24 Şubat 2019 Pazar

Sarı Yeleklilerin ‘Birinci Sefer’ bozgunu - Mine G. Kırıkkanat

1789 Büyük Fransız Devrimi’ni gerçekleştiren Cumhuriyetçiler arasında “donsuzlar”* diye anılan çulsuzlar elbette çoğunluktu. Ama aydınlanmacı seçkinlerin önderlik yaptığı devrimin, epeyce ipek ve dantel donlu “yurttaşı”** da vardı. 

General Alexandre Camille Taponnier de işte bu varsıl devrimcilerden ve Avrupa krallıkları birleşip, kralının kafasını kestiği gibi Cumhuriyet de ilan eden Fransa’ya saldırdığında, düşmanı püskürten kahramanlardan biriydi.

Ve bugün Paris’in en “burjuva” sokaklarından Campagne Premiere de o demler, devrimci generalin mülkünde yer alan çamurlu bir patikaydı. 

General Taponnier, patikasına, 1793 yılında çıktığı ilk Cumhuriyetçi seferin, Avusturya-Prusya ordularının yenildiği Birinci Wissembourg Muharebesi’nin anısına Birinci Sefer adını vermişti: Campagne Premiere...

Fransa’da cadde ve sokak adları, zamana ve muktedirlerin keyfine göre değişmez.
Birinci Sefer patikası, 1797’de sokak olarak yapılandırılmasına karşın 1900’lerin ortasına kadar yoksul sanatçıların geniş atölyeler kiralayabildiği ya da Istria otelinde yıllık oda tuttukları; yenilikçi mimarların ucuza “tuhaf” binalar yaptığı; hepi topu 266 metrelik bir yoldu.
***

Sokakta oturan yoksul sanatçılar Thomas William Marshall, Modigliani, Nicolas de Stael, Fujita, Marcel Duchamp, Francis Picabia, Rainer Maria Rilke, Tristan Tzara, Mayakovski, Elsa Triolet ve Aragon, Eric Satie, Man Ray, Yves Klein, Chaim  Soutine, Cesar vb. olarak dünyanın en büyükleri arasına girdiler. Yenilikçi mimarlardan  Andre Arfvidson, 1910 yılında sokağın “art deco” 31 numarasını inşa etti.
Sakinleri ünlendikçe metrekare fiyatı yükselen Birinci Sefer sokağı, günümüzde yine “entel” ama sırtını pekiştirip cebini doldurmanın yolunu bulan seçkinlerin yaşayabildiği bir yol. 

O yol ki, 1960 yılında sinemada “yeni dalga”nın öncüsü Jean Luc Godard’ın yönettiği Nefes Nefese filminin son sahnesiydi. Jean Paul Belmondo’nun canlandırdığı yaralı kahraman Michel Poiccard, uzun bir kovalamacanın sonunda, 11 numaralı binanın önünde düşüp ölmüştü.
***

Geçen cumartesi, Birinci Sefer sokağı yine kameraların, ama bu kez mobese ve mobil telefon kameralarının odağındaydı.

Filozof Alain Finkielkraut sokaktaki evine dönüyor, Sarı Yelekliler artık geleneksel hale gelen cumartesi yürüyüşlerini yapıyorlardı. 

Birinci Sefer’in köşesinde yolları kesişti.
Sarı Yelekliler, televizyonlara epeyce çıkan filozofu hemen tanıdılar.
Küfürler yağmaya başladı: “Defol pis siyonist!”, “Halk senin cezanı kesecek!”, “Savunduğun İsrail’e git!”, “Fransa senin değil, bizim!”, “Sen bir faşistsin, öleceksin ve cehenneme gideceksin!” 

Polis araya girdi, filozofu uzaklaştırdılar. Sarı Yelekliler yollarına devam etti. Ama görüntüler yayımlanınca, Fransa ayağa kalktı. 

Polis, filozofa faşist deyip ölüm ve cehennem vaat eden kişiyi, daha önce “İslamcı” diye fişlediği için kolayca saptadı. Sözleri “alenen iftira ve tehdit” kapsamında suç sayıldığından hakkında ceza davası açılacak.

***

Ama daha önemlisi, Alain Finkielkraut’a yapılan sözlü saldırının hemen ardından düzenlenen ırkçılığa karşı “Cumhuriyetçi” gösteriydi. Geçen salı akşamı, on dört siyasal kuruluşun çağrısıyla binlerce kişi Paris’in Cumhuriyet adını taşıyan büyük meydanı  La Republique’te toplandı. Son zamanlarda yükselen Yahudi düşmanlığının protesto edildiği mitingde, Fransız bayrakları dalgalandı ve Arap asıllı şarkıcı Abd Al Malik’in seslendirdiği ulusal marş La Marseillaise’e eşlik edildi. 

Eski Cumhurbaşkanları Sarkozy ve Hollande mitinge katılırken, katılımı istenmeyen  Ulusal Cephe partisi lideri Marine Le Pen; hem filozof Alain Finkielkraut’a bir dayanışma mektubu gönderdi, hem de Paris’in Bagneux banliyösünde 2006 yılında işkence yapılarak öldürülen genç Yahudi “yurttaş”İlan Halimi’nin anısına bir toplantı düzenledi.
***

Aynı akşam, ülkenin bütün kentlerinde, özelinde Yahudi düşmanlığı, genelinde ırkçılığa karşı eşzamanlı gösteriler yapıldı. 

Sarı Yelekliler, temelinde son derece haklı, devlet tarafından uzun süredir yok sayılan, sağcı Fransız taşrasının isyanı. Ama sağcı olmaları, ırkçı oldukları anlamına gelmiyor.
Ne var ki bu hareketi sabote etmek isteyen güçler; belki devletin bizzat kendisi, belki de Avrupa düzeyinde aşırı sağcı örgütler; her cumartesi seslerini duyurmaya çalışan sade insanların arasına provokatörler sızdırıyor. 

Cam çerçeve indirip arabaları yakan bu provokatörler, yıkıcı ve ırkçı eylemleriyle, aslında toplumda Sarı Yelekli isyana karşı öfke, protestocular arasında da anlaşmazlık yaratarak hareketi bitirmek amacını güdüyorlar.

Ama bugün Sarı Yelek hareketi bitse, yarın başka bir isyan patlayacak.
Fransa dalgalanmaya başlayınca, kolay kolay durulmaz. 

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

* Les Sans Culottes.
** Citoyen, citoyenne (Devrimci jargonda Bay/Bayan yerine).

23 Şubat 2019 Cumartesi

Varlık kuyruğu, milli beka ve keyif çayı - Hakkı Özdal

Bir kısmı ancak sabah erken saatlerde bulunabilen ucuz zerzevat için saatlerce bekleyenlerin, oluşturdukları sıralar için “varlık kuyruğu” denmesine ne zaman ve nasıl tepki göstereceğini bugünden kestirmek zor. Ancak beka ve patlıcanın, mermi ve 200 gramlık keyif çayının, harmanlandığı o tuhaf retorik, toplumun çok farklı katmanları tarafından teste tabi tutulacak gibi görünüyor.
22 Şubat Cuma günü öğle saatleri. Üsküdar’daki tanzim satış noktası tenhalaşmış. Meydandaki tanzim çadırının önüne genellikle sabah erken saatlerde giderek uzun kuyruklar oluşturanlar satıştaki ürünlerin çoğunu bitirmiş. Çadırın girişinde, bütün sevimliliğini takınmış bir genç kadın, üzgün olduğunu da gösteren buruk bir tonlamayla “sadece patates ve ıspanak kaldı efendim” diyor. Bu nazik ‘efendim’ sözcüğü, ucuzlatılmış patates ve ıspanak kadar dahil görünüyor ürün paletine. Nitekim o yüksek ve belli ki yapılandırılmış nezaket, organizasyonu bir ucuz sebze satış evreninden siyasal jeste, ‘karşılık (oy) isteyen bir hizmete’ dönüştürüyor. İçeriden çıkanları ya da geri dönenleri, temiz giyimli, parlak yüzlü gençler karşılıyor bu kez. Üzerinde büyük bir Erdoğan resmi ve “Gönül İşi” sloganı olan broşürlerden veriyorlar; çok da zorlamadan. Dikkat çekici olan bir nokta var: Tanzim satış çadırının ‘yetkilisi’ gibi görünen ve nazik tebessümüyle “ıspanak kaldı efendim” diyen ekiple, bu broşürleri dağıtan ekip aynı renk boyun kimliği, aynı renk gocuk gibi ortak aksesuar ve giysiler taşıyor. Hâkim renk, bir tür resmiyet de çağrıştıran lacivert. Ucuz patates satışını sevk ve idare edenlerle “Gönül İşi” sloganı etrafında propaganda malzemesi dağıtanlar, ortak/benzer bir görünüm temasında çerçevelenmiş. Bunun anlamı açık.
Seçime sadece 5 hafta kalmış olmasına rağmen, kalabalık Üsküdar meydanı ve arterlerinde gözle görülür başka bir siyasi çalışma yok. Birkaç on metre uzaklıktaki Halk Ekmek büfesinin önünde ise siyasal markaja alınmamış bir kuyruk var. Genellikle orta yaşın üstündeki kadınlar var sırada. Bazıları, dürülüp küçültülmüş naylon poşetlerle dolu çantalarını açıp, poşeti olmayan kuyrukdaşlarına bu naylon dürümlerden ikram ediyor. Gıda fiyatlarındaki şahlanış sırasında “Ekmeğe zam yok, yapanı yakarız” yollu kabadayılıklar yapılsa da ekmek hemen her yerde 1,50 TL’ye satılıyor ve yarı fiyatına, 0,75 kuruşa ekmek almaya gelip sıraya girenlerin, 25 kuruşa poşet uygulamasına karşı da teçhizatlandığı görülüyor. Siyasetin ve ona bağlı olarak titreşen diğer alanların direkt etkisinden uzak görünen ve ancak üst üste konmuş 25 kuruşlarla sürdürülebilen bir yaşam mücadelesinin insanları, hafta sonu havanın soğuyacağı haberlerine daha ilgili. Birkaç aydır ödedikleri fahiş doğalgaz faturaları ya da hızla boşalan odun-kömür depolarının yarattığı endişeyle bundan konuşuyorlar. Bu sorunlara nüfuz eden bir siyaset mecrası ortaya çıkmadığı, çıkma potansiyelinin de başta vesayet altındaki güvenlik ve yargı kurumları olmak üzere her türlü zor aracıyla baskılandığı koşullarda; kuyruklarda beklemenin, 25 kuruşları hesaplayarak ayakta kalma gayretinin kendisi, şimdilik durgun bir yığın görünümündeki siyasal enerjiye dönüşüyor. Sadece seçmen davranışı olarak değil, yönetimle bütün bir rıza ilişkisi açısından da ‘ne yöne’ akacağı henüz kestirilemeyen bir potansiyel enerji bu. Vaktiyle kısmi iyileşmeler sağladığına inandıkları rejimin, gürültüyle ve büyük sorunlara yol açarak tıkanmasına karşı nasıl bir tepki verecekler? Bunun bir ‘son’, en fazla bir süre daha ertelenebilecek bir ‘sonun başlangıcı’ anlamına geldiğini görerek mi davranacaklar; yoksa mağduriyetlerinin, bizzat ona sebep olanlarca ve yer yer zorba illüzyonlarla tersine çevrilip siyasi araca dönüştürülmesini ‘görmezden gelmeye’ devam mı edecekler?
Bu, eşine az rastlanır boyutlarda öngörülemez bir ikilem şu anda. Siyaset alanının büyük oranda yasaklandığı koşullarda, toplumun siyasal eğilimlerini ölçmeye yarayacak enstrümanlardan biri olarak seçim, bir süredir öngörülemiyor zaten. ‘Bu sefer kaybedecekler’ ümidi de ‘ne yapar ne eder kazanırlar’ karamsarlığı da, mevcut durumu ve olasılıkları açıklamaya yetmeyen klişelere dönüştüler çoktan. Seçimler mi anketleri sınıyor/doğruluyor, yoksa anketler mi seçimleri güdülüyor haklı sorusu da her zamankinden daha fazla geçerliyken; neler olabileceğine ilişkin olası ipuçları, başlıca siyasi aktörün, aslında birbirinin kopyasına dönüşmüş, basit şemalı konuşmalarının arasına sıkışan ‘misafir cümlecikler’de, jestlerinde falan aranıyor haklı olarak. Böyle olunca, hem bütün bir kampanya diline hâkim olan yüksek gerilim, hem her zamankinden yoğun bir solo performansla sürdürülen gayret, hem de ara sıra “istediğimiz konsolidasyonu sağlayamadık” gibi cümlelerle ifade edilen endişe hali; bu kez egemen siyasi klik açısından da bir ‘belirsizlik’ durumu olduğunu gösteriyor. Devlet fraksiyonlarına ve hâkim sınıflar başta olmak üzere çeşitli toplumsal kesimlere vaat edilen seçim ikramiyelerinin, hiç olmadığı kadar düzensiz ve bir merkezden yoksun bulunması da cabası. Devleti yönetenlerin, HDP düşmanlığı ve Kürt toplumsal taleplerini ‘terör’ ile ilişkilendirmek dışında, geniş mutabakat oluşturabildikleri bir konu kalmamış gibi görünüyor.
Gıda fiyatlarındaki tırmanışa karşı girişilen gölge savaşı, bu savaşın –tanzim gibi– metotlarından utangaçça yararlanmak zorunda kalan en alttakilere ilişkin, kaygan ve güvenilmez bir yedekleme fırsatı yaratıyormuş gibi görünse de, esnafı, çiftçiyi, bizzat birçoğu organik uzantısı durumundaki market/perakende zincirlerini elinde tutanları tedirgin ediyor. Bu tedirginliği gizlemek için, ‘satın aldırılmış’ TV kanallarınca kurgulanan, montajlı “çok destekliyoruz” haberlerinin foyası kısa sürede ortaya çıkıyor. Orta sınıfların memnuniyeti yerine bunun sahte bir temsiline mecbur kalındığı anlaşılıyor.
Benzer bir durum üst sınıflar için de geçerli. İstanbul merkezli geleneksel büyük sermayeyi, sanayi burjuvazisini, ülkenin başlıca en büyük şirketlerini temsil eden TÜSİAD’ın genel kuruluna bağlanan ekonomi kanalı Bloomberg HT, TÜSİAD Başkanı konuşmasında demokrasi, hukuk vs. demeye başlayınca bu bağlantıyı sadece 5-10 saniye sürdürebiliyor ve yayını kesiyor. Kapitalistlerin sözlerinin bile rahatsızlık yarattığı bir kapitalizme ilişik olan ‘ekonomi’ kanalıyla; seracıların sözlerinden ihtiyaca göre konuşma kırpan ‘kitle’ kanalının içler acısı durumu, toplumun farklı kesimlerine karşı eş zamanlı bir açmazı gösteriyor.
Siyasal iktidar, yapay şekilde üç ana parçaya böldüğü toplumun itiraz potansiyelini de, dozu ihtiyaç mukabilinde artırılan bir zor kullanarak ‘kontrol etmeyi’ sürdürüyor şimdilik. Ancak fiziki, siyasi ve hukuki zorun giderek artması, bir güçlenmeden çok ‘kapanmaya’ işaret ediyor. Usanmaksızın, ikna odaları ve başörtüsü mağduriyeti anlatarak oluşturulan epik anlatı; açıkça kayıt altında olan, bir göstericiye yönelik cinsel saldırının en üstü düzeyde savunulması, saldırıya uğrayan kadının “zaten babası FETÖ’cü” diye damgalanıp saldırgan polisin “evlat” ilan edilmesiyle eşleşiyor. Aynı hafta içinde, Cumhuriyet gazetesi çalışanlarına verilen cezaların onanma biçimindeki pervasızlık ve 27 akademisyene 58 yıla varan hapis cezası yağdırılması; yargı sopasının eskisinden daha sert ve seri kullanılacağı, ‘iklimin daha da sertleşeceği’ tahminleriyle yorumlandı doğal olarak. Fakat, usulen de olsa bu cezaları isteyen savcılardan, veren/onayan hâkimlere ve toplumun kalan tümüne herkes, söz konusu cüretkarlığın ömrünün siyasal bir tökezleme ile sınırlı olduğunu biliyor. Havayı asıl elektriklendiren de belki, herkesin üstünde asılı duran bu bilgi oluyor.
Siyasetin ortadan kaldırılmasıyla gündemden uzaklaştırılmış kesimler dışında, bizzat kendi etki alanındaki orta sınıflar tarafından da şüphe ve endişeyle karşılanan buna benzer tutumlar, toplumsal sınıflar karşısındaki iktisadi açmazların yanına, siyasal hegemonya açısından çok daha sorunlu bir başka açmaz alanını ekliyor üstelik. Pıtrak gibi çoğalan (ve yalanlanmayan) “Babacan parti kuruyor”, “Durun Davutoğlu kurdu bile” haberleri de, bu müstakbel partilerin öneminden ve denklem değiştirici gücünden öte muhafazakâr orta sınıflarda ve bir kısım ‘son dönem eliti’nde yaşanan kaynaşma açısından bir anlam taşıyor olmalı.
Günde üç öğün aynı sözlerle ve giderek artan bir itham tonuyla girişilmiş miting maratonu, tüm bu zorluklar karşısında, bugüne kadar tüm kilitleri açtığına inanılan en önemli siyasal sermayenin, bizzat liderin sahaya sürülmesinin, bu krizi aşmanın da tek yolu olarak tespit edildiğini gösteriyor.
Bir kısmı ancak sabah erken saatlerde bulunabilen ucuz zerzevat için saatlerce bekleyenlerin, oluşturdukları sıralara “varlık kuyruğu” denmesine ne zaman ve nasıl tepki göstereceğini bugünden kestirmek zor. Ancak beka ve patlıcanın, mermi ve 200 gramlık keyif çayının harmanlandığı o tuhaf retorik, toplumun çok farklı katmanları tarafından teste tabi tutulacak gibi görünüyor.
Hakkı Özdal / duvaR

Bu IŞİD ruhudur - ERK ACARER

16 Şubat’ta, Türkiye’de sert bir viraj daha dönüldü. Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Dayanışma Derneği’nin (TAYAD) Ankara eylemindeki 3 kişiye, 8 polis saldırdı. Üniversiteli Merve Demirel’e yönelik polis istismarını, 836 gündür aynı yerde “İşimizi geri verin” eylemi yapanlardan Nazan Bozkurt kaydetti.
Emniyet, yüz kızartan istismarı sahiplenip, “Babası FETÖ’cüymüş” ifadelerini kullanırken, AKP’li Özlem Zengin de; “Telaşın verdiği yanlış” diyerek normalleştirdi. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ise yine rol çaldırmadı: “Yasadışı direnirseniz, karga tulumba gözaltına alınırsınız.”
Daha ileri de gitti ve adeta “Tacizci bizdendir” dedi: “Evladımıza tacizci diyen alçaklar gereğini görecek.” Asgari demokrasilerde, soruşturması bakanlığı dahi kapsaması beklenen olayda, Demirel’le röportaj yapan Artı Gerçek’ten Derya Okatan gözaltına alınıp serbest bırakıldı.  
Aslında iktidarın topluma söylemek istediklerinin özeti olan ve kötülükte çığır açan “vukuat” korkunç zihniyetin de ifşası oldu. Münferit değil! Polisten emniyete, vekilden bakana sistematik bir halka bu. Fotoğrafın “nasıl hazırlandığına” ve neleri meşrulaştırıp, kurumsallaştırdığına bakalım:
  • AKP, 21 Şubat 2014’te Meclis’ten geçirdiği “Makul Şüpheli Yasası” ile toplumu nasıl biçeceğinin sinyalini vermişti. Sistematik bir kurgunun olduğu onaylandı.
  • “Kokteyl Terör” tanımı ve PDY/FETÖ, DHKP-C, PKK torbasının zemini olan yasa, bugünkü “Zillet İttifakı” ifadelerine uzandı. Makul Şüpheliden, “Uygun kişiye tecavüze” de geldik.
  • Düşman hukukunun uygulandığı, düşman görülene ise “Her şey mübahtır” tavrıyla yaklaşıldığı kabul edildi. İvmenin artması mümkün çünkü AKP’nin toplumla uzlaşma ihtimali kalmadı.
  • “Babası FETÖ’cüydü” ifadeleri çağdaş ceza hukukunun en önemli teminatlarından “suç ve cezanın şahsiliği” ilkesini ortadan kaldırdı.
  • “Bizden” ve “Bizden olmayan” ayrımı tanımlandı. Dahası AKP, “Bizden olmayan türbanlı bacı bile olsa yaşam şansı yok, hatta taciz bile uygun!” dedi.
  • Gözdağında çıta atlandı. Hafızaya; siyasal iktidar paydaşı gördüğü mütedeyyine dahi bunu yapıyorsa bize neler yapmaz” düşüncesi kazındı.
  • İstismarının ertesi günü, aynı ekipten bir başka polis, bu kez Yüksel eylemcisi Nazan Bozkurt’un göğüs bölgesine cinsel saldırıda bulundu. “Bize Engel yok” mesajı verildi.
  • İstismarın normal olduğu, kurumsallaştığı itiraf edildi. İşkence kabul edildi. “Sokakta bunu yapan, kapalı kapılar ardında neler yapmaz” şüphesi oluştu.
  • Emniyet teşkilatı, AKP’li kadın vekil ve İçişleri Bakanınca, yani iktidarın bizzat kendisi tarafından polise, kolluk görevlisine, taciz, tecavüz, işkence ruhsatı verildi.
Maddelere, son haftada yaşananları eklersek daha can yakıcı bir ana fikre de ulaşırız.
İstinaf Mahkemesi onayı, Cumhuriyet çalışanlarına yeniden cezaevi yolunu açtı. Gezi İddianamesi tamamlandı. “Kalkışma” diye tanımlanan ve 16 kişi için müebbet istenen dosyada Erdoğan müşteki oldu.
Bu arada, İstanbul 27’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nce, 39 kişinin katledildiği “Reina” davasınının gizli olması “uygun görülen” celsesinde, 19 sanık tahliye edildi. Öte yandan Rus Haber Ajansı Ria Novasti, el Kaide’de artığı Hayat Tahrir el-Şam (HTŞ) lideri Muhammed el-Culani kod Ahmet Hüseyin el Zara’nın Antakya Hastanesi’nde tedavi olduğunu iddia etti. Yerel kaynaklar, iddiayı “Hastaneye yaklaşmak zor sözleri” ile güçlendirdi. 
İktidar kimi “dost” kimi “düşman” olarak gördüğünü gözümüze sokuyor. “Radikal” sevgisi, toplumsal muhalefet nefretine ters orantılı. Daha fazlasını göz önüne sermek için “o fotoğrafa” dönelim. Ne yazık ki; ortaya çıkan tabloyu sadece “düşman hukuku” olarak tanımlamak yetersiz.
Bu utanmazlık ruhunu, cihadizmin; düşmanın “malı mübah”, eşi, kızı “helaldir” düşüncesinden alıyor. Türkiye’nin kırılma notalarından olan 15 Temmuz’da kafa keseni, sonrasında mal gaspını görmüştük. Yine darbede, eli palalı yobazın asker lojmanlarında “helal” avına çıktığı iddiaları vardı. Kafa kesmek, mal mülk gasp etmek sonrası “helaldir” noktasına da meşru oldu. Geçmişte iyi kötü bir demokrasi geleneği olan ülkede, sistem 17 yıl içinde Selefi/Vahabi çizgisinden beslenmeye başladı. Daha açık yazalım bu IŞİD’in gıdasıdır. İktidar bunu haykırıyor. Peki neden yazan suçlu oluyor?
Erk Acarer / BİRGÜN

Başyüce’nin son ruleti - ORHAN GÖKDEMİR

Erdoğan’ın kaç danışmanı var? 
Vaktiyle bir gazeteci merak etti, Cumhurbaşkanlığı Halkla İlişkiler Başkanlığına sordu 2017 yılında. Cevap yerine “danışmanların sayısı ve maaşı kamuoyunu ilgilendirmez” diye terslendi, devlet sırrıydı. “İleri demokrasi” sebebiyle “maaşını biz veriyoruz, nasıl ilgilendirmez” diye fevri davranışlarda bulunamıyoruz haliyle. Cezası büyük. Fakat her nedense, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Fahri Kasırga bu olaydan kısa bir süre sonra çıkıp devlet sırrını açık etti. 36 başdanışmanı vardı Sayın Cumhurbaşkanının. Bir de “çok sayıdaki bürolarda” –çok sayıda işte, illa kesin rakam istemeyin- hizmet eden “danışman düzeyinde arkadaşlar” vardı.


Aradan geçen zamanda kaç danışman daha kadroya katıldı bilemiyoruz. Bildiğimiz, eş dost akraba da var aralarında, SADAT kökenli eski askerler de. Dün biri daha katıldı kadroya. Ecevit’in, Davutoğlu’nun danışmanlığı yapmış, eski MHP'li, sonradan AKP milletvekili Vedat Bilgin Sarayın başdanışmanı oldu.
Peki, nereye kadar gidecek böyle diyorsanız söyleyeyim: 101’e kadar yolu var. Demek ki daha yolun başındayız.

101’i Devlet Bahçeli’nin “40. yılda iktidar hesabı”na benzer bir yöntemle bulmuş değilim. Necip Fazıl’ın “İdeolocya Örgüsü” adlı kitabından ödünç aldım. Artık çok açık, Saray etrafında örülen yeni devlet bu kitaba göre şekilleniyor.
 Başdanışmanlar kısmı, kitapta  “Yüceler Kurultayı” olarak kodlanmış. Yüceler Kurultayı yaşları 40’la 65 arasında değişen 101 kişiden oluşuyor ve üyeleri “halk” değil, “Hakk” tarafından seçiliyor. Elbette onun adına bu yetkiyi “Başyüce” kullanıyor.

Necip Fazıl’a göre Başyüce “milletini tek şahıs içinde yekûnlaştıran baş örnek” ve onun her işi “ben milletimin görünürde en ahlaklı, en bilgili ve en akıllı ferdiyim” demek anlamına gelmekte. Haliyle her emri ayrı bir kanun. Başyüce isterse bir emriyle hükümeti değiştirebilir, hükümet “en büyük mümessilinden en küçüğüne” onun adına iş gören bir uzuvdur. Adalet onun adına dağıtılır, o “bütün icra vasıtalarının” ve ordunun başıdır. Başbuğ (Genelkurmay Başkanı) doğrudan doğruya Başyücenin vekilidir.

Başyücelik hükümeti Başyücenin atadığı bir başbakandan ve on bir bakandan oluşur. Başyücelik hükümetinin “11 davası” vardır: Ruh ve Ahlak Davası, Umumi İrfan Davası, Köy ve Köylü Davası, Şehir ve Umran Davası, Ordu Davası, Dış Münasebetler Davası, Bütün Neşir Vasıtalarını Murakabe ve Himaye Davası, İş Emniyeti ve İş Sahaları Arasında Ahenk Davası, Nüfusu Çoğaltma, Güzelleştirme ve Sağlamlaştırma Davası, Milli Servet ve İktisat Davası.

Tüm bu davaları kontrol edecek en önemli kurumlardan biri ise “Yüce Din Dairesi”dir. Yüce Din Dairesinin reisi, hükümet reisiyle aynı seviyede olup Başyüce tarafından seçilir; “iç telkin, dış propaganda, dini öğretim, din vazifelilerini yetiştirme ve kadrolaştırma” gibi görevleri üstlenir ve “devletin başlıca istişare merkezi olarak” kabul edilir.

Demek ki yıkılan eski devletten geriye kala kala Sarayla Diyanet’in kalması rastlantı değildir.

Meclis ne olacak peki? Başyücelik Devletinde buna benzer bir “Halk Divanı” var. Bu Divan yılın belli başlı günlerinde kurulur ve isteyen herkes bu divanda kürsüye çıkıp fikirlerini söyleyebilir. Ancak divanın herhangi bir yaptırım gücü ve yönetime fiilen katılma hakkı bulunmamaktadır. Kendi çalar, kendi oynar özetle, sistemde bir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Necip Fazıl’ın ütopyasıdır bunlar. Ütopyasında İslâm, devlete, ruhun uzviyete yapışık olması gibi sımsıkı bağlıdır; asla ayrılmaz ve onsuz uzviyet düşünülemez.

***

Necip Fazıl’ın yeni devlete katkısını keşfeden kişi değerli gazeteci ağabeyimiz Özdemir İnce’dir. Vaktiyle makale olarak kaleme almış, geçen yılın yazında Tekin Yayınevi üretimi olarak ve “Başyücelik Devleti” adı altında kitap halini de dönüştü. Oluşumunda hasbelkader katkım var. Kaldı ki, bugünkü iktidarın kurucu kadroları ile Necip Fazıl arasındaki ilişki sır değil. Nakşi-Nurcu sentezidir hepsi, Necip Fazıl ve Said-i Nursi’nin kitaplarından başka okuma yazmaları yoktur.

Bu bilgilerin ışığında yeni rejime tekrar bakın şimdi, İslami devlet yönetim tarzının ete kemiğe bürünmüş halini göreceksiniz. Özdemir İnce’nin deyişiyle “İslam’ın Devr-i Saadet döneminin asrî benzeri”dir o. Yaşadıklarımız ise özellikle Halife Osman dönemine benzemektedir. Kurumsallaşmış talan, örgütlü soygun, sınırsız nepotizm, emperyalist cihat ve yağma iki dönemin ortak karakteridir.
Diyor ki İnce, “Yıllardır, ‘Başyüce ve Başyücelik’ diye bir şeyden söz ediyorum. Necip Fazıl Kısakürek’ten söz ediyorum. Recep Tayyip Erdoğan’ın ikide bir ‘davamız’ dediği şey ne? Hemen yanıtlayayım: Necip Fazıl Kısakürek’in İdeolocya Örgüsü adlı kitabında bir ütopya olarak tasvir ettiği Başyücelik devletini kurma davası.”

Nedir bu davanın esası? Başyüce’nin bir emriyle hükümetler değişecek, bütün hükümet manzumesi onun adına iş görecek. Adalet onun adına dağıtılacak, yürütme ona bağlı olacak, ordu onun emriyle hareket edecek. Ağzından çıkan yasa, eleştirmek, itiraz etmek suç sayılacak. Necip Fazıl’ın deyişiyle, “Matbuat Hürriyeti (Basın Özgürlüğü) isimli millî ve içtimaî felâket vesilesi” kaldırılacak. Matbuat, emirle yazacak. Bu yasağa, kitap, gazete, mecmua, broşür, afiş vesaire olarak matbuat çerçevesinin belirttiği ne kadar yayın vasıtası varsa hepsi birden dâhil edilecek...

Bu kadar laf kalabalığının özeti şu: Bu sistemde, ideal İslam devletinde olduğu gibi halifeden (Başyüce) başka kimsenin hükmü yoktur. Hüküm, onun dağıttığı kadardır. O nedenle CHP’nin başkan adaylarının ilk işi Saray’a koşup icazet almak oldu. Tipik siyaset esnafı öngörüsüdür bu. Birkaç gün önce gördüm, DSP adlı tabela partisinin lideri, “iktidar olduğumuzda biz de Saray’dan yöneteceğiz, orası yeni devleti yönetmek için oluşturulmuş bir yapıdır” mealinde bir şeyler geveliyordu. Yeni Kâbelerine içgüdüsel olarak yönelmişlerdir.

***

Soru şu; tekelci kapitalizmin devlet ihtiyacı ile kumarbaz bir yobazın gündüz düşü nasıl olup da örtüşebiliyor?
İslam’a doğru yelken açmadan önce bir kumarbazdı Necip Fazıl. Modern “Kumarhane Kapitalizmi” ile fikirlerinin uyuşmasında şaşılacak bir yan yok. Kapitalizmi “casino” ya benzetme onuru ise Keynes’in. Söylediği gibi, "casino capitalism" üretmeyen, iş alanları yaratmayan, faiz, borsa oyunları ve döviz ticareti peşinde koşan spekülatif sermayenin türevidir.

Alpaslan Işıklı hoca aynı adla bir kitap yazmıştı giderayak. “Kumarhane Kapitalizmi”nde diyor ki Alpaslan Işıklı, sosyal devlete yönelik saldırılar, “devletin küçültülmesi" sloganıyla süslenerek kitlelerin gözünde sevimlileştirilmek istenmektedir. Gerçekte ise devletin baskıcı ve sömürüye aracı olan yanları büyütülmekte, buna karşılık, halkın gereksinimlerini karşılamaya yönelik sosyal yanı küçültülmektedir… İnsanlığın gelişimi açısından şimdiye kadar görülmemiş türde bir “değişim" süreci yaşanmamakta; düpedüz, çok eski dönemlere dönüş anlamında, imparatorluk çağı diriltilmektedir. Gidiş, demokratikleşme doğrultusunda değildir. Tam tersine yeryüzü insanlarının demokratik özlemlerini ve istençlerini hiçe sayan bir süreç başlatılmıştır. Özünde, Sezar'ın, Cengiz Han'ın veya Firavunların imparatorluklarından farkı olmayan bir “çağdaş" imparatorluk kurulmaktadır.

Başyücelik devleti kurma, Osmanlıyı ihya etme düşü görme işlerinin demek ki düzende bir karşılığı var. “Özelleştirme” adı altında sosyal devleti küçültüp yok ettiler ama onun yerine devasa bir yeni devlet aygıtı inşa edildi. Bu devasa aygıtın Kumarhane Kapitalizmini korumaktan başka işlevi yok. Haliyle tek adama teslim etmek en akıllı tercih…

Rastlantı zorunluluktur. Kapitalizm insanlığa yönelmiş en büyük tehdit. Çürüdü ve her şeyi çürüterek ayakta kalabiliyor. Çakma Sezarların, şaşı Cengiz Hanların, cahil İskenderlerin, zombi Abdülhamitlerin ortalığa saçılması bu zorunluluğun tezahürüdür.

Fakat krizden krize sürüklenmek sarsıyor derme çatma yapıyı. “Finans kapital” dönemindeyiz, kumarda mahir olma şartı var. Yetmiyor Başyüce’nin ezberi, kekeme gündemin içinde debelenmemizin nedeni bu.

***

Bir kumarbazın gündüz düşüne göre şekil alan bir devlet olur mu? Tekelci dönemde her şey mümkündür. Baksanıza ahlak azaldı ama “Büyük Doğu” kuruldu kurulacak. Dinin adı var kendi yok. Talan kurumsallaştı, soygun yasallaştı, nepotizm sınırsız. Emperyalist cihat ve yağma niyeti de gizlenmiyor, diz üstüne çökerek idare ediliyor şimdilik. Koyun üstüne Neo-Osmanlıcığı, asrı-saadet döneminin tam ortasındayız.

Başyücelik devleti kuruldu kurulmasına da altındaki zemin kayıp duruyor. Halkın bütün malını varlık fonuna yükleyip kumarda el yükselttiler mecburen. Dönüyor rulet. Siyah gelirse oyuna devam. Şaşar da kırmızıyı gösterirse ok yandı gülüm keten helva!

Orhan Gökdemir / SOL

İşsizlik, kriz ve seçimler - SERKAN ÖNGEL

Memleket yangın yeri. Kime dokunsan bin ah işitiyorsun. Resmi işsiz sayısı yaklaşık 4 milyon. İşsizlikte dönem rekoru kırılmış. Tarihi zirve çok yakın. İşbaşı eğitimdir, toplum yararına çalışmadır, evde bakımdır, kısmi çalışmadır, geçici çalışmadır, stajyerliktir: Esnek ve güvencesiz çalışmayı ne kadar yaygınlaştırırsan yaygınlaştır, istihdam dikiş tutmuyor. TÜİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) kasım dönemi (Ekim-Kasım-Aralık) için açıkladığı işsizlik verilerine göre, işsizlik nedenleri arasında birinci sırada geçici bir işte çalışıyor olmak var. Son 2 aydır iş arayanlar arasında (ki bunların büyük bir kısmının işsiz kalma süresinin bu dönem olduğunu düşünebiliriz) işten atıldığı için işsiz kalanların sayısı 200 bin. 773 bin kişi işe geçici bir işte çalıştığı için işsiz kalmış.

Bu veriler işsizliğin baş sorumlusunun esnek çalışma olduğunu ortaya koyuyor. İşçiler bir ülkede örgütsüz, sendikasız bırakılır, mevcut sendikalar zapturapt altına alınırsa, olacağı budur. İşgücü piyasalarını işverenlerin keyfine bırakan esneklik uygulamaları bir bir hayata geçirilir, siyaset işverenlerin önünü açmak olarak görülürse olacağı budur. Kriz kapıyı çaldığında işçinin güvencesi yoksa, dayanışması yoksa olacağı budur. İşçilerin sorunları öyle bir sahipsiz bırakıldı ki kim nasıl arkadaşının arkasında duracak?
Sonuçta esneklik uygulamalarının amaçlarından biri de kriz dönemlerinde, işverenlerin rahat etmesi. Burada işverenlerin rahatı, krizde işçiden kolayca kurtulabilmenin rahatlığıdır.
Bu süreçte inşaat sektörü de tepetaklak. Türkiye genelinde konut satışları TÜİK verilerine göre 2019 Ocak ayında bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 24,8 oranında azaldı.
Tüketim daralıyor. TÜİK’e göre, takvim etkilerinden arındırılmış sabit fiyatlarla perakende satış hacmi 2018 Aralık ayında bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 9,2; gıda, içecek ve tütün satışları yüzde 2,7; gıda dışı satışlar (otomotiv yakıtı hariç) yüzde 12,6; otomotiv yakıtı satışları yüzde 9,5 azaldı.
Üretim geriliyor. İmalat sanayi üretimine bakarsan tablo acı. İmalat sanayi üretimi geçtiğimiz yılın aynı dönemine göre yüzde 10,8 azaldı. Hayvancılık desen daralma ciddi boyutta. Aralık ayında bir önceki yılın aynı ayına göre toplanan inek sütü miktarı yüzde 5,3, tavuk eti üretimi yüzde 7,6, tavuk yumurtası üretimi yüzde 1,3, toplam kırmızı et üretimi bir önceki yılın aynı çeyreğine göre yüzde 12,1 oranında azaldı. Bitkisel üretimde de tablo benzer. Üretim 2018 Aralık ayında bir önceki yılın aynı ayına göre tahıllar ve diğer bitkisel ürünlerde yüzde 5,8, sebzelerde yüzde 2,6 azalırken; meyveler, içecek ve baharat bitkilerinde ise yüzde 0,8 oranında artış gösterdi. Tüketici güven endeksi 2004 yılından bu yana yayımlanan seriye göre Şubat 2019 için 2008 ve 2009 yılı verilerinin bile altında (Veriler TÜİK verisidir).
Birleşik Metal-İş Sendikası Araştırma Merkezi (BİSAM) verilerine göre, 2018 yılının ocak ayı ile 2019 yılının ocak ayı karşılaştırıldığında asgari ücretlinin alım gücünü gıda ürünlerinde yüzde 4,5 kaybettiği görülüyor. Asgari ücretlinin alım gücü kaybı yaşadığı ürünlerin başında soğan geliyor. Ocak 2019’da asgari ücretli, geliri ile Ocak 2018’deki gelirinin ancak üçte biri oranında (yüzde 38’si kadar) soğan alabiliyor. Söz konusu dönem için sivri biberde alım gücü kaybı yüzde 50, ıspanaktaki alım gücü kaybı yüzde 45, patlıcandaki alım gücü kaybı yüzde 43, patatesteki alım gücü kaybı yüzde 40.
Bu fahiş fiyat artışlarının nedeni nedir? Çiftçinin gübresi, mazotu fiyatını katlamış. Üretim azalmış. Örneğin soğan üretimi bir yılda yüzde 9 azalmış. Sivri biberde yüzde 1,6, çarliston biberde yüzde 26’lık daralma var. Patateste üretim kaybı yüzde 5,2 (veriler TÜİK verisidir). Yani mesele sadece stokçularla ilgili bir mesele değil.
Bunları kimsenin moralini bozmak için yazmıyorum. Zaten çarşıya pazara gidince bu gerçeklerle karşılaşıp moraliniz bozuluyor.
Yerel seçimlere böyle bir atmosferde gidiyoruz.
Hatırlarsınız, Cumhurbaşkanı Erdoğan “Ne diyorlar domates, patlıcan, patates… Ya düşünün be!.. Bir merminin fiyatı nedir?” diye sormuştu.
Merminin fiyatını bilmiyorum. Ancak sanayi üretimi için bir gerçek var. En çok üretim kaybı yaşanan iki sektörden biri inşaat sektörü ile bağlantılı hazır beton imalatı, diğeri ise tarım ve ormancılık makinelerinin imalatı. Birincide kayıp yüzde 50, ikinci de kayıp yüzde 45. Gıda ürünleri imalatında da daralma yüzde 7,7.
İşin ilginci silah ve mühimmat imalatında da yüzde 6,5’lik kayıp görünüyor. Yani kurşun meselesi de krize dahil. Ancak askeri savaş araçları imalatında üretim ikiye katlamış. Biliyorsunuz savaş, yıkımın ve krizin kardeşidir.
Sonuç olarak yerel seçimlere giderken silah, inşaat, gıda denkleminden ne gibi bir sonuç çıkacak göreceğiz.
Serkan Öngel / BİRGÜN

Yeteeeeer Yıldırım Demirören Yeteeerrrrrrr - Murat AĞIREL

Ne Digiturk'müş kardeşim be...
Katarlılar öyle bir firma aldılar ki her taraftan sıkıp yağını, balını süzüyorlar. Yanlış anlamayın süzdükleri iş başarıları ile kazandıkları paralar değil. Senin benim verdiğimiz vergileri süzüyorlar .
Anlatayım...
Hafızalarımızı tazeleyelim.
Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF), yetkilerini kullanarak Çukurova Grubu'ndan alacaklarının tahsili amacıyla, aralarında Digiturk'ün de olduğu, gruba ait 10 şirketin yönetimini devraldı. Bu şirketlerin biri de Digiturk'tü.

TMSF Digiturk'ün satışı için ihaleye dahi çıkmadan(!) Katarlı iş adamı Nasser Al-Khelaifi'nin şirketi beIN Media Group LLC ile 30 Haziran 2015 tarihinde hisse alım sözleşmesi yaptı. Bu sözleşme daha sonra 02 Haziran 2016 yılında değiştirildi.
Sayıştay raporlarında aktarılan rakamlara göre Digiturk'ün nihai satış bedeli 937 milyon dolar olarak belirlendi. Bu satıştan TMSF'nin payına, azami 292 milyon dolar düşüyordu.

Fakat beIN Media Group, Digiturk'ün bazı kamu kurumlarına olan vergi ve benzeri mali yükümlülüklerine ilişkin borçları ile ilgili olarak Fon'a herhangi bir kanıtlayıcı belge sunmadan 75 milyon 495 bin dolar kesinti yaptı. Sonra reklam gelirleri bahanesi ile de 1 milyon 526 bin dolar daha kesinti yaptı.

Yani Katarlı beIN Media Group tamamen kafasına göre toplamda 77 milyon dolar kesinti yapmış oldu.
Bitti mi?
Hayır.
Daha yeni başlıyor.

Katarlılara satış esnasında Digiturk'ün 135 milyon 582 bin dolar tutarında sözleşme tarihi kuru ile hesaplandığında ise (kur 2,95) 399 milyon lira ÖİV (Özel İletişim Vergisi) borcu olduğu belirtilmiş ve bu borcu alıcının ödeyeceği sözleşmede ifade edilmişti.

Üstüne üstlük beIN Media Group bu borcun ödemesini belirtilen sürede yapmadığı için de 22 milyon lira faiz işletildi. Toplam ödenmesi gereken ÖİV tutarı faizi ile birlikte borç, 422 milyon liraya çıktı.

Sonrasında anlaşma imzalandı, beIN Media Group Digiturk'ün devralma işlemleri bitince soluğu vergi dairesinde aldı.
Katarlılar, "Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırmasına İlişkin 6736 Sayılı Af Kanunundan" yararlanmak için başvurdu ve bu aftan yararlandırıldı.
Faizi ile birlikte 422 milyon Türk lirası olan ÖİV borcu af kanunu sayesinde 258 milyon Türk lirasına düşürüldü.

beIN Media Group'un vergi dairesine ÖİV borcu nedeni ile yaptığı ödeme 258 milyon lira ama TMSF'den ÖİV borcu nedeni ile kestiği rakam 399 milyon lira!
Yani beIN Media Group, göz göre göre TMSF'ye kalması gereken 141 milyon Türk lirasını yok etti. TMSF yetkilileri ise bu duruma sessiz kaldı.

beIN Media Group, vergiler ve diğer kamu kurumlarına ödeme gerekçesi ile 77 milyon dolar, ÖİV gerekçesi ile de 141 milyon Türk lirası (Sözleşme günü kur 2,69) yani 52 milyon dolar daha kesinti yaptı.

Yani...

beIN Media Group TMSF'ye ödemesi gereken tutardan toplam olarak 129 milyon dolar kesinti yaptı.

Herhangi bir belge sunulmadan emrivaki ile devletin kasasından, sokaktaki vatandaşın cebinden kesilen 162 milyon dolar Türk lirası karşılığı ise o günün kuru ile 435 milyon 780 bin Türk lirası (eski para ile 435 trilyon 780 milyar lira) rakam söz konusu.

Demirören ne alaka derseniz...
Yıldırım Demirören ile ne alakası var diyeceksiniz?
Hemen onu da anlatayım.
Dün Odatv'de bir haber yayınlandı. Sporx adlı site haberi yapmış ancak haber yayınlanmasının ardından kaldırılmış.
Habere göre...
Digiturk'ün sahibi Katarlı beIN Media Group, 2010 yılında yıllık 424 milyon dolar bedel karşılığı imzaladığı 4+1 yıllık sözleşmenin, 2011'deki şike sürecinde gördüğü zararı öne sürerek yaptığı ihalesiz iki yıllık uzatma talebinin Yıldırım Demirören yönetimindeki TFF tarafından kabul görmesiyle start aldı.

Yayıncı kuruluş, 2010 yılında imzalanan bu sözleşmenin, ilk anlaşmadan kaynaklı bir yıllık opsiyon (2014-15) hakkının kullanılmasının ardından, gelen iki yıl daha (2015-16 ve 2016-17) ihalesiz uzatılmasını talep etmiş, federasyon da bunu kabul ederek 2010 yılında imzalanan yayın sözleşmesi Rekabet Kurulu'nun da onayıyla 2017 yılına dek uzatılmış oldu.

Ancak 2012'de TFF ile yayıncı kuruluş arasında yapılan protokolle iki yıl daha uzayan yayın paketi içine o dönemki TFF hukukçuları B ve C paketini eklemeyi unutmuş.

TFF, 2016-17 ve 2017-18 sezonu B ve C paketine ilişkin Katarlı firmadan talepte bulununca "Bu konuda anlaşma gereği bir yükümlülüğümüz bulunmamaktadır"  cevabını almış. Bunun üzerine soluğu yargıda almış tabii ama beklemediği bir şokla karşılaşmış.

Tahkim Mahkemesi üç hakem nezdinde esastan incelediği dosya sonunda TFF'nin haksız talepte bulunduğuna karar vermiş.

Yani devasa rakamların yazıldığı sözleşme, metinlere bazı paketlerin eklenmesi unutulmuş(! ) ve bu sayede Katarlı firma, Yıldırım Demirören ve yönetiminin sayesinde yaklaşık 80 milyon dolar, yani 430 milyon TL daha Türk ulusunun vergilerini kasasına koymuş.

Bu kesilen rakamlara TMSF itiraz etmemiş. TFF itiraz etmiş ama o da reddedilmiş. Bakalım bu Katarlı firma daha ne kadar Türk ulusunun sırtından para kazanacak.

Bu son yaşanan zarar, TFF'den değil o maddeleri koymayı unutan(!), kontrol etmeyen ve bunlardan sorumlu olan kişilerden tahsil edilmelidir.


Murat AĞIREL  / YENİÇAĞ

22 Şubat 2019 Cuma

Yolu yok Donkişot’um!* - MİNE SÖĞÜT

Gezi, 2013 yılının haziran ayına damga vuran ve sürdüğü kısacık zaman aralığında bu ülkenin endişeli ve aydınlık halkına büyük bir umut aşılayan tuhaf bir rüyaydı. 
Gülen tarikatının hücreleri, bir kanser gibi bünyesine yayıldığı devlet ve kamu kurumlarından, iş dünyasından, sanat dünyasından, medyadan, polisten, ordudan, yargıdan ve en önemlisi iktidardan henüz ayıklanmamıştı. 
Patladığında mevsimlerden bahardı. 
O bahardan bu kışa, arada geçen zamanda...
Bu ülkede hangi devlet yıkıldı, hangi devlet, kuruldu? 
Hangi hükümet gitti, hangi hükümet geldi? 
Hangi iktidar yerini hangi iktidara bıraktı?
O bombalar neden ardı ardına patladı? 
O süreçler neyle baltalandı? 
Bu arada neler yağmalandı? 
Zamanı geldiğinde tarih, 2013 yılının Türkiye’siyle 2019 yılının Türkiye’si arasındaki uçuruma bakacak ve bu soruların cevaplarını o uçurumda gördüklerinde bulacak. 
Ve bugün inatla bir darbe girişimi olarak lanse edilmeye çalışılan “Gezi”nin aslında “ne” olduğu o zaman anlaşılacak. 
Gerçek şüphe nedir, şüpheliler kimdir, bir gün mutlak ortaya çıkacak. 
Şu andaki şüphelilere bir bakın, ne yapmışlar?
Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs etmişler. Hükümetin görevini yapmasını engellemeye çalışmışlar. 
Mala zarar vermişler. 
Tehlikeli maddeler bulundurmuşlar. 
İbadethaneleri, mezarlıkları yakıp yıkmışlar. 
Yağmalar yapmışlar.
İnsanları yaralamışlar. 
Bu şüpheliler... 
Oyuncu Mehmet Ali Alabora’ymışlar, gazeteci Can Dündar’mışlar, iş insanı Osman Kavala’ymışlar, avukat Can Atalay’mışlar, yapımcı Çiğdem Mater’mişler, mimar Mücella Yapıcı’ymışlar... Onlarla beraber toplam on altı aydın ve eğitimli insanmışlar. 
Ağırlaştırılmış müebbetle yargılansınmışlar.
Bu on altı insanı... 
Hukuku niyete alet ederek katran ve tüye buluyorlar. 
İbreti âlem için cahilleştirdikleri halkın önüne “düşman” olarak atıyorlar. 
Onları dünyanın en tehlikeli teröristleriymiş gibi idam cezasına denk bir cezayla, ağırlaştırılmış müebbet istemiyle yargılamaya kalkışıyorlar. 
Bu insanların nasıl insanlar olduklarını düşünmekten vazgeçin; 
İdeolojilerini, kişiliklerini, kaygılarını, hayallerini, niyetlerini bir kenara atın;
Sadece mesleklerine bile baksanız, bu ekibin bir ülkeyi yıkacak değil aksine kuracak nitelikte olduğunu görürsünüz.
Şu an hukuk ne derse desin, bu iktidar kimi neyle itham ederse etsin, sonuç neye varırsa varsın gerçek net ve tektir. 
Tarihin herhangi bir zamanında ve yeryüzünün herhangi bir yerinde... 
Bir ülkenin gazetecileri, mimarları, hukukçuları, iş insanları, yazarları, sanatçıları, entelektüelleri, akademisyenleri, gençleri gidişattan endişelenir ve bir araya gelirlerse... 
Hükümete, devlete, ülkeye, siteme itiraz edip bir şeyler artık değişsin diye sokağa çıkarlarsa... 
Hele hele bir de istedikleri değişimin gerçekleşmesini sağlarlarsa...
İnsanlık bunu korkunç bir darbe diye değil; 
Muhteşem bir aydınlanma diye geçirir kayda.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

*“... Yolu yok Don Kişot’um benim, yolu yok Yel değirmenleriyle dövüşülecek!...” Nâzım Hikmet


2018’de ödemeler dengesi - KORKUT BORATAV

2018’in ödemeler dengesi tabloları geçen hafta yayımlandı. Yaşadığımız kriz, ödemeler dengesine yansıyan dışsal bir şoktan kaynaklandı.   Bu istatistikler bu nedenle de önem taşıyor.
Gözden geçirelim.

On iki ayda üç aşama
Önce 2018’in tümüne bakalım.
Finans kökenli bir bunalımın tüm aşamalarını, Türkiye ekonomisi 2018’de yaşadı: Balonlaşma, finansal gerilimler, reel ekonomide daralma… 2018 Türkiyesi’nde balonun şişmesi, sönmesi sermaye hareketleri ile gerçekleşti.  Finansal gerilimler ise döviz piyasalarında odaklaştı.

İlk iki ay, dış dünyadan kaynaklı balonlaşma aşamasıdır. Yabancı sermaye girişleri coşkuludur. Ne var ki, AKP’nin seçim ekonomisi makro-ekonomik göstergeleri bozmaya başlamıştır. Dış kaynak girişleri canlıdır; ama, Ocak-Şubat’ta cari işlem açığındaki  artışı geriden  izlemektedir ve döviz fiyatları yükselmektedir. Kamu açıkları artmış; Nisan’da enflasyon tırmanmaya başlamıştır. Hepsi, Türkiye’yi yakından izleyen derecelendirme kuruluşlarının raporlarında vurgulanmıştır. 
Mart-Temmuz aylarında ikinci aşamaya geçilir; finansal gerilimler, bunalımın ön-işaretlerini içerir.  Dış kaynak girişleri gerilemeye başlamıştır, ama kesintisiz değil… Bu beş ayın net bilançosu yabancı sermaye girişlerinde net çıkış değil, belirgin bir yavaşlamadır. Döviz fiyatları tırmanmaya başlar.

Finansal gerilimleri bir  krize sürüklemek için Cumhurbaşkanı adeta özel çaba harcamaktadır. Mayıs-Ağustos arasında finans çevrelerine karşı sert bir kampanya başlatmış; kavgasını Londra’ya taşımış; seçim sonrasında damadını Maliye Bakanı yapmış; yükselen enflasyona rağmen TCMB faizlerini dondurmuştur.

Sonuç kriz takviminin üçüncü aşamasıdır: Ağustos-Aralık 2018’de dış kaynak hareketlerinin net çıkışa dönüşür.Ağustos-Eylül’de döviz krizi zirveye çıkar; üretimde sert gerilemeler başlar; reel ekonomi bunalıma girer. 

Yirmi yıldan bu yana büyüme sürecini dış kaynak girişleri sayesinde sürdürmeye alışmış olan ekonomi, emperyalist sisteme sermaye ihraç etmeye başlayacaktır.

Ödemeler dengesinin kriz görüntüsü: Ağustos-Aralık 2018 
Ödemeler dengesinin kriz ortamındaki görüntüsünü Ağustos-Aralık 2018’de yaşadık.  Bu nedenle burada 2018’in tümü üzerinde değil, bu beş ay üzerinde duracağım. 

Aşağıdaki tablo, Ağustos-Aralık 2018’i, 2017’nin aynı aylarıyla karşılaştırıyor. Bu yıl yaşayacağımız durumun bir habercisi olarak da bakabilirsiniz. Bu nedenle de öğreticidir. 


Kriz öncesinin (Ağustos-Aralık 2017’nin) görünümü (sütun 1), Türkiye için olağandır: Ekonomi cari açık vermekte; yerli burjuvazi dış dünyaya sermaye ihraç etmekte; dış finansman gereksinimi yabancı sermaye girişleriyle karşılanmaktadır.  

Uluslararası ortam olumludur; yabancı sermaye yüksek (20 milyar dolar eşiğinde) seyretmektedir. AKP’nin seçim politikası  iç talebi pompalamakta; beş aylık cari işlem açığı  dış kaynak girişlerini aşmakta; 21 milyar doların üstüne çıkmaktadır. (2017’nin tümünde dış açık 47 milyar dolarla son dört yılın rekoruna ulaşmıştı.) Ağustos-Aralık 2017’nin döviz açığı TCMB rezervleri ve (aşağıda ayrıca tartışacağım) kayıt dışı döviz girişleri ile kapatılacaktır.

Mart-Temmuz 2018’de gerileyen yabancı sermaye akımları ise, yılın son beş ayında “net çıkış” göstermiş; ekonomiyi kriz ortamına çeken dışsal bir şok oluşturmuştur (sütun 2). 

Ağustos-Aralık yabancı sermaye hareketlerini 2017 ve 2018 için karşılaştırınız (satır 1): 19,8 milyar dolarlık yabancı sermaye girişi 4,5 milyar dolarlık çıkışa dönüşüyor. Net olarak 24,3 milyar dolarlık “tersine dönüş”…


Bu “tersine dönüş”, farklı sermaye akımları arasında  nasıl ayrıştı?

Sütun 2’nin son üç satırına bakınız: Doğrudan yatırımlar azalmamış; tam aksine yüzde 36 oranında (4,9 milyar $ → 6,7 milyar $) artmıştır. “Batan geminin mallarını ucuza kapatma” fırsatçılığı gündemdedir. Yabancılar, yatırımların yarısını gayrimenkule yöneltmiştir. 

TL ile işlem yapılan hisse senetlerine, tahvile, diğer menkul değerlere dönük (çoğu spekülatif) portföy yatırımları düşmüş; sıfıra yaklaşmıştır.

Dramatik  değişim, borç yaratan sermaye akımlarındadır: Uluslararası bankalar Türkiye ekonomisine net kredi vermeyi durdurmuş; alacaklarının anapara tahsilatına başlamıştır.  2017’nin son beş ayında, 11,7 milyar dolar net dış borç ödemesi yapılmıştır. Bir önceki yılın aynı dönemiyle karşılaştırınız (son satır). Tek başına dış kredi akımlarındaki tersine dönüş (+8,1 milyar $ → -11,7 milyar $) son beş ayda 20 milyar dolara yaklaşan bir dışsal şok oluşturuyor. 
2018’in son beş ayında yabancı sermaye hareketlerini oluşturan bu üç kalemin bilançosu olan 4,5 milyar dolarlık  “net çıkış”, dış finansman sorunlarının tümü değildir. Buna, yerli banka, şirket ve rantiyelerin 13,9 milyar dolarlık sermaye ihracı eklenecektir (Satır 3). Bu kalem, bir önceki yıla göre yüzde 70 sıçramıştır. Ağustos sonrasında bankaların dışarıya yüksek tempolu fon aktarması, bu “kan kaybı”nın büyük bölümünü oluşturmuştur. (Türkiye’deki yabancı sermayeli bankaları izlemek gerekiyor.)

Bu iki ana kalem, böylece Ağustos-Aralık 2018’de Türkiye’den  dış dünyaya net sermaye ihracını verecektir: 18,4 milyar dolar… Bu toplam, 2018’in son beş ayındaki kriz ortamının dış finansman gereksinimi veriyor. 

Bu dönemin dış finansmanını karşılayan üç kaleme göz atınız: Cari işlem fazlası (5,9 milyar $) + rezervler (5 milyar $)+ kayıt dışı para girişi (7,5 milyar $) = 18,4 milyar $... Bu üç öğenin 2019’da böylece sürdürülmesi mümkün değildir.

Dış finansman: Sağlıksız, istisnaî, patolojik…  
2018’in son beş ayındaki krizin dış finansmanını  sağlayan cari fazla, rezervler ve kayıt dışı döviz girişleri,(aynı sırayla) sağlıksızdır, istisnaîdir, patolojiktir.  
Ağustos-Aralık 2018 Türkiyesi’nde gerçekleşen cari işlem fazlası sağlıksızdır; zira, büyüyen bir ekonominin ithalata bağımlılığını ortadan kaldıran bir yapısal dönüşümü değil, üretimdeki daralmayı (yoksullaşmayı) yansıtmaktadır. Zira, bu beş ayda ekonomiyi cari işlem fazlasına taşıyan ana etken mal ve hizmet ithalatındaki  yüzde 21,8’lik daralmadır. Mal / hizmet ihracatındaki artış ise yüzde 4,3’le sınırlı kalmıştır. 

Sanayi hızla daralmaktadır ve sektörün ara-mal ithalatı düşmüştür. Küçülen ekonominin yatırım malları ithalatı, yoksullaşan emekçilerin yabancı tüketim malları talebi gerilemiştir. Cari işlem fazlası da bu sağlıksız (krizle bağlantılı)   nedenlerle oluşmuştur. 

Beş ayda  5 milyar dolarlık rezerv kaybı erimesi istisnaîdir. TCMB brüt döviz rezervleri iki yılda 20 milyar dolar erimiştir. Net rezervler muhtemelen tükenmiş; dip noktaya ulaşılmıştır. Bu nedenle rezerv harcayarak dış finansman, 2019’da sürdürülemeyecektir. 

TCMB istatistiklerinde yer alan “net hata ve noksan” kalemine, “kayıt dışı sermaye akımları” diyoruz. AKP’li yıllarda kayıt dışı para hareketleri sistematik “artı” değer taşımıştır. 2003-2018’in toplamı artı 60 milyar dolara (“net giriş”e) ulaşmıştır. 2018’in tümünde 21,2 milyar dolarlık “karanlık para girişi” gerçekleşmiş; yıllık cari açık finansmanının yüzde 77’sini karşılamıştır. 

AKP öncesindeki on altı yılda “net hata noksan” kaleminin toplamını alın; artı ve eksi hareketlerinin birbirini dengelediğini; net toplamın eksi 2 milyar dolar çıktığını göreceksiniz.

Ekonominin dış dengelerinde bu derecede stratejik rol oynayan bu karanlık (kara) döviz girişleri var oldukça dış ekonomik ilişkilerde anlamlı iktisadî çözümleme yapılamaz. 

Olayı, AKP’nin yönettiği MASAK açıklayamaz. Orta Doğu bataklığını yakından izleyen araştırıcı basın mensupları bugüne kadar bu konuyla ilgilenmedi.
2018’in son beş ayında ortaya çıkan   krizin dış finansman tablosu 2019’da sürdürülemez.

Bu durumda, bu  yıl içinde ya IMF-benzeri bir dış kaynak devreye girecek veya dış borçları yeniden yapılandıran bir operasyon gerekecektir. Kayıt dışı para girişlerinin misliyle artışı ise, “olağan-dışı” nitelemesine değil, hükümranlık (“beka”) sorunlarına girer. 

Aksi halde kapsamlı bir dış borç krizi eşikte görünüyor. 

Korkut Boratav / SOL 

31 Mart: İttifak filan yok zaten parti de yok! - KEMAL OKUYAN

“CHP kapansın” diye konuşmuş DSP’li bir yönetici. Gerekçe olarak CHP’nin sağa kaymasını, sağ partilerle ittifakını göstermiş. “CHP gereksizleşti” demiş.
Siyaset daha ne kadar sağa kayabilir? 

Yıllardır sürekli “sağa kayış”tan söz ediyoruz. Bitmiyor, sonu gelmiyor, her defasında “yok artık, bu kadarı da olmaz” deniyor ama oluyor. Bu yalnızca CHP için geçerli değil, öncesi bir yana son birkaç yılda yaşananlardan sonra anladık ki, Türkiye’de ortalık sol tekeri patlaklarla dolu, grup halinde ya da tek tek siyaset trafiğine çıkmış terör estiriyorlar.

Sağa kayma artık tanımlamıyor bu tabloyu, karşımızda bildiğiniz kocaman bir sağ blok var. O bloğun içinde birileri samimi olarak sola kaymaya çalışıyor, birileri de sahtekarca sola benzemeye... Bu kadar! Türkiye’de düzen siyasetinde “sol” hiçbir biçimde yok, dolayısıyla sağcılaşmadan söz etmek anlamsız.

Dün Fatih Yaşlı soL’da, Kılıçdaroğlu’nun Ozan Arif saçmalığının sağa benzemek değil sağcılık olarak adlandırılması gerektiğini söylerken sonuna kadar haklıydı. “Oy almak için mahsus yapıyor” diyenler Kılıçdaroğlu’nun sağ seçmeni kandırmaya çalıştığını ima ediyor; oysa tam tersi geçerlidir, kandırılanlar bütün bu rezilliği manevra olarak görenlerdir.

Kandırılmaya gönüllü olduklarını, bile isteye kandırıldıklarını söyleyebiliriz.
CHP’nin temel işlevi bu zaten; kendini kandırma, toplumu kandırma, birbirini kandırma... Ve her defasında dolmuşa binen yeni birileri çıkıyor, ne bereketli toprak!
İşte bu CHP’nin kapanmasını istemiş DSP’liler. Yedek kulübe olarak kendilerinin de kapanacaklarının farkındadırlar herhalde.

Sosyal demokrasinin iç didişmeleriyle kafanızı şişirmek derdinde değilim. “CHP kapansın” talebinin anlamsızlığına işaret etmek istiyorum sadece.
Bu talep anlamsız çünkü CHP diye bir parti zaten yok. 
Kurucu parti CHP, Türkiye’de parti fikrinin, parti olgusunun bütünüyle ortadan kalkmasında da “öncü” rol üstlenmiş durumda. Bugün CHP başta olmak üzere, bütün partiler kendi kendilerini ortadan kaldırmakta, sönümlendirmekte. Partiler arasındaki sınırlar kayboldu, siyaset tamamen kişiler üzerinden yürüyor.

Parti yok lider var, parti yok lidercikler var, parti yok yancılar var, parti yok çapsız koltuk sevdalıları var.

Geçen yıl genel seçim öncesinde Kemal Kılıçdaroğlu’nun Meral Akşener’e seçime girebilmesi için 20 milletvekili borç vermesi ile Mersin’de başvurusu becerilemeyen İYİP adayının Demokrat Parti listesinden seçime girmesini siyasi nezaketle açıklamak gerçekten budalalıktır. Programı ilkesi olmayan, bir dediği bir dediğini tutmayan bir siyaset tarzının partiye ihtiyacı olmaz. Partiler arasındaki duvarları yıktılar, artık siyasetçilerin üçer, dörder partisi var ve aynı anlama gelmek üzere kimsenin bir partisi yok! 

Oradan milletvekili, şuradan belediye başkanı, buradan belediye meclisi üyesi... Partisiz siyasetin her kılıktan aktörü ellerinde başvuru belgesi dolanıp duruyor. Partilerin aday listelerine bakıyorsunuz bunlardan takım kursanız biri kendi kalesine gol atar, diğeri takım arkadaşını tekmeler, beriki maçın ortasında forma değiştirip karşı tarafa geçer. Sahneye çıkarıp koro kursanız ortaya çıkan gürültüye kakafoni bile diyemezsiniz.

Diyeceksiniz ki, AKP’ye karşı ittifak yapılıyor.

Hayır efendim AKP’ye karşı ittifak yapılmıyor. AKP ile diğerleri arasındaki sınır da belirsizleşmedi mi? 
Abdullah Gül AKP’de dış kapının mandalı mıydı? 
Bugün düzen muhalefetinin bütün adımlarında Gül ve şürekasının izi var. Ve yalnız o değil, merkezi ve yerel düzeyde AKP ile İYİP-CHP-SP arasındaki karşılıklı trafik çok yoğun. 

İttifak ortak program ve ilkelerle yapılır. İttifakta uzlaşılan konular ve uzlaşılamayan konular bellidir. İYİP ile CHP hangi konuda uzlaştı, hangi konuda anlaşamadı bilen var mı? Aday pazarlıklarından söz etmiyorum, memleket meselelerinden söz ediyorum! 

AKP’yi seçimde azıcık gerillettikten sonra yeniden masaya çekmeyi düşünen HDP bu seçimlerde “CHP ile ittifak yok” derken doğru söylemektedir. Belediye meclis üyelikleri için yürütülen pazarlık ve anlaşmalara ittifak denmez. İttifak yapan partiler birbirlerinin yanında durmaktan çekinmez, müttefikinden utanmaz. 
Ama zaten ittifak yapmak için parti olmak gerekir.  Oysa herkes partisiz siyaseti benimsemiş durumda. CHP işte bu gidişatın öncüsüdür. Partinin haline bakıp “yahu ben buraya kolayca renk çalarım” diye düşünen solduyu sahibi şahsiyetlerin saflığı ve aymazlığı sayesinde bu operasyon başarıya ulaşıyor. Ozan Arif, Siverek adayı filan, bunlar ayrıntı...

Anlayacağınız Türkiye iki partili sisteme götürülmek isteniyor diye uyaranlar yanılıyor, Türkiye’de siyasal sistem “Saray”a uyarlanıyor, partisizleştiriliyor. Buna normalleşme diyorlar.

Ne diyelim, biz normalleşmeyeceğiz ve parti fikrini ısrarla güçlendireceğiz. Çünkü Türkiye’de halkın kerameti kendinden menkul “siyasetçi”lere değil, örgütlü tavıra ihtiyacı var.   

Kemal Okuyan / SOL