2 Mart 2019 Cumartesi

Emperyalizmin krizini haritalandırmak(YAZI DİZİSİ)- SOL

Emperyalizmin krizini haritalandırmak (I) : Fanusun dışındaki ülke KDHC, 

KDHC, kendisini dışarıya kapatmış, gerçeklerden kopuk, fanusta yaşayan bir ülke gibi gösterilmek isteniyor. Ancak emperyalizmin krizi derinleşirken, fanusta yaşayan KDHC değil, dünyayı saran ABD askeri kuşatması ve emperyalizm "aslında yokmuş" gibi davrananlar.


Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Soğuk Savaş sonrasında liberal kara propagandanın odağı haline gelmiş durumda. Son günlerde savaş ihtimaliyle daha da gündemde olan KDHC, neyi neden yaptığı anlaşılamayan, “tuhaf” bir ülkeymiş gibi sunulmaya çalışılıyor. KDHC’nin askeri varlığıysa, savaş için meşru sebep olarak sunulurken, kamuoyu ABD’nin bölgedeki varlığına ve olası işgaline ikna edilmeye çalışılıyor. Oysa gerçekte medyanın çarpıtmalarının aksine, ne yapacağı kestirilemeyen KDHC değil, ABD. ABD’nin olası müdahalesi, bölgede Çin başta olmak üzere bütün ülkeleri ilgilendiriyor. Bu sebeple KDHC krizi, küresel bir nitelik kazanıyor.

KORE’DE NEDEN İKİ DEVLET VAR?
İkinci Dünya Savaşı sırasında, Kore'nin Japon işgalinden kurtarılmasıyla "birleşik" ve "demokratik" bir devlet olması öngörülüyordu. Bugün "Kuzey Kore" olarak bilinen Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, aslında ABD'nin de taraf olduğu Moskova Antlaşması'yla Kore'de kurulması kabul edilen meşru devlet. Güney Kore ise, ABD destekli diktatör Syngman Rhee'nin yönetimiyle kurulmuş, SSCB ile yapılan anlaşmaya aykırı bir ABD "kukla devleti". ABD desteğiyle başlatılan Kore Savaşı'nın ardından, KDHC ağır kayıplar yaşasa da önemli bir zafer kazanarak ayakta kalmayı başardı.

Syngman Rhee yönetimindeki Güney Kore'de muhalifler ağır baskıya uğrarken, komünistler hapse atılıyor ya da öldürülüyor. Güney Kore'de hala komünizme izin verilmiyor. 12 yıl iktidarda kalan Rhee, şahibeli seçimlerin ardından görevini bırakmak zorunda kaldı. Güney Kore'de Rhee'den sonra gelen hiçbir devlet başkanı önemli bir halk desteğine sahip olmadı. Rhee'nin devrilmesinden sonra kurulan İkinci Güney Kore Cumhuriyeti kısa ömürlü oldu. Yine ABD destekli bir diktatör olan Park Chung-hee darbeyle iktidara geldi ve Güney Kore'yi uzun süre yönetti. Park Chung-hee'nin kızı olan, eski Güney Kore Devlet Başkanı Park Geun-hye ile birlikte de, Güney Kore'nin nasıl bir devlet olduğu iyice gün yüzüne çıktı. Park Geun-hye yaşanan skandallarla görevi bırakmak zorunda kaldı. 
Sözde "demokrasi" olan Güney Kore'de, "KDHC yanlısı" olmak partilerin kapatılması için yasal olarak geçerli bir sebep. Örneğin 2011 yılında kurulan Birleşik İlerici Parti, 2012 yılında %10'un üzerinde oy alarak meclise girdi. Halk desteği kısa sürede artan parti, 2014 yılında yasaklanarak kapatıldı.

KDHC FANUSTA MI YAŞIYOR?
Soğuk Savaş boyunca sosyalist kamp ile iyi ilişkiler kuran KDHC, Sovyetler Birliği'nin çözülüşü ve sosyalist kampın dağılmasıyla birlikte yalnızlaştı. Küba, Çin gibi tarihsel ilişkileri olan ülkeler ve sol hükümetlerin iktidarda olduğu yerlerle diplomatik temaslarını sürdüren KDHC, buna karşın "kapalı" bir görünüm izledi. Bunun temelinde yatansa "Juche" ideolojisi. "Bağımsızlığı" temel alan Juche ideolojisinin üç ayağını, "siyasette bağımsızlık", "ekonomide bağımsızlık" ve "savunmada bağımsızlık" oluşturuyor.

Juche ideolojisinin neden KDHC'nin temeli haline geldiğini anlamak için, öncelikle KDHC'nin koşullarını ve Çin’i anlamak gerekiyor. ABD'nin insanlık dışı uygulamalarına uğrayan KDHC'nin aksine Çin Halk Cumhuriyeti, tarihinin hiçbir döneminde ABD'yi birincil sorun olarak görmedi. 1949-1961 arasında "ya sosyalizmden ya da emperyalizmden yanasınızdır" diyen Mao Zedong, Çin Halk Cumhuriyeti'nin sosyalizmden yana olduğunu belirtti. Ancak 1961 sonrasında, "iki cephede mücadele" denilerek, "hem Sovyetleri hem de ABD'yi" karşısına aldığı söylenen bir dış politika benimsendi. 1973'den sonraysa, birincil sorunun Sovyetler Birliği olduğunu öne süren Mao, "tek savaş hattı" politikasıyla ABD'nin de dahil olduğu bir "anti-Sovyet" hattı kurulmasını önerdi. Mao'dan sonra Deng Şiaoping döneminde de ABD'ye yakın bir politika izlendi. Her ne kadar KDHC ve Çin arasında karşılıklı savunma anlaşması yapılmış olsa da, KDHC, ABD karşısında Çin'den alabileceği desteğin boyutu konusunda asla yanılsamaya düşmedi. 

1990'lı yıllarda sosyalist bloğun dağılışının ardından, sosyalizmi savunan metinler kaleme alan Kim Jong-il, yeni dönemde "Songun" denilen ve orduya öncelik veren bir politikayı uygulamaya koydu. ABD'nin saldırısını kaçınılmaz olarak gören KDHC, bir kez yenilgiye uğrattığı ABD karşısında askeri caydırıcılık elde etti ve emperyalist işgalin önüne geçmiş oldu. KDHC'nin iç işleyişi bu yazı dizisinin kapsamında değil. Ancak görüldüğü gibi, KDHC fanusta yaşamıyor. Tersine, emperyalizmin saldırganlığının bilinciyle, her yeri ABD üsleriyle dolu bir dünyada, liberal medyanın propagandalarına ve ABD askeri kuşatmasına karşılık, kendisini savunmaya ve örgütlü bir toplum olarak varolmaya çalışıyor. 

Güney Kore'deki ABD üslerine, Kore sularındaki ABD donanmasına, tüm dünyada uçan ABD savaş uçaklarına ve buralardaki nükleer silahlara gözlerini kapatanlar, KDHC ordusunu işaret edip, "neden nükleer silah geliştiriyorlar?" diye soramaz. Çünkü fanusta yaşayanlar, esasında emperyalist saldırganlık "yokmuş" gibi davranmaya çalışanlardır.

TRUMP VE KDHC
ABD Başkanı seçilen Donald Trump, KDHC'ye yönelik saldırgan açıklamalarıyla, bölgedeki gerginliği artırdı ve savaş ihtimalini tekrar masaya yatırdı. ABD'nin KDHC'ye karşı savaş hazırlıkları sürerken, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi'nin Trump'a önerileriyse bölgede nükleer varlığın artırılması, KDHC yönetimine yönelik suikastler düzenlenmesi ve sabotaj. 

Trump ile Çin Devlet Başkanı Şi Cinping arasındaki görüşmelerde de, KDHC'nin önemli bir rol oynadığı biliniyor. Çin'den KDHC yönetimini "uysallaştırmasını" isteyen Trump, Çin'in bekleneni yapamaması durumunda KDHC'ye askeri müdahale gerçekleştireceği yönünde tehditte bulunuyor. Çin'in, Güney Çin Denizi'nde yaşanan krizin etkisiyle, ABD'nin bölgedeki askeri varlığından hoşnutsuz olduğu açık. Uzun süredir iyi olan Çin-ABD ilişkileri Trump'ın göreve gelmesinden sonraki karşılıklı jestlere karşın, çıkar çatışmalarının derinleşmesiyle "fırtına öncesi sessizlik" denebilecek bir dönemi yaşıyor. Trump, Çin'i KDHC'yi işgalle tehdit ederken, Çin'in KDHC'ye yaklaşımının "ilkesel" değil "pragmatik" olacağı akılda kalmalı. Çin, ABD ile yaşayacağı yüzleşmeyi geciktirmek için, KDHC'ye ABD adına baskı uygulamayı kabul etmiş görünüyor. Çin medyasında da, "askeri müdahale" dahil olmak üzere çeşitli ihtimallerin değerlendirildiği görülüyor.

Ancak ABD öncülüğündeki NATO askeri kuşatması, yalnızca KDHC'yi değil, Rusya ve Çin'i de hedefliyor.

BÖLGENİN GELECEĞİ
Güney Kore'de yapılan seçimlerle beraber, KDHC ile diyaloğu savunan bir isim Güney Kore'nin başına geldi. 

Güney Kore Devlet Başkanı seçilen Moon Jae-In'in söylemlerinin, Güney Kore için nesnel temelleri bulunuyor. Güney Kore halkı, ABD'nin askeri varlığını ve bölgeye yaptığı silah yığınağını açıkça istemezken, ülkede bu sebeple arka arkaya kitlesel protestolar yaşanıyor. Japonya'nın bölgeye müdahil olması da, Japon militarizminin acılarını unutmayan Kore halkının tepkisini çekiyor.
KDHC ile yaşanacak bir savaştan en çok zarar görecek ülkenin, KDHC ile birlikte Güney Kore olacağı ortada. Bu sebeple ABD saldırganlığına karşı bölgede barışın sigortası, halkların savaşa ikna edilememesi oluyor.

KDHC sadece son 20 yılda, dünyanın her yerinde çıkarttıkları savaşlarla  milyonlarca insanı öldüren ülkeler tarafından "küresel bir tehdit" gibi gösterilmeye çalışılsa da, KDHC açıklamalarında ülkenin savaştan değil barıştan yana olduğu ve ilk saldıran olmayacağı sürekli vurgulanıyor.

Tulga Buğra Işık / SOL

                                                            *

Emperyalizmin krizini haritalandırmak(II):Suriye paylaşılırken halklara düşen

Uzun yıllar ABD’nin Ortadoğu’yu düzlemesinin önündeki en büyük engellerden olarak görülen Suriye, krizle birlikte güçsüz düştü ve paylaşılmaya hazır hale geldi. Suriye’nin paylaşılması, halklar arası düşmanlığın ve sonu gelmez bir cihatçı yıpratma savaşının başlaması demek.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) tarih sahnesinden çekilirken, yeni dünya düzeninin kokusunu ilk alanların başında, siyaset kurdu Hafız Esad geliyordu. Sosyalist sistemin dağılması, Suriye açısından birbiriyle bağlantılı iki sorunu ortaya çıkartıyordu: Suriye, en büyük güvenlik garantisini kaybediyor ve buna paralel olarak, İsrail işgali altındaki Suriye topraklarını askeri yollarla geri almanın ortadan kalktığı görülüyordu.

Devir, sosyalizmsiz dünyaya ayak uydurma devriydi ve Baba Esad, dümeni ABD’ye doğru kırıyordu. Arap-İsrail sorununun “çözümünde” bir çıban başı olarak duran Suriye, “barış süreci”ne dahil edilmeye çalışılıyor, bu sırada Suriye Baası’nın tarihsel rakibi Saddam Hüseyin’in dişleri, Arap rejimlerinin desteklediği ABD tarafından sökülüyordu.

Ta o zamandan beri, Suriye’nin İsrail ile “barışma” için öne sürdüğü en büyük istek, işgal altındaki Golan Tepeleri’nin iadesiydi. Buna, emperyalist sistemle “bağımsız” bir entegrasyon, ayrıca liberalizasyon da eşlik ediyordu.
Emperyalizmin buna karşılık istediğiyse, İran (ve Hizbullah ile Hamas) ile Şam’ın bağlarını kopartmasıydı. Refik Hariri suikastinden sonra Suriye Lübnan’dan çıkmaya zorlanmış, Şam uluslararası planda izole edilmişti. Emperyalizmin Suriye’ye sokmaya çalıştığı Truva atı ise, AKP Türkiyesi’ydi.

SURİYE’NİN BERLİN’İ YA DA DAYTON’U
Suriye’ye emperyalist müdahalenin bu gevşeme ve kasılma döngüsü, 2011 ile birlikte başka bir boyuta geçti. Bu dönem, vekâlet savaşı yoluyla rejim değiştirme operasyonuydu. Libya modeli, Yemen modeli, İhvan’ı Şam yönetimine ortak etme derken, ufukta görünen son, Şam’ın kendi kontrolündeki bölgelerde boyun eğmemesi, ancak Suriye’nin artık etki alanlarına bölünmesi. Kimileri, 2. Dünya Savaşı sonrası bölünmüş Berlin ve Almanya’ya, kimileri ise Yugoslav İç Savaşı’nı -güya- sonlandıran Dayton Anlaşması’nı hatırlatıyor. Ancak bütün bu paylaşımların hukuki bir statüye bağlanıp bağlanmayacağı hâlâ meçhul. Bu da, savaşın kısa vadede dahi bir dekreşendoyla bitmeyeceği anlamına geliyor.

Bununla birlikte, Suriye’ye biçilen donun yalnızca Suriye’den ibaret olmadığını akılda tutmak gerekiyor. Esadlı çözüme razı görünen emperyalizm, bir yandan yıpratma savaşını sürdürürken, bir yandan da ülkeyi bölmeye ve İran-Hizbullah gücünü kırmaya çalışıyor.

Yeni ABD yönetiminin Suriye’de başa “IŞİD’le mücadele”yi yazması ve bölgede İran karşıtı bir ekseni konsolide etmesi, Şam-Tahran-Beyrut eksenine düşman olarak bilinen öznelerin yan yana gelişine vesile oluyor. Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan ve Ürdün, Suriye’yi dört bir ucundan tırtıklamak için ABD’den himmet diliyorlar. Buna, biraz aşağıda değineceğimiz Rojava’yı da eklersek, “yedi düvel” tarafından ısırılan Suriye’nin geleceğinin pek parlak olmadığı, bununla birlikte emperyalist dünya için de karın ağrısı olmaya devam edeceğini görmek mümkün olur. Ancak Filistin sorununda ABD’nin yol katettiği görülmelidir. “Arap baharı” ve Suriye krizinin yarattığı “fırsat”, Arap dünyasında Filistin sorununun gündemden düşmesini, İsrail düşmanlığının yerine açık İran düşmanlığının geçmesini, emperyalizm ve siyonizm açısından “müjdeliyor.” Yanı sıra, artık Amerikan karşıtlığı geri çekilmiş, Irak’a katil olarak giren ABD IŞİD’le mücadele bahanesiyle bölgeye kurtarıcı olarak geri dönmüş, Arap rejimlerinin liberal ve halk düşmanı politikaları İslamcı “uyanış” ile örtülmüş ve geriye birçok açıdan toplumsal mücadeleler açısından bir enkaz kalmıştır. Dileyen, “başarı hikâyesi” olarak sunulan Tunus’a bakabilir.

SURİYE İÇİN YARIŞ
Güncel duruma bakalım. İran, Rusya ve Türkiye arasında varılan çatışmasızlık bölgeleri mutabakatı, ilk bakışta ve haklı olarak, Suriye’nin paylaşılması anlaşması olarak görülüyor. İdlib ile birlikte Lazkiye, Halep ve Hama’nın bazı bölgeleri; Humus’un kuzeyi; Şam’daki Doğu Guta bölgesi ve Güney Suriye’de Kuneytra ve Dera ordu ile “muhalifler” arasındaki çatışmaların durdurulduğu, insani yardımın yapıldığı ve garantör ülkelerin ateşkesi gözledikleri bölgeler olarak belirlendi.

Bununla birlikte, “yarış” daha yeni başlıyor. Suriye ordusu, ateşkes bölgelerindeki askerlerini, orta ve doğu Suriye’ye kaydırma olanağı buldu. Bu noktada, Palmira ve Deyrezzor cepheleri çok büyük önem taşıyor. Rusya ve Suriye ordusu, Deyrezzor’daki IŞİD kuşatmasını kırmaya hazırlanıyor.

Deyrezzor, 2,5 yıldır IŞİD kuşatması altında olmasının yanı sıra, Irak ile Suriye’nin “birleşmesini” engellemesi ve Suriye’nin bölünmesini gündemde tutması açısından da önemli. ABD, açıkça Suriye ordusunun Irak sınırına yerleşmesini istemiyor. Bunun için, Ürdün ve İsrail’in de desteklediği ÖSO güçleri, Dera’dan Şam’ın doğusuna, oradan da Irak-Suriye sınırındaki El Bukemal sınır kapısına ulaşmaya çalışıyor. Bu cephe, Güney’den Irak sınırına uzanıyor ve ne tesadüftür ki, tam bu sıralarda Ürdün, Suriye’ye asker göndermeyi ve içeride tampon bölge kurma planını açık ediyor (Bu yazı yazıldığı sıralarda, ABD, İngiltere ve Ürdün kuvvetlerinin sınıra yığınak yaptığı haberi geldi). İsrail’in Dürzi bölgesi için aynı planı düşündüğü de hatırlanırsa, tablo tamamlanıyor: Kuzeybatıda Türkiye destekli cihadistan, kuzeydoğuda ABD destekli Rojava, Irak-Suriye sınırında istikrarsız bir Sünnistan, güney sınırında ise Ürdün-İsrail destekli tampon bölge.
Tam bu noktada, KCK Yürütme Konseyi Üyesi Rıza Altun’un Rusya karşıtı “sert” açıklamaları ve savaşın İran’a yönelebileceğini ima etmesi bir kenara not edilmelidir. Bununla neredeyse aynı zamanda, PYD yetkilileri Akdeniz’e uzanmalarının “yasal hak” olduğunu iddia ederken, Rakka’dan sonra İdlib ve Deyrezzor’a da yönelebileceklerini belirtiyorlar. Bütün bunlar, Kürt siyasetinin “mecburiyetten” ABD ile ittifak kurduğuna ilişkin “Türk solu”nun ahmakça temennisini tuzla buz ediyor. Suriye’nin paylaşılmasında herkes üzerine düşen rolü yerine getirmek için isteğini ortaya koyuyor.

RUSYA’NIN ORTADOĞU KAPISI OLARAK SURİYE
Peki bu tabloda Rusya nerede duruyor? Suriye ile birlikte Ortadoğu siyasetine dönüş yaptığını kanıtlayan Rusya, Suriye’deki kapıdan yalnızca Suriye’ye değil, Libya’ya, Lübnan’a ve Körfez’e de giriş yaptı. Pek dikkat çekmese de, Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) Suudi destekli kukla Yemen hükümetinin başı Abdrabbu Mansur Hadi’ye yönelik sert tutumları ve Yemen işgalinden çekilmek istemesi, açık ki Rusya’nın rolüyle ilgili. BAE ile Rusya arasındaki ekonomik ilişkilerin gücü, Libya’da da ortaya çıkıyor: BAE ve Mısır destekli Halife Haftar, Rusya tarafından da besleniyor.

Bununla birlikte, Rusya, Suriye için ABD ile savaşa girecek değil. Dahası, Trump dönemi ile birlikte başlamayan, Obama’nın da sürekli gündemde tuttuğu “Suriye’de detant” dönemi, Putin Rusyası’nın da işine geliyor: Etki alanlarına bölünmüş bir Suriye, Rusya’nın nüfuzunu garantileyeceği gibi, Moskova’yı tüm aktörler açısından önemli bir özne haline getiriyor. Suudiler Putin’e bakıyor, BAE Putin’e bakıyor, Trump Putin’e bakıyor, Erdoğan Putin’e bakıyor, Esad ve Ruhani Putin’e bakıyor… Dolayısıyla Rusya’nın etki alanlarına bölünmüş ve cihatçıların belinin kırıldığı bir Suriye’de ABD ile modus vivendi arayışında olduğu bir sır değil.

BÖLGE HALKLARINI BEKLEYEN TEHLİKE
Peki bu durum bölge halkları açısından ne anlama geliyor?
Açık ki, cihatçıların tamamen kontrol ettiği bir Suriye mümkün değil. Ancak bu, zaten Obama’nın 2013’teki “kırmızı çizgilerinin” silinmesiyle birlikte gündemden düşmüştü. Ondan beri, “ılımlı” güçlerin böldüğü, “B Planı”nın uygulandığı bir Suriye’den bahsediyoruz.

Burada ana özneler, Suriye Demokratik Güçleri, TSK destekli çeteler ve güneydeki Ürdün-İsrail destekli ÖSO’cular.

ABD’nin gözüne girmek için birbirine diş bileyen Türkler ve Kürtler, Akdeniz’e ulaşmak isteyerek “yayılmacılık” eğilimlerini belli eden Kürtler, Suriye’nin kuzeyini ilhak etmek isteyen Türkler, bölgedeki halklara kuşkuyla bakan Araplar, cihatçı yıpratma savaşı nedeniyle her zaman diken üstünde kalacak Aleviler ve Şiiler, cihatçı yamyamlık, emperyalizm ve Körfez gericiliği arasında sıkışan Sünniler…
Etki alanlarına bölünmüş Suriye’nin ve bölge halklarının beklediği “son” budur.
Sonu bu olan halklarınsa, güçlünün etekleri altında buluşması mümkün olduğu gibi, devrimci bir çıkış ile ezilenleri bir araya getirmesi de mümkündür. Buysa, ancak emperyalizm ve gericilikle bağları kopartıp bütün kötülüklerin anası sermaye sınıfını alaşağı etme iradesiyle mümkün hale gelebilir.

Gerçekçi değil mi?

Gerçekçi olmadığını iddia edenlerin bir gün ABD’yle, bir gün Rusya’yla raks etmesi daha mı gerçekçi?

Tüm “Arap milliyetçisi” rejimlerin, liberal ideolojinin girişine izin verdikten sonra gericiliğin saldırısına uğraması, bölgede tarih şuuru olan herkesin kulağına küpe olmalıdır. Sosyalizm, gericilikle mücadelenin tek sigortasıydı.

Erman Çete / SOL
                                                            *

Emperyalizmin krizini haritalandırmak(III):Güney Çin Denizi'nde yatıştırılan savaş

5 trilyon doların üzerinde ticaret hacmi bulunan Güney Çin Denizi, hem paylaşılamayan pastanın büyüklüğü, hem de ABD-Çin'in doğrudan karşı karşıya gelişi sebebiyle emperyalizmin krizinin en önemli merkezlerinden biri haline geldi. Bölge, abartı olmaksızın Üçüncü Dünya Savaşı'nın çıkabileceği yer olarak gösteriliyor.


Uzun bir süredir bölgesel bir sorun olan Güney Çin Denizi, son yıllarda giderek günlük tartışmalardaki yerini artırdı ve ABD’nin müdahaleleriyle küresel bir kriz halini aldı. Güney Çin Denizi’nin hemen hemen tamamı, Çin tarafından sahiplenilirken, bu sularda Malezya, Brunei, Endonezya, Filipinler ve Vietnam da hak iddia ediyor.

Çin’in bölgedeki egemenlik iddialarını sorgulayan ABD, bölgeye başka aktörleri de getirerek gerginliği daha da artırıyor. Çin ise diplomasi yolunu ve ekonomik kozlarını kullanarak, ABD’nin ördüğü ittifak ağını dağıtmaya çalışıyor. ABD’ye olan güvensizlik ve istikrar isteği de bunu kolaylaştırıyor.

GÜNEY ÇİN DENİZİ NEDEN ÖNEMLİ?
Çin’in dünyanın imalat merkezi haline gelmesiyle birlikte, Güney Çin Denizi’nin önemi de giderek arttı. Yılda 5 trilyon doların üzerinde ticaret hacmi olan Güney Çin Denizi’nin, küresel ticaretin %40’ı kadarını oluşturduğu ve ticaretin ana geçiş yolu haline geldiği söyleniyor. Pastanın büyüklüğü bölgenin önemini anlatmaya yetiyor. ABD de, ticaret hacmini dayanak göstererek, bölgedeki varlığını meşrulaştırmaya çalışıyor. Bölgenin ticari öneminin yanısıra, Güney Çin Denizi'nde bulunan önemli enerji kaynakları ve bunların kim tarafından çıkartılabileceği de tartışma konusu olmayı sürdürüyor. Bölgedeki doğalgaz rezervinin, Çin'e onlarca yıl yetebileceği öne sürülüyor.

Güney Çin Denizi, taşıdığı ticari önemin dışında Çin yönetimi tarafından ulusal egemenlik meselesi olarak da kabul ediliyor. Çin’in ulusal sınırı saydığı “dokuz çizgili hat”, Paracel Adaları ve Spratly Adaları’nın tamamını içeriyor. Paracel Adaları’nın tamamı fiili olarak da Çin’in kontrolünde olsa da, Spratly Adaları’nın önemli bir kısmı Vietnam, Filipinler, Malezya, Brunei ve Tayvan kontrolünde. Hassas dengelerin kurulu olduğu bölgede, ülkeler arasında geçmişte yapılan anlaşmalar, bu anlaşmaların yorumlanma farklılıkları ve çizilen “kırmızı çizgiler” bölgede gerilimi sürekli yüksek tutuyor.


(Çin'in Dokuz Çizgili Hattı ve adalar)









BÖLGESEL İLİŞKİLER VE ABD
Çin karşıtı bir blok oluşturmak isteyen ABD, bu amaçla sürekli diplomasi yürüterek bölge ülkelerini kışkırtıyor. ABD'nin eski sömürgesi ve sonrasında yakın müttefiki olan Filipinler, bu konuda ABD'nin en çok güvendiği ülkelerden biriydi. Ancak Rodrigo Duterte'nin iktidara gelmesiyle birlikte bu durum büyük ölçüde değişti. Çin ile diyalog kurmaya önem veren Duterte, ABD'nin bölgedeki varlığını desteklemediğini ve ABD gemilerine yardım sağlamayacağını duyurdu. Eski Filipinler yönetimi, Güney Çin Denizi ile ilgili BM Daimi Tahkim Mahkemesi'ne gitmiş ve Çin'e karşı açtığı davayı kazanmıştı. Bu karar Çin tarafından tanınmazken, Filipinler'de yönetim değişikliğiyle önemini daha da yitirmiş oldu.
Çin ile uzun süredir bölgede gerginlik yaşayan bir diğer ülkeyse Vietnam. Paracel Adaları'nın kontrolü Vietnam Savaşı sırasında Çin'e geçti. Adaları ABD destekli Güney Vietnam'dan alan Çin, savaşın bitmesiyle birlikte adaları geri vermedi. Sonrasında Çin ve Vietnam arasında yapılan anlaşmalar, uzlaşmazlığın yalnızca küçük bir kısmını çözebildi. Vietnam-ABD ilişkilerinin gelişmesiyle, Vietnam bir süreliğine ABD tarafından bölgede kullanılmaya aday ülke gibi göründü. Ancak Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, 2015'te Vietnam'a gerçekleştirdiği geziyle iki ülke arasındaki "yoldaşça ilişkileri geliştirmek" istediğini söyledi. Sonrasında karşılıklı gezilerin sıklığı giderek arttı. Vietnam'ın en büyük ticaret ortağı olan Çin, pek çok cazip anlaşma önererek Vietnam'ı büyük oranda yatıştırmayı başardı. Bu yıl Çin'i ziyaret eden Vietnam Komünist Partisi Genel Sekreteri Nguyen Phu Trong, uzlaşmazlığın sona ermesi gerektiğini söyleyerek bunun için diyalog yoluna işaret etti. Kısacası ABD, bölgede Çin'e karşı istediği bloğu yaratmayı başaramadı. Son ASEAN zirvesinde Çin'e verilen ılımlı mesajlar da bunu gösteriyor.

ABD VE MÜTTEFİKLERİ
Bölgede istediği ekseni oluşturamayan ABD, bölge dışındaki müttefiklerine yönelerek Güney Çin Denizi'nde "hareket serbestisinin korunması" için ortak devriye gücü oluşturulmasını önerdi. Japonya, Avustralya ve Hindistan'ı içerecek olan bu öneri, Hindistan tarafından kabul görmedi. Japonya ve Avustralya ise konuya olumlu yaklaştı. Devriye önerisi Çin'in tepkisiyle karşılaştı. ABD ve müttefiklerinin artan askeri varlığına karşılık, Çin bölgeye nükleer denizaltıları getirdi ve "yapay ada" inşasını hızlandırdı. Adaların "yapay" olduğunu kabul etmeyen Çin, adaların sivil amaçlı kullanıldığını belirtiyor. Deniz gücünü artırmayı Güney Çin Denizi geriliminden dolayı öncelik haline getiren Çin, yerli uçak gemisi inşa etmeyi başararak bu konuda önemli yol aldı.

Buna karşılık, ABD'nin uçak gemisi de içeren donanma grupları bölgede sıklaşan aralıklarla görülmeye başlandı. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ile ABD arasında yaşanan gerilim de, ABD'nin askeri varlığını gerekçelendirmesindeki araçlardan biri haline geldi. Japonya'da Şinzo Abe yönetiminin pasifizmden uzaklaşması ve askeri gücünü giderek daha sık öne sürmesi de suların ısınmasında etken oldu. Tüm bunlar değerlendirildiğinde, Güney Çin Denizi'nin 3. Dünya Savaşı'nın çıkabileceği yerlerin başında gösterilmesi ve ABD Başkanı Donald Trump'a yakın isimlerin burada savaşa girilmesinin "kesin" olduğunu söylemesi şaşırtıcı olmamalı. ABD yönetimi, diplomatik başarı alamadığı oranda, savaş seçeneğini dillendirmeye başlıyor.


(Çin'in uçuşlar için kullandığı bir "yapay ada")






YATIŞTIRMA VE SAVAŞ HAZIRLIKLARI
Trilyonlarca dolarlık ticaret hacmi olan bir bölgede savaş yaşanması, yaşanacak insani yıkımın yanısıra kuşkusuz kapitalizmin istikrarı için de felaket anlamına geliyor. Ancak bu durum, dünya ticaretinde liderliği koşulsuz olarak Çin'e bırakmak istemeyen ABD yönetimini durdurmaya yetiyormuş gibi görünmüyor. Trump'a yakın isimlerden Steve Bannon, Güney Çin Denizi'nde savaş çıkacağına "şüphe olmadığını" söylemişti. Ancak Bannon bu konuda yalnız değil. Beyaz Saray sözcüsü Sean Spicer da benzer yönde bir açıklamada bulunarak, Çin'in Güney Çin Denizi'ndeki uluslararası sularda, "yapay adalar" yoluyla sınırlarını genişletmesine izin vermeyeceklerini belirtti. ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson da, Çin'in "yapay adalara erişiminin engelleneceğini" belirtti.

Çin yönetimi, ABD'nin sert çıkışlarına yönelik olarak ılımlı yanıtlar verirken, diyaloğun artırılması ihtiyacına vurgu yapıyor. Esasında Çin, savaşın "kesinliği" konusunda şüphe duyuyor değil. Çin ordusunda kapsamlı reformlar gerçekleştiren Şi Cinping yönetimi, asker sayısını azaltmak ve bütçeyi artırmak gibi yöntemlerle orduyu uzun bir süredir "modernleştirmeye" çalışmakta. Bu sırada yolsuzluğa karışan pek çok general tasfiye edildiği gibi, kimi birlikler de dağıtılarak, yeniden organize ediliyor. ABD ile çatışmayı ertelemeye çalışan Çin, bir yandan da savaş hazırlığını sürdürüyor. Burada dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da, ABD'nin Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti'ne yönelik taleplerinin, Çin tarafından büyük oranda karşılanıyor olması. Örneğin Çin, KDHC ile ticaretini azaltarak ABD'nin yaptırım talebini karşılıyor. Bu meselede de Çin, hazır olmadığı savaşın ertelenmesini amaçlıyor. 

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI VE ÇATLAKLAR
Üçüncü Dünya Savaşı tartışmaları giderek yoğunlaşırken, dünyada bunu engelleyebilecek bir barış hareketi henüz bulunmuyor. Hindistan'da komünist partiler, yönetimin emperyalist planlara dahil olmaması yönünde güçlü bir baskı uyguluyor. Hindistan Komünist Partisi (Marksist), ABD'nin çıkarlarının Hindistan'ın çıkarlarıyla eşdeğer gösterilmeye çalışılmasına karşı çıkarak, Hindistan'ın Güney Çin Denizi'ndeki ABD faaliyetlerine katılmasının karşısında duruyor. Ülkelerinde iktidarda olan Vietnam Komünist Partisi ve Çin Komünist Partisi, bölge ülkelerinin sorunu barışçıl yollarla çözmesini savunuyor.

Ancak bölgede savaş çıkmasını engelleyen ana unsur, Çin'in yatıştırıcı politikalarının yanısıra, emperyalizmin yaşadığı dağınıklığın güçlü ittifaklar kurulmasının önünde oluşturduğu engeller. Bölgede ve bölge dışında Çin'in karşısına güçlü ve homojen bir blok çıkartamayan ABD, savaşı meşrulaştıracak araçları da sağlayamıyor. Küresel ittifak sistemindeki çatlaklar, emperyalist savaşın çıkışını ertelediği gibi, emperyalizm karşıtı güçlere zaman kazandırıyor.

Tulga Buğra Işık / SOL
                                                               *


Emperyalizmin krizini haritalandırmak(IV): Kurtarılamayan Avrupa

Kapitalizmin yıllara yayılan iktisadi ve siyasi krizinin Avrupa’ya yansıması, Yaşlı Kıta’nın fiili olarak bölünmesi oldu. İktisadi gereklilikler, yeni siyasi arayışlara kapı aralarken, sermaye hizipleri arasındaki kavgadan işçi sınıfına “ekmek” çıkmıyor.

Dünya kapitalist sisteminin 10 yılı devirecek uzun ekonomik bunalımı ile emperyalist sistemin çok yönlü tıkanıklığının kendisini en radikal biçimde gösterdiği yerlerden birisi ABD ise, diğeri de elbette Avrupa ve Yaşlı Kıta’nın birliği oldu.

Olmaması mümkün değildi. Zira, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturulan antikomünist kutsal ittifakın derleyip toparlayıcı unsuru ABD’yse, sosyalizme karşı cephe hattı da, her anlamda Avrupa’ydı. Sanılanın aksine, sosyalizme karşı büyük savaş Avrupa’da verildi, sosyalizm önce Avrupa’da geri çekildi ve yenildi. Dolayısıyla, Sovyet-sonrası dönemde yine ABD öncülüğünde dünya “düzlenirken” ve yeni döneme uygun düzenlemeler yapılırken, Avrupa Birliği de bu projeye ortak olmuştu.

Fakat “başarı”nın meyvelerini toplamak kadar, krizin de aynı şiddette hissedilmesi, eşyanın tabiatı olsa gerek.

KRİZDEN ARTA KALAN EKONOMİ
Dünya Bankası verilerine göre, dünyanın en büyük ekonomisi hâlâ açık ara Amerika Birleşik Devletleri (18 trilyon dolar). Uzak Doğu’daki “istikrarlı” ekonomi Japonya’nın üçüncülüğünü ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin ikinciliğini bir kenara koyarsak, geri kalan “ilk 10” içerisinde dört tane AB ülkesi görüyoruz: Dördüncü sırada Almanya (3.3 trilyon dolar), beşinci sırada Birleşik Krallık (2.9 trilyon dolar), altıncı sırada Fransa (2.4 trilyon dolar) ve sekizinci sırada İtalya (1.8 trilyon dolar).
Ekonomik olarak, Almanya Avrupa’nın tamamında “açık ara” olmasa da, en azından Kıta’da tamamen kontrolü elinde tutuyor. Bu noktada, Almanya ile Fransa’yı kıyaslamak ufuk açıcı olabilir. İki ülkenin de çoğunlukla ihracata dayalı bir ekonomiye sahip olduğu düşünülürse, aşağıdaki istatistikler Fransa’nın Almanya karşısındaki acıklı durumunu açıklayabilir (sırasıyla Fransa ve Almanya'ya ait istatistikler):










Grafikler, iki ülkenin zaman içerisinde dünyadaki toplam ihracat piyasasındaki paylarının değişimini gösteriyor. Fransız ihracatının payı her geçen yıl azalıyor.
Fransa, fiyatlardaki yükselişi durduramayıp “yapısal reforma”a gittikçe daha bağımlı hale gelirken, Almanya düşük maliyet ve ihracata dayalı ekonomisini sürdürebilmek için dış pazarlara erişim kolaylığına daha fazla ihtiyaç duyuyor. Fransa’da işçi maliyetlerini düşürmek için zorlanan “reformlar”, açıkça Almanya ile rekabeti kolaylaştırmayı da hedefliyor.

Ancak Almanya’nın Fransa karşısındaki ekonomik üstünlüğü yalnız değil. Yunanistan krizinde Alman kreditörlerin Yunan halkının gırtlağına çökmesi, yalnızca bir üvertürdü. Avrupa’daki her ülkenin dış borçları milyarlarca dolar olsa ve bunlar birbirlerine sürekli borçlansalar dahi, Alman kreditörlerin “başına ekşiyeceği” kırılgan ülkeler arasında İtalya, İspanya ve Portekiz başta geliyor.
Tam da bu ekonomik durum nedeniyle kemer sıkma ve neoliberal ihracat ekonomisi siyasetinin tüm dünyada şampiyonluğunu yapan ülkenin Almanya olması şaşırtıcı değil. Tekrarda fayda var: Alman tekelleri, ihracatı sürdürebilmek için pazarların “açık” olmasına gereksinim duyuyor. “Kurulu düzen”e sıkı sıkıya sarılan ve tek bir blok olarak görülen (ki, öyle değil, ama bu başka bir mesele) yegâne büyük emperyalist ülkenin Almanya olması da bu noktada anlaşılır hale geliyor.

BREXIT’IN YARATTIĞI SARSINTI
Yukarıda bilerek değinmediğimiz bir başka mesele ise, Birleşik Krallık’ın AB’den çıkışının (“Brexit”) yarattığı ve yaratacağı sarsıntılar.
Alman yetkililerin, örneğin Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in, İngiliz medyasında Theresa May’i ulu orta sert sözlerle eleştirmesi, Almanya’nın yukarıda bahsedilen ekonomik pozisyonu ile doğrudan bağlantılı.

Peki Birleşik Krallık için aynısı söylenebilir mi?

Veriler şunu söylüyor: İngiltere’nin toplam ticaretinde AB ülkeleri hâlâ büyük bir paya sahip olmasına rağmen, bu oran 15 senedir azalma eğiliminde. Krallık, 2016 yılında 550 milyar avroluk ihracatının 240 milyar avrosunu (yüzde 44) AB ülkelerine yaptı yapmasına ama, 2013 yılına kadar bu oran sürekli düşüyor ve AB dışı ülkelerle olan ticaret hacmi gelişiyordu.


(Birleşik Krallık ihracatı: AB, AB dışına karşı, Kaynak: Fullfact.org)







Yine istatistikler gösteriyor ki, Birleşik Krallık’ın AB’ye yaptığı ihracat 2015’te 230 milyar avroyken, AB ülkelerinin Birleşik Krallık’a yaptığı ihracat 290 milyar avro.


(Kaynak: Office for National Statistics)

Son tablo, Almanya’nın Brexit ve yarattığı siyasi iklime ilişkin tepkisini de anlatıyor. Almanya’nın, AB içerisinde bir Birleşik Krallık’a yaptığı ihracat çok büyük. 2016 yılının üçüncü çeyreğinde, Birleşik Krallık ve ABD’ye yönelik Alman ihracatının keskin bir düşüş yaşamasının Brexit ve Amerikan başkanlık seçimleri ile ilgili olduğu şeklinde değerlendirmeler yapılıyordu. ABD, Almanya’nın en büyük birinci, İngiltere ise en büyük üçüncü ihracat pazarı.

Britanya tekellerinin bir bölümü içinse, AB dışında AB ve ABD ile yeni ticaret anlaşmaları yapmak daha kârlı ve ticaret dengesini değiştirebilecek bir hamle.

RUSYA'NIN 'YIKICI' ETKİSİ
Doğrusu, Rusya ve lideri Putin de, Avrupa'daki "Atlantik etkisi"ni kırmak ya da azaltmak için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar.

Rusya'nın özellikle Avrupa'daki sağ-popülist ve proto-faşist parti/hareketlerle "gönül bağı"nın ötesinde ilişkiler kurmaya başladığı biliniyor. 2015'te toplanan ve "Faşist Enternasyonal" de denebilecek “Uluslararası Rus Muhafazakar Forumu”nun katılımcıları arasında, Avrupa’daki birçok neofaşist partinin yanında Altın Şafak da vardı. Bunun yanı sıra, "Avrasyacılık"ın önde gelen ismi Aleksandr Dugin ile Altın Şafak lideri Mihalolyakos'un mektuplaştığı daha önce ortaya çıkmıştı.

Dahası, Marine Le Pen, 2014 yılında partisi FN'in Rus sermayeli First Czech-Russian Bank'ten 9 milyon avro kredi aldığını kabul etmişti. Ancak Le Pen, bu kredinin "politikaları üzerinde etkili olmadığını" ileri sürmüştü.

Rus bankasından giden kredilerin FN'den ibaret olmadığı da söyşeniyor. Diğer Avrupa partileri arasında Belçika'dan Vlaams Belang, İtalya'dan Kuzey Ligi, Macaristan'dan Jobbik ve Avusturya'dan Özgürlük Partisi de var.

Bunlar işin "akçalı" kısımları. Ancak hiçbir etkisinin olmadığını söylemek mümkün değil. Rusya, dünya kapitalist sisteminin krizini de kullanarak, Avrupa'nın bölünmüşlüğünü kendi kolonlarını yaratarak değerlendiriyor. Sermayenin bir kanadı, Rusya ile en azından bir detantı zorluyor, Rusya ile kavga değil, işbirliği ya da en azından "seviyeli rekabet"i arzuluyor.

KRİZİN SİYASİ BOYUTU DAHA KARMAŞIK
Krizin siyasi boyutunu değerlendirirken, bir şeyi akılda tutmak gerekiyor: ABD ve Avrupa’da gelişen “sistem dışı”, “kurulu düzene karşı” ve çoğunlukla sağ-popülist çizgideki hareketler, bölünmüş emperyalist sistemdeki bir hizbin krizi değil, kapitalizmin genel krizi.

Bu noktayı gözden kaçırmamak, Avrupa siyasetindeki gelişmeleri anlamak için de elzem. Zira, kapitalizmin ulaştığı malileşme ve uluslararasılaşmanın bir tür otarşik modelle aşılabileceğine ilişkin elimizde herhangi bir veri bulunmuyor. Kapitalizmin krizinin yarattığı siyasi bölünmeyi değerlendirirken, iktisadi birikim rejiminin bugünkü durumunu da hesaba katmak gerekiyor.

Tam da bu nedenle, Avrupa’daki bir açıdan gerçek, bir açıdansa suni yarılmayı birbirinden uzaklaşan siyasi akımlar olarak değil, birbirine yaklaşma eğiliminde olan eğilimler olarak görmek daha gerçekçi. Ne demek istediğimizi açalım.

Örneğimiz Fransa. Fransa’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda alınan sonuçlar, birçok yorumcu için “kurulu düzen”in yıkıldığının bir göstergesi. Kurulu düzenden kasıt, muhafazakârlar ve “sosyalistler” arasında pinpon maçı şeklinde süregiden siyasi sistemdi. Bir “parti” bile sayılamayacak nevzuhur bir siyasi hareketin temsilcisi Macron ile proto-faşist denebilecek Marine Le Pen arasındaki yarış, Fransa’da “siyasi merkez”in dağıldığının göstergesi olabilir, doğru.

Ancak siyasetin merkezinin dağılması, yeni bir merkezin kurulamayacağı anlamına gelmiyor. Bunun en büyük göstergesi, Le Pen’in son zamanlarda attığı ve eski “merkez”e yakınlaşma amacı güden kimi adımlar. Örneğin Le Pen, daha “kucaklayıcı” olmak için parti liderliğini bıraktığını açıklarken, dış politikada da daha “dengeli” bir pozisyonun sinyallerini veriyor. Buna “bağımsızlıkçılık” denebilir.
Ancak konu Le Pen ve Fransa’dan ibaret değil. Avusturya’nın sağcı Özgürlük Partisi’nin geçen seneki seçimlerde cumhurbaşkanı adayı olan Norbert Hofer, ilginç bir çıkışla “gerçek ve tamamlayıcı bir birliğe ihtiyacımız var” diyerek AB’ye bağlı olduklarını ilân etti. Aynı partinin lideri Heinz-Christian Strache ise avroyu korumak istediklerini, ancak AB’nin “merkezileşmiş bir Avrupa federal devleti” olmasını istemediklerini kaydediyordu.

Fakat konu tersinden de değerlendirilebilir: The Intercept için yazan Mehdi Hasan, Avrupa’daki sağ-popülist hareketlerin yükselmesinden, merkez-sağ ve merkez-sol siyasetleri sorumlu tutuyor ve bu siyasetlerin onyıllardır yabancı düşmanı ve Len Penvari siyasetleri kullanarak, aslında onları normalleştirdiklerini vurguluyordu.
Bu durum, eski “merkezle” yeni “isyankârların” ortada bir yerde buluşacakları anlamına gelmiyor elbette. Bununla birlikte, Avrupa’daki siyasi restorasyon, bir cephesinde Trump-May-Le Pen (belki bir de Putin!) üçlüsünün durduğu, diğer cephesinde ise Merkel-Schulz (belki bir de Şi Cinping!) ve bilumum AB kurumlarının durduğu bir kadronun sürtüşmeleri ve cilveleri ile gerçekleştirilmeye çalışılıyor.

ABD ve Rusya’nın fırsattan istifade “yıkıcı” faaliyetlerini sürdürdüğü de düşünülürse, kapitalizmin güncel bunalımının Avrupa’ya olan yansımaları, suların durulmasına izin verecek gibi görünmüyor. Birlik’in içinde Almanya’ya yönelik “başkaldırı”nınsa, Fransa örneğinde görüldüğü üzere, bu haliyle işçi sınıfına hiçbir katkısı olmuyor.

Erman Çete / SOL
                                                             *

Emperyalizmin krizini haritalandırmak(V): Hindistan’da birbirine dolanan ayaklar

"Lokal bir sorun gibi gözüken Keşmir’in altından geçen bu faylar, Asya’nın tarihsel biçimlenişinden emperyalizmin militarist yatırımlarına kadar pek çok yükü üzerinde taşıyor. Bu nedenle emperyalizmin ayaklarının her an bu yüksek gerilim hattında dolanması mümkün."

Emperyalizmin krizi deyince Asya kıtasına çekiliyoruz. Bildiğimiz dünyada coğrafi merkezi Atlantik ve çeperi olan olan emperyalizm, dünyanın öbür ucunda sorunlar yaşıyormuş gibi görünüyor. Kriz noktası güç merkezinden uzaklaştıkça oradaki aktörlerin hareket serbestliği sanki coğrafi olarak çok kutupluluk doğuruyor. Hatta çeyrek yüzyıldır üretilen Batı-Doğu ikiliği tezleri buradan beslenebiliyor.

Oysaki krizin Asya'ya çekilmesinin belirgin tarihsel nedenleri var. 2. Dünya Savaşı'nı takip eden on yıllarda Asya'nın merkezi güçleri şekil almıştı. Kıtanın iki büyük ülkesinden Çin'de 1949'da Halk Cumhuriyeti kurulurken, Hindistan 1947'de İngiliz sömürgeciliğinden kurtularak Bağlantısız Ülkeler Topluluğu'nun önderliğine soyundu. Sovyetler Birliği'nin belirlediği dünya düzeni bu şekillenmeye izin veriyordu.

Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra emperyalizm sosyalizmin geçmişte etkisi altındaki coğrafyaya uzandı; uzanırken de bu tarihsel etkenin geçerliliğini yitirmiş kabul etti. Ne var ki yeniden egemenlik kurmaya çalıştığı coğrafyalarda eski aktörlere uydu muamelesi yapması, bunların karşılıklı rekabetini kaşıyor. Atlantik merkezli emperyalizmin Asya coğrafyasını şekillendiren tarihselliği göz ardı etmesi bu coğrafyaya adım atarken ayaklarını birbirine doluyor.

Emperyalizmin restorasyon çabasını kapitalizmin restorasyonundan ayırt edemeyiz. Çin'i bir yana koyacak olursak, Hindistan'da bu restorasyonun nasıl yaşandığına bakarak ayakların hangi noktada birbirine dolandığını görmek mümkün.

HİNDİSTAN'IN AKP'Sİ
2. Dünya Savaşı'nı takip eden yıllarda Sovyet etkisi altında kurulan Hindistan Cumhuriyet'in mirası, 1. Dünya Savaşı'na Bolşeviklerin müdahalesinin etkisiyle kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin mirasına benziyor. Cumhuriyetlerin taşıdığı aydınlanmacı ve halkçı miras, Sovyet sonrası dönemde iki ülkede de mezhepçi ve işbirlikçi iktidarlar tarafından tasfiye edildi. Fakat bu tasfiyeciliğin verdiği güçle söz konusu iktidarlar bölgesel emperyalist paylaşımlarda söz hakkı talep eder oldular. Dolayısıyla emperyalist-kapitalist restorasyondan doğan bu tasfiyeci iktidarlar emperyalizmin aynı zamanda yönetebilirliğinin altını oyuyorlar.

2014'te iktidara gelen Hindu milliyetçisi BJP (Hindistan Halk Partisi), Hindistan'ın bağımsızlık mücadelesiyle kazandığı kuruluş değerlerini ortadan kaldırma misyonuna sahip. BJP iktidarında Hindistan'ın yaşadığı dönüşüm fazlasıyla AKP iktidarınınkini çağrıştırıyor: Lideri Narendra Modi “laik Cumhuriyeti tarihe gömme” ve “Hindistan’ın öz değerlerine döndürme” söylemiyle seçimi kazandı. Hindistan yurtseverliğinin altını oyan Hindutva ideolojisi BJP tarafından resmen 1980’de benimsenmişti. BJP, eğitimin Hindu kültürel öğeleri doğrultusunda yeniden düzenlenmesini, nüfusun yüzde 10’unu oluşturan Müslüman azınlıkları gözeten uygulamaların kaldırılmasını gündeme getirdi.

Bu ideolojik dönüşüm iktisadi dönüşümden güç alıyor. Hindistan'ın ölçeği Türkiye'den kat kat büyük, dolayısıyla restorasyonun iktisadi düzeyde yaşattığı toplumsal yıkım kat kat daha şiddetli. BJP'nin neoliberal reform programı, 1991 sonrası devletçi politikaların terk edildiği süreçte bir nitel sıçrama meydana getiriyor. BJP Hindistan’ın özellikle gelişmekte olan ekonomilerde ciddi bir pazar payı olan ilaç sanayisini yabancı sermayeye açmayı tartışıyor. Dünyada dördüncü olan Hindistan Kömür Şirketi’nin yüzde 10’u Hindistan'ın CHP'si olan Kongre Partisi iktidarında satılmıştı, şimdi bir yüzde 10 satış daha ekleniyor. Savunma sanayiinde işletmelerin yüzde 49’undan fazlasının yabancı mülkiyetinde olmasına artık izin veriliyor.

Hindistan'da tasfiyenin en dikkat çekici ögesini tarım oluşturuyor. Endüstriyel tarımın geleneksel tarımın yerini alması kırsal alanda büyük bir çalkantı doğurmuş durumda. Monsanto adlı emperyalist gıda tekelinin yüzlerce davaya konu olan patentli tohum dayatmasından kurtulmak için çiftçilerin başvurduğu GDO’lu tohumlar, kimyasal girdi gerektirmesi nedeniyle çiftçileri borçlandırıyor. Tarımsal dönüşüm nedeniyle 1997’den beri yüz binlerce köylünün intihar ettiği ve her yıl onbinlerce çiftçinin canını kıyanlara katıldığı bildiriliyor. Ölen çiftçilerin borçları ise ailelere yükleniyor.

Bu dramatik tabloya tüy diken son olarak Hindistan'ın 'nakitsizleşme' (demonetarization) uygulaması oldu. BJP hükümeti kullanımda olan nakit paraların banka hesaplarına transferi kararını alarak temel ihtiyaçlarını nakitle karşılayan Hindistan emekçilerini açlığa mahkum etti. 2016 sonlarında büyük miktarda nakit parayı kullanılmaz hale getirecek bu kararla, yarısı banka hesabı bile olmayan nüfusu gözden çıkardı, finans sermayesinin çıkarları doğrultusunda küresel ölçekte dijitalizasyonun ilk büyük ölçekli denemesini yaptı. Bu deneme, Hindistan yoksullarının bir nevi kobay olarak kullanılması anlamına geliyor. Büyük ölçeklerde artı değer birikimlerini piyasaya entegre etmeyi hedefleyen bu uygulamaya Hindistan’ı kriz içindeki ABD sermayesinin yönlendirmiş olması ise hasır altı edilmeye çalışılıyor.

İşte bu dramatik tablo, BJP iktidarının Atlantik eksenine alternatif gibi kendisini gösteren BRICS şampiyonluğuna soyunduğu, bölgede milliyetçi gövde gösterileri yaptığı süreçte ortaya çıktı.

TRUMP DÖNEMİNDE BRICS'İN I'Sİ
Yazı dizimizde çokça vurgulandığı gibi Trump'ın ABD Başkanı olması esas olarak Obama çizgisinden bir sapma anlamına gelmiyor. Bu Hindistan için de geçerli. Yeni olan, Obama döneminde kaşınan yaraların bu dönemde kanatılma ihtimalinin artması.

Hindistan'ın 2000'lerin ortasından itibaren entegre edilmeye başladığı serbest ticaret düzeni BJP iktidarında ilerletilirken Trump'ın Amerikan sermayesini ülkede konsolide edici politikalarının bir benzeri Hindistan’da 'Make in India' (Hindistan'da Üret) sloganıyla gündeme gelmişti. AB-Hindistan arasında 2007'den beri Serbest Ticaret Anlaşması görüşmeleri bir süre kesintiye uğradıktan sonra BJP tarafından 2015'te yeniden yürütülmeye başlandı. Bu en başta Hindistan'ın hala kamusal olan ilaç endüstrisinin piyasalaştırılmasını amaçlıyor. BJP hükümetinin bu başlıkta ayak sürümesi ise kamusallığı koruma direncinden değil askeri-stratejik başlıklarda pazarlık gücü kazanma derdinden dayanıyor.

BJP, ‘Make in India’ inisiyatifini yabancı sermaye yatırımlarıyla ortaklıklar kurarak kompanse etme yoluna giderken, ilaç sanayisini savunma sanayisi karşısında bir koz olarak kullanıyor. Savunmada yerli sanayiye daha fazla pay veren Rus ortaklığını Japon ortaklığına göre tercih ederek Atlantik kampıyla pazarlıkçı bir mesafe koyuyor. Öte yandan ABD-AB'nin Çin karşısında Hindistan'ın bölgesel siyasal etkisini güçlendirmek için sunduğu destek, Hindistan'ın ilaç endüstrisi üzerindeki serbest ticaret rezervlerini kaldırmasının kolaylaştırabilir. Trump dönemi 'korumacı' görünümdeki pazarlıkçılık politikası ülkeler arası gerilimleri tırmandırırken bu gerilimlerin giderilmesi için örneğin sağlık başlığında emekçileri kurban etmekten çekinmiyor. Ne kadar yerli silah, o kadar yabancı sermayeye bağımlı sağlık...

Güneydoğu Asya’da Rus açılımlarına Hindistan’ın yaklaşımı ise ikircikli. Rusya’yla ikili ticareti geliştirme hedefi ABD müttefiki Japonya’nın gerisinde. 2015 güzünde Japonya ile yapılan savunma anlaşmasında kararlaştırılan denizaltı imalatı askıda tutulurken Rusya’nın helikopter imalatında ‘ortaklık’ önermesi Hindistan’ı Rusya’ya yaklaştırmıştı. Ancak Rusya’nın ortak savunma ekseni için önemli olan S-300 savunma sistemi anlaşmasına Hindistan girmiş değil.

Emperyalizmin krizi Asya'ya çekilirken Asya'da bu kriz dinamiklerini özellikle çeken sıcak bir gerilim noktası Pakistan-Hindistan çekişmesi. ABD açısından Obama döneminin Asya'ya pivot politikası görece belirgin dost ve düşman ayrımlarına dayanıyordu. ABD'ye göre büyükten küçüğe Çin düşmansa Hindistan dosttu, Hindistan dostsa Pakistan düşmandı. Fakat gerek Pakistan'ın Afganistan'da IŞİD'i etkileyerek ABD bölge politikasının altını oyması, gerekse eski müttefik Pakistan'ın Çin’e tümüyle teslim edilmek istenmemesi Trump danışmanlarını çoklu bir politika geliştirmeye yönlendiriyor. Tabii bu aynı zamanda daha çelişkili bir politika anlamına geliyor. Obama döneminde Hindistan’ın ABD’yle yakınlaşma eğilimi üzerine Rusya Pakistan’a silah satınca, Cumhuriyetçiler ABD’nin Hindistan’a karşı Rusya gibi ikili oynamaması gerektiğini söylemişlerdi. Rusya ise Pakistan’la yaptığı silah anlaşmasıyla, savunma sistemini Hindistan’la ortak imal edeceği helikopterleri vuracak şekilde genişletilme imkanını cepte tutuyor.

ABD'nin iki ülke arasındaki çekişmede nasıl bir pozisyon alacağını belirleme zorunluluğunun ise tarihsel başka nedenleri de var...

NÜKLEER SAVAŞ KEŞMİR'DEN Mİ BAŞLAYACAK?
2. Dünya Savaşı sonrasında birer nükleer güç haline gelmiş iki ülkeden söz ediyoruz. Sömürgecilikten kurtulan Hindistan’a karşı 1947’de İngilizler Hindu-İslam bölünmesini kaşıyarak İslamcı Pakistan’ı doğurmuştu. Pakistan, Soğuk Savaş döneminde Afganistan’a karşı ABD’nin bölge taşeronu olarak nükleer silah sahibi haline getirilmişti. Buna karşılık nükleer gücü olan Hindistan, Soğuk Savaş dönemi kapandıktan sonra gelişen ABD yakınlığıyla Çin’e karşı bölgedeki ana müttefike dönüştü. Şu an ABD’nin cesaretlendirdiği Hindistan karşısında eski ana müttefiklerden Pakistan Çin’den himaye arıyor. ABD emperyalizminin farklı dönemlerde nükleer güç olarak misyon sahibi haline getirdiği iki ülke, Asya’da bir nükleer savaş felaketini tetikleme tehlikesi yaratıyorlar.

Hindistan ile Pakistan sınır hattında, Keşmir bölgesinde sıcak çatışmalar yaşanıyor. Keşmir'in yarısı Pakistan yarısı Hindistan kontrolünde. Hindistan'a bağlı eyaletin tam adı 'Jammul ve Kashmir'. Jammul'da Hindu ağırlık, Keşmir vadisinde Müslüman var. Yerel İslamcı hareketler Pakistan'la birleşme veya özerkliği savunuyorlar. Hindistan 2016 Ekim başında Pakistan’ın yönettiği Keşmir bölgesinde teröristlere yönelik bir ‘cerrahi vuruş’ gerçekleştirdiğini açıkladı. Pakistan ise Hindistan’ın sınırlarından içeri girmediğini, girmiş olsa buna çok sert yanıt vereceklerini söyledi. Pakistan’ın İslamcı teröristlere beşik olması ve Hindistan’ın bölgesel militarizmi, Güneydoğu Asya’da savaşı tırmandırabilecek bir kırılganlık yaratıyor.

Keşmir, İngiliz sömürgeciliğinin Hindistan'dan Pakistan'ı koparma sürecinde Müslüman nüfus nedeniyle tartışmalı bir bölge. 1970'lerin başına kadar komünistler etkin imiş ancak partideki Çinci bölünme sonrası devlet baskısı artmış ve hareket etkisini kaybetmiş. 1947'de Hindistan kurulurken ulusal birliğe katılmak istemeyen yerel feodal liderin direnmesi üzerine Pakistan meseleye el atıp coğrafyanın bir kısmını koparmış, geri kalanı da Hindistan'la özerklik şartlarında bütünleşmeye razı olmuş. Ancak özerklik, Pakistan’ın Sovyetleri kuşatmak üzere İslamcı örgütlere ev sahipliği yapmasından ve Keşmir’in bu burada bir geçiş alanı olmasından kaynaklanan nedenlerle tartışmalı hale gelmiş, aşınmış. Hindistan’ın iki komünist partisi, Hindistan Komünist Partisi (HKP) ve HKP (Marksist) terör örgütlerine karşı önlem alınması fakat Keşmir'e yeniden özerkliğin tanınması gerekiğini savunuyorlar. Bunun bölgesel emperyalist rekabeti çözebilmesinin sınırları var.

Geçen yıl CIA destekli mücahit hareketinden bir gencin öldürülmesi üzerine çatışmalar büyümüştü. Öte yandan BJP iktidarının Keşmir’e yönelik askeri müdahale politikası partinin Hindu milliyetçisi ve bölgesel iddialarından güç alıyor. Hindistan devletinin Keşmir’de (yüzlerce kişinin gözünden vurulmasıyla sonuçlanan) sert tutumunun İslamcı örgütlerin ötesinde bölgedeki gençliği isyana sürüklediği bildiriliyor. Müslüman nüfus ve Pakistan'ın bölgede sürdürdüğü kısmi hakimiyet nedeniyle gerilim Pakistan'a mal edilse de HKP bu seferki isyanın iktidar baskısına karşı yerel bir ayaklanma olduğuna işaret ediyor.

ABD açısından Çin’i kuşatma stratejisi açısından da Keşmir’in önemi var. Burası aynı zamanda Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru'nun geçiş noktası, bu yüzden Hindistan'ın Çin tehdidini hissettiği hassas noktalardan biri. Çin Halk Cumhuriyeti hükümeti, ABD müttefiki Hindistan'a karşı eski müttefik Pakistan'la -tam da Obama döneminde Cumhuriyetçilerin kaygılarını haklı çıkaracak şekilde- bir yakınlaşma politikası izliyor. Yine de bölgesel olarak Çin provokatif değil dengeci konumunun avantajını kullanıyor ve resmiyette iki ülke arasında müzakere yoluyla sorunun çözülmesini savunarak soğukkanlı bölge gücü rolünü koruyor.

Lokal bir sorun gibi gözüken Keşmir’in altından geçen bu faylar, Asya’nın tarihsel biçimlenişinden emperyalizmin militarist yatırımlarına kadar pek çok yükü üzerinde taşıyor. Bu nedenle emperyalizmin ayaklarının her an bu yüksek gerilim hattında dolanması mümkün.

Ali Somel / SOL


Yüksek anket-düşük bankent - Miyase İlknur

31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlere artık bir ay bile değil, tam tamına 30 gün kala bırakın hangi il ve ilçede kimin önde gittiğini, partilerin gösterdiği adayların kesin olup olmadığını bile bilmiyoruz. 

Adaylar açıklanıp seçim kurullarına bildirilmesine rağmen gün geçmiyor ki bir ya da ilçe de aday değişmesin. Partiler kimi yerde gösterdikleri adaya karşı örgütten ve seçmenden gelen tepkiler nedeniyle, kimi yerde genel merkezlerindeki bir kliğin çevirdiği dolaplar yüzünden aday değişikliğine gidiyor. Kimi zaman “Ay pardon biz o il ve ilçeyi ittifak yaptığımız partiye vermişmişiz” deyip adaylarını geri çekiyorlar. 
Bazen de YSK, adayın gerekli yasal koşulları taşımadığını, kesinleşmiş cezası olduğunu söyleyerek adaylığı düşürüyor. Neresinden bakarsan şaşkınlık, iş bilmemezlik ya da aymazlık. Aday adayları başvururken parti genel merkezleri o aday adaylarının hem yasal koşulları taşıyıp taşımadığına, hem de örgütte ve halkta bir karşılığını olup olmadığına ya da hangi il ve ilçe için ittifak yaptığı partiyle anlaşıp anlaşamadığına bakmaz mı? 

Daha adaylarını doğru dürüst belirleyemeyen, ittifak protokolünü bile zırt pırt değiştiren siyasal partilerin ülkeyi nasıl yönettiklerini ve yöneteceklerini bize göstermiyor mu? 


Hemen her yerel seçime bir yıl kala “Adaylarımızı 6 ay önceden belirleyip çalmadık kapı bırakmayacağı” açıklamasını yapan partilerin adaylarını seçime bir aydan az bir süre kaldığı halde bir türlü kesinleştiremediği ülkemizde anketlerde kararsız olan seçmenlerin oranının hâlâ çok yüksek çıkmasına neden şaşırıyoruzki? 

Liderleri kararsız, partileri kararsız bir ülkenin seçmeninin kararsız olmasından daha doğal ne olabilir? 

Siyasal partiler gibi anket şirketleri de seçimde tartıya çıkarlar. Çünkü onların da karne günü seçim zamanlarıdır. Hangi şirketin anketleri en az sapmayla sandık sonucunu tutturduğuna bakılıp not verilir. O nedenle anket şirketlerinin rekabeti de en az partilerin rekabeti gibi heyecanlı geçer. Tabii ciddi ve kurumsallaşmış, bir partinin piar ajansı gibi çalışmayan şirketlerden söz ediyoruz. Diğerlerini bu kategoriye katmak marka değerini düşünen ve anketlerini dünyada genel kabul görmüş ilkelere göre yapan şirketlere haksızlık olur.

Her parti kendi oylarını yüksek gösteren anketleri açıklıyor, kendi oylarını düşük gösteren anketlere “Siz o anketlere kulak asmayın” diye seçmenine mesaj veriyor. Ancak kendilerini yüksek gösteren anketlere aldanmanın faturasının da çok ağır olacağını nedense hesap etmiyorlar. Çünkü parti tabanları kendilerini yüksek gösteren anketlere bakıp bir beklentiye giriyor, o beklenti gerçekleşmediğinde de hüsrana uğruyor ve parti yönetimine öfkesi de katmerli oluyor. O nedenle partilerin o yüksek anketleri çok dillendirmemesi kendi hayırlarına. Yüksek anketler sonra düşük banket sorunlarını doğuruyor. Bilindiği gibi yollarda üzerinde “Dikkat düşük banket” yazan trafik levhaları, yolun banketten yüksek inşa edildiğini ve kenara yaklaşınca aracın devrilme riski olduğunu anımsatır. Partiler de seçmenlerini yüksek anketlere şartlandırırsa 1 Nisan sabahı düş kırıklığına uğrayan taban, arabayı sarsar ve devirir. 

O nedenle parti yönetimlerine tavsiyemiz siz siz olun anketlere inanmayın ama anketsiz de kalmayın. Zira bu seçim de seçmenler anket şirketlerinin tümünü ters yatırabilir. Hemen her partinin seçmeni rakip partilerden çok, kendi partilerini cezalandırmak için formül arıyor. Bu da oy geçişkenliğini çok artıracak gibi. Buna bir de ekonomik kriz realitesi eklenince, hesaplar çok karışabilir.

Bu seçimde en rahat anket şirketleri, adaylar belli olmadan partilere aday adayları üzerinden anket yapan şirketler. O şirketler de biliyor ki, kendisine bu işi veren parti genel merkezi adaylarını bu anketlere bakarak belirlemiyor. O yüzden sahaya çıkmaya bile gerek yok. Hesap soran da yok. Zaten o anketi yaptıran partinin genel merkezi de aday adaylarının havasını almak için “dostlar alışverişte görsün” diye o anketleri yaptırıyor. Anket yaptırdığı şirkete de parasını tıkır tıkır ödüyor. Ben aday adaylığı sırasında anket yaptıran ve bunlara uymayan partilerin kurultay delegelerinin yerinde olsam o yönetimleri ibra etmem. O anket şirketlerine ödenen parayı da yönetime zimmet çıkarılması için önerge verir oylatırım. 

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ilk kez anketlerden rahatsız, farkında mısınız? 

Bugüne kadar seçim öncesine yapılan anketlere çok itibar eden Erdoğan’a ne oldu da “Siz o anketlere bakmayın” diyor. Sonuçların kendileri için çok kötü olmasından kaynaklı bir durum mu, yoksa “anketten ne çıkarsa çıksın biz sandıktan çıkanı öyle ya da böyle kendimize uydurmayı biliriz” özgüveninden mi böyle konuşuyor! 

Ee, beni daha fazla konuşturmayın gari, siz anladınız anlayacağınızı.


Miyase İlknur / CUMHURİYET

NATO üyeliğinin ağır sonuçları - Barış Doster

Türkiye’nin Rusya’dan aldığı ve ilk teslimatı bu yıl yapılacak olan S-400 füzeleri, ABD ve NATO’nun Türkiye’ye yönelik tehdit, şantaj, hakaret içeren tepkilerinin önemli nedenlerindendir. 

Gerek doğrudan, gerek NATO eliyle Türkiye’de nüfuz sahibi olan ABD; sadece silahlı kuvvetler üzerinde değil, siyasetten bürokrasiye, iş dünyasından akademiye, medyadan sendikalara dek her alanda, kurumsal ve örgütlü bir etkiye sahiptir. O nedenle, tüm tonlarıyla Türk sağının, merkez sol siyasetçilerin, yüksek rütbeli komutanların, bürokratların, diplomatların, uluslararası ilişkiler uzmanlarının büyük bölümü için NATO dokunulamaz, sorgulanamaz bir örgüttür. NATO, kısık sesle eleştirilse de, faydasının zararından çok olduğu söylenir. Oysa gerçek tam tersidir. 

NATO; kurucu anlaşmasına bakılarak, ittifakın basın bültenleri okunarak, anlaşılamaz. Soğuk Savaş dönemi kavramları ve yaklaşımlarıyla açıklanamaz. Kimilerinin sandığı gibi, sadece bir savunma-güvenlik örgütü olarak görülemez. NATO, askeri boyutunun ötesinde politik, ideolojik bir örgüttür. ABD emperyalizminin baskı, saldırı, işgal aygıtıdır. 1952’de ittifaka üye olan Türkiye’nin, SSCB ve komünizm tehdidinden NATO tarafından korunduğuna inananlara, şunları anımsatmak gerekir: 
-NATO’ya üyelik başvuruları reddedilen Türkiye’nin, ancak Kore’de Mehmetçiğin kanını akıtarak NATO’ya üye alınmasını. 
-Yapımına 1951’de başlanan, 1954’te hizmete açılan İncirlik Üssü’nde Türkiye’nin bilgisi dışında, Türkiye’yi tehlikeye atacak çapta çevrilen dolapları. 
-1960’taki U-2 casus uçağı krizini. 1962 tarihli füze bunalımını. -1964’teki Johnson Mektubu’nu. 
-12 Mart 1971 muhtırasına verilen ABD desteğini. 
-1971’de ABD baskısıyla yasaklanan haşhaş ekimini. 
-1974 Kıbrıs Barış Harekâtı nedeniyle konan ABD ambargosunu. 
-12 Eylül 1980 darbesinde ABD’nin rolünü. 
-Hemen sonrasında ABD destekli Türk-İslam sentezini, 
-24 Ocak kararlarını, “ılımlı İslam” projesini. 
-1984’ten itibaren ABD’nin PKK terör örgütüne verdiği desteği. 
-1992’de Muavenet zırhlısının vurulmasını. 
-1993’te Eşref Bitlis’in öldürülmesini. 
-1 Mart 2003’te tezkerenin reddi sonrası, ABD’nin küstah tavrını. 
-4 Temmuz 2003’te Süleymaniye’de Mehmetçiğin başına çuval geçirilmesini. 
-ABD’nin 15 Temmuz 2016’da FETÖ’cü darbe girişimine verdiği desteği. 
-ABD’nin, Kıbrıs’ta Annan Planı dahil, Rum- Yunan tezlerini sahiplenmesini. 
-Fener Rum Patrikhanesi’nin ekümenik olma çabasını sahiplenmesini. 
-Heybeliada Ruhban Okulu’na ilişkin tartışmada taraf olmasını. 
-Sözde soykırım iddialarını Türkiye’nin tepesinde “Demokles’in Kılıcı” gibi sallandırmasını. 
-ABD kaynaklı makalelerde, NATO tatbikatlarında Türkiye’yi bölünmüş gösteren haritalar kullanmasını. 
-Türkiye’deki ABD büyükelçilerinin içişlerimize karışan, haddini aşan beyanlarını.  
-Rahip Brunson ve Halk Bankası davalarını. 
-ABD Başkanı  Trump’ın “Türk ekonomisini mahvederiz”şeklindeki mesajını. 
-ABD’nin Türkiye ve komşularını bölerek Kürt devleti kurma planlarını… 

Bu liste daha da uzatılabilir.

Zihinlerdeki zincirler 
NATO üyeliğinin tahribatı öyle derindir ki, “Türkiye’yi, Yunan saldırganlığındanNATO koruyor” diyenler bile çıkmıştır, iki ülkenin devlet kapasitesine, askeri gücüne hiç bakmadan. ABD’nin İsrail’le ilişkilerinin boyutunu hiç düşünmeden, “Türkiye NATO’dan çıkarsa, İsrail NATO üyesi yapılır” diyenler görülmüştür, sanki İsrail’in ABD tarafından korunması için, NATO üyeliğine ihtiyacı varmış gibi. 

Kıssadan Hisse: NATO üyeliğinin yarattığı tembellik ve kolaycılık ağır; Atatürk’ün tam bağımsızlık geleneğinden kopuşun neden olduğu kişilik ve yön kaybı vahimdir.

Barış Doster / CUMHURİYET

Yeni damat düzeni - DENİZ YILDIRIM

Dün, Amerikan askerlerinin topraklarımız üstünden komşumuz Irak’ı işgal etmesinin önünü açacak AKP tezkeresinin halkın kitlesel tepkisiyle, muhalefetin doğru tutumuyla ve iktidar partisi vekillerinden gelen sınırlı destekle engellenmesinin yıldönümüydü. 

1 Mart 2003’ün yıldönümü kutlu olsun. Türkiye’nin bugün muhalif tutumunda ısrar eden geniş kitle ve siyasetleri o dönem dahil kandırılmadı; doğruda durdu. 

Yanlış anlaşılmasın; 16 yıl önce Meclis’e bu tezkereyi getiren AKP, bugün geldiği “Amerikan karşıtı” çizgi gereği bir özeleştiri sunmuş değil. Aksine, bu hafta içinde Saray’da Trump’ın damadı ve kıdemli danışmanı KushnerErdoğan tarafından ağırlandı. Damat Kushner’in katıldığı toplantının gündemi, yapılan açıklamaya göre “Ortadoğu Barış Süreci”. Konu dış politika olunca haliyle gözlerimiz Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nu aradı; fakat toplantıya katılan tek bakan Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak oldu. 2 saatlik görüşmenin ardındansa, damat Berat Bey’in paylaşımından okuduğumuza göre, Albayrak ve Kushner iki ülkenin ekonomik ilişkilerinin geliştirilmesi için verimli bir toplantı yapmışlar. 

Trump’ın damadı Kushner, bu ziyarete gelmeden önce Suudi sarayında ağırlanmış. Kaşıkçı cinayetiyle ilgili adı çokça geçen veliaht prens MBS (Muhammed bin Salman) ile de uzunca görüşmüş. Çok samimiler. Birçok kaynağa göre bu samimiyet, ticari boyutlarda. Hatta Amerikan basını, Trump’ın damadı üstünden Ortadoğu’da kurduğu ilişkilerle ticari ve siyasi çıkarları iç içe geçirdiğini yazıyor. Ayrıca, damat Kushner’in cebindeki “barış planı”nın mimarları İsrail’de Netanyahu, Suudi Arabistan’da MBS ve ABD’de Trump. Kushner bir bakıma bu üçlünün Ortadoğu temsilcisi.
 
Yeni dünya düzeni” sallantıda. Yeni damat düzeniyse Trump’ın göreve geldikten sonra özellikle Batı dışı devletlerle doğrudan damadı üzerinden geliştirme yolunu seçtiği ilişki tarzının adı. Trump birçok Ortadoğu ülkesine elçi önermiyor, ilişkileri doğrudan damadı üstünden yürütmeyi ve bu yolla da kurumsal, diplomatik yapıların etrafından dolaşmayı tercih ediyor. Bu hafta içinde ABD tarafından Türkiye’ye de bu tarz bir Saraylı Ortadoğu rejimi muamelesi yapıldığını öncelikle not edelim. Elçi önermesi, bu gerçeği değiştirmiyor. Nitekim bu toplantıda Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu yerine Albayrak’ın olmasını da bu yöntem benzerliğine ısrarla ek yapalım. Her fırsatta “devlet” diyenlerin; Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurumsal ve diplomatik yapılarının, geleneklerinin yok sayıldığı bu gibi muameleler karşısındaysa tek sözü yok. Güçleri, sözleri halka yetiyor. 

Gelelim bir başka konuya. Trump ocak ayında bir tweet atıp “bizden izinsiz bir operasyon yaparsanız ekonominizi çökertiriz” tehdidi savurmuştu. İçeride muhalefete “illet, zillet” diyen; milleti ikiye ayıran öfkeli siyaset dili her nedense Trump’a hiç yönelmedi. Ve üstüne şimdi Trump’ın damadı Saray’da ağırlandı; Albayrak’la “ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi için” ikili görüşme yapıldı. Kushner kimdir, ekonomiyle bağı nedir? Ekonomimizi çökertecek olanlarla nasıl bir ekonomik bağ geliştireceğiz? Bu soruları da ilave edelim.
 
Diğer yandan daha geçen ay ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Danışmanı John Bolton Ankara’daydı. Erdoğan görüşmedi; “muhatabı İbrahim Kalın” açıklamasını da ekleyerek. Diplomatik ilişkiler açısından kabul görmeyen Bolton’un yerine gelen Trump’ın danışmanı Kushner ise Saray’da ağırlandı. Dolayısıyla, mevkidaşlık gerekçesi de açıklayıcı olmaktan çıkmış durumda. Kushner’i mevkidaş gibi ağırlanmaya değer kılan nedir? İşin özü, Trump’ın Ortadoğu ülkeleriyle doğrudan damadı üstünden geliştirdiği bu yeni ilişki tarzı, Ankara’daki Saray’da da kabul görmüş oldu. 

Siyaset tutarlılık işi. İç siyasette söylenenlerle dış siyasette yapılanlar arasında da makas açılıyor. İçeride muhalefet partilerine, ittifaklara “Kandil’den, Pensilvanya’dan yönetiliyorlar” suçlamaları yaparken; dış ilişkilerde Gülen’i iade etmeyen, Suriye’de operasyonu ekonomik tehditle engelleyen ABD başkanının damadının bu şekilde ağırlanması da bu makasın göstergelerinden birisi. 

Sahi Pensilvanya hangi ülkedeydi? Beka, kimin bekasıydı?

Deniz Yıldırım / CUMHURİYET

Mülkiyeliler ve liyakat - REMZİ ÖZDEMİR

Son yıllarda özel ve kamu kurumlarında çalışırken işten çıkarılan, emekliliğe zorlanan, pasifize edilen, en bilgili tecrübeli döneminde kendisinden yeterince faydalanılmadığını gördüğü için kendi isteği ile emekliye ayrılan çok sayıda Mülkiyeli ile tanışma fırsatı buldum.

Ne zaman kalabalık bir topluluk halinde bir araya gelseler "Ey vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz" marşı ile ortalığı inleten Mülkiyeliler...

Onlardan birine "Ne oluyor da bu genç yaşta, en verimli olacağınız zamanda sizlerden vazgeçiyor bu kurumlar?" diye sorduğumda, hafifçe gülümsedi ve başladı anlatmaya: "Mektep-i Mülkiye 1859 yılında çağına uygun şekilde devlete hizmet etmek üzere nitelikli yöneticiler yetiştirmek amacıyla kurulmuş bir okuldur. O günden bugüne 160 yılda mezunları arasında binlerce vali, kaymakam, büyükelçi, maliye müfettişi, üst düzey bürokratlar, özel sektör yöneticileri, başarılı girişimciler vardır.

Girdikleri kuruma sadakatle, titizlikle, özveriyle hizmet ederler. Ancak yanlışlara ve içi boş güç gösterilerine toleransları pek yoktur. 

Mülkiye tarihindeki ilk protesto 1897'de Şeker Bayram'ında dağıtılan şekerlerden sonra okul müdürünün öğrencilere, 'Padişahım çok yaşa!' dedirtmek istemesi ile yaşanmış. Mülkiyeli öğrenciler şekerleri yere atıp ayakları altında çiğnemişler ve bu şekilde bağırmayı reddetmişler. Mülkiyeli öğrencilerin çoğu yurdun dört bir yanında devlet okullarında okumuş, iyi puanlarla Üniversite kazanmış, işçi, memur, çiftçi çocuklarıdır. Mülkiye hocalarının çoğu bugün bile hâlâ çok takip edilen, okunan, görüşleri alınan hocalardır. Mülkiye'de dersler ezberlenmez.

Öğrenciler her şeyden önce farklı konuları farklı kaynaklardan okumayı, araştırmayı, düşünmeyi, kıyaslamayı öğrenir. Ekonomi, hukuk, tarih derslerinin çoğu her bölümde ortaktır.

İşletme okuyan tarih dersleri alır, kamu yönetimi okuyan mikro, makro iktisat öğrenir. Anayasa hukuku, ticaret hukuku, borçlar hukuku, ceza hukuku birçok bölümde ortak derslerdir.

Mülkiyeli Osmanlı tarihini de okur, Cumhuriyet tarihini de. Her yönüyle anlatılır, hocalar kendi tezlerini ortaya koyar, gerekirse öğrenci ile tartışır.
Hepsinin bilgisi derya, denizdir.

Hepsi çok okur, çok bilir.

Eh tabii bu bilmişlik öğrencilere de geçer zamanla.

Öyle okumadan, bilmeden, ezbere konuşmaz bir Mülkiyeli kolay kolay.
Mevzuat bilir, kanun bilir, evrensel ilkeleri bilir. Geçmişi bilir, dünyayı okur, geleceği öngörür. Yaş tahtaya basmaz, yanlış adım atmaz. Yaptığı her işte vatanın, milletin çıkarını gözetir her şeyden önce. Bunu göremezse dik durur, eğilmez. Halka hizmette sınır tanımaz ama aklına yatmayana da gözü kapalı itaat etmez. (Bir dönem Her kuruma sızan proje biatçılar bu tanımın dışındadır tabii.)

Şimdi sen söyle. Böyle bağımsız düşünebilen, büyük, global sermayedarlardan önce kendi vatanının, milletinin yararını düşünen gözeten bir insan kaynağı bu dönemde çoğu yurt dışında eğitim görmüş, yabancı firmaların tornasından geçmiş CEO'larca yönetilen hangi kurumun işine yarar?"

Bunun üzerine diyecek bir söz var mı?

Sözü olan Türkiye'nin içinde bulunduğu duruma baksın!


Remzi Özdemir / YENİÇAĞ

Dünyanın nabzı Keşmir'de atıyor!  - Arslan BULUT

Keşmir üzerindeki anlaşmazlık sebebiyle ikisi de nükleer güç sahibi olan Hindistan ve Pakistan'ın savaş durumuna geçmesi, Türkiye'yi en az gıda fiyatları veya 31 Mart seçimleri kadar ilgilendiriyor!

Çünkü Keşmir'de dünya ile birlikte Türkiye'nin de siyasi kaderi belirlenecek! Bu durum da hepimizin; çocuklarımızın ve torunlarımızın hayatına etki edecek.

Deniliyor ki, "Keşmir'in Hindistan, Pakistan ve Çin arasında üçe bölünmüş bir bölge. Hindistan'ın Keşmir'inde çoğunluk olan Müslümanlar Pakistan'a katılmak istiyor. Hindistan buradaki terör eylemlerini Pakistan'ın yönlendirdiği iddiasıyla, Pakistan'ın egemenliğindeki Keşmir'i havadan bombaladı. Pakistan da iki Hint uçağını düşürdü. Şimdi Pakistan, Hint pilotlardan sağ kalanı iade ederek ortamı yumuşatmaya çalışıyor."
Bu bilgiler doğru ama konuyu uzmanına sormak gerekir. Türkiye'nin en yetkin strateji uzmanı, bana göre Nejat Eslen'dir ve devletin, ona her vesileyle danışması gerekir.

***

Eslen öncelikle, Atatürk'ün "Ben askerî sorunları olduğu gibi, siyasi sorunları da haritadan mütalâa ederim" sözlerini hatırlatarak, bana da bir haritaya bakmamı tavsiye ediyor.

Bahsettiği haritalardan birini açtığıma emin olduktan sonra değerlendirmeye başlıyor. Eslen'in verdiği bilgileri, kendi değerlendirmelerimi de katarak şöyle ifade edebilirim: ABD'nin hedefi, küresel liderliğini devam ettirmektir. ABD'nin küresel liderliğini devam ettirmesi, Çin'in küresel liderlik iddiasını gerçekleştirmek için uygulamaya çalıştığı "Bir Kuşak Bir Yol Projesi"ni engellemesine bağlıdır. Haritaya baktığınızda, Çin'in İpekyolu projesinde çeşitli hatlar görünür. Çin'in Pasifik Okyanusu'ndan Hint Okyanusu'na, yani Batı'ya doğru deniz yolundan tek çıkışı, Endonezya ile Malezya arasındaki Malaga Boğazı'dır. Malaga Boğazı, bugün için açıktır ama Amerikan donanmasının kontrolündedir. ABD, istediği zaman bu boğazı kapatabilir. Çin, bunu bildiği için Malaga Boğazı'nı baypas edecek yollar arıyor. Bunlardan biri Bangladeş veya Myanmar'dan denize çıkıştır. Diğeri Pakistan koridoru da denilen Keşmir'den denize ulaşmaktır. Doğu Türkistan ve Kazakistan'dan başlayan, biri Karadeniz'in kuzeyinden, Ukrayna'nın da üstünden geçerek Rusya ve Beyaz Rusya üzerinden Avrupa'ya uzanan, diğeri Hazar Denizi'nin hemen güneyinden Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, İran, Irak ve Suudi Arabistan'ın kuzeyinden, Mısır'a; Süveyş Kanalı'na inen hat olmak üzere iki hat planlanmıştır. Çin, Türkiye'yi bu projesine dahil etmiyor!

ABD, Doğu Türkistan'da Uygur Türklerini örgütleyerek, Çin'in karadan çıkışını, daha yolun başında durdurmaya çalışıyor. Yine Myanmar'daki Müslümanları örgütleyerek, buradan da Çin'in denize çıkışını durdurmaya çalışıyor. Çin için geriye tek çıkış olarak Keşmir ve Pakistan üzerinden Hint Okyanusu'na inmek kalıyor. Pakistan, bu çıkış için Çin'e "evet" demiş durumda. Hindistan ise bu yolu, kendisi için tehlikeli bulduğunu açıklıyor. Hindistan, aslında ABD ile birlikte hareket ediyor.

Çin, bu şekilde durdurulabilirse, ABD'nin küresel liderliğinin devam edebileceği öngörülüyor. Keşmir'deki çatışmanın asıl sebebi budur.


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

1 Mart 2019 Cuma

Demirören gitti, yaşasın Demirören! (ANALİZ) - Aykurt Akın

Futbol seçimleri de gerçek anlamda bir seçim olmaktan öte iktidar tarafından en kullanışlı bireyi atamak ve yeni sömürü alanları bağlamak olarak anlam kazanıyor. Demirören’in anlamı ve anlamsızlığı da işte tam burada yatıyor. Futbolun, sermaye sınıfı başta olmak üzere Erdoğanlara, Demirörenlere, Koçlara, Terimlere, Ormanlara ya da hempalarına mahkûmiyeti sıkışmışlığı çürümüşlüğe dönüştürüyor.


İddaa ihalesinde en iyi teklifi veren Demirören’in öncülük ettiği Şans Girişim Ortak Girişimi (Demirören ve Las Vegas merkezli talih oyunları şirketi Scientific Games) bir süre önce yaptığı bahis hamlesini sonuçlandırdı. İddaa, misli.com'un Demirören Holding bünyesine katılımından ve sözleşmelerin devri yasal olarak tamamlandığından dolayı TFF başkanlığından istifasını veren Yıldırım Demirören, ‘şerefle ve gururla’ taşıdığını iddia ettiği görevinden artık ayrılmış bulunuyor. Kamuoyunda oluşacak yanlış anlaşılmaları ve buna paralel olarak gerçekleşecek asılsız karalamaları önlemek amacı ile bu adımı attığını savunan Demirören, bundan sonraki hayatında artık liglerin kaderini belirlemede daha önemli bir görevi üstlenmiş olacak.

PEKİ, 'YETER DEMİRÖREN' YETTİ Mİ?
AKP’nin, 'İddaa' olarak bilinen 'Spor Müsabakalarına Dayalı Sabit İhtimalli ve Müşterek Bahis Oyunlarını' ihaleye çıkarmasının hemen ardından TFF’nin sabıkalı patronu Demirören’in sahibi olduğu girişim İddaa ihalesine hızlıca dâhil olmuştu. Demirören’in teklif verdiği ihale sonuçlanmadan hemen önce artık ‘TFF başkanının bizzat bahis oynatacağı’ da açığa çıkmıştı. İşin süresinin de sözleşmenin imzalatıldığı tarihten itibaren 10 yıl geçerli olduğu hesaba katıldığında Demirören’in liglerde alınacak her türlü skordan sorumlu bir hale gelişi en az 10 yıl kadar kesinleşmiş oluyordu. Böyle de oldu. Demirören, her şey tam da lehine sonuçlandığı anda istifa ederek üzerinden tüm kiri boşaltmayı deniyor.
Tüm bunlarla beraber, özellikle FIFA’nın TFF başkanının bahis oynatması fikrine itirazı ve İstanbul'da düzenlenen FIFA Futbol Zirvesi'nde konuşan FIFA Başkanı Gianni Infantino’nun TFF başkanının İddaa hamlesi ile ilgili olarak “Ayrıntılarını bilmiyordum, hoşuma da gitmiyor” çıkışı sürecin Yıldırım Demirören tarafından yeniden değerlendirilmesine kapı aralamış olabilir. Ancak durumun başka bir duruma da etki ettiği görülüyor. Yıldırım Demirören’in medyayı ele geçirdikten sonra futbol üzerindeki tahakkümünün bahis hamlesi ile başka bir boyuta ulaştığı anlaşılıyor. Çünkü, liglerdeki skorlara müdahale etme ve müdahil olma ihtimali, hem futbol üzerinden dönen paralarının Demirören merkezinde buluşmasını sağlıyor hem de futboldaki son dönem VAR ile de öne çıkan sözde adalet hissiyatını bile darmadağın ediyor.

YENİSİ DE ESKİSİ DE AYNI
Demirören’in istifasının sermaye sınıfı ve gerici iktidar arasındaki ilişkide bir anlaşma sonucunda gerçekleştiği de bu anlamda iddia edilebilir. Şimdilik Hüsnü Güreli’nin vekaleten başkanlık edeceği TFF başkanlığının hemen sonraki patronu için isimler ortaya çıkmış durumda. Abdullah Kiğılı, Şenes Erzik, Göksel Gümüşdağ ve Servet Yardımcı vb. gibi isimlerin konuşulduğu TFF başkanlığının seçimleri ise Haziran ayında yapılacak seçimlerle belirlenecek.

Özellikle bu adaylar arasından güçlü olduğu ve iktidar ile yakın ilişkileri bulunan iki isme ise odaklanmak olanaklı. Başakşehir Futbol Kulübü başkanı Göksel Gümüşdağ’ın iktidar ile olan organik ilişkisi artık herkes tarafından bilinenlerden. 

Son dönemlerde ‘yükselme trendi’ içerisinde olan bu ismin gelecekte ülke futbolunun başa gelme ihtimali hiç de az değil. Ancak bunun zamanı merak ediliyor. Hali hazırda, şampiyonluğa ‘yürütülen’ ve parlatılarak bir pazarlama tekniği ile yabancı sermayeye satılmaya hazırlık yapılan bu kulübün başkanı Gümüşdağ’ın bir şampiyonluk görüp gönül rahatlığı ile başka görevlere koşulacağı tahmin edilebilir. Son dönemde aynı zamanda üyesi olduğu Galatasaray kulübünden yine Demirören’in kaygısı ile benzer bir şekilde ‘algı operasyonlarına’ kurban gitmemek için, “Benim tek hedefim, Başakşehir'in zirvede olmasıdır” sözü ile istifa etmesi başkanlık için sanki biraz daha zamanı olduğunu gösteriyor.

Bir diğer incelenecek aday ise Servet Yardımcı. Kamuoyunda Gümüşdağ kadar popüler olmasa da iktidar ile olan bağlantıları sağlam bir isim olan Yardımcı, daha önceden TFF bünyesinde başkan vekilliği ve yönetim kurulu üyeliği yapmış bir kişi olarak öne çıkıyor. Şimdilerde ise TFF içerisinde 1. Başkan vekili olarak görev yapan, Fenerbahçe kongre üyeliği de bulunan ve AKP İstanbul eski milletvekillerinden Milli Savunma Bakan yardımcısı Hasan Kemal Yardımcı’nın kardeşi olan Servet Yardımcı, bir girişimci olarak da TFF’ye göz kırpıyor. Bununla beraber, Yardımcı’nın birçok kente yatırımcı olarak para aktardığı ve Rize Üniversitesi’ne bağlı olan Rize Tıp Fakültesi ve birçok okulun kendi ismini taşıdığı biliniyor.

Bir noktadan sonra ise isimler fark etmiyor, yalnızca görünüşler değişiyor…

SEÇİM DERKEN: GERÇEKTEN BİR SEÇİM VAR MI?
Demirören, Türkiye futboluna bulaştırdığı kiri artık bir mecraya taşımış durumda. Medyanın patronu olduktan sonra bahis sektörünün de patronluğuna soyunması ve bunu Türkiye Futbol Federasyonu başkanlığı makamındayken yapabilmesi ülkenin içerisinden geçtiği süreci futbol üzerinden resmetmeye yetiyor. Burada şaşılacak durumu ise her ne hikmetse ‘Demirören’in istifa etmesi’ olarak yorumlamak gerekiyor. Halbuki, seçimlerde AKP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığına aday olan Binali Yıldırım’ın meclis başkanlığından istifa etmeden ve bunu ‘siyaset yapmadığını’ ileri sürerek sürdürebilmesi, futbolun Erdoğanlarından Demirören’in de benzer bir şekilde davranabilmesinin koşullarını çoktan yaratmış durumdaydı. Bu anlamda ‘anlık gelişmiş gibi görünen’ Demirören’in istifasını, sadece sermayenin kendisine yeni kazanç alanları açması ve tekelleşme olarak değil, futbol üzerinden dönen, döndürülen oyunların ne kadar katmerlendiğini ve bunun ülkedeki çürümüşlüğün dozajının nasıl bir ivmeyle artarak arttığını tespit ederek okumak gerekiyor.

Futbol artık sadece çürümüyor, çürütüyor da…

Futbol seçimleri de gerçek anlamda bir seçim olmaktan öte iktidar tarafından en kullanışlı bireyi atamak ve yeni sömürü alanları bağlamak olarak anlam kazanıyor. Demirören’in anlamı ve anlamsızlığı da işte tam burada yatıyor. Futbolun, sermaye sınıfı başta olmak üzere Erdoğanlara, Demirörenlere, Koçlara, Terimlere, Ormanlara ya da hempalarına mahkûmiyeti sıkışmışlığı çürümüşlüğe dönüştürüyor.

TFF Başkanı olmak için kuyrukta sıra bekleyen Rıdvan Dilmen için ise zaman daralmaya devam ediyor…

Aykurt Akın / SOL

Davutoğlu’nun genel merkezi - Barış Terkoğlu

Siz de mi bekliyorsunuz? 
Bugünlerde tanıdığım herkes Godot’yu bekler gibi yeni partiyi bekliyor. Adı belli değil, logosu çizilmemiş, kurucuları da ortada yok. Tek bildiğimiz, Erdoğan’ın eski yol arkadaşları kuracak. Birden fazla merkez çalışıyor. Bir ucunda Ahmet Davutoğlu öbür uçta Abdullah Gül var. 

Birkaç gün önce “Yeni Parti” adıyla bir internet sitesi ortaya çıktı. “Yoksa geldimi” dedik. “Olağan şüpheliler” ile konuştuk. Meğer yanlış alarmmış. Gizli bir el “Yeni Parti”nin internet sitesini piyasaya sürerken, ilan edilen manifestoyu ne Gülcüler ne Davutoğlucular sahiplendi.

Salı akşamı Erdoğan, “Bu ayrılanlarla bir daha beraber yol yürümek mümkün değil” diyerek Gülcülerin de Davutoğlucuların da artık AKP’de yeri olmadığını söylemiş oldu. 

AKP içinde mi denge kuracaklar yoksa yeni bir yol mu açacaklar” diye tartışılıyordu. Erdoğan, konuşmasıyla ilk ihtimali tamamen ortadan kaldırdı. 
Abdullah Gül, birlikte anıldığı Ali Babacan ile birlikte süreci sessiz ve derinden yürütüyor. Görüştüğü siyasetçilerin sırdaşlarından Gül’ün yeni bir harekete alan açtığını öğreniyoruz. 

Davutoğlu ise şaşırtıcı derecede daha açıktan oynuyor. Henüz “parti” demeseler de görüştüğüm destekçileri çalışmalarını gizlemiyorlar. “Hoca” dedikleri Davutoğlu, AKP’nin geldiği noktadan rahatsız olan küskünleri çevresinde topluyor. 
İşte bu noktada dikkat çeken bir ayrıntı var.

ABD’de başlayan tartışma 
Davutoğlu, 9 Şubat Cumartesi günü Ankara’da bir konferans verdi. Bu, sıradan bir konuşma değildi. Önce “Ankara’nın manevi başkenti” saydığı Hacıbayram Camii’nde öğle namazı kıldı. Kendisine ilgi gösteren kalabalığı selamladı. Yürüyerek konferans vereceği salona geçti. En ön sıralarda eski AKP’lilerden oluşan bir protokol vardı. Kürsüye “Sayın Başbakanımız” diye çağrıldı. 

Konferansın başlığı “Sistemik Deprem: Ulusal, Bölgesel ve Küresel Bunalım” idi. Tesadüf değil. 2016 sonunda, Trump’ın iktidara gelmesinin ardından, ABD’de liberallerin başlattığı “nereye gidiyoruz” tartışmasına Ahmet Davutoğlu da katılmıştı. Seçimden birkaç ay sonra California Üniversitesi’nin dergisine bu konuda bir makale yazdı. Ardından makaleyi genişleten Davutoğlu, konuyu bir kitaba dönüştürdü. Kitap, önümüzdeki dönemde Cambridge Yayınları’ndan İngilizce olarak çıkacak. Türkçeye de çevrilecek. Davutoğlu ABD’de başlattığı tartışmayı böylece Türkiye’ye taşıyacak. 
95 dakikalık konuşmayı izledim. Davutoğlu, görevi bırakması sonrasındaki AKP politikalarını sistematik şekilde eleştirdi. “Son dönemde düşünce hayatının sığlığı” ifadesini de kullandı, “baskının olduğu her yerde ikilitipler çıkar” sözleriyle gönderme de yaptı. Türkiye’deki baskı ortamını ABD’deki dönüşüm ile açıkladı. Sanki Trump’ın ya da Putin’in politikalarını eleştirirken Erdoğan’ın son yıllarına gönderme yapıyordu. Başbakanlığı bıraktığında enflasyonun yüzde 3 olduğunu söyleyerek, ekonomideki kırılmayı bile “herkesin kaybettiği” politik dönüşümle açıkladı. “Liyakatın yerini nepotizmin (kayırmacılık) aldığı bir yerde herhangi bir düzen kurmak mümkün değildir” dediği anlarda kızgın görünüyordu.
‘Reisçiler’in parmağı o vakfı gösteriyor 
Tam da “neler oluyor” diye düşünürken, “Reisçi”lerin uyarılarını duydum. “Davutoğlu’nun konuştuğu yeri gördünüz mü” diye soruyorlardı. 
Davutoğlu, Ankara’da Araştırma ve Kültür Vakfı’nda konuşmuştu. İlk değil, 25 yıl önce pek tanınmazken de aynı vakfın Trabzon şubesinde konuştuğunu kendisi anlatı. Vakıf, bugün “Yeniden Milli Mücadele” diye bilinen ve 60’ların sonlarındaki “Mücadele Birliği”nden süzülüp gelen grubun merkeziydi. Daha da ilginci var. Bu vakfı destekleyen kişi, Ankara’da herkesin bildiği gibi Melih Gökçek. Hatta vakfın kritik isimleri arasında Gökçek’in bürokratları da var. Sürpriz değil. Zira Gökçek de “Mücadele Birliği” ekibinden geliyor.
Davutoğlu’nun çıkış yaptığı günlerde, AKP camiasının çok konuştuğu, elden ele dolaşan bir yazı var. Kaleme alan, bir dönem Başbakanlık’ta Davutoğlu ile birlikte çalışan Ömür Çelikdönmez. Davutoğlu’nun çocuk yaşlarda “Mücadele Birliği” ile tanışmasını anlatan yazı, sonrasında da bu yapıyla ilişkisini sorguluyor. Davutoğlu’nun 28 Şubat’a rağmen Harp Akademileri’nde ders veriyor olmasını bile, devlet ve askerle her zaman iyi ilişkilere sahip olan yapılanmaya bağlıyor.
Sözünü ettiğim makale, devletin zirvesinde yolu “Mücadele Birliği”nden geçenlerin fotoğrafını veriyor. Verdiği isimlerden (Hakan Fidan hariç) çoğunluk bugün Erdoğan’ın çevresinde pek de görünmeyen kişiler. Buraya uzun bir isim listesi bırakarak sizi yormayayım. Geçtiğimiz günlerde, muhalif sözler söyleyince Erenköy Cemaati’nin yayınlarından kovulan Davutoğlu’na yakın yazar Ahmet Taşgetiren’in bile bir zamanlar yolunun Mücadele Birliği ile kesiştiği hatırlanırsa karşımıza karmaşık bir mazi çıkıyor. 
Söylenti öyle yayıldı ki; vakıf, Davutoğlu’nun partisiyle ilgisi olmadığını anlatan bir açıklama yapmak zorunda kaldı. “Mazi arkeolojisi yaparak gündem oluşturmanın herhangi bir anlamı ve yararı yoktur” diyerek de “Yeniden Milli Mücadele” tartışmalarından uzak durmak istediğini gösterdi. 
Nihayetinde “gelmez” denilen Godot bu kez galiba geliyor. Öyle anlaşılıyor ki Erdoğan, tüm hamleleriyle Davutoğlu Partisi’ni erken doğuma zorlarken, Davutoğlu kendi yolunu sabırla örüyor. Trump karşıtı ABD demokratlarından İslamcı İHH’ye, liberal yazarlardan kimi tarikatlara uzanan şaşırtıcı bir ağ Erdoğan’ın karşısına çıkmaya hazırlanıyor. 31 Mart seçimlerine giremeyeceğine, 4 yıl da gündemde seçim olmadığına göre yeni partinin ufkunda ne var acaba?

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Özhaseki bunu da yaptı! - BATUHAN ÇOLAK

AK Parti ve MHP'nin Ankara Büyükşehir Belediye Başkan adayı Mehmet Özhaseki'nin geçtiğimiz günlerde bir videosu ortaya çıktı.

Çözüm sürecinde çekildiği anlaşılan görüntülerde Özhaseki, PKK'lılar için "gerilla", terörle mücadele için ise "öldürme, yok etme" tanımını yapıyordu. Bugünlerde "zillet ittifakının gizli ortağı" diye tanımladıkları HDP'liler bile bu kadar cesaretli değiller!

Montaj yok, çarpıtma yok, gizli çekim yok.

Özhaseki bizzat mikrofona konuşuyor.

Bu görüntüler sosyal medyada dolaşmaya başladıktan sonra internet siteleri arasında ilk haberleştiren Yeniçağ oldu. Kısa zamanda yarım milyon insana ulaştı, birçok internet sitesi kullandı.

Bu video, dünyanın neresine giderseniz gidin, yalanlanması mümkün olmayan gerçek bir haberdir.

Başkalarını PKK ile iş birliği yapmakla suçlayan bir aday, doğrudan örgütü aklayan sözler söylüyor.

Konuyla ilgili olarak İYİ Parti İzmir Milletvekili ve Genel Başkan Yardımcısı Aytun Çıray da açıklamalarda bulundu.

Katıldığı televizyon programında konuşan Çıray, "PKK teröründen bahsediyorlarsa şehitlerimize bir gram saygı duyuluyorsa Sayın Özhaseki'nin o adaylıktan el çektirilmesi gerektirir. Çünkü PKK terör örgütüne kimse gerilla diyemez" ifadelerini kullandı.

Çıray'ın açıklamalarını da haberleştirdik.

Özhaseki'den bir açıklama gelseydi onu da haberleştirecektik. Ancak Özhaseki haberle ilgili konuşmak yerine ne yaptı biliyor musunuz? Mahkemeye gitti.
Özhaseki, "Kişilik haklarıma saldırı yapılıyor" diyerek şikâyette bulundu.
Ankara Sulh 5. Ceza Hâkimliği şikâyeti yerinde buldu!

Yeniçağ'ın da aralarında bulunduğu tam 25 sitenin ilgili haberlerine "erişim engelleme kararı" çıktı.
Mahkemenin verdiği kararda aynen şu ifadeler var:
"... Adlı URL adreslerinde müvekkil aleyhine yazılan ve kişilik haklarını ihlal edici nitelikte olan içeriklere erişimin engellenmesini talep etmiştir.
Başvuru dilekçesi ile ekindeki ibraz edilen çıktılara göre URL bağlantısındaki içerik başvuranın kişilik haklarını ihlal edici nitelikte bulunduğundan; Kişilik hakları kişinin hür ve bağımsız varlığının önemli bir parçası olup; kişinin yaşadığı toplumda, ilişki kurduğu çevrede şerefi ve saygınlığını sarsacak, onu küçük düşürecek, yanlış tanıtacak, zora sokacak, düşmanca bir ortama itecek her türlü davranış kişilik haklarına saldırıdır. Yayın içeriğinde sarf edilen ifadelerin talep edenin kişilik haklarını ihlal ettiği sonucuna varıldığından talebin kabulüne dair aşağıdaki şekilde hüküm kurulmuştur."

Evet, mahkemenin verdiği karar aynen bu şekilde.

Erişim engelleme kararı alındıktan sonra Erişim Sağlayıcıları Birliği'nden bir e-posta aldık. Özetle, "Biz içeriğinizi engelliyoruz, siz de 7 gün içerisinde haberi sisteminizden silin" diyorlar.

İşte Türkiye'nin geldiği son durum.

İşte haberciliğin sıkıştırıldığı ortam! Özhaseki, kendi söylediği sözlerin "kişilik haklarını incitici" olduğunu düşünüyorsa, çıkıp özür dilemelidir.

Hukuk tarihinde, kendi sarf ettiği sözler için erişim yasağı aldıran başka bir kişi var mıdır, bilemiyorum.

Hukuk tarihine o denli hâkim değilim ama, 2019 yılında, kendi sözlerini "kişilik haklarına saldırı" olarak değerlendirip karar aldıran bir kişi var. Ve o kişi ülkenin başkentini yönetmek istiyor!

Şimdi yorumu değerli okuyucularımıza bırakıyorum.

Haberimizde ek yorum yok, değerlendirme yok, analiz yok!

Özhaseki'nin geçmişte söylediği sözler var, Özhaseki'nin bizzat kendisi var, görüntüleri var.

Bunun neresi kişilik haklarına saldırıdır, bunun hangi tarafı suçtur?

Eğer, Özhaseki bu sözlerini suç olarak düşünüyorsa, aynaya bakmalıdır. Bir adım ötesine götürelim, bu sözlerin devlet politikası olarak uygulandığı çözüm sürecine dönelim.

Askerlerimizin önünden elini kolunu sallayarak geçen teröristlere göz yumulduğu o günleri hatırlayalım!

Hatta, kimler bu askerî operasyonları engelleyip, teröristlerin her yere yerleşmesine müsaade ettiyse onları yargılayalım.

Çözüm sürecinin hukuki bir sorumluluğu vardır. Ancak kimse hesap sormamıştır, kimse de hesap vermemiştir!

O dönemde, izlenen yanlış politikalar yüzünden binin üzerinde şehit verdik.

Terörle mücadelede gereğinden çok fazla harcama yapmak zorunda kaldık.

Bunların hesabını kim verecek?

Kendi sözlerinize erişim yasakları getirerek, bu işten sıyrılamazsınız.


Batuhan Çolak / YENİÇAĞ

Türkiye'de ne olursa İslâm dünyası bayram eder? - Arslan BULUT

Tayyip Erdoğan, "Biz tökezlersek Avrupa'dan Amerika'ya kadar tüm Batı'da yükselişe geçen İslâm düşmanları adeta zincirlerinden boşalmışa döner. Biz tökezlersek, coğrafyamızdaki tüm insanları birbirlerine kırdırmak için her gün yeni oyunlar çevirenler bayram eder. Biz tökezlersek hiç şüpheniz olmasın, bölgemizdeki diğer halkların yaşadıkları felaketin bin beteriyle karşılaşırız. Bunun için Türkiye'nin mutlaka dimdik ayakta kalması şarttır." dedi!

                                                             ***

Peki ama "Fas'tan Endonezya'ya kadar uzanan 22 İslâm ülkesinin haritasını değiştirmek" olarak açıklanan Büyük Ortadoğu Projesi'nin eş başkanı, İslâm dünyasına bugüne kadar nasıl bir katkıda bulundu ki?

BM Genel Sekreteri Ban-Ki Moon, Erdoğan'a, "Orta Doğu'da liderliğinize ihtiyaç var" diye seslenmişti. Avrupa Musevi Kongresi Başkanı Besnainou, Türkiye'de Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül ile görüştükten sonra "Erdoğan'ın, İslâm dünyasının sözcüsü olması gerekiyor" demişti.

"Büyük Ortadoğu Projesi, Türkiye'nin dış politika ilkelerine uygundur. ABD ile birlikte hareket ediyoruz. Amacımız İslâm ülkelerine özgürlük ve demokrasi getirmek. Olumsuz bir tablo çıkarsa İran'a kapılarımızı kapatmak zorunda kalırız" diyen de Abdullah Gül idi.

Gül, Çankaya Köşkü'nde İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres onuruna verdiği yemekte yaptığı konuşmada da İsrail'in güvenliği ve tanınmış sınırlar içinde yaşama hakkına sahip olmasının, Türkiye'nin Orta Doğu politikasının değişmez önceliklerinden olduğunu söylemişti.

                                                             ***

30 Nisan-1 Mayıs 2005 günlerinde, Topkapı'daki Eresin Otel'de "Uluslararası İslâm Dünyası Sivil Toplum Örgütleri Toplantısı" yapılmıştı. Toplantıyı "Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı" düzenlemiş görünüyordu ama arka planda, "Türk Dışişleri Bakanlığı Büyük Ortadoğu Projesi Genel Koordinatörü" Ömür Orhun, yani doğrudan AKP hükümeti vardı!

Al-Nil adlı Mısır gazetesinde yazan Abdullah Hasan Mustafa, bu toplantının, Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan'da hayata geçirilen Soros darbelerinin bir devamı niteliğinde olduğunu yazmıştı.

El Küdüs El Erabi adlı gazete ise Mısır ve Suriye'deki İhvanı Müslimin örgütü ve sivil toplum kuruluşları için ABD'nin 1.1 milyar dolar kaynak ayırdığını ve bu örgütleri kullanarak, Arap ülkelerinde darbeler hazırladığını, para ile ilgili haberlerin USA News gazetesinden alındığını da yazmıştı.

Bu gazeteler, Türkiye'deki toplantının aslında Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında AKP ile ABD arasında imzalanan gizli bir anlaşmadan kaynaklandığını iddia ediyordu.

Kısacası, Arap Baharı, bu toplantıda tezgâhlanmıştı!

                                                            ***

Alman Süddeutsche Zeitung gazetesinde yazan Kai Strittmatter, 2009 Aralık ayında Patrik Bartholomeos'un sözcüsü Dositheos Anagnostopulos'un kendisine, Erdoğan hakkında, "Bu insan tarihe geçecektir. Hıristiyanlar için böylesine girişimde bulunan bir Başbakan görmedim" dediğini yazmıştı.  

"Gölge CIA" denilen Stratfor'un yazışmalarında, Tayyip Erdoğan'ın, Kissinger'e "Bir noktada İsrail'le köprüleri atıp, İslâm dünyasına yaklaşacağını" söylediği ve Kissinger'ın "Erdoğan, İslâm dünyasının lideri olmak niyetinde" dediği ortaya çıkmıştı.
Nitekim Erdoğan, Davos'taki "one minute" senaryosu ile bu hedefine ulaşır gibi olmuştu.

                                                            ***

Erdoğan'ın, ABD projesine uyarak Libya ve Suriye'nin iç savaşa sürüklenmesinde oynadığı rol ve Mısır'da ABD'nin önce kullandığı sonra darbe ile düşürdüğü İhvan örgütünün hamiliğinden ayrılamaması, böyle bir liderliği imkânsız hale getirdi.
ABD, BOP'u derinleştirmiş ve "İslâm içi çatışma stratejisi" uygulamaya başlamıştı. Irak, Libya ve Suriye'de Müslümanlar birbirini kırıyor, Türkiye'yi yöneten kadro, bu üç ülkedeki yangınlara körükle gidiyordu. Bu politikadan vazgeçildiğine dair hiçbir işaret de yok!

Şimdi bu bilgiler ışığında herkese soralım: Türkiye'de ne olursa İslâm dünyası bayram eder?


Arslan BULUT / YENİÇAĞ