliye’deki operada yapalım.”
***
Yazdığım ilk yorumsuz ve sadece olguları sıralamaktan ibaret yazı bu oldu, yorumu da bu seferlik okurlar yapsın.
Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Ben sağcılaşıyor muyum?* - L. DOĞAN TILIÇ

Kendimi bildim bileli solcu geçiniyorum ya, biri “sağcılaştın” derse ağırıma gidiyor.
Allah, Kılıçdaroğlu’na kolaylık versin; öncesi de var ama, Ekmeleddin vakasından beri, şimdi de belediye başkan adayları nedeniyle “sağa kaydı” diyen diyene.
Umarım evde rahattır; çünkü hane halkından biri bunu deyince pek dokunuyor insana.
Bizim ufak oğlan, dün, arabanın arkasından öne seslenerek, “Anne, babamda sağcılaşma eğilimleri hissediyorum” dedi. Ufak dedim ama böyle laflar edecek kadar büyümüş sıpa!
Aynı evin içinde sizi sürekli gözleyen biri, bunu diyorsa, durup düşünmek lazım. Ben de durdum, düşünüyorum. Bu çocuk bunu bana neden dedi?
Geçen gün, Ahmet Özal’la yemek yiyip, seçimden ve geçimden söz ettik, babası ile ilgili anekdotlar anlattı, bazılarını yazmama da izin verdi.
Turgut Özal’ı çok kızdıran bir gazeteci olduğumu biliyorum. İspanyol Haber Ajansı için, İspanyolca konuşulan her ülkede yayınlanacak diyerek, yalvar yakar bir röportaj almıştım. O uzun röportaj yurtdışında hiçbir yerde yayımlanmadı. Ben de tuttum; “Özal: Komünizm Sömürüye İsyandı” manşetiyle zamanın mimli dergisi 2000’e Doğru’da kapak yaptım.
Bunu yeni Türkiye’de yapsam neler olurdu düşünün!
Ben Özal’lı sürekli eleştiren mimli bir solcu, dergi mimli bir dergi, orada “Özal, komünizm sömürüye isyandı dedi” diye yazıyoruz! 
Kızdığını etrafından biliyorum, ama Özal’dan en küçük bir ima bile duymadım. Tersine, “sakıncalı” diye pasaport verilmeyen benim, pasaport alabilmem için çok uğraştı. “Kaya, hallet şu çocuğun pasaport içini” diye talimatlar verdi, Kaya Toperi’ye.
Ahmet Özal, evladı olarak muhalefetin ağır saldırılarına dayanamayıp bir gün “Baba, neden cevap vermiyorsun?” demiş. O da, oğlunu karşısına alıp, anlatmış: “Tabiatın bir dengesi vardır. O denge bozulursa felaket olur. Siyaset de böyle. Sol sağı dengelemeli. Biz zaten fazlasıyla güçlüyüz. İktidar muhalefet dengesi olmazsa memleket için de felaket olur. Sen cevap ver diyorsun ama ben solun biraz daha güçlü olmasını istiyorum.”
Malum, memleketin dört bir yanından bir derdi olan, evlenmek isteyen dahil, başbakana, cumhurbaşkanına ulaşmaya çalışır. Özal’a da böyle çok başvuru oluyor. Çankaya Köşkü’nde, gece geç saatlerde, Özal onları geri aratırmış. 
Bir gece, saat 01.00 falan, arayanlar listesini alıp doğrudan kendi aramaya başlar. Sivas’tan Mahmut Ağa’nın telefonunu çevirir, uykulu açılan telefona “Ben Özal” der. Karşıdaki, “S..tir lan” deyip kapatır telefonu. Sonra kapısına vali, emniyet müdürü gider; “Cumhurbaşkanı seninle görüşmek istiyor, telefonu kapatmışsın” diye. Siz düşünün adamın halini, bugün olsa ne olacağını!
Adamcağız bağlanır; “Bana neden sövdün?” der, Özal. Karşı taraf donmuş, ses yok. “Hadi hadi” der, “Aslında bana sövmedin, biri dalga geçiyor sandın. Derdin ne, söyle.”
Kendisini en ağır eleştiren karikatüristlerden, karikatürlerin orijinalini imzalatıp aldığını duymuşsunuzdur. Korumaları atlatıp arabayla dolaşmayı sevdiğini de…
Bir gün, iki oğlunu alır, üçü dolaşmaya çıkarlar. Trafik kontrolüne yakalanınca, bir telaş başlar. Başbakan Özal’da; ceplerini kurcalayıp, ehliyet aramaya başlar. Küçük oğlu Efe, “Merak etme, baba. Beni tanırlar” der. Ehliyeti uzatırken polis kim olduğunu görünce, esas duruşa geçip, “Emredersiniz, Sayın Başbakanım” diye bağırır. “Sus evladım” der Özal, “Bağırma. Cezamız varsa, yaz da gidelim.”  
Ben eski Türkiye’nin sağcı liderleri ile yenileri karşılaştırıp, nereden nereye geldiğimizi göstermek için bunları anlatıyorum, bizim oğlan da Özal güzellemesi sayıp “Babam sağcılaştı” diyor.
Ne yapayım; durdum kendimi tartıyorum, kim bilir…
L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN
*Editör notu: Yazarımız L. Doğan Tılıç’ın dün yayımlanan yazısının bir kısmı, teknik bir arıza nedeniyle sehven eksik yayımlanmıştır. Bu yüzden yazıyı tekrar yayımlıyor, sevgili yazarımız L. Doğan Tılıç’tan ve değerli okurlarımızdan özür diliyoruz.

Kenevirdeki esrar - ORHAN GÖKDEMİR


Kenevir otu, (Cannabis) cannabaceae familyasından tek yıllık bir bitki. Bazı bölgelerde yabani olarak yetişiyor. Pek çok bitki gibi lifli, ancak lifleri kaba dokumacılıkta kullanılabildiğinden pek makbul değil. Tohumları yağlı, hayvan yemi ve yakıt olarak kullanmak mümkün. Yaprakları tıp ve kozmetik sektöründe kullanılıyor. Ana vatanı Hindistan olduğundan Hint keneviri olarak biliniyor. Esrar üretiminde kullanıldığı için, izinsiz üretiminin yapılması yasak. AKP iktidarı 2016 yılında bir yönetmelik çıkarmış, 19 ilde yetiştirilmesine izin vermiş. Yani esrara dönüştürülmezse esrarlı bir bitki ile karşı karşıya değiliz.

Esrar, iktidarın bu bitkinin ekimini “tarımda devrim” gibi sunmasında. AKP Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "Bize dost görünen düşmanlar, ülkemden kenevir üretimini aldı. Şimdi keneviri dışarıdan ithal ediyoruz. Tarım Bakanlığımız bir çalışmanın içerisine giriyor ve yeniden kenevir üreteceğiz" demesiyle başladı. 

Sinyali alan AKP’li yazarlar kenevir işinin “milli proje” olduğunu açıkladı. Proje hayata geçirilince Türkiye 100 milyar dolar gelir elde edecekti. Hâlbuki esrara dönüşmüş halini hesaba katmazsak kenevirin dünyadaki toplam piyasası 4 milyar dolar civarında. 100 milyar dolar elde etmek için kenevir üzerinde bazı esrarlı işlemler yapmak gerek.

Kenevirle “milli tarım devrimi” provası yapıldığı sırada Resmi Gazetede yayımlanan cumhurbaşkanı kararıyla soğan, buğday, arpa, mısır, pirinç, kuru baklagil ve domates konservesi ithalatında sıfır gümrük vergisi uygulanmasına geçildi. Yani bunları dışarıdan alacağız ve alanlardan vergi almayacağız. 2018 yılında buğday ve mısır ithalatında rekor kırıldı, 5,5 milyon ton buğday, 2,5 milyon ton mısır ithal ettik. Hayvancılık tamamen silindi, et ithalatçısı ülkeyiz uzun zamandır. Köylüyü de sildiler arada, maaşa bağladılar, köyde değil büyük şehirlerin banliyölerinde köylü. Çukurova’da pamuk üretimi hızla geriliyor. Yerli tütün öldürüldü, sadece Amerikan tütünü tüketiyoruz. Şeker fabrikaları yandaşlara peşkeş çekilip tarumar edildi. Elde kaldı fındık, fıstık. Onlar da o kadar pahalı ki tüketebilene aşk olsun. Yani ülke karnını doyuracak ekmek bulamıyor ama kenevir ekince şak diye kurtuluyoruz.

Zaten kenevir de tıpkı diğer tarımsal ürünler gibi uygulanan yanlış tarım politikaları nedeniyle yok edildi. O kadar kolay ki yetiştirilmesi, Erdoğan’ın konuşması üzerine bir açıklama yapan Kırklareli Valisi Osman Bilgin, "Kentimizde kendiliğinden çıkan 2,5 milyon kök Hint keneviri var. Artık bunları yakmayacağız. Kenevir ile ülke ekonomisine katkı sağlayacağız" dedi mesela. Böylece “ekimi yasak” olan milli kenevirin aslında “kendiliğinden” üreyebildiği de ortaya çıkmış oldu. Kendiliğinden üreyeni üretip zengin olacakmışız. Gerçekten esrarlı bir haldir.

                                                            ***

Dediklerine göre kenevir esrar değilmiş, olsa bile içindeki uyuşturucu madde miktarı yüzde birmiş. Öyle olur zaten, yüzde 100 olsa patlamaya hazır bomba demektir bu. Esrar dediğimiz işlenmiş halindeki uyuşturucu madde oranı da yüzde1 ila 2 arasında değişiyor. Peki, bu durumda nasıl zengin olacağız? Liflerini satarak. Ama lif söz konusuysa ekecek başka pek çok bitki türü var. Keten, hibiscus, jüt, rami, sisal, abaca ve elbette pamuk. Dünyada ekonomik olarak liflerinden faydalanılabilecek 1000 kadar lif bitkisi türü olduğu tahmin ediliyor. Ama esrar elde edileni sadece kenevir. Pamuk üretimini bilinçli olarak aşağı çekip, kenevirle milli tarım devrimi yapmaya kalktın mı “ne içtin” diye sorarlar adama.
Nedir mevzu öyleyse? 
Ayık baktığımızda görülen şu: 2000’li yıllarda en yaygın şekilde üretilen uyuşturucu esrar oldu. Hammaddesinin üretimi kolay, ucuz ve dekar başına geliri yüksek. Buna karşılık haşhaş üretimi düştü mesela. Haliyle esrar hem kaçakçılığı en çok yapılan uyuşturucu hem de yakın zamanda serbest bırakılma ihtimali var. Dünya, esrarı yasallaştırma yolunda. ABD’de pek çok eyalette serbest. 

Avustralya, Belçika, Estonya, Fransa, Hollanda, İspanya, Kanada’da da öyle. Pek çok ülke bu maddenin kullanımını serbest bırakmaya hazırlanıyor. Sigaraya sınırlama getirilirken, esrarın ipinin salınması gerçekten ilginç.

BM raporlarına göre Afganistan dünyanın en büyük afyon tedarikçisi olmasının yanı sıra esrar üretiminde de lider. Ülkede her yıl 10 bin ila 24 bin hektar alanda Hint keneviri yetiştiriliyor ve bunun 3 bin 500 tonu esrar yapımında kullanılıyor. Raporda bir hektar Hint keneviri yetiştirmenin, bir hektar afyon yetiştirmekten üç kat daha ucuza mal olduğuna dikkat çekiliyor. Buna karşılık Afganistan’ın bir türlü zengin olamaması da esrarlı bir durum!

Afganistan’da üretilen kenevirlerin Batıya yolculuğu Türkiye üzerinden de geçiyor. Avrupa pazarı 30 milyar avro, bunun 10 milyar avrosu esrardan. Türkiye’nin pazar payı ise diğer ürünlerle birlikte 140 milyar lirayı buluyor. 
Nereden biliyoruz? 
Çünkü Türkiye dünyada en fazla uyuşturucu yakalayan ülkelerin başında geliyor. Yakalanan miktarın pazara sürülenin ancak yüzde 10’u olabileceği hesap ediliyor. Böylece bazı AKP’li yazarların zikrettiği “100 milyar lira gelir” hesabına yaklaşmış oluyoruz.

Bir de not edilmesi gereken durum var. Dünyanın hangi bölgesinde kaos varsa emperyalist güçler o bölgededir. Ve emperyalizmin müdahale ettiği bölgelerde kesintisiz süren tek şey uyuşturucu üretimidir. Afganistan delilidir.

                                                            ***

1990’lı yıllarda PKK ile mücadele devlet bütçesini zorlamaya başlayınca bazı cin fikirli kapıkulları basit bir çözüm yolu buldukların düşündü. Uyuşturucu ticaretini zapturapt altına alacak, buradan gelen paraları PKK ile mücadeleye kanalize edeceklerdi. Baskılar, tutuklamalar, faili meçhul cinayetler falan derken uyuşturucu ticaretini Kürt mafyasının elinden alıp yarı kamu kuruluşu olan ülkücü mafyaya devretmeyi başardılar. 1990’lı yılların ortasına doğru bir takım emekli askerler PKK ile savaşın bedelini Avrupa’ya ödettirmekle övünüyordu.

Çok geçmeden kazın ayağının öyle olmadığı anlaşıldı. Mafya kamulaşınca kamu da mafyalaşmaya başlamıştı. Devlet memurları ile uyuşturucu kaçakçıları arasında açı kapanıyordu. Hep birlikte doluştukları lüks otomobil Susurluk’ta bir kamyona toslayınca devletin mafyalaşmasının toplumu da çürüttüğü anlaşıldı. Ama artık iş işten geçmişti. O dönemin içine düştüğümüz karanlıkta payı büyüktür.

                                                             ***

Geçen yılın Ocak ayıydı. Uyuşturucuyla Mücadele Toplantısı'nda konuşan İçişleri Bakanı Soylu, sert mesajlar verdi. Polislere, "Uyuşturucu satıcısını gören güvenlik görevlisi ne yaparsa yapsın sorumluluğu bana ait" diye seslendi. "Uyuşturucu satıcısının ayağını kırmayan polis görevini yapmamış demektir" dedi.
Soylu’nun bu konuşmasının ardından “bir yıl sonraki Ocak ayında Hint keneviri ekiminin milli proje olduğunu söyleyecekler” denilse inanan olur muydu? Ayakları kırarlar mı kırmazlar mı bilemeyiz ama yüzde 10 hesabıyla bu yıl yakalamaları gereken uyuşturucu miktarı arttı. Çünkü pazar genişliyor. Milli kenevir projemiz hayata geçirildiğinde kendi içinde küçük bir patlamaya yol açması da kaçınılmaz.

Derin işlerdir biz bilemeyiz. Tabloya bakıp “devlet sırrı” ilan edilmeden önce söyleyebileceklerimiz şu: Ekonomik krizin faturasını Batıya ödettirme girişimi ise felaket. “Olmadı halka ödettiririz nasıl olsa” diye düşünüp bu yola tevessül ediyorlarsa daha büyük felaket.

Orhan Gökdemir / SOL

ZORUNLU BES ZORBALIĞINA KARŞI UYARILAR 2019’DA EMEKÇİLER NELERE DİKKAT ETMELİ.

Patronlar, yeni yılla birlikte çok kapsamlı bir BES operasyonuna girişti. Hedeflerinde 9 milyon işçi var. Oysa 2017 yılında başlattıkları “Çalışanların otomatik olarak emeklilik planına dahil edilmesi” konulu zorbalık takvimi, Ocak 2019’da 2 milyon işçinin katılmasıyla bitecekti. Zorla kattıkları çalışanların 7 milyonu cayınca hesapları şaştı. O halde 2019 yılında da yapılacak şey zorunlu BES’ten ayrılmak, emekçilerin cebinden patronların kendi kasasına para aktarma planını bozmak olacak.
Bireysel emeklilik sistemi, bir Dünya Bankası projesi olarak 2001 yılında Kemal Derviş aracılığıyla tezgahlanmaya başlanmıştır. 2017 yılında ise AKP tarafından tüm çalışanların sisteme dahil edildiği zorunlu katılım dayatmasına dönüştürülmüştür. 
Zorunlu BES’in amacı, ne çalışanlara emeklilik katkısı ne de ülkenin kalkınmasına katkı sağlamaktır. Zorunlu BES’in amacı, emekçilerin cebinden finans tekellerine kaynak aktarmaktır. 
Zorunlu BES’i, başka ülkelerin zenginliklerine el koyabildiği için semirmiş, çoğu batıda olan kapitalist ülkelerden örnekler verilerek, tasarruf oranlarını onların düzeyine çıkaramazsanız kalkınamazsınız diyerek pazarlamaya çalıştılar.
Çalışanlarının bordrosundan, patronlara aktarılmak üzere paralar kesilmezse ülkenin kalkınamayacağının söylenmesinde hiçbir tutarlılık yoktur.
Bütün bunları bilelim ve sermayenin BES dayatmasından bir an önce kurtulabilmek için sistemden çıkış dilekçelerimizi ay sonundan önce hazır edelim. 
Zorunlu BES’te 2019’da yeni ne var?
Hazine ve Maliye Bakanlığı, 2018 yılının son günlerinde zorunlu Bireysel Emeklilik Sistemi’nde bir dizi değişiklik yaptı. Yapılan değişikler 27 Aralık 2018 tarihli Resmi Gazetede yer alan yönetmelikte yayınlandı. Buna göre;
    • 2019 yılının Ocak ayında 5 ila 9 çalışanı olan işyerlerinde çalışan ve 45 yaş altı işçiler zorunlu olarak BES’e dahil edildi. Bu kapsamda yaklaşık 400 bin işyeri bulunuyor. Toplam çalışan işçi sayısı yaklaşık 2 milyon.
    • Yine Ocak ayında banka sandıkları, sigorta ve reasürans şirketleri, ticaret ve sanayi odaları, borsalar ile bunların oluşturdukları sandıkların iştirakçisi olan çalışanlar da sisteme zorunlu olarak dahil edildiler. Bu kapsamda yaklaşık 143 bin işçi bulunuyor. 
    • Ocak ayı sonunda bu işyerlerinde çalışan işçilerin ücretlerinden zorunlu BES için yüzde 3 prim kesilecek. İşyeri, kesilen primi anlaşma yaptığı BES şirketinin hesabına yatıracak. 
DİKKAT! OCAK AYINDA BES’E ZORUNLU GİREN İŞÇİLER SİSTEMDEN ÇIKMAK İÇİN ŞİRKETE BAŞVURMALI
Ocak ayında sisteme dahil edilen çalışanlar, Ocak ayı sonunda ücretlerinden BES için zorunlu kesinti miktarının yapıldığını görür görmez, işyerinin anlaştığı BES şirketine ulaşıp, sistemden çıkış talebini yapmalılar. 
    • Daha önceki yıllarda çalıştığı işyeri tarafından sisteme dahil edilmiş ancak BES’ten ayrılmış çalışanlar için 3 yıl içinde tekrar sisteme girme zorunluluğu getirildi. Buna göre 2017 yılında sistemden ayrılan işçiler 2020 yılında, 2018 yılında sistemden ayrılan işçiler 2021 yılında sisteme yeniden sokulacaklar. Bu süre bakanlık tarafından bir yıl önceye çekilebiliyor. 
    • Daha önce sistemden ayrılanlara bir defalığına yeniden sisteme girme hakkı tanındı. Bunun nedeni zorunlu BES’ten ayrılanların sayısının tahmin ettiklerinin üzerinde olması.
    • Sistemde birden fazla sözleşme veya sertifikası olan katılımcılar için hesap birleştirme zorunluluğu kaldırıldı. Böylece bir kişinin birden fazla sözleşme ile BES’te kalması mümkün hale getirildi.
BES’e katılanlara devlet katkısı palavrası
Herkes, otomatik katılanlar adına bütçeden Devlet katkısı ödendiğini sanıyor.
Öyle bir şey yok...
Devlet katkı ödeyeceğini taahhüt ediyor; bu taahhüt bir hesaba işleniyor ve her yıl TÜFE oranında faiz hesaplanıp bu taahhüde ekleniyor.
Daha açık söyleyelim: Devlet kendi parasına hayali faizler yürüterek kendisini borçlandırıyor ve bunu gelecek kuşaklara ödetiyor.
Taahhüt yöntemi 2017 yılından beri ama yalnızca zorunlu BES ile sınırlı uygulanıyordu. Şimdi yaygınlaştıracakları anlaşılıyor. Devlet katkısı verilmesine ilişkin yönetmeliğe 2016 yılında şöyle bir kural eklediler; “Bakan, katkı paylarının taahhüt olarak hesaplanmasına ve taahhüt edilen tutarların ödenmesine karar vermeye yetkilidir.”
Bu çok amaçlı bir yetki. Sektörü ödüllendirmek, cezalandırmak, para aktarmak, devletin nakit sıkışıklığını gidermek gibi amaçlarla kullanılmaya da elverişli.
Üstelik ilkesi, ölçütü, sınırları belirsiz olduğu için hesap da sorulamayacak.
Bakan ister taahhüt eder, ister nakit ödetir, ister geçmiş 6 aydaki yükümlülüklerimi faiziyle birlikte topluca yarın ödeyeceğim der, isterse ödemek için emekli olmalarını bekler. Zorunlu BES’in devlet katkısı da böyle bir keyfiyete bağlanmış durumda.
 
Esas faturayı on yıl sonra halk ödeyecek
Devlet katkısı tutarını nakit ödemek zorunluluğundan kendilerini kurtardıkları için, kaynak olsun olmasın, dilediklerince cömert davranabilecekler. Devleti ileriye dönük borçlandırmak anlamına gelen bu uygulamanın sonucu faturanın en az on yıl sonra halk tarafından ödenmesi olacak. 
Zorunlu BES’in iki yıllık faturası 4 milyar liranın biraz üzerinde. Taahhüt etme uygulaması yaygınlaştırıldıkça bu fatura da yükselecek.
Diyelim ki, 15 milyon çalışanı sistemde tutmayı başardılar ve bu yıl için hepsinden ayda 100 lira prim kesiliyor. Her bir çalışan adına 300 lira taahhüt edilmesi; gelecek kuşaklara sadece 2019 yılı için 4 milyar 500 milyon lira borç “gönderilmesi” anlamına geliyor. Buna en az on yıl boyunca taahhüt edilecek tutarları ve TÜFE üzerinden hesaplanmış faizleri eklenecek.
Emeklilik hakkını kazananların paralarını hemen alıp çıkmalarını istemiyorlar. Bunu önlemek için; hak eder etmez parasını alıp çıkmak yerine aylıklar biçiminde ödenmesini kabul edecek katılımcılara Devlet katkısı ve getirileri toplamının %5’i oranındaki tutarının bütçeden ayrıca ödenmesini öngördüler. 
Bu da ileriki yıllarda halka ödetilecek borcun artması demek.
“Sistem dışında aman kimse kalmasın…”
SGK kayıtlarına göre Aralık 2018 tarihindeki çalışan sayısı 22 milyonun biraz üzerinde.
1-4 arasında işçi çalıştırılan 1 milyon 250 bin işletmede yaklaşık iki milyon işçi çalışıyor. Ama patronların bu işletmelerden beklentisi yok. Buralarda çalışanların primlerinin yatırılıp yatırılmadığını izlemek, peşine düşmek onlar için hem çok zor hem kârlı değil…
Gözlerini kalan 20 milyon çalışanın bordrolarına dikmiş iştahla bekliyorlar.
Bugüne değin sisteme 6 milyonu BES; 5 milyonu Otomatik Katılım Sistemi (Zorunlu BES) olmak üzere toplam 11 milyon işçi katabildiler. 9 milyon eksik var. Ocak 2019’daki 2 milyonun hepsi kalsa bile 7 milyon fire.
Üstelik 10-49 arasında işçinin çalıştığı işyerlerinin patronlarının %27’si çalışanlarından prim kesmemiş durumda.
Patronlar bu büyüklükte bir firenin kabul edilemez olduğunu söylüyorlar. Sayının makul bir düzeye çıkarılması için Devletten gerekli önlemleri almasını istiyorlar.
20 milyon çalışanın içinde, 18 yaşından küçük yaklaşık 350 bin çocuk işçi; 143 bin özel sandık iştirakçisi var. Ocak 2019’daki dayatma kapsamına bu nedenle onları da aldılar.
PATRONLAR NEYİN PEŞİNDE?
Söylediklerine bakılırsa, zorunlu BES için ücretlerimizin %3’ünün bordrolarımızdan kesilip sigorta şirketlerine aktarılmasını kabul edersek emekliliğimizde rahat edecekmişiz.
Eksik olsunlar! Çalışırken yoksulluk ücreti dayatanların, bizleri emekliliğimizde hiç düşünmeyeceklerini en iyi yine biz biliriz.
Sözlerine kanıp paramızı kaptırmayalım.
 
İşçilere boş bir hayal satmaya çalışıyorlar
Küçük bir hesap yapalım: ücretlerimizin %37,5 oranındaki tutarı işçi ve işveren primi olarak kesilip SGK’ya yatırılıyor. Personel giderleri, binalar, diğer hizmet giderlerini devlet karşılıyor. Üstelik kuruma bütçeden her yıl 100 milyar liranın üzerinde paralar aktarılıyor. Bunun sonucu emekli olunuyor. BES’te ise prim ve devlet katkısı olarak ücretlerden SGK’ya yatırılanın onda biri prim olarak (%3,75’i) yatırılıyor. Bu ölçekte bir primle bırakın emekli olmayı, emeklilikte anlamlı bir ek gelir bile sağlanamaz. Bu iki rakamı karşılaştırılması bile BES’in amacının emeklilikte ek gelir sağlamak değil, patronlara ek kaynak yaratmak olduğu anlaşılır.
 
Emeklilik pazarında büyük paralar toplanıyor…
Bireysel emeklilik ve otomatik katılım adı verilen pazarın günümüzdeki büyüklüğü 92 milyar lira. 
Bu tutarın, 11 milyarı BES’te; 4 milyarı Zorunlu BES’te (Otomatik Katılım Sistemi) olmak üzere 15 milyar lirası Devletin verdiği katkılardan oluşuyor.
Devlet katkısı, otomatik katılım gibi yöntemlerle sisteme yüksek tutarlarda para aktarılıyor. 
Bununla birlikte, katılımcı sayısının ve toplanan paraların yakın gelecekte artmasını hedefliyorlar. Nasıl olsa faturasını gelecek kuşaklar ödeyecek diye inanılmaz oranlarda devlet katkıları vaat edip talebi kışkırtmayı düşünüyorlar.
Emek pazarında prim üretmek
Bizden prim kesiliyor, onlar kazanıyor
Bireysel emeklilik şirketlerinin yaptığı işe sigortacılıkta; “emeklilik sektöründe/pazarında prim üretmek” deniyor.
Sigortacılık sektöründe yayımlanan faaliyet, strateji ve denetim raporlarına; yaptıkları toplantıların sonuç bildirgelerine; CEO’larının basında yer bulmuş sözlerine bir bakın; hiçbirinde emeklilerin rahat ettirilmesinin amaçlandığını gösteren tutarlı bir söz göremezsiniz. 
YEP (Yeni Ekonomik Program) adıyla sunulan Orta Vadeli Programda da emeklilikte güzel günler sözü verilmiyor. Gelecek kötü günleri şu sözlerle anlatmaya çalışmışlar; “Mali açıdan sürdürülebilirliği sağlamak ve kamu maliyesine olan yükü azaltmak amacıyla sosyal sigorta sistemi yeniden düzenlenecektir.”
%3 prim kesintisinden patronlar nasıl kazanıyor?
    • Sigorta şirketleri prim topladıkça tasarruf oranı artıyor, bunları satıp para kazanıyorlar,
    • Primlerle, mali kaynaklar çeşitleniyor, patronlar daha ucuz kredi olanaklarına kavuşuyor;
    • Ülkeyi yönetenler patronlara karşı görevlerini yapmış olmanın sefasını sürüyor;
    • Devlet, katkı olarak verdiği paralarla düşük faizli borçlanma senetleri alıp bütçeyi denkleştiriyor;
    • Bu paralar aynı zamanda; varlık kiralama, gelir ortaklığı, kira sertifikası gibi “betona dair” ve uzun vadeli borçlanma araçlarına müşteri bulmakta kullanılıyor.
    • Bireysel emeklilik şirketlerinin yarısından çoğu yabancıların elinde olduğu için onlar da bu işten çıkar sağlıyor.
Tek birinde işçinin yararına bir şey bulunmuyor. Zorunlu BES’ten sadece patronlar kazançlı çıkıyor.
TKP EMEK MERKEZİ AÇIKLAMALARI

Olmayan dairede seçmen - ÖZDEMİR İNCE

Cumhuriyet’in değerli muhabirlerinden İlayda Kaya’nın, gazetenin 14 Ocak 2019 tarihli sayısında (S. 4), seçmen listeleri konusunda bir haberi yayımlandı. Haberin beni ilgilendiren bölümü şöyle:

***

“Beyoğlu ilçesine bağlı Cihangir’deki Havyar Sokak’ta yaşayan bir apartman sakini, oturma kâğıdını İstanbul’a taşımak için mahalle muhtarlığına giderek evrak talebinde bulundu. Evrak işlemleri sırasında mahalle muhtarı, apartman sakinine, ‘Sizin apartmanınızda 5’inci kattaki dairede bir kadın oturuyor ama gelmiyor, bulamıyorum. Karşılaştınız mı’ diye sordu. Muhtarın sorusu karşısında şaşıran apartman sakini de ‘Bizim apartmanımızda 5’inci kat yok. Bir yanlışlık var’ dedi.”

***

Haberde adı geçmeyen apartman sakini benim. Olay arkadaşımız İlayda Kaya’nın yazdığı gibidir: Adres naklimizi yaptırmak üzere Nüfus Müdürlüğü’ne gittik. Bizim işlem bittikten sonra, ilgili memura, oturduğumuz binada 4 daire bulunduğunu ama olmayan beşinci daireye bir vatandaşın kayıtlı olduğunu söyledik. Memur, belediyeden gelen bilgiye dayanarak işlem yaptıklarını söyledi. Benim bildiğim kadarıyla bir konuta yeni taşınan bir vatandaşın mahalle muhtarlığına, geldiği mahalleden bir nakil evrakı getirmesi zorunlu. Muhtarın yeni nakli ilgili nüfus müdürlüğüne bildirmesi gerekiyor. Muhtarın bilgisi dışında bir vatandaş listeye nasıl giriyor? Muhtarın bize söylediğine göre, binanın olmayan beşinci katında (dairesinde) oturan hayalet vatandaş kendisine kayıt yaptırmak için gelmemiş; Nüfus Müdürlüğü de belediyeden gelen bilgiye dayanarak işlem yaptığını söylüyor. Tam anlamıyla bir muamma!

***

Muhtarlığa 15 Ocak’ta tekrar gittim. Olayı tekrar konuştum. Muhtarlığa seçmen listesi gönderen makam İlçe Seçmen Kurulu. İlişki sıralaması şöyle: Yüksek Seçim Kurulu, İl Seçim Kurulu, İlçe Seçim Kurulu. Bu üç kademe, bir dairede 20-30-50-100-300 kişinin oturduğuna, belgelenmeden nasıl inanıyor? Kaynak hangi makam? 
Fakat skandal bu noktada kalmıyor, AKP Genel Başkanı da partisinin de mağdur olduğunu iddia ediyor. 12 Ocak 2019 tarihli Milliyet gazetesinden aktarıyorum: 
“Seçmen kütükleri, sandık tutanakları birleştirme yazılımıyla ilgili iddialar her başarısızlığın ardından dile getiriliyor. Bunun üzerine biz de arkadaşlarımıza, ‘acaba buralarda bir sorun olabilir mi veya var mı siz de bir bakın’ talimatını verdik. Ortaya çıkan tablo, ortada kasıtlı bir sorun bulunmadığı ama sistemden kaynaklanan sıkıntıların asıl mağdurunun da AK Parti olduğunu gösteriyor.”
***

Pek güzel! AKP Genel Başkanı muhalif partileri eleştiriyor ama az sonra sıkıntıların sistemden kaynaklandığını da söylüyor ve asıl mağdurun AKP olduğunu ileri sürüyor. Vicdan sahibi hiç kimse sistemden kaynaklanan bir terslikten dolayı bir partinin mağdur olmasını istemez. “Bereket versin Türkiye şanslı: AKP Genel Başkanı aynı zamanda ülkenin cumhurbaşkanı, ilgililere emir verir ve aksaklıkları hemen düzelttirir” diye düşünebilirsiniz ama durum hiç de öyle değil. Bir ülkenin cumhurbaşkanı, muttali (haberli) olduğu bir aksaklığı düzelttirmezse kurulu düzen temelden göçmüştür. AKP ile ortağı MHP bu aksaklıktan bir zarar görmez, kârlı çıkar. AKP Genel Başkanı’na inanmak zorunda değilim ama Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’na ilke olarak inanmak zorundayım. Yetkili ama sorumsuz bir cumhurbaşkanı olamaz.

***

Mersin Nüfus Müdürlüğü’nün dikkatine: Mersin Demirışık Mahallesi’ne (Köyüne) kayıtlı, 1.7.1885 doğumlu dedem İbrahim Çopur“alt üst soybelgesi”nde “sağ” olarak görünüyor. Bütün malını neden küçük teyzeme bıraktığını öğrenebilirim artık.

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Kitap oku, hayal kur, gerçek olsun... - Mine G. Kırıkkanat

Taş yağacak diye beklerken, gökten balık yağar mı? 
Bundan birkaç yıl önce Meksika’da bir sahil şehri olan Tampico’lular bir balık yağmuruna şahit oldular. Kuzey Meksika sivil savunma görevlileri, gökten “alenen” balık yağdığını kayıt altına aldılar.
 
Gökten yağmur ve kar dışında bir şeylerin de yağdığını tarihte ilk kaydeden Romalı filozof ve doğabilimcisi İhtiyar Plinio. M.Ö. 1. yüzyılda, bugünkü İtalyatoprakları içinde kurbağa ve balık fırtınası yaşandığını yazar. M.S. 3. yüzyılda ise Yunan retorikçi ve dilbilimci Ateneo, Deipnosofistas adlı eserinde Peonia ve Dardania bölgesinde şiddetli bir kurbağa yağmuru olduğunu anlatır. Öyle şiddetli bir yağıştır ki evler ve sokaklar, hatta kap kacak bile kurbağayla dolmuş; sonunda su bile kullanılamaz hale gelmiş, halk ayaklarını yere basamaz olmuştur. Dağlar gibi yığılan kurbağalar ölmeye başlayınca çok kötü bir koku yayılmış ve sonunda halk çareyi bölgeden kaçmakta bulmuştur. 

1857’de Kaliforniya’da gökten toz şeker yağmıştır. 1867’de Dublin’dekiİrlandalılar şaşkınlıkla gökten yağan fındıkları izlemişlerdir. Padenborn’da tatlı su midyesi, İngiltere’de ise denizanası yağmıştır. 

Bir de para yağsa ne güzel olurdu değil mi? O da olmuş! 

16 Haziran 1940’ta, Rusya’nın Meschera köyünde gökten 16. yüzyıl paraları yağmış... Arkeologlar, erozyon sonucu açılan toprağa gömülü bir hazinenin güçlü rüzgâr ile taşındığını düşünmüşler.* 

*Metin Uca ve Özlem Kumrular’ın Her Book’a Maydanoz/ Küçük Şeylerin Büyük Tarihi (Destek Yayınları, 2018) kitabından alıntıdır.

***
Geceleri tütenler 
“Yalnızca acı çekmenin insanı olgunlaştırdığını sanıyorsan çok yanılıyorsun. Eğer ıstırap tek başına yeterli olsaydı ortalık ermişlerle, meleklerle, aydınlanmış kişiler ve bilgelerle dolup taşardı, çünkü tüm insanlar acı çekiyor. Acı çekmek, çoğu kişinin kalbini ve zihnini yaralar, çirkinleştirir ve bencilleştirir.Kimilerini delirtir, hatta kimilerini öldürür. Çok az sayıda insan acı sayesinde içsel olarak büyümeyi başarır. Acıdan doğru şekilde faydalanabilmek için bilgi sahibi olmak gerekir. Yoksa çekilen tüm acılar boşa gider.” 
“Acıdan nasıl faydalanabilirim Babako?” diye sordum. 
“Öncelikle kişinin kalbini sertleştirmek yerine acısını yumuşatmayı bilmesi gerekir. Gerekli ve gereksiz acıları doğru ayırt edebilmeli ve mecbur olmadığınacıları boşuna çekmemelisin. Kaçınılmaz olan ıstırapların üstüne yeni ıstıraplar eklememeli, kendine hayali acılar yaratmamalısın. İnsan, alışkanlıklarının esiridir. Eğer alışkanlıklarına dikkatle bakarsan, sana acı veren şeylere de tutkuyla bağlı olduğunu görüp şaşıracaksın. Acılarını fedaetmediğin sürece içsel anlamda büyümen olanaksız.”“Anlayamıyorum” diye mırıldandım.Durakladı. “Çok şanslısın. Çünkü kutsal kitabımızda ‘Büyüyebilmek İçin Feda Edilmesi Gereken Bazı Şeyler’ başlıklı bir bölüm var” dedi ve sol elinin avucunu bana doğru şöyle bir çevirip, hızla geri çekti. Kısacık bir an için elinin içindeki figürleri görebilmiştim.*

*Berrak Yurdakul’un Senin Hakkında Yedi Şey Düşündüm/BiriniSöyleyeceğim (Destek Yayınları, 2018) kitabından alıntıdır.

***
Doğanın programlama dili nedir? 
Yapay zekâya insanı taklit ederek ulaşmak isteyenlerin bu taklidi hangidüzeyde yapacaklarını düşünmeleri gerekli. Çünkü çoğu karmaşık sistem gibi insanlar da birçok “katman”da modellenebiliyor ve bu katmanların kuralları (deyim yerindeyse, o düzeylerde icra edilen algoritmaların yazıldığı programlama dilleri) birbirlerinden farklı. 
En altta evrenin temel kuralları var. Ezelden beri geçerliler. Ne kadar hızlı koşarsanız koşun ışık hızına varamayacağınızı, iki kere ikinin dört ettiğini, kütleyle enerjinin arasındaki ilişkiyi filan belirleyen kurallar. Bu fizik yasaları, her temel parçacıktan ayrı ayrı söz etmiyor, ama her şey o yasalara uygun işliyor. 
Yani en alt düzeyde bakarsak, evrende “fizik kuralları” adında bir program çalışıyor. Daha altında bir katman olmadığından, program bir yere açıkça yazılı değil, sadece “var”. Fizikçilerin işi bu programı keşfetmek. Bu kuralları yazmaya kalksak o kadar da uzun bir metin çıkacağını pek sanmıyoruz, programlara dilinin de “matematik” dediğimiz, geliştirilme/keşif serüveninin bir kısmını gördüğümüz sistem olduğuna eminiz. 
Bu programın girdisi evrenin şimdiki halinin bir tarifi, çıktısı da bir sonraki andaki halinin. Evrenin programı sürekli aktif. Bu bakış açısıyla bilgisayar evrenin ta kendisi, hesapladığı şey de geleceği.*


*Cem Say’ın 50 Soruda Yapay Zekâ (Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 2018) kitabından alıntıdır.










Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

İki resim arasındaki fark: Rant-Beton-Hukuksuzluk - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Değerli Dostum, Tarihçi -Yazar Sinan Meydan ile program çekimi için buluştuğum Büyükçekmece'yi bunca yıl sonra görüp tanımış olmaktan doğrusu utandım...
Çekim için bir kaç gün geçirdiğim İstanbul'un batı yakasındaki bu şirin ilçe, tüm altyapı, imar ve çevre sorunlarını çözmüş, eşine az rastlanır, yaşamaktan mutluluk duyacağınız bir kente dönüşmüş...

Marmara denizine koç başı gibi uzanan 25 km uzunluğundaki sahil şeridi; yürüyüş, spor, bisiklet, çocuklarla geçirilecek keyifli zamanlar için özel olarak düzenlenmiş.

Sinan Meydan da, iki güzel kızı ve eşi Özlem ile Büyükçekmece'de yaşıyor. Benim ranta teslim olmamış, kulesiz, gökdelensiz, ortalama 3 kat olan şehircilik karşısındaki şaşkınlığımı görünce "Biz buradan ayrılmayı hiç düşünmüyoruz" diyor. "İstediğimiz herşey Büyükçekmece'de var..."

Sanatçı Suat Suna söze giriyor; "Plajımız mavi bayraklı, siz bir de yaz aylarında bu sahili görün" diye ekliyor...Yazları kentin nüfusu 4 katına çıkıyor... Bodrum'a, Alaçatı'ya alternatif plajları ve güzel insanları var Büyükçekmece'nin...
Anadolu'dan Avrupa'ya geçiş güzergahında olduğu için yüzlerce yıl konaklama ve dinlenme merkezi olması Büyükçekmece'ye dinginlik katmış... sokaklarında gezmekten keyif alıyorsunuz... İnsanlar birbirini tanıyor, selamlaşıyor...

                                                                **

Hatırlayın; İstanbul'u 25 yıldır yöneten kendileri değilmiş gibi; gökyüzünü delen kulelere, afet halini almış trafiğe bakarak; "İstanbul'a ihanet ettik" demişti Cumhurbaşkanı Erdoğan...
İşte o büyük rantın; kentleri insanları ile birlikte yutan kepçeleri, dozerleri Büyükçekmece'ye girememiş...

"Hayatta hiçbir şey tesadüf değildir" sözü burada da karşımıza çıkıyor... Kenti 5 dönemdir yöneten ve adı Büyükçekmece ile bütünleşen Dr. Hasan Akgün'e uğruyoruz. Büyükçekmece başarısının mimarına...

Belediye binasını görmelisiniz...  Sanki Roma'nın görkemli kent meydanlarından ışınlanıp Büyükçekmece'nin ortasına oturtulmuş... Üzerinde bir saat kulesi bulunan bina Selçuklu'dan, Ortaçağ mimarisine, dünyanın en güzel mimarlık eserlerinden esintilerle inşa edilmiş... Hasan Akgün her metrekaresini kendisi tasarlamış...
Şöyle söyleyeyim; evinizin Büyükçekmece Belediye Binası'na bakmasını isteyeceğiniz türden bir bina...

                                                             **

Bir pazar günü bunca gündem başlığı varken köşemde Büyükçekmece'yi anlattım... Çünkü AKP'nin ranta dayalı şehirleşme modeline karşı, insan ve mutluluk odaklı kentleşmeye en çarpıcı örneklerden biri bu ilçe...
Aslında yazılacak çok hikayesi ve başarısı var... Ancak ben bir tehlikeye dikkat çekmek istiyorum...

Yerel seçimlere son sayarken Büyükçekmece'nin AKP'li Belediye Başkan Adayı da belli oldu... Şu anda İstanbul'u yöneten Mevlüt Uysal...

Mevlüt Uysal'ın belediye başkanlığı, beton ve rant ekonomisi ile eş anlamlı...
Kadir Topbaş'ın istifası ile Başakşehir Belediye Başkanlığı'ndan İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin başına getirilen Mevlüt Uysal'ı kamuoyu,  Bahçeşehir'deki muhteşem göleti betona teslim etmesi ile hatırlıyor...
Yalnızca bu hikaye bile Büyükçekmece'yi nasıl bir tehlikenin beklediğini anlatıyor;
Bahçeşehir 1999 yılına kadar Büyükçekmece Belediyesi'ne bağlıydı. Belediye Başkanı Hasan Akgün'ün "Gölet Park" projesi ve çevre düzenlemesi ile  Bahçeşehir; "Dünyanın en güzel uydu kenti" ödülünü aldı...

Ancak aynı ilçe daha sonra Mevlüt Uysal başkanlığındaki Başakşehir'e bağlandı... "Dünyanın en güzel uydu kenti" Mevlüt Uysal ile beton kente dönüştü!
Ödüllü "Gölet Park" imara açıldı! Yargı kararları ve Bahçeşehir halkının isyanı betonlaşmaya engel olamadı!
Bakın, AKP belediyeciliğine tipik bir örnekti bu anlattığım... Bahçeşehir'i  ödüllü kent yapan Başkan'a karşı, aynı yeri betona gömen Başkan Büyükçekmece'de yarışıyor!

İstanbul'u boğan, çözümsüzlüğe sürükleyen, İstanbul'da yaşamayı "sürgün yeri" haline getiren zihniyet ile İstanbul'un batı kıyısında "mutlu kent" inşa eden akıl arasındaki farka dikkatinizi çekiyorum...

Yalnızca Büyükçekmece değil, Türkiye'nin dört bir yanı "betonla beslenen" katledici bir kent yağmasının tehdidi altında...


Tuncay MOLLAVEİSOĞLU / YENİÇAĞ

19 Ocak 2019 Cumartesi

Dil devrimi ve Nâzım Hikmet - ÖMER YAĞCI

Osmanlı düzeninde Arap ve Fars hayranlığının sonucu olarak Türkçe, yüzyıllar süren bir boyundurukla yok oluşa giderken direnişini her şeye karşın halk ozanları aracılığıyla, halkın sözüyle sürdürüyordu. Osmanlı’nın Batı etkisine girmesinden sonra, başka Batı dilleri de bu boyunduruğun dilimizi daha da sıkmasını getirmişti.

“Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen” halkımız, dilini de sahiplendi, “yabancı diller boyunduruğundan” kurtarma kavgasına girişti ve kısa sürede olumlu kazanımlar edinerek aydınlık bir dili kurmayı başardı. Ulusal uyanışın getirdiği ulusal kurtuluş, ulusal kimliğin temeli olan dilde de zorunlu kıldığı köklü değişim dil devriminin adımlarıyla gerçekleştirilmeye başlandı. 


Dil devrimiyle Türkçemiz, halkın gönlünde sakladığı Yunus EmrePir Sultan AbdalKöroğluKaracaoğlanDadaloğlu ışıltısıyla dünyaya yeniden geldi. Yeni Cumhuriyet, duru bir Türkçenin doğumunun da habercisi oldu ve dil devrimini bir zorunluluk olarak benimsedi.

 
Halifeliğin cehennemin yedi kat dibine yuvarlanmasından şapkanın giyilişine dek, bir devrim bakımından, atılan her adımda yürekleri parçalananlar oldu. Bir devrim gözüyle emperyalizmin denize dökülüşünden, temiz Türkçenin işlenmesine kadar yapılan sıçramaların ağrısını, gırtlaklarına sarılmış bir pençe gibi duyanlar vardır...” 
diyen ve 15 Ocak’ta 117 yaşına giren Nâzım Hikmet, dil devriminin ilk yıllarında tavrını koydu: Dilimizi yeni yeni işlemeye başladık. Osmanlı denen nesne Osmanlı İmparatorluğu ile beraber yıkıldı ve şimdi Türkçeyi işlemekle meşgulüz... Türkçe bir dönüm yerindedir. Er geç bu dönümü dönecektir. Dilimizin temizliğe, güneşli su gibi ışıklığa doğru akışının önüne geçilemez. (...) Dilimiz dibinin derinliklerini karıştırarak suyun yüzüne birçok sözler çıkardı. Ben, kendi payıma, ne yeni sözlerden korkuyorum, ne de birçoklarını yadırgıyorum... Dil yürüyor... Yürüyenin önünde durulmaz.” 


Türkçe, dönüm noktasını aştı. Osmanlı İmparatorluğu gibi, Osmanlı dili de tarihe karışırken Cumhuriyetle birlikte yeni bir dil ışıl ışıl doğdu. Nâzım Hikmet, hem döneminin hem de kendisinden sonra gelen dönemlerin yazıncılarının yollarını aydınlattı: Her yazıcı elinden geleni yapsa taşlı tarla ayıklanırdı. O ayıklandı mı, ondan sonra dil toprağımızın verimliliği artardı... İyice ayıklanmış, sürülmüş, nadas edilmiş tarlaya dilediğimizi daha kolaylıkla ekebilirdik.” 

Durulaşan Türkçe, dilimizin yüz akı yazıncılarını yarattı. 

Dil savaşımı, karşı devrimin 1940’lardan beri attığı adımlarla zaman zaman hızı kesilse de hep sürdü, siyasal iktidarların baskılarıyla karşı karşıya geldi. Markalarla, etiketlerle, mağaza ve ürün adlarıyla, medya aracılığıyla tutsak altına alınıp kirletildi. 

Bugün insanın her bakımdan kirletildiği bir gerçeklikte dilimiz, “yükselen değerler”in ve “Türk-İslam sentezi” egemenliğinin kuşatması altındadır ve dil kavgamız, sürmek zorundadır. “Dilimin sözleri değerli taşlara benzer... Ben bir kuyumcu yamağıyım. Bu aydınlık taşları birbirine çarparak işitilmemiş sesler çıkarmak istiyorum. Onları öyle bir dizeyim istiyorum ki, gözlerimiz en güzel bir türküyü dinler gibi olsunlar...” diyen Nâzım Hikmet’in dile yaklaşımı, yaşama yaklaşımından farksızdır. Ona göre dil kavgası ile aydınlanma kavgasının hiç farkı yoktur. 

Bir köylü toprağını ve öküzünü, bir marangoz tahtasını ve rendesini nasıl severse ben de Türk dilini öyle seviyorum” diyen Nâzım Hikmet’in dil sevgisi, yazarlarımızın örnek aldığı bir tavır oldu. Büyüdü, gelişti, başyapıtlarını yarattı edebiyatımız.

ÖMER YAĞCI / CUMHURİYET


Ahmet İsvan: CHP’den onurlu belediyecilik - ABBAS KARAKAYA

Ahmet İsvan belediyeciliği Türkiye yerel yönetimler ve demokrasi tarihinin yüz akı sayfalarındadır. 1970’lere damgasını vuran halkçı, halktan yana belediyeciliğin destansı bir örneğidir. Bu belediyecilik gücününü halktan alıp yine halk için kullanan, tutarlı, ciddi ve saydamlığın egemen olduğu bir belediyeciliktir. Ahmet İsvan belediyeciliği, neredeyse tüm ülkeye musallat olmuş ‘çalıyor ama çalışıyor’ belediyeciliğinden çıkabilmenin ipuçlarını ve umudunu da sunuyor bize.

Ahmet İsvan (1923-2017) İstanbul gibi bir şehirde gücünü halktan alıp bu gücü halk için kullanarak İstanbul’u dört yıl yönetmiş, adını yerel yönetimler tarihine haysiyetiyle yazdırmış biridir. İsvan 1973 yerel seçimlerinde CHP’den İstanbul belediye başkan adayı olmuş, geleneksel oy dağılım modelini altüst ederek yüzde 64’le belediye başkanı olmuştur. CHP’nin seçim sloganını- bu düzeni değiştireceğiz- dört yıl boyunca aklından çıkarmamış; halktan aldığı güce yaslanarak tercihlerini halktan yana yapmıştır. Belediye başkanlığı dönemindeki yetkisizlik, parasızlık, birinci Milliyetçi Cephe (bugünün AKP, MHP koalisyonu) hükümetlerinin uyguladığı mali ambargo, çıkardığı engellere rağmen bugün de ilham kaynağı olan işlere imza atmıştır. Halka dayanarak, halka güvenerek.
Belediyecilikle siyaseti yan yana getirmemeye çalışan (seçildikten sonra rozetleri değiştirmek bunun bir göstergesi olsa gerek) siyasetçileri anlayamaz İsvan. Bu konuda kafası çok berraktır ve şöyle düşünmektedir: “Bazı siyasetçiler kendilerini tanımlarken övünerek belediyede siyaset yapmadıklarını ileri sürerler. Bu bir bilinç noksanı değilse, düpedüz aldatmacıdır. Belediye yönetiminde siyaset yapılır ve yapılmalıdır. Şehir ya da şehirleşme olgusu, taşınmazlara çok büyük bir değer artışı sağlar, bir kaynak oluşturur. Bu kaynağın ne kadarının kimin elinde kalacağı, bir temel tartışma konusudur ve bu tartışma siyasetin ta kendisidir. Bu nedenle de, belediye mallarının kimlerin elinde kaldığına, belediye olanaklarından ya da yetkilerinden kimlerin yararlandığına, siyasetin özü olarak bakılması gerekir. Ben hep öyle baktım.” (sayfa 152, Başkent Gölgesinde İstanbul)
Belediye hizmetlerinin siyasetin konusu olduğu düşüncesinde en ufak tereddüdü yoktur İsvan’ın. Öyle ki teknik bir konu gibi duran ulaşım sorununun bile aslında bir siyasi bir sorun olduğunu ortaya koyar. 1970’lerde binek otomobil sahipliğin artmaya başladığı yıllarda, ulaşım sorununa bakışı şöyledir: “[..] İstanbul’un ulaşımı için nihai çözüm siyasi nitelikli bir karar alarak, yollardan kimlerin ne ölçüde yararlanacağına karar vermekten geçiyordu. Yollardan araçlar mı, insanlar mı yararlanacaktı? Yanıtlamamız gereken soru buydu. Biz ‘bu düzeni değiştirecektik’. Biz ortanın solundaydık. Bize göre çözüm toplutaşımaya öncelik vermekti. Metroydu. Otomobil değil, otobüstü, troleybüstü, tramvaydı. Yolları otomobillere değil, öncelikle toplutaşım araçlarına tahsis etmekti.“ (sayfa 184, Başkent Gölgesinde İstanbul)
İstanbul belediyesinde ulaşımla ilgili ilk birimi kuran, bu konudaki bir uzman Atila Alpöge’yi belediyeye kazandıran İsvan, Türkiye’nin ilk tercihli yolunu kurduran belediye başkanı da olur. Levent-Taksim arasındaki tercihli otobüs yolu ile bu iki semt arasındaki yolculuk süresi 55 dakikadan 21 dakika düşer, otobüslerle saatte taşınan yolcu miktarı iki buçuk katına çıkar.
İstanbul çok değerli arazilerine el koymuş ya da çok düşük kiralarla buralara çöreklenmiş kendi küçük çevreleri için kullanan sermaye sahiplerinin, hatırlı kişilerin kanunsuzluklarıyla, kamu kaynaklarını hortumlamalarıyla mücadele etmiş ve başarılı sonuçlar almıştır. Mesela, Taksim Divan otelinin sahipleri (Koç Ailesi) otelin arkasındaki parkı teller ve demirlerle çevirerek otelin müşterilerine ait bir bahçe haline getirmişlerdir. Bu bahçeyi halka açan İsvan’dır. O yıllarda Türkiye’nin en büyük traktör yapımcılarından olan Uzeller fabrikalarını imarda yeşil alan olarak geçen sahaya genişletmişler. Belediye yeşil alanı işgal eden bu yapılar iki defa yıkmış, yıkım masraflarını şirkete ödetmiştir.
İsvan döneminde halka, kamuya ait alanların zenginlerce gasbının sonlandırılıp halka açılmasının bir sürü örneği vardır. Belki de bunların en meşhuru, o yıllarda “gazinocular kralı” diye tanınan bir şahsa ait, Taksim’in orta yerindeki kaçak yapının yıkılmasıdır. Bu kaçak yapı -adı Eftalapulos- bağlamında kendisine sorulan bir soruya ‘Onurlu belediye Eftalapulos’u yıkabilen belediyedir’ cevabını vermiştir. Bu yıkıma bizzat İsvan da katılmış ve bu yapının çatısına ilk kazmayı o vurmuştur. Yıkımı haberleştirmeye gelen basına bir bülten dağıtılmıştır. O tarihi basın bülteni şöyledir:
“İstanbul’da bu kadar yıkılması gereken kaçak bina varken bu binanın yıkılmasına özel önem vererek katılmamın nedenlerini açıklamak istiyorum. Bugün yıkacağımız, sadece bir kaçak binadan ibaret değildir.
Bu binayla birlikte para bağışlayarak belediye yasaları karşısında dokunulmazlık kazanılabileceği inancını yıkıyoruz.
Bu binayla birlikte paranın belediyemizde her kapıyı açabileceği görüşünü de yıkıyoruz.
Bu binayı yıkmakla halka gösteriyoruz ki belediyede halktan yana ciddi ve dürüst bir yönetim ve Ankara’da yargıçlar var.” (sayfa 247, Başkent Gölgesinde İstanbul)
Ahmet İsvan’ın kamunun mallarını koruyup onlara çöreklenmiş hatırı sayılır zenginlerden alma işi bunlarla sınırlı kalmamıştır. Saraçhane’deki belediye binasının girişi katında ‘Belediye Mallarına Tecavüz’ sergisi açmış. Kimin, hangi şirketin nasıl kamu mallarına çöreklediğini, kamu arazilerini işgal ettiklerini büyütülmüş fotoğraflarıyla kamuoyuna göstermiştir. Kimler yoktur ki bu sergide? Mensucat Santral Fabrikası, Puro Sabun Fabrikası, Eczacıbaşı Fabrikası, Kazım Tabak Kağıt Fabrikası vs. (sayfa 20, 21; Halkın Belediyesi İstanbul)
Ahmet İsvan döneminde kamu taşınmazlarından geri alınabilecek yerler geri alınmış, alınamayanların bedeli ödetilmiş, kayrıldıkları için kiraları düşük tutulan yerlerin kiraları günün rayicine yükseltilmiştir. Mesela, Eczacıbaşı’nın ecrimisili 500 TL’den 25.852 TL’ye yükseltilmiştir. Ve belediye tarihinde ilk kez belediyenin mülkleri kamuoyuna açıklanır. Belediyenin müteahhitlere, tüzel kişilere bütün borçları ödenir. Belediye saygın bir konuma gelir.
Ahmet İsvan yerel yönetimlerin geliştirilmesi, yetkilendirilmesi, üretken hale getirilmesi konularında belediye başkanı olarak görev yaptığı yıllar için çok ileri sayılacak fikirler öne sürdü. İsvana’a göre belediyecilik ile bir ülkedeki demokrasinin genel durumu arasında doğrudan bir ilişki vardır. Demokrasinin evvel emir gelişebileceği, yeşereceği yer yerel yönetimlerdir. Bunun sebebi ve Türkiye’deki durumunu ise şöyle açıklayacaktır: “Öyle inanıyorum ki eğer yerel yönetimlerde sahiden bir demokratik yönetim olsaydı Türkiye çok daha çabuk gerçek bir demokrasiye ulaşırdı. Çünkü yerel yönetimlerde halk kendi kaderiyle ilgili önemli kararları kendisinin verebileceğini yerel noktada görebilse o zaman kendi elinde olduğunu anlayıp o bilinçle hareket edebilirdi.” (sayfa 29,Demokratikleşmenin Eşiği) Ne yazık ki İsvan’ın yerel yönetimler atfettiği rol, toplumsal değişimdeki gizil gücü genel başkan Bülent Ecevit de dahil olmak üzere partinin üst düzey yöneticileri tarafından anlaşılamamıştır.
Ahmet İsvan belediyeciliğinin bugün, yani kırk beş yıl sonra bile esin kaynağı olduğunu söyleyebiliriz. İsvan fırın sahiplerinin tekeline karşı, yani ekmek fiyatlarını istedikleri zaman ve istedikleri oranda zam yapmalarını önlemek için İstanbul Halkekmek fabrikasını kurmuş. İstanbullara hem daha ucuz hem de daha kaliteli, temiz ekmek yedirmiştir. İşte bu halkçı girişimden esinlenerek Eskişehir belediye başkanı Yılmaz Büyükerşen de yakın zamanda Halksüt projesini hayata geçirmiştir. Çiftçinin ürünü değerini bulurken Eskişehirliler ucuz ve temiz süt içebilsinler diye.
Buraya kadar bazı ilke ve mücadelelerinden örnekler verdiğim Ahmet İsvan belediyeciliği Türkiye yerel yönetimler ve demokrasi tarihinin yüz akı sayfalarındadır. 1970’lere damgasını vuran halkçı, halktan yana belediyeciliğin destansı bir örneğidir. Bu belediyecilik gücününü halktan alıp yine halk için kullanan, tutarlı, ciddi ve saydamlığın egemen olduğu bir belediyeciliktir. Ahmet İsvan belediyeciliği, neredeyse tüm ülkeye musallat olmuş ‘çalıyor ama çalışıyor’ belediyeciliğinden çıkabilmenin ipuçlarını ve umudunu da sunuyor bize. Anlayan, anlamak isteyene.
ABBAS KARAKAYA / duvaR.
Alıntılar yaptığım kitaplar:
Ahmet İsvan: Başkent Gölgesinde İstanbul, 2011, İş Bankası Kültür Yayınları.
Ahmet İsvan: Halkın Belediyesi İstanbul, 1977, Sena Matbaası.

Demokratkleşmenin Eşiği: Yerel Yönetimler Reformu, 2003, Pendik Belediyesi Yayınları.