22 Haziran 2019 Cumartesi

Hürmüz Boğazı saldırılarının faili kim? - Erhan Nalçacı

1898 yılında Küba halkının İspanyol sömürgeciliğine karşı dalgalar halinde gelen başkaldırısı çok gelişkin bir noktaya gelmiş ve bağımsızlığa çok yaklaşılmıştı. İç savaş esnasında ABD’lileri tahliye etmek için gelen ABD savaş gemisi USS Maine Havana Körfezi’nde büyük bir patlama ile sarsıldı ve hızlıca battı. Çoğu Afrika kökenli 168 ABD askeri yaşamını kaybederken Avrupa kökenli olanlar nedense gemide değillerdi!

ABD hemen İspanya’ya sonu başından belli bir savaş açtı. Belki de emperyalist paylaşım savaşlarının ilki olarak kabul edilecek bu savaş İspanyolların yenilgisi, Küba, Filipinler, Porto Riko gibi ülkelerin ABD hegemonyası altına girmesi ile sonlandı.

ABD halkı Vietnam’da savaşa ABD’nin daha fazla dâhil olmasına şiddetle karşı çıkıyordu. 2 Ağustos 1964’te Tonkin Körfezi olayı yaşandı, güya Vietnam savaş gemileri Amerikan destroyerlerine ateş açmıştı. Basının alevlediği infial ile Kongre Vietnam’a daha fazla asker gönderilmesini onayladı. Yıllar sonra olaya karışan Vietnam’a ait bir savaş gemisi olmadığı ortaya çıktı.

Bu tarihsel olaylar unutulmuş olabilir, ama ABD’nin Irak saldırısına kamuoyu desteği oluşturmak için söylediği yalanlar ve uydurulmuş kanıtlar belli bir yaşın üstündekiler tarafından çok iyi hatırlanıyor. Irak’ta nasıl kimyasal silahların depolandığı, bunların uzun menzilli füzeler aracılığı ile nasıl binlerce kilometre ötede etkili olacağı propaganda edildi. Zamanın ABD’li Genelkurmay Başkanı televizyonda Irak’ta saptanmış kitle imha silahları üzerine fotoğraflar gösterdi, yeminler etti. Yaratılan bu atmosferde ABD’nin sayısız Iraklıyı katletmesinin yolu açıldı.

Şimdi ABD hızla İran’ı kuşatıyor ve benzer yalanlar eşliğinde Körfez’e asker yığıyor. Geçenlerde bu köşede bu konuyu ele almıştık.  Aslında Çin’in önemli bir müttefikini etkisiz hale getirmek, Çin’in enerji kaynaklarına ulaşmasını engellemek, petrolün dolar dışı para birimleriyle ticaretini durdurmak, dolayısıyla emperyalist dünyada hızla gerileyen ABD hegemonyasını korumak için İran’ın kuşatıldığını biliyoruz. Bu askeri tehdidin İran’daki gerici rejime müdahale gibi bir motivasyonu hiç olmadı. Olsaydı Suudi Arabistan gibi çağdışı bir devlete sınır çizilirdi.

Şunu unutmayalım, dünya petrol ticaretinin beşte biri kadarı Hürmüz Boğazı’ndan yapılıyor. Sadece İran değil, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerin de petrolünü taşıyan tankerler Hürmüz’den okyanusa açılıyor.

Son bir iki ayda giderek sıklaşarak petrol üretimi ve taşınmasına dönük saldırılar oldu. Her birinde ABD dozu artarak ve sahte kanıtlar ileri sürerek İran’ı suçladı. Oysa son saldırı tam da Japonya Başbakanı İran’ı ziyaret ederken Japonya’ya petrol taşıyan tankerlere yapıldı. İran kendisine saldırılması durumunda Hürmüz Boğazı’nı kapatacak şekilde müdahale edeceğini söylüyor, fakat şu anda tehdit altındayken en son başvuracağı şey bir kışkırtma.

ABD geçen hafta İran’ı suçladıktan sonra Ortadoğu’ya bin asker daha gönderme kararı aldı. Ancak ABD’nin İran’a yapacağı kapsamlı bir müdahale bin değil, yüz binlerce askeri gerektiriyor ve ABD’nin bu kadar emekçiyi silah altına alıp bir ülkeyi işgale ikna edebileceği çok şüpheli gözüküyor. Burunlarının dibindeki Venezuela’ya bile ortamı hazırladıkları halde müdahale edemediler.

Ve iki gün önce ABD nükleer silahları savaşta kullanmanın güzellemesini yaptı, sonra hemen bu açıklama silindi. Dünyadaki bütün emekçi halklar bu tehdidi ciddiye almak zorundalar.

Emperyalist dünya topluca derin bir çürümenin doruğunda bulunuyor. ABD kendi tarihinin olağanüstü bir alçaklığa işaret etmesinin yanı sıra emperyalist rekabette sarsılan hegemonyasını korumak için her türlü cinayeti göze almış gözüküyor.
Ancak eskiden emekçi halklar ABD’nin yalanlarından bir şekilde etkilenirlerdi. Şimdi ise hemen herkes ABD’nin yalan söylediğini ve Hürmüz Boğazı’nda kışkırtıcının kendisi olduğunu fark ediyor. Ancak ilkesizlik, örgütsüzlük, adalete inanmama, bütün bunlar harekete geçmeyi engelliyor.

Brecht ünlü şiirinde “Halkın ekmeğidir adalet” diyordu.

İnsanın insanı sömürüsüne, gericiliğe, yalanlara ve emperyalizme karşı olmak…
İlkeli olmak emekçi halkın ekmeğidir bugün.

Erhan Nalçacı / SOL

Hamidiye - ORHAN GÖKDEMİR

AKP’nin Sabah adlı bülteni eşeledi eşeledi, atacak çamur bulamayınca CHP adayı Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının sahte olduğu iddiasını ortaya attı. İmamoğlu, iddiayı "Diplomamla ilgili haber yapmışlar ama altını çizelim; olan diplomamla ilgili" diyerek yanıtladı. Güzel, demek CHP yöneticileri ve adayları “olmayan diploma”dan haberdardır.

O “olmayan diploma” ile ilgili iki yeni gelişme oldu yakın zamanda. Türkiye Noterler Birliği “olmayan diploma”nın fotokopisini “aslı gibidir” diye onaylayan noter kâtibine soruşturma açmayan notere uyarı cezası verdi. Demek “olmayan diploma”nın benzeri de olamıyordu. Ülke için ne büyük talihsizlik!

Sonra fotokopiyi notere gerçeğini göstermeden “aslı gibidir” şeklinde tasdik ettiren kişinin, “olmayan diploma”nın sahibinin özel kalem müdürünün şoförü olduğu ortaya çıktı. Şoförün vekâletname olmadan bu işlemi nasıl gerçekleştirdiği muamma. “Reisin selamı var” demiş olabilir, ne bilelim biz. Yeni Türkiye burası, zurnada peşrev aranmaz…

Haber üzerine işbilir şoföre ulaştı gazeteciler, “nasıl yaptın” diye sordular. Fakat âdem vaktiyle Başbakanlıkta çalışırken kaza geçirmiş, özellikle noterde yaptığı işlemleri unutuvermişti. Diplomanın noterde onaylatılmasıyla ilgili süreci de hiç hatırlamıyordu.

Önemi şu: Cumhuriyetlerde bütün olmayan diplomalar araştırılır. Çünkü cumhuriyette iş alınırken-verilirken diploma göstermek esastır. Buna liyakat diyoruz. Araştırılmazsa cumhuriyet yıkılmış yerine eş-dost-akraba düzeni kurulmuş demektir. Nihayetinde işlem basittir, varsa ortalıkta bir diploma, Noterde usulsüzlük olsa bile çıkarır gösterirsin.

Göstermene de gerek yok aslında. Son seçimde YSK isteyince diplomayı taşımak yerine “e-devletten” indirip göndermek istedim. Üniversite henüz e-devlete işlememişti, aradım. Aslının fotoğrafını istediler, gönderdim. 10 dakika sonra belge hazırdı. Bu kadar kolaydır.

Buna rağmen 15 yıldır gösterilemeyen diploma olayları ile karşılaşmak şaşırtıyor insanı. Göstermemekle kalmayıp devlet sırrına dönüştürdüler. Gerek yok bunlara hâlbuki, bir işe talipsen ve o işi alman için diploma gerekiyorsa çıkarıp göstereceksin. Gösterememene rağmen o işi alabilmişsen cumhuriyet yıkılmış demektir. Demek ki yıkılmıştır.

CHP yönetici ve adaylarının “olmayan diploma”dan haberdar olmaları şu açıdan önemli; sorun yaptıklarını hiç hatırlamıyoruz. Demek diplomanın gösterilememesini sorun etmemişler, göz yummuşlardır. Göz yumdukları cumhuriyetin yıkılmasıdır.

***

12 Eylül referandumu, Ergenekon, 15 Temmuz kavgası falan derken Cumhuriyetin gerisine doğru yuvarlanıp duruyoruz. Diplomaların hiç, el etek öpmenin her şey olduğu o karanlık devirde bulduk kendimizi. 1908’in bile gerisindeyiz artık. Bir anayasa var fakat rafta akıbetini bekliyor. Bir meclis var fakat bildiğiniz “meclis-i mebusan”, adı var kendi yok. Yasama yetkisini çoktan Saraya kaptırdı. Meclis-i Ayan, Sultanın adamları hazırlıyor tasarıyı, Sultan onaylayıp yürürlüğe koyuyor. Milletin seçtiği mebusan bizim gibi seyirci, çaresiz, öfkeli tüvitler atmakla iştigal ediyor. 1876 yılının ilk yarısındayız.

Tuhaf benzerlikler var içinden geçtiğimiz dönemle o dönem arasında. Meclis-i Mebusan, Meclis-i Ayan, Hamit, hatta yaklaşmakta olan büyük savaş -Osmanlı-Rus Harbi- her şey tuhaf bir benzerlik içinde. Tek fark ne yaptığını bilen bir Mithat Paşa’nın ortalıkta görünmemesi…

Eski “İslam Ansiklopedisi”ne dayanarak yazıyorum, “kuvvetli bir tahsili yoktu” Hamit’in. “Diploması yoktu” diye anlayabilirsiniz. Okuma yazmasının kıt olduğunu söyleyenler de var ama ihtimal vermiyorum. Tahsilsizdi fakat zekiydi, gerçek karakterini ve düşüncelerini saklamakta pek mahirdi. Dönemiyle ilgili bir seyahatnamede, “Hiç kimse onun güvenini kazanamaz. O, ya hemen güvenir ya da güvenmez biter” deniyor. Çok kuşkucu ve çok korkaktı; böyle birinin bir başkasına güvenmesi düşünülemez. Tam tersini düşünmesine rağmen diplomalı Mithat Paşa’yı meşrutiyet yanlısı olduğuna inandırmayı başarmıştı. Paşa Murat’ı indirdi, Hamit’i bindirdi, mutlakiyeti sınırlayacağını düşünüyordu.

Hamit tahta oturur oturmaz takıyye yaparak ilan ettiği anayasayı rafa kaldırdı. Meclisi tatil ettikten sonra idareyi bütünüyle eline aldı. İçeride ve dışarıda her iş ondan soruluyordu. İtiraz eden okur-yazarları kırdı, kırmadıklarını kovaladı, korkuttu, sansürletti, rüşvete bağladı. Karanlığını diplomalıları kırarak kurmuştur.
1889’da İttihat Terakki’nin kurulması onun diktatörlüğüne duyulan tepkiden ve şahsına duyulan derin nefretten feyz almıştı. Ülkesinin kayıp 30 yılının tek başına sorumlusudur.

***

Fakat kurduğu derme çatma düzeni ancak 1908’e kadar ayakta tutabildi. Öfkeliler “Hürriyet” nidalarıyla gelip sarayının kapısına dayandı. Düştü, hürriyet ilan edildi.
1909’da taraftarları bir kez daha ayağa kalkmayı denedi. Gezi Parkı’nın üzerindeki kışlada topa tutuldular, dönemi böyle kapanmıştır. Hürriyet’in ilanından 10 yıl sonra öldü, tarihin ve talihin garip bir cilvesi Osmanlının en reformcu padişahı olan II. Mahmut’un türbesinin bahçesine gömüldü. Şaka değil, türbe “Yeniçeriler Caddesi” üzerindedir.

Ömrü korku ve vehim içinde geçti. Korkunun ve vehminin tek faydası eceliyle ölmesi oldu. Kişisel amaç ve isteklerini memleket meselesine dönüştürmüştü. Kendisini ülkenin sahibi sayıyor, soymakta, yağmalamakta hiç tereddüt etmiyordu.
Yani sadece işler-güçler değil,kişiler ve karakterler de dönemimize benzemektedir. Diplomalılar kovalanmakta, diplomasızlar korunup kollanmaktadır.

O nedenle tartışmalarımızın önemli bir yanı gerçekte diploma tartışmasıdır. Diplomayı gösterme zorunluluğunun olup olmadığıdır. Göstermek gerekir, gösterilmezse tarihin gerisine fırlatılırsınız. Sultanlar, saraylar, imzasıyla meşhur ümmi 7-8 Hasan Paşalar, acımasız hafiyeler basar ülkeyi. Sansürden nefes alamazsınız, karanlıktan kaçıp kurtulamazsınız.

***

Bundan üç yıl önce de sormuşlardı “hani diploma” diye. Çıkarıp göstermek yerine "Kayıt olduğum, okuduğum ve mezun olduğum okul ortada, sınıf arkadaşlarım ortada. Ayrıca üniversite yönetimi resmi açıklamayı yaptı. Tüm bunlara rağmen birileri hala ısrarla bu meseleyi köpürtmeye devam ediyorlar" dedi. Bunca kelimeye yazık. Sonuçta bir kâğıt parçasıdır, gösterip kurtulacaksın. Sınıf arkadaşlarının şahitliğinin bu bapta hiçbir geçerliliği yoktur. Aksi halde diploma isteyene okul arkadaşlarımızı gösterirdik. 
Öyle yapamıyoruz…
Diploma tartışmasını bir sonuca bağlayamadığımız için o arada 1876’nın gerisine düştük. Diploma gösterme zorunluluğu yoksa, yasaya, anayasaya uyma zorunluluğu da yoktur. Diploma meselesi budur. 1876’dan geriye düşmeyelim diye Cumhuriyet diploma gösterme zorunluluğu getirmiştir. Öğrendiğini, aldığın işi yapmaya ehil olduğunu ispat edeceksin. Takla atarak değil, diploma göstererek…
Birkaç yıl önce o tartışmalar sürerken burada şunları yazmışım: “Bunca hayhuy arasında bir diplomanın ne önemi var diye soranlara tane tane bir kez daha yazayım. Diploman yoksa peygamber olabilirsin, hatta tanrı olabilirsin ama o kural orada durduğu sürece cumhurbaşkanı olman mümkün değildir. Cumhuriyettir o diplomayı gösterme zorunluluğu. Yeterliliğin, liyakatin her şey; soyun, sopun, dinin, inancın hiçbir şey olduğu laik bir yaşam düzleminin basit, sıradan bir yansımasıdır. Ülkenin tapusunu göstersen kabul etmeyiz, göstereceksin o diplomayı!”

***

Yarın oyunuzu atacağınız İmamoğlu "Diplomamla ilgili haber yapmışlar ama altını çizelim; olan diplomamla ilgili" dedi. Olduğundan eminiz, istenirse gösterir. Ama sorun şu ki onun göstermesi yeterli değil, rakiplerinin de göstermesi gerekir. Kim zorlayacak göstermeye göstermeyeni?

Yani, birilerinin bunları dert etmesi, olmayan diplomaların hesabını sorması lazım. Meraktan değil, 1876 koşullarına fırlatılmamak için…

Tekrarlayalım öyleyse; Tanrı olsan, ülkenin tapusunu göstersen kabul etmeyiz. Göstereceksin o diplomayı…

Orhan Gökdemir / SOL

Erdoğan’ın postacısı-Miyase İlknur

Seçilmiş İstanbul Belediye Başkanı’nı ikinci kez seçmek için yarın sandık başına gideceğiz. 31 Mart seçimine giderken Cumhur İttifakı’nın söylemi “Türkiye’nin bekası” üzerine kurulmuştu. Millet İttifakı’nın adayı kazanırsa Türkiye’nin bekası tehlikeye girecek, Kandil kazanacak, İstanbul Belediyesi HDP’lilerin denetimine girecekti. Erdoğan mitinglerde, “Bu ittifak millet değil,zillet ittifakıdır. Kandil ve Pensilvanya’nın güdümündedir. Amacı terör örgütlerinin uzantılarını, belediye meclislerine ve bürokrasisine taşımaktır” diye meydan meydan bağırmıştı. Sonuç: Millet “Geç bunları anam babam, kaç seçim dinledik bu teraneleri” deyip kararını Erdoğan’ın “Zillet İttifakı” dediği ittifakın adayını seçti. 

YSK eliyle malum sandık darbesi yapıldıktan sonra tekrarlanan seçimde, bu kez iktidarın ve payandasının söylemi değişti. Dolmabahçe’de kurulan çözüm masası devrildiğinden beri tecritte olan Öcalan’a ailesi ve avukatları ile görüş izni verildi. Iyi sıhhatte olsunlar. Elbette ki her hükümlü ve tutuklunun ailesi ve avukatlarıyla görüşmesi onun yasal hakkıdır. Bunun tersi, hem hukuka hem insanlığa aykırıdır. Ama ne hikmetse her seçim öncesi aynı senaryoları izlemek zorunda kalıyoruz. Iktidar sıkıştığı anda Imralı kartını devreye sokuyor, Diyarbakır ziyaretleri artıyor, Kürt seçmenlere de “akıllı uslu olursanız ve oylarınızı bize verirseniz yeniden çözüm süreci başlayabilir” mesajları veriyor. Bu yüzden Bahçeli, mehter marşıyla geldiği İstanbul’dan Şamameyle geri döndü. AKP, iktidarının uzattığı şekere Kürtlerin bu kez de koşturacağını sanıyor. Ama artık Kürtleri kandırmak o kadar kolay değil. 

Uyanıklık yapan Erdoğan, “Selahattin Demirtaşla Öcalan’ın arasında rekabet var” gibi söylemlere abanarak aklınca Kürtler arasına nifak sokmaya çalışıyor. Demirtaş’ın duruşmasından bir gün önce yaptığı “Imamoğlu’na oy verin” çağrısını boşa çıkarmaya çalışıyor. Demirtaş’ın bu çağrıyı duruşmadan bir gün önce yapması zekice bir tavırdı. Duruşmadan ne karar çıkarsa çıksın görüşünün değişmeyeceğini ilan etti Demirtaş.
Erdoğan’ın Demirtaş’a garezi, “Seni başkan yaptırmayacağız” söylemini 24 Haziran seçim sürecinde dile getirmesi ve o seçimlerde ilk vurgunu yemesiydi. 

Cumhurbaşkanlığı referandumunda da muhalefetin blok hareket etmesiyle seçimi kaybediyordu. YSK imdada yetişip mühürsüz zarfları saydırarak ancak durumu kurtarabildi. O nedenle Demirtaş’a öfkesi dinmiyor. Demirtaş’ın, Sırrı Süreyya Önder  ve diğer HDP’lilerin şu an cezaevinde bulunmasının nedeni de bu. Zira kendisi ve partisi, çözüm sürecinde bugün cezaevinde bulunan HDP’lilerden daha uç sözler sarf etti. 
Ama onlar dışarıda.
İmralı’dan istediği mesajı alabilmek için bir de postacı bulmuşlar. Doç. Dr. Ali Kemal Özcan. Gerçi Özcan’ın yaptığı ilk postacılık görevi dün aldığı mektup değil. Daha önce de yapmıştı bu postacılığı. Görev yaptığı Tunceli Üniversitesi’nin “Alevilik  Sempozyumu”nda  konuşan Özcan, “Devlet ile Öcalan ve Kandil arasında elçilik yaptığım için ölümün eşiğine geldim” demişti. Gezi olayları sırasında da Dersim News’e yaptığı açıklamada Erdoğan ağızıyla konuşmuş, Gezi olaylarının dış mihrakların işi olduğunu öne sürmüş ve şöyle devam etmişti: “Çevre duyarlılığı ile başladığı söylenen Gezi denemesi asıl olarak ulusal ve uluslararası ‘ulusalcı’ların giriştiği bir darbe denemesidir. Bu iktidarını kaybeden, asker-sivil-bürokratik aygıt dediğimiz, kitlelere yukardan bakan, kitleleri sadece yönetilmeye layık gören, sürü gibi gören, bir iktidar alışkanlığının iktidarını geri alma girişimidir. Bunu seçimle yapamayacağını biliyor.  Taksim’de, Gezi’de selam verilecek, hele hele solculuk adına, hele hele sosyalizm adına ve halk adına selam verilecek bir tek durum yoktur. Devlet Öcalan ile görüşmeye başladı. Bütün hedef bu süreci akamete uğratmaktır. Bu güçler bu hedefin peşini de bırakmazlar. Onun için ben bu bilgilerin Öcalan’a ulaştırılmasını  öneriyorum. Öcalan’ın Gezi’ye selamı Öcalan’ın kendi idam fermanına imza atmasıdır. Maalesef ne kadar kendisi buna inanmış, ne kadar inandırılmış bilmiyorum. Ama sonuç itibariyle Öcalan, kendi idamına imza attı. Gezi’de, öyle bir halk hareketi yok.” 

Kel başa şimşir tarak misali Erdoğan tam kendisine göre bir ulak bulmuş. Bir akademisyenin postacılık yapmasının etik olup olmaması, bir seçim uğruna kendini kullandırması bir yana ne sıfatla Öcalan’la görüştüğü de ayrı bir konu.

***

Son günlerin en tartışılan konularından biri de İsmail Küçükkaya’nın The Marmara Oteli’nde CHP adayı Imamoğlu ile görüşmelerinin kayıtlarını kimin sızdırdığı meselesi. Yahu kim sızdıracak, Kılıçdaroğlu’nun Tivnikli ailesiyle olan yat görüşmesini kim sızdırdıysa bunu da o sızdırdı. Övür’ün yazılarını dikkatle okumuyorsunuz sanırım. En çok hangi bakandan bahsediyor, en çok hangi bakana övgüler diziyor. Onu da mı biz söyleyelim. Bakanlık gücüyle ana muhalefetin her adımını emrindeki devlet görevlilerine izletiyor.

Miyase İlknur / CUMHURİYET

Metro İstanbul A.Ş 3-g ihaleleri - Murat AĞIREL

Değerli okuyucular;
Uzun zamandır beni takip eden sizler biliyorsunuz ki belgesiz, bilgisiz yazı yazmam. Kaynak olarak Kamu İhale Kurumu'nun internet adresi Elektronik Kamu Alımları Platformu'nu kullanırım. Yani kısa adı EKAP'tır. Bu internet adresinden Türkiye'deki tüm kamu kurumlarının yaptığı ihaleleri görebilirsiniz. Yazılarımda ihale numaralarını özellikle veriyorum ki kontrol imkânı sağlayın ve paramızın nerelere nasıl harcandığını merak edip araştırın.

Hafta içi TELE1 TV'de Evren Özalkuş'un sunduğu programa konuk oldum. İBB ve bağlı iştiraklerinde yapılan ihaleleri ve belgelerinin bazılarını açıkladım ve aynı zamanda sordum. Sorduğum hususlardan birisi de Metro İstanbul A.Ş.'nin 2019/150022 ihale kayıt numarası ile yaptığı Siyah Çay Alımı ile ilgiliydi.
EKAP'ta yer alan bilgilere göre İhale 13.03.2019 tarihinde yapılmış 05.04.2019 tarihinde de sözleşmesi yapılmıştır. İhale konusu aynen şöyle yazmaktadır ''siyah çay (1000 gr) alımı''.

Tekrar okudunuz değil mi? Bende tekrar okudum. Nasıl yani dedim. Devamlı uçuk fiyatlı ihaleleri araştıran yazan biri olarak ''yok artık'' dedim. İhale hakkında bilgi almak için Metro İstanbul santral numarasını aradım yetkili kişiye ulaşamadım. Kamu İhale Kurumu'nu aradım. Bilgi almak için yazılı yada kik.gov.tr üzerinden başvuru yapmamı 15 gün içerisinde de cevap vereceklerini bildirdiler. Söz konusu ihale 4734 sayılı ihale kanunun 3-e maddesine göre yapıldığı için de ne yazık ki sözleşmeyi ve teknik şartnameyi görmemiz mümkün değil.

Yayında da aynen şöyle söyledim ''Çok merak ediyorum. Gerçekten çok merak ediyorum. Tüm vatandaşlarda sorsunlar. 1 kg çay 181 Bin TL nasıl olur? Yanlış yazmışlardır 1000 kg 1 tondur diye düşündüm . O zaman da 181 TL oluyor kilosu. Kamuoyunun sormasını istiyorum 1 kg çaya bu fiyat verilir mi? Metro A.Ş. yetkilileri izliyordur baksınlar" konuşmam aynen böyledir.
İstanbul Ulaşım A.Ş. bu program sonrasında bir basın duyurusu ile açıklama yapmış. Yapmış diyorum çünkü haberim olmadı. Sosyal medyada etiketlenince haberim oldu ve kendimce ''şahane'' dedim. Çünkü cevap verilmesi hesap verebilirlik, şeffaflık adına iyi bir gelişmedir. Yapılan basın açıklamasını aynen aktarıyorum ''Haber ve paylaşımlarda yer alan iddia kesinlikle gerçek değildir. 181.400 lira, 1 kg çay için değil, 9 ton çay için ödenmiştir. İhale adı bölümünde yer alan ''SİYAH ÇAY (1000 GR) ALIMI'' ifadesi, toplam satın alma değil ihalenin ismini ifade etmektedir.'' Ek olaraksa sipariş formu eklenmiş. Sosyal medya hesaplarından şahsımı ve TELE1 haberi ''yalan"la suçlamıştır.

Değerli okuyucular bahse konu ihalenin EKAP görselini sizler ile paylaşıyorum. Benim yazdığım ya da sorduğum sorunun hangisi yalan? Bu haberlerden sonra Metro İstanbul A.Ş.'yi tekrar aradım, Genel Müdür Kasım Kutlu bey ile görüşmek istediğimi bildirdim. Yerinde olmadığını öğrendim ve telefon numaramı bırakarak dönüş yapmasını istedim. Bir zaman sonra Genel Müdür Kasım Kutlu Bey aradı ve bahse konu üzerinde konuştuk. Cenazede olduğunu belirttiği için bir çok hususu soramadım ancak ihaleyi  sordum. Özeti şu şekildedir  ''Çalışan personeller için 1 yıllık çay alım işi olduğunu, devlet kurumu ÇayKur'dan 1000 gr paketler halinde 9000 adet, 9 ton çay alındığını, ihale konusu kısmında bir yanlışlık yapıldığını esasında daha açıklayıcı yazılabileceğini ve hatta bu olaydan sonra düzeltme talebinde de bulunduklarını'' belirtti.

Sayın Müdür Kasım Kutlu beye teşekkür ederim açıklama için. Benim EKAP'ta görüp açıkladığım belge tamamen doğru. EKAP'a girip sizlerde kontrol edebilirsiniz. Hatalı olan EKAP'ta yazan bilgileri yazan kişidir. Sadece dikkat etmeniz gereken istisna seçeneğini işaretlemeniz ve sonrasında aratma butonuna basmanız yeterli olacak. İhale 4734 /3-e maddesine istinaden yapıldığı için ihale sözleşmesini ve şartnamesini düzenleyen ve onaylayanlar dışında kimsenin görme yetkisi yok.

Tabii şimdi aylardır belge ile yolsuzlukları yazan biri hakkında belediyenin bir iştirakinin olayın aslını anlatacağına ''yalan'' diye açıklama yapması kovanına çomak soktuğum sosyal medya trollerini heyecanlandırmış . FETÖ taktiği olan itibarsızlaştırma gayretlerine girmişler ve daha önce başka bir yazışmadaki yazdıklarımı yeni gibi sunup beni istifaya davet etmişler.

Bahseden hesaba ait kişiyi kısaca araştırınca geçmişin FETÖ, kumpas davalarının destekçisi, AKİT-ZAMAN-PELİKAN Grubu sarmalı ortaya çıktı ve bunu da ifşa ettim. Şaşırmadım zaten. Daha birkaç gün önce de tetikçi birkaç kişi daha hedef göstermişti. Bunu ara ara deneyecekler. Farklı hesaplardan beni susturmak için şimdilik bu yöntemi deneyecekler.
Başaramayacaklar..

Metro İstanbul A.Ş. hakkındaki sorularıma da devam ediyorum..
İstanbul Metro A.Ş.'nin düzenlediği  2018/51897 ihale kayıt numarası ile 350 bin TL ve 2019/73720 ihale kayıt numarası ile 500.000 tutarlı, konusu ''okçuluk eğitimi'' olan ihaleleri 4734/3-g maddesine istinaden Sayın Bilal Erdoğan'ın kurucu olduğu halen mütevelli heyetinde de bulunduğu Okçular Vakfı'nın iktisadi işletmesi almıştır.

Sözleşme şartnamesini ve ayrıntılarını ne yazıkki görme yetkimiz yok. Bu sebepten ben Metro İstanbul A.Ş Genel Müdürü Kasım Kutlu beye soruyorum;
Metro İstanbul A.Ş. bu ihale ile neden 'okçuluk eğitimi' aldırma gereksinimi duymuştur ?

Çalışanlarına mı yoksa vatandaşlara mı okçuluk eğitimi aldırmıştır?

 Çay alınırken nasıl ki devlet kurumundan alınmış ise hali hazırda Milli Okçuluk Federasyonu var iken ihale neden bir vâkıfa verilmiştir?
İhale kapsamında kaç tane ok, yay ve ayakları, hizmet alınmıştır?
Devam edelim..
Metro İstanbul A.Ş'nin 2019 yılının ilk altı ayında yapmış olduğu ihalelerin 96 tanesinde 4734/3-g maddesini kullanmıştır. Bu ihalelerin toplam tutarı 55 milyon TL, 1 milyon 673 bin dolar, 487 bin Euro'dur.
Toplam TL tutarları ise bugünkü kur ile çevirdiğimizde 67 Milyon 800 bin TL'ye denk gelmektedir. Yani her ay 1 milyon TL 3-g yöntemi ile adrese teslim istenilen firmalara verilmiş.
Ben tekrar soruyorum;
Bu ihale usulünü neden ısrarla kullanıyorsunuz?
Rekabet koşulları sağlanarak açık ihale yapılsa söz konusu alımlar daha da ucuza alınamaz mı?

Sorularıma cevap alır mıyım bilmiyorum. Partisi fark etmeksizin kamu kaynaklarının nerelere nasıl harcandığını ısrarla sormaya, takip etmeye devam edeceğim.

Nihayet yarın uzun bir seçim sürecini geride bırakacağız. Mutlaka sandığa gidin ve oy kullanın. Ben oyumu şeffaf, hesap verebilen, kamunun kaynaklarını belirli bir zümrenin menfaati için değil İstanbul halkının menfaati için harcayacağına inandığım, nefret dilini değil birleştirici dili kullanan adaya vereceğim.


Murat Ağırel / YENİÇAĞ

Kültür A.Ş. ve adrese teslim ihaleler(I-II) - Murat AĞIREL

(I)

İBB kaynaklarının dağıtımını gördükçe "Gerçekten biz büyük bir ülkeymişiz" diyorum. O kadar büyük paralar sırf iktidara yakın diye dağıtılmış ki yazdıkça şaşırıyorum, şaşırdıkça yazmaya hevesleniyorum.
İhaleleri "adrese teslim" yapabilmek için her yol denenmiş.
Mesela daha önce size bir isimden bahsetmiştim.
M. Raif İnan.
Kendisi Cumhurbaşkanının oğlu Necmeddin Bilal Erdoğan ile birlikte okudu. Kartal İmam hatip mezunu. Yine Bilal Erdoğan'ın kurduğu şu anda da Mütevelli Heyetinde bulunduğu Kartal Eğitim Vakfı Mütelvelli heyetinde de yer alıyor. Vakfın Yönetim Kurulu başkanlığını ise yine Bilal Erdoğan'ın Kartal İmam Hatip okulundan arkadaşı TRT Genel Müdürü İbrahim Eren yapıyor.
Ne var bunda diyebilirsiniz.
Açıklayayım hemen.
M. Raif İnan'ın sahibi olduğu A23 Medya ve Yapım Hizm. A.Ş.
Bu ismi nereden tanıyoruz? Hani TRT de yayınlanan Vuslat dizisi var.
Hah işte onun yapımcısı.
Tabii ki bu kadar değil.
M. Raif İnan mutlaka başarılı bir iş adamıdır. Ancak bu şekilde bağlantıları olan kişilerin devlet kurumlarından aldıkları ihaleleri araştırınca hiç şaşmıyor. Hepsi illaki birçok ihaleyi almış oluyor.
Daha önce M. Raif İnan'ın almış olduğu bir ihaleyi yazmıştım hatırlayalım.
İBB Destek Hizmetleri Şube Müdürlüğü (2018/562797 ihale kayıt numarası ile) "İstanbul Geneli Muhtelif Organizasyonlar ile tanıtım duyuru çalışmaları ve baskılı işlerin hizmet alım işi"ni (13.12.2018 tarihinde) ihale etti.
İşin içeriği; tanıtım ve promosyon hizmetleri ile sergi, fuar ve kongre organizasyon hizmetleri…

Bedeli tam 181 Milyon TL.
Belediyenin ihalelerini Belediye iştirakleri alıyor ve alt taşeron firmalara dağıtıyor. Bizler iş alan o firma isimlerini görmek için resmen dedektif gibi çalışmak zorunda kalıyoruz. Çünkü yetkililer bu konuda bilgi vermiyorlar. İhale detaylarında da bu bilgiler yok.
Hani yazımın başında sizlere yandaşlara ihale vermek için her yolu denediklerini söylemiştim ya. Bakın size bir örnek vereyim.
İhaleyi düzenleyen kurum Kültür Sanat A.Ş. İhale kayıt no 2019/29152. İhalenin içeriği; "Org. kapsamında Teknik hizmetler."

İhale bedeli 8.71 milyon TL.
EKAP'ta veya ihale sitelerinde yer alan bütün bilgi bu. Neden biliyor musunuz? İhale 4734 sayılı ihale kanunun 3-g maddesine göre yapılmış. Yani acil olan işlerde davetiye usulü yapılıyor. Kurumun davet ettiği kişi kim ise sadece o katılabiliyor ihaleye. Hani haberiniz oldu ben de teklif vermek istiyorum falan, kurum "yok kardeşim katılamazsın" diyor.
Çoğumuzun hayatında bile göremeyeceği büyüklükteki 8 milyon TL bedelli ihale işte adrese teslim bu şekilde verilmiş. Acaba işin muhteviyatı nedir ki "acil" kodlu çıkarılmış diye merak ettim. Baktım ki sadece organizasyon işi. Nasıl bir organizasyon ki sel, deprem, yangın acil afet durumlarında kullanılan ihale usulü ile verilmiş?
Sadece bu ihale mi?
Hayır tabii ki. Mesela…
İhale Kayıt No 2016/504674. ve ihale Kayıt No 2018/576721 "Kadın ve Adalet Zirvesi Org." işi.
İhalesi yapılmış. İhaleyi yine pazarlık usulü almış firma. Aslında organizasyonu KADEM yapıyor. İhaleyi Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı yapıyor.

KADEM?
Sayın Cumhurbaşkanının kızı Sümeyye Erdoğan Bayraktar'ın Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı Kadın ve Demokrasi Derneği.
Sonuç olarak…
PlanB'nin sahibi M. Raif İnan, Cumhurbaşkanının oğlu ile aynı İmam Hatipten mezun, aynı vakıfta çalışıyorlar ve işlerin tamamı da İBB'den alınıyor.
Ne güzel düzen değil mi?
Devam edelim.
2019/7716 Org. Kapsamında Sanatsal Etkinlikler 4734/3-G kapsamında
2019/7900 Org. Kapsamında Ulaşım Konaklama Ağırlama ve Tanıtım Hizm. 4734/3-G kapsamında.
2019/30715 Org. Kapsamında Müzik ve Sahne Etkinlikleri 4734/3-G kapsamında.
2019/30741 Muhtelif Broşür ve El İlanı Baskısı 4734/3-G kapsamında.
Bütün ihaleler 4734 sayılı ihale kanunun istisna maddesi olan 3-G maddesine göre adrese teslim olarak verilmiş. Sadece yukarıda yazdıklarımızdan ibaret sanmayın.
PlanB organizasyon, -alt taşeron olarak aldığı ihaleler hariç- yüzde 98'i Kültür A.Ş. olmak üzere toplamda 63 ihale almış ve tamamının toplamı 308 milyon TL!
Çok merak ediyorum.
Bu ihaleler kişiye özel değil de herkese açık olsaydı ve yaklaşık maliyetin çok altında bedeller çıkmaz mıydı?


(II)

Benim yazdıklarımı ve katıldığım programları takip eden siz değerli okuyucular bilirler ki belge olmadan asla yazmam. Araştırır, soruşturur, doğrulatır öyle yazarım.
Hakkımda konuşan, hedef gösteren kötü komedyenleri bırakıp biz işimize bakalım. Bugün sizlere aktaracağım yeni bilgiler ve belgeler var.
İhale Numarası 2018/562797. İhale konusu ''İstanbul Geneli Muhtelif Org. ile Tanıtım Duyuru Çalışmaları ve Baskılı İşlerin Hizmet Alım İşi''.. İhale tutarı 181 Milyon TL. İhaleyi düzenleyen kurum İstanbul Büyükşehir Belediyesi Destek Hizmetleri Şube Müdürlüğü, İhaleyi alan kurum ise Belediyenin iştiraki İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Tic. A.Ş.
Ne var bunda diyebilirsiniz…
Anlatayım.
İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Tic. A.Ş ihaleyi aldıktan sonra işi kendisi yapmıyor. İşi alt taşeron firmalara veriyor. Peki, bu ihaleyi dağıttığı firmalar kim?..
AKP'nin miting organizasyonlarını yapması ile tanınan Fikret Karadeniz'in sahibi olduğu YRD İstanbul Reklamcılık, Serdar Haydanlı'nın sahibi olduğu DörtbuçukG Ajans, Fatih Işık'ın sahibi olduğu RTS Prodüksiyon, defalarca yazdığım Bilal Erdoğan'ın Kartal İmam Hatipten arkadaşı olan ve Kartal Eğitim Vakfı Derneğinin Yönetiminde görev alan M. Raif İnan'ın sahibi olduğu PlanB Organizasyon, Emin Akkaya 'nın sahibi olduğu Görsel C Ajans..
Tabii ki her iş insanı, sahibi olduğu  firması ile ihaleye girer ve işi alıp yapabilir. Buna sözüm yok. Ancak benim sizlere aktarmak istediğim durum farklı. Anlatmak istediğim Kültür A.Ş.'nin adrese teslim ihaleleri ve bu beş firmaya tanınan ayrıcalıklar.
Nasıl mı?
İhaleler 4734 sayılı ihale kanunun belirlediği usullere göre yapılır. Bazı durumlarda ise istisna maddeleri uygulanır. Kültür A.Ş. ihalelerini 4734/3-g maddesine göre veriyor. Bu ihale usulünde belirli bir parasal eşik değerler sınır vardır. Bu sınır 10 Milyon 300 Bin TL'dir. Bu eşik değer sınırı aşılamaz. Kültür A.Ş. ona da çözüm bulmuş. Şayet yapacağı ihale belirlenen parasal eşik değer miktarını aşıyor ise ihaleyi farklı isimlere ve parçalara bölüyor.
Hemen örnek verelim ..
İhaleyi alan firma  YRD İstanbul Reklamcılık, İhale numarası 2019/4931 ihale tutarı 9 milyon 116 Bin TL ve 2019/4936 İhale tutarı  9 Milyon 066 Bin TL. Bu iki ihalenin yapıldığı tarih 07.01.2019, ilk ihalenin yapıldığı saat 10:00, diğer ihale ise 10:30'da yapılmış. İhale aslında tek ancak toplam tutar 3-g usulünde belirtilen rakamları aştığı için ihale ikiye bölünmüş durumda.
Başka bir örnek daha verelim.
İhaleyi alan firma  PlanB Organizasyon, İhale numarası 2019/6574 ihale tutarı 8 milyon 920 Bin TL ve 2019/6435 İhale tutarı  7 Milyon 920 Bin TL. Bu iki ihalenin yapıldığı tarih 08.01.2019, il ihalenin yapıldığı saat 11:00, diğeri ise 15:00'de.
Peki bu beş firma Kültür A.Ş.'den alt taşeron işleri hariç ihale yolu ile sadece 2019 yılı içerisinde 4734/3-g usulü ile ne kadarlık ihale almış dersiniz ?
Görsel C, aldığı ihale sayısı 5 ve tutarı 52 Milyon TL,
YRD İstanbul Reklamcılık, almış olduğu ihale sayısı 2 ve tutarı 18 Milyon TL,
DörtbuçukG Ajans, almış olduğu ihale sayısı 5 ve tutarı 39 Milyon TL,
RTS-Fatih Işık, almış olduğu ihale sayısı 6 ve tutarı 50 Milyon TL,
PlanB Organizasyon, almış olduğu ihale sayısı 10 ve tutarı 78 Milyon TL,
Bu beş firmanın sadece 6 ay gibi kısa bir süre içerisinde küsuratlar da dahil aldıkları ihaleler toplamı 239 Milyon TL!
239 Milyon TL sadece 4734/3-g usülü ile aldıkları rakam. Peki 2019 yılı ilk altı ayında aldıkları tüm ihaleler toplamı ne kadar dersiniz?
329 Milyon TL!
Rakamları görüyorsunuz değil mi? Bizler bu rakamları bırakın hayatımızda görmeyi yedi sülalemiz bir araya gelsek hayal edemeyiz. Ancak İstanbul Büyük Şehir Belediyesi iştiraki olan Kültür A.Ş açlık sınırında yaşayan, işsizlikle boğuşan milyonlarca kişinin olduğu bu kentte ihaleleri nasıl adrese teslim yapıyor görüyorsunuz.
Değerli okuyucular, bu verdiğim ihale numaralarını Kamu İhale Kurumunun EKAP uygulaması ile kontrol edebilirsiniz. Kontrol ederken dikkat edeceğiniz sadece ''İstisna'' seçeneğini işaretleyip arama yapmanız. Diğer tüm ihale numaralarını kare kod uygulamasına yükledim. Akıllı telefonlardan bu kod sayesinde tüm listeyi görebilirsiniz.
Yazımı Tevfik Fikret'in şu dizeleri ile bitirmek istiyorum;
Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malını,
Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini,
Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini.
Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!..


Murat Ağırel / YENİÇAĞ

2 Haziran 2019 Pazar

TFF ile aynı gemide olmak! - Arif Kızılyalın

Türkiye Futbol Federasyonu seçimi var bugün Ankara’da. TFF’yi 4 yıl boyuncu idare edecek kadrolar işbaşına gelecek. Tahminen 300’e yakın delege oy kullanacak. Şu an Nihat Özdemir’le birlikte 5 aday adayı var. Gel gelelim Nihat Bey dışındaki 4 adayın yeterlilik imzası olan 59 rakamını bulup, Divan’a dilekçe vermesi mümkün değil. 
Sözün özü tek adaylı bir yarış... 

Birileri “seçin” diyecek, birileri Nihat Bey’in listesini seçecek. 

Geçenlerde bir Süper Lig kulüp başkanıyla sohbet ediyorduk, ağzından kaçırdı, “En son  seçim gibi seçim 2006’da oldu, kazanan son sandıkta belirlendi, şimdiki başka bir şey” diye... 

Neyse.. Nihat Bey’in adaylığı da başkanlığı da kesin ama listesi hâlâ belli değil. 

Teammüllere göre 4 büyük kulüp 7-8 yöneticinin adını başkana veriyor, amatörlerden bir temsilci, Spor Toto gelirleri nedeniyle Bakanlığın rica ettiği bir kişi ve UEFA’daki temsilciniz listenin omurgasını oluşturuyor, bunların dışında en fazla 3-4 isim de başkanın tercih ettiği isimlerden oluşuyor. Bu hesaba göre Servet Yardımcı Bey’in yeri UEFA’daki aktif görevi nedeniyle garanti, keza amatörlerle yakından ilgilenen ve önemli bir oy potansiyeli olan Ali Düşmez ile Bakan Muharrem Kasapoğlu’nun temsilcisi Mehmet Baykan da listeye yakın. 

Peki geriye kalan isimler kimler? İşte onlar sır! Mesela futboldan gelmiş Hamit Altıntop, kamuoyunu arkasına almış durumda, aşağı yukarı 50 civarı delegenin sıcak baktığı Trabzonspor’un eski kaptanı Lemi Çelik, Fenerbahçeli Oğuz ÇetinTümer Metin, Beşiktaşlı Metin Tekin adı geçen futbol karakterleri. Hatta Mustafa Denizli diyenler bile var. Keşke bu isimlerden birkaçı, hatta hepsi listeye girse de, havuz müteahhitlerini, belediye başkanı oğullarını falan o listede görmesek. 

Ne var ki, futbolun fısıltı gazetesinin haberlerine göre, Nihat Bey’in listesi, kesintiye uğramış bile.

İddialara göre Beyefendi listeyi beğenmemiş, Nihat Bey yeni baştan bir çalışma içindeymiş.. 

Umarım bu iddialar sadece manipülasyondur, dedikodudur. Çünkü 82 milyonu vatan toprağında, 20-30 milyonu ülke dışında yurttaş, Türkiye’nin ekonomik krizden kurtulmasını beklerken, Sayın Cumhurbaşkanı TFF’de kim yönetime girdi, kim girmedi, “Lemi sosyal demokrattır olmaz, Metin’in seküleryaşamı çok ön planda, Hamit daha genç, Mustafa Hoca ıı ııh” diye düşünüyorsa vay canım ülkemin haline... 
Üstelik, bunca borç varken ateşten gömleği giyen Nihat Özdemir de istediğiyle çalışmalı, “Mustafa E. şunu istemedi, Rıdvan bunu rica etti, bu çocuk İmamoğlu’nu destekledi” sarmalından sıyrılmalı..
 
Hem söylendiği gibi gerçekten aynı gemideysek, Metin Tekin de girmeli, Oğuz Çetin de, hatta antrenörlüğe ara verirse Aykut Kocaman da, Mustafa Denizli de Lemi Çelik de... Ama apartman yöneticisi bile bizden olsun zihniyeti devam edecekse, zaten suyu çıkan futbol iyice çekilmez hal alır.

 Arif Kızılyalın / CUMHURİYET

1 Haziran 2019 Cumartesi

Chernobyl: Anti-propaganda mı 'belgesel' mi? - KAVEL ALPASLAN

Sosyal medyadan dünyaca ünlü gazetelerin köşelerine kadar pek çok kişi Chernobyl dizisi üzerinden 'Sovyetlerin bilim tezi böylece çöktü', 'Komünizm size hâlâ mı ideal geliyor?', 'Santralde değil sosyalizmde sorun var' gibi yorumlarda bulundu. Bu gibi yorumlarda bulunanlar, Çernobil'den yıllar sonra yaşanan Fukuşima felaketini de pek tabii kapitalizmin sonuna bağlayabilir o halde?

HBO’nun “Chernobyl” dizisi tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de büyük yankı uyandırdı. Dönemin Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nde yaşanan Çernobil nükleer faciasını konu alan 5 bölümlük dizi, en çok da IMDB’deki 9.7 puanıyla dikkatleri üzerine topladı. Bu başarının hakkını vermek gerek: Dizi gerek çekimlerle gerek oyunculuklarla fakat daha da önemlisi izleyiciye hissettirdikleriyle kesinlikle farklı bir deneyim sunuyor. Bu açıdan bakarak Chernobyl’e dair özellikle sinema eleştirmenleri tarafından pek çok şey yazıldı, çizildi. Bu nedenle biz konuyu ‘beyaz perde’den, ‘Demir Perde’ mitlerine doğru kaydıralım.

Bir Amerikan filminde/dizisinde Sovyetler Birliği’nde yaşanan herhangi bir olay ele alınıyorsa, doğal olarak açıktan ya da satır arası anti-propagandaya karşı alarmda olunuyor. Verilen mesaj kadar, o mesajın kimin verdiğini de hesaba katmak gerektiğini, izlediğimiz sayısız yapımda tecrübe ettik. Chernobyl de bu küflenmiş anti-propaganda mirasından nasibini alarak, temkinli yaklaşanları haksız çıkarmadı. Sovyet filmlerinin tasvir edilen ‘distopik’, Orwell ya da Zamyatin romanlarını andıran anti-propaganda havasını burada da soluyoruz. Bununla birlikte dizinin Hollywood yapımı filmlere göre ayrı bir yeri olduğunu da söylemeden geçmeyelim: Daha önceki ‘şeytani Sovyetler’ konulu yapımlara kıyasla seyreltilmiş bir anti-propaganda kullanılmış.
Her ne kadar konumuz Çernobil felaketinin ta kendisi olmasa da, bir noktanın altını özenle çizerek başlayalım: Bizim ülkemiz dahil binlerce insanın hayatını acılı bir şekilde kaybetmesine neden olan bu faciaya ‘anlaşılabilir’ neden aramayı kimsenin ne gücü yeter ne de vicdanı kaldırır. Derdimiz sadece diziyi geçmiş yapımlarla karşılaştırmak, ‘aynı’ veya ‘ayrı’ kılan kimi unsurlar üzerinden inceleyerek kimi detaylara eğilmek, Chernobyl’i her iki yönüyle ele almak.
BİLİM İNSANLARININ ABARTILI AŞAĞILANMASI
Sovyetler Birliği’nin 1950’lerden itibaren giderek daha çok içine saplandığı bürokrasi batağıyla birlikte ‘işçi devleti’ modelinden hızla uzaklaştığı yadsınamaz bir gerçek. Tartışılması gereken bu soruna detaylı ve çok yönlü bir şekilde tespit getirilmediği takdirde, ortaya çıkan yaklaşımlar pek çok açıdan samimiyetsizlik engeline takılabiliyor. Senarist, neredeyse tüm işleyişi böylesi göndermelerle oluşturma cesaretini gösterebilmiş ancak bu göndermelerin bağlamının içi doldurulamayınca Hollywood menşeli zinciri kıramamış. Böylesi yapımlarda abartılı kasvete alıştık ancak Chernobyl’deki bazı örneklerinden bahsedelim.
Diziyi izleyenler, canlandırılan çoğu karakterin böylesi bir felakette dahi kendini kurtarma çabası içinde olduğunu kolayca fark etmiştir. Burada söyleyecek fazla bir şey yok ancak bilim insanlarının alenen aşağılandığını belirtebiliriz. Örneğin Belarus Komünist Partisi binasında geçen sahnedeki diyaloğu hatırlayalım: Fikirleri dinlenmeyen bilim insanının bir parti yöneticisini, “Ben bilim insanıyım, sense önceden ayakkabı fabrikasında işçiydin” diyerek hor görmesi ve oldukça karikatürize edilmiş muhatabının, “Evet şimdi başa geçtim. Dünyadaki tüm işçilerin şerefine!” diyerek içkisini kaldırıp sahte bir gülümseme takınması… Buradaki mesele ‘Sovyetler Birliği’ne yapılan asılsız suçlamalar’ değil, konunun ele alınış şeklidir.
ALIŞILMIŞIN DIŞINDA YANLARI NELERDİ?
Senaryoyla ilgili alışılagelen anti-propagandan farklı yanlardan hakkında söz açmak gerekirse, parti kurmayları ve bilim insanlarının santral çalışanlarından fedakarlık yapmaları gerektiği sahneyi anımsayabiliriz: Sonunda ölüm olan bir yola girmek üzere çalışanlar verilecek ödüllere kulak asmaz. Ancak daha sonra bu fedakarlığın milyonlarca insanın hayatı uğruna yapılacağı belirtildikten sonra karşılık beklemeksizin üç kişi gönüllü olur. Buradaki parti kurmayının ajitasyonu sırasındaki ‘kahraman Rus ırkı’ vurgusu biraz kulakları tırmalasa da normal şartlar altında Hollywood’da görmeye alışık olmadığımız bir sahne olduğu kesin. Öyle ya bugüne kadar Sovyetler’in resmi, ‘insan hayatına zerre saygısı olmayan, zorla herkesi ölüme gönderen şeytani bir yapı’ olarak itinayla çizilmişti. Bu nedenle dikkat çekici bir sahneydi.
Öte yandan baştaki umursamazlığın ne kadar gerçekçi olup olmadığına girmemekle birlikte eleştirilen Sovyet bürokratlarının da bir noktadan sonra gerginliği, ciddiyetleri, hatta duygulanmaları da şaşırtıcı bir noktaydı. Dizide -doğu ya da yanlış bir şekilde- karikatürize edilen bürokrat kişiler olmasına karşın böylesi sahneler şaşırtıcıydı. Ne de olsa söz konusu facia, binlerce insanın hayatını etkilediği gibi, devletin prestijini, kaynaklarını hatta işleyişi de ciddi bir şekilde etkiler.
ANONSLAR RUSÇA TEPKİLER İNGİLİZCE!
Chernobyl’in çekimlerinin yapıldığı mekanlar da oldukça önemli detayları ‘gizliyor’. Dizinin halihazırdaki distopik havası mekanlar ve dekorlarla biraz da aşırıya kaçarak desteklenince dikkat çekiyor. Örnek vermek gerekirse koskoca “Nükleer Enerji Enstitüsü” kelimenin tam anlamıyla “dökülüyor”. Nükleer savaşa ciddi bir ihtimal olarak hazırlanmış bir ülkenin, kendi açısından önem verdiği böylesi bir kurumun duvarlarının rutubetten sıvalarının dökülüyor olması, yine ‘belgesel’ gerçekçiliğine zarar veriyor. Bu yorum sadece Sovyetler için geçerli değil; aynı yaklaşım ABD’nin tarihini anlatan bir dizide olsaydı yine aynı şeyi belirtmek gerekirdi.
Sinemasal olarak bu doğru bir yaklaşım olabilir. Ne de olsa nükleer bir felaket konu ediliyor, dolayısıyla ortamın da ‘distopik’ gösterilmesi belki yerindedir. Ancak burada bir abartı yapıldığını da kabul etmek lazım. Belki nükleer enstitü gerçekten de berbat bir haldeydi ancak bir noktaya daha dikkat çekmek gerekiyor: Rusçanın dizideki kullanımı. Dizinin tamamının İngilizce oluşu, açıkçası Rus aksanlı İngilizcelerin konuşulduğu ‘komplo teorisi’ yapımlarından çok daha etkili bir anlatım sağlıyor. Fakat burada da Rusçaya sadece ‘etrafa karanlık bir hava vermek için’ başvuruluyor!Şehrin boşaltılacağı anda askeri araçlardan yapılan anonslar Rusça okunurken, kentliler İngilizce tepkilerle şaşırıyor örneğin…
‘DEMOKRATİK ALMANYA’ MI ‘DOĞU ALMANYA’ MI?
Dizinin en çok takdir edilen yanlarından biri ‘belgesel niteliğinde’ oluşu oldu. Karakterlerin ve olayların tarihle olan ilişkisinin dramayla bütünlenişi haksız sayılmayacak nedenlerden dolayı beğeni topladı. Fakat yapımda; bir belgesele yakışmayacak eksikler yok değil. Mesela ‘karakterler arasındaki konuşmaların ve dilin zamanın ruhunu yansıttığı’ söylenmiş. Tüketim ürünlerinin markalarına kadar görsel ve dekor olarak özen gösterenlerin dilde aynı özeni gösterdiğini söylemek güç. Bir sahnede ekrana “Sovyetler Birliği’nde yapıp yapılabilecek en yüksek seviye toplantı” geliyor. Söz alan bir kişi, felaketten etkilenecek bazı ülkeleri sıralarken ‘Doğu Almanya’ diyor. Normal şartlarda Sovyetler Birliği’nin, dönemin bir diğer sosyalist ülkesinin isminin özenle orijinal haliyle “Demokratik Almanya Cumhuriyeti” olarak telaffuz edilmemesi ciddi bir eksiklik. Bu detay küçük görülebilir, belki öyledir de! Ancak böyle yüksek kademeden katılımcıların bulunduğu bir toplantının canlandırıldığı ortamda yapılan bu yanlış, dizinin ‘belgesel’ değerine olan inandırıcılığı zayıflatıyor.
Bir başka örnek de ‘Yoldaş’ hitabıyla ilgili verilebilir. Bu kelime neredeyse her defasında ‘imalı’ olarak kullanılıyor. Diyaloglar ne zaman ‘yoldaşlık’ kavramına en uzak noktalara doğru ilerliyor, bir kaç saniyelik sessizliğin ardından hemen manidar ‘yoldaş’ hitabı geliveriyor.
SUÇLU SOSYALİZM Mİ?
Dizi ilgili değil ancak diziden yola çıkarak yapılan yorumlar üzerine de birkaç söz etmek gerek. Sosyal medya kullanıcılarından dünyaca ünlü gazetelerin köşe yazarlarına kadar pek çok kişi Chernobyl üzerinden ‘Sovyetlerin bilim tezi böylece çöktü’, ‘Komünizm size hâlâ ideal mi geliyor?’, ‘Santralde değil sosyalizmde sorun var’ gibi yorumlarda bulundu. Ancak bu yorumlarda bulunanlar, Çernobil’den yıllar sonra Japonya’da yaşanan Fukuşima felaketini ‘kapitalizm sorununa’ bağlar mı acaba?
Başta belirttiğimiz oldukça önemli noktayı burada yanlış anlaşılmamak için özenle yineleyelim: Çernobil, Sovyetler’in üretimde Batı’yı geçme saplantısının ve böylesi bir yarışa -iç ya da dış etkenlerden dolayı- girmesiyle ortaya çıkmış, pek çok çarpıklığı da beraberinde getirmiştir. Dünya için oldukça büyük bir tehlike yaratan nükleer enerjinin Sovyetler’deki kullanımı da tekil bir örnek üzerinden değil, bu açıdan değerlendirilmelidir. Özetle nükleer enerjinin yarattığı ilk büyük felaket olan Çernobil de, Sovyetlerin enerji politikası da sosyalizmin ya da komünizmin ‘özünden’ değil bu çarpık örneğinden doğmuştur. Bunu söylemek de ne nükleerden yana bir tavır almak ne de Sovyetlerin günahsız olduğunu söylemek anlamına gelir.
Nükleer enerjide bu şekilde ısrarın gezegen için ne gibi sonuçlar doğurabileceğinin ilk kez çıplak şekilde görüldüğü Çernobil, sadece Sovyetler’in değil tüm dünyanın omuzlaması gereken bir suçtur. Ancak dizideki ‘olay’ bu değildir. Dünyadaki ‘duyarlılık kumandası’nın HBO’nun ya da diğer yapım şirketlerinin elinde olmasının can sıkıcılığını bir tarafa bırakalım. Chernobyl dizisi nükleer enerjinin yarattığı faciayı gösterdiği kadar maalesef bunu alışıldık Sovyet anti-propagandalarından çok da sıyrılarak gerçekleştirmemiştir. Evet, bu en nihayetinde bir dizi ve yaratılacak drama izleyicide heyecan uyandıracaktır. Üstelik bu, öyle ya da böyle Amerikan yapımı ve buna rağmen kimi noktalarda alışılmış klişelerden koptuğunu da görüyoruz. Yıllardır Hollywood sahnelerinde karşılaşmadığımız bir yaklaşımın benimsenmesi, daha nitelikli yapımlar yaratma yönünde bir çabadır belki de.
Ancak bunun cılız bir çaba olduğunu da ifade etmek gerekiyor. İçinde Sovyetlerin çarpıklaşan sistemine yönelik bilgiler bulunabilir. Kimse de Sovyetler’de bürokrasinin, revizyonizmin, “işçi sınıfı iktidarı” perspektifinden uzaklaşılmasının çöküşü getirdiğini reddedemez. Ancak sorun sosyalizm karşıtları kadar bazı sosyalistlerin bile Sovyetler’e yönelik eleştirilerini, bu yapımlar üzerinden kurabilmeleridir. Fakat farklı ve iyimser bir noktadan bakmayı deneyelim: ‘İçeridekilerin’ konuyla ilgili kendini geliştirmesine ve sosyalist perspektifli değerlendirmelere fırsat verdiği için ‘dışarıdan’ yapımlar belki de paradoksal şekilde işe yarar!
KAVEL ALPASLAN / duvaR

Çürümüş düzen ve Assange davası - ERHAN NALÇACI

WikiLeaks’in kurucusu Julian Assange hakkında yıllardır süren dava ve geldiği boyut sanırım ancak Dreyfus davası ile karşılaştırılabilir.

Paris Komünü’nün kanı üzerine kurulu bir cumhuriyet koyu bir gericilik ile sürdürülebilirdi. Bu gericiliğe bağlı çürümenin belki birçok belirtisi vardı ama toplumu en çok taraflaştıran konu Dreyfus Davası oldu.

Yahudi bir ailenin çocuğu ve antisemitizme rağmen yetenekleri ile orduda yükselen bir subay olan Dreyfus, Almanlara yazılmış bir mektuptan dolayı suçlanarak 1894’te tutuklandı. Yıllarca hapis yatan ve suçsuzluğunu ispatlayan delillere rağmen yargılanması daha uzun yıllar süren Dreyfus’un davası Emile Zola gibi aydınların da katıldığı bir toplumsal taraflaşma ve meşruiyet krizi yarattı.

Assange Davası tabii ki bu olaya içerik olarak benzemiyor ama toplumsal çürümenin, uzun sürmüş gericiliğin ürünü olması ve yarattığı toplumsal taraflaşma ile Dreyfus davasına gönderme yapmamıza izin veriyor.

1971, Avustralya doğumlu Assange savaş karşıtı bir babanın oğlu olarak bölünmüş bir ailede yetişti. Üniversitede matematik, fizik okudu ve en nihayet programcı oldu ve internet ağları üzerinde uzmanlaştı.

Assange’in bırakın Marksist olmayı, belki solcu olduğu bile söylenemez. İnternetin bilgiye sınırsız erişimle insanları özgürleştireceğini, böylece “demokratik” bir toplumun oluşacağını hayal etmişti. Serbest erişim programları ile 1990’larda bu işe hizmet etmeye çalıştı. Muhtemelen Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle dünyanın özgürleşeceği yanılsamasından etkilenmişti.

Fakat özgür toplum hayallerini yıkan bir olay yüzeye çıkıyordu. ABD bir yandan giderek artan savaş suçlarını da içerecek şekilde dev bir bilgi yığınını halktan gizliyordu. Öte yandan ABD istihbaratı “bu özgür iletişim dünyasını” internet üzerinden sürekli gözlemeye ve gizlice topluma ait bütün haberleşme ağlarını takip etmeye başlamıştı.

Assange ve arkadaşları internetin özgürlüğe değil totaliter bir rejime yol açtığını ileri sürüp kendilerince bir özgürlük savaşı vermeye karar verdiler. ABD başta olmak üzere güçlü devletlerin gizli bilgilerine internet yoluyla ulaşmayı ve toplumla serbestçe paylaşmayı amaçlayan WikiLeaks 2006’da kuruldu.

Fark edildiği gibi burada ne sınıf mücadeleleri, ne iktidarın ele geçirilmesi, ne de mülkiyet ilişkilerinin değiştirilmesi var, bir çeşit internet anarşizmi denilebilir belki.
Öte yandan emperyalizmin olağanüstü çürümüş kirli dünyasına naif bir şekilde çomak soktular.

Halktan gizli tutulan milyonlarca bilgiyi sızdırdılar ve toplumla paylaşmaya çalıştılar. Sızdırdıkları bilgiler birçok kez emperyalist medyanın süzgecinden geçerek farklı şeylere hizmet etse de önemli bir etkisi oldu. Muhtemelen ABD ordusunun içinden de yardım aldılar. Amerikalı er Manning Irak işgali esnasında WikiLeaks’e yardım ettiği gerekçesiyle yıllarca hapis yattı.

ABD’nin Irak’ta, Afganistan’da sivil halka karşı işlediği sayısız ve gizlenen cinayet, ABD ordusunun yaptığı işkenceler, ABD’li siyasetçilerin sermaye ile kirli ilişkileri, CİA’nın iletişimi nasıl dinlediği ve kaydettiği gibi bilgiler ortalığa döküldü.



(Fotoğrafta Assange ABD’nin Afganistan’ın işgalinde başvurduğu yöntemlerin sızdırılmış bilgilerini yayınlayan gazete ile görülüyor.)




Sonrasında başlayan Assange Davası hem emperyalizmin bu karın ağrısına karşı tahammülsüzlüğünü hem de hukukun üstünlüğü denilen şeyin emperyalist düzende nasıl bir yalan olduğunu gösterdi.

2010 yılında Assange için İsveç’te tecavüze karıştığı için uluslararası yakalama kararı çıkartıldı. Bugün yüzeysel okuma yapan bir okur, her yerde bahsedilen bu haber nedeniyle tarafını belirleyebilir. Oysa bu hikâyenin Assange’e karşı düzenlenen komplonun bir parçası olduğunu biliyoruz. Assange İsveç’teyken iki kadın ona yanaşırlar ve kısa süren gönüllü bir cinsel birliktelik yaşanır. Sonradan kadınlar bu birliktelikte kondom kullanılmadığını ileri sürerek savcılığa başvururlar, çünkü İsveç yasalarına göre kondomsuz ilişki tecavüz sayılmaktadır.

Bu suçlamaya dayanarak İngiltere’de tutuklanacağını anlayan Assange, Londra’da Ekvator elçiliğine 2012’de sığınır. Ekvator’un solcu lideri Correa döneminde sığınma hakkı, hatta Ekvator vatandaşlığı verilir. ABD’nin bütün tehditlerine ve İngiltere’nin bilindik aşağılayıcı işbirliğine rağmen Ekvator direnir.
Ancak Ekvator’da birçok Latin Amerika ülkesinde olduğu gibi yönetime sağcılar gelir ve muhtemelen İMF ile kredi anlaşması karşılığında Assange’i İngiliz hükümetine satarlar. Elçilikten geçen ay çıkarılır çıkarılmaz, savunma yapmasına bile izin verilmeden tutuklanır.

Şimdi ABD’ye iadesinden bahsediliyor.

Tüm bu olay dizisi Kaşıkçı cinayeti, Venezuela’nın ABD’deki elçiliğinin polis tarafından basılması gibi olaylarla birleştirilince düzenin nasıl bir çürüme düzeyine ulaştığını gösteriyor.

Öte yandan ABD emperyalizminin güçlü savaş makinelerine rağmen insanı kaybettiğine ve vatandaşlarını bir savaşa ikna edip itemeyeceğine de işaret ediyor.

Erhan Nalçacı / SOL

Honaz’ın seçimi... Honaz’ın kirazı...- ÖZLEM YÜZAK

Biliyorsunuz 31 Mart seçimlerinin ardından İstanbul’un yanı sıra Türkiye’de üç ilçede seçimlerin yenilenmesine karar verildi. Artvin Yusufeli, Kırıkkale Keskin ve Denizli Honaz’da seçmenler 2 Haziran’da yeniden sandık başına gidecekler.

Yolumuz  Honaz’a düştü Denizli üzerinden güneye inerken. Sadece bir oy fark ile CHP kazanmış ilçede ve AKP hemen itiraz etmiş. Yenilenecek sonuçta. İptal gerekçesi ise kısıtlı seçmenlerin oy kullandığı... Toplam nüfusu 30 binin üzerinde. Seçmen sayısı ise 22 bin 602. 31 Mart seçimlerinde 20 bin 93 kişi oy kullanmış. CHP yüzde 20’lerde olan oyunu yüzde 49.38’e çıkarmış. Adayı bir akademisyen: Yüksel Kepenek. Adaylığını açıklayınca Pamukkale Üniversitesi’nden istifa etmiş.

AKP’nin adayı ise 2004 yılından beri ilçede belediye başkanlığını sürdüren Turgut Devecioğlu. Hafriyat ve taşımacılık konusunda faaliyet gösteren bir şirketi var. MHP kökenli ama 2004 yılından beri AKP’de. Rivayet odur ki, ilçenin hatta Denizli’nin hafriyat işleri ondan sorulurmuş.

Napolyon kirazı 
Honaz, Denizli’ye bağlı, kiraz bahçeleri ile meşhur bir ilçe. Dünyanın en iyi kirazları burada üretiliyor. Napolyon kirazı. Zaten yüzde 80-85’i ihraç ediliyor. Üretici ile konuşuyorum. Kilosu 10-15 liradan alıyorlar ama hep böyle olur. Yüksek başlarlar, bir hafta sonra 1 liraya kadar düşürürler. Geçen yıl 14 liradan alım başlamış, 6 liraya kadar düşmüş. Hatta yağışlar olunca 2 liraya bile inmiş. Bu yıl da 10 bin ton, hatta daha bile fazla rekolte bekleniyor. Bu yıl 24 kalibre ve üstü kiraz, yani ihracata yönelik olan iri kiraz alımı 16-17 liradan başlamış. Giderek düşüyormuş. Konuştuğum üretici “Dün 15 liradan, bugün 13 liradansattım, yarın daha düşer eminim” diyor. 22 kalibre ve altı kiraz ise yani iç piyasaya verilen 10 liradan başlamış, 3 liraya kadar inmiş. Tabii henüz alım bitmediği için daha da inebilir. Ama bu arada yüzde 50’nin üzerinde maliyet artışı olduğunu söylüyor. “Geçen yıl kirazı sattığımda dolar 4 lira idi, şimdi 6 liranın üzerinde. Tarım ilacı, gübresi her şeyi yüzde 50 arttı. Geçen yıl işçinin günlük yevmiyesi 70 lira idi, bu yıl 100 lira” diyerek. 

Kiraz üreticisinin adını vermiyorum. O, ben korkmuyorum, istediğin gibi yaz dese de.. Çünkü seçim tarihi yaklaştıkça ilçede gerginlik de artıyor. Geçen gün birinin besim hanesini yakmışlar. Konuştuğu, fikirlerini söylediği, sert bir muhalefet yaptığı için. 8 koyun, tavuklar, 1 köpek yanarak telef olmuş, ahırının bir kısmı ve saman balyaları da..
Yanlış tarım politikaları, yanlış sanayi politikaları... Üstüne bir de yandaş ekonomisini ekleyin. Ama belli ki artık insanlar bıkmış, artık olanın bitenin farkında.
Bu, CHP adayının neden oyları 2 misli artırdığını da açıklıyor.

Honaz’da seçimlerin iptal kararı ilçeyi ikiye ayırmış durumda. Tabii bölgedeki CHP ve AKP’li milletvekilleri, bakanlar da Honoz’u sık sık ziyarete gidiyorlar. Adaylara destek için. 

Ama belli ki değişim isteği başlamış. Bir de en tepedeki “tek adam”a duyulan tepkinin artması, İstanbul seçimlerinde İmamoğlu’nun hakkının yendiğine ilişkin genel kanıyı da ekleyin... 

Kiraz diyarı Honaz, 2 gün sonra kendi geleceğini oylayacak. 31 Mart’ta olduğu gibi binlerce insan, hem sandıkların başında nöbet tutacak hem sayım sırasında Denizli’de... Kepenek, “Bizim iptal kararımız İstanbul’dan önce çıktı. Bizim kararımız İstanbul kararına zemin oluşturmak için ortaya çıktı. Biz bir anlamda yardımcı oyuncu olduk. Bizde pişirdiler İstanbul’da yediler” demiş. 

Bakalım İstanbul’un Honaz’a, Honaz’ın İstanbul’a etkisi ne olacak?

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

İ. Melih Gökçek otel mi aldı? - Murat Ağırel

Ankaralı gazeteciler bilir.
Melih Gökçek döneminde Ankara Büyükşehir Belediyesi ve ihaleler dediğiniz zaman akla ilk gelen isim Söğüt İnşaat olur. Resmi bağı tespit edilememişse de kulislerde hemen hemen herkes Gökçek ailesi ile Söğüt inşaatın "yakınlığını" konuşur. Hatta iddia o ki Gökçek'in görevden alınmasına sebep olan firmalardan biridir.
Ayrıntılarını yazalım…
Adı: Mustafa Akan.
Söğüt İnşaat'ın sahibi.
Dolmuş şoförlüğünden Melih Gökçek zamanında dev ihaleleri alan iş adamı konumuna yükselişi takdire şayan!
Melih Gökçek'in oğlu Ahmet Gökçek 30 Ocak 2009'da Ankaragücü yönetimine seçildiğinde yönetime girenlerden birisi de Söğüt İnşaat'ın sahibi Mustafa Akan idi.
Gökçek'in Belediye Başkanlığı zamanında 6 büyük ihale aldı. Hatta ihalelerden bazıları usulsüz görülerek iptal edildi. Ancak yapılan yeni ihalede yine Söğüt İnşaat ihaleleri aldı.
Bakın numaralarıyla birlikte Ankara'da aldığı ihalelerin büyüklüğünü yazıyorum.
2011/72038 ihale numarası ile 460 bin TL,
2012/58911 ihale numarası ile 627 milyon TL,
2013/93683 ihale numarası ile 4.1 milyon TL,
2013/93695 ihale numarası ile 4.3 milyon TL,
2013/103874 ihale numarası ile 799 milyon TL,
2015/107122 ihale numarası ile 1.4 milyar TL,
İl dışında başka kurumlar da var.
2016/303118 ihale numarası ile İBB'den 969 milyon TL,
2017/296408 ihale numarası ile KGM'den 8 Milyon TL,
2012/49222 ve 2011/93544 ihale numarası ile 1.6 milyon TL,
Ankara Büyükşehir Belediyesinden aldığı ihaleler 2.8 milyar TL'yi buluyor. Toplamda ise 3.8 milyar TL.

Melih Gökçek dönemiyle ilgili o kadar çok konu var ki hepsine sıra gelecek. Benim bugün üzerinde duracağım konu ise çok farklı.

Size bir otelden bahsedeceğim.
Adı: Peninsula Otel
Marmaris'te.
15 Temmuz'un ardından FETÖ/PDY'nin kasası olduğu iddia edilen Koza - İpek Grubu'na ait olduğu için el konularak kayyum atandı. Kayyumdan sonra adı "Angel's Marmaris Hotel" olarak değiştirilerek "İslami otel" oldu.

Otel, konumu ve doğası itibari ile eşsiz güzellikte. Bir dönem Rus milyarder işadamı Roman Abramoviç de bu oteli almak istedi. İddialara göre Abramoviç 2004 yılı başında bölgeyi gezerken oteli görerek satın almak istedi ama satış gerçekleşmedi.

Gelinen süreçte Lübnan'ın 2009 yılında kurulan eski geçici hükümetin başbakanı ve ülkenin en zengin işadamlarından biri olan Najib Mikati tarafından alınan tesisler, Koza Grubu'nun sahibi Akın İpek'e o dönemde 15 milyon dolara satıldı.

Bunları niye anlatıyorum?

Geleceğim…
2009 yılında inşaatına tekrar başlanıp otel kısa sürede tamamlanarak Angel's Peninsula adı altında hizmete girdi.

Kayyum atandıktan sonra yıllık 7.5 milyon TL'ye kiralanmak istendi. Fakat bu fiyata kiracı çıkmayınca otel, "helal" konseptiyle hizmet vermeyi sürdürdü.

Ultra lüks tesis, U4 Gayrimenkul aracılığıyla geçen 11 Şubat'ta internet üzerinden 230 milyon Euro'ya satışa çıkartıldı.
Evet otel satıldı.
Otel yetkilileri ile telefonda görüştüm.
Otelin işletmesini Tuğra Makine ve Jeoloji diye bir firma yapıyor.
Sahibi Durali Akpınar.
Durali Akpınar kim?
Kimi kaynaklara göre Söğüt İnşaat'ın Genel Müdürü, kimi kaynaklara göre Söğüt İnşaat Yönetim kurulu Başkanı.

Ticaret Sicil Gazetesi'nde böyle bir bilgi yok. Söğüt İnşaatı aradım Durali Akpınar ile görüşmek istedim. Toplantıda olduğunu dönüş yapacaklarını söylediler ancak yazı baskıya girene kadar herhangi bir geri dönüş olmadı.

Otel ile ilgili biraz çalışma yaptım. Marmaris'te oteli bilen tanıdıklarım Ankara plakalı birçok aracın otelde olduğunu ve otel sahibinin Osman Gökçek olduğunu söylediler. Tabii resmi bir bilgi değil. İddia bu. İddiayı sormak için her ne kadar Osman beyi arasam da telefonlarıma yanıt vermedi. Yanıt hakkı bu köşede her zaman saklıdır.

Ancak gelin Söğüt İnşaat'ın sahibi Mustafa Akan'a geri dönelim.

Dolmuş şoförlüğü yapan bir ismin Ankara Büyükşehir Belediyesinden 2.8 milyar TL ihale, onlarca arazi almasını "ticari başarı"olarak açıklamak biraz zor.

Tabi insan Söğüt İnşaat ve Gökçek ailesi arasındaki samimiyetten şüphe duyuyor. Öyle ki bu işi araştırmaya koyulduğumda kulislerde dolaşan iddialar beni şaşırttı. Ben dedikodu gazetecisi değilim ama yıllardır Ankara kulisleri de malum. Söğüt İnşaat'a ait olan özel uçak ile Yunanistan'a para taşındığı ve MİT'in olaya dahil olduğu, aynı uçak ile Mehmet Özhaseki'nin Şırnak dönüşü için bu uçağı kiraladığı iddialarını ben doğrulayamadım. Ama Ankara'da siyaset yapan hemen hemen herkesin konuştuğu şeyler ister istemez beni de şüphelendirmiyor değil.

İşin özeti şu…

Millet patates soğan kuyruklarına giriyorken İstanbul'da sırf iktidara destek sağlıyorlar diye usulsüzce dağıtılan milyarca lirayı konuşuyoruz.

Fakat Ankara'daki Gökçek oligarşisine karşı kimse ses çıkarmıyor. Görülüyor ki orada çok daha fazla ses getirecek işler var.


Murat Ağırel / YENİÇAĞ