Emperyalizmin krizini haritalandırmak (I) : Fanusun dışındaki ülke KDHC,
KDHC, kendisini dışarıya kapatmış, gerçeklerden kopuk, fanusta yaşayan bir ülke gibi gösterilmek isteniyor. Ancak emperyalizmin krizi derinleşirken, fanusta yaşayan KDHC değil, dünyayı saran ABD askeri kuşatması ve emperyalizm "aslında yokmuş" gibi davrananlar.
Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Soğuk Savaş sonrasında liberal kara propagandanın odağı haline gelmiş durumda. Son günlerde savaş ihtimaliyle daha da gündemde olan KDHC, neyi neden yaptığı anlaşılamayan, “tuhaf” bir ülkeymiş gibi sunulmaya çalışılıyor. KDHC’nin askeri varlığıysa, savaş için meşru sebep olarak sunulurken, kamuoyu ABD’nin bölgedeki varlığına ve olası işgaline ikna edilmeye çalışılıyor. Oysa gerçekte medyanın çarpıtmalarının aksine, ne yapacağı kestirilemeyen KDHC değil, ABD. ABD’nin olası müdahalesi, bölgede Çin başta olmak üzere bütün ülkeleri ilgilendiriyor. Bu sebeple KDHC krizi, küresel bir nitelik kazanıyor.
KORE’DE NEDEN İKİ DEVLET VAR?
İkinci Dünya Savaşı sırasında, Kore'nin Japon işgalinden kurtarılmasıyla "birleşik" ve "demokratik" bir devlet olması öngörülüyordu. Bugün "Kuzey Kore" olarak bilinen Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, aslında ABD'nin de taraf olduğu Moskova Antlaşması'yla Kore'de kurulması kabul edilen meşru devlet. Güney Kore ise, ABD destekli diktatör Syngman Rhee'nin yönetimiyle kurulmuş, SSCB ile yapılan anlaşmaya aykırı bir ABD "kukla devleti". ABD desteğiyle başlatılan Kore Savaşı'nın ardından, KDHC ağır kayıplar yaşasa da önemli bir zafer kazanarak ayakta kalmayı başardı.
Syngman Rhee yönetimindeki Güney Kore'de muhalifler ağır baskıya uğrarken, komünistler hapse atılıyor ya da öldürülüyor. Güney Kore'de hala komünizme izin verilmiyor. 12 yıl iktidarda kalan Rhee, şahibeli seçimlerin ardından görevini bırakmak zorunda kaldı. Güney Kore'de Rhee'den sonra gelen hiçbir devlet başkanı önemli bir halk desteğine sahip olmadı. Rhee'nin devrilmesinden sonra kurulan İkinci Güney Kore Cumhuriyeti kısa ömürlü oldu. Yine ABD destekli bir diktatör olan Park Chung-hee darbeyle iktidara geldi ve Güney Kore'yi uzun süre yönetti. Park Chung-hee'nin kızı olan, eski Güney Kore Devlet Başkanı Park Geun-hye ile birlikte de, Güney Kore'nin nasıl bir devlet olduğu iyice gün yüzüne çıktı. Park Geun-hye yaşanan skandallarla görevi bırakmak zorunda kaldı.
Sözde "demokrasi" olan Güney Kore'de, "KDHC yanlısı" olmak partilerin kapatılması için yasal olarak geçerli bir sebep. Örneğin 2011 yılında kurulan Birleşik İlerici Parti, 2012 yılında %10'un üzerinde oy alarak meclise girdi. Halk desteği kısa sürede artan parti, 2014 yılında yasaklanarak kapatıldı.
KDHC FANUSTA MI YAŞIYOR?
Soğuk Savaş boyunca sosyalist kamp ile iyi ilişkiler kuran KDHC, Sovyetler Birliği'nin çözülüşü ve sosyalist kampın dağılmasıyla birlikte yalnızlaştı. Küba, Çin gibi tarihsel ilişkileri olan ülkeler ve sol hükümetlerin iktidarda olduğu yerlerle diplomatik temaslarını sürdüren KDHC, buna karşın "kapalı" bir görünüm izledi. Bunun temelinde yatansa "Juche" ideolojisi. "Bağımsızlığı" temel alan Juche ideolojisinin üç ayağını, "siyasette bağımsızlık", "ekonomide bağımsızlık" ve "savunmada bağımsızlık" oluşturuyor.
Juche ideolojisinin neden KDHC'nin temeli haline geldiğini anlamak için, öncelikle KDHC'nin koşullarını ve Çin’i anlamak gerekiyor. ABD'nin insanlık dışı uygulamalarına uğrayan KDHC'nin aksine Çin Halk Cumhuriyeti, tarihinin hiçbir döneminde ABD'yi birincil sorun olarak görmedi. 1949-1961 arasında "ya sosyalizmden ya da emperyalizmden yanasınızdır" diyen Mao Zedong, Çin Halk Cumhuriyeti'nin sosyalizmden yana olduğunu belirtti. Ancak 1961 sonrasında, "iki cephede mücadele" denilerek, "hem Sovyetleri hem de ABD'yi" karşısına aldığı söylenen bir dış politika benimsendi. 1973'den sonraysa, birincil sorunun Sovyetler Birliği olduğunu öne süren Mao, "tek savaş hattı" politikasıyla ABD'nin de dahil olduğu bir "anti-Sovyet" hattı kurulmasını önerdi. Mao'dan sonra Deng Şiaoping döneminde de ABD'ye yakın bir politika izlendi. Her ne kadar KDHC ve Çin arasında karşılıklı savunma anlaşması yapılmış olsa da, KDHC, ABD karşısında Çin'den alabileceği desteğin boyutu konusunda asla yanılsamaya düşmedi.
1990'lı yıllarda sosyalist bloğun dağılışının ardından, sosyalizmi savunan metinler kaleme alan Kim Jong-il, yeni dönemde "Songun" denilen ve orduya öncelik veren bir politikayı uygulamaya koydu. ABD'nin saldırısını kaçınılmaz olarak gören KDHC, bir kez yenilgiye uğrattığı ABD karşısında askeri caydırıcılık elde etti ve emperyalist işgalin önüne geçmiş oldu. KDHC'nin iç işleyişi bu yazı dizisinin kapsamında değil. Ancak görüldüğü gibi, KDHC fanusta yaşamıyor. Tersine, emperyalizmin saldırganlığının bilinciyle, her yeri ABD üsleriyle dolu bir dünyada, liberal medyanın propagandalarına ve ABD askeri kuşatmasına karşılık, kendisini savunmaya ve örgütlü bir toplum olarak varolmaya çalışıyor.
Güney Kore'deki ABD üslerine, Kore sularındaki ABD donanmasına, tüm dünyada uçan ABD savaş uçaklarına ve buralardaki nükleer silahlara gözlerini kapatanlar, KDHC ordusunu işaret edip, "neden nükleer silah geliştiriyorlar?" diye soramaz. Çünkü fanusta yaşayanlar, esasında emperyalist saldırganlık "yokmuş" gibi davranmaya çalışanlardır.
TRUMP VE KDHC
ABD Başkanı seçilen Donald Trump, KDHC'ye yönelik saldırgan açıklamalarıyla, bölgedeki gerginliği artırdı ve savaş ihtimalini tekrar masaya yatırdı. ABD'nin KDHC'ye karşı savaş hazırlıkları sürerken, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi'nin Trump'a önerileriyse bölgede nükleer varlığın artırılması, KDHC yönetimine yönelik suikastler düzenlenmesi ve sabotaj.
Trump ile Çin Devlet Başkanı Şi Cinping arasındaki görüşmelerde de, KDHC'nin önemli bir rol oynadığı biliniyor. Çin'den KDHC yönetimini "uysallaştırmasını" isteyen Trump, Çin'in bekleneni yapamaması durumunda KDHC'ye askeri müdahale gerçekleştireceği yönünde tehditte bulunuyor. Çin'in, Güney Çin Denizi'nde yaşanan krizin etkisiyle, ABD'nin bölgedeki askeri varlığından hoşnutsuz olduğu açık. Uzun süredir iyi olan Çin-ABD ilişkileri Trump'ın göreve gelmesinden sonraki karşılıklı jestlere karşın, çıkar çatışmalarının derinleşmesiyle "fırtına öncesi sessizlik" denebilecek bir dönemi yaşıyor. Trump, Çin'i KDHC'yi işgalle tehdit ederken, Çin'in KDHC'ye yaklaşımının "ilkesel" değil "pragmatik" olacağı akılda kalmalı. Çin, ABD ile yaşayacağı yüzleşmeyi geciktirmek için, KDHC'ye ABD adına baskı uygulamayı kabul etmiş görünüyor. Çin medyasında da, "askeri müdahale" dahil olmak üzere çeşitli ihtimallerin değerlendirildiği görülüyor.
Ancak ABD öncülüğündeki NATO askeri kuşatması, yalnızca KDHC'yi değil, Rusya ve Çin'i de hedefliyor.
BÖLGENİN GELECEĞİ
Güney Kore'de yapılan seçimlerle beraber, KDHC ile diyaloğu savunan bir isim Güney Kore'nin başına geldi.
Güney Kore Devlet Başkanı seçilen Moon Jae-In'in söylemlerinin, Güney Kore için nesnel temelleri bulunuyor. Güney Kore halkı, ABD'nin askeri varlığını ve bölgeye yaptığı silah yığınağını açıkça istemezken, ülkede bu sebeple arka arkaya kitlesel protestolar yaşanıyor. Japonya'nın bölgeye müdahil olması da, Japon militarizminin acılarını unutmayan Kore halkının tepkisini çekiyor.
KDHC ile yaşanacak bir savaştan en çok zarar görecek ülkenin, KDHC ile birlikte Güney Kore olacağı ortada. Bu sebeple ABD saldırganlığına karşı bölgede barışın sigortası, halkların savaşa ikna edilememesi oluyor.
KDHC sadece son 20 yılda, dünyanın her yerinde çıkarttıkları savaşlarla milyonlarca insanı öldüren ülkeler tarafından "küresel bir tehdit" gibi gösterilmeye çalışılsa da, KDHC açıklamalarında ülkenin savaştan değil barıştan yana olduğu ve ilk saldıran olmayacağı sürekli vurgulanıyor.
Tulga Buğra Işık / SOL
*
Emperyalizmin krizini haritalandırmak(II):Suriye paylaşılırken halklara düşen
Uzun yıllar ABD’nin Ortadoğu’yu düzlemesinin önündeki en büyük engellerden olarak görülen Suriye, krizle birlikte güçsüz düştü ve paylaşılmaya hazır hale geldi. Suriye’nin paylaşılması, halklar arası düşmanlığın ve sonu gelmez bir cihatçı yıpratma savaşının başlaması demek.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) tarih sahnesinden çekilirken, yeni dünya düzeninin kokusunu ilk alanların başında, siyaset kurdu Hafız Esad geliyordu. Sosyalist sistemin dağılması, Suriye açısından birbiriyle bağlantılı iki sorunu ortaya çıkartıyordu: Suriye, en büyük güvenlik garantisini kaybediyor ve buna paralel olarak, İsrail işgali altındaki Suriye topraklarını askeri yollarla geri almanın ortadan kalktığı görülüyordu.
Devir, sosyalizmsiz dünyaya ayak uydurma devriydi ve Baba Esad, dümeni ABD’ye doğru kırıyordu. Arap-İsrail sorununun “çözümünde” bir çıban başı olarak duran Suriye, “barış süreci”ne dahil edilmeye çalışılıyor, bu sırada Suriye Baası’nın tarihsel rakibi Saddam Hüseyin’in dişleri, Arap rejimlerinin desteklediği ABD tarafından sökülüyordu.
Ta o zamandan beri, Suriye’nin İsrail ile “barışma” için öne sürdüğü en büyük istek, işgal altındaki Golan Tepeleri’nin iadesiydi. Buna, emperyalist sistemle “bağımsız” bir entegrasyon, ayrıca liberalizasyon da eşlik ediyordu.
Emperyalizmin buna karşılık istediğiyse, İran (ve Hizbullah ile Hamas) ile Şam’ın bağlarını kopartmasıydı. Refik Hariri suikastinden sonra Suriye Lübnan’dan çıkmaya zorlanmış, Şam uluslararası planda izole edilmişti. Emperyalizmin Suriye’ye sokmaya çalıştığı Truva atı ise, AKP Türkiyesi’ydi.
SURİYE’NİN BERLİN’İ YA DA DAYTON’U
Suriye’ye emperyalist müdahalenin bu gevşeme ve kasılma döngüsü, 2011 ile birlikte başka bir boyuta geçti. Bu dönem, vekâlet savaşı yoluyla rejim değiştirme operasyonuydu. Libya modeli, Yemen modeli, İhvan’ı Şam yönetimine ortak etme derken, ufukta görünen son, Şam’ın kendi kontrolündeki bölgelerde boyun eğmemesi, ancak Suriye’nin artık etki alanlarına bölünmesi. Kimileri, 2. Dünya Savaşı sonrası bölünmüş Berlin ve Almanya’ya, kimileri ise Yugoslav İç Savaşı’nı -güya- sonlandıran Dayton Anlaşması’nı hatırlatıyor. Ancak bütün bu paylaşımların hukuki bir statüye bağlanıp bağlanmayacağı hâlâ meçhul. Bu da, savaşın kısa vadede dahi bir dekreşendoyla bitmeyeceği anlamına geliyor.
Bununla birlikte, Suriye’ye biçilen donun yalnızca Suriye’den ibaret olmadığını akılda tutmak gerekiyor. Esadlı çözüme razı görünen emperyalizm, bir yandan yıpratma savaşını sürdürürken, bir yandan da ülkeyi bölmeye ve İran-Hizbullah gücünü kırmaya çalışıyor.
Yeni ABD yönetiminin Suriye’de başa “IŞİD’le mücadele”yi yazması ve bölgede İran karşıtı bir ekseni konsolide etmesi, Şam-Tahran-Beyrut eksenine düşman olarak bilinen öznelerin yan yana gelişine vesile oluyor. Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan ve Ürdün, Suriye’yi dört bir ucundan tırtıklamak için ABD’den himmet diliyorlar. Buna, biraz aşağıda değineceğimiz Rojava’yı da eklersek, “yedi düvel” tarafından ısırılan Suriye’nin geleceğinin pek parlak olmadığı, bununla birlikte emperyalist dünya için de karın ağrısı olmaya devam edeceğini görmek mümkün olur. Ancak Filistin sorununda ABD’nin yol katettiği görülmelidir. “Arap baharı” ve Suriye krizinin yarattığı “fırsat”, Arap dünyasında Filistin sorununun gündemden düşmesini, İsrail düşmanlığının yerine açık İran düşmanlığının geçmesini, emperyalizm ve siyonizm açısından “müjdeliyor.” Yanı sıra, artık Amerikan karşıtlığı geri çekilmiş, Irak’a katil olarak giren ABD IŞİD’le mücadele bahanesiyle bölgeye kurtarıcı olarak geri dönmüş, Arap rejimlerinin liberal ve halk düşmanı politikaları İslamcı “uyanış” ile örtülmüş ve geriye birçok açıdan toplumsal mücadeleler açısından bir enkaz kalmıştır. Dileyen, “başarı hikâyesi” olarak sunulan Tunus’a bakabilir.
SURİYE İÇİN YARIŞ
Güncel duruma bakalım. İran, Rusya ve Türkiye arasında varılan çatışmasızlık bölgeleri mutabakatı, ilk bakışta ve haklı olarak, Suriye’nin paylaşılması anlaşması olarak görülüyor. İdlib ile birlikte Lazkiye, Halep ve Hama’nın bazı bölgeleri; Humus’un kuzeyi; Şam’daki Doğu Guta bölgesi ve Güney Suriye’de Kuneytra ve Dera ordu ile “muhalifler” arasındaki çatışmaların durdurulduğu, insani yardımın yapıldığı ve garantör ülkelerin ateşkesi gözledikleri bölgeler olarak belirlendi.
Bununla birlikte, “yarış” daha yeni başlıyor. Suriye ordusu, ateşkes bölgelerindeki askerlerini, orta ve doğu Suriye’ye kaydırma olanağı buldu. Bu noktada, Palmira ve Deyrezzor cepheleri çok büyük önem taşıyor. Rusya ve Suriye ordusu, Deyrezzor’daki IŞİD kuşatmasını kırmaya hazırlanıyor.
Deyrezzor, 2,5 yıldır IŞİD kuşatması altında olmasının yanı sıra, Irak ile Suriye’nin “birleşmesini” engellemesi ve Suriye’nin bölünmesini gündemde tutması açısından da önemli. ABD, açıkça Suriye ordusunun Irak sınırına yerleşmesini istemiyor. Bunun için, Ürdün ve İsrail’in de desteklediği ÖSO güçleri, Dera’dan Şam’ın doğusuna, oradan da Irak-Suriye sınırındaki El Bukemal sınır kapısına ulaşmaya çalışıyor. Bu cephe, Güney’den Irak sınırına uzanıyor ve ne tesadüftür ki, tam bu sıralarda Ürdün, Suriye’ye asker göndermeyi ve içeride tampon bölge kurma planını açık ediyor (Bu yazı yazıldığı sıralarda, ABD, İngiltere ve Ürdün kuvvetlerinin sınıra yığınak yaptığı haberi geldi). İsrail’in Dürzi bölgesi için aynı planı düşündüğü de hatırlanırsa, tablo tamamlanıyor: Kuzeybatıda Türkiye destekli cihadistan, kuzeydoğuda ABD destekli Rojava, Irak-Suriye sınırında istikrarsız bir Sünnistan, güney sınırında ise Ürdün-İsrail destekli tampon bölge.
Tam bu noktada, KCK Yürütme Konseyi Üyesi Rıza Altun’un Rusya karşıtı “sert” açıklamaları ve savaşın İran’a yönelebileceğini ima etmesi bir kenara not edilmelidir. Bununla neredeyse aynı zamanda, PYD yetkilileri Akdeniz’e uzanmalarının “yasal hak” olduğunu iddia ederken, Rakka’dan sonra İdlib ve Deyrezzor’a da yönelebileceklerini belirtiyorlar. Bütün bunlar, Kürt siyasetinin “mecburiyetten” ABD ile ittifak kurduğuna ilişkin “Türk solu”nun ahmakça temennisini tuzla buz ediyor. Suriye’nin paylaşılmasında herkes üzerine düşen rolü yerine getirmek için isteğini ortaya koyuyor.
RUSYA’NIN ORTADOĞU KAPISI OLARAK SURİYE
Peki bu tabloda Rusya nerede duruyor? Suriye ile birlikte Ortadoğu siyasetine dönüş yaptığını kanıtlayan Rusya, Suriye’deki kapıdan yalnızca Suriye’ye değil, Libya’ya, Lübnan’a ve Körfez’e de giriş yaptı. Pek dikkat çekmese de, Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) Suudi destekli kukla Yemen hükümetinin başı Abdrabbu Mansur Hadi’ye yönelik sert tutumları ve Yemen işgalinden çekilmek istemesi, açık ki Rusya’nın rolüyle ilgili. BAE ile Rusya arasındaki ekonomik ilişkilerin gücü, Libya’da da ortaya çıkıyor: BAE ve Mısır destekli Halife Haftar, Rusya tarafından da besleniyor.
Bununla birlikte, Rusya, Suriye için ABD ile savaşa girecek değil. Dahası, Trump dönemi ile birlikte başlamayan, Obama’nın da sürekli gündemde tuttuğu “Suriye’de detant” dönemi, Putin Rusyası’nın da işine geliyor: Etki alanlarına bölünmüş bir Suriye, Rusya’nın nüfuzunu garantileyeceği gibi, Moskova’yı tüm aktörler açısından önemli bir özne haline getiriyor. Suudiler Putin’e bakıyor, BAE Putin’e bakıyor, Trump Putin’e bakıyor, Erdoğan Putin’e bakıyor, Esad ve Ruhani Putin’e bakıyor… Dolayısıyla Rusya’nın etki alanlarına bölünmüş ve cihatçıların belinin kırıldığı bir Suriye’de ABD ile modus vivendi arayışında olduğu bir sır değil.
BÖLGE HALKLARINI BEKLEYEN TEHLİKE
Peki bu durum bölge halkları açısından ne anlama geliyor?
Açık ki, cihatçıların tamamen kontrol ettiği bir Suriye mümkün değil. Ancak bu, zaten Obama’nın 2013’teki “kırmızı çizgilerinin” silinmesiyle birlikte gündemden düşmüştü. Ondan beri, “ılımlı” güçlerin böldüğü, “B Planı”nın uygulandığı bir Suriye’den bahsediyoruz.
Burada ana özneler, Suriye Demokratik Güçleri, TSK destekli çeteler ve güneydeki Ürdün-İsrail destekli ÖSO’cular.
ABD’nin gözüne girmek için birbirine diş bileyen Türkler ve Kürtler, Akdeniz’e ulaşmak isteyerek “yayılmacılık” eğilimlerini belli eden Kürtler, Suriye’nin kuzeyini ilhak etmek isteyen Türkler, bölgedeki halklara kuşkuyla bakan Araplar, cihatçı yıpratma savaşı nedeniyle her zaman diken üstünde kalacak Aleviler ve Şiiler, cihatçı yamyamlık, emperyalizm ve Körfez gericiliği arasında sıkışan Sünniler…
Etki alanlarına bölünmüş Suriye’nin ve bölge halklarının beklediği “son” budur.
Sonu bu olan halklarınsa, güçlünün etekleri altında buluşması mümkün olduğu gibi, devrimci bir çıkış ile ezilenleri bir araya getirmesi de mümkündür. Buysa, ancak emperyalizm ve gericilikle bağları kopartıp bütün kötülüklerin anası sermaye sınıfını alaşağı etme iradesiyle mümkün hale gelebilir.
Gerçekçi değil mi?
Gerçekçi olmadığını iddia edenlerin bir gün ABD’yle, bir gün Rusya’yla raks etmesi daha mı gerçekçi?
Tüm “Arap milliyetçisi” rejimlerin, liberal ideolojinin girişine izin verdikten sonra gericiliğin saldırısına uğraması, bölgede tarih şuuru olan herkesin kulağına küpe olmalıdır. Sosyalizm, gericilikle mücadelenin tek sigortasıydı.
Erman Çete / SOL
*
Emperyalizmin krizini haritalandırmak(III):Güney Çin Denizi'nde yatıştırılan savaş
5 trilyon doların üzerinde ticaret hacmi bulunan Güney Çin Denizi, hem paylaşılamayan pastanın büyüklüğü, hem de ABD-Çin'in doğrudan karşı karşıya gelişi sebebiyle emperyalizmin krizinin en önemli merkezlerinden biri haline geldi. Bölge, abartı olmaksızın Üçüncü Dünya Savaşı'nın çıkabileceği yer olarak gösteriliyor.
Uzun bir süredir bölgesel bir sorun olan Güney Çin Denizi, son yıllarda giderek günlük tartışmalardaki yerini artırdı ve ABD’nin müdahaleleriyle küresel bir kriz halini aldı. Güney Çin Denizi’nin hemen hemen tamamı, Çin tarafından sahiplenilirken, bu sularda Malezya, Brunei, Endonezya, Filipinler ve Vietnam da hak iddia ediyor.
Çin’in bölgedeki egemenlik iddialarını sorgulayan ABD, bölgeye başka aktörleri de getirerek gerginliği daha da artırıyor. Çin ise diplomasi yolunu ve ekonomik kozlarını kullanarak, ABD’nin ördüğü ittifak ağını dağıtmaya çalışıyor. ABD’ye olan güvensizlik ve istikrar isteği de bunu kolaylaştırıyor.
GÜNEY ÇİN DENİZİ NEDEN ÖNEMLİ?
Çin’in dünyanın imalat merkezi haline gelmesiyle birlikte, Güney Çin Denizi’nin önemi de giderek arttı. Yılda 5 trilyon doların üzerinde ticaret hacmi olan Güney Çin Denizi’nin, küresel ticaretin %40’ı kadarını oluşturduğu ve ticaretin ana geçiş yolu haline geldiği söyleniyor. Pastanın büyüklüğü bölgenin önemini anlatmaya yetiyor. ABD de, ticaret hacmini dayanak göstererek, bölgedeki varlığını meşrulaştırmaya çalışıyor. Bölgenin ticari öneminin yanısıra, Güney Çin Denizi'nde bulunan önemli enerji kaynakları ve bunların kim tarafından çıkartılabileceği de tartışma konusu olmayı sürdürüyor. Bölgedeki doğalgaz rezervinin, Çin'e onlarca yıl yetebileceği öne sürülüyor.
Güney Çin Denizi, taşıdığı ticari önemin dışında Çin yönetimi tarafından ulusal egemenlik meselesi olarak da kabul ediliyor. Çin’in ulusal sınırı saydığı “dokuz çizgili hat”, Paracel Adaları ve Spratly Adaları’nın tamamını içeriyor. Paracel Adaları’nın tamamı fiili olarak da Çin’in kontrolünde olsa da, Spratly Adaları’nın önemli bir kısmı Vietnam, Filipinler, Malezya, Brunei ve Tayvan kontrolünde. Hassas dengelerin kurulu olduğu bölgede, ülkeler arasında geçmişte yapılan anlaşmalar, bu anlaşmaların yorumlanma farklılıkları ve çizilen “kırmızı çizgiler” bölgede gerilimi sürekli yüksek tutuyor.
(Çin'in Dokuz Çizgili Hattı ve adalar)
BÖLGESEL İLİŞKİLER VE ABD
Çin karşıtı bir blok oluşturmak isteyen ABD, bu amaçla sürekli diplomasi yürüterek bölge ülkelerini kışkırtıyor. ABD'nin eski sömürgesi ve sonrasında yakın müttefiki olan Filipinler, bu konuda ABD'nin en çok güvendiği ülkelerden biriydi. Ancak Rodrigo Duterte'nin iktidara gelmesiyle birlikte bu durum büyük ölçüde değişti. Çin ile diyalog kurmaya önem veren Duterte, ABD'nin bölgedeki varlığını desteklemediğini ve ABD gemilerine yardım sağlamayacağını duyurdu. Eski Filipinler yönetimi, Güney Çin Denizi ile ilgili BM Daimi Tahkim Mahkemesi'ne gitmiş ve Çin'e karşı açtığı davayı kazanmıştı. Bu karar Çin tarafından tanınmazken, Filipinler'de yönetim değişikliğiyle önemini daha da yitirmiş oldu.
Çin ile uzun süredir bölgede gerginlik yaşayan bir diğer ülkeyse Vietnam. Paracel Adaları'nın kontrolü Vietnam Savaşı sırasında Çin'e geçti. Adaları ABD destekli Güney Vietnam'dan alan Çin, savaşın bitmesiyle birlikte adaları geri vermedi. Sonrasında Çin ve Vietnam arasında yapılan anlaşmalar, uzlaşmazlığın yalnızca küçük bir kısmını çözebildi. Vietnam-ABD ilişkilerinin gelişmesiyle, Vietnam bir süreliğine ABD tarafından bölgede kullanılmaya aday ülke gibi göründü. Ancak Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, 2015'te Vietnam'a gerçekleştirdiği geziyle iki ülke arasındaki "yoldaşça ilişkileri geliştirmek" istediğini söyledi. Sonrasında karşılıklı gezilerin sıklığı giderek arttı. Vietnam'ın en büyük ticaret ortağı olan Çin, pek çok cazip anlaşma önererek Vietnam'ı büyük oranda yatıştırmayı başardı. Bu yıl Çin'i ziyaret eden Vietnam Komünist Partisi Genel Sekreteri Nguyen Phu Trong, uzlaşmazlığın sona ermesi gerektiğini söyleyerek bunun için diyalog yoluna işaret etti. Kısacası ABD, bölgede Çin'e karşı istediği bloğu yaratmayı başaramadı. Son ASEAN zirvesinde Çin'e verilen ılımlı mesajlar da bunu gösteriyor.
ABD VE MÜTTEFİKLERİ
Bölgede istediği ekseni oluşturamayan ABD, bölge dışındaki müttefiklerine yönelerek Güney Çin Denizi'nde "hareket serbestisinin korunması" için ortak devriye gücü oluşturulmasını önerdi. Japonya, Avustralya ve Hindistan'ı içerecek olan bu öneri, Hindistan tarafından kabul görmedi. Japonya ve Avustralya ise konuya olumlu yaklaştı. Devriye önerisi Çin'in tepkisiyle karşılaştı. ABD ve müttefiklerinin artan askeri varlığına karşılık, Çin bölgeye nükleer denizaltıları getirdi ve "yapay ada" inşasını hızlandırdı. Adaların "yapay" olduğunu kabul etmeyen Çin, adaların sivil amaçlı kullanıldığını belirtiyor. Deniz gücünü artırmayı Güney Çin Denizi geriliminden dolayı öncelik haline getiren Çin, yerli uçak gemisi inşa etmeyi başararak bu konuda önemli yol aldı.
Buna karşılık, ABD'nin uçak gemisi de içeren donanma grupları bölgede sıklaşan aralıklarla görülmeye başlandı. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ile ABD arasında yaşanan gerilim de, ABD'nin askeri varlığını gerekçelendirmesindeki araçlardan biri haline geldi. Japonya'da Şinzo Abe yönetiminin pasifizmden uzaklaşması ve askeri gücünü giderek daha sık öne sürmesi de suların ısınmasında etken oldu. Tüm bunlar değerlendirildiğinde, Güney Çin Denizi'nin 3. Dünya Savaşı'nın çıkabileceği yerlerin başında gösterilmesi ve ABD Başkanı Donald Trump'a yakın isimlerin burada savaşa girilmesinin "kesin" olduğunu söylemesi şaşırtıcı olmamalı. ABD yönetimi, diplomatik başarı alamadığı oranda, savaş seçeneğini dillendirmeye başlıyor.
(Çin'in uçuşlar için kullandığı bir "yapay ada")
YATIŞTIRMA VE SAVAŞ HAZIRLIKLARI
Trilyonlarca dolarlık ticaret hacmi olan bir bölgede savaş yaşanması, yaşanacak insani yıkımın yanısıra kuşkusuz kapitalizmin istikrarı için de felaket anlamına geliyor. Ancak bu durum, dünya ticaretinde liderliği koşulsuz olarak Çin'e bırakmak istemeyen ABD yönetimini durdurmaya yetiyormuş gibi görünmüyor. Trump'a yakın isimlerden Steve Bannon, Güney Çin Denizi'nde savaş çıkacağına "şüphe olmadığını" söylemişti. Ancak Bannon bu konuda yalnız değil. Beyaz Saray sözcüsü Sean Spicer da benzer yönde bir açıklamada bulunarak, Çin'in Güney Çin Denizi'ndeki uluslararası sularda, "yapay adalar" yoluyla sınırlarını genişletmesine izin vermeyeceklerini belirtti. ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson da, Çin'in "yapay adalara erişiminin engelleneceğini" belirtti.
Çin yönetimi, ABD'nin sert çıkışlarına yönelik olarak ılımlı yanıtlar verirken, diyaloğun artırılması ihtiyacına vurgu yapıyor. Esasında Çin, savaşın "kesinliği" konusunda şüphe duyuyor değil. Çin ordusunda kapsamlı reformlar gerçekleştiren Şi Cinping yönetimi, asker sayısını azaltmak ve bütçeyi artırmak gibi yöntemlerle orduyu uzun bir süredir "modernleştirmeye" çalışmakta. Bu sırada yolsuzluğa karışan pek çok general tasfiye edildiği gibi, kimi birlikler de dağıtılarak, yeniden organize ediliyor. ABD ile çatışmayı ertelemeye çalışan Çin, bir yandan da savaş hazırlığını sürdürüyor. Burada dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da, ABD'nin Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti'ne yönelik taleplerinin, Çin tarafından büyük oranda karşılanıyor olması. Örneğin Çin, KDHC ile ticaretini azaltarak ABD'nin yaptırım talebini karşılıyor. Bu meselede de Çin, hazır olmadığı savaşın ertelenmesini amaçlıyor.
ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI VE ÇATLAKLAR
Üçüncü Dünya Savaşı tartışmaları giderek yoğunlaşırken, dünyada bunu engelleyebilecek bir barış hareketi henüz bulunmuyor. Hindistan'da komünist partiler, yönetimin emperyalist planlara dahil olmaması yönünde güçlü bir baskı uyguluyor. Hindistan Komünist Partisi (Marksist), ABD'nin çıkarlarının Hindistan'ın çıkarlarıyla eşdeğer gösterilmeye çalışılmasına karşı çıkarak, Hindistan'ın Güney Çin Denizi'ndeki ABD faaliyetlerine katılmasının karşısında duruyor. Ülkelerinde iktidarda olan Vietnam Komünist Partisi ve Çin Komünist Partisi, bölge ülkelerinin sorunu barışçıl yollarla çözmesini savunuyor.
Ancak bölgede savaş çıkmasını engelleyen ana unsur, Çin'in yatıştırıcı politikalarının yanısıra, emperyalizmin yaşadığı dağınıklığın güçlü ittifaklar kurulmasının önünde oluşturduğu engeller. Bölgede ve bölge dışında Çin'in karşısına güçlü ve homojen bir blok çıkartamayan ABD, savaşı meşrulaştıracak araçları da sağlayamıyor. Küresel ittifak sistemindeki çatlaklar, emperyalist savaşın çıkışını ertelediği gibi, emperyalizm karşıtı güçlere zaman kazandırıyor.
Tulga Buğra Işık / SOL
*
Emperyalizmin krizini haritalandırmak(IV): Kurtarılamayan Avrupa
Kapitalizmin yıllara yayılan iktisadi ve siyasi krizinin Avrupa’ya yansıması, Yaşlı Kıta’nın fiili olarak bölünmesi oldu. İktisadi gereklilikler, yeni siyasi arayışlara kapı aralarken, sermaye hizipleri arasındaki kavgadan işçi sınıfına “ekmek” çıkmıyor.
Dünya kapitalist sisteminin 10 yılı devirecek uzun ekonomik bunalımı ile emperyalist sistemin çok yönlü tıkanıklığının kendisini en radikal biçimde gösterdiği yerlerden birisi ABD ise, diğeri de elbette Avrupa ve Yaşlı Kıta’nın birliği oldu.
Olmaması mümkün değildi. Zira, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturulan antikomünist kutsal ittifakın derleyip toparlayıcı unsuru ABD’yse, sosyalizme karşı cephe hattı da, her anlamda Avrupa’ydı. Sanılanın aksine, sosyalizme karşı büyük savaş Avrupa’da verildi, sosyalizm önce Avrupa’da geri çekildi ve yenildi. Dolayısıyla, Sovyet-sonrası dönemde yine ABD öncülüğünde dünya “düzlenirken” ve yeni döneme uygun düzenlemeler yapılırken, Avrupa Birliği de bu projeye ortak olmuştu.
Fakat “başarı”nın meyvelerini toplamak kadar, krizin de aynı şiddette hissedilmesi, eşyanın tabiatı olsa gerek.
KRİZDEN ARTA KALAN EKONOMİ
Dünya Bankası verilerine göre, dünyanın en büyük ekonomisi hâlâ açık ara Amerika Birleşik Devletleri (18 trilyon dolar). Uzak Doğu’daki “istikrarlı” ekonomi Japonya’nın üçüncülüğünü ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin ikinciliğini bir kenara koyarsak, geri kalan “ilk 10” içerisinde dört tane AB ülkesi görüyoruz: Dördüncü sırada Almanya (3.3 trilyon dolar), beşinci sırada Birleşik Krallık (2.9 trilyon dolar), altıncı sırada Fransa (2.4 trilyon dolar) ve sekizinci sırada İtalya (1.8 trilyon dolar).
Ekonomik olarak, Almanya Avrupa’nın tamamında “açık ara” olmasa da, en azından Kıta’da tamamen kontrolü elinde tutuyor. Bu noktada, Almanya ile Fransa’yı kıyaslamak ufuk açıcı olabilir. İki ülkenin de çoğunlukla ihracata dayalı bir ekonomiye sahip olduğu düşünülürse, aşağıdaki istatistikler Fransa’nın Almanya karşısındaki acıklı durumunu açıklayabilir (sırasıyla Fransa ve Almanya'ya ait istatistikler):
Grafikler, iki ülkenin zaman içerisinde dünyadaki toplam ihracat piyasasındaki paylarının değişimini gösteriyor. Fransız ihracatının payı her geçen yıl azalıyor.
Fransa, fiyatlardaki yükselişi durduramayıp “yapısal reforma”a gittikçe daha bağımlı hale gelirken, Almanya düşük maliyet ve ihracata dayalı ekonomisini sürdürebilmek için dış pazarlara erişim kolaylığına daha fazla ihtiyaç duyuyor. Fransa’da işçi maliyetlerini düşürmek için zorlanan “reformlar”, açıkça Almanya ile rekabeti kolaylaştırmayı da hedefliyor.
Ancak Almanya’nın Fransa karşısındaki ekonomik üstünlüğü yalnız değil. Yunanistan krizinde Alman kreditörlerin Yunan halkının gırtlağına çökmesi, yalnızca bir üvertürdü. Avrupa’daki her ülkenin dış borçları milyarlarca dolar olsa ve bunlar birbirlerine sürekli borçlansalar dahi, Alman kreditörlerin “başına ekşiyeceği” kırılgan ülkeler arasında İtalya, İspanya ve Portekiz başta geliyor.
Tam da bu ekonomik durum nedeniyle kemer sıkma ve neoliberal ihracat ekonomisi siyasetinin tüm dünyada şampiyonluğunu yapan ülkenin Almanya olması şaşırtıcı değil. Tekrarda fayda var: Alman tekelleri, ihracatı sürdürebilmek için pazarların “açık” olmasına gereksinim duyuyor. “Kurulu düzen”e sıkı sıkıya sarılan ve tek bir blok olarak görülen (ki, öyle değil, ama bu başka bir mesele) yegâne büyük emperyalist ülkenin Almanya olması da bu noktada anlaşılır hale geliyor.
BREXIT’IN YARATTIĞI SARSINTI
Yukarıda bilerek değinmediğimiz bir başka mesele ise, Birleşik Krallık’ın AB’den çıkışının (“Brexit”) yarattığı ve yaratacağı sarsıntılar.
Alman yetkililerin, örneğin Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in, İngiliz medyasında Theresa May’i ulu orta sert sözlerle eleştirmesi, Almanya’nın yukarıda bahsedilen ekonomik pozisyonu ile doğrudan bağlantılı.
Peki Birleşik Krallık için aynısı söylenebilir mi?
Veriler şunu söylüyor: İngiltere’nin toplam ticaretinde AB ülkeleri hâlâ büyük bir paya sahip olmasına rağmen, bu oran 15 senedir azalma eğiliminde. Krallık, 2016 yılında 550 milyar avroluk ihracatının 240 milyar avrosunu (yüzde 44) AB ülkelerine yaptı yapmasına ama, 2013 yılına kadar bu oran sürekli düşüyor ve AB dışı ülkelerle olan ticaret hacmi gelişiyordu.
(Birleşik Krallık ihracatı: AB, AB dışına karşı, Kaynak: Fullfact.org)
Yine istatistikler gösteriyor ki, Birleşik Krallık’ın AB’ye yaptığı ihracat 2015’te 230 milyar avroyken, AB ülkelerinin Birleşik Krallık’a yaptığı ihracat 290 milyar avro.
(Kaynak: Office for National Statistics)
Son tablo, Almanya’nın Brexit ve yarattığı siyasi iklime ilişkin tepkisini de anlatıyor. Almanya’nın, AB içerisinde bir Birleşik Krallık’a yaptığı ihracat çok büyük. 2016 yılının üçüncü çeyreğinde, Birleşik Krallık ve ABD’ye yönelik Alman ihracatının keskin bir düşüş yaşamasının Brexit ve Amerikan başkanlık seçimleri ile ilgili olduğu şeklinde değerlendirmeler yapılıyordu. ABD, Almanya’nın en büyük birinci, İngiltere ise en büyük üçüncü ihracat pazarı.
Britanya tekellerinin bir bölümü içinse, AB dışında AB ve ABD ile yeni ticaret anlaşmaları yapmak daha kârlı ve ticaret dengesini değiştirebilecek bir hamle.
RUSYA'NIN 'YIKICI' ETKİSİ
Doğrusu, Rusya ve lideri Putin de, Avrupa'daki "Atlantik etkisi"ni kırmak ya da azaltmak için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar.
Rusya'nın özellikle Avrupa'daki sağ-popülist ve proto-faşist parti/hareketlerle "gönül bağı"nın ötesinde ilişkiler kurmaya başladığı biliniyor. 2015'te toplanan ve "Faşist Enternasyonal" de denebilecek “Uluslararası Rus Muhafazakar Forumu”nun katılımcıları arasında, Avrupa’daki birçok neofaşist partinin yanında Altın Şafak da vardı. Bunun yanı sıra, "Avrasyacılık"ın önde gelen ismi Aleksandr Dugin ile Altın Şafak lideri Mihalolyakos'un mektuplaştığı daha önce ortaya çıkmıştı.
Dahası, Marine Le Pen, 2014 yılında partisi FN'in Rus sermayeli First Czech-Russian Bank'ten 9 milyon avro kredi aldığını kabul etmişti. Ancak Le Pen, bu kredinin "politikaları üzerinde etkili olmadığını" ileri sürmüştü.
Rus bankasından giden kredilerin FN'den ibaret olmadığı da söyşeniyor. Diğer Avrupa partileri arasında Belçika'dan Vlaams Belang, İtalya'dan Kuzey Ligi, Macaristan'dan Jobbik ve Avusturya'dan Özgürlük Partisi de var.
Bunlar işin "akçalı" kısımları. Ancak hiçbir etkisinin olmadığını söylemek mümkün değil. Rusya, dünya kapitalist sisteminin krizini de kullanarak, Avrupa'nın bölünmüşlüğünü kendi kolonlarını yaratarak değerlendiriyor. Sermayenin bir kanadı, Rusya ile en azından bir detantı zorluyor, Rusya ile kavga değil, işbirliği ya da en azından "seviyeli rekabet"i arzuluyor.
KRİZİN SİYASİ BOYUTU DAHA KARMAŞIK
Krizin siyasi boyutunu değerlendirirken, bir şeyi akılda tutmak gerekiyor: ABD ve Avrupa’da gelişen “sistem dışı”, “kurulu düzene karşı” ve çoğunlukla sağ-popülist çizgideki hareketler, bölünmüş emperyalist sistemdeki bir hizbin krizi değil, kapitalizmin genel krizi.
Bu noktayı gözden kaçırmamak, Avrupa siyasetindeki gelişmeleri anlamak için de elzem. Zira, kapitalizmin ulaştığı malileşme ve uluslararasılaşmanın bir tür otarşik modelle aşılabileceğine ilişkin elimizde herhangi bir veri bulunmuyor. Kapitalizmin krizinin yarattığı siyasi bölünmeyi değerlendirirken, iktisadi birikim rejiminin bugünkü durumunu da hesaba katmak gerekiyor.
Tam da bu nedenle, Avrupa’daki bir açıdan gerçek, bir açıdansa suni yarılmayı birbirinden uzaklaşan siyasi akımlar olarak değil, birbirine yaklaşma eğiliminde olan eğilimler olarak görmek daha gerçekçi. Ne demek istediğimizi açalım.
Örneğimiz Fransa. Fransa’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda alınan sonuçlar, birçok yorumcu için “kurulu düzen”in yıkıldığının bir göstergesi. Kurulu düzenden kasıt, muhafazakârlar ve “sosyalistler” arasında pinpon maçı şeklinde süregiden siyasi sistemdi. Bir “parti” bile sayılamayacak nevzuhur bir siyasi hareketin temsilcisi Macron ile proto-faşist denebilecek Marine Le Pen arasındaki yarış, Fransa’da “siyasi merkez”in dağıldığının göstergesi olabilir, doğru.
Ancak siyasetin merkezinin dağılması, yeni bir merkezin kurulamayacağı anlamına gelmiyor. Bunun en büyük göstergesi, Le Pen’in son zamanlarda attığı ve eski “merkez”e yakınlaşma amacı güden kimi adımlar. Örneğin Le Pen, daha “kucaklayıcı” olmak için parti liderliğini bıraktığını açıklarken, dış politikada da daha “dengeli” bir pozisyonun sinyallerini veriyor. Buna “bağımsızlıkçılık” denebilir.
Ancak konu Le Pen ve Fransa’dan ibaret değil. Avusturya’nın sağcı Özgürlük Partisi’nin geçen seneki seçimlerde cumhurbaşkanı adayı olan Norbert Hofer, ilginç bir çıkışla “gerçek ve tamamlayıcı bir birliğe ihtiyacımız var” diyerek AB’ye bağlı olduklarını ilân etti. Aynı partinin lideri Heinz-Christian Strache ise avroyu korumak istediklerini, ancak AB’nin “merkezileşmiş bir Avrupa federal devleti” olmasını istemediklerini kaydediyordu.
Fakat konu tersinden de değerlendirilebilir: The Intercept için yazan Mehdi Hasan, Avrupa’daki sağ-popülist hareketlerin yükselmesinden, merkez-sağ ve merkez-sol siyasetleri sorumlu tutuyor ve bu siyasetlerin onyıllardır yabancı düşmanı ve Len Penvari siyasetleri kullanarak, aslında onları normalleştirdiklerini vurguluyordu.
Bu durum, eski “merkezle” yeni “isyankârların” ortada bir yerde buluşacakları anlamına gelmiyor elbette. Bununla birlikte, Avrupa’daki siyasi restorasyon, bir cephesinde Trump-May-Le Pen (belki bir de Putin!) üçlüsünün durduğu, diğer cephesinde ise Merkel-Schulz (belki bir de Şi Cinping!) ve bilumum AB kurumlarının durduğu bir kadronun sürtüşmeleri ve cilveleri ile gerçekleştirilmeye çalışılıyor.
ABD ve Rusya’nın fırsattan istifade “yıkıcı” faaliyetlerini sürdürdüğü de düşünülürse, kapitalizmin güncel bunalımının Avrupa’ya olan yansımaları, suların durulmasına izin verecek gibi görünmüyor. Birlik’in içinde Almanya’ya yönelik “başkaldırı”nınsa, Fransa örneğinde görüldüğü üzere, bu haliyle işçi sınıfına hiçbir katkısı olmuyor.
Erman Çete / SOL
*
Emperyalizmin krizini haritalandırmak(V): Hindistan’da birbirine dolanan ayaklar
"Lokal bir sorun gibi gözüken Keşmir’in altından geçen bu faylar, Asya’nın tarihsel biçimlenişinden emperyalizmin militarist yatırımlarına kadar pek çok yükü üzerinde taşıyor. Bu nedenle emperyalizmin ayaklarının her an bu yüksek gerilim hattında dolanması mümkün."
Emperyalizmin krizi deyince Asya kıtasına çekiliyoruz. Bildiğimiz dünyada coğrafi merkezi Atlantik ve çeperi olan olan emperyalizm, dünyanın öbür ucunda sorunlar yaşıyormuş gibi görünüyor. Kriz noktası güç merkezinden uzaklaştıkça oradaki aktörlerin hareket serbestliği sanki coğrafi olarak çok kutupluluk doğuruyor. Hatta çeyrek yüzyıldır üretilen Batı-Doğu ikiliği tezleri buradan beslenebiliyor.
Oysaki krizin Asya'ya çekilmesinin belirgin tarihsel nedenleri var. 2. Dünya Savaşı'nı takip eden on yıllarda Asya'nın merkezi güçleri şekil almıştı. Kıtanın iki büyük ülkesinden Çin'de 1949'da Halk Cumhuriyeti kurulurken, Hindistan 1947'de İngiliz sömürgeciliğinden kurtularak Bağlantısız Ülkeler Topluluğu'nun önderliğine soyundu. Sovyetler Birliği'nin belirlediği dünya düzeni bu şekillenmeye izin veriyordu.
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra emperyalizm sosyalizmin geçmişte etkisi altındaki coğrafyaya uzandı; uzanırken de bu tarihsel etkenin geçerliliğini yitirmiş kabul etti. Ne var ki yeniden egemenlik kurmaya çalıştığı coğrafyalarda eski aktörlere uydu muamelesi yapması, bunların karşılıklı rekabetini kaşıyor. Atlantik merkezli emperyalizmin Asya coğrafyasını şekillendiren tarihselliği göz ardı etmesi bu coğrafyaya adım atarken ayaklarını birbirine doluyor.
Emperyalizmin restorasyon çabasını kapitalizmin restorasyonundan ayırt edemeyiz. Çin'i bir yana koyacak olursak, Hindistan'da bu restorasyonun nasıl yaşandığına bakarak ayakların hangi noktada birbirine dolandığını görmek mümkün.
HİNDİSTAN'IN AKP'Sİ
2. Dünya Savaşı'nı takip eden yıllarda Sovyet etkisi altında kurulan Hindistan Cumhuriyet'in mirası, 1. Dünya Savaşı'na Bolşeviklerin müdahalesinin etkisiyle kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin mirasına benziyor. Cumhuriyetlerin taşıdığı aydınlanmacı ve halkçı miras, Sovyet sonrası dönemde iki ülkede de mezhepçi ve işbirlikçi iktidarlar tarafından tasfiye edildi. Fakat bu tasfiyeciliğin verdiği güçle söz konusu iktidarlar bölgesel emperyalist paylaşımlarda söz hakkı talep eder oldular. Dolayısıyla emperyalist-kapitalist restorasyondan doğan bu tasfiyeci iktidarlar emperyalizmin aynı zamanda yönetebilirliğinin altını oyuyorlar.
2014'te iktidara gelen Hindu milliyetçisi BJP (Hindistan Halk Partisi), Hindistan'ın bağımsızlık mücadelesiyle kazandığı kuruluş değerlerini ortadan kaldırma misyonuna sahip. BJP iktidarında Hindistan'ın yaşadığı dönüşüm fazlasıyla AKP iktidarınınkini çağrıştırıyor: Lideri Narendra Modi “laik Cumhuriyeti tarihe gömme” ve “Hindistan’ın öz değerlerine döndürme” söylemiyle seçimi kazandı. Hindistan yurtseverliğinin altını oyan Hindutva ideolojisi BJP tarafından resmen 1980’de benimsenmişti. BJP, eğitimin Hindu kültürel öğeleri doğrultusunda yeniden düzenlenmesini, nüfusun yüzde 10’unu oluşturan Müslüman azınlıkları gözeten uygulamaların kaldırılmasını gündeme getirdi.
Bu ideolojik dönüşüm iktisadi dönüşümden güç alıyor. Hindistan'ın ölçeği Türkiye'den kat kat büyük, dolayısıyla restorasyonun iktisadi düzeyde yaşattığı toplumsal yıkım kat kat daha şiddetli. BJP'nin neoliberal reform programı, 1991 sonrası devletçi politikaların terk edildiği süreçte bir nitel sıçrama meydana getiriyor. BJP Hindistan’ın özellikle gelişmekte olan ekonomilerde ciddi bir pazar payı olan ilaç sanayisini yabancı sermayeye açmayı tartışıyor. Dünyada dördüncü olan Hindistan Kömür Şirketi’nin yüzde 10’u Hindistan'ın CHP'si olan Kongre Partisi iktidarında satılmıştı, şimdi bir yüzde 10 satış daha ekleniyor. Savunma sanayiinde işletmelerin yüzde 49’undan fazlasının yabancı mülkiyetinde olmasına artık izin veriliyor.
Hindistan'da tasfiyenin en dikkat çekici ögesini tarım oluşturuyor. Endüstriyel tarımın geleneksel tarımın yerini alması kırsal alanda büyük bir çalkantı doğurmuş durumda. Monsanto adlı emperyalist gıda tekelinin yüzlerce davaya konu olan patentli tohum dayatmasından kurtulmak için çiftçilerin başvurduğu GDO’lu tohumlar, kimyasal girdi gerektirmesi nedeniyle çiftçileri borçlandırıyor. Tarımsal dönüşüm nedeniyle 1997’den beri yüz binlerce köylünün intihar ettiği ve her yıl onbinlerce çiftçinin canını kıyanlara katıldığı bildiriliyor. Ölen çiftçilerin borçları ise ailelere yükleniyor.
Bu dramatik tabloya tüy diken son olarak Hindistan'ın 'nakitsizleşme' (demonetarization) uygulaması oldu. BJP hükümeti kullanımda olan nakit paraların banka hesaplarına transferi kararını alarak temel ihtiyaçlarını nakitle karşılayan Hindistan emekçilerini açlığa mahkum etti. 2016 sonlarında büyük miktarda nakit parayı kullanılmaz hale getirecek bu kararla, yarısı banka hesabı bile olmayan nüfusu gözden çıkardı, finans sermayesinin çıkarları doğrultusunda küresel ölçekte dijitalizasyonun ilk büyük ölçekli denemesini yaptı. Bu deneme, Hindistan yoksullarının bir nevi kobay olarak kullanılması anlamına geliyor. Büyük ölçeklerde artı değer birikimlerini piyasaya entegre etmeyi hedefleyen bu uygulamaya Hindistan’ı kriz içindeki ABD sermayesinin yönlendirmiş olması ise hasır altı edilmeye çalışılıyor.
İşte bu dramatik tablo, BJP iktidarının Atlantik eksenine alternatif gibi kendisini gösteren BRICS şampiyonluğuna soyunduğu, bölgede milliyetçi gövde gösterileri yaptığı süreçte ortaya çıktı.
TRUMP DÖNEMİNDE BRICS'İN I'Sİ
Yazı dizimizde çokça vurgulandığı gibi Trump'ın ABD Başkanı olması esas olarak Obama çizgisinden bir sapma anlamına gelmiyor. Bu Hindistan için de geçerli. Yeni olan, Obama döneminde kaşınan yaraların bu dönemde kanatılma ihtimalinin artması.
Hindistan'ın 2000'lerin ortasından itibaren entegre edilmeye başladığı serbest ticaret düzeni BJP iktidarında ilerletilirken Trump'ın Amerikan sermayesini ülkede konsolide edici politikalarının bir benzeri Hindistan’da 'Make in India' (Hindistan'da Üret) sloganıyla gündeme gelmişti. AB-Hindistan arasında 2007'den beri Serbest Ticaret Anlaşması görüşmeleri bir süre kesintiye uğradıktan sonra BJP tarafından 2015'te yeniden yürütülmeye başlandı. Bu en başta Hindistan'ın hala kamusal olan ilaç endüstrisinin piyasalaştırılmasını amaçlıyor. BJP hükümetinin bu başlıkta ayak sürümesi ise kamusallığı koruma direncinden değil askeri-stratejik başlıklarda pazarlık gücü kazanma derdinden dayanıyor.
BJP, ‘Make in India’ inisiyatifini yabancı sermaye yatırımlarıyla ortaklıklar kurarak kompanse etme yoluna giderken, ilaç sanayisini savunma sanayisi karşısında bir koz olarak kullanıyor. Savunmada yerli sanayiye daha fazla pay veren Rus ortaklığını Japon ortaklığına göre tercih ederek Atlantik kampıyla pazarlıkçı bir mesafe koyuyor. Öte yandan ABD-AB'nin Çin karşısında Hindistan'ın bölgesel siyasal etkisini güçlendirmek için sunduğu destek, Hindistan'ın ilaç endüstrisi üzerindeki serbest ticaret rezervlerini kaldırmasının kolaylaştırabilir. Trump dönemi 'korumacı' görünümdeki pazarlıkçılık politikası ülkeler arası gerilimleri tırmandırırken bu gerilimlerin giderilmesi için örneğin sağlık başlığında emekçileri kurban etmekten çekinmiyor. Ne kadar yerli silah, o kadar yabancı sermayeye bağımlı sağlık...
Güneydoğu Asya’da Rus açılımlarına Hindistan’ın yaklaşımı ise ikircikli. Rusya’yla ikili ticareti geliştirme hedefi ABD müttefiki Japonya’nın gerisinde. 2015 güzünde Japonya ile yapılan savunma anlaşmasında kararlaştırılan denizaltı imalatı askıda tutulurken Rusya’nın helikopter imalatında ‘ortaklık’ önermesi Hindistan’ı Rusya’ya yaklaştırmıştı. Ancak Rusya’nın ortak savunma ekseni için önemli olan S-300 savunma sistemi anlaşmasına Hindistan girmiş değil.
Emperyalizmin krizi Asya'ya çekilirken Asya'da bu kriz dinamiklerini özellikle çeken sıcak bir gerilim noktası Pakistan-Hindistan çekişmesi. ABD açısından Obama döneminin Asya'ya pivot politikası görece belirgin dost ve düşman ayrımlarına dayanıyordu. ABD'ye göre büyükten küçüğe Çin düşmansa Hindistan dosttu, Hindistan dostsa Pakistan düşmandı. Fakat gerek Pakistan'ın Afganistan'da IŞİD'i etkileyerek ABD bölge politikasının altını oyması, gerekse eski müttefik Pakistan'ın Çin’e tümüyle teslim edilmek istenmemesi Trump danışmanlarını çoklu bir politika geliştirmeye yönlendiriyor. Tabii bu aynı zamanda daha çelişkili bir politika anlamına geliyor. Obama döneminde Hindistan’ın ABD’yle yakınlaşma eğilimi üzerine Rusya Pakistan’a silah satınca, Cumhuriyetçiler ABD’nin Hindistan’a karşı Rusya gibi ikili oynamaması gerektiğini söylemişlerdi. Rusya ise Pakistan’la yaptığı silah anlaşmasıyla, savunma sistemini Hindistan’la ortak imal edeceği helikopterleri vuracak şekilde genişletilme imkanını cepte tutuyor.
ABD'nin iki ülke arasındaki çekişmede nasıl bir pozisyon alacağını belirleme zorunluluğunun ise tarihsel başka nedenleri de var...
NÜKLEER SAVAŞ KEŞMİR'DEN Mİ BAŞLAYACAK?
2. Dünya Savaşı sonrasında birer nükleer güç haline gelmiş iki ülkeden söz ediyoruz. Sömürgecilikten kurtulan Hindistan’a karşı 1947’de İngilizler Hindu-İslam bölünmesini kaşıyarak İslamcı Pakistan’ı doğurmuştu. Pakistan, Soğuk Savaş döneminde Afganistan’a karşı ABD’nin bölge taşeronu olarak nükleer silah sahibi haline getirilmişti. Buna karşılık nükleer gücü olan Hindistan, Soğuk Savaş dönemi kapandıktan sonra gelişen ABD yakınlığıyla Çin’e karşı bölgedeki ana müttefike dönüştü. Şu an ABD’nin cesaretlendirdiği Hindistan karşısında eski ana müttefiklerden Pakistan Çin’den himaye arıyor. ABD emperyalizminin farklı dönemlerde nükleer güç olarak misyon sahibi haline getirdiği iki ülke, Asya’da bir nükleer savaş felaketini tetikleme tehlikesi yaratıyorlar.
Hindistan ile Pakistan sınır hattında, Keşmir bölgesinde sıcak çatışmalar yaşanıyor. Keşmir'in yarısı Pakistan yarısı Hindistan kontrolünde. Hindistan'a bağlı eyaletin tam adı 'Jammul ve Kashmir'. Jammul'da Hindu ağırlık, Keşmir vadisinde Müslüman var. Yerel İslamcı hareketler Pakistan'la birleşme veya özerkliği savunuyorlar. Hindistan 2016 Ekim başında Pakistan’ın yönettiği Keşmir bölgesinde teröristlere yönelik bir ‘cerrahi vuruş’ gerçekleştirdiğini açıkladı. Pakistan ise Hindistan’ın sınırlarından içeri girmediğini, girmiş olsa buna çok sert yanıt vereceklerini söyledi. Pakistan’ın İslamcı teröristlere beşik olması ve Hindistan’ın bölgesel militarizmi, Güneydoğu Asya’da savaşı tırmandırabilecek bir kırılganlık yaratıyor.
Keşmir, İngiliz sömürgeciliğinin Hindistan'dan Pakistan'ı koparma sürecinde Müslüman nüfus nedeniyle tartışmalı bir bölge. 1970'lerin başına kadar komünistler etkin imiş ancak partideki Çinci bölünme sonrası devlet baskısı artmış ve hareket etkisini kaybetmiş. 1947'de Hindistan kurulurken ulusal birliğe katılmak istemeyen yerel feodal liderin direnmesi üzerine Pakistan meseleye el atıp coğrafyanın bir kısmını koparmış, geri kalanı da Hindistan'la özerklik şartlarında bütünleşmeye razı olmuş. Ancak özerklik, Pakistan’ın Sovyetleri kuşatmak üzere İslamcı örgütlere ev sahipliği yapmasından ve Keşmir’in bu burada bir geçiş alanı olmasından kaynaklanan nedenlerle tartışmalı hale gelmiş, aşınmış. Hindistan’ın iki komünist partisi, Hindistan Komünist Partisi (HKP) ve HKP (Marksist) terör örgütlerine karşı önlem alınması fakat Keşmir'e yeniden özerkliğin tanınması gerekiğini savunuyorlar. Bunun bölgesel emperyalist rekabeti çözebilmesinin sınırları var.
Geçen yıl CIA destekli mücahit hareketinden bir gencin öldürülmesi üzerine çatışmalar büyümüştü. Öte yandan BJP iktidarının Keşmir’e yönelik askeri müdahale politikası partinin Hindu milliyetçisi ve bölgesel iddialarından güç alıyor. Hindistan devletinin Keşmir’de (yüzlerce kişinin gözünden vurulmasıyla sonuçlanan) sert tutumunun İslamcı örgütlerin ötesinde bölgedeki gençliği isyana sürüklediği bildiriliyor. Müslüman nüfus ve Pakistan'ın bölgede sürdürdüğü kısmi hakimiyet nedeniyle gerilim Pakistan'a mal edilse de HKP bu seferki isyanın iktidar baskısına karşı yerel bir ayaklanma olduğuna işaret ediyor.
ABD açısından Çin’i kuşatma stratejisi açısından da Keşmir’in önemi var. Burası aynı zamanda Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru'nun geçiş noktası, bu yüzden Hindistan'ın Çin tehdidini hissettiği hassas noktalardan biri. Çin Halk Cumhuriyeti hükümeti, ABD müttefiki Hindistan'a karşı eski müttefik Pakistan'la -tam da Obama döneminde Cumhuriyetçilerin kaygılarını haklı çıkaracak şekilde- bir yakınlaşma politikası izliyor. Yine de bölgesel olarak Çin provokatif değil dengeci konumunun avantajını kullanıyor ve resmiyette iki ülke arasında müzakere yoluyla sorunun çözülmesini savunarak soğukkanlı bölge gücü rolünü koruyor.
Lokal bir sorun gibi gözüken Keşmir’in altından geçen bu faylar, Asya’nın tarihsel biçimlenişinden emperyalizmin militarist yatırımlarına kadar pek çok yükü üzerinde taşıyor. Bu nedenle emperyalizmin ayaklarının her an bu yüksek gerilim hattında dolanması mümkün.
Ali Somel / SOL