22 Şubat 2019 Cuma

Hasan Ali Yücel - RIFAT OKÇABOL

AKP’nin her yeni eğitim bakanı, bir önceki bakanın gerçekleştirdiği gericileşme dönüşümlerine yenilerini ekliyor. Örneğin bakan Selçuk, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği projesine bile son vermiş. Bu ortamda, belki de 58. ölüm yılında Hasan Ali Yücel’i anımsamak,  bizlere Türkiye’nin AKP’nin bakanlarına mahkum olmadığını görme fırsatı verebilir. 

Çünkü Hasan Ali Yücel, Cumhuriyet tarihinde, cumhuriyetin aydınlanmacı değerlerine sahip çıkılması ve kalıcılığının sağlanması açısından ülkenin en önemli eğitim bakanlarındandır.  
Yücel’in yaşam öyküsü kısaca şöyledir. Vefa Lisesi öğrencisiyken yazdığı “İntikam Olsun” başlıklı ilk yazısı, “Mektepli” dergisinde 17 Ekim 1913'te yayınlanmıştır.  Lise son sınıfta I. Dünya Savaşı nedeniyle askere alınmış, 3,5 yıl askerlik görevi sonrasında önce Hukuk Fakültesi'ne girmiştir. Ders işleme yöntemi yüzünden tartıştığı hocası Celalettin Arîf Bey’e kızınca hukuktan ayrılıp 1919’da Felsefeye geçmiş, aynı zamanda Darülmuallimîn-i Aliye (Yüksek Öğretmen Okulu)’nin öğrencisi olmuştur. Bir yandan İfnam gazetesinde çalışmış, Türk Sesi gazetesinin kurucuları arasında yer almış ve 30 Haziran 1921’de felsefeden mezun olmuştur. 1922’de İzmir Erkek Öğretmen Okulu’nda öğretmenliğe başladıktan sonra, orada Muallimler Birliği ile Türk Ocağı’nı kurmuştur. Daha sonra İstanbul’a dönüp sayılı liselerde felsefe, sosyoloji ve edebiyat dersleri vermiş, o yıllarda “Felsefe Elifbası” ve “Süri ve Tatbiki Mantık” adlarında Türkiye’de ilk felsefe ve mantık ders kitaplarını yazmıştır. 

1927’de eğitim müfettişi ve 1929’da Teftiş Kurulu üyesi olmuştur. 1930’da incelemelerde bulunmak üzere bakanlık tarafından Paris’e gönderilmiş, oradaki izlenimleriyle ilişkili olarak, “Fransız Maarif Teşkilatında Müfettişler, 1934” ve “Fransa’da Kültür İşlevi, 1936” adlı kitaplar yazmıştır. Mustafa Kemal’in 1931’de yaptığı yurt gezisine, bakanlığın temsilcisi olarak katılmıştır. Bu gezi sırasında bir gün, Mustafa Kemal’in, "Türk milleti ne zaman kendini kurtulmuş sayabilir?" diye sorması üzerine Yücel, “Türk milleti ne zaman kurtarıcı arama ihtiyacını duymayacak hale gelirse o zaman kurtulmuş olur” demiştir.

Birinci Türk Dil Kurultayı’nda Etimoloji Kolu başkanlığı yapmış, 1932’de, Gazi Eğitim Enstitüsü Müdürlüğü’ne ve 1933’te de Ortaöğretim Genel Müdürlüğü’ne getirilmiştir. Bu arada “Goethe: Bir dehanın Romanı” adlı çalışmasıyla Goethe madalyasıyla ödüllendirilmiştir. 1938’de “Türkiye'de Ortaöğretim” kitabını yazmıştır. 

1935’te siyasete giren Yücel,  28 Aralık 1938’de Celal Bayar hükümetinde ve İnönü’nün Cumhuriyet’in kurucu değerlerine sahip çıktığı bir dönemde, Eğitim Bakanı (Maarif Vekili) olmuştur. 7 yıl 7 ay kadar sonra, İnönü’nün ağalara ve ABD’ye yanaşmaya başladığı bir dönemde ise 5 Ağustos 1946’da bakanlıktan istifa etmiştir.

Çocukluğunda Yenikapı Mevlevihanesine devam etmiş ve “Mevlana’nın Rubaîleri 1932” adlı bir kitap yazmış olan Yücel, bakanlığı süresince ve yaşamı boyunca din işlerini dünya işlerinden ayrı tutmuştur. Yücel’in bakanlığı döneminde, gezici köy erkek kursları (1939) ve yapı kursları (1940) uygulaması başlatılmıştır. Bakanlıkta alınan kararların ve eğitim-öğretim işleriyle ilgili yönetmeliklerin okullara ve ilgililere iletilmesini sağlamak üzere Tebliğler Dergisi (1939) uygulaması getirilmiştir. İlk kez 1939’da toplanan Milli Eğitim Şurası’nı açarken, “Maarif Şurası, sadece bir formalitenin ifası için toplanmış değildir. Sizden, her mesele hakkında Vekaletçe alınmış kararların, olduğu gibi tasdikini değil, her meseleyi yeniden tetkik ve mütalaa ederek bizi aydınlatmanızı rica ediyorum”(Kültür Bakanlığı, 1993, s. 27) diyerek geleceğin bakanlarına yol göstermiştir.

Köy ilkokullarına öğretmen yetiştirmek amacıyla İsmail Hakkı Tonguç’a büyük destek vermiş bu konularla ilgili yasaların kabul edilmesi için mecliste büyük çabalar harcamıştır. Köy enstitülerine öğretmen yetiştirmek amacıyla Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü açılmıştır. Okul ders kitaplarının bakanlıkça hazırlanıp bastırılmasına başlanmıştır (1940). Devlet Konservatuarı Kanunu kabul edilmiştir (20 Mayıs 1940). Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim ve heykel bölümlerinin yüksek kısımları açılmıştır (1940-41). Dünya klasiklerini Türkçeye çevirmek üzere bakanlıkta Tercüme Bürosu kurulmuş ve birkaç yılda 500 dolayında dünya klasiği Türkçeye çevrilmiştir. Dilin Türkçeleştirilmesi çalışmalarına ağırlık verilmiş ve çeşitli bilim adamlarına İmla Kılavuzu, Felsefe ve Gramer Terimleri gibi gramer kitapları yazdırılmıştır. İslam (1940), İnönü (1943) ve Sanat (1943) ansiklopedilerinin hazırlanıp yayımlanmasına başlanmıştır. Maarif Vekaleti adı Milli Eğitim Bakanlığı’na dönüştürülmüştür. Devlet Tiyatroları 1941’den itibaren düzenli olarak temsil vermeye başlamıştır.

Mesleki ve Teknik Öğretim Müsteşarlığı kurulmuş, Talim Terbiye Kurulu ile Teftiş Kurulu Başkanlıkları yeniden düzenlenmiş, okul yapımları ve donanımları ile ilgilenecek bir büro oluşturulmuştur (1941). İzmir Yüksek Ticaret ve İktisat Okulu açılmıştır (9 Eylül 1941). Ankara Fen Fakültesi kurulmuştur (17 Eylül 1943). Balıkesir-Necati Eğitim Enstitüsü açılmıştır (16 Ekim 1944). Yüksek Mühendislik Okulunun kimi birimlerine yenileri de eklenerek İstanbul Teknik Üniversitesi kurulmuştur (20 Kasım 1944).

Eski Eserler ve Müzeler Müdürlüğü kurulmuştur (16 Şubat 1945). Ankara Tıp Fakültesi açılmıştır (19 Ekim 1945). O yıllarda yaygın olan verem hastalığına yakalanan öğretmenlerin tedavisi için İstanbul’da Validebağ Sanatoryumu kurulmuştur. UNESCO ile ilgili anlaşma imzalanmıştır (20 Mayıs 1946). Milli Kütüphane kurulmuştur (1946). Beden Terbiyesi ve Spor Şurası toplanmıştır (18 Şubat 1946). 18 Haziran 1946’da 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu çıkarılmış, Ankara Üniversitesi kurulmuş ve Üniversitelerarası Kurul (ÜAK) oluşturulmuştur. 
Türkiye’nin en nitelikli üniversite yasasını hazırlayan Yücel, mecliste 11 Haziran 1946 günü bu yasa taslağı ile ilgili olarak “Ana prensip, üniversitelerin özerk olmasıdır, üniversitelerin otonomisidir. Bu özerklik yönetimde, öğretimde ve mali alanlardadır. Üniversitelerin özerkliği bir oluşun, erginliğin ifadesi olduğu vakit kıymetlidir” (Kültür Bakanlığı, 1993, s.320). demiştir.  “Filvaki her fakültenin başında bir dekan ve üniversitelerin başında da bir rektör bulunacaktır. Fakat fakültelerdeki, genel kurullar ve profesörler kurulları ve yönetim kurulları ile dekanlar; senatoları ve yönetim kurulları ile rektörler tek olarak, şahıs olarak bu müesseseleri arzu ettikleri tarafa yürütücü insanlar, olmayacaklar, arkadaşlarıyla beraber bu kurullarda, bu kurulların oylarına dayanarak üniversiteyi ve onun parçalarını idare edeceklerdir” (Kültür Bakanlığı, 1993, s.321) açıklamasını yapmıştır.

II. Dünya Savaşı koşullarında bakanlık yapan Yücel’in kültür yaşamımıza katkıları kadar, eğitim alanında yaşanan gelişmeler ile fikri hür vicdanı hür ve irfanı hür yurttaş yetiştirilmesine önem verilmesi dikkat çekici gelişmeler olmuştur. O günün koşullarında köy enstitülerinde, öğrencilerin günümüzden çok daha ileri düzeylerde bilişsel ve devinimsel gelişim gösterip laik ve bilimsel anlayış kazanarak özgürleşmeleri sağlanmıştır. Köy enstitülülerin birer özgür yurttaş olarak haklarını aramaları, örgütlenmeleri, köylünün hakkını koruyup üretkenliğini artırıp kendi ayakları üzerinde durmalarına yardımcı olmaları, köy enstitüsü karşıtlığının temel nedeni olmuştur.

Yukarıda değinilenler dışında başka kitapları ve gazete yazıları olan Yücel, bakanlıktan ayrıldıktan sonra, köy enstitüsü karşıtları yüzünden çok sıkıntılı bir dönem geçirmiştir. Yücel’e CHP ve toplum sahip çıkmamışsa da, UNESCO sahip çıkmıştır: Eğitim ve kültür alanına katkıları nedeniyle Yücel’in 100’üncü doğum yılını, 1997’yi, uluslararası Hasan Ali Yücel yılı olarak kabul ve ilan etmiştir. 
Bu ülke, günümüzde de yurdunu, insanı ve toplumunu seven aydınlıkçı bakanlar çıkaracak gücü sahiptir.

RIFAT OKÇABOL / SOL


Kültür Bakanlığı (1993). Milli eğitimle ilgili söylev ve demeçler: Hasan- Ali Yücel. Ankara: Kültür Bakanlığı yayınları /1573. 

Adındaki 'sol' bir tevatürden ibaret: DSP sarayın yeni gözdesi oldu - SOL

31 Mart yerel seçimlerinde CHP'den aday gösterilmeyen isimlerin tek adresi konumuna gelen DSP, tartışılmaya devam ediyor. Kendisini 'sol' ilan eden DSP'nin solculukla ilgisi ise aday listelerine bakıldığı anda buharlaşıyor.

DSP Genel Başkanı Önder Aksakal, 18 Kasım 2018’de DHA’nın servis ettiği ve gazetelerde yer alan habere göre daha o zaman yerel seçimde adaylık düşünenlerin en geç 1 Aralık 2018 tarihine kadar partiye başvurmalarını şart koşarak şunları söylemişti: “DSP olarak partimize başka partilerden de olmak üzere dışardan katılabilecek adaylar için, 1 Aralık tarihine kadar DSP'ye müracaat etmeleri gerektiğini söylüyoruz. O tarihten sonra yapılacak müracaatları daha farklı değerlendireceğiz. Yani kendi partisi içinde bir yarışa girmiş ama kazanamamış kendi partisinden intikam alma duygusu içinde DSP'nin kullanılmasına asla müsaade etmeyeceğiz."

Şubat ayı başı itibariyle DSP “kendi partisi içinde bir yarışa girmiş ama kazanamamış kendi partisinden intikam alma duygusu içinde” olanların tek adresi konumunda. CHP’de aday adayı olarak yarışa giren ve aradığını bulamayanlar DSP’den İstanbul, Ankara, İzmir, Muğla’da belediye başkan adayı oldu. Böylece bir tabela partisi olan DSP birdenbire Saray’ın ilgi alanına girmeyi başardı.
Hürriyet gazetesi yazarı Abdülkadir Selvi, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın DSP Genel Başkanı Önder Aksakal'ın 10 gün kadar önde saraya davet ettiğini, Aksakal'ın ise seçim sürecinde yanlış anlaşılabileceği düşüncesiyle ziyareti seçim sonrasına ertelediğini yazdı. Fakat bu haberden sonra bir açıklama yapan DSP Genel Başkan Yardımcısı Uğur Gürel, “CHP’nin kapatılması ve tasfiye edilmesi gerekiyor” diyerek Saray’a görüşme dilekçesi vermiş oldu.

Öyle veya böyle artık 31 Mart denkleminde az veya çok DSP’nin de yeri var. Büyükşehir başkanlığı aşkına Şişli’yi bırakan ve o gün bugündür gün yüzü görmeyen Mustafa Sarıgül DSP’ye geçerek yeniden Şişli adayı olmayı başardı. CHP’den Gaziantep Belediye Başkan adayı olmak isteyen ancak Parti Meclisi’nden onay alamayan eski HDP milletvekili Celâl Doğan da DSP’yi tercih eden isimler arasına katıldı.

Kendine yer bulamayıp DSP’yi seçen bu iki ünlü ismi Marmaris’te üç dönemdir belediye başkanlığı görevini yürüten Ali Acar takip etti. Bin 600 üye ile birlikte CHP’den istifa eden Acar “Genel Merkeze ders vermek boynumuzun borcu” diyerek DSP’den adaylığını açıkladı.

İstanbul Avcılar Belediye Başkanı Handan Toprak da CHP’den aday yapılmayınca istifasını sundu. Avcılar’ı AKP’ye bırakmamak için DSP’den aday olduğunu bildiren Toprak, bir hafta önce parti değişikliği için “İddiaların hepsi asılsızdır. Böyle bir düşüncem de, kararım da yoktur” demişti.

İzmir’de de CHP’den aday gösterilmeyen isimlerin bazıları da DSP’nin yolunu tuttu. Buca’da İsmail Bekiroğlu’nun ardından CHP’nin aday çıkarmayacağı ilçelerden Kiraz’da Salim Özkarakaş ile Tire’de Belediye Başkanı Tayfur Çiçek partilerinden istifa ederek, DSP’den aday oldular.

CHP’deki istifa furyasına Beşiktaş eski Belediye Başkanı Murat Hazinedar da katıldı. Kılıçdaroğlu’nun verdiği sözleri yerine getirmediğini söyleyen Hazinedar’ın, DSP’ye geçeceği tahmin ediliyor.

CHP’nin Kırklareli’den aday göstermediği mevcut başkan Mehmet Siyam Kesimoğlu ise bağımsız aday olacağını açıkladı. Yine aday gösterilmeyen Bodrum Belediye Başkanı Mehmet Kocadon seçime Demokrat Parti’den giriyor.

SOL

21 Şubat 2019 Perşembe

Amedspor, Cizrespor ve Gaffar Okkan - L. DOĞAN TILIÇ

Bu memlekette “biricik”liğimizin konforuna sığınmayı pek severiz: “Türkiye, İran olmaz”, çünkü bizim Atatürk’ümüz vardır; “Türkiye Yugoslavya olmaz”, çünkü etle tırnak gibiyizdir!

Oysa tarih en eski ve en can yakıcı işkence yöntemlerinden birine de tanıktır; kerpetenle sökülüp etten ayrılır tırnaklar!
Büyük çöküntüler küçücük çatlaklarla başlar hep, devasa yangınlar bir kıvılcımdan çıkar! O küçük çatlaklara, o ilk kıvılcıma gözünüzü kapatıp sırtınızı dönerseniz, ölü canlar toplarsınız iş işten geçtiğinde!
Türkiye’nin bir Amedspor hikayesi oldu; “barış süreci”nin ve çatışmaların ikliminde “yeşil-kırmızı” formasıyla sahaya çıkan, kupada Fenerbahçe’yi Diyarbakır’da yenip İstanbul’da yenilerek efsane olan, play-off’a kalması silinen puanlar ve para cezalarıyla engellenen, gittiği her deplasmanda üzerlerine “salla bayrağı düşman üstüne” diye bayrakla yürünen, dövülen ve ana avrat sövülen bir Amedspor…
Hikayesini bilmiyorsanız, Youtube’daki bir saatlik belgeselini izleyin…
Hafta sonunda, Amedspor’un yaşadıklarının bir benzerini yaşadı Cizrespor. O da “yeşil-kırmızı”… Antalya’da, deplasmanda, Serik Belediyespor ile Spor Toto 3. Lig maçında üç futbolcusu ve bir hocası dövüldü, bir futbolcusunun burnu kırıldı, hastanelik edildiler.
Tıpkı deplasmanda Amedspor’a yaşatılanlar gibi; daha maç başlamadan “Ölürüm Türkiye’m” şarkısı eşliğinde ırkçı tezahüratlarla inletildi stadyum. Cizrespor gol atıp 1-0 öne geçtiğinde skor tabelası “Türk bayrağı” ile kapatıldı. 1-1 biten maçtan sonra oyuncular zırhlı araçlarla ayrılabildi stattan.
“Bize neden saldırı yapılıyor? Her deplasman maçında küfürler ediliyor. Her deplasmanda yabancılaştırılan takımız.”
Cizrespor’un çığlığı bu, duyacaksanız!
Siyaset dilinin savaş dili olup memleketin iklimini iyiden iyiye zehirlediği, milletvekillerinin dövülüp hapsedildiği ortamda, stadyumlardaki kıvılcımdan yangınlar çıkması işten bile değil! 
Saadet’in, İyi Parti’nin, CHP’nin HDP’li ilan edilip; HDP’nin de PKK ile eşitlendiği ve yanlarına patlıcan-biber-domates de konularak hepsine birden “terörist” denildiği bir ortamda, stadyumlardan sıçrayacak bir kıvılcımın sonu felaket olabilir.

Bir futbol takımının “düşman bayrağı” gibi saldırılan yeşil-kırmızı renkleri, bir zamanlar Diyarbakır Stadyumu’nda bu devletin polis müdürünün elinde dolaşırdı. Diyarbakırlıların “Gaffar Baba” dedikleri ve cenazesinin ardından kollarında siyah bantlarla 150 bin kişiyle yürüdükleri Emniyet Müdürü, etle tırnağı daha da bağlamak için her maçına giderdi Diyarbakırspor’un. Yeşil-Kırmızı bayrağı alır, tribünler önünde tur atar, stat da “Gaffar Okkan, Gaffar Okkan” tezahüratıyla inlerdi.
Hangisini istiyoruz gerçekten? Stadyumlardan sıçrayabilecek kıvılcımlara Gaffar Okkanca müdahale etmeyi mi, yoksa “biricik”liğimizin konforuna sığınıp “bize bir şey olmaz” diye görmezden gelmeyi mi?     
Yugoslavya’yı kana bulayarak bölen en vahşi katliamlar stadyumlarda bilenen taraftarlardan devşirilen paramiliter güçlerce gerçekleştirilmişti.
Željko Ražnatović, en korkunç Sırp katliamlarının sorumlusu “Kaplanlar”ın Capitan Arkan adıyla bilinen komutanı, çetesini oluşturmaya bir Dinamo Zagrep-Kızıl Yıldız maçını izlerken karar verdiğini ve “Hemen o maçtan sonra örgütlenmeye başladık”larını anlatmıştı.
Bir yerel seçim kampanyasında, düşmanlaştırdıkları rakip partilere sözcükleri mermi gibi sıkanlar, “Bize bir şey olmaz” rahatlığına gömülmeden, stadyumlara dikkat etseler iyi olur. 
Kerpeten olup tırnağı etten sökmeye ahdetmiş Capitan Arkanlar her yerde var!
L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

O benim cumhurbaşkanım değil - Barış Terkoğlu

Biz İlker Başbuğ’un kitabını tartışıyoruz, sanıyorduk. Meğer yanılmışız! Abdullah  Gül’ü tartışıyormuşuz.

7 Şubat’ta Avrasya Ekonomi Zirvesi’nde “popülist politikacıların demokrasiye verdiği zararları” anlattığı, Erdoğan’a masa altından tekme atan konuşma olmasa, 2019 yılında tweet bile atmamıştı. Birden Başbuğ’un kitabındaki kendisiyle ilgili bölümlere itiraz etmek için ortaya çıktı. Başbuğ, geçen yazımızda anlattığımız 2010 YAŞ’ı ile ilgili “Başbakan Erdoğan’ın daha uzlaşıcı, Cumhurbaşkanı Gül’ün ise daha ısrarlı olduğunu gördüm” demişti ya... Gül ortaya çıktı ve “Cumhurbaşkanı YAŞ üyesi olmadığından bu sürece katılamaz” dedi. Böylece İlker Paşa’nın anılarında defalarca sürece müdahale ettiği görülen Gül, “YAŞ üyesi değilim” diyerek kendisini bir anda her şeyin dışına atıyordu.

Tam bir Gül kıvraklığı değil mi? 
Oysa yıllarca yanından ayırmadığı danışmanı  Ahmet Sever’in “Abdullah Gül ile 12 yıl” kitabında aksini gösteren onca örnek var ki... 

Mesela 2011 YAŞ’ında teamüllerin dışına çıkılarak Kara Kuvvetleri Komutanlığı engellenen ve 2012’de emekli edilen Aslan Güner’i biliyorsunuz. Yıllarca protokolde  First Lady Hayrünnisa Gül’ün elini sıkmamasıyla gündeme gelmişti. Güner’in “yanlış algılandığı” açıklamasına rağmen, Gül’ün ne kadar kızgın olduğu anlatıldıktan sonra şu sözler dikkat çekiyordu: “Bu olay önemliydi. Zira, daha sonraki dönemde herkes  Aslan Güner’in Genelkurmay Başkanı olmasını bekliyordu, ama bu gerçekleşmedi.”
 
Gördüğünüz gibi, Gül YAŞ’la pek ilgilenmez, yan cebine koyar! Ahmet Sever, 29 Temmuz 2012’de yani TSK’ye kurulan kumpasın ilkbaharında verdiği ve Gül’ün bizzat ısmarladığı, hatta yayımlanmadan önce okuduğu röportajda Ergenekon ve Balyoz sorulunca bakın ne diyordu: “Eğer bazılarının istediği gibi Abdullah Gül’ün yerine daha düşük profilli biri cumhurbaşkanı olsaydı bu süreç bu kadar başarılı olmazdı. Türkiye bugünkü Türkiye olmazdı, olamazdı. Her şeyi kendisi çıkıp açıklayamıyor, ben de bazışeyleri açıklamaya mezun değilim.” 
Gördüğünüz gibi, FETÖ kumpaslarının da Gül’le hiç ilgisi yoktur!

FETÖ’den gazeteci kurtarma 
Abdullah Gül denilince danışmanının kitabından bir başka ayrıntı aklıma geliyor. 
Şöyle anlatayım... 
Benim de aralarında bulunduğum gazeteciler 14 Şubat 2011 günü başlayan operasyonla gözaltına alındı, tutuklandı. İktidar destekli FETÖ militanlarının imalatı 14 sanıklı Odatv kumpası böylece ete kemiğe büründü. 
İşte bu operasyon başlamadan 28 gün önce, 17 Ocak 2011’de ilginç bir gelişme oldu.
Gül’ün danışmanı Ahmet Sever, o gün kendisini telefonla arayan gazeteci  Ruşen  Çakır’ın söylediklerini şöyle aktarıyor:  “Hemen konuşmamız lazım. Ama telefonda olmaz. Yüz yüze konuşmamız gerek.” 

Belli ki Çakır, telefonunun dinlendiğini düşünüyor. Böyle düşünmekte haksız da değil. 
Kitaba göre uçağa atlayan Çakır, Ankara’ya geliyor. Ve ilk sözü “Cemaat beni içeri  alacak” oluyor. Ahmet Sever, Çakır’ı “Tamam, sakin ol, ben Cumhurbaşkanı ile konuşurum” diye rahatlatmaya çalışıyor. Sever’den olayı dinleyen Gül ise “ben bir bakayım, seninle daha sonra konuşuruz” yanıtını veriyor. 

Ertesi gün öğleden sonra, Gül’ün söylediklerini Ahmet Sever’den dinleyelim: 
“Ruşen haklıymış. Ben müdahale ettim. Rahat olsun. Yalnız şimdi sana  Emniyet’ten bazı isimler vereceğim. Ruşen’e söyle o isimlerle irtibatı kessin.” 
Belli ki Gül’ün irtibatın kesilmesini istediği Emniyetçiler, o dönem FETÖ ile kavga eden polislerdi.

Ahmet Sever net olarak da söylüyor:  “Cumhurbaşkanı Gül müdahale etmeseydi, Ruşen Çakır, Nedim Şener ve Ahmet Şık’tan önce hapse girecekti. Bu olaydan sonra, Cumhurbaşkanı ‘Ruşen’i gezilere daha sık alalım’ dedi. Bu şekilde ona sahip çıktığını da göstermek istiyordu.”

Herkesin cumhurbaşkanı değil 
Ne mutlu ki Ruşen Çakır hapse girmedi. Ancak benim de aralarında bulunduğum gazeteciler uzun süre hapis yattı. MİT yöneticisi Kaşif Kozinoğlu duruşma göremeden Silivri’de öldü ya da öldürüldü. FETÖ karşıtı polis Hanefi Avcı sadece yazdığı kitap nedeniyle 4 farklı örgütle irtibatlandırılarak yıllarca tutuklu kaldı. 

O dönem tek garip kurtuluş hikâyesi bu değil. 

Ali Bayramoğlu, Yeni Şafak’ta 24 Mayıs 2012’de şunları yazacaktı: “KCK davasında 7 öğretim üyesinin gözaltına alınacağını duyduk. Bunu Emniyet kaynaklarından teyit ettik. Bilginin teyidiyle operasyon imkânsız hale geldi.” 

Bu “imkânsızlığa” da “Gül eli” değdi mi bilmiyoruz... 

Ahmet Sever’in kitabından öğrendiğimiz şey şu: Abdullah Gül, FETÖ kumpaslarının Ruşen Çakır örneğindeki gibi doğal tanığı. Ülkede gazeteciler, yazarlar, askerler, siyasetçiler hapsedilirken, kumpasa tanıklık eden Cumhurbaşkanı ne yapar? Tabii “tüm yetkilerini kullanarak yurttaşlarını korur” diyeceksiniz. Ama öyle olmuyor. Kolunu uzattığında değeceği kadar yakınındakileri kurtarıyor.  

Herkesin değil, “kimilerinin” cumhurbaşkanı oluyor. Sonra da “kaygılıyım”, “yargıya karışamam” açıklamalarıyla habersizlik oyununu oynuyor. En küçük flörtle kalbi tutuşan (daha ağırını söylemeye dilim varmıyor) “unutkanlar”  ise  cumhurbaşkanlığı yollarına yeniden Gül taşıyor.
 
Keşke geçen zaman, yanında taşıdığı bir defterle hepimizin günahlarını not alsaydı.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Hani aynı gemideydik? - ALPASLAN SAVAŞ

Türkiye, Honda’nın Şekerpınar’daki otomobil fabrikasını kapatacağını, Justin Tomlinson isimli bir İngiliz milletvekilinin pazartesi günü yaptığı basın toplantısındaki sözlerinden öğrendi. Aslında milletvekilinin gündemi Türkiye’deki fabrika değildi. Honda bir süre önce İngiltere’nin Swindon kentindeki fabrikasını kapatma kararı almıştı ve İngiltere’nin AB’den çıkmasını savunan milletvekili bu karara Brexit’in neden olmadığını anlatmaya çalışıyordu. İspatlamak için de “Honda, Türkiye’yi de kapatıyor” deyiverdi. 

Kapanma sonucu kapının önüne konacak 1300 işçi de herkes gibi kararı bu haberden öğrendi. Belli ki Japonlar Türkiye operasyonunu duyurmak istemediler. Bunda AKP’nin seçimlerden hemen önce ülkedeki otomobil fabrikalarından birinin kapanacağı bilgisinin ortalıkta dolaşmasını istememesinin payı olduğu söylentiler arasında.

Doğruluk payı mutlaka vardır. Ama bu sonucu değiştirmiyor. Üretimin yapıldığı yer Türkiye, kapatma kararının alındığı yer Japonya, dünyaya duyurulduğu yer İngiltere’dir.

Japon otomotiv tekeli, Avrupa’daki en büyük iki merkezini kapatıp üretimi Japonya’ya çekiyor. Bir taraftan sermaye sınıfının iç rekabetinin Avrupa Birliği'nde neden olduğu siyasi krize varan kırılganlıklar, diğer taraftan Türkiye gibi çevre ülkelerde kamu kaynaklarının sonuna kadar kullandırılmasına rağmen aşılamayan güvensiz ortam. Belli ki gemi, tekinsiz sulardan hızla demir alıp güvenli limana doğru yola çıkıyor.

Peki, hani hepimiz aynı gemideydik? 
Honda’nın Türkiye’de üretime başladığı 1997 yılından bugüne kadar fabrikada işçiler bu masalı ne çok dinledi. 2008 krizinde onlarcası işten atıldığında, 2016’da ücretlere yapılan düşük zamma karşı iş bırakıp yürüdüklerinde, fabrikaya sendika getirmek istedikleri duyulup sorgu odalarına çekildiklerinde kulaklarına hep “Aman ha, gemi bir batarsa hep birlikte…” diye fısıldandı.

Şimdi gemi limandan ayrılıyor ve içinde yirmi yılda milyarlarca doları kasasına dolduran Honda’nın patronu ile fabrikanın ilk yıllarında ona eşlik eden yerli ortağı var.

Önümde duran 2017 Eylülüne ait bir haber kupürünün başlığında “Honda yeni Civic’i yetiştiremiyor” yazıyor. Henüz üzerinden bir buçuk yıl geçmemiş olan bu haberde Frankfurt Otomobil Fuarı’na katılan Honda Türkiye Başkanı Tsumura işlerin nasıl da iyi gittiğini anlatıyor. Üretim adedi üç yılda üç kattan fazla artmış, ihracat bir yıl içinde yüzde 6’dan 33’e çıkmış ve 2018 yılında tüm bu rekorların kırılması bekleniyor. Hepsi gerçekleşti. Honda geçen yıl 38 bin adet üretim rakamına ulaşarak hedeflerin ötesine geçti ve üretim, ihracat, kâr zirvesini gördüğü sırada Türkiye’den demir aldı. Aynı gemideyiz lafının tam bir safsata olduğunu kanıtlarcasına.

Salı sabahı işçilere fabrikada yapılan açıklamada üretimin 2021 yılına kadar devam edeceği söylendi. Boş laf… Bir kere kapanma kararı alınmışsa, işyerinde vardiya azaltma, yavaş yavaş işten çıkarma dahil her türlü uygulama olağan hale gelir. Fabrika, verilen tarihi görmeden boşalacaktır. 

İşçiler henüz yapılan açıklamayı yapanların başına geçirecek örgütlülükte değiller. Buna rağmen şirket yöneticileri bir gün önce Kocaeli vali ve kaymakamını ziyaret ederek her ihtimale karşı açıklamanın yapılacağı gün için emniyet tedbiri istemeyi ihmal etmedi.

Belli ki işçilerin gemiye doluşup kendilerini aşağıya atmasından korkuyorlar. 
Korkularında haklılar. Çünkü aynı gemide değiliz diyenler çoğalıyor.

Alpaslan Savaş / SOL

Metastaz durdurulabilir mi? - (I-II-III) - VOLKAN ALGAN

(I)

Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın yeni kitabı Metastaz, devletteki krizin boyutunu göstermesi bakımından çarpıcı bir çalışma olmuş. Sayısı giderek azalan nitelikli gazetecilik emeğiyle, cesurca ve “bir dert taşıyarak” yazılan kitabın hak ettiği gibi tartışılmasını dileyerek başlayalım. 

Kitapta yer alan olayların bir kısmını daha önceden takip etmiştik, bunlar derinleştirilmiş. Kimilerini ise ilk defa duyuyoruz. 

Metastaz, isabetli örneklerle Türkiye’deki cemaatler-tarikatlar olgusunun AKP döneminde değişen niteliğini ve devletle ilişkilerindeki boyut farklılaşmasını aktarmada kuvvetli bir kayıt olarak yerini şimdiden almış görünüyor.
Cephanemize yaptıkları bu katkıdan dolayı Terkoğlu ve Pehlivan’a teşekkür etmek gerekiyor. 

Türkiye’de bu boyutta bir cemaat-tarikat tartışması varsa, aynı anlama gelmek üzere devlet tartışması da var demektir. Kitap, ortaya koyduğu olgular ve olaylarla bu tartışmaya kapı aralıyor. 
Pehlivan kitapla ilgili bir söyleşide şöyle diyor:
“Öncelikle şunun altını çizelim; devletin tüm kademelerinde FETÖ üyesi o yapıyla bağlantılı unsurlar vardı. Bunların önemli bir kısmı tasfiye edildi. Peki ne oldu? Yani FETÖ’cü emniyet müdürleri, savcılar, hakimler gitti de yerlerine kimler geldi? Bizim yanıt aradığımız sorular bunlardı. Ve bunun yanıtını aradığımızda da şunu gördük: Devlet çıplak kalmış. Yapı taşını oluşturan tüm hücreler açığa çıkmış.”

Pehlivan’ın “devlet çıplak kalmış” ifadesi son derece kritik. Ve aslında şu anda hangi cemaat hangi köşeyi tutuyor tartışmasından çok daha önemli. Çünkü sorunun kaynağına işaret ediyor. Erdoğan’ın sık sık söylediği “Türkiye bir çadır devleti değildir” ifadesi biraz belagat ama daha çok bir savunma refleksi olarak ele alınmalı.


Kapitalist devlet her türlü gerici yapılanmayı elbette kullanır, cemaatleri de. Ancak bu, kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda oluşturulmuş daha üst bir paradigma altında böyle olur. Şu anda burada bir boşluk olduğu görülüyor. Boşluktan kastım devletin ortada kaldığı ya da hemen büyük sonuçlar verecek kadar paralize olduğu değil. Öyle olmadığı belli ve sermayenin acil ihtiyaçları doğrultusunda gerekli adımları hızla atacak bir akıl görülüyor. Daha derin ve etkisini giderek artan bir şekilde, ama vadesi şimdiden kestirilemeyecek bir dönemde gösterecek yapısal bir kriz söz konusu. Türkiye’yi aşan bir sorundan söz ediyoruz.
Sorun şu, emperyalist sistemin krizi ve buna bağlı olarak Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları, tutarlı bir devlet paradigmasını mümkün kılmıyor artık. Bunun ayrıntılarına bir sonraki yazıda değineceğim ama buradaki büyük boşluk şimdilik nihayetinde bir fani olan Erdoğan figürüyle doldurulmaya çalışıyor.

Ancak Erdoğan bir fikrin yerini tutamaz. Son derece pragmatik bir siyasetçi olarak tek adamlığını sürdürmesi kısa süreli krizlerde işe yarasa da, sorun olduğu yerde durmaya devam ediyor.

Devlet örgütlenmesindeki bu fikirsel boşluk, sermaye düzeni açısından ancak zaman zaman kullanışlı bir aparat olabilecek, ilkel yapılanmalar olarak cemaatlerin gücünün ve rolünün olduğundan fazla görünmesine neden oluyor. Diğer taraftan bu boşluk cemaatlerin hak ettiğinden fazla güç kazanmasına da neden oluyor tabii. Karşılıklı bir durum var. Her koşulda Türkiye çapındaki bir kapitalizmin kafası dumanlı tarikatlara tamamen teslim edilmeyeceği açık olsa da, bir devleti devlet yapan “paradigma”dır ve şu anda bu paradigmanın oluşturulamadığı görülüyor ki, bu da Türkiye’nin en önemli tartışmasının cemaatler ve dini yapılar olduğu yanılgısına neden olabiliyor. Siz devlet kadrolarına tutarlı bir "motivasyon" veremezseniz, bu fikirsel boşluğu "cemaatler" doldurabilir, ve metastaz işte böyle ortaya çıkar.

Bu demek değil ki cemaatler önemsiz. Bu gerici yapılar çok büyük bir sorun elbette, ancak bu sorunu ortaya çıkaran nedenleri doğru tespit etmezsek çözüm de mümkün olmaz. 

Türkiye’de yüzyıllardır süren ilericilik-gericilik mücadelesinin kavga alanlarından biri olan devlet tartışmasının sağlıklı zemininin böyle kurulabileceğini söylememiz lazım. Devlet paradigmasındaki bu boşluk neden ortaya çıktı ve iktisadi temeli nedir? 
Buna çözümü nerede aramak gerekir?
Bu nedenle, kitapta da ele alınan dönem, yani ülkede dini bir yapılanmanın, bağlı bulunduğu emperyalist kliğin de desteğiyle ilk defa darbeye teşebbüs etmesinin ardından yaşananlar, tartışmayı “gericilerin devleti ele geçirmesi” kodlamasına sıkıştırılamayacak bir boyutta ele almayı gerektiriyor. 

Pehlivan aynı röportajda şu ifadeyi kullanıyor: 
“FETÖ’den boşalan yerlere, AKP kendisi açısından daha güvenilir olduğunu düşündüğü farklı tarikatları panzehir olarak yerleştirmiş. Karşılaştığımız tablo buydu.”

Darbenin ardından iktidar adına konuşanlar dahil olmak üzere herkes laikliği keşfetmiş, cumhuriyetin erdemlerini hatırlamış, devletin cemaatleri kontrol altına almasından bahsetmişti. 
Peki sonuç niye böyle oldu? 
Yazarların ifadesiyle, neden ders alınamadı?
Bu soruya tatmin edici bir yanıt vermek için Türkiye’den biraz uzaklaşmak, tarihe ve dünya emperyalist sistemin krizine doğru açılmak zorundayız.

15 Temmuz’un polisiyesi ve soru işareti en bol darbe (girişimi) olması bize bir şeyler söylüyor aslında. Devamında yaşananlar için de bu durum geçerli. ABD’nin hangi kolu darbeyi teşvik etti, AB içinde kimler buna hayırhah baktı, TSK kurmayları çoğunluğu onlardan olmadığı halde cemaat neyine güvenip inisiyatif aldılar? Ve tabii şu anda da aktif siyasetin ve bürokrasinin içinde yer alanlardan (Hakan Fidan’dan, Hulusi Akar’a) kimler bu müdahalenin neresindeydi? Kapıdan kovulan cemaat(ler) nasıl oluyor da bacadan giriyor? Bu sorulara hala net yanıtlar verilemedi... 

Soruların çok olması, polisiye merakımızı tahrik etmesin, ya da buraya takılıp kalmayalım. Bu çok dolambaçlı, sonunda da bir yere varılamayan bir yol olur. Aksine, soruların fazlalığının çok önemli nedenleri var. Ve bu nedenler, soruların yanıtlarından daha önemli. 

Türkiye’deki tüm askeri müdahaleler emperyalizmin ve Türkiye kapitalizminin yönelimiyle paralellik arz eder. İşte bu nedenle teşebbüsteki "muğlaklık" içinden geçtiğimiz dönemin karakterine çok uygun. Devletteki “boşluk” da bununla ilgili. 
Darbe sonrası yaşananlar, devletin içinde düştüğü kriz ancak, bu gelişmelerin emperyalist sistemin hangi dönemine denk düştüğüyle ve bu denk düşmenin Türkiye’ye etkileriyle birlikte ele alınınca anlaşılabilir. 

Aksi halde hem devletin bir türlü alt edilemeyen dincilerin elinde oyuncak olduğu gibi karamsar bir sonuca ulaşılacak, hem de sorunun kaynağına değil de sonuçlarına odaklanılacağından gerçek bir çözüm mümkün olmayacaktır.

(II)

Son yazıda Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın ses getiren kitabı Metastaz’ı ele almış, kitabın devlette yaşanan krizle ilgili verimli bir tartışmayı açtığını söylemiştim. Hatırlatmak için bir kaç paragrafı tekrar aktarıyorum:
“Metastaz, isabetli örneklerle Türkiye’deki cemaatler-tarikatlar olgusunun AKP döneminde değişen niteliğini ve devletle ilişkilerindeki boyut farklılaşmasını aktarmada kuvvetli bir kayıt olarak yerini şimdiden almış görünüyor.
Türkiye’de bu boyutta bir cemaat-tarikat tartışması varsa, aynı anlama gelmek üzere devlet tartışması da var demektir. Kitap, ortaya koyduğu olgular ve olaylarla bu tartışmaya kapı aralıyor. 

Sorun şu, emperyalist sistemin krizi ve buna bağlı olarak Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları, tutarlı bir devlet paradigmasını mümkün kılmıyor artık.
Devlet örgütlenmesindeki bu fikirsel boşluk, sermaye düzeni açısından ancak zaman zaman kullanışlı bir aparat olabilecek, ilkel yapılanmalar olarak cemaatlerin gücünün ve rolünün olduğundan fazla görünmesine neden oluyor.”

Devam edelim... Bu paradigma boşluğun temelinde ne yatıyor?
Türkiye Cumhuriyeti emperyalist sisteme bütünüyle entegre olmuş, önemli bir kapitalist devlettir. Devletin geçirdiği dönüşümün kökenleri ve belirleyici parametreleri, emperyalist sistemdeki değişimin niteliğinde, bunun Türkiye’ye yansımasında aranmalıdır. Kapitalizmi dikkate almayan bir devlet tartışmasıyla yol alınamaz.Son yıllardaki gelişmelerin de “cemaatlerin devleti ele geçirmesi” kodlamasına sıkıştırılamayacak bir boyutta yürütülmesi gerekiyor. Bu çok açık olması gereken gerçek, her ne kadar yolun sonuna gelindiği giderek daha fazla hissedilse de, ülkeyle ilgili samimi kaygı duyan, kafa yoran bir kısım “aydın” tarafından ısrarla görmezden geliniyor. Görmezden geldikçe de aydın olma vasfını yitiriyor bu kesim, çürüyor. Bunu şimdilik geçelim, ayrı ve önemli bir tartışma konusu çünkü.

Peki bugüne kadar iyi kötü bir paradigma oluşturabilen Türkiye Cumhuriyeti devleti, kısa sayılamayacak bir süredir neden bunu yapamıyor? 

Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyerek başlayalım: Türkiye’de devlet paradigması, resmi ideoloji başlangıçtan günümüze dünya kapitalist sistemiyle bağlantılı olarak belirlenmiştir. Kapitalist bir devlet için başka türlüsü de mümkün değildir. Yeni bir paradigma oluşturulamamasının da altında kapitalizmin (emperyalist sistemin) son bir kaç on yıldır yaşadığı niteliksel dönüşüm yatıyor. Bu tartışmada sabit ayağın, çıkış noktasının burası olması gerekiyor.

Britanya İmparatorluğu’nun hegemonyasındaki emperyalizmin ilk genişleme döneminin ardından ve iki savaş arasında yaşanan daralma döneminde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, ulus devletlerin ortaya çıktığı, küresel ticaretin zayıfladığı, sistemin krizde olduğu bir dönemin ürünüydü. Böyle bir dönemde ortaya çıkan geç kapitalistleşmiş bir ülke olarak Türkiye kendi yağında kavrulmak zorunda kalan, bu yüzden devlet eliyle yerli üretime ağırlık veren, emperyalist sistemdeki kriz ve hegemonya boşluğu nedeniyle (Britanya’nın giderek geri çekilmesi ve ABD’nin yükselişi) sistem dışı güçlerle de ilişki kurabilen (Sovyetler Birliği) bir ülkeydi. Kuruluş döneminin paradigmasını bu şartlar oluşturdu. Kendisini kapsayamayan ve kurumlarını henüz oluşturamayan emperyalist sisteme karşı refleksif ve şüpheci yaklaşıma, bağımsızlıkçılık ve gelişmemiş burjuvazinin önünü açacak bir devletçilik eşlik etti.

Kemalizm’in ilk dönemindeki baskın unsurlar olan devletçilik, bağımsızlıkçılık ve halkçılık bu şartlarda bir paradigma oluşturabiliyordu. Ama altı ısrarla çizilmelidir: Bu paradigma emperyalist sistemin o dönemdeki koşullarına bağlı olarak ve Türkiye kapitalizminin ihtiyaçlarına yanıt veren bir şekilde ortaya çıktı. Bunların giderek terk edilmesi, yine sistemin yaşayacağı dönüşümle ilgili olacaktı. 

İkinci savaş sonrasındaki genişleme döneminde emperyalist sistem, ABD öncülüğünde tahkim edildi, kurumsallaşması tamamlandı. Ve Türkiye buradaki yerini hızla aldı. Emperyalist sistemdeki ticari genişleme ve kurumsallaşmanın sağlanması, onun, Türkiye gibi ülkeleri de sisteme entegre edebilme kabiliyetini artırdı. İki savaş arasındaki kaos ortadan kalkmış, devlet eliyle palazlandırılan Türkiye burjuvazisi de hem sisteme güçlü bir şekilde eklemlenmek hem de kendini korumak adına “ithal ikameci” modelde karar kılmıştı. 

Resmi ideoloji, Türkiye kapitalizminin emperyalist sisteme entegre olmuş “ithal ikameci” dönemine uygun olarak yeniden elden geçirildi. Kemalizm resmi ideoloji olarak yaşamaya devam etse de temel paradigması güncellendi. Devlet cumhuriyetin ilk yıllarındaki üretici pozisyonunu terk ederek,  “yerli üreticiyi –burjuvaziyi- kollayan” bir noktaya çekildi. Devletçilik ilkesi ekonomik açıdan liberalleştirildi, batı alerjisinden tasfiye edildi. Emperyalist sisteme entegrasyonunun tamamlanmasıyla birlikte de yükselen işçi hareketine ve komünizme karşı eli tetikte olacak şekilde yeniden organize edildi. 
Devletin resmi ideolojisi olarak Kemalizm’in ikinci dönemi sayılabilir bu dönem. Kemalizm gerekli düzenlemelerle birlikte kapitalizmin ihtiyaçlarına hala yanıt üretebiliyordu. 

Kemalizm’in tarihi, Türkiye kapitalizminin ihtiyaç ve yönelimleriyle paralel ilerledi bugüne kadar. Hem ideoloji olarak Kemalizm’in hem de devletteki paradigma boşluğu krizinin altında da tam olarak bu yatıyor. Bu tarihe dikkatli bakınca, son zamanlarda bir kesimin kurtuluşu Kemalizm’in yeniden ihyasında görmesi duygusal olarak anlaşılabilir olmakla birlikte gerçeklikten oldukça uzaktır.

Kapitalizmin 70’lerde içine girdiği krizden yapısal değişikliklerle çıkması, bu noktadan sonra hem Kemalizm hem de Türkiye’deki devlet paradigması için işlerin yokuş aşağı gitmeye başlaması anlamına geldi. Sermayenin finansallaşması, ulus devletlerin sınırlarının önemsizleşmesi ve bunlara eşlik eden emperyalist hiyerarşideki boşluk... Bu kapitalizm açısından da niteliksel bir dönüşüm anlamına geliyordu. O yüzden eski paradigmalardan kurtulmak için çok planlı bir operasyon yürütüldü.

80 darbesi, kapitalizmin yeni dönemine uyum sağlama çabası olarak sahneye sürüldü ve bildiğimiz anlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini sarsan, AKP döneminde de ortadan kaldırılmasına kadar giden sürecin kapılarını açtı. Bu nedenle diyoruz ki Türkiye’deki sermaye düzeni tartışılmadan ne AKP döneminde ülkeye ne olduğu ne de bunun sonucunda devlette yaşanan dönüşüm anlaşılabilir. 

(III)

Yeni tipte bir devlet
Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın yeni kitabı Metastaz vesilesiyle iki haftadır sürdürdüğümüz tartışmada bu hafta, neden uzun süredir tutarlı bir devlet paradigmasının oluşturulamadığına dair birkaç not düşeceğim. 

En azından son otuz yıldır şiddeti giderek artan bir sorundan bahsediyoruz.
90’lar 2. Cumhuriyet tartışmalarıyla geçmişti. Cumhuriyetle hesabını bir türlü görememiş olduğunu düşünen liberallerden gericilere geniş bir koalisyon, AKP döneminde bu özlemlerini bulduklarını sandı. Ancak geriye ne paradigma, ne cumhuriyetin kaldığı görüldü. 

Açık ki Türkiye’nin de hikayesini belirleyen esas mesele kapitalizmin 70’lerde girdiği krizden çıkarken yaşadığı dönüşümdü. 
Peki neydi o?
Ulus devlet, kapitalizmin gelişme, hatta neredeyse bir asırlık emperyalist döneminde üretim ilişkilerinin, emperyalist sistemin merkezi yapı taşıydı. Türkiye örneğinde kuruluştan 80 darbesine kadar geçen süreç, kendi içinde alt başlıklara bölünse de, (emperyalist) kapitalizmin ulus devlet merkezli döneminin bir parçasıydı. Bu yüzden, vurguları ve öncelikleri değişse de Kemalizm, kurucu unsur olmaktan da aldığı güçle, bu dönemin rakipsiz resmi ideolojisi, devlet paradigmasının ana kaynağı olmaya devam etti. 

70’lerde bu modelde değişiklikler olmaya, kapitalizm, dünyada hegemon üretim biçimi olmasından bu yana ilk defa artık ulus devlet merkezli organizasyon şemasına sığmamaya başladı. Finans kapitalin güç kazanması, sermayenin serbest dolaşımının artması, kararların ulus ötesi ölçeklerde alınma ve denetlenme ihtiyacı... Diğer bir deyişle neoliberalizm.

80 darbesi Türkiye sermaye sınıfının bu dönüşüme ayak uydurması için yapılan büyük bir operasyondu ve işler o noktadan sonra yokuş aşağı gitmeye başladı. 
Bu seyir basitçe ulus devletin sınırlarının fiziki olarak aşılması anlamına gelmedi. Ama aynı zamanda ulusal sınırlar içinde tutarlı ideolojik referansların, ve dahi devlet paradigmasının oluşturulmasını da çok zor hale getirdi. 

Sonuç olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ve son resmi ideolojisi sayılabilecek Kemalizmin ne yeni bir versiyonu üretilebildi, ne de yerine bir şey konulabildi. Yani Kemalizm tasfiye edildiği için bir boşluk oluşmadı; kapitalizmin yapısal dönüşümü ve dünya ölçeğinde izlediği seyir Kemalizmin ve bildiğimiz ulus devletin altını oydu. 

Lenin devleti patronların işlerini yönetmek için kurulmuş bir çeteye benzetir. Ama devlet, özündeki bu işlevselliğini ancak “tüm halkın devleti” olarak görünebilirse gerçek kılabilir.

Yukarıda özet olarak aktardığımız kapitalizmin yapısal dönüşümü sermayenin de isteği doğrultusunda (Bakınız TÜSİAD raporları) Türkiye’de mantıki sonucuna biçimsel ve organizasyonel olarak “başkanlık sisteminde” ulaştı. Ancak bunun çok büyük bir dezavantajı var ki, devletin patronlar açısından işlevsel özü, bu dönüşümle daha az gizlenebilir hale geldi. 

Yazı dizisinin ilkinde Metastaz’ın yazarlarından Pehlivanoğlu “Devlet çıplak kalmış. Yapı taşını oluşturan tüm hücreler açığa çıkmış” diyordu. Bu doğru, ama bu korunaksızlığın-çıplaklığın asıl nedeni siyaset kurumunun tasfiye edilerek devletin işlevsel özünün çok daha ön plana çıkması. Asıl belirleyici çıplaklaşma orada.

Sermaye sınıfı devleti devlet yapan ideolojik yüklerden, denge mekanizmalarından olabildiğince arıtmak, onu esas özüne indirgemek, silah tekelini elinde tutan bir organizasyonel aygıta dönüştürmek istiyor. 

Bunlar siyah-beyaz netliğinde olacak işler değil elbette. Devletin her zaman melez bir tarafı olmak zorunda. Fakat devlet gibi üst yapı kurumlarında ağırlık noktalarındaki kaymalar büyük dengesizlikler anlamına gelebilir ve geldi. Türkiye’de de devletin ağırlık noktası, kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda fazlasıyla kaydı. Bu geri döndürülmesi mümkün olmayan, ekonomik temelleri çok kuvvetli bir dönüşüm. Güncel olarak bulunan çözümlerin, uzun vadede bu eğilimi engelleme şansı yok.

Devletin saf özü, herhangi bir paradigmaya ihtiyaç duymayacak kadar basittir, giderek oraya yaklaşıyorlar. Bu yaklaşma halinin en belirgin özelliği siyasetteki tutarsızlık ve kuralsızlık. Aslında siyasetten kurtulmak istiyorlar, bir açıdan burada yol aldılar da. Türkiye’de hem devletteki, hem siyaset kurumundaki çamurlaşma bununla alakalı. Çamurlaşmayı kirlenme anlamında değil, maddenin bir hali olarak kullanıyorum: Bulanıklaşma, sınırların belirsizleşmesi, şekilsizlik. 

Bu özü ön plana çıkaran dönüşümle birlikte ortaya çıkan boşluğun önemli bir dezavantajı da devlet kadrolarına, bürokrasiye “ulu amaçları olan” bir devlet ideolojisinin verilmekte zorlanılması oluyor. 

Durum böyle olunca oluşan boşluğu kendi iç motivasyonu-amacı olan cemaatler, ya da çeşitli kılıflara bürünmüş mafyatik yapılar doldurabilir kolaylıkla. Öyle de oluyor. 

Metastaz durdurulabilir mi diye soruyoruz, yanıtı net olarak hayır. Çünkü kanser onun varoluşunda gizli. Sorun dışarıdan vücuda giren bir virüs değil.
Bize lazım olan yeni tipte bir devlettir, işçi sınıfının yeni baştan kuracağı bir devlet. 

VOLKAN ALGAN / SOL

TKP'den TÜSİAD açıklaması: Sizden gelecek özgürlük ve demokrasi batsın! - SOL

Türkiye Komünist Partisi (TKP), patronlar kulübü TÜSİAD'ın bugün yapılan 49'uncu genel kurulundaki 'özgürlük' ve 'demokrasi' mesajlarına ilişkin bir açıklama yayımladı. Açıklamada, 'Biz de diyoruz ki, sizden gelecek özgürlük, demokrasi, hukuk, insan hakları batsın. Ülkeyi yağmalaya yağmalaya bu hale getirdiniz şimdi de insanlarla alay etmeye başladınız. Tekrar ediyoruz, sizinle aynı gemide değiliz' denildi.

Türkiye Komünist Partisi (TKP), bugün gerçekleşen TÜSİAD genel kurulunda verilen mesajlara ilişkin bir açıklama yayımladı. TKP imzasıyla yayımlanan açıklamada, "TÜSİAD'ın insan haklarıyla, özgürlüklerle, demokrasiyle, hukukla bir ilgisinin olmadığını biliyoruz. TÜSİAD patronlarının tek derdi kasalarının dolmasıdır. AKP'nin iktidar olduğu yıllar boyunca TÜSİAD ya da MÜSİAD fark etmeksizin büyük patronlar sürekli zenginleşti, Türkiye'de adaletsizlik katlanarak arttı" denildi.
TÜSİAD'ın 49'uncu genel kurulu bugün yapıldı. Görevi yeni başkan Simone Kaslowski'ye devreden eski TÜSİAD başkanı Erol Bilecik, konuşmasında "özgürlükler, demokrasi, hukukun üstünlüğü" gibi mesajlar verdi.
TKP'nin yayımladığı açıklamanın tamamı şöyle: 

Sizden gelecek özgürlük ve demokrasi batsın

Patron örgütü TÜSİAD'ın bugün yapılan Genel Kurulu'nda görevini bırakan Erol Bilecik "ülkeleri güçlü yapan çok önemli değerler var; özgürlükler, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygıdır” sözleriyle güya hükümeti eleştirmiş. Erdoğan'ın "ne istediniz de vermedik" demesi yakındır. Türkiye işçi sınıfının bütün kazanımlarını budayan 12 Eylül 1980 faşizminin baş destekçisi ve planlayıcısı olan TÜSİAD'ın insan haklarıyla, özgürlüklerle, demokrasiyle, hukukla bir ilgisinin olmadığını biliyoruz. TÜSİAD patronlarının tek derdi kasalarının dolmasıdır. AKP'nin iktidar olduğu yıllar boyunca TÜSİAD ya da MÜSİAD fark etmeksizin büyük patronlar sürekli zenginleşti, Türkiye'de adaletsizlik katlanarak arttı.

Bu açıdan patronlar Erdoğan'a teşekkür borçludur. Onun sayesinde sömürü, eşitsizlik ve talan katmerlendi. Ancak Erdoğan da TÜSİAD'çı patronlara teşekkür borçludur. Patronların açık destek ve himayesi olmasaydı Erdoğan'ın bugünlere gelmesi olanaksızdı.

Peki patronların derdi ne? 
Neden Erdoğan'ı eleştiriyorlar? 
Eleştiriyorlar çünkü daha fazlasını istiyorlar. 
Eleştiriyorlar çünkü yağmalanacak yeni alanlar, yeni kâr kapıları yaratılmasını bekliyorlar. 
Eleştiriyorlar çünkü NATO ve Avrupa Birliği ile ilişkileride yaşanan sorunların bir an önce çözülmesini talep ediyorlar. 
Eleştiriyorlar çünkü işçi sınıfının ve emekçilerin haklarını gözetmeyen bir demokrasi ve özgürlüğün şampiyonluğunu yapmak onlar için dünyanın en kolay işi.  

Biz de diyoruz ki, sizden gelecek özgürlük, demokrasi, hukuk, insan hakları batsın. Ülkeyi yağmalaya yağmalaya bu hale getirdiniz şimdi de insanlarla alay etmeye başladınız. 

Tekrar ediyoruz, sizinle aynı gemide değiliz. 

Türkiye Komünist Partisi
SOL


20 Şubat 2019 Çarşamba

‘Küçük Amerika’ sürecinden Büyük Türkiye çıkmadı - Barış Doster

Milli Mücadele’nin başlamasının (1919) üzerinden 100, İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasının (1939) üzerinden 80, NATO’nun kuruluşunun (1949) üzerinden 70 yıl geçtikten sonra Türkiye; tarımı bitmiş, sanayisi gerilemiş, işsizlik oranı artmış, dış borcu katlanmış, Gümrük Birliği ile adeta sömürge anlaşmasına imza atmış, Ege Denizi’nde 18 adası, 1 kayalığı işgal edilmiş, Cumhuriyet Devrimi kazanımları aşınmış, dış politikada kırmızı çizgileri silikleşmiş bir ülke olarak, yönünü arıyor. İki kıtayı birleştiren, üç yanı denizlerle çevrili, Osmanlı Devleti’nden bu yana hariciye kadrolarının niteliğiyle övünen Türkiye; yön duygusunu öylesine yitirmiş ki, Suriye meselesinin çözümü için çok temel metinlerden biri olan ve 1998’de imzalanan Adana Mutabakatı’nı Türkiye’ye, Rusya lideri Putin anımsatıyor. İktidar bloku, her ne kadar ekonomiye, diplomasiye, sanayiye, eğitime ilişkin pembe tablolar çizse de, iş başvurusu kuyrukları, ucuz sebze kuyrukları, öyle söylemiyor. 

ABD Başkanı Trump, Türkiye’yi, “Ekonomik olarak mahvederiz” sözleriyle tehdit ediyor. Rahip Brunson davasına gönderme yaparak, “Bırakın dedim, bıraktılar” diyor. ABD’li yetkililer, Türkiye’nin İran ve Venezüella’yla ticaretini incelediklerini söyleyerek, aba altından sopa gösteriyorlar. 

“Rusya’dan S-400 alırsanız, F-35 projesinden  çıkarırız”    diyerek şantaj yapıyorlar. Avrupa Birliği, raporlarla Türkiye’yi sıkıştırıyor. Bu liste uzun. Ne var ki yeni değil. Tarihi eskilere gidiyor, 1940’ların ikinci yarısına. O yüzden, bugünü doğru anlamak için,Truman  Doktrini’ne, Marshall Yardımı’na, ABD’li uzmanlar tarafından yazılan ve Türkiye’nin sanayileşme atılımından, demiryolu hamlesinden vazgeçmesini öneren raporlara, 1952’deki NATO üyeliğine uzanmak gerekiyor. Bu bağlamda bir tümce, içinde bulunduğumuz durumu özetliyor. 1949’da CHP’li  Nihat Erim’in söylediği ve ardından 1950’de iktidar olan Demokrat Parti’nin çok benimsediği o meşhur cümle şu: “Memleketi Küçük Amerika yapacağız”.

Taşeron siyasetin sonuçları 
Türkiye’de sağın istisnasız tüm tonları, dahası merkez solun da pek çok önde gelen ismi, Türkiye’yi “Küçük Amerika yapma” ortak paydasında buluşurlar. Dahası, sıkça “yeniden Büyük Türkiye’yi kurmaktan” bahsederler. Atladıkları nokta şudur: Türkiye zaten büyüktür. Tarihiyle büyüktür. Coğrafyasıyla zengindir.  

Atatürk önderliğindeki Kurtuluş Savaşı ve ardından kurulan Cumhuriyet’le, şanlıdır ve güçlüdür. İddialıdır ve itibar sahibidir. Sorun, Küçük Amerika sürecinden Büyük Türkiye çıkmayacağını anlamayanlardadır. Küçük Amerika süreci, Türkiye’yi büyütmemiş, küçük düşürmüştür. Ulusal bütünlük, sınır güvenliği anlamında beka sorunu, küçülme tehdidi yaşar hale getirmiştir. Bütüncül kalkınma iddiasından, bilimsel-aydınlanmacı eğitim çabasından, üretim ekonomisi kurma hedefinden, muasır medeniyeti yakalayıp geçme ülküsünden alıkoymuştur. ABD’yi taklit ederek, Küçük Amerika olarak, yeniden Büyük Türkiye’yi kuracağını sanan kadroların bilgi eksikliği, bilinç noksanlığı ve özgüven yoksunluğu, yaşadığımız sorunların temel sebebidir. Kore’ye asker gönderen, Suriye ve Irak’a askeri müdahaleyi düşünen, Bağlantısızlar Hareketi’ne sırtını dönen, Büyük Ortadoğu Projesi eşbaşkanı olmakla övünen, ABD’nin Irak işgalini destekleyen, Suriye’ye çullanmasını savunan zihniyet, dönemi, partisi, lideri farklı da olsa, aynı zihniyettir. 

Kıssadan Hisse: İktisattan siyasete, kültürden diplomasiye Küçük Amerika olmak demek, ABD’yi taklit ve ABD’ye teslimiyet demektir. Çözüm; Cumhuriyetin kurucu felsefesindedir. Emeği, hakkı, hukuku, kamuculuğu, toplumculuğu savunmaktadır.

Barış Doster / CUMHURİYET

T. İş Bankası sürecin başlangıcı olabilir - Öztin Akgüç

AKP iktidarı, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, hazır, birikmiş ve kolay sağlanabilen kaynakları tükettikten sonra, olağan olmayan, zorlama da olsa yeni kaynak arayışı aşamasına girdi.
 
Kaynak sağlamanın en kolay, geniş kitleleri kısa sürede rahatsız etmeyecek yolu, kamu mallarının satışı, iç ve dış borçlanmadır. Süreç, özelleştirme, borçlanma olarak 24 Ocak 1980 Kararları ile başladı. Karar alındığında kamunun geniş mal varlığı vardı; ülkenin dış borcu 15 milyar ABD Dolar dolayında, borç faizinin merkez yönetim giderleri içindeki payı yüzde 3.0 düzeyinde idi.

Satış ve borçlanma AKP iktidarı ile hızlandı, 2018 yılına gelindiğinde dış borç stoku 460 milyar ABD Doları’na ulaşmış, merkezi yönetimin dış ve iç borç stoku tutarı bir trilyon TL’yi aşmış, satılabilecek çok az kamu malı kalmış, sıra silah fabrikalarının satışına kadar gelmişti. Ülke dünyanın en kırılgan ekonomileri arasına girdiğinden dış borçlanma zorlaşmış, maliyeti artmış, güvenceler istenmeye başlanmıştı. Bu koşullarda zoraki de olsa varlık barışı, imar barışı, bedelli askerlik, kaynak arayışının uygulamaları oldu. Ancak bulunan kaynaklar geçici, giderek büyüyen açıklar için de yeterli olmadığından, özel sektör varlıklarının Hazine’ye, Varlık Fonu’na devri, bir süre kaynak ihtiyacını karşılayabilir; aktarma sürecine T. İş Bankası ile başlanması da amaca uygun olabilirdi. 


CHP’nin hisseleri, bedelsiz Hazine’ye aktarılıyor” alalamasıyla, toplumun bir kesiminin CHP’ye alerjisinden de yararlanarak, aktarmaya kamu desteği sağlanabilecekti. CHPaslında Atatürk’ün vasiyetini, iradesini yerine getirmekte, vasiyeti tenfiz  memuru  görevi yapmakta; bankadaki yüzde 28.09 oranında hisse karşılığı alınan kâr payını aynen Türk Dil ve Tarih kurumlarına aktarmaktadır.

CHP’nin T. İş Bankası’nı yönlendirmesi, kredi kararlarında etkenliği de konusu olamaz. Bankanın sermayesinin yaklaşık yüze 40’ı banka çalışanlarının kurduğu Munzam Sosyal Güvenlik ve Yardımlaşma Sandığı Vakfı’na aittir. Yönetim kurulunda CHP temsilci bulundurmakla beraber, çoğunluk munzam sandık temsilcilerinden oluştuğundan, banka kendi çalışanlarının, emeklilerinin temsilcileri tarafından yönetilmektedir.
 
CHP’nin bir vasiyeti yerine getirmesi, gelir elde etmemesi banka yönetiminde etkili olmaması gerçeğine karşı, kamuda “CHP Banka kredilerini yönlendiriyor” algısı yaratılarak, olası girişimi haklı gösterecek ortamı oluşturma girişimi başlamıştır. 

Hisselerin ilk aşamada Hazine’ye devri, devrin yasa ile gerçekleştirilmesiyle, “mümtaz” hukukçulardan fetva alınmasıyla da el koymanın haklılığı desteklenebilecektir. 
T. İş Bankası girişiminin ne gibi yararlar sağlayacağı sorgulanabilir. 

Bankanın yönetiminde Hazine’nin, Cumhurbaşkanlığı makamının ağırlığı duyulmaya başladığında, bankanın kredileri, kamu bankalarının kredilerinde olduğu gibi, direktifler doğrultusunda belli kişilere kurumlara yönlendirilebilir. 

Bankanın Türkiye Şişe ve Cam Fabrikaları AŞ, Türkiye Sınai Kalkınma Bankası başta olmak üzere önemli iştirakleri vardır. T. İş Bankası kontrol altına alınarak iştiraklerin özelikle TSKB’nin kredilerinin yönlendirilmesi olanağı elde edilir.

T. İş Bankası hisse senetleri kısa bir zaman aralığıyla Varlık Fonu’na devredilerek, Varlık Fonu güçlendirilerek, dış kredi bulma olanağı artırılabilir. AKP iktidarı, Osmanlı döneminde olduğu gibi, dış kaynak bulmakta zorlanmakta, yüksek faiz yanı sıra teminat talepleri ile de karşılaşmaktadır. Varlık Fonu gelirlerinin kredinin teminatını oluşturması, dış kredi sağlanmasını kolaylaştırır. Temettü alınamayan, kullanımı kısıtlı, satılamayan hisselerin Varlık Fonu’na devrinin bu bağlamda katkısı sorgulanabilir.
 
Vasiyet bir şekilde yasalarla kararnamelerle delinmeye başladığında geleceği tahmin etmek zorlaşır. Gelecekte, işlevleri kalmadığı gerekçesiyle Türk Dil ve Tarih kurumları tarihe karışabilir, hisse senetlerinin kullanım hakları da Hazine’ye geçebilir.
 
T. İş Bankası’nın Hazine’nin Cumhurbaşkanlığı makamının denetimine girmesiyle Atatürk’ün isminin bir kurumdan daha silinmesi de o amaca uygun olarak sağlanır. 
Kaynak ihtiyacı arttığına göre, büyük tepki gelmemesi halinde T. İş Bankası’nın Hazine’ye devri ile başlayan süreç büyük özel firmaları da kapsayacak şekilde yaygınlaşabilir. Ancak Hazine’ye devir sürecinin başlayabileceği öngörüsüyle, özel firmalar yatırımlarını yurtdışına kaydırabilirler. 

Hisselerin Hazine’ye devir girişiminin olabilecek bu tür olumsuz etkileri de göze alınmalıdır.

Öztin Akgüç / CUMHURİYET