20 Şubat 2019 Çarşamba

Dünden bugüne Halkevleri...- HÜSEYİN ÖZKAHRAMAN

Halkevleri, 87 yıllık tarihi geçmişiyle emperyalizme karşı bağımsızlığı, ırkçılığa karşı kardeşliği, gericiliğe karşı aydınlığı, faşizme karşı demokrasiyi savunmaya devam ediyor.

Halkevleri, 87 yıllık tarihi geçmişiyle 19 Şubat kuruluş yıldönümünde, emperyalizme karşı bağımsızlığı, ırkçılığa karşı kardeşliği, gericiliğe karşı aydınlığı, faşizme karşı demokrasiyi savunan ve uğruna nice kayıplar veren Mustafa Kemal’in kurduğu dört temel örgütten biridir. 

Halkevleri, 19 Şubat 1932 yılında, Türk Ocakları Derneği’ne tepki olarak kuruldu. Cumhuriyetin kuruluş felsefesini, eğitim ve kültürle yaymak ve geliştirmek görevleriydi. Dönemin kurucu iradesi, Cumhuriyetin toplumsal bağlarını ve aydınlanma sürecini Halkevleri ve Köy Enstitüleriyle tamamlamak istiyordu.

Halk okulu 
1932 ve 1951 yılları arasında başarılı çalışmalar ortaya koyan, 63 ilde 478 şubesi ve 4322 halk odasıyla yaygın “halk okulu” olma görevini üstlenen Halkevleri binlerce insanı topluma kazandırırken, yüzlerce yayın ve edebi eser verdi, onlarca kültür ve sanat adamının da yetişmesine katkı sundu. 

Halkevleri, Anadolu topraklarında ortaçağı yaşayan dogmatik ve ümmetçi bir toplumu, aklın ve bilimin ışığında değiştiren ve dönüştüren yeni bir uygarlığı yaratma yolunda önemli işlevler yüklendi. Tek tip insan yerine sorgulayan, insanca ve hakça bir dünya yaratmayı kurgulayan, Anadolu insanının yaratıcı ve üretici yeteneklerini ortaya çıkaran bir işlevi vardı. 1950’lere gelindiğinde gözle görülür bir toplumsal değişim, kültür ve sanatta ilerleme, dönemin DP iktidarını rahatsız etti. Bugünkü siyasal iktidarın temellerini o günlerde atan Adnan Menderes, 1951’de Halkevleri’ni kapattı. 

Anadolu aydınlanmasının adresi kapatılıyor, tüm mal varlığına el konuluyordu. 

Halkevleri, 27 Mayıs 1960 ihtilaline kadar Türkiye’deki gelişmeleri ilgi ve bilgiyle izleyen UNESCO’nun, yeni toplumsal projede bu kurumun eksikliğini dönemin yetkililerine bildirmesiyle, uzunca bir aradan sonra yeniden açıldı. 1960’lı yıllar dünyada öğrenci ve gençliğin mücadele ivmesinin yükseldiği yıllardı. 

Bağımsızlık ve özgürlük, gençliğin şiarı, demokrasi, insan hakları ve sosyalizm idealiydi. 

Diyalektik bir değişim sürecinde olan Halkevleri bu fikirlere kucak açmak, ev sahipliği yapmak zorundaydı. 70’li ve 80’li yıllar Türkiye’de acıların yaşandığı yıllar olup, iç savaş boyutundaki çatışmalarda onlarca Halkevci öldürüldü.

Halkın muhalefet evleri 
Halkevlerine en büyük darbe 1980’de yapıldı. Yüzlerce şehit vermiş olan örgütün merhum genel başkanı Ahmet Yıldız ve çalışma arkadaşları Ali Cihat Işık, İbrahim Yavuz gibi bölge temsilcileri, şube başkanları cezaevlerinde işkencelerden geçirilip idamla yargılandılar. Yedi yıllık bir yargılama sonrası aklanan Halkevleri, 1987’de yeniden açılarak, mücadelesine ve örgütlenmeye, siyasal iktidarların her türden engelleme ve baskılarına rağmen devam etti. Toplumsal muhalefetin mütevazı örgütü Halkevleri, halkın muhalefet evleridir. Çevreci ve insan hakları savunucusudur. AKP’ye kul, sermayeye köle olmayanların müttefikidir. Güvenli iş hakkını, barınma ve ulaşım hakkını savunan neo-liberal politikalara karşı, enerji, tarım ve beslenmeden, sağlık ve eğitime kadar mağdur olanların hak arama mücadelesinin destanıdır. 

İnsanca yaşamanın umudu olmaya devam eden Halkevleri, 87 yıllık tarihi geçmişiyle 19 Şubat kuruluş yıldönümünde, emperyalizme karşı bağımsızlığı, ırkçılığa karşı kardeşliği, gericiliğe karşı aydınlığı, faşizme karşı demokrasiyi savunan ve uğruna nice kayıplar veren, Mustafa Kemal’in kurduğu (Cumhuriyet Halk Partisi, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu, Halkevleri) dört temel örgütten biridir. 

Ümmetten yurttaşlığa, cemaatten topluma, itaatten sorgulamaya, korkudan sevgiye halkın kavgasında hep var olan Halkevleri, kısıtlı olanaklara rağmen sivil direnişin en güzel örneklerini veriyor. Bugün 24 ilde 73 Halkevi’yle sivil toplumun birikimli örgütü Halkevleri yaşamalı ve yaşatılmalıdır. 

Bağımsız, özgür ve eşitlikçi bir Türkiye kurulana dek!..

HÜSEYİN ÖZKAHRAMAN / Eski Bakırköy Halkevi Baş. ve Marmara Böl. Tem.

CUMHURİYET

Para için çocuk parklarını satan AKP'li belediye - Murat AĞIREL

Borçlarından bunalan belediye kaynak yaratmak için parkları satmaya mı başladı?
Doğru okudunuz. Belediye iki parçalı çocuk parkının arazisini konut ve petrol istasyonu yapılması için satmış. Bahsettiğimiz belediye, İstanbul Sultanbeyli Belediyesi.

Anlatayım...

Sultanbeyli Belediyesi, Mimar Sinan Mahallesi 6104 Ada'da bulunan 2 bin 257 metrekare ve 1084 metrekare olmak üzere toplamda 3 bin 341 metrekare olan iki parça alana sahip Fetih Parkı'na ait araziyi akaryakıt istasyonuna sattı. Hemen ardından da imar izni verdi.

Belediyenin resmî sitesinde bu adres ile ilgili imar durumu sorgulaması yapıldığında söz konusu park arazisi için bir kısmına bakım ve Akaryakıt Tesis Alanı diğer kısmına ise Ticaret ve Konut alanı olarak imar izni verdiğini görebilirsiniz.

İddia o ki, mevcut belediye başkanı tekrar aday yapılmayacakmış ancak Binali Yıldırım'ın İstanbul Büyükşehir adaylığı söz konusu olduğunda mutlaka tekrar aday olmasını istediği ismin hemşerisi Hüseyin Keskin olduğu AKP kulislerinde konuşuluyor.

Hatta Binali Yıldırım, yakın tarihte Sultanbeyli'yi ziyaret etmiş ve bir taksi durağında belediye başkanı ile beraber oturmuştu. Gerçi ziyaret ettikleri taksi durağı hakkında İBB "korsan taksi durağı" demişti ama olsun biz anlatmaya devam edelim.

Sultanbeyli Belediyesi neden böyle bir şey yapar diye araştırmaya başladığımızda, ilçede yaşayanları dinlediğimizde ve yerel gazetelerde çıkan haberleri incelediğimizde dikkat çeken iddialar ortaya çıkıyor.

Mesela:
Sultanbeyli Belediyesi, merkez mezarlığın önündeki alanı mezarlık alanı dışına çıkartarak kanun ve imar dışı kaçak inşaatlarla dükkânlara çevirmiş ve bu dükkânları da astronomik fiyatlara satmış.

Yapımı sırasında Sultanbeyli halkı büyük tepki gösteriyor bu duruma. Kaçak dükkânlar hakkında, hissedarlardan bir grup mezarlık arazisine kaçak inşaatın yapılamayacağı gerekçesi ile dava açtı. Belediye merkez mezarlığı arazisinin önüne yaptığı ve sattığı kaçak dükkânları yaparken inşa tabelasına "Abdurrahman Gazi Cami" müştemilatı inşaatı yazdırmış, mahkeme sürecinde de sattığı bu kaçak dükkânları "cami müştemilatıdır" diye savunmuştu.

Mezarlık alanına yapılan dükkânlara Sultanbeyli halkının tepkisinin devam etmesi üzerine Ak Parti'li Sultanbeyli Belediye Başkanı Hüseyin Keskin, önce buraların belediye ve cami hizmetleri için kullanılacağını söylemiş, sonrasında da dükkânlar ortaya çıkınca söylem değiştirerek, buraların satışından elde edilen gelirle Merkez Camii'ni yapacağım diyerek kaçak dükkânları savunmuştu. Bütün dükkânları sattı tabii. Sattı satmasına da mahkeme bahse konu dükkânlar için yıkım kararı verdi.
Davanın ilk etabı olan yerel mahkemede hissedarlar haklı bulunup yürütmenin durdurulması ve binaların yıkılmasına karar verilmişti. Bu karar üzerine Sultanbeyli Belediyesi bu karara itiraz ederek temyiz etmişti. Yaklaşık bir yıl aradan sonra temyiz kararı çıktı ve Yargıtay, hissedarları haklı bularak yerel mahkemenin kararını onadı.

Dükkânlar kaçak halde hali hazırda duruyor ve esnaf iş yapmaya devam ediyor. Ya satış gelirleri? Satış gelirleri ile camiyi yeniden yaptıracağız demişti ya başkan... Yapılmış cami ama İstanbul Büyükşehir Belediyesi yaptırmış.
Sayıştay'ın 2017 denetimlerinde "Kurum 2017 yılı hesap ve işlemlerinin incelenmesinde" idarenin mülkiyetinde olup muhasebe kayıtlarında yer almayan arsalardan bir kısmının 6 milyon TL'ye satışının yapıldığı görüldü. Bu satışlardan 441 bin liralık kısmının muhasebeleştirilmesi muhasebe kayıtlarında yer alan taşınmazların kayıtlı değerinden düşülerek mevcut envanterde kayıtlı olan arsanın satışı yapılmış gibi gösterilmiş.

Merak ediyorum...

Sayıştay'ın bahsettiği konu bu satışlar ile mi ilgili?
Belediye Başkanı bankadan kredi çekmek için meclisten yetki almış. Akabinde özel bir bankadan faizli 10 milyon lira kredi kullanmış. Tabii faiz işin içine girince tepkiler olmuş. Başkan kredi çekme amacının kaldırım yaptırmak olduğunu söylemiş. Tepkileri bir şekilde engellemiş ama bu sefer ortaya çıkmış ki, yapılan kaldırımları da Büyükşehir yapmış.

Devam ediyoruz.

Sultanbeyli yerel gazetesi sahibi Recep Karakoç, başından geçen bir olayı İlk Haber gazetesine anlatmış.
Karakoç bir bina yapımına denk geliyor. İmarsız olduğunu tespit edip sosyal medyadan "belediye nasıl göz yumuyor" başlığı ile yayınlıyor.
Başına gelmeyen kalmıyor.
Belediye Başkan Yardımcısı Nizamettin Arslan, inşaatı yaptıran kişi, birçok tanıdığı arıyor ve "fotoğrafları kaldır" diyor. Karakoç kaldırmıyor. Sonrasında akşam telefon geliyor. SUGİAD Başkanı ve sonradan Sultanbeyli AK Parti İlçe yönetimine giren ve Başkan Yardımcısı olan M.Ö. arıyor. Pastaneye çay içmeye davet ediyor.

FETÖ Sultanbeyli imamı olduğu iddia edilen Fatih Yılmaz da orada. Sürekli "Bu hizmet işi" diyerek "Hizmetin karşısında babasının da olduğunu görürse gereken neyse onu yapacağını" söyleyerek tehdit ediyor. Gazeteci Karakoç'a "ceza kesiliyor" ve "bu inşaatın yapımına katkıda bulunacaksın" denilerek 10 bin lira para isteniyor.

İşte Recep Karakoç'un yayınladığı fotoğrafta kimler var sorusunu biraz ben de araştırdım. Sultanbeyli Belediye Başkanı, FETÖ imamı olduğu iddia edilen Fatih Yılmaz, FETÖ İstanbul mütevelli heyeti üyesi olduğu iddia edilen abisi, FETÖ İstanbul mütevelli heyeti üyesi ve kaçak olduğu iddia edilen Cahit Arslan.

Sözüm ona dostlar...

Sultanbeyli Belediyesi borç batağında. Para bulmak için çocuk parklarını dahi haraç mezat satıyor. Alan ve satan memnun olduğu için haberlere de pek konu olmuyor.

Ben de duyun istedim.


Murat AĞIREL / YENİÇAĞ

19 Şubat 2019 Salı

Hem sosyalist hem de kapitalist? - Zülal Kalkandelen

Bir süredir Amerika’da sosyalizme ilginin arttığı konuşuluyor. The Economist dergisi bile, “Y Kuşağı Sosyalizmi” başlıklı bir analizi kapağına taşıdı. 

Sovyetler Birliği’nin çöküşünden 30 yıl sonra sosyalizmin özellikle 1980 sonrasında doğan gençler arasında tekrar “trend” olduğunu ve yeni bir sol doktrinin doğduğunu öne sürüyorlar.

 Amerika’da yeni seçilen kongre üyesi Alexandria Ocasio-Cortez, kendisini demokratik sosyalist olarak tanımlıyor. Geçen başkanlık yarışında Demokratik Parti’den aday adayı olan Bernie Sanders da demokratik sosyalist olduğunu söylüyordu.
 
Ancak ben Amerika’da sosyalizme ilginin arttığı iddialarına temkinliyim. Bu argümanların benzerleri, 10 yıl önce Obama için de dile getirilmiş, sürekli sosyalist olduğu yazılmıştı. Yılda 250 bin dolardan fazla kazananların vergisini artırdı diye hop oturup hop kalkmıştı Amerikalılar. 

Amerikan toplumundaki sosyalizm paranoyası, Obama’nın bile sosyalist gibi görülmesine yol açınca, Amerikan Demokratik Sosyalistleri Başkanı FrankLlewellyn, tartışmaya nokta koymuştu: “Demokratlar ile sosyalizmi özdeşleştirerek  sosyalizmin adını lekeliyorlar. Çünkü Demokratik Parti, dünyadaki en kapitalist ikinci partidir. Ne yazık ki, Obama’nın seçilmesi de bunu değiştirmedi.” 

Alexandria Ocasio-Cortez’in temel politikaları arasında en dikkat çekenleri sıralarsak, Obama’nın savunduklarına benziyor.
Yıllık geliri 10 milyon doların üzerinde olanlara yüzde 70 vergi, 
2030'a kadar ABD'de tümüyle yenilenebilir enerjiye geçişi de içeren “GreenNew Deal” yani Yeşil Anlaşma, 
Herkesin sağlık sigortasına kavuşacağı sağlık güvencesi, 
Göçmenlik ve Gümrük Muhafazası’nın (ICE) kapatılması ve göçmen haklarının korunması, 
Silahlanma karşıtlığı,
Kürtaj hakkı ve esrar serbestisine destek. 


Peki, emekçi kesim, Ocasio-Cortez’in politikalarını nasıl karşılıyor? Hepsini benimsemiyorlar. 

1989 doğumlu genç politikacı, dünyanın en büyük online perakende devi Amazon’a karşı New York’ta mücadele etti. Şirketin yeni genel merkezini Queens bölgesindeki Long Island semtinde kurmaktan vazgeçmesinde önemli rol oynadı. 

Eyalet ve belediyenin elindeki ekonomik değerlerin, varlıklı bir şirkete vergi indirimleri ve teşvik olarak sunulmasının kabul edilemez olduğunu savundu. Ancak birçok kişi tarafından, bölgede sağlanacak yeni iş olanaklarının önüne geçtiği belirtilerek eleştirildi. 
Kuzey Amerika Emekçileri Uluslararası Sendikası, gerçekçi bulmadığı Yeşil Anlaşma manifestosuna, işçiler için yıkım olacağı gerekçesiyle karşı olduğunu açıkladı.

Alexandria Ocasio-Cortez’in Amerikan siyasetine yeni bir heyecan getirdiği açık ama şunu sormak lazım: Hem kapitalist hem de demokratik sosyalist olunabilir mi? 


Ocasio-Cortez, bu soruya MSNBC’deki bir röportajda yanıt verdi bile: “Yorumunuza bağlı. Bazı demokratik sosyalistler kesinlikle olamaz diyor, bazıları da mümkün diyor. Bence mümkün.
 
Anlaşılıyor ki Amerika’da sosyalizm konusundaki kavram karmaşası sürüyor. Demokratik sosyalizm, sosyalizme devrimle değil, demokratik yollardan varmayı amaçlayan bir siyasal ideoloji.Ancak kapitalizmin yarattığı eşitsizlik ve adaletsizliklerin demokratik sistem içinde reform yapılarak azaltılması amaçlanıyorsa; bırakın sosyalizmi demokratik sosyalizm ile de uyuşmaz. 
Çünkü sosyalizm, kapitalizmi yıkmayı amaçlar, onda bazı düzenlemeler yapmayı değil. Kapitalizmin boğduğu Amerika’da sosyal demokrasiye ilgi artıyor, sosyalizme değil.

 Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET

Çıktık açık alınla... - ÖZDEMİR İNCE

Bizler “Onuncu Yıl Marşını” çok severiz. Bu marşla büyüdük. “Çıktık açıkalınla on yılda her savaştan, / On yılda on beş milyon genç yarattık heryaştan; / Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan; / Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan / Türk’üz, Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi, / Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!” 

Irkçı bir marşmış! Irkçılığın ne olduğundan haberleri bile yok! “Türk” bir ırkın değil bir ulusun adı! Sen de on yılda aşağıdaki işleri yap, kurban olayım İslamcılığına:

***

1923: Türkiye Şeker Fabrikaları; 
1924: Ülkenin sanayi ve ticarette kalkınmasına katkıda bulunması amacıyla Türkiye İş Bankası; 
1924: Ankara Fişek Fabrikası ve Gölcük Tersanesi; 
1925: Feshane Yünlü Dokuma, Beykoz Deri ve Kundura ile Hereke İpekli ve Yünlü Dokuma Fabrikalarını devralarak işletilmesini sağlamak amacıyla Sanayi ve Maadin Bankası; Atatürk’ün Ankara Orman Çiftliği; Ankara Hukuk Fakültesi (Ankara Adliye Hukuk Mektebi); Silah, bomba ve cephane üretecek olan Şakir Zümre Fabrikası ve Adana Mensucat (Dokuma) Fabrikası, Eskişehir Hava Tamirhanesi; 
1926: Devlete petrol arama ve işletme hakkı; Alpullu Şeker ve Uşak Şeker Fabrikası, Kayseri Uçak Fabrikası, İstanbul’da inşaat demiri üreten ilk haddehane. Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri, Bakırköy Çimento Fabrikası; 
1927: Kırıkkale Mühimmat Fabrikası, Bünyan Dokuma Fabrikası, Eskişehir Kiremit Fabrikası, Bursa Dokumacılık Fabrikası, Köy Öğretmen Okulları, İş Bankası ve Anadolu Ajansı’nın yüzde 70’ine sahip olduğu Türk Telsiz Telefon Anonim Şirketi. 
1927:Ankara-Kayseri, Samsun-Havza-Amasya tren hatları yapımına başlandı; sonraki beş yılda Amasya-Zile, Ankara-Sivas, Kayseri-Şarkışla, Kütahya-Emirler, Fevzipaşa- Gölbaşı, Gölbaşı-Malatya, Ulukışla- Niğde, Zile-Sivas, Kütahya-Balıkesir gibi tren hatları yapıldı; 
1928: Koruyucu hekimliğin tahlil, kontrol, üretim ve araştırma görevlerini yürütmek amacıyla Merkez Hıfzısıhha Müessesesi, Kırıkkale Elektrik Santralı ve Çelik Fabrikası, Malatya Elektrik Santralı, Ankara Çimento Fabrikası, Gaziantep Mensucat Fabrikası; Anadolu Demiryolu Şirketi yabancılardan satın alındı; 
1929: Ankara Havagazı Fabrikası, Ayancık Kereste Fabrikası, Trabzon Hidroelektrik Santralı ve İstanbul Otomobil Montaj Fabrikası; Mersin- Adana, Anadolu-Bağdat, Mersin-Tarsus Demiryolları yabancılardan satın alındı; Haydarpaşa Limanı yabancılardan satın alındı; 
1930: Kayaş Kapsül Fabrikası ve Nuri Killigil Tabanca, Havan ve Mühimmat Üretim Tesisleri kuruldu; 
1931: Türk Tarih Kurumu; 
1932: Türk Dil Kurumu; 
1933: Sanayi kuruluşlarına kredi vermek ve bütün bankacılık işlerini yapmak ve sanayinin gelişmesine ilişkin tedbirler almak üzere Sümerbank; 
1933: Devlet Hava Yolları, Petrol Arama ve İşletme İdaresi ile Altın Arama ve İşletme İdaresi kuruldu; 
1934: Eskişehir Şeker Fabrikası, Turhal Şeker Fabrikası, Konya Ereğli Bez Fabrikası, Bakırköy Bez Fabrikası, Bursa Süt Fabrikası, İzmit Paşabahçe Şişe Cam Fabrikası, Zonguldak Antrasit Fabrikası, Zonguldak Kömür Yıkama Fabrikası, Keçiborlu Kükürt Fabrikası, Isparta Gülyağı Fabrikası, Ankara, Konya, Eskişehir, Sivas Buğday Siloları, Kayseri Bez Fabrikası.

***

1923-1934 döneminde gerçekleştirilen ve yapılan sanayi hamlesinin listesi (özel girişim bakımından) eksik ama fazla değil. Sence: Tek parti döneminde bir taş konulmamış. Buna körlük, nankörlük ve garez denir. Atatürk, her fabrikanın bir kale olduğunu söyler. Sen Türkiye’nin bütün kalelerini bayraklarıyla birlikte üç kuruşa sattın ve tek bir kale inşa etmedin. BilsayKuruç’un MUSTAFA KEMAL DÖNEMİNDE EKONOMİ (Bilgi Üniversitesi) kitabını mutlaka okumalısın!

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Kuyruğun kimyası - ORHAN GÖKDEMİR

1970’li yıllar, kısa kesintiler dışında sokağın demokratikleştiği yıllardı. Af gelmiş, 12 Mart karanlığından çabuk çıkılmıştı. Devlet kurşununa denk gelmeyip cezaevlerine tıkılanlar çıktı geldi, direniş de bittiği yerden devam etti. Üstelik 15-16 Haziran büyük işçi kalkışması olmuştu arada, müthiş bir özgüven demekti bu.

Ama o yıllar aynı zamanda kıtlık yıllarıydı. Durumu en iyi Süleyman Demirel’in, namı-ı diğer Çoban Sülü’nün “70 sente muhtacız” sözü ile anlatabiliriz sanırım. Haliyle akaryakıt, ona bağlı olarak bazı temel tüketim maddeleri yeterince temin edilemiyordu. Akaryakıt kuyrukları baş göstermişti ülkede. Tüp gazda büyük sıkıntı vardı. Sigaraya (özellikle diğerlerinden kaliteli bulunduğu için Samsun 216’ya), margarine kuyruksuz ulaşmak mümkün olmuyordu. “Sana-yağ” adlı margarin bu alanda neredeyse tekel pozisyonundaydı. Üzerinde eşit bölme çizgileri vardı, bakkalların o çizgilerden keserek yarım yarım sattığını hatırlıyorum.

AKP şefi CHP’yi sorumlu tutuyor ama bugünkü gibi CHP’li hükümetlerin ömrü o zaman da kısa sürmüştü. MSP ile kurduğu hükumet 10 ay ayakta kalabilmişti ancak. Milletvekili transferleri ile kurduğu hükumet ise bir yıldan biraz fazla. Gerisinde Demirelli, Erbakanlı, Türkeşli “Milliyetçi Cephe” iktidarları vardır. Üstelik petrol fiyatlarının bütün dünyada çok kısa sürede birkaç kat arttığı zamanlardı. Kıbrıs vesilesiyle Türkiye üzerinde ağır ambargo uygulanmaktadır. Kuyruk, dünyanın kuyruğudur özetle.

Bu kuyruğa bağlı olarak yeni bir meslek de türemişti ülkede. Stokçuluk, karaborsacılık alıp yürümüştü. Basit bir para kazanma yoluydu bu, alıp stokluyordunuz, kıtlık baş gösterince birkaç katı fiyata satıyordunuz. Kapitalizm, ahlaksız üçkâğıtçılar düzenidir.

1970’li yılların sonunda, o sert iç savaşın yükünü taşımanın yanında karaborsacılarla, stokçularla mücadele görevi de vardı solun. Bizim Recai, Recai Türüdü arkadaşlarını toplayıp Giresun’un Bulancak ilçesinde namlı stokçulardan birinin deposunu bastı 1979’da. El koydular içerideki yağlara. Sonra ilçeye megafonla duyuru yaptılar, bedava dağıttılar el koyduklarını. Halk geldi, “Allah sizden razı olsun” deyip alıp gitti yağları. Devamını da anlatayım tablo tamam olsun; deposu basılan stokçu, bizim Recai’yi kiralık katillerine vurdurdu. Birkaç ay sonra 12 Eylül geldi. 

Recai’nin ölümü göze alarak yağ dağıttığı halkımız, karakola koşup depoyu basanın o olduğunu müjdeledi. Recai’yi ailesi ile birlikte toplayıp tıktılar içeri. 10-15 yıl sonra saldılar bir kısmını.

Recai hayatta, kafasında o günden kalan mermiyle devam ediyor yoluna. Sağlığı bozuk haliyle, bakıma muhtaç. Yaz sonunda gördüğümde, dudağından eksik etmediği sigarasıyla boğuşarak devrimciler için “el kitabı” yazmaya çalışıyordu. Meşakkatli meslektir solculuk!

***

Daha önce İnönü zamanında olmuş böyle. Ekmek, ekmeklik tahıl karne ile dağıtılmış, kuyrukla alınmış. Ama unutulmasın cumhuriyet ergenlik çağındaydı daha. 10 yıllık uzun iç-dış savaş tarumar etmişti ülkeyi. Genç-üretken nüfus savaşlarda yitip gitmişti. Toprak kaderine terkedilmiş, var olan derme çatma sanayi altyapısı yıkılıp dağılmıştı. Önce tehcir, sonra mübadele şehirli nüfusun bütünüyle kaybı anlamına geliyordu. “10 yılda 10 milyon genç yarattık her yaştan” diye övünüyordu kurucu iktidar.

Tam krizden çıktık derken 1929 ekonomik krizi patlak verdi. Üstüne 2. Dünya savaşı geldi. İnönü hem orduyu savaşa hazırlama, hem de ülkeyi savaşın dışında tutma gibi iki zor görevi üstlendi. Savaş sebebiyle buğdaya talep artmıştı. Avrupa’nın her yerinde karneye bağlanmıştı ekmek. Türkiye’de durum oradakiler gibiydi.

Savaş bitip, ülke darlıktan kurtulmaya başlayınca Menderes geldi iktidara. Buğday ithalatının önündeki engel kalkmıştı. Halk kıtlığı İnönü’ye, bolluğu ise Menderes’e yazdı. Menderes aziz, İnönü iki ayyaşın kuyruklusu şimdi. Adını her yerden silip attılar. Menderes’in soyundan geldiğini iddia eden nevzuhur “milli şef” aklına geldikçe kalaylayıp duruyor eskisini.

***

Bir de meşhur “Taksim’de rakı kuyruğu” haber kupürü var biliyorsunuz. Yılbaşı arifesidir ve rakı-bira sıkıntısı baş göstermiştir. Boru değil, akşam oturulup içilecek, yeni yıl selamlanacak, sabaha karşı hala sızılmamışsa gazete alıp piyango numaraları kontrol edilecek. Şöyle yazıyor kupürün altında; “Fotoğrafta dün Taksim’de uzunluğu 500 metreyi bulan rakı kuyruğu görülüyor. Halk böyle kuyruklarda perişan olurken, bazı rantçı bakkal ve bayilerin rakıyı el altından yüksek fiyatlara satıp karaborsa yaptıkları görülmüştür.” Kupür gerçek mi, haber doğru mu bilinmez ama rakının da kuyruğa düştüğü gerçektir.

Taksim’de rakı kuyruğu haber kupürü ülkenin geriye doğru aldığı mesafenin mihenk taşıdır bir bakıma. Kuyruktakiler “Bu ne rezalet paramızla içki bulamıyoruz” diye belirtmişlerdir tepkilerini. “Madem yılbaşı, tatil, içkiyi de devlet karşılasın” sözünden bir tık öncesidir bu. Cumhuriyet iyi bir şeydir, mihenk taşı bunu göstermektedir.

***

Geldik AKP’li yıllara. Durum şu; akaryakıt var, yağ, şeker, tuz, ekmek, buğday da öyle. Biber, patlıcan, domates, patateste sıkıntı var bir parça ama olur o kadar. Sent, Dolar? Tam battık derken bir yerlerden kaynağı belirsiz bir şekilde çıkıp geliveriyor onlar da. Ama yine de vaziyet 70’li yılları sollayıp, İnönü dönemine doğru koşar adım ilerliyor sanki. Var ama yok ya da hem var hem yok yılları bunlar. Parası olmayan patates soğan için kuyruk bekliyor, parası olan ejder meyveli smoothie içinde yüzüyor. “Minareler süngüü, kubbeler miğfeer”den geldik altın varaklı klozete dayandık. “10 yılda 10 milyon genç yaratmaktan” daha önemli bir adımdır.

Rakı-bira işi biraz karışık yalnız. 70’li yıllarda benzin sıkıntısı tavan yapıp tepki çoğalınca “gaz vardı da içtik mi?” diye çıkışmıştı Demirel. “Rakı vardı da içtik mi?” demiyor bizimki, günah. Var ama yanına yaklaşmak ne mümkün. İçki reyonları ışıl ışıl, gel gör ki kimsesizlikten boynu bükük şişelerin. Evde rakı bira üretiyor halkımız, harıl harıl kimya çalışıyor. (Etil alkol 78,5 derecede kaynarmış, ben de o sayede öğrendim.) Var olsunlar, içki bir kültür haline geldi sayelerinde.

***

Doğrudur nevzuhur “milli şefin” söylediği, (ondan iyi bilecek halimiz yok zaten) kuyruk vardır var olmasına ama yokluk kuyruğu değil, varlık kuyruğudur. Kapitalizmi yokluk kuyruğundan daha iyi temsil eder bu. İslamcı kılığıyla gelip piyasacılığı tamama erdirmişlerdir. Kapitalizmde her şey vardır ama aslında hiçbir şey yoktur, ispatlamışlardır.

Bu durumda biz fakirin sadece halka bir-iki sözü olabilir. Birincisi; Saraylarla domates kasaları arasında ters orantı vardır. Saraylar büyüdükçe domates kasaları küçülür. İkincisi; Halkın parasıyla alıp sana yarı fiyatına satmalarını sadaka sanma. Başka yoksullardan söğüşlenmiş paradır, afiyetle ye.

***

Recai kendisinden söz ettim diye kızıp arar beni, biliyorum. Ona da Mahsuni’den bir türkü hazırladım, “Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana. Bilmem söylesem mi söylemesem mi?” diyeceğim. Öfkesi yatışırsa ne âlâ. Girdik bir yola, tarih taksiratımızı affetsin artık!

Orhan Gökdemir / SOL

Hıyarlı tarihsel komedi - UĞUR KUTAY

Charlie Chaplin’in 1916’da yaptığı bir film var: Behind the Screen (Perde Arkası). 25 dakikalık sessiz sinema şaheserinde Chaplin, yapımcılar tarafından sömürülen set işçileriyle ilgili minik sakarlık hikayeleri anlatırken, erken dönem Hollywood stüdyolarının film üretim biçimleriyle de dalgasını geçer. Bir stüdyoda son derece ciddi bir kostümlü tarihsel drama çekilirken yan tarafta bir komedi filmi yapılmaktadır mesela. Bu sırada komedi yönetmeninin aklına çok özgün bir fikir gelir: Filmdeki tipler birbirinin suratına pasta fırlatsın! İşte o zaman her şey birbirine girer; komedi setindeki adamın fırlattığı pasta dram setindeki kralın yüzünde patlar, set dekorları birbirine karışır vs. Böylece Chaplin anlatısının içindeki farklı anlatıların düzeni ve tür özellikleri bozulur, komedi tarihsel akışı umursamadan alanını genişletirken tarih tarih olmaktan çıkar. -Sovyet Devrimi’nin tamamlanmasına henüz bir yıl varken çekilen filmin epey sert bir anarşist sonsözü var: Herkesin birbirine giriştiği ortamdaki karmaşa, grevdeki set işçilerinin stüdyoyu kundaklamasıyla son bulur.

Tarihsel diyalektik yerine kitle kültürü etkisiyle ilerleyen Hollywood-tarih ilişkisinin çok rahatsız edici ideolojik boyutları var. Beyazperde sayesinde tarih artık ortak insanlık birikimi olmaktan çıkıp, her seferinde kim yazıyorsa ona göre biçimlenen bir anlatıya indirgeniyor. Behind the Screen’den sadece bir yıl önce yapılan Birth of A Nation/Bir Ulusun Doğuşu adlı ırkçı filmde bu yüzden pamuk tarlasında çalışmaktan hiç şikayeti olmayan mutlu siyah köleler görürüz (pastalar havada uçuşuyor!). Lincoln köleliğin kaldırıldığını açıklayana kadar ülke siyahıyla beyazıyla huzur içindedir (Lincoln’e de bir pasta!) Amerikan İç Savaşı başladığında pamuk tarlalarındaki köleleri, kölelik yanlısı Konfederasyon askerlerini sevinç çığlıklarıyla cepheye uğurlarken izleriz (pastalar bir o tarafa bir bu tarafa uçuşuyor!) Bir yanda ‘sahip’lerini savunup koruyan iyi köleler, diğer yanda Kuzey yanlısı kötü siyahlar (Hiç değilse yüzün beyazlar, al sana pasta!). Böylece Güneyli beyazların kendilerini dehşetli siyah terörüne karşı korumak için Ku Klux Klan’ı kurmalarının ne kadar önemli olduğunu görürüz (Bir pasta da kameraya!)

“Neyse ki tarihi sinemadan öğrenmiyoruz” diye sevinebilirsiniz. Sevinmeyin, eğitimsiz sağcı gençler milliyetçi Yeşilçam’dan ‘öğrendikleri’ tarih sayesinde Türk-İslam sentezinin temel malzemesi oldu; Çorum, Maraş, Madımak katilleri tarihi Gibbon’dan, Avcıoğlu’ndan, İnalcık’tan değil Kara Murat ve Battal Gazi’den öğrendi. Anadolu halkıyla hiçbir asgari müştereği bulunmayan Osmanlı sarayının tarihi öyle mide bulandırıcı yalanlarla kurgulandı ki, ortaya ‘köleliğin kaldırılmasına karşı savaşan beyaz toprak sahiplerini sevgi tezahüratlarıyla cepheye uğurlayan siyah köleler’den daha absürd bir halk görüntüsü çıktı.
Sonuçta, Chaplin’in Perde Arkası’ndan bu yana koskoca bir asır geçerken kitlesel medya öyle çarpık bir büyümeyle dünyayı işgal etti ki, dramla komedi arasındaki pasta savaşları azalarak bitmek yerine akıl almaz boyutlara ulaştı. Arka camı tuğralı Doblo’suna hep 50 TL’lik gaz aldığı için övünen ama o gazla gittiği mesafenin kısalmasını sorgulamayan adamı, RTE’nin gö.ünün kılı olduğunu haykıran kadını, domates-biber kuyruğundaki halini iktidar politikalarının hatası değil başarısı olarak algılayan ihtiyarı tek başına yandaş medya yaratmadı elbette, ama o pastaların -bugün domates ve hıyarların- neden oradan oraya uçtuğunu sorgulatmama konusunda başarının asıl sahibi medyadır.
Sahneye hıyar atan seyircisinin düşük akıl ve ahlak düzeyini “Beyefendi kartvizitini göndermiş!” diyerek görünür kılan İsmail Dümbüllü’yü anımsatmak lazım bu halka, tanzim satış kuyruğunda uçuşan kartvizitleri görsün, bu hıyarlı komedinin seyircisi değil figüranı olduğunu fark etsin diye… 
Çünkü gösterirseniz belki görecek, göstermezseniz  hiç bilmeyecek…
UĞUR KUTAY / BİRGÜN

Yerel yönetimler ve dayanışma ekonomisi - HAYRİ KOZANOĞLU

The Economist dergisi bu hafta milenyum kuşağı mensupları, yani şimdi yaşı 18-29 arasında bulunanlarda artan sosyalizm sempatisini kapağına taşıdı. Tüm dünyada keskinleşen gelir ve servet dağılımı uçurumları, piyasa egemenliğinin insanların özgürlük alanlarını kısıtlaması, emperyalist savaşların yarattığı trajediler kapitalizme duyulan tepkinin başlıca nedenleri.
Her şeyden önce, genç nesiller ebeveynlerinden daha yüksek bir yaşam standardı yakalayacaklarına inanmıyor. Böylelikle kapitalizm ve bu üretim tarzının tüm coğrafyalara yayılmasını temsil eden küreselleşme ideolojik hegemonyasını yitiriyor. Hepimizin aynı gemide olduğu, sonunda herkesin yüzünün güleceği, yelkeninin şişeceği masalı sönümleniyor.
1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasının travmasını yaşamamış; “piyasa toplumunda” sürekli işsizlik, refah kaybı ve gelecek endişesiyle yüz yüze kalmış genç kuşaklar “kapitalizmin hegemonya krizi” derinleşirken bir de üzerine ekonomik kriz nüksederse sosyalizme daha kararlı bir biçimde meyledebilirler.
Sosyalizmin bir politik proje olarak ve ideolojik, kültürel ve ahlaki boyutlarıyla genç kuşaklara nasıl tanıtılacağı, 21.yüzyılın koşullarına ne şekilde uyarlanacağı Türkiye’de ve dünyada önemli ve uzun soluklu bir gündem olacağa benziyor. Bu tartışmayı zamana yayarak, şimdilik önümüzdeki yerel seçimlerde sosyalizmin nasıl karşılık bulacağı üzerine kafa yorabiliriz.
Öncelikle vurgulayalım, tek ülkede sosyalizm bile zor olduğuna göre, tek bir kentte sosyalizm ancak ütopyalarda gerçekleşebilir. Ancak, sosyalist bir belediye yönetiminin, toplumcu zihniyeti yerellerde nasıl ete kemiğe büründürülebileceği, kapitalist düzenin bağrında nasıl gedikler açabileceği, giderek bir ilgi ve çekim merkezi haline gelebileceği konusu üzerinde yoğunlaşabiliriz.

YERELLEŞTİRME YENİDEN

Kentler özellikle metropoller sınıfsal çelişkilerin en yoğun hissedildiği, hiyerarşilerin en belirgin açığa çıktığı yerlerdir. Üretimin ağırlığının sanayiden hizmetlere kaymasıyla rant, sömürü, artık değere el koyma en yaygın biçimde kent merkezlerinde gerçekleşir. Mutenalaştırma projeleriyle yoksullar adeta lanetli gibi kendi mahallelerinde “fazlalık” gibi görülmeye başlanır. Bu nedenlerle, Gezi isyanında da gözlendiği gibi, aynı zamanda öfke ve tepki de küresel kapitalizmin sinir merkezlerinde yoğunlaşır. Üretim birimleri küçüldüğü için emekçiler ve ezilenler arasında ortak bir ruh hali, dayanışma ilişkileri de buralarda gelişir.
Türkiye’de şimdi yaşandığı gibi yerel yönetimler kriz zamanlarında çok önemli işlevler üstlenebilirler. Kent hakkı talebi üzerinden, “yerelleştirme yeniden” mücadelesini yükseltebilirler. Demokratik ve katılımcı karar alma mekanizmalarına alternatif bir ekonomi tasarımıyla iç içe geçirebildikleri oranda, ulusal anlamda da örnek alınan, eğilimleri belirleyen bir nitelik kazanabilirler.

SOLUN YEREL YÖNETİM ANLAYIŞI

Sol yerel yönetimlerin sorunlara yaklaşımı eşitlik, özgürlük, dayanışma, paylaşma değerleri temelinde şekillenir. Hizmetlerini AKP belediyeleri gibi sadece kendi yandaşlarına değil, hiçbir ayırım gözetmeksizin tüm yurttaşlara sunma perspektifiyle hareket ederler. Çünkü, Zapatistaların ifadesiyle “içinde herkese yer olan bir dünya” arayışından yola çıkmışlardır. Ayrıca bu ülkenin çimentosunun din, dil, mezhep, inanç, yaşam tarzı farkı gözetmeden, “bir arada yaşama sahip çıkma” iradesiyle yoğrulduğunun da farkındadırlar. Siyasal İslam’ın ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı, çürütücü zihniyetinin hasarını onarma sorumluluğuyla karşı karşıya bulunduklarının bilincindelerdir.
Yerel yönetim mülkiyeti, ulusal ve kooperatif mülkiyeti ile birlikte sahip çıkmamız gereken kolektif mülkiyet biçimlerinden biridir. Yerel yönetimler “mega projeler” peşinde koşmazlar; diyelim demir-çelik fabrikası açma, petrol rafinerisi kurma gibi boylarını aşan işlere kalkışmazlar. Ancak çöp toplamadan, park ve bahçe işletmesine, ulaşım hizmeti sunulmasına kadar geniş bir yelpazede faaliyet gösterirler. Taşeron şirketlere ihale edilen hizmetlerin yerel yönetimlerin bünyesine dönmesi, bir kar kapısı olmaktan çıkması, neoliberal tasarımın aşındırılması için özellikle önemlidir.
Sosyal nitelikli yerel yönetimler yurttaşların kendileriyle ilgili kararları mümkün olan en küçük ölçeğe inerek kendilerinin almasından yanadırlar. Ekonomik etkinliklerin yerele indirilebilmesi, hem karar alma mekanizmalarının demokratikleştirilmesi, hem de hizmetten yararlananlar tarafından kontrol edilebilmesi açısından hayati önemdedir. Böylelikle kamu çıkarını koruyup, gözetmek kolaylaşır.
Başarılı yerel yönetimler %15’e yaklaşan işsizliğin gözlendiği bir ekonomide pekala üretim ve istihdam kapısı haline gelebilirler. Hünerli bir demokratik planlamayla yerel yönetim hizmetleri çarpan etkisi yaratır, yerel tedarikçilerin ve esnafın da yüzünü güldürür. Artan vergi gelirleriyle hizmetlerin kalitesi artar, borçlar aşağıya çekilebilir.

DAYANIŞMA EKONOMİSİ

Toplumcu bir yerel yönetime en uygun çerçeve “dayanışma ekonomisidir”. Dayanışma ekonomisi egemen kapitalist sisteme ve otoriter devletçi anlayışlara karşı, insanı ve gezegenimizi merkezine koyar.
Dayanışma ekonomisi çoğulculuk, dayanışma, katılımcılık ve eşitlik değerleri üzerinde yükselir. Bu genel çerçeveden yola çıkarak 10 ayrı uygulama alanı önerilebilir. Haliyle bir yerel yönetim aynı anda hepsini hayata geçiremese bile en azından dağarcığında tutabilir, uygulanabilirliklerini araştırabilir, gelecek planlarına dahil edebilir. Şimdilik başlıkları sıralamakla yetinelim. Açılımlarını ve birbirleriyle etkileşimlerini- kesişim noktalarını gelecek yazımıza bırakalım.
  • Katılımcı bütçe
  • Ortak mutfaklar
  • Zaman bankaları
  • Şehir tarımı
  • Semt kütüphaneleri- dijital bilgi merkezleri- kent müzeleri
  • Üretim-tüketim-işçi kooperatifleri
  • Boş bina ve arsaların kent sakinlerinin hizmetine açılması
  • Sanat ve kültür kooperatifleri
  • Kreşler ve yaşlı bakım evleri
Not: Bu satırlar öncelikle CHP Beyoğlu adayı Alper Taş ve Ordu Çamaş adayı Ahmet Kesik’in çalışmalarına belki bir katkı sağlar düşüncesiyle kaleme alındı. Haliyle başka adaylara esin kaynağı olmasından ayrıca mutluluk duyarız.
HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

18 Şubat 2019 Pazartesi

İlker Başbuğ’un deviremediği masa - Barış Terkoğlu

Kara Harp Okulu Kurmay Başkanı Hamdi Kızgınkaya, odasında dereceye giren öğrencileri ağırlıyordu. Biri “piyade olmak istiyorum” yanıtını verince şaşırdı.

Evladım notların yüksek, neden fen sınıflarından birini tercih etmiyorsun” dedi bu kez. “Atatürk piyade idi, ben de Atamızın sınıfından olmak istiyorum” sözleriyle karşılandı. 

1962’de yaşanan bu karşılaşmayı İlker Başbuğ’un son kitabının eklerinde yer alan Kızgınkaya’nın mektubundan okudum. Mahpusa düşen Başbuğ’a, 51 yıl önce yaşadıkları olayı, o günkü komutanı hatırlatıyordu.
 
Günlerdir İlker Paşa’nın “Ergenekon’dan Çıkış” kitabını değil, ardından verdiği röportajdaki “Bugün olsa yine Kozmik Oda’yı açardım” sözlerini tartışıyoruz. İlker Paşa’nın bu görüşüne katılmıyorum. Kozmik Oda sözlerine özellikle o dönem mağdur olan silah arkadaşlarının eleştirilerini anlıyorum. 

Ancak asıl meseleyi ıskalıyor muyuz?

FETÖ’nün görmek istemediği komutan 
Kitapta en çok merak ettiğim 2010 yılının yüksek askeri şûrasında yaşananlardı. Günler süren YAŞ krizini dışarıdan takip etmiştik. İçeride neler olduğunu ise bilmiyorduk.
Öğrenmiş olduk.

30 Ağustos 2010’da Başbuğ görevi bırakacaktı. FETÖ’yü adını vererek hedef alan, Irak ve Suriye’nin bölünmesine karşı somut doktrine sahip İlker Paşa’nın, ardında kendisi gibi bir TSK bırakması istenmiyordu. Bu da günler süren gerilime neden oldu. 
Hatırlayın, YAŞ’a günler kala ilk kriz, 23 Temmuz 2010’da Balyoz kumpasında 102 asker için yakalama kararı çıkarılmasıyla yaşandı.
 
Bitmedi… 

2010 YAŞ’ında askeri teamüller gereği Hasan Iğsız’ın Kara Kuvvetleri komutanı olması gerekiyordu. Ancak YAŞ günleri yaklaştıkça alışılageldik operasyon da başladı. FETÖ operasyoncuları Iğsız’ı oğlunun özel hayatından vurmaya çalıştı. Toplantıya iki gün kala Akit gazetesi Iğsız’ın damadının Yahudi olduğunu haberleştirdi. Niyet belliydi: Iğsız’ın kuvvet komutanlığını belden aşağı vuruşlarla durdurmak. 

Peki, neden?
 
Bir, Hasan Iğsız Genelkurmay 2. Başkanı olarak FETÖ kumpaslarına karşı açık tutum alıyordu. İki, WikiLeaks belgelerinden öğreniyoruz, ABD’li elçilerle tartışmaları Washington’a iletiliyordu. Üç, o günkü açılım rüzgârına karşı “hiçbir devlet katillerle ateşkes yapamaz” sözleri göze batıyordu. 

Listeyi uzatabilirim… 

Başbuğ, kitabında olanları şöyle aktarıyor: “YAŞ öncesi, siyasi makamların Org. Iğsız’ın Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na getirilmesine sıcak bakmadıkları çeşitli vesilelerle bize iletildi.” 

TSK komutası Iğsız’da ısrar ediyordu:
“Siyasi makamlardan neden Org. Iğsız’ı istemediklerinin bize de anlatılmasını istedik. (…) Bütün taleplerimize rağmen Org. Iğsız hakkında bize bir gerekçe  sunulmadı.”

Günler süren kriz 
İlk gün Başbuğ, cebinde Iğsız teklifiyle toplantıya katılıyordu.
İçerden kim haber uçurdu bilinmez… 

Toplantının ikinci günü FETÖ’nün Zaman gazetesi, Hasan Iğsız’ın İnternet Andıcı davası kapsamında ifadeye çağrıldığı haberini verdi. Iğsız’a karşı tüm kartlar açılıyordu. 

Toplantının üçüncü günü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün isteğiyle üçlü görüşme oldu, ancak kriz yine çözülemedi. 

Genelkurmay Başkanlığı Iğsız’da ısrar ediyor, AKP reddediyordu. İkinci ihtimal olan Orgeneral Atilla Işık, “arkadaşım yoksa ben de yokum” diyerek istifa edince kriz daha da büyüdü. Üçüncü ihtimal Necdet Özel’in Kara Kuvvetleri komutanı olmasıydı. Ancak burada bir sorun vardı. Bu durumda Özel, iki yıl sonra emekli olabilecekti. Başbuğ, Erdoğan’a Necdet Özel teklifini yaptı. Jandarma Genel Komutanlığı’na ise Erdal Ceylanoğlu’nu öneriyordu. Devamını İlker Paşa’dan okuyalım: “Başbakan (Erdoğan) olumsuz bir şey söylemeyerek konuyu Cumhurbaşkanı (Gül) ile hemen görüşeceğini söyledi.”

Yanıt olumsuzdu. Erdoğan ve Gül, Necdet Özel’in jandarmada kalmasını ve Erdal Ceylanoğlu’nun Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na getirilmesini Başbuğ’a iletti. Askeri teamüllere aykırı olan bu yol ile Necdet Özel’e Genelkurmay Başkanlığı yolunu açıyorlardı.

Başbuğ şöyle anlatıyor: 
“Bunun doğru olmayacağını ifade ettim. Aynı gün kuvvet komutanları ile yaptığımız toplantıda, kuvvet komutanları ile Jandarma Genel Komutanı da askeri teamüllere uyulmasını savundular. Durum kilitlenmişti.” 

İşte bu sırada 30 Ağustos’ta emekli olacak İlker Başbuğ’u erkenden görevden alıp yerine Işık Koşaner’le devam etme ihtimali düşünülüyordu. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Koşaner’i çağırıp tabiri caizse “seninle çözelim” diyor, Koşaner ise reddediyordu.
Gül, Erdoğan’dan daha ısrarlı.

Başbuğ’un anlattığına göre Işık Koşaner’in de emekli edilme ihtimali gündeme gelince TSK komutası geri adım attı. Erdoğan ve Gül’ün istediği gibi Ceylanoğlu Kara Kuvvetleri’ne geldi. Necdet Özel Jandarma’da kalarak sonraki dönem Genelkurmay Başkanlığı’nı sağlama aldı. 8 günün sonunda kriz çözülüyordu. 


Başbuğ’un en kritik tespiti ise şu: 
“YAŞ toplantısında yaşanılan sorunlar karşısında Başbakan’ın (Erdoğan) daha uzlaşıcı, Cumhurbaşkanı’nın (Gül) ise daha ‘ısrarlı’ davranışlariçinde olduğu gözlenmiştir.” 

Gül’ün operasyonlara Erdoğan’dan daha meraklı olduğunu anlıyoruz. AKP, FETÖ’nün kumpaslarına o dönem destek vermekle kalmadı. Askeri teamülleri yerle bir ederek başka bir TSK’nin kapısını araladı. 

Evet, bir sonraki YAŞ’ta Koşaner istifa etti. Evet, İlker Başbuğ da Hasan Iğsız da sonradan tutuklandı. Ama mesele bununla kalmadı. 

Çok istedikleri Necdet Özel eliyle kurulan düzen 15 Temmuz’u hazırladı. İlker Başbuğ’dan öğreniyoruz; 2014 ve 2015 YAŞ’larında terfi ettirilen general ve amirallerin yüzde 65’i, 15 Temmuz’dan sonra TSK’den gitti.

52 yıl üniformasını taşıdığı sistemin içerisinde yaşanan kanamaya çare bulamayan İlker Paşa’yı tabii ki eleştirelim. “Masayı devirmemesini” sorgulayalım. Ama bizi bu noktaya getiren hikâyenin o masada oturan asıl sorumlularını unutmayalım.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Devlet borcunu ödesin - ŞEHRİBAN KIRAÇ

İKV Başkanı Ayhan Zeytinoğlu: İlaç deposundan tutun da yol yapan birçok şirket devletten paralarını alamadığı için zorda. Bu firmaların alacağı 100 milyar TL’yi buluyor. Devletin piyasaya olan borçlarını bir an önce ödemesi gerekiyor.


İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV) Yönetim Kurulu Başkanı ve Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkan Yardımcısı Ayhan Zeytinoğlu, iç piyasanın canlanması için devlete taahhüt işi yapan firmaların alacaklarının ödenmesi gerektiğini vurguladı.

Zeytinoğlu, “Devlete ilaç deposundan tutun da yol yapan birçok şirket, paralarını alamadığı için zorda. Bu firmaların alacağı yaklaşık 100 milyar TL’yi buluyor. Devletin piyasaya olan borçlarını bir an önce ödemesi gerekiyor. Zira devletten alacaklı firmaların zora girmesi ile taşeron firmaların da zarar gördüğünü biliyoruz” dedi. Son üç-dört aydır ne yazık ki yüksek kurdan dolayı, yüksek enflasyon ve yüksek faiz sarmalı içerisinde olunduğunu anlatan Zeytinoğlu, bu durumun da ekonomide durgunluğa neden olduğunu aktardı. “Türkiye’nin kalkınmasında ve demokratikleşmesinde, Avrupa Birliği (AB) sürecinin olumlu etkileri olduğunu unutmamız gerekiyor. Yapısal reformlar, temel hak ve özgürlüklerin tesisi ile hukukun üstünlüğü açısından, AB üyelik süreci ülkemiz için önemli bir çıpa” diyen İKV Başkanı Ayhan Zeytinoğlu ile Türkiye’nin AB üyeliği sürecini ve ekonominin sorunlarını konuştuk.
_________________________________________________________________
İKV’nin AB’yi Türkiye’ye Türkiye’yi de AB’ye anlatma görevi var. Son yıllarda bu konuda bir zorluk var mı?
- İKV 1965’ten beri Türki-ye’nin AB sürecini izleyen, bu konuda bilgi ve görüş üreten ve Türkiye’nin AB entegrasyonuna katkı sağlayan bir kurum. 54 yıl zarfında, zor dönemler oldu. AB ile ilişkilerin askıya alındığı dönemler yaşadık. İKV tüm bu dönemlerde ilişkilerin kopmamasını ve diyaloğun devam etmesini sağladı. Son yıllarda özellikle AB sürecinin duraklaması ve çeşitli üye devletlerle yaşanan krizlerle ilişkilerde zorlu bir dönem geçirdik. Böyle siyasi olarak gerginliklerin yaşandığı ve duygusal tepkilerin öne çıktığı dönemlerde İKV’nin işi zorlaşıyor. Ama asıl bu gibi dönemlerde İKV’ye her zamankinden daha fazla ihtiyaç var diye düşünüyorum.
__________________________________________________________________
Daha treni kaçırmadık, AB üyeliği konusunda son yıllarda ciddi yavaşlama söz konusu, Türkiye treni kaçırdı mı, bu alanda acilen atılması gereken adımlar neler?
- AB ile müzakere sürecinde 2016’dan beri yeni fasıl açılmıyor. Gümrük birliğinin güncellenmesine ilişkin müzakerelerin de 2017’de başlaması söz konusuydu ama bu süreç de bazı üye devletlerin siyasi vetolarına takıldı. Vize serbestliği süreci de henüz tamamlanamadı. AB-Türkiye ilişkilerinde yaşanan zorluklar ve sıkıntıların yanı sıra AB de kendi içinde oldukça zor ve krizlerle dolu bir dönem geçiriyor. Mülteci krizi, kurumsal yapıdaki sorunlar, İngiltere’nin üyelikten ayrılma süreci, İtalya dahil çeşitli üye devletlerdeki milliyetçi, popülist akımların yükselmesi, Almanya’da AfD adlı aşırı sağ bir partinin oy oranını artırması, Rusya’nın tehditkâr politikaları, tüm bu gelişmeler AB’yi zorluyor ve genişleme ve yeni üye alımının yavaşlamasına yol açıyor. Türkiye’de AB sürecinin yavaşlaması ve AB üyeliğinin gerektirdiği reformlarda durağanlık yaşanması, üyelik olasılığını azaltıyor. Ama treni kaçırdı demek için erken.
__________________________________________________________________
Reform şart, Türkiye’de sağlıklı büyüme iklimine girilmesi ve yeni yatırımlar için ne yapılmalı?
- Esas olan çözüm yatırım ikliminin iyileşmesidir. Sadece ekonomik verilerdeki düzelmelerle bu sağlanamaz. Para hareketlerinin serbestliğinden, hukuksal altyapıyı düzenlemeye ilişkin reformlara ihtiyacımız var. Yapısal reformlar tamamlanırsa yabancı yatırımcı da gelecek. Yapısal reformlar, temel hak ve özgürlüklerin tesisi ile hukukun üstünlüğü açısından, AB üyelik süreci ülkemiz için önemli bir çıpa. Türkiye’nin dış ticareti ve doğrudan yabancı yatırımları açısından AB’nin yerini alabilecek bir başka aktör yok.
___________________________________________________________________
Yatırım kabiliyeti azalıyor, 2018 iş dünyası açısından nasıl geçti, bir değerlendirme yapabilir misiniz. 2019 öngörüleriniz neler?
- Ekonomide, ABD ile yaşanan Rahip Brunson gerginliği sonrası dövizdeki aşırı değerlenme ve ardından enflasyon ve faizlerdeki yükseliş ekonomik durgunluğu beraberinde getirdi. Yüksek döviz kurlarından dolayı, 2018’de ekonomimizdeki en büyük problem yüksek enflasyon ve yüksek faiz oranları oldu.

Alınan tedbirlerle yılın son ayında nispî bir rahatlama başladı. Ancak firmalarımızın hâlâ finansmana erişim ile ilgili ciddi sıkıntıları olduğunu biliyoruz. Yatırımların önündeki en büyük engel olarak gördüğümüz yüksek faiz, reel sektör temsilcileri olarak istediğimiz bir şey değil. İşsizlik oranı geçen yılın ortalamasından bir miktar gerilese de yılın ortasından itibaren tekrar çift haneye yükseldi. İşsizliğin artış eğiliminde olmasını yatırım ortamındaki iklim bozukluğunun yansıması olarak görüyoruz.

Döviz kurunun seviyesinin rekabetçi düzeyde tutulması gerektiğini düşünüyoruz. Dış ticaret açığımızdaki gerileme ile yıllık cari açığımız da gerilemeye başladı. Bu gerileme devam edecek. Borçlanmanın artması finansman yapımızı bozarken, ekonomideki kırılganlıkları arttırması nedeniyle, denk bütçeyi önemsediğimizi sık sık dile getiriyoruz.

Yüksek bütçe açığı, faizlerin yükselmesine neden olduğundan, yatırım yapma kabiliyetimizi azaltıyor. Bütçe açıkları ülkemizin makroekonomik dengelerinin kırılganlığına katkı veriyor.
Ekonomideki daralmanın etkisiyle sanayide 2018’in ortalama kapasite kullanım oranı bir evvelki yılın ortalamasının 1.5 puan altında gerçekleşti. Yıla hızlı başlayan sanayi üretimi de eylül ayından itibaren negatife geçti. Tüm bu gelişmelerin sonunda ekonomimiz yılın ilk iki çeyreğinde sırasıyla yüzde 7.2 ve yüzde 5.3 büyürken, üçüncü çeyrekte kur dalgalanmalarının, yüksek enflasyon ile fiyatlama davranışlarındaki bozulmanın ve yüksek faizin etkisiyle sadece yüzde 1.6 büyüdü. Hükümetimiz ekonomimizdeki daraltıcı etkileri bertaraf etmek amacıyla art arda tedbirler aldı. Ancak esas olanın, devletin piyasaya olan borçlarını bir an önce ödemesi olduğunu düşünüyoruz.
_____________________________________________________________________
2019 zor yıl, 2019’da küresel piyasalarda ne tür gelişmeler bekliyorsunuz bunun Türkiye’ye yansımaları ne olacak?
Dünya ekonomisinde de bir yavaşlama olduğunu düşünürsek, kendi sorunlarımız zaten var, global ile birleştirdiğimizde, 2019 yılının zor bir yıl olacağını söylemek yanlış olmaz.
_____________________________________________________________________
AB, hukuku eleştiriyor, Türkiye’de hukuka güven konusunda ciddi sıkıntılar var. Bu alandaki sıkıntıları AB’ye anlatma konusunda ne tür zorluklar yaşıyorsunuz?
- AB’nin Türkiye’ye yönelttiği eleştirilerin başında hukuk sistemi ile ilgili sorunlar, hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı konuları geliyor. Bunlar AB üyelik müzakerelerinde de gündeme gelen ve 23 üncü fasıl altında yer alan temel haklar ve yargı ile ilgili konular. AB’ye şunu söylüyoruz. Türkiye’de bu çok eleştirilen hukuk alanında ilerleme sağlamak için elimizde çok önemli bir fırsat var. 23. Faslın açılması ve müzakerelerin yürütülmesi.
_____________________________________________________________________
İKV olarak 2019 içinde AB üyeliği konusunda ne tür projeleriniz olacak?
- Türkiye’nin AB üyeliğini gündeme getirip sürecin canlandırılmasını sağlamaya yönelik projelerimiz var. “AB Dönem Başkanlıkları ve Türkiye” projesi ve Türkiye-AB ilişkilerini farklı illerimizde üniversite öğrencileri ile tartıştığımız etkinlik dizisi projelerimiz var. Türkiye genelinde seminerlerle AB sürecinin iş dünyasına etkisi ve gümrük birliğinin ele alıyoruz. Her ay düzenli olarak yayınlanan bültenimiz var.
______________________________________________________________________
Kurun geldiği seviye yeni yatırımlar ve mevcutları korumak için ideal bir seviye mi?
- Geçen hafta açıklanan aralık ayı sanayi üretiminin yüzde 9.8 gerilediğini görüyoruz. Ara malı imalatının yüzde 15 gerilemesinden ise endişe duyuyoruz. Ülkemizin ara mallarını daha fazla üretmesi gerektiğini düşünüyoruz. Yatırım malları ve hammadde ithalatı önemli. Ancak döviz kurunun bugünkü seviyesinin ülkemiz sanayicilerinin ara malı üretmelerine itici güç olacağını düşünüyoruz. Dolayısıyla reel efektif döviz kurunun 90 seviyesinin üzerine çıkmasını istemiyoruz. İhracatın uzun vadeli desteklenmesi için kurun enflasyon kadar artması gerektiğini düşünüyoruz.
_______________________________________________________________________
İşsizlik öncelikli sorun, Şu anda sanayicinin Türkiye ekonomisinin en temel sorunları neler, atılması gereken adımlar hangileri?
- Sanayicilerimiz için ülkemizin en önemli sorunu yüksek faiz, daralan iç pazar ve kalifiye işçi bulmada yaşanan sorunlardır. Son üç-dört aydır ne yazık ki yüksek kurdan dolayı, yüksek enflasyon ve yüksek faiz sarmalı içerisindeyiz. Bu durum ekonomimize durgunluk getiriyor. 

Yüksek faiz reel sektör temsilcileri olarak istediğimiz bir şey değil. Zira yatırımların önündeki en büyük engel. Geçen yıl ağustos başından bu yana hükümetimiz tarafından bazı önlemler alınmaya çalışılıyor. KDV ve ÖTV indirimleri ekonomide canlanmaya katkı verdi. Sonrasında ödeme sıkıntısına düşen, düzgün mükelleflerin SGK borçlarına 60 ay vadelendirme sağlandı. Ancak esas olanın devletin piyasaya olan borçlarını bir an önce ödemesi. Zira devletten alacaklı firmaların zora girmesi ile taşeron firmaların da zarar gördüğünü biliyoruz.

İş dünyası olarak bankalara ilettiğimiz taleplerin belli bir düzeyde karşılandığını memnuniyetle görüyoruz. Nispi bir rahatlama başladı. Şu an piyasada olumlu işaretler var. Enflasyon ve ihracat rakamları piyasadaki olumlu işaretlerin en önemlileri. Ancak firmalarımızın hâlâ finansmana erişim ile ilgili ciddi sıkıntıları olduğunu da biliyoruz. Yüksek faiz nedeni ile yatırım yapmanın oldukça zorlaştığı bir ortamda, bankalarımızın ellerindeki kaynakları üretim için sanayicilere kullandırması konusunda desteklerini bekliyoruz.


Kredi Garanti Fonu’nun doğru bir model olduğunu düşünüyoruz. KOBİ’lere sağlanan her türlü desteğin üretim, istihdam ve ihracat olarak geri döneceğini biliyoruz. Ülkemizdeki yüksek işsizlik oranı, alınan tedbirlere rağmen hâlâ en önemli ve öncelikli sorunumuz olarak karşımızda duruyor.


Şehriban Kıraç / CUMHURİYET