1 Şubat 2019 Cuma

Yine hayal pazarladı - YAŞAR AYDIN

Ülkenin en büyük kentlerini 25 yıldır yöneten Erdoğan ve ekibi, yerel seçimler için 11 maddelik manifesto açıkladı. Bugüne kadar yaptıklarıyla kentleri yaşanamaz hale getiren Erdoğan’ın ‘hayal pazarlaması’nı gerçekler ışığında inceledik.

Türkiye’nin en büyük şehirleri çeyrek asırdır yöneten AKP zihniyeti seçmenlere vaatlerden oluşan 11 maddelik yeni bir “müjde” ile gitti. Erdoğan’ın “düzeltme” vaadinde bulunduklarının tümü kendi dönemlerinin yanlışları. Bir kez daha “hayal pazarlayan” Erdoğan, 25 yıl boyunca her biri kent suçu olan onlarca uygulamaya dair tek söz etmedi.
Tayyip Erdoğan, aday tanıtım toplantısında yeni dönemde yapacakları hizmetlere ilişkin vaatlerini de sıraladı. 11 maddelik programla yeni dönemde “insan merkezli hizmet yürütecekleri” savunusunda bulunan Erdoğan, 25 yıldır iktidarda olduğu İstanbul, Ankara, Kayseri, Konya, Kocaeli gibi kentlerdeki kendi deyimi ile ‘ihanet’e varan uygulamalara ise hiç girmedi.
Erdoğan’ın vaatleri ve bugüne kadarki icraatları şöyle:

NE VAAT ETTİ, NE YAPTI

1.Şehir planları uzun vadeli ihtiyaçları gözeten ve hakkaniyete uygun yöntemler takip edeceğiz.
Önce Refah partisi sonra da AKP döneminde onlarca kez şehir planları ile oynandı. Son olarak ortaya attığı “çılgın proje” Kanal İstanbul bile ne kadar plansız, programsız bir kent anlayışına sahip olduklarını gösteriyor.
2. Altyapı ve ulaşım konusu çözülmeden şehirlerimizi gerçek anlamda şehir haline getirmiş olamayacağımıza inanıyoruz.
Çöken yollar, su baskınları, araçların mahsur kaldığı geçitler, caddelerde ulaşımın sandallarla sağlandığı görüntüler artık kanıksanmış durumda. Ulaşım altyapısında o kadar ciddi sorunlar var ki kentlerde yaşanan trafik sorunu bile değinemiyoruz. Çeşmelerden su aktığı doğru. Ama bir başka doğru var ki o da sağlıksız ve pahalı olduğudur.
3. Kentsel dönüşüm projelerini, şehirlerimizi hem deprem riskinden, hem de çarpık yapılaşmadan kurtarmaya dönük olarak geliştireceğiz.
AKP zihniyeti ile çeyrek asırdır yönetilen tüm kentler birbirine benzedi. Esas olarak TOKİ marifeti ile sürdürülen kentsel dönüşüm süreci sonrası çirkin beton binaların esir aldığı kentler yaratıldı. Mahallelerin ve orada yaşayanlar tüm özellikleri yok edilerek tek tipleştirildi.
4. Her şehrin kendi coğrafyasına, iklimine, tabiatına, tarih ve insan dokusuna, büyüme alanlarına uygun gelişme modelleri hazırlayacağız.
Kentleri yaşam alanı haline getiren deniz, nehir, doğa, tarih gibi tüm özellikler yok sayıldı. Kırma bir mimari anlayışla oluşturulan çirkin yapılar kentin her noktasından adete fışkırır hale geldi. Kentlerde yaşlılar ve engelliler evlerin içinde adete mahkûm edildi. Aynı şeyi kadınlar ve gençler için de söylemek mümkün. Kaynaklar sosyal alan yaratma yerine cemaat vakıflarına aktarıldı.

AKBİLLİ AKILLI ŞEHİR

5. Akıllı şehirler ile şehircilikte yeni ufuklar açacağız.
Dünya kentleri hayatı kolaylaştırmak teknolojinin tüm imkanlarından faydalanırken AKP belediyeciliğinin akıllı hizmet olarak sunduğu şey AKBİL oldu. Orada yaşanan büyük yolsuzluk hikâyesini anlatmaya gerek bile yok.
6. Çevreye saygılı şehirler ile rabbimizin bize emanet ettiği tabiat içinde, canlı veya cansız tüm varlıklarla birlikte uyum içinde bir hayat sürdürebilmemizi sağlayacağız.
Hava kirliliği ile ilgili yapılan son ölçümler Türkiye’nin birçok şehri için alarm veriyor. AKP belediyeciliği ile yıllar sonra kent insanı yeniden zehir solumaya başladı. Çağdaş ülkelerin yarım yüzyıldır hayata geçirdiği çöp arıtma ve yerinde ayrıştırmayı 25 yıl sonra proje olarak sunmak ancak AKP’nin başarabileceği bir gelişme.
7. Sosyal belediyecilik anlayışımızı, tüm mağdur ve mazlumlarla birlikte ailelerimize, çocuklarımıza, gençlerimize, kadınlarımıza, yaşlılarımıza ve engellilerimize hizmet verecek şekilde genişleteceğiz.
AKP sosyal belediyeciliği anlayışı oy devşirme alanı olarak görüldü. Yoksullaştırılmış halka verilen küçük yardımlar sosyal belediyecilik olarak yutturulmaya çalışıldı. Bu başlıkta ifade edilen gençlere spor sahaları konusu ise AKP’nin en başarısız olduğu alanlardan biri. Mahalle arasında bir tek boş arsa bırakmayan AKP belediyeleri yarattıkları sorunu nasıl çözeceklerini dahi bilmediklerini gösteriyor
8. Yatay şehirleşme yeni dönemdeki şehircilik vizyonumuzun merkezinde yer alacaktır.
Kentleri beton yığınına çeviren anlayış şimdi yatay yapılaşmadan bahsediyor. Açık ki bunu yeni bir rant alanı olarak görüyor. Yok ettikleri doğanın son parçalarını da böyle bir zihniyetle parçalayıp yandaşa peşkeş çekecekler.

TEK ADAMA BAĞLI TEK ADAMLAR

9. Halkla birlikte yönetim ilkesiyle, belediye faaliyetleriyle ilgili kararlara, şehir sakinlerinin, özellikle de muhtarların ve sivil toplum kuruluşlarının en üst seviyede katılımını temin edeceğiz.
Seçilmiş belediye başkanlarını bir sözle görevden alan, görevden alamadığına kayyum atayan bir anlayışın halka birlikte yönetme sözü kimseye inandırıcı gelmemiştir. Çok açık ki yapılan ve yapılacak olan tek adama bağlı yüzlerce tek adam.
10.Tasarruf ve şeffaflık yeni dönemde belediyelerimizde çok daha önemli bir yönetim ilkesi haline gelecektir.
Kendi partililerinin bile en çok şikayet ettiği konu yolsuzluk ve rantiyecilik iken tasarruftan ve şeffaflıktan bahsetmek hamasetten öteye geçemez. Ankara girişlerine milyonlarca dolar verilip yapılan dört ucube kapıya bakmak bile tek başına yeterli olacaktır.
11. Değer üreten şehirler.
AKP ülkeyi tüketime dayalı bir ekonomi stratejisiyle yönetti. Aynı anlayış yerel yönetimlere de sıçradı. AKP belediyelerinde bugüne kadar kalıcı olarak sürdürülebilir üretim tesisi yapılmadı. Ekonomik alanda üretim olmadığı gibi bilim, sanat, alanlarında da son derece kısır bir çeyrek asır geçirildi. Belediyelerin köklü sanat kurumları kapatılırken kaynaklar yandaş futbol kulüplerine aktarıldı.
Yaşar Aydın / BİRGÜN

Faşistler ve faşizmler üzerine - KORKUT BORATAV

Dylan Riley’in “Trump Nedir?” (“What is Trump?”) başlıklı bir makalesi, New Left Review’un Kasım-Aralık 2018 (114.) sayısında yayımlandı.Yazar, “Trump Kimdir?” sorusunu sormuyor; yani ABD Başkanı’nın servetinin kökenleri; karmakarışık özel hayatı; ruh sağlığı gibi ilginç ve renkli konularla ilgilenmiyor.

“Trump nedir?” ifadesi ile, Başkan’ın siyasî kimliği sorgulanmaktadır: “Trump faşist midir?”

ABD’de yaygın tespit: “Trump faşisttir…”
Riley’in yazısı, Amerika’da sağ ve sol çevrelerde Donald Trump’ı  faşist olarak nitelendiren yaygın bir tespit belirliyor ve aşağıdaki aktarımlara dayandırılıyor:
Liberal ve orta-sağdan Trump’a bakışlar: 
“Göçmenlerle cinsel şiddet arasında bağlantı kurarak; gazetecileri ‘düşman’ olarak nitelendirerek faşizmden ilham aldığını açıkça gösteriyor…”

"Komplo teorilerini yaymak için sosyal medyanın ve internetin gücünü etkili bir biçimde kullanırken 1920’li ve 1930’lu yılların faşistlerini  hatırlatıyor.”

“Faşizm Amerika’ya böyle gelir: Çizmeler ve askerî selamlar ile değil; halkın kızgınlıklarını ve güvensizliklerini sömüren bir TV madrabazı, sahtekâr bir milyarder, tipik bir egomanyak biçiminde…” Sonuncu ifade, ünlü neo-con düşünür Robert Kagan’a aittir.

Yazı, Amerikalı solcuların Trump tespitlerinden de örnekler veriyor:
"İki savaş arasındaki öncülleri gibi işgücünü bastırmayı hedefleyen bir neo-faşisttir.”

“Geçmişle özdeşlik aramak doğru olmaz, ama faşizmi andıran siyasetleri geliştiren bir kriz içindeyiz ve Trump’ı bu ortam beslemiştir.”

Önemli sayıda faşist özellikler sergilemektedir; faşizm Trump’a geçit vermiş; o da faşizmi yeşertmiştir.”

“Trump faşisttir” tespitinde birleşen bu aktarımlardan sonra Dylan Riley, yazısını farklı bir doğrultuda geliştiriyor:  1920’li-1930’lu yılların Mussolini ve Hitler rejimlerini, ortak bir faşizm tipolojisine dönüştürüyor ve“bu özelliklerden yoksun olduğu için bugünkü ABD faşist değildir” tespitine ulaşıyor.

Riley’in bu yaklaşımını ve sonuçlarını süzgeçten geçirmek istiyorum.

Faşizmler, emperyalizm ve partiler
 Emperyalizm, Riley’e göre faşizmin ilk ortak öğesidir. Nazi rejimi, ağır sanayiye dayalı Alman egemen sınıfının talep sorununu askerî harcamalar ve genişlemeci emperyalist politikalarla aşmayı hedeflemiştir. “Bu nedenle de revizyonist bir emperyalizm, klasik faşist rejimlerin  belirleyici bir özelliği olmuştur.” (s.10)

Ne var  ki, İtalya’ya geçince, durum farklıdır: Riley’e göre   “Habeşistan işgali ile [hayata geçirilen] İtalyan emperyalizmi büyük ölçüde bir prestij projesiydi…  1936’da İtalya İmparatorluğu’nun ilanı, Mussolini’ye büyük popülerlik sağladı.” (s.11)

Alman tekelci sermayesinin dış dünyaya taşma talebinden türeyen “emperyalizm” ile İtalya liderine büyük popülerlik sağlayan bir prestij projesi olan “emperyalizm”
Tamamen farklı bu iki olgudan yazar, “klasik faşist rejimlerin belirleyici bir özelliği olan emperyalizm” genellemesine nasıl ulaşabilmektedir? Yazar, faşizm çözümlemesinin ilk aşamasında kavramsal gevşekliğin kurbanı olmaktadır.
Riley, faşizme ilişkin ikinci ortak öğeyi siyasî partilerle sınıflar arasındaki bağlantılar içinde arıyor.

Temsilî demokrasi, Almanya ve İtalya’ya (İngiltere ve ABD’ye göre) geç geldi ve bu ülkelerin egemen sınıfları, halk sınıflarını sürükleyebilecek kitle partileri oluşturamadı. Riley, faşist partileşmenin bu boşluğu doldurduğunu belirliyor. 

İtalya’da PNF, Almanya’da NSDAP, köylülüğü, esnafı, beyaz yakalı profesyonelleri maaşlı emekçileri (bir anlamda “küçük burjuvaziyi ve orta sınıfları”) toplayan kitle örgütleriydi. İşçi sınıfı örgütleri olan sosyalist partileri önce dengelemeyi, sonra engellemeyi hedeflediler. Riley vurguluyor: “Faşizme içkin kitle partisi olmasaydı ne Mussolini ne de Hitler iktidarda istikrar sağlayamazdı.”    

Riley’in İtalyan ve Alman faşizmlerine ilişkin bu tespitleri doğrudur: Faşist partiler,  ülkelerinde işçi sınıflarının iktidara yürüyüşlerini engellemeyi hedefledi. Kitle tabanları bu engellemeye meşruiyet taşıyor; başlangıç aşamasında temsilî demokrasi ile uyum sağlıyordu. 

İktidar sonrasında faşist partiler ile devlet aygıtı, sosyalizm tehlikesini kalıcı olarak yok etmede tam ittifak sağladı. Bu stratejik hedefte ve temsilî demokrasinin tasfiyesinde egemen sınıflar bloku faşizmi destekledi. Burjuvazilerin farklı katmanlarının çıkar karşıtlıkları, ikincil planda kaldı.

İtalya ve Almanya ile sınırlı bir faşizm anlayışı…
Dylan Riley faşizmlerin ortak özelliğini, Faşist / Nazi-türü kitle partilerinde arıyor ve (esasen sorunlu olan) faşizm / emperyalizm bağlantısına ekliyor. Ve böylece, yirmi yıllık bir tarih aralığında (1920’li ve 1930’lu yıllarda) ve iki ülke (İtalya ve Almanya) için geçerli bir siyasî rejimi “genel bir faşizm  modeli” olarak öneriyor. Ne kadar ararsanız arayın, bu modelin benzerini başka ülkelerde, zamanlarda  keşfedemezsiniz…

Olgun kapitalizmin siyasî rejimi, emekçi sınıfları da kapsayan temsilî demokrasidir Bu rejim, egemen sınıfların stratejik çıkarlarını tehdit eden özellikler kazandığında askıya alınabilir. Bir savunma tepkisi askerî dikta rejimleridir. İkinci bir savunma yöntemi, “kurulu düzeni” korumayı üstlenen kitle destekleri ile devlet aygıtının ittifakı içinde iktidara geçen “sivil” baskı rejimleridir. Bu iktidar, yasal veya fiilî güvencelerle kalıcı özellik kazandığında “faşist rejim” nitelemesi uygundur. 

“Klasik” (İtalyan-Alman) faşistlerinden ayırmak için “neo-faşist” diyebiliriz. Veya XIX. yüzyıl Avrupası’nın karşı-devrimci rejimleri de kapsanacaksa proto-faşist…
Dylan Riley’in faşist partiler ve emperyalizm ölçütlerini kullanırsanız  kapitalist sınıfların baskıcı programlarını iki yüzyıl boyunca hayata geçirmiş olan “sivil, proto-, neo-faşist rejimler”, belki de topluca dışlanmış olacaktır.

Rastgele aklıma gelenleri sıralayayım: 
-Köylülük ve lümpen-proletarya desteğine de dayanan  III. Napoleon Fransası; -1930’lu yıllarda silme Baltık ve Doğu Avrupa ülkeleri, 
-Salazar ve Franco yıllarında Portekiz ve İspanya; 
-Latin Amerika’da seçimle gelen, sonra kalıcı olan, ayak takımı, cinayet şebekeleri ve polis/asker gücüyle ayakta duran Başkan Baba’lar; 
-Stroessner, Batista, Fujimori rejimleri, giderek bugünkü Türkiye…

İşe yarayacak bir kavram olarak kullanmayı sürdüreceksek, faşizmi bu çerçevede kullanalım. Aksi halde II. Dünya Savaşı’na giden süreçte PNF ve NSDAP partileri tarafından yönetilen İtalya-Almanya rejimleri ile sınırlı tutacaksak “faşizm” sözcüğünü bir kavram olarak kullanmaktan vazgeçelim.

“Faşist kimlik”…
Umberto Eco’nun “Ur-Faşizm” (“Öz-Faşizm” olarak anlaşılabilir) başlıklı bir makalesi (New York Review of Books, 22 Haziran 1995), Alman ve İtalyan faşizmlerinin farklılıklarını karşılaştırıyor ve daha da önemlisi faşist kimliğin ortak öğelerini sıralıyor. 

Kısaltarak aktarıyorum:
“Geleneklerin yüceltilmesi; modernlikten, aydınlanmadan, eleştirel akılcılıktan nefret… Farklılıktan tiksinme ırkçılığa açılır; farklılık ve muhalefet ihanet ile eş-anlamlıdır… Ortak kimlik arayışı doğal olarak ülke aidiyetine, yani milliyetçiliğe yönelir. ‘Millî kimlik’ ise, sadece ‘düşmanlar’ var olduğu için (o sayede) tanımlanabilir… Eyleme, güce tutkunluk; erillik ve maçoluk… ‘Kahraman arayışı’, son tahlilde bireylerin sözcüsü olacak ‘lider’ arayışına dönüşür…”

Türkiye’nin Faşizmleri ve AKP (İmge 2015), başlıklı kitapta “Âşina Olduğumuz Bir Portre” başlıklı ve Mart 2014’te kaleme aldığım bir yazı yer alıyor.  Yazıda, Hindistan başbakanı Narendra Modi ile birkaç yıl önce röportaj yapan klinik psikolog Ashok Nandy’nin  izlenimleri aktarılıyor:
“Kaskatı fanatizm, kısıtlı bir duygusallık, tutkularını hem inkâr etmek; hem de onlardan korkmak; bunları şiddet fantezileriyle birleştirmek; paranoid ve saplantılı bir kimlik… Hindistan’a karşı her Müslümanın potansiyel bir terörist ve hain olarak yer aldığı evrensel bir komplo teorisini çok sakin, ölçülü bir üslupla anlattı. Röportajdan sarsılarak çıktım; zira klasik ve klinik bir faşist vaka ile ilk kez karşılaşıyordum. Potansiyel bir katil, bir katliamcı da aynı kategoriye girer.”
Psikolog, başbakan olmadan önceki Narendra Modi’yi “potansiyel bir katil, katliamcı ile aynı kategoriye giren klinik bir faşist vaka”  olarak teşhis etmiş. Bu “vaka”, 2019’da da  Hindistan başbakanıdır.

Psikoloğun Modi teşhisindeki “Müslümanlar” saplantısını “ötekiler” olarak değiştirirseniz “genel” bir faşist kimlik tanımına ulaşırsınız. ABD’li anti-faşistler Trump’ta herhalde “göçmenler” saplantısını belirliyor.  Bugünkü Türkiye ortamının faşistlerinde “laik Aleviler, bölücüler, Yahudi lobisi, solcu ateistler” saplantıları yaygındır.  Bir başka “potansiyel katil” olduğu anlaşılan Brezilya’nın yeni başkanı Bolsonaro’nun “ötekileri” de solcular, sosyalistler, ateistler, feministler ve “yerliler” dir. Faşist kimlikler, Amerika’nın, Brezilya’nın, Türkiye’nin üstünlüğünü, çıkarlarını,  önceliğini baltalayan uluslararası komploları da sürekli olarak arar; bazen tespit eder.

Faşist liderlerden faşizme geçiş…
Sözünü ettiğim yazıda Dylan Riley, faşizmin genel özelliklerine bakarak “ABD faşist değildir…” tespitini yapıyor. Gereksiz bir tespit; zira Amerikalı anti-faşistler ülkelerinin değil, Trump’ın faşist olduğunu ileri sürmekteydi.

Temsilî demokrasi, günümüzde olduğu gibi, halk sınıfları saflarında meşruiyetini yitirmeye başlarsa; sermayenin hegemonyası tehdit altına girer. Yukarıda değindiğim gibi neo-faşizm o zaman gündeme gelir. Hintli psikoloğun ve Eco’nun sıraladığı faşist kimlik özellikleri taşıyan bir lidere, siyasî kadrolara gereksinim doğar.

Bu tür faşistler, iktidara geçerse; düzen karşıtı veya “muhayyel” tehditleri tasfiye ederse; iktidarları uzarsa, giderek kalıcılaşırsa; ABD, Hindistan, Brezilya veya Türkiye’nin siyasî rejimleri de  neo-faşizme dönüşür.

Korkut Boratav / SOL

‘Mahşer’den ‘Kurtuluş(!)’ - Meriç Velidedeoğlu

İktidar partisi “AKP”nin, “Sivas Milletvekili İsmet Yılmaz”, “31 Mart” günü yapılacak  “Belediye Başkanları”nın seçimiyle ilgili olarak, ilginç bir değerlendirme yaptı. 


“AKP’nin, “Sivas Belediye Başkanı” adayı olan Hilmi Bilgin’e verilecek oyların  “Kıyamet Günü” (Ruz-i Mahşer’de), tüm günahların affedileceği birer  “Berat Belgesi”ne dönüşeceğini bildirmesi, ister istemez, insana, “Ortaçağ” Hıristiyan dünyasının “af fermanları”nı (Endüljans) anımsattı.

“Papa X. Leo”, Vatikan’da yapılmakta olan Aziz Pierre Kilisesi’nin tamamlanması için “bağışta bulunacakların”, günahlarının affedileceğini, doğru cennete gideceklerini, bunun için kendilerine birer “Endüljans” (Berat) verileceğini bildirir. (15 Mart 1515) 
Ne var ki, anında, bir “Endüljans satış piyasası” oluşur. 

Demek ki, kulların bu “af işi”, kimi zaman -doğrudan- “para”, kimi zaman da -dolaylı bir yoldan- “oy” aracılığıyla yürütülüyor, tıpkı AKP Milletvekili İsmet Yılmaz’ın yaptığı gibi... 
Bu durumda insanın -neredeyse- “Tarih tekerrürden ibarettir!” diyeceği geliyor, özellikle din bağlamında; ne yazık ki... 

Öte yanda yine “AKP”nin, bu kez de Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı adayı  Mehmet Özhaseki, bir konuşmasında diyor ki: “İktidarlar işbaşına geldiklerinde, kim işbaşına getirmişse onlara hizmet ederler!” (Cumhuriyet, 27.1.2019). 
Ülkenin, bir yönetim birimini yönetmeye aday olan biri, bunu nasıl olur da söyler? 
Bu söylem, toplumu bölmeyi açıkça dile getirmiyor mu? 
Ne ki yetmedi, bitmedi; Erdoğan’ın partisi AKP’nin “Aday Tanıtımı Toplantısı” için gittiği Gaziantep’te, “karşılama töreni”ni Vali, “1933 yılında Atatürk’ün Gaziantepe gelişinde yapılan törene benzetmiş”.Atatürkçü Gazianteplilere, Erdoğan’ın Valisi “31 Mart” için bir “merhaba” mı demek istemiş?.. 

Ayrıca yabancılar bile, Atatürk ile Erdoğan’ı karşılaştırmayı böyle kıyısından köşesinden değil doğrudan yaparlar; İngiliz parlamenter Andreuw, yıllar önce bir “31 Mart” günü şöyle haykırmıştı: “Başbakan Erdoğan ikinci Atatürk’tür!” diye... 


Eh, biz de geri kalmadık; geç de olsa, Erdoğan’a, “Gazilik” unvanı verilmesi istendi (!) ,  AKP’nin bir “MYK” toplantısında geçen yıl... 


Ne ki unutulmamalı, Erdoğan, on yıl önce de, “Son Osmanlı Padişahı Birinci Recep Tayyip” olarak ilan edilmişti. 


Ardından da, “Allah’ın bütün vasıflarını taşıyan bir lider!” dendi. (2014) 


Yetmedi, doğrudan kendi açıkladı durumunu; “15 Temmuz darbe girişimi”sırasında, bineceği uçağın darbecilerce arandığında boş olmasını, “özel olarak korunmuş, özel bir insan olduğuna bağlayarakaçıkladı; hemen ardından da, tıpkı “Peygamber”in bulunduğu mağaranın kapısının örümcek ağı ile kapalı olmasına, arayanlardan korunmasına benzetti... 

Eh, noktalayalım artık, bu film gibi izlemeyi... Örneğin, damat Maliye Bakanı,“Bana güvenin!” diye çağrı yaptı. Bu çağrıya uyarak, bir TV’de, bir spiker, semt pazarından, yarım kilo kuru soğan, dört patlıcan, beş-altı dolmalık biber, yarım kilo domates, bir demet maydanoz, bir kıvırcık salata aldığını, karşılığında “35 lira” verdiğini söylüyordu; kuşkusuz daha kıyma alınacak; yağı suyu, tuzu ve de pişmesi için ateş... Peki bu bir tencere dolma evdeki soframızda tabaklara konuncaya dek geçen “hizmet-emek”... 


Erdoğan haykırıyor, “Tüm pahalılığı marketler yapıyor!” diye... Bu örnek geçen haftaki semt pazarından; bu durumda da suç, “üretici”ye yıkılıyor... 

Saray’ın mutfağı ne durumda acaba? 

Ne dersiniz?..

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

HERKES MUMCU GİBİ OLSUN DİYE(I-II-III) - TAYLAN ÖZBAY

(I)


‘Susmak bazen öylesine ağır bir suçtur ki...’

Mumcu’ya yön veren en temel duygu, ‘sorumluluk duygusu’dur. Üzerine bastığı toprağa, içinde doğduğu halka karşı bir sorumluluk; tarihe ve devrime karşı, yarının evlatlarına, geri bırakılanlara karşı yürekte duyulan bir sorumluluk...
Türk edebiyatının usta kalemi Sait Faik Abasıyanık, 29 Aralık 1946’da Yedigün dergisinde yayımlanacak yazısı için, Atatürk-İnkılap Müzesi’ni gezerken, aklında yazısının son şeklini vermeye başlamıştır, şöyle düşünmektedir: “Hepimiz eksiğiz: Bakkal dükkânı açmak hülyamızdır; açtık mı tamam! Hülyamız roman yazmaktır; yazdık mı tamam! Mebus olmaktır; olduk mu bitti! Biz birer egoistiz, Mustafa Kemal’in yanında küçüksek, gayelerimiz olmadığı içindir. Yalnız kendimizi, çocuğumuzu yahut komşumuzu düşünebildiğimiz içindir. Bütün bir milletin selameti ne olduğunu, ne istediğini bildiğimiz gün, her insan Mustafa Kemal olacaktır.”(2)

Sait Faik’in sözünü ettiği o bilinci sırtlanıp, Mustafa Kemal’den sonra Mustafa Kemal olmuşların başında, 24 Ocak 1993 günü aracına yerleştirilen bir bomba ile yaşamdan koparılan Uğur Mumcu gelir akla, hiç şüphesiz...

Uğur Mumcu’nun yazın ve eylemine yön veren ve onu güçlü kılan en temel duygu, “sorumluluk duygusu”dur. Üzerine bastığı toprağa, içinde doğduğu halka karşı bir sorumluluk; tarihe ve devrime karşı, yarının evlatlarına, ezilen, hakkı yenen, geri bırakılanlara karşı yürekte duyulan bir sorumluluk... Cumhuriyet devrimcilerinin sesidir bu...

Bir okumuş için iki yol
Mumcu, bu sorumluluk duygusunun hakkını verir. Gölgelere saklanmaz, kaçmaz, “mış gibi” yapmaz. Tereddütsüz harekete geçer. Ona göre, “bir okumuş için iki yol vardır”:  “Ya bu düzenin sahiplerinin emrine girilir ya da yarınki devrimci düzen için işçilerle, köylülerle, devrimcilerle bir­likte bu düzene karşı savaşılır. Eğer bir okumuş, egemen sınıflar safında yer tutmuşsa, bütün dünya nimetleri onundur. Arabalar, katlar, Avrupa gezileri, sosyete sütunları onlar içindir! Bu cins okumuşlara aydın denilmez. Bunlar açıkça egemen sınıfın uşaklarıdır.

Bir de egemen sınıflara karşı savaşanlar var. Ölüm tehdidi bunlar içindir. Polis fişleri bunlar içindir. Geçim dar­lığı bunlar içindir. Cezaevleri, kelepçeler hep bu devrimci aydınlar içindir. Bunlar, ‘en az namussuzlar kadar cesur’ olanlardır.”(3)
Tüm bunları bilerek atılır kavgasına Uğur Mumcu. Parlak bir hukuk kariyerinin henüz başındadır. Gazeteciliği seçer; gazeteciliği niçin seçtiğini şöyle anlatır:
“Ben gazeteciliğe gazetecilik diye başlamadım. Ben devrimci bir insanım. Devrimci düşüncelerimin gazetecilikte yayılması için gazeteciliğe başladım.”(4)

Bir dikenli tel gibi...
Yüreğinde duyduğu devrimci sorumluluk çizer yolunu...
9 Aralık 1974 günü Yeni Ortam’da kaleme aldığı şu satırlar, Sait Faik’in düşüncelerini anımsatır bize: “Karanlıklarla beslenen korkuları, bir tel örgü, bir dikenli tel gibi sarmışız dört bir yanımıza. Yüreksizliğin özrünü bir parça da kendi küçük dünyalarımızın mutluluğuna sığına­rak gidermek istemişiz.
Bir kişiye yapılan haksızlık, bütün topluma karşı işlen­miş bir suçtur. Bu bilinci paylaşmak ve bu sorumluluğu yerleştirmek zorundayız.”(5)

Gözlerin açıksa...
İnsanın kaderinin, içinde yaşadığı toplumla bağlı olduğunu ve kendi küçük dünyalarımıza sığınarak bulduğumuz mutluluğun bir karanlığın ortasında kaldığımızda yüreğimizi aydınlatmaya yetmeyeceğini bilir Uğur Mumcu. Sesi, “Eğer bu millet, bu memleket parçalanacak olursa umumi şerefsizliğin enkazı altında şunun bunun şahsi şerefi de parça parça olur. Biz o umumi şerefi kurtarabilmek için harekete geçen millete ruhumuzla iştirak ettik” diyen Mustafa Kemal’in sesidir, aynı inancın ardılıdır. 

20 Ocak 1975 tarihinde, kaleme aldığı “Çağın Suçu” başlıklı yazısındaki şu sözler, Uğur Mumcu’yu Uğur Mumcu yapan bilincin izlerini taşır; bu ülkenin aydınlık yarınlarını isteyen, -Sait Faik’in deyişiyle- “Mustafa Kemal olmak” isteyen yurttaşlarına üç cümlelik rehberdir: “Gözlerin açıksa göreceksin. Kulağın sağır değilse duyacaksın. Ellerin kesik değilse uzanacaksın...”

Vazgeçme seçeneği
Görmüş, duymuş ve hep uzanmıştır Uğur Mumcu. Tereddüt etmemiş, geri adım atmamıştır. Bu yüzden halkının yüreğinde ölümsüzdür.

Katledilişinin ardından, yakın dostu Ali Sirmen şöyle diyecektir: “Yaşama inanmış, onu daha güzel kılmak için seferber olmuş kişi isteyerek ölüme koşmaz. Onu oraya götüren, yaşamı güzelleştirmek yolundaki mücadelesinin seçeneksiz oluşu­dur. Bir kez mücadeleyi başlattığı zaman, o artık sonu göre­rek vazgeçme seçeneğine sahiptir de bu seçeneği kullanma özgürlüğüne o öz karşı çıkar. 
Uğur da öyle gitti...”(6)

Soru: Yaşama inanmış, onu daha güzel kılmak için seferber olmuş bizler, Uğur Mumcu’nun halkına karşı samimiyetle sırtlandığı sorumluluğu duyuyor muyuz?
Sahi, “en az namussuzlar kadar cesur olmanın” vakti gelmedi mi hâlâ?..


BİR YURTSEVERLİK REHBERİ
Yirmi altı yıl önce bugün katledildi Uğur Mumcu. Yirmi altı yıldır gazeteciliği, yazarlığı, düşünceleri üzerine çok şey söylendi, yazıldı, çizildi. Öyle ki, bazen o söylenenler arasında gerçek Uğur Mumcu’nun izlerini yitirir gibi olduk...
Yirmi altı yıl sonra bugün, onun bütün yazılarını tek tek altını çizerek okuduğumuzda, duygusal, düşünsel ve yöntemsel üç özelliğini, yılmadan, yorulmadan gelecek nesillere hatırlatma gereği duyuyoruz: Halkına karşı duyduğu sorumluluk duygusu, Atatürk’ün tam bağımsızlıkçı kurtuluş düşüncesinden güç alan, yönünü demokratik sosyalizme dönmüş düşüncesi ve ayakları yere basan, somut ve eylemsel mücadeleciliği...

Küba Devrimi önderi Fidel Castro, ülkesinin eğitim sistemini niçin titizlikle düzenlediğini anlatırken, kısacık bir cümleyle özetler düşüncesini:
“Herkes Che gibi olsun diye...” der.

Bu yazı dizisinin amacı da, “Herkes Uğur Mumcu gibi olsun diye”dir.

Bir inancı ve bir umudu diri tutmak adınadır...

1. Özerklik Derken, Uğur Mumcu, Yeni Ortam, 8 Aralık 1974
2. Açık Hava Oteli, Konuşmalar Mektuplar, Sait Faik, Bilgi Yayınevi, 1999, sy: 18
3. Sorumlu Olmak, Uğur Mumcu, Yeni Ortam, 9 Aralık 1974
4. Eğilmeden Bükülmeden, Uğur Mumcu-Söyleşiler, um:ag Vakfı Yayınları, sy: 106
5. Sorumlu Olmak, Uğur Mumcu, Yeni Ortam, 9 Aralık 1974
6. Vurulduk Ey Halkım, Uğur Mumcu, um:ag Vakfı Yayınları, 1996, sy: 16

                                                             *

(II)

‘Atatürkçülük ışıklı bir yol’

Gazeteci - yazar Uğur Mumcu, Cumhuriyet Devrimi’nin düşünsel kaynaklarına sımsıkı bağlıdır.

Papirüs dergisinin Nisan 1980 tarihli sayısında Cumhuriyet aydını ile yönetici sınıfın tarihsel yolculuğunu şöylece özetler Cemal Süreya: “Cumhuriyet’in 1950’ye kadar geçirdiği dönemde ortalama aydının özlemleri iktidarınkiyle özdeşti, 1950’den sonra iktidarların onu hiçlemeye, horlamaya başladığı görülüyor; 1960’lar, aydının eski ölçüleri, eski uzlaşmayı gözden kaçırmadan kendini belirtmek istediği yıllardır; 1968’lerden günümüze dek akıp gelen ekonomik, siyasal olaylar içinde ise ipler bütün bütüne kopmuştur. Aydın, yükselmeye başlayan işçi sınıfının yanında ve iktidarın karşısında yer almaya başlamıştır. Hiç değilse, genel doğrultu bu yönde olmuştur.”

Önemli ve bugün gözden kaçırılan bir kırılmadır bu. 

Cumhuriyet Devriminin özü, geri bırakılmış ve esaret altına alınmış bir toplumun, önce bağımsızlığına sahip çıkıp, ardından bir aydınlanma kavgasına girişmesinin tarihidir. Kemalizm, Türk halkının bağımsızlık ve aydınlanmayı bugün ve yarın bir değişmez ilke kabul edişidir.

Cemal Süreya’nın dediği gibi, sonraki yıllarda yönetici sınıflar devrimin özüne ihanet ederken, Cumhuriyet aydını tarihsel koşulların getirdiği yenilikler ışığında ve devrimin özünden şaşmaksızın halkının yanında konumlanmıştır. Sınıf mücadelesinin baskın olmadığı bir dönemden, toplumsal sınıfların menfaatlarının çatışmaya başladığı bir döneme geçilirken, Cumhuriyet aydını, Mustafa Kemal’den aldığı mirasla emekçi sınıfların mücadelesine omuz vermiştir. 

Uğur Mumcu, bu aydınlar içinde belki de en etkilisi, giriştiği kavganın ve tarihsel rolünün hakkını en çok verendir. Bunda, ideolojik tutarlılığı ve hiç şaşmayan ilerici ve halkçı bakışı etkilidir şüphesiz. 

Mumcu, Cumhuriyet Devriminin düşünsel kaynaklarına sımsıkı bağlıdır. Atatürkçülük tanımını şöylece yapar: 

“Atatürkçülük, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın tam bağımsızlık ilke ve inancından kaynaklanan ulusçu ve devrimci ideolojisi demektir. Atatürkçülük, emperyalizm ve kapitalizmin boyunduruğundaki bir yoksul İslam ülkesinin, çağdaş uygarlık düzeyine laik bir düzen ile nasıl ulaşacağını gösteren ışıklı bir yoldur. Kısaca, Atatürkçülük, akılcılık ve çağdaşlık demektir.” (1) 

Alternatif değil
Akılcılık ve çağdaşlık demek olan Atatürkçülüğün, kapitalizm ya da sosyalizme alternatif bir kuram olmadığının, halktan yana düşüncelerin bu topraklardaki değişmez kaynağı olduğunun altını çizer Mumcu: “Kemalizm, Marksizm gibi bir kuram değildi; 1920’li yılların, kapitalist-emperyalizme karşı toplum olarak başkaldırışı ve Anadolu halkının aydınlanma çağını simgeleyen bir kavramdır” (2) der. 

Kemalizm, büyük çoğunluğu köylü olan bir toplumun bağımsızlık ve aydınlanma mücadelesinin adıdır. 

Sınıflı toplumda kavga kapitalizm ve sosyalizm arasındaysa, Kemalizmin halkçılık anlayışı yeniden değerlendirilmelidir Mumcu, 15 Kasım 1970’te kaleme aldığı “Halkçılık İlkesi” başlıklı yazısında şöyle der: 

“Atatürk’ün halkçılık anlayışını, Türkiye’nin içinde bulunduğu sosyal ve siyasal koşullar ile karşılaştırmak gerekir. Bugün ilk bakışta görülen gerçek, işçi ve köylü sınıflarının bilinçlenip, kendi sınıfsal çıkarları için savaşa girmiş olmalarıdır. Kemalizmin amaçları, bu gerçeğe göre yeniden değerlendirilmelidir.” (3) 

Kemalist Halkçılık ilkesini, “imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle” düşünden, emekçi halkın sınıfsal mücadelesinde taraf olma gerçekliğine taşır Uğur Mumcu kendi siyasal tavrında. Ve devrimci düşüncelerini yaymak için başladığını söylediği gazeteciliği, hep bu düşünce izinde ilerler sonraki yıllarda. 

26 Mart 1985’te, “Adını Koyalım” başlıklı yazısında şöyle der: “Türkiye’nin bugünkü ve yarınki gündeminde emekçi sınıf ve tabakaların siyasal haklarını savunanlar ve savunacak olanlar, sosyal demokrat ya da demokratik sol gibi birbirlerini çağrıştıran kavramlar yerine, ulusal kurtuluş devrimciliğinden kaynaklanan, Atatürk’ün tam bağımsızlık ilkesini ödün verilmez bir inanç sayan ve adına sosyalist diyebileceğimiz siyasal görüşü benimsediklerini açıklamalıdırlar. (...) 

Bunca gelişmeden sonra, bunca deneyden, bunca acıdan sonra emekten ve emekçiden yana olan ilerici Türk aydını, halkın önüne çıkıp yiğitçe, ben, işte şu şu şu anlamda sosyalistim, demiyorsa, yazıklar olsun...” 

İşe kendinden başlar. “Pazarlık” başlıklı yazısında kendi düşünsel çizgisini en gür sesle ortaya koyar: “Emeği ile yaşayanların devlet yönetiminde söz sahibi olacakları bir düzeni savunuyorum. Kurtuluş Savaşı’mızın antiemperyalist bilincinden kaynaklanan Kemalist Devrimi ve emekçi halkımızın nasırlı elleriyle kuracağı bağımsız Türk sosyalizmini savunuyorum, var mı bir diyeceğiniz?” 

Ne yapılmalı? 
Mumcu’ya göre, “Türkiye durdukça Atatürk ve çağdaş düşünce yaşayacak, sömürü sürdükçe de sol düşünce hiç gündemden düşmeyecektir!” 

O halde? 

Yapılması gereken nedir, yine Uğur Mumcu söyler:

“Bu dilenci ekonomisine, bu uyduluğa, bu yeni Sevr antlaşmalarına karşı çıkmak için ‘Kuvayımilliye ruhu’ ile yeniden örgütlenmek, emperyalizme karşı bağımsızlık kavgası demek olan Kemalist Devrim meşalesini yükseltmek ve ulusal bağımsızlık bilincinden kaynaklanacak sosyalist düşünceleri, bu potada birleştirmek, yakın gündemin en güncel sorunu olmalıdır.” (4) 

İdeolojik anlamdaki konumlanma göz önüne alındığında, sınıfsallık ve ulusallık iç içedir Mumcu’ya göre. Tarih ilerler, toplumsal yapı şekil değiştirir. Atatürk’ün halkçılık ilkesi, emekçi sınıfların mücadelesine omuz vermeyi ödevler Kurtuluş Savaşı gerçekliğini yüreğinde duyumsamış Cumhuriyet aydınına. 

Kemalizmi, bir bağımsızlık ve aydınlanma mücadelesi olarak kişiliğinin kaynağına yerleştiren Uğur Mumcu, bu özden güç alan bir sosyalizme inanmış; emek ve aydınlanma savaşını aynı kalemin ucunda vermiştir. 

1. Gençlik, Uğur Mumcu, Cumhuriyet, 19 Mayıs 1987 
2. Çelişki, Uğur Mumcu, Cumhuriyet, 28 Eylül 1992 
3. Uyan Gazi Kemal, Uğur Mumcu, um:ag Vakfı Yayınları, sy: 41 
4. Batı Acısı, Uğur Mumcu, Cumhuriyet, 1 Nisan 1980

                                                              *

(III)

Doğruyu izlemek, gerçeği kanıtlamak

Soyut tartışmalarla siyasal kavga verilemeyeceğine inanır Uğur Mumcu, güncele işaret eder.
Mumcu, 1 Eylül 1977’de, ‘Amacımız iyi ve güzel yazmaktan çok, doğruyu izlemek, gerçeği kanıtlamak ve sonuç almaktır’ diye yazar. Her biri birer anahtar cümledir adeta…

Yüreğinde halkına karşı duyduğu sorumluluk duygusuyla gazeteciliğe başlayan, aydınlanma ve emek kavgasını ayrılmaz bir bütün olarak gören Uğur Mumcu, siyasal mücadelesinde üstüne basa basa vurguladığı yöntemiyle de örnek bir aydındır.

Özellikle içinden geçtiğimiz günlerde hatırlanması ve izleri takip edilmesi gereken bu yöntem, gericilerin, halk düşmanlarının, iç ve dış sömürücülerin kokulu rüyası olmuştur...

Mumcu, 1 Eylül 1977’de, “Amacımız iyi ve güzel yazmaktan çok, doğruyu izlemek, gerçeği kanıtlamak ve sonuç almaktır” diye yazar. Her biri birer anahtar cümledir adeta...


Soyut sözlerle, teorik veya tarihsel tartışmalarla siyasal kavga verilemeyeceğine inanır Uğur Mumcu. İşin can alıcı yanı güncel siyasal kavganın içinde olup olmamaktır. 


“Türkiye’de birçok insan, olayları, ‘slogan’ düzeyinde ele alır” der, “Oysa toplumsal her olayın, derinlemesine araştırılması gereken binbir türlü ve karmaşık yapıda nedenleri bulunur. Bu nedenler araştırılmadan yaşanan olayları anlamaya olanak yoktur.”(1)


Mesele bugüne kafa yormaktır, “Önemli olan somut sorunlarda, eylemde Türk halkının çıkarlarını savunmaktır” Mumcu’ya göre.

Güncel ve somut sorunlar yerine, soyut dille konuşmayı-yazmayı tercih eden aydınlardan bahsederken şöyle der: “Çok kolaydır böyle konuşmalar. Önemli olan, soyut öğreti ile somut gerçekler arasında ilgi kurup yığınlara düzenin nasıl ve ne biçimde değiştirileceğini gösterebilmektedir. Bu düzen kimden yanadır, kime karşıdır? Temel sorun, bu soruların en açık ve en seçik biçimde yanıtlanmasına bağlıdır.

Ekonomik ilişkiler ortaya çıkarılmalı
Güncel ve somut sorunlar, yığınların yaşam kavgası ile ilgilidir. İçinde yaşadığımız düzenin girdisi çıktısı, somut örneklerle anlatıldığı ölçüde, halk, hangi düzen içinde sömürüldüğünü anlayabilir.”(2)
Söz konusu laikliği savunmak olduğunda da, kapitalizmle mücadele olduğunda da geçerlidir bu.
Peki, yapılması gereken nedir?
Örnek verelim:
“Tartışmaları somut kanıtlara dayandırmak gerekiyor” der Mumcu. “Örneğin; ülkemizde sağcı, milliyetçi, muhafazakâr çevrelerin hangi ekonomik ilişkiler ve ortaklıklar içinde oldukları ortaya konuldu mu artık söylenecek söz kalmaz.”(3)
Onun bütün mücadelesi de bunun içindir zaten.
Soyut kavramları, somut gerçeklerle açıklayıp, doğrulamak ve halka anlatmak üzerinedir.
1 Mayıs 1990’da şöyle yazar: “Devlet, niçin, başta kaçakçılık sektöründen milyarlar kazanan ‘lümpen sermayesi’ olmak üzere sermaye sınıfına yasalar, kararnameler ve tebliğlerle ayrıcalıklar sağlarken emekçilerin haklarını kısıtlıyor?
Bu model, işçiler ile öteki emekçi sınıf ve tabakaların reel ücretlerini azaltırken; sermaye gelirlerini niçin artırıyor?
Emek gelirleri düştükçe düşerken; sermaye ve rant gelirleri niçin yükseldikçe yükseliyor?
Bütün bunların niçin yapıldığına ‘ideoloji’ yanıt veriyor; nasıl yapıldığına da ‘siyaset’.”(4)
Önemli olan, kapitalizmin, nasıl bir yolsuzluk ve sömürü düzeni olduğunu, tüm gerçekliğiyle, hakkı yenen, sömürülen halka anlatabilmektir. Bu nedenle, soyut fikir tartışmaları, somut olaylarla doğrulanmalı ve halkın bilincine sunulmalıdır. Mumcu, yolsuzlukların, hırsızlıkların, kaçakçılığın, rüşvetin üzerine giderken, kavgası doğrudan kapitalist sömürü düzeniyledir aslında. Onun çarklarına çomak sokmaktadır, keskin zekâsı ve eşsiz araştırmacılığıyla.


Düzenin parçaları
Şöyle der: “Rüşvet alınmışsa bunu alan, toplumun belirli kesimlerinde görev yapan bazı yetkililerdir. Yani iş, özünde sınıfsaldır ama para alıp veren kişiler de toplumumuzda yaşayan kişilerdir. Hiçbir ‘manevi şahsiyet’ rüşvet almaz. Rüşvet alan, belirli gerçek kişilerdir. Bu kişilerin ortaya konması, sorunun sadece bir yanıdır. Mobilya yolsuzluğu ortaya çıkarılmışsa, bu yolsuzluğa adı karışan kişilerin kimlikleri ve kişilikleri de önemlidir. Çünkü düzenin ticari yanı ile siyasi niteliği, mobilya dosyasında somutlaşmaktadır. Bu gibi konuların bıçak sırtı gibi, iki yanı vardır. Konunun bir yanı, kişilerle ilgilidir. Kim yolsuzluk yapmıştır? Yolsuzluk yapan kimin yakını? Rüşveti kim almış? Kimden almış?


İşin öbür yanı, düzenin niteliği ile ilgilidir. Eğer olayı sadece kim almış, kimden almış, düzeyinde tutarsak, olayları anlamsız dedikodular ve söylentilerle kısıtlarız. Bu yolsuzluklar ve rüşvet olayları ortaya atıldıktan sonra, bu düzenin kapitalist düzen olduğu, rüşvetin de yolsuzluğun da bu düzenin parçaları sayıldığını anlatabilirsek, o zaman çokuluslu şirketler de mobilya yolsuzluğu da vergi iadesi de gerçek anlamlarını bulur.


Ve tabii ki aydınlar için kesilen cezalar, kilitlenen paslı kelepçeler, kurulan darağaçları ve işkence masalarına yatırılan devrimciler gibi konular da anlaşılabilir.

Evet, soru çok basittir: Kim için, ne için? İşin özü de burada yatmaktadır...”(5)
Onun siyasal mücadele yöntemini en iyi özetleyen cümleler bunlardır. Kapitalist düzeni deşifre etmek için çabalayan Mumcu, bunu yapmak yerine, güvenli kuytulardan teorik tartışmalarla yetinenleri her zaman eleştirmiştir. Kapitalist sömürü, bu sömürünün çarkları arasında ezilen halka ancak gerçek olaylar, somut gerçekler üzerinden örneklendirilerek anlatılabilir. Kuram kitaplarında yazanlar ancak, gerçek hayatın şartlarıyla doğrulanarak anlam kazanabilir. Gerçek devrimcinin, Atatürkçünün, sosyalistin görevi, terminoloji şehvetine kapılmak değil; tarihsel sloganlarla halkı uyutmak hiç değildir. Görev; bu düzeni olanca açıklığıyla deşifre etmek, ortaya koymaktır.

Sözün sonu:
Uğur Mumcu’nun karakteri, kişiliği, siyasal görüşleri, yöntemi bu ülkenin aydınlık yarınlarını düşleyen, hedefleyen insanlar için bir yurtseverlik rehberidir. 
Uğur Mumcu, tam da bu yüzden ölümsüzdür...

1. Özeleştiri, Uğur Mumcu, Cumhuriyet, 13 Kasım 1992
2. Sınıfsal mı Kişisel mi, Uğur Mumcu, Cumhuriyet, 6 Aralık 1975
3. İşin Özü, Uğur Mumcu, Cumhuriyet, 8 Mart 1976
4. 1 Mayıs, Uğur Mumcu, Cumhuriyet, 1 Mayıs 1990
5. İşin Özü, Uğur Mumcu, Cumhuriyet, 8 Mart 1976


TAYLAN ÖZBAY / CUMHURİYET



İşte "tevazu", işte "samimiyet", işte "gayret".- Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU

Katıldığı açılışta, ilgili firmanın ulaşım ve çevre konusunda üstüne düşenleri yapmadığını, santralin zehir saçtığını söyleyen vatandaşa:
- Nankörlük yapma otur, otur. Nankörlük yapma. Ekmek bulamazsınız yemeye, ekmek gelir sonra da ekmeği tepersiniz... Teşekkür edeceğiniz yerde başka şeyler konuşuyorsunuz... El üstünde tutacaksınız, başka şey konuşuyorsunuz...
"Anamızı ağlattınız" diye feryat eden çiftçiye:
- Terbiyesizlik yapma... Artistlik yapma lan... Hadi ananı da al git...
"Çiftçinin hali ne olacak" diye bağıran köylüye:
- Yahu bu millet yatıp kalkıp size mi çalışacak?
Dönemin YÖK Başkanı Erdoğan Teziç'e:
- Burası basmıyor. Hayatta iki koyun bile güdemez.
Doktor ve iş isteyen vatandaşa:
- Doktorunu getirip de çivi ile çakacak halimiz yok. Ben iş bulma kurumu da değilim. Yok öyle avantaya alıştınız.
"Satılık böbrek" pankartı açan vatandaşa:
- Kusura bakma hemşehrim, burası sakatatçı dükkanı değil!
Bölgelerinin geri kaldığını söyleyen vatandaşa:
- Devlet yatıp kalkıp seni mi kalkındıracak!
İş isteyen gence:
- Ben iş bulma kurumu muyum?
Pancar fiyatlarını süren üreticiye:
- Pancarı bırak medeniyete bak.
Eleştiride bulunan gazetecilere:
- Haddinizi bileceksiniz.
Toplu açılış töreninde "işçi artsın, üretim artsın" diye slogan atan çiftçilere:
- Bana slogan atmayın, bunu başkalarına yapın.
Atama isteyen öğretmene:
- Onları Kılıçdaroğlu yapar size olur mu?
Üniversite öğrencilerine:
- Her üniversiteyi bitiren yahut tüm halk iş sahibi olur diye bir kaide yok.
Çocuğuna iş isteyen babaya:
- Senin çocuğun işsiz kalsın ya n'apalım otur otur...
Kadro isteyen işçiye:
- Çalışıyorsunuz, ne kadrosu!
- Şu yaptığınız şeyler çok yanlış. Nankörlük yapmayın. Bir yerde çalışıyorsunuz nankörlük yapmayın...

                                                             ***

Buradan, iktidar partisi yetkililerini ayakta alkışlamak istiyorum.
Yukarıda minicik bir kesitini sunduğum, 16 yıllık hizmet anlayışlarını, vatandaşa bakışlarını, hiçbir şey, 31 Mart yerel seçimleri için seçtikleri slogan kadar iyi özetleyemezdi: "Tevazu, samimiyet, gayret..."

Ya bir de kibirli olsalardı, milleti hor görseler, horlasalardı, dışlasalardı ne olurdu değil mi!

Milletçe verilmiş sadakamız varmış!


Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU / YENİÇAĞ