5 Ağustos 2019 Pazartesi

Mutlaka Engels: Hep Seninleyiz General! - (Gamze Yücesan-Özdemir) / SOL

Her kim ki Marksizmi tarihsel materyalizmden ayırmak ister, her kim ki Marksizmin canlı, diri ve hayatı kavrayan geleneğini terk etmek ister, her kim ki Marksizmden devrim ihtimalini eksiltmek ister, Engels'i karşısına alır. 124. ölüm yıldönümünde bugün Engels'i anmak, tarihsel materyalizmi, devrimi ve sınıf mücadelesini savunmaktır.


Her kim ki Marksizmi tarihsel materyalizmden ayırmak ister, her kim ki Marksizmin canlı, diri ve hayatı kavrayan geleneğini terk etmek ister, her kim ki Marksizmden devrim ihtimalini eksiltmek ister, Engels'i karşısına alır. 

Engels’in bir eleştiri odağı olarak yeniden “keşfi” ile post-Marksizmin, sol liberalizmin yükselişi arasındaki bağlantı oldukça derindir. O, eleştirilerin merkezindedir: Marx'ın eserlerini vülgarize eden, Stalinizmin günahlarını yaratan, Marx'ın yöntemini doğa bilimlerine yanlış uygulayan, Marx'taki farklı siyaset felsefelerini yok eden olarak...

Engels'i eleştiren, Marksizm okumalarından Engels'i çıkaran, Engels'in katkısını reddeden yıllar, bilgi üretim süreçlerinde karşı devrimci paradigmaların egemen, teoride ve siyasette kendi irademizle toplumsal ilişkileri dönüştüremeyeceğimiz iddialarının hakim olduğu yıllardır. Devrim ihtimalinin ortadan kalktığını tartışan teorik “sefalet”in ve “sınıftan kaçış” ile boşalan siyasetin yıllarıdır.

124. ölüm yıldönümünde bugün Engels'i anmak, tarihsel materyalizmi, devrimi ve sınıf mücadelesini savunmaktır. Engels'i anmak, onun devrimci özne kavrayışına, onun siyasal ufkuna sahip çıkmak ve solun uzun gecesi sona ererken sosyalizmi yeniden talep etmektir.

ENGELS İÇİN İŞÇİ SINIFI: DEVRİMCİ ÖZNE
Engels kendisini kurtaracak koşulları ararken kendisi ile birlikte bütün insanlığın kurtuluşunu da getireceği için evrensel sayar işçi sınıfını. Teorisyen-eylemci Engels, işçi sınıfının yeni bir toplum hedefine ulaşmada devrimci özne olduğu fikrinin ilk sahibi ve en bilgili savunucularından biridir. Engels, gençliğinde yazdığı İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu'nda devrimci özneyi gözlemler, anlamaya ve açıklamaya çalışır.

İşçi sınıfını üretim noktasının, gündelik hayatın ve toplumsal yeniden üretimin bütünlüğünde ele alır. Engels, işçi sınıfını oturduğu yerlerde görmek, günlük yaşantısında gözlemek, işçilerle yaşam koşulları ve acıları hakkında konuşmak, onları ezenlerin sosyal ve politik iktidarına karşı oluşturdukları sınıfın mücadelesine tanık olmak ister. İşçi sınıfının gündelik hayattan işyerine, yabancılaşmadan siyasallaşmaya, iktisadi varoluştan siyasal/ideolojik varoluşa kadar tüm boyutları Engels'in derdi, çabası ve mücadele alanıdır. 

Post-Marksizmin “Marksist geleneğin sınıfı yalnızca üretim noktasında gördüğü ve gündelik hayatı, kültürü ve ideolojiyi açıklamakta yetersiz olduğu” iddialarını çok önce geçersiz kılan Engels hem devrimci tarihin teorisyeni hem de teorinin devrimcisidir.

Engels’in düşüncesinde proletarya sefalet koşullarına rağmen yalnızca acı çeken değil, bu koşulları ortadan kaldıracak güce de sahip olan sınıftır. Teorisyen-eylemci, onları yalnızca sermayenin baskısı altında acı çeken değil, yeni bir yaşam kurmak için savaşan ve buna gücü yeten insanlar olarak tasavvur eder. Siyasi tarihte yer alan binlerce çırpınışa, altüst oluşa, sınıf çelişkileri altında toplumları saran dinamizme bakıp da sınıf yerine ezilenler, madunlar, proletarya yerine prekarya gören post-Marksizmin Engels'e öfkesini anlamak zor değildir.

ENGELS VE MARKSİZMİN SİYASAL UFKU: DEVRİM
Engels'in siyasal ufku devrimdir. Engels’in doğrudan ya da dolaylı varlığı Marksizm’in devrimci yüzünün gülücüğüdür. Teoriyi siyasal pratiklerle daha fazla bağlantılandırmak ve siyasal eyleme daha fazla yer açmak Engels'in belki de en önemli katkısıdır. Komünist Manifesto'daki şu cümle Engels’in sesidir: "Tek sözcükle bizi, mülkiyetinizi ortadan kaldırmaya niyetlenmekle suçluyorsunuz. Elbette, bizim niyetimiz de zaten budur."

Engels’in yöntemi de devrimcidir. Teorisinin belkemiği olduğu kadar siyasal duruşunun da pusulasıdır bu yöntem. Bu yöntem ile Engels olguları ve toplumsal gerçekliği önceler fakat burada kalmayarak olgu ve örüntülerden genelleştirilmiş soyutlamalara ulaşır. Bu anlamda olguların gerçekliğini ampirisizme düşmeden ele alma yetkinliği mümkün olur. Siyasal duruş ise yöntemin sağladığı pusula ile sosyalist bir toplumu inşa etmek, bir amaca doğru, sorumlulukla, gayretkeşlikle yürümektir.

Felsefeyi, doğa ve toplum bilimlerini oldukça kapsamlı ele aldığı Anti-Dühring’te tam da bu yürüyüşü mümkün kılmak ister. Devrim ihtimalinin siyasal ufuktan silindiği, siyasal alanın müzakereler ve tartışmalar üzerinden tanımlandığı günümüzde bu kitap, özcülük, determinizm ve indirgemecilik iddialarıyla karşı karşıyadır. Lenin ise aynı kitap için "Anti-Duhring, sınıf bilincine sahip her işçinin el kitabı haline gelmişti" der. Marx'ı yalnızca bir entelektüel ve teorisyen olarak görmek isteyenler için Engels'i ve Lenin'i yok sayma süreci birlikte ilerler.

Engels devrimi mümkün kılacak siyasal stratejilere de sahiptir. Henüz 21 yaşındayken Berlin’de bir topçu birliğinde gönüllü askerlik görevi yapar ve askerlikle ilgili tüm bildiklerini işçi sınıfının kendini özgürleştirme mücadelesi için kullanmayı amaçlar. Tam da bu nedenle, General'dir Marx'ın aile çevresinde.
Devrimi mümkün kılacak siyasal eylemliliğin içinde de yer alır Engels. Marx'ın ölümüne kadar onunla birlikte, onun ölümünden sonra ise kendi başına, hem uluslararası işçi hareketinin hem de sosyalist hareketin gelişmesi için çalışır. Marx'ın ölümü sonrası takipçileri oldukça sınırlıyken, Engels'in ölümünün ardından, Marx ile birlikte kurdukları hareket dev bir sosyalist işçi hareketine dönüşmüştür.

MARX'I VE MARKSİZMİ ONSUZ DÜŞÜNEMİYORUZ
Engels tüm yaşamı boyunca hem devrimci özne arayışında hem de siyasal ufkunda yol arkadaşı ile birlikteydi. Marx ve Engels, siyasi eylemde de teorik üretimde de birlikteydiler. Kavramlar üzerine tartışmalar kişisel yazışmalarının önemli kısmını oluşturur. Yazışmadıkları yerde uzun uzun yürüyüp konuştular. Marksizm Engels olmadan düşünülemez. Üretmiş oldukları ortak eserler, birlikte verdikleri siyasal mücadele, yüzlerce mektup, sayısız anı ve tanıklıklar da bu birlikteliğin inkar edilemez olduğunu gösteriyor.

Kapital’in II. ve III. ciltleri bir dehadan kalan düzensiz not yığını, yorumlar, alıntılar olmanın ötesine geçebildiyse bu da Engels’in yoğun çabası sayesindedir. Bu iki cilt bir insanın yapıtıdır ama bu yapıt başka bir kimse tarafından su üzerine çıkartılamazdı. Bu inanılmaz çaba uzun yol arkadaşlığının dayanışması olarak değil de Engels'in tahribatı olarak değerlendirildiğinde ise nereye geldiğimizi biliyoruz: Kolektif üretimi, "biz'i unutan ve "ben"i, "bireyi" sahiplenenlerin durağına. Bu durakta Engels bulunmaz.

Biz biliyoruz ki sınıfla ilişkisi zayıflayan, devrim ihtimalini unutan post-Marksizmin, sol liberalizmin Engels'i reddi gayet anlaşılır teorik ve siyasal bir reflekstir. Ve yine biz biliyoruz ki dünya bir duraktan ibaret değildir.

124. ölüm yıldönümünde, biz devrime ve sosyalizme inanmış olanlar Engels'in aziz hatırası önünde saygıyla eğiliyoruz. 

Hep seninleyiz General!

Gamze Yücesan-Özdemir / SOL

4 Ağustos 2019 Pazar

Merkez sağ ve İYİ Parti (I-II-III) - ÖZDEMİR İNCE

(I)

2 Temmuz 2019 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, Selda Güneysu imzalı çok önemli bir haber yayımlandı: 
“İYİ Parti’de rota 2023. Gelecek genel seçime Akşener etrafında kenetlenerek  gitmeyi planlayan partide ‘CHP gölgesi’nden kaçılacak. İYİ Parti yönetimi, 2023’e dek AKP ve MHP’den kayan oyları konsolide etmeye çalışacak, çizgisini ‘Atatürk’ün ilke ve devrimlerini savunan, milli değerler etrafında birleşen, bu ilkedeki herkese kapısı açık parti’ söylemiyle oluşturacak.”

***

İYİ Parti kurulduğu günlerde, sitemde (ozdemirince.com) 27 Kasım 2017 günü “İYİ PARTİ KURULDU AMA...” başlıklı uzun bir yazı yayımlamış ve kuruculara ilham (!) versin diye 1994 tarihli bir yazıma (Yozlaşmanın Tohumları) da yer vermiştim. Bilgi ve ilginize:
***
Yozlaşmanın tohumları! 
Bugünkü yozlaşmanın tohumları, Demokrat Parti’nin Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü tarafından kurulmasıyla (7.1.1946) birlikte ekilmiştir. 14 Mayıs 1950 ise yalnızca Demokrat Parti muhalefetinin değil, aynı zamanda “karşı devrim”in de iktidara gelişidir. 

Cumhuriyet Halk Partisi’nin tek parti yönetiminde, İkinci Dünya Savaşı sırasında, iyice bunalan halk, Demokrat Parti’yi çok somut, çok acil gereksinim ve amaçları için desteklemişti: Demokrasi, özgürlük, eşitlik, toplumsal ve ekonomik gelişme, çağdaş yaşam... Halk, tek parti yönetiminin, insan haklarına dayalı çağdaş demokrasiye dönüşmesini istiyordu. Bu nedenle, muhalefeti döneminde ve 1950 seçimleri öncesinde bir tür sol politik söylem kullanan Demokrat Parti’nin peşinden gitti. 14 Mayıs 1950 günü Demokrat Parti’yi iktidara getiren halk, ezanı Türkçeden Arapçaya çevirsin, bol kepçe imam hatip okulları açsın, öğretim birliğini (Tevhidi Tedrisat) bozsun, Cumhuriyet devrimlerinin temellerini dinamitlesin diye bu partiye oy vermemişti; tam tersine çağdaş Cumhuriyet, çağdaş demokrasi, insan hakları, toplumsal refah için oy vermişti. 

Ama Demokrat Parti, kendisini iktidara getiren halka on beş gün içinde ihanet etmeye başladı. Bu ihanet, politik yelpazenin ortasının sağında yer aldığı ileri sürülen partiler (Adalet Partisi, Anavatan Partisi ve Doğru Yol Partisi) marifetiyle sürdürülmüştür. Bu partiler, evrensel anlamda merkez ve merkez sağ partiler gibi, gerçekten demokrat ve liberal partiler olmamışlar, olamamışlar; ancak, bu sıfatları, aşırı sağı besleyen bedenlerini gizlemek için kullanmışlardır. 

Bu partiler için demokrasi çoğunluğun diktatoryası”, kapitalizm vahşi kapitalizmliberalizm ise vurgun ve kapkaç düzeni” olarak anlaşılmıştır. Son aylarda yılan hikâyesine dönüşen özelleştirmenin, yani KİT’lerin özelleştirilmesinin geçmişi Demokrat Parti’nin 1946 parti programına dayanır: “İktisadi Devlet Teşekkülleri’nin (KİT’lerin eski adı) özel teşebbüse devri.” “KİT’ler özelleştirilsin mi, yoksa yeniden düzenlensin mi” sorusu geride kaldığı için, biz şöyle bir soru sorma hak ve özgürlüğüne sahibiz: “Demokrat Parti, Adalet Partisi ve Anavatan Partisi KİT’leri tek başlarına özelleştirebilecek milletvekili çoğunluğuna sahip olmalarına karşın bu işlemi neden gerçekleştirmemişlerdir?” 

Merkez sağ partilerin yıktığı laik ve eğitim-öğretim birliğine dayalı eğitim düzeninin tarihi gözden geçirilmeden bugünkü yozlaşmanın gerçek boyutları anlaşılamaz. Bu yozlaşma Haziran 1950’de başlamıştır, ancak cumhuriyetçi, demokrat ve aydınlanmacı öğretmen kadroları karşısında başlangıçta başarılı olamamış; bu kadroların emekli olmaları, kimilerinin meslekten uzaklaştırılmaları sayesinde, 1960’ların ortalarından itibaren alabildiğine hızlanmıştır.
 
(Varlık dergisi, Kasım 1994)

(II)

Kaldığımız yerden devam edelim. Tehlikeli soruları şimdilik zulaya kaldıralım ve İYİ Parti’nin programına bakalım.
 
Daha programın girişinde (İyi Bir Türkiye) “İyi bir TÜRKİYE için yola çıkıyoruz. İyi insanları insanlık tarihine armağan etmiş bir milletiz.. Hoca Ahmet YeseviMevlana, Hacı Bektaşı Veli, Yunus Emre bu milletin iyi insanları arasından yetişti. Onlar insanlara iyiliği, iyi insan olmayı öğütlediler. İyiliğin peşinden koştular. İyi insanlar bu toprakları onurlandırdıktan sonra bu topraklardan o büyük Osmanlı Devleti doğdu. Bu devlet büyüdü üç kıtaya hâkim oldu o insanların torunlarıyla, Sarı Saltuklarla... Gittiği yerlere sevgi kültürünü götürdü. Yaratılanı, yaratandan ötürü sevdiklerini söyleyerek ‘Bizler bu inançla yola çıkıyoruz’ ” diyorlar.

***

Referans verdikleri insanların hepsi tarikat kökenli kişiler. Sarı Saltuk onların yanına değil Şeyh Bedreddin’in yanına yaraşır. “Allah aşkıyla yanıp tutuşan” Yunus dışında tamamı bir tarikatın şeyhi... O da en azından tarikat ehli... Demek ki MHP’nin kof hamasetinden kurtulamamışlar. Bilimi kendine rehber yapmış, çağının çağdaşı bir cumhuriyetçi parti böylesine çelişkili ve içi boş laflarla kendisini takdim eder mi? Ayrıca hangi iyilik: Din kaynaklı soyut iyilik mi, yoksa bilinç kaynaklı somut iyilik mi?

***
İlkeler savruk: 
• Türk milletine güveni esas almak 
• Açık, dürüst ve hesap verebilir olmak 
• Çoğulcu, katılımcı, kapsayıcı pozitif siyaset yapmak 
• Somut hedeflere sahip olmak ve odaklanmak 
• Çözüm üretmek ve çalışkan olmak 
• Eleştiriye açık ve özgür düşünceli olmak 
• Siyaseti değerler üzerinden üretmek ve yapmak 
• Milliyetçiliği kültürel ve ekonomik alanlara taşımak. 
• Farklılıklara saygılı olmak 
• Milli menfaatlerimizi her alanda ön planda tutmak.

***
Çoğu boş laf: Bir demokratik Cumhuriyette Türk milletine güveni esas almayıp da kime güveneceksin? 
• Siyaseti “hangi” değerler üzerinden üretip yapacaksın? 
• “Milliyetçiliği kültürel ve ekonomik alanlara taşımak” ne demek? Milliyetçilik taşınmaz. Vardır! Milliyetçilik cenderesine kapatılmış kültür ve ekonomi olmaz. Olursa yozlaşırlar! 
• Farklılıklara saygılı olmak! Demokratik ve laik bir Cumhuriyet zaten farklılıklara saygılıdır. Gerçekten demokratik, gerçekten laik, gerçekten sosyal, gerçekten hukuka dayalı bir devlet kurmak mı istiyorsun, onu söyle, yeter.

***

27 Kasım 2017 günü sitemde (ozdemirince. com) yayımlanan yazımın bir bölümünü okudunuz. Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda, gelecekte İYİ Parti’ye ihtiyacı var. Yerel seçimlerde ve özellikle İstanbul seçiminde bunun somut örneğini gördük. Bütün partilerden beklenen mevcut anayasanın 2. maddesinde yer alan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin her anayasasında yer alması zorunlu olan ilkelere bağlılık ve bağımlıktır.        
***

Milletimizin mukaddesatı ve değerleri” ne demek? “Milletimizin mukaddesatı ve  değerleri” taa 2. Mahmut’tan bu yana yenilik ve çağdaşlaşma karşıtlarının ağzına sakız olmuştur. Bu sakız Birinci Meclis’te muhalifler, Cumhuriyet sonrası kurulan iki muhalif parti (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Cumhuriyet Fırkası ),1950’den sonra iktidara gelen partiler tarafından çiğnenmiştir. Ebedi, ölümsüz değerler yoktur. Varsa, bunlara dogma denir. Ahlak kuralları, görenek ve gelenekler de zaman ve zemine göre değişir. Kuran, hadisler ve menkıbeler faslına girmek istemiyorum. Bu değerlerin her ülkede türlü türlü yorumları vardır. 

Cumhuriyet ve ilkeleri dogma değildir. Bu ilkelere göre cuma günü komşudan tuz istemek günah değildir. İki bayram arasında ister evlenirsiniz ister evlenmezsiniz. 
Bir ulusal devlet milletinin değerlerini anayasası ve yasalarıyla korur; bir başka otorite yoktur.

(III)

Süleyman Demirel Cumhurbaşkanlığı döneminde neredeyse tam anlamıyla Cumhuriyetçi olmuştu ama başbakanlık dönemlerinden birinde şöyle demişti: 
“İmam hatip okullarının gayesi, sadece din adamı yetiştirmek değildir. Dinini bilen Türk vatandaşı doktor, mühendis, hâkim olsa daha iyi değil mi? Bugün ortaöğretime giden 3 milyona yakın öğrencimizin 240-250 bini klasik eğitime ilaveten din eğitimi veren bu okullara gidebiliyor. Bu okulların önü üniversiteye açıktır. Onu biz yaptık... Şayet Kuran kursları veya din eğitimi, bu kanuna (Tevhidi Tedrisat Kanunu’na) ters düşüyorsa yanlış olan, din eğitimi değildir, Tevhidi Tedrisat Kanunu’dur... İslam birliği konusunda asıl mesele, her ülkenin İslamı doğru anlayıp tatbik ederek Kuran’ın getirdiği nizamı yaşamaya çalışmasıdır. O zaman, İslam dünyası gerçek manada güçlenmiş olur.” (htp://blog. milliyet.com.tr/cdenizkent)

***

Böyle konuşan bir siyasetçi asla siyasetin merkezinde ya da merkez sağında olmaz. İslamcı sağdadır ve bir anlamda AKP’nin amip anasıdır. Adnan Menderes’in Demokrat Partisi de ne merkezde ne de merkezin sağında idi. AKP’yi genlerinde taşıyan bir amip idi.
 
Merkez sağ ve sol anayasanın ilk 4 maddesini itirazsız kabul etmek ve onlara bağlı olmak zorundadır. Evrensel ölçekte merkez sol ile merkez sağ arasında küçük ama çok derin bir fark vardır. Anayasamızın ikinci maddesini anımsayalım: 
“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.” 
Ben anayasa yazarı olsam, daha kurumsal olacağı için, “Atatürk milliyetçiliği” yerine “Cumhuriyet milliyetçiliği” yazardım. 

Merkez sol tam anlamıyla “demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devlet” yandaşıdır. 
Merkez sağ ise liberal meşrebini sosyal devletle uzlaştırmak zorundadır.
İYİ Parti’nin görünürde anayasanın ilk dört maddesi ile bir sorunu yok. Buna göre Demokrat Parti, Adalet Partisi ve Anavatan Partisi’nden çok daha çağının çağdaşı ve önünde ders çıkarılacak kötü örnekler var.

***

Bir başka önemli ölçüt de anayasanın 174. maddesi tarafından korunan Devrim Yasaları’dır: 
MADDE 174. - Anayasanın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyeti’nin lâiklik niteliğini koruma amacını güden, aşağıda gösterilen inkılâp kanunlarının, anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz : 

1. 3 Mart 1340 tarihli ve 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu; 
2. 25 Teşrinisâni 1341 tarihli ve 671 sayılı Şapka İktisâsı Hakkında Kanun; 
3. 30 Teşrinisâni 1341 tarihli ve 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun; 
4. 17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisiyle kabul edilen, evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağına dair medeni nikâh esası ile aynı kanunun 110. maddesi hükmü; 
5. 20 Mayıs 1928 tarihli ve 1288 sayılı Beynelmilel Erkamın Kabulü Hakkında Kanun; 
6. 1 Teşrinisâni 1928 tarihli ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun; 
7. 26 Teşrinisâni 1934 tarihli ve 2590 sayılı Efendi, Bey, Paşa gibi Lâkap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun; 
8. 3 Kânunuevvel 1934 tarihli ve 2596 sayılı Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun.

***

İYİ Parti “Atatürk’ün ilke ve devrimlerini savunan, milli değerler etrafında birleşen, bu ilkedeki herkese kapısı açık parti” olacağını söylüyor. Milli değerler eğer Cumhuriyet devrimlerinin kapsamı içinde değilse, ne anlama gelmektedir? Türkiye’nin çağdaşlaşmasının önünde çok büyük iki engel var: 
1-Diyanet İşleri Başkanlığı; 
2-İmam Hatip Okulları. 
AKP ve MHP için bu iki engelin “engel” sayılmadığı ortada. Bu iki engel Devrim Yasaları bağlamında yer alan ilk kuruluş kanunlarına göre mutlaka tımar edilmelidir. Bu konuda sadece İYİ Parti değil, CHP de çok kararlı olmalıdır.

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Ozanlar aşktan ölür - Mine G. Kırıkkanat

Aleksandr Puşkin’in büyük dedesi, Osmanlı Padişahı III. Ahmet tarafından 1704 yılında Rus Çarı I. Petro’ya armağan gönderilen Afrikalı esir, zekâsı ve becerisiyle “Büyük Petro’nun zencisi” olarak ünlenen İbrahim Hannibal’di. 

İşte bu yüzden, gelmiş geçmiş en büyük Rus ozanı olarak bilinen Puşkin, iri dudaklı, kıvırcık saçlı ve gözleri ateş saçan bir melezdi. 

Puşkin’in melezliğini, ben de bilmezdim. Büyük ozanın hayatını yazan; kendisi de Ermeni asıllı Rus göçmeni, Fransız yazar Henri Troyat’dan öğrendim. 

Troyat’nın “Kanda kırma, kültürde Fransız ve ruhta Rus” diye tanımladığı Puşkin, eğitimini aldığı Çarskoy Selo Lisesi’nde ilk şiirini Fransızca yazacak kadar Fransa hayranı olup, arkadaşları arasındaki lakabı “Fransız”dı. 

Kaderin cilvesine bakın ki ölümü, kıskandığı genç bir Fransızın elinden oldu.

Otuz yedi yaşında ölümsüz 
1837 yılının ocak karlarıyla kaplı, puslu bir sabah ayazında iki adam birbirlerine arkalarını dönüp yürüdüler. Yüz yüze döndüklerinde iki silahtan biri daha önce patladı. 
Ve Rusların “ölümsüz” sandıkları büyük ozan, aldığı ölümcül yaranın kanıyla kızaran beyaz karlara devrildiğinde; yalnızca 37 yaşındaydı... 
Neden? 
Tabii ki bir kadın yüzünden. 
Kuş beyinli, ama kuğu boyunlu Natalia’nın mülkiyeti, dünya şiirini en büyük ozanından öksüz bıraktı.
 
Puşkin, yalnız şiir yazarken değil, yaşarken de bir fırtınaydı. Zamansız ölümünü hissediyormuş gibi, ağız dolusu lokmalar koparta koparta, hızla kemirdi ömrünü.

Deve gibi içer, dev gibi severdi 
Elini attığı her işi başarıyor, yazdığı her dize olay oluyor, kalemi bırakıp kumara, kumarı bırakıp kadınlara sarılıyordu. Deve gibi içiyor, dev gibi seviyor, iktidarla dövüşüyor, sürgüne gönderiliyor, çok büyük şair olduğu için bağışlanıp geri dönüyor, kumarda borçlanıyor, tabii şiir yazıyor ve ödüyordu.
 
Kadınların biri girip biri çıkıyordu hayatına. Zaten hepsi âşıktı Puşkin’e, belki de şiirine. Sonuç olarak elini sallasa, ellisi tellisi kapısında yatmaya hazırdı, tüm kadınların.

Ama işte, o kuş beyinli kuğu boyunlu Natalia var ya, Natalia... 

Puşkin sırılsıklam, evlenecek kadar vurulmuştu ona. Düğün oldu, evliler muradına ermişti, ama kerevete çıkanlar rahat bırakmadılar. 

Aşırı güzeldi Natalia, aşırı. Ve Rus sosyetesinin toplandığı salonlarda boy gösterdiği zaman, tüm erkeklerin yüreğini hoplatıyordu. İşin kötüsü, Natalia da hoşlanıyordu göz süzüp gerdan kırmaktan. Çar Birinci Nikolay bile asılıyordu Puşkin’in karısına!


‘Boynuz Nişanı’yla vurulmak 
Ama aralarında biri vardı ki, Natalia’nın gözlerini kamaştırıyordu. Puşkin’in karısı kadar aptal ve değersiz Georges de Heeckeren d’Anthes, Rus ordusuna kabul edilen bir Fransız subayı olup; ne yazık ki çok yakışıklıydı. 

1836 yılı kasım ayı başında Petersburg sosyetesinin başlıca eğlencesi, Puşkin’e “Boynuz Nişanı” verileceğini ilan eden anonim mektubun elden ele dolaşan kopyası oldu. Mektubun aslı, nişan takılacak ozana gönderilmişti tabii. Puşkin, çıldırdı. 

Mektubu yazan, Natalia’nın kalbindeki Fransız, George d’Anthes’ten başkası olamazdı. 
Puşkin, genç ve yakışıklı rakibini düelloya davet etti. Ama Fransız subayı, kendisini evlat edinen Rus babasının öğüdünü dinleyerek bir özür mektubu yazdı ve ozana, bir yanlış anlama olduğunu, kendisinin Natalia’ya değil, kız kardeşine âşık, hatta evlenmek istediğini belirtti.


Bacanak kurşunu 
Çok geçmeden de Puşkin’in baldızıyla baş göz edildi zaten. Ama George d’Anthes, aslında bal gibi onun karısına vurgun, hatta delicesine tutkundu ve kız kardeşiyle evliliğine rağmen, ışığa yönelen kelebek gibi Natalia Puşkin’in çevresinde dönmekten alamıyordu kendisini. 

Puşkin’in şiirleriyle iğnelediği, eleştirdiği kim varsa, ozandan intikamlarını sözde boynuzlarıyla alay ederek almaya başladılar. 

Onuru yaralanan ozan, George d’Anthes’i ikinci kez düelloya çağırdı. 

Ölüm, göğüs kafesinden çekip aldı canını. Hem de hiç kuşkusuz, tek bir dizesini okumamış cahil ve züppe bir Fransızın kurşunuyla. 

Yüzyıl sonra, katilin torunu tarafından Henri Troyat’ya teslim edilen bir mektubundan, güzel Natalia’nın vücudunu George d’Anthes’e asla teslim ve Puşkin’e ihanet etmediği anlaşılacaktı.
 
Ama Puşkin’i ruhen aldatmıştı ve ozanlar, bedenden çok ruhlarıyla kıskanırlar. Onlara unutulmaz dizeler esinleyen kıskançlık, bazen de öldürür.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

En anlamlı ödül - Zülal Kalkandelen

Şiddetsiz Toplum Derneği’nden geldi haber... 


2018 yılı Şiddetsiz Yaşam Ödülleri’ni açıklamışlar. İnsan Hakları, Çevre Hakları, Hayvan Hakları, Çocuk Hakları ve spor dallarında verilen ödüllerin anlamı büyük. 

İnsan Hakları dalında bu yıl verilecek ödüller için, terör ve şiddet eylemleri ile katledilen 8 bilim insanı, siyasetçi ve yazar seçilmiş.
 
1 Şubat 1979’da silahlı şiddete uğrayarak yaşamını yitiren Milliyet gazetesi başyazarı Abdi İpekçi... 

21 Ekim 1999’da aracının üzerine bırakılan bombalı paketin patlaması sonucu can veren bilim insanı, yazar, eski Kültür Bakanı Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı... 

31 Ocak 1990’da silahlı şiddet yüzünden aramızdan ayrılan bilim insanı, hukukçu ve yazar Prof. Dr. Muammer Aksoy... 

6 Ekim 1990’da evine gönderilen bombalı paketin patlaması sonucu katledilen ilahiyatçı akademisyen, yazar ve tarihçi Doç. Dr. Bahriye Üçok... 

18 Aralık 2002’de silahlı şiddete uğrayarak yaşamını yitiren bilim insanı, tarihçi, yazar Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu... 

11 Nisan 1980’de silahlı şiddet sonucunda yaşamı elinden alınan gazeteci, yazar Ümit Kaftancıoğlu... 

28 Şubat 1996’da silahlı şiddet yüzünden bu dünyadan ayrılan İsveç Başbakanı Olof Palme... 

27 Aralık 2007’de uğradığı silahlı saldırı yüzünden hayata veda eden Pakistan Başbakanı Benazir Butto... 

Alçakça suikastlar nedeniyle nice öncü aydınlarımızı kaybettik! Her biri insanlık adına yeri doldurulmayacak bir kayıp olarak tarihe yazıldı; yüreğimizde açılan yaralar hiç kapanmadı.

Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, üniversitede çok sevdiğim, saygı duyduğum bir hocamdı; Siyaset Bilimi derslerini ondan aldım. Bombayla bedenini yok ettiler ama düşünceleri hiç ölmedi.

Bir ödülden daha fazlası 
Şiddetsiz Toplum Derneği’nin yöneticileri, beni de Hayvan Hakları dalında ödüle değer bulmuş. Ödül töreninin sonbaharda Ankara’da yapılacağını söylediler. 

Kışlalı Hocam ile aynı ödül nedeniyle adımın geçmesi, bende karışık duygular yarattı. Hem tarifsiz bir onur duydum hem de içim çok buruk...

Hocamın bize demokrasiyi anlattığı dersler sırasında da Türkiye’de demokrasi yoktu ama ülkenin bugünkü acınası halini görebilse neler derdi!

Akit adlı gazete müsveddesi, fotoğrafının üzerine çarpı atarak basmasa, hedef göstermese, Kışlalı Hocam yaşıyor olsa, gericileri nasıl da ifşa ederdi! 

Dinci yobazlar tarafından katledilmese, Cumhuriyet’teki köşesinde nasıl da korkusuzca yazardı olanları!

Hayattaki en büyük direniş 
Yaşam hakkı ve hayvan özgürlüğü mücadelesi içinde geçen onca yılın ardından bana da şiddetsizlik ödülünün verilmesi, benim için bir ödülün ötesinde anlam taşıyor. Çünkü hayatından şiddeti çıkarmayı hedeflemiş bir insanım.

Yaşadığımız toplumda bu mümkün mü” diye soranları duyar gibiyim. Haksız değiller.

Çoğu insan hoyrat, çoğu ilişki çıkarcı ve yüzeysel.
 
Bunların içinden sıyrılıp yozlaşmamayı başarabilir mi insan? İçtenlik, adalet, sevgi ve saygı dolu kendine özel bir dünyası olabilir mi? 

Adalet ve özgürlüğü insan, hayvan ve yeryüzü için talep eden biri, her yerinden şiddet fışkıran bir toplumda ayakta kalabilir mi? 

Yoksa zorunlu olarak ortama uyum sağlayıp dönüşür mü? 

Asıl mesele bu. 

Hayattaki en büyük direniş bu.

Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET

3 Ağustos 2019 Cumartesi

Orhan Koçak vakası - CÜNEYT CEBENOYAN (06/07/2019) / BİRGÜN

Yazımda “Türkiye’yi ve Türklüğü başkalarının ve özellikle de “Batı”nın hoşuna gidecek bir resimle” sunduğum varsayımı tamamen uydurmadır, ezberden konuşan Koçak’ın hayal ürünüdür.

Orhan Koçak, Ağustos 2017’de “Milli Anlar (I)”* başlıklı bir yazı yazmıştı Birikim’in web sitesinde. Bu yazı uzunca bir girizgahtan sonra Koçak’ın muğlak ifadesiyle hem olan hem de olmayan “asıl tartışma”ya, yani “Cüneyt Cebenoyan adlı Birgün yazarı”nın ifade ettiği varsayılan görüşlerine gelmişti. Bu yazıyı yayımlandığı sırada okumuştum.

Karanlığa baktığınızda karanlık da size bakıyor. Koçak’ın yazısını o dönemde unutmayı tercih ettim. Bir de eski kuşak olmak herhalde, basılı olmayan metinlere, basılı metinler kadar önem vermiyorum. Yoksa Birikim’i önemsemediğimden değil. Marksizm alanındaki ilk eğitimimi 70’li yılların sonlarında Birikimcilerden almıştım. İstanbul Erkek Lisesi ile okuduğum Avusturya Lisesi arasında bir köprü kurulmuştu ve ben de o köprüden geçmiştim.
Ama Koçak’ın yazısı artık bir kitabın parçası. Yazarın, Metis’ten çıkan Polemikler adlı kitabında, Birikim’in web sitesinde yayımlanan makalesi de yer alıyor. “İncitmemek önemlidir, asgari bir zarafet gerektirir”, diyen Orhan Koçak’ın yazısı zerre kadar zarif değil. Ve doğrudan incitmek amaçlı. Hatta mümkünse sosyal anlamda öldürmek. 
Ben, safça bir umutla bu kaba ve inanılmaz derecede saldırgan yazının orada kalacağını ummuştum ama olmadı. Metis Yayınları önemlidir. Kurucuları arkadaşımdır, aynı üniversitede aynı dönemlerde okuduk. Metis hayatımızda önemli bir rol oynamıştır. Christopher Caudwell’in “Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler” ve John Berger’in “Görme Biçimleri” kitapları, 80 sonrasının kültürel çölünde ufkumuzu genişletmişti. 
Orhan Koçak, doğrudan benimle ilgili paragrafta, “Aslında “asıl tartışma” filan yok, durum son derece basit: bir sinema eleştirmeni, Cüneyt Cebenoyan adlı BirGün yazarı, Fatih Akın isimli Türk/Alman yönetmeni tipik bir Hint milliyetçisi tarzında “yumuşak casuslukla” suçladı: Türkiye’yi ve Türklüğü başkalarının ve özellikle de “Batı”nın hoşuna gidecek bir resimle sunuyordu Akın. Ne yapmıştı Alman/Türk yönetmen? Bence fazla şekerli bir soykırım filmi yapmıştı. Ama Cebenoyan’ın burada sakarinden ziyade filmin kendisine itirazı olacağını tahmin ediyorum, hakkında hiçbir şey söylemediğini bildiğimize göre. İşte o gazete de öyledir: hem Enver Aysever en sık yazan köşecidir, hem de kendi kendini 1970’lerde hissetmek ister”, diyor.
Koçak’ın yazısının eleştirisine başlamadan önce olayların nasıl geliştiğini anlatayım. Bu bölüm, “Milli Anlar” başlığına da cevabım olacak.
Ablam Yasemin Cebenoyan, 30 Aralık 1994’te PKK tarafından öldürüldü. Daha spesifik olmak gerekirse, eylem Mesut Ünsal’ın direktifi üzerine Deniz Demir tarafından organize edildi. Bomba, Hamit Şen’in evinde hazırlandı. Daha sonra Gülşen Özdemir’le Deniz Demir bombayı The Marmara Oteli’nin cafe’sine (o dönemde Opera Pastanesi) yerleştirdiler. Bombanın patlamasıyla ablam Yasemin olay anında öldü, Onat Kutlar ise ağır yaralandı ve daha sonra hayatını kaybetti. Onat beyle de tanışmanın ötesinde birlikte çalışmışlığımız vardı. Eylemcilerin bir kısmı yakalandı, Deniz Demir itirafçı oldu, topu topu 9 yıl sonra dava sona ermeden serbest bırakıldı. Yatacağı 2-3 yılı daha vardı, yattı mı bilmiyorum. Hamit Şen de emniyet sorgusunda eylemcilere yataklık yaptığını kabul etti. Başka bir sürü somut delil de vardı ayrıca. PKK, hiçbir aşamada ne eylemi ne de eylemcileri inkar etti.  
Yıllarca PKK’den özür dilemesini bekledim ve talep ettim. Toplumsal Bellek Platformu olarak 30 Aralık 2010’da bir basın açıklaması yaptık. Bu açıklamaya Radikal gazetesinin sitesindeki Özgür Mumcu’nun 03/01/2011 tarihli “Bomba” başlıklı yazısından ulaşılabilir**. Bunun dışında da defalarca bu talebimi, olabildiğince alt perdeden, dile getirdim; sadece ve sadece küfürlerle, tehditlerle karşılaştım. Sonra yavaş yavaş bir şey kafama dank etti. Kimse, daha doğrusu PKK’nin önemseyeceği kimse PKK’yi Onat Kutlar, Yasemin Cebenoyan ve daha başka birçok masum kişiyi öldürmekle suçlamıyordu. Beni de önemsemiyordu örgüt, tek başıma ne bir iktidarım ne de bir ağırlığım var. Ortada onları zorlayacak bir talep olmayınca, PKK de bildiğini okumaya devam ediyor, “terör eylemi” dışında hiçbir tanıma sığmayacak eylemlerini sürdürüyordu.
Biz üç kardeştik ama birlikte büyüdüğüm, hemen hemen her gün iletişim halinde olduğum tek kardeşim Yasemin’di. Abim Sinan, Amerika’da yaşıyor ve yaşça aramızdaki fark daha büyük. Yasemin, benim en iyi ve en kötü yanlarımı bilen, bana sonsuz bir hoşgörüyle yaklaşan, birlikte ortak bir dil, ortak bir espri anlayışı geliştirdiğim tek kişiydi. Bana “lan oğlum Lümbül” diye hitap eden tek kişi (babam bana çok küçükken Lumumba dermiş, sonra bu Lümbül’e evrildi). Onun ölümü benim ve annem-babam için korkunç bir yıkımdı. Kuşkusuz abim için de… Mümkün olduğunca çok duygusal olmayan bir dil kullanıyorum ama yine de duygusal geliyorsa öyle olduğu için.
Orhan Koçak çok okuyan biri, muhakkak ki evlat ya da kardeş kaybının aileler üzerindeki yıkıcı etkilerini bilir. Bu konuda çok kitap yazılmış, çok film çekilmiştir. Çoğu evlilik, bu büyüklükteki bir depreme dayanamaz. (Belki benim annem ve babam da dayanamayacaktı. Onları da, sanki ablamın yerine gelmişçesine, onun öldüğü günde, 30 Aralık’ta doğan oğlum Ali’yle birlikte 17 Ağustos 1999 depreminde kaybedecektim.)
Orhan Koçak yine bilecektir ki kişi saldırıya, tecavüze, haksızlığa uğramışsa onun sağaltılmasında toplumun tavrı kilit rol oynar. Eğer saldırgan suçlanmak bir yana, saygı görüyorsa, saldırıya uğrayanın ruh sağlığına kavuşması, yasını tamamlayıp hayatına devam etmesi neredeyse imkansızlaşır. İşte benim yaşadığım tam da budur. Koçak’ın görmeyi tercih ettiği gibi “milli bir an” değil, son derece kişisel anlardır yaşadığım. Hoş, PKK hakkındaki negatif görüşlerim, kişisel tarihimle sınırlı olmanın ötesindedir ama şu anda bu olay bağlamında konuşuyoruz. PKK hakkındaki görüşümü, kişisel tarihim belirlemedi. Ama verdiğim tepkilerin dozunu, öfkeli çıkışlarımı elbette ki yaşadığım bu trajedi belirliyor.  
Benim ailemin katili PKK, sol ve liberal çevrelerin hatırı sayılır bir bölümünce suçlanmamaktadır. Örnekler çok. Bir tanesi: 10 Ocak 2019 tarihinde Ayşe Emel Mesci, Cumhuriyet gazetesinde “Sanırım Dönmeyeceğim” başlıklı bir yazı yazdı. Bu yazıda Onat Kutlar’ın öldürülmesi şöyle anlatıldı: “… Sonra çıktı, o daha yoldayken önce Yasemin Cebenoyan’ı, 11 gün sonra da Onat Kutlar’ı sevdiklerinden, hepimizden koparan kalleş, insanlık düşmanı bomba patladı.”  Yazıda failin belirtilmemesi ne tekil bir olay ne de bir ihmal sonucudur. Bu hep böyle ifade edilir ya da hiç edilmez. Kalleş bomba gitmiş, patlamış, öldürmüştür. Suçlu? Suçlu bomba, işte!
Tabii bitmeyen bir tartışma da failin gerçekten PKK olup olmadığıdır. Bu konuda çok yazdım, daha fazla yazmayacağım. Süleyman Demirel “bana, ‘sağcılar adam öldürüyor’, dedirtemezsiniz!” derdi. Demirel’in kastettiği sağcılar, MHP’nin vurucu timi ülkücülerdi. Yeni kuşaklar için böyle bir açıklama yapmakta yarar olabilir: Ülkücüler, Cuaron’un “Roma” filminde bizzat CIA ajanları tarafından eğitildikleri gösterilen “los Halcones” (Şahinler) adlı sağcı milisler gibiydiler. Emperyalizmin, komünizme karşı bizzat örgütlediği vahşi çeteler…
Ya da başka bir benzetme yapmak gerekirse bir holokost inkarcısına Yahudi soykırımının gerçekten olduğunu söyletemezsiniz. Benzer bir şekilde kimilerine PKK adam öldürüyor, Onat Kutlar’ı da PKK öldürdü dedirtemezsiniz. Hatta size entelektüel argümanlarla karşı çıkarlar. Barthes’ı yardıma çağırırlar: “Faşizm konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir”. Birincisi, ben kimseyi bir şey söylemeye mecbur tutacak bir güce sahip değilim. İkincisi, bu argüman her koşulda doğru değildir. İktidar, sizi bazen konuşmaya, bazen de susmaya mecbur edebilir. Benim herhangi bir iktidarım yok.
Ve bazen susmak suça ortak olmaktır. Süleyman Demirel’in susması bu türdendir, suçun ortağıdır. Sloganlarla, her an her yerde geçerli olduğunu iddia edilen savsözlerle bir yere varılmaz. Ben de bir sürü karşı slogan söyleyebilirim: “Susma, sustukça sıra sana gelecek!”, “Katilleri, koruyan cinayete ortaktır!” vb. Ya da Brecht’e atfedilen ama aslında Martin Niemöller’e ait sözleri hatırlatabilirim: Komünistleri, sosyal demokratları ve sendikacıları alırlarken susanlar, sıra kendilerine geldiğinde protesto edebilecek kimseyi bulamazlar çevrelerinde.
Katile katil dememenin mağdur üzerindeki yıkıcı etkisi, inkarcıların umurlarında değildir. Bunları anlatmasaydım, Fatih Akın’ın yeni film projesini, YPG’nin bir propaganda afişini paylaşarak ilan ettiğini gördüğümde duyduğum öfkeyi de anlatamazdım.
YPG’nin PKK’den farklı bir şey olduğunu iddia edenler var, ciddiye almıyorum. YPG’nin yani PKK’nin propaganda afişini paylaşarak yeni film projesinin haberini verdi Fatih Akın. Ben ailemin katilinin, katil olarak nitelendirilmesini beklerken belli ki onu yüceltecek bir film yapacaktı Akın. Bunun böyle olmayabileceği iddiasını da ciddiye almam mümkün değil. Paylaşılan bir propaganda afişiydi! Akın, örgütle arasına bir mesafe koymamıştı.
Akın’ın bu paylaşımını çeşitli internet siteleri haber yaptı. Ben ABC sitesinde gördüm. Ortada olan bir şey üzerine yorumumu yaptım, tepkimi gösterdim. Öfkelenmek dışında ne hissedebilirdim?
Fatih Akın, Almanya doğumlu, Almanya’da büyümüş ve yaşayan, kendisini en iyi Almanca ifade eden, Alman pasaportu sahibi, Alman bir yönetmen. Eğer casusluk yapacaksa Almanya aleyhine yapabilir. Almanya vatandaşı olmasına rağmen başka bir ülkeye mesela Türkiye’ye bilgi aktarabilir. Tersini yapması mantığa aykırı.
Gerçi bütün bunlar da alakasız çünkü ben hiçbir yerde Fatih Akın’ın casusluk yaptığını iddia etmedim. Ne yumuşak ne de sert. Bunu söylediğine göre iddiasını desteklemesi gerekir Koçak’ın.
Fatih Akın’ın Duvara Karşı filmini oryantalist bulduğumu söyledim ama bu Koçak’ın iddiasından çok farklı bir şey. “Mustang”, “Sibel” ve “Dar Elbise” filmlerini de oryantalist bulduğumu söyledim başka yazılarımda. Bu filmlere oryantalist diyen sadece ben değilim. Açık Radyo’daki Erguvani İstimbot adlı programımda sanatçı/akademisyen Filiz Çiçek’le yaptığım programda “Duvara Karşı”yı ayrıntılı biçimde tartıştık. Ne demek istediğim, bu program dinlenirse daha iyi anlaşılır.***
Oryantalizmin ne olduğunu Koçak’a anlatacak değilim. Bir eseri oryantalist görmenin, yaratıcısını casuslukla suçlamaktan farklı bir şey olduğunu bilmesi gerekir. Ama zaten Koçak benim o sırada sözünü ettiğim “Duvara Karşı”yla ilgili bir şey söylemiyor. O sıralarda, sosyal medyada hakkında hiçbir şey söylemediğim ama daha önce gazetede hakkında eleştiri yazdığım Fatih Akın’ın “Kesik” filmi hakkındaki fikirlerimin ne olduğunu “tahmin ederek” konuşuyor! Koçak, her şeyi “gördüğünü” zannettiği için bir araştırma yapma gereği duymamış ve “Kesik” hakkında hiçbir şey söylemediğimi iddia etmiş! Oysa bir araştırma yapsaydı, “Kesik” hakkındaki yazımı net’te bulabilirdi****. Ama yazımın olmadığını varsayıp, kendisinin bana yakıştırdığı bütünüyle saçma ve yanlış düşüncelerle kavga etmeyi seçmiş Koçak.
Yazıyı okursanız görebileceğiniz gibi film hakkındaki fikirlerimle, Koçak’ın bana yakıştırdığı düşünceler taban tabana zıtlar. Yazımda “Türkiye’yi ve Türklüğü başkalarının ve özellikle de “Batı”nın hoşuna gidecek bir resimle” sunduğum varsayımı tamamen uydurmadır, ezberden konuşan Koçak’ın hayal ürünüdür.
Ama bunlar onun için önemli değil çünkü Koçak, Birgün yazarlarının birini tanımanın hepsini tanımak olduğu konusunda sabit bir fikre sahip. Bu birisi de Enver Aysever’den başkası değil. Koçak’a göre bütün Birgün yazarları birer Enver Aysever’dir, Enver Aysever de Koçak’a göre Birgün’de en çok yazısı çıkan yazardır. Bu sabit fikrin de yanlış olduğunu, bir istatistiğe filan elbette dayanmadığını söylemek gereksiz. Aysever Birgün’de iki dönem yazdı. İlk dönemi gazete yönetimi tarafından sonlandırıldı. Hepimizin tepkisini çeken bir yazı yazmıştı Aysever. Sonra geri döndü ve uzun gezi yazıları başta olmak üzere çeşitli konularda yazdı. Yaklaşık 2 senedir yazmıyor ama Koçak’a göre Birgün’de halâ en çok yazan köşeci odur. Aysever, Birgün’de yazmayı sürdürüyor olsaydı da Koçak’a şunu söylemek isterim: Bizler, Birgün yazarları tornadan çıkmadık, tek tip insanlar değiliz. Ne ben Aysever’i ne de Aysever beni temsil eder. Bu diğer Birgün yazarları için de geçerli. Bunları söylemek bile abes ama insan yazmak zorunda kalıyor.
Şöyle bir cümle dahi kurmuş Koçak: “Üzücü olan, o yaşa kadar hiç zihnimizi ve ahlakımızı zorlamamış, hep BirGün gazetesi yazarları gibi ezberle idare etmiş olmaktır.” Saygısızlığın, kabalığın, önyargının bu kadarına pes doğrusu. Bu net bir biçimde nefret söylemidir. Öyle bir gazete ki Birgün, yazarlarının bir tanesi bile zihnini hiç zorlamıyor, tek bir tanesi bile hayatında hiç ahlaki problemler yaşamıyor, ömrü boyunca bir zamanlar ezberlediği (düşünüp tartışarak vardığı bazı çıkarımlarla değil!) kalıplarla, şemalarla idare ediyor! Bir alt-insan türüyüz biz Birgün yazarları, Koçak’a göre. Düşünmeyiz, ezberleriz! Kesin ve değişmez doğru ve yanlışlarımız vardır ve hayat karşımıza ne çıkarırsa çıkarsın, en ufak bir tereddüt yaşamayız! Sadece yaşlanırız, değişimimiz sadece zamanla ölçülür. Ne faşizan bir düşünce yapısı, ne tepeden bakan ve dışlayıcı bir üsluptur bu! Koçak üzücü bulmuş halimizi ama gerçekte üzücü durumda olan o. Hoş, onun üzüldüğü filan yok. Benim de ona üzülecek halim yok bu yazdıklarından sonra.
Bütün yazı bir noktada bana geldiği için Koçak’ın benimle Orhan Pamuk arasında bir uçurum olduğunu, benim (yazara göre Ahmet Ümit gibi) Pamuk’u bir casus olarak gördüğümü düşünmek için nedenim var. Nüket Esen “Kara Kitap Üzerine Yazılar” adında bir kitap derlemişti. Kara Kitap’ı okuduğumda, sözü edilen mekanları ve insanların da bazılarını çok iyi tanıdığımı fark etmiş ve fotoğraflamıştım. Benim hayatımın geçtiği mekanlardı buralar çünkü. Esen, Pamuk’un kendisinden talebi üzerine, benim Pamukbank Genç Dergisinde Nisan 1991’de yayımlanan fotoğraflarımı da kitaba dahil etti. Bu kitap önce Can, sonra da İletişim yayınlarından çıktı ve defalarca basıldı (1992-2017 arasında). Kaderin cilvesi mi diyelim, Orhan Koçak’ın da “Kara Kitap Üzerine Yazılar”da bir makalesi var. Birkaç yıl önce Pamuk’la tanışma fırsatı da buldum. Henüz bu kadar ünlü olmadığı o yıllarda bu fotoğrafları görmekten ne kadar mutlu olduğunu söyledi. Daha sonra Pamuk’la az da olsa bir yazışmamız oldu. Kısacası Koçak yine boş konuşmuş. Ben, söylemeye gerek yok ya, Pamuk’u casus olarak görmüyorum; o da beni muhbir olarak görmüyor.
Orhan Koçak yabancı dil bilmeyen bir “bilinçsiz” olduğumu da düşünüyor olmalı ki asıl tartışmaya girmeden önce “bilinçsiz beşinci kol olmak” falan gibi lafları da araya sıkıştırdığı yabancı dil bilmek üzerine bir paragraf yazmış. Yine yanlış ve saçma varsayımlar…
Kitabın başına dönecek olursak, bana nasıl bağlandığını anlamak zor ama, Koçak, Hintli “milliyetçi” yazarlar üzerine de bir şeyler söylemiş. Hintli yazarların, anadilleri olan “Bengali ya da Marathi lisanında” yazıp, bir de bunların çevrilmesini bekleyecek kadar küstah olmalarını eleştirmiş. Sanırım Salman Rushdie gibi İngilizce yazmalarının gerektiğini söylüyor Koçak. Tagore, eserlerini Bengali dilinde yazmış, bir kısmını kendisi İngilizceye çevirmiş, Nobel ödülü kazanmıştı.  W.B. Yeats, ise Tagore’un eserlerini İngilizceye kendisinin çevirmesine çok sinirlenmiş ve Sir William Rothenstein’a yazdığı mektupta (1935) “Allahın belası Tagore… İngilizce bilmeyi, büyük bir şair olmaktan daha mühim sanıyor… Tagore, İngilizce bilmiyor, hiçbir Hintli İngilizce bilmez”, demişti. Koçak da İngilizce bilmeyi, büyük yazar olmaktan daha mühim sanıyor. Anadili Bengali olanların sayısı üç yüz milyon civarında (en çok konuşulan 6. dil), anadili Marathi olanların sayısı ise 90 milyon civarında (en çok konuşulan 19. dil). Koçak’a göre kayda değer bir yazar olmak için yine de bu dillerde yazmaya kalkmamalı kimse. Yoksa Koçak’ın ağzından şunu demiş olur: “Ben bu dilde, Marathi veya Bengali lisanında güzel şeyler yazıyorum, nokta. Artık eşek değiller ya, biri de gelip beni tercüme etsin.” Oysa Koçak’a göre onları bekleyen hazin son Ahmet Ümit gibi “bırakın İngilizceyi, Slovenceye, ya da daha Batıya doğru Portekizceye bile tercüme edilme fırsatı” bulmamaktır. “Portekizceye bile…”! Anadili Portekizce olan 250 milyona yakın kişiyle dünyanın en çok konuşulan 7. dilinden söz ediyor Koçak ve küçümseyici, elitist tonunu koruyor. Elitizm kavramı, aslına bakarsanız bu tutumu açıklamakta çok kibar kalıyor.  
Asıl tartışmaya dönecek olursak: Bir insanı muhbirlikle suçlamak onu sosyal anlamda öldürmeye teşebbüs etmektir. Aytekin Yılmaz, İletişim’den çıkan “Yoldaşını Öldürmek” adlı kitabında PKK, DHKP-C ve TİKKO’nun muhbir diye yaftaladıkları yoldaşlarını önce tecrit ettiklerini, sonra da soğukkanlılıkla boğduklarını anlatır. Bu cinayetler baklava yenilerek ve halay çekilerek kutlanır. Fatih Akın’ı casuslukla suçlamak, onu devlete ihbar etmektir. Koçak’ın yaptığı beni muhbirlikle suçlamaktır. Bu “yumuşak katilliktir”. Sosyal anlamda beni tecrit etme ve öldürme girişimidir. Daha azı değil.
Tanıl Bora ve Akif Kurtuluş bu yazıda anılmak istemezlerdi diye düşünüyorum. Kendilerine selam ve sevgilerimi iletiyorum.
Koçak, internetteki yazısında Celal hocaya selam etmiş. Aynı kişiden mi söz ediyoruz bilemem ama Sakallı Celal’in şu sözlerinin tam yeri: “Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olur” ve de “Bu ülkede ilgililer bilgisiz, bilgililer de ilgisizdir.”
CÜNEYT CEBENOYAN  / BİRGÜN
*Orhan Koçak’ın yazısı: http://www.birikimdergisi.com/haftalik/8475/milli-anlar-i#.XQ5Fy-gzbIUBuradaki yazıyla, “Polemikler” arasında bazı ufak farklar var.
*** Duvara Karşı’ya dair Filiz Çiçek’le Açık Radyo’da yaptığım söyleşi: 
https://player.fm/series/erguvani-istimbot/erguvani-stimbot-7-temmuz-2014

Kimden yana taraf olalım? - ERHAN NALÇACI

Türkiye siyasetinde yeni bir arayış ve tasarım niyeti olduğunu herkes fark ediyor. Düzenin pasif aktörleri olarak görülen emekçi sınıflar yeni tasarımda taraf olmaya itiliyorlar.

Bir yanda demokrasi, uzlaşma, Anayasa’nın parlamentonun ağırlığını artıracak şekilde düzenlenmesi, diğer tarafta ABD’ye karşı milli duruş.

Hangisini seçelim?

İki tarafta da ilk bakışta cazip gelen şeyler var.

Oysa emekçi sınıfların gücü örgütlülüklerinden, aklı ise tarihi doğru yöntemle okumasından gelir. Çok kısaca yakın tarih için bu taraflaşmayı yerleştirmeye çalışalım.

İkinci Dünya Savaşı sonu ile Sovyetler Birliği’nin çözüldüğü 1990 arasında Türkiye sermaye sınıfı oldukça netti. Sınıfsal özellikleri nedeniyle ABD’nin tartışılmaz hegemonyasında ikinci sınıf bir sanayi ülkesi olarak emperyalist sistemden yana ve sosyalist sisteme karşı tavır aldı.

Ancak bu net tavra karşın, Sovyetler Birliği’nin olduğu bir dünyada ulusal bağımsızlık, kalkınmacılık, işçi hakları ve örgütlülüğü, sosyal devletçilik Türkiye kapitalizminin unsurları olarak kısmen korunabildi.

1990’dan sonra dünyada dengeler hızla değişti. ABD emperyalizminin liderliğinde bütün dünyanın bütünleşmesi hız kazandı. Bu dünyada bağımsızlığa, işçi haklarına ve örgütlü emeğe, sosyal devlete, kamuyu sermayeden koruyan yargıya, aydınlanmacılığa yer yoktu. Sosyalizmli dünyanın Türkiye’deki bütün kazanımları geri alınmalı, emperyalist sistem bir bütün olarak bir saatin dişlileri gibi çalışmalıydı.

Bu düzleme işi için AKP tasarlandı. Başından itibaren emperyalizmin ve sermaye sınıfının ortak hedefleri için hareket etti. Sosyal devleti, aydınlanmacılığı ve sermaye önündeki bütün engelleri temizlemek üzere yola koyuldu.

Öte yandan emperyalist sistem hiç de ABD sermayesinin hayal ettiği gibi pürüzsüz gelişmedi. Çin ve Rusya’daki sermaye birikimi güçlü devlet geleneği ile birleşince emperyalist rekabet dünyayı sarsmaya ve belirlemeye başladı.

Türkiye sermayesi ABD politikalarının çıkarlarıyla örtüşmediğini ve hatta zarar vermeye başladığını fark etti. İlk çıkış bir burjuva siyasi kliği olarak ordunun içinden geldi. Örneğin, donanma Karadeniz’de Rusya ile karşılıklı işbirliği yapıyor, emperyalist rekabet içinde ABD’ye olan koşulsuz bağlılık sorgulanıyordu.

AKP üstlendiği görev gereği, ülkenin tüm zenginliklerini sermayeye devrederken bütün direnç noktalarını temizlemeliydi. Ergenekon, Balyoz vb. davalar bu temizlik adına yapıldı. Türkiye’nin ulusal bir silah sanayisi geliştirmesi istenmiyordu. Arka arkaya intihar ettiği bildirilen Aselsan mühendisleri, silah sanayisindeki tasfiyeler de aynı doğrultuda okunmalı.

Öte yandan AKP’nin başardığı görev –emekçi halkın soyulması olarak alın- hızlı ve mükemmel bir sermaye birikimine yol açtı. Türkiye çok fazla doğrudan yabancı yatırım aldı. Gerçekten emperyalist sistemle bütünleşilmiş, emekçilerin direnemediği bir sermaye cenneti yaratılmıştı. Çeliğini, aşısını üretemeyen Türkiye bir pazar ve yabancı sermayenin üretim ilişkilerine dâhil olduğu bir coğrafya haline gelirken, Türkiye sermayesi giderek artarak yurtdışına sermaye ihraç etmeye başladı.

Bir kez daha denklem değişti, özellikle 2008 krizinden sonra Türkiye sermeye sınıfı sermaye ihraç ettiği her coğrafyaya devleti aracıyla müdahale etmek istedi. Bazen diplomatik, bazen örtülü operasyonlarla ve bazen askeri olarak… Türkiye sermayesi kendi çıkarını temsil etmeyen ABD’ye karşı bir bağımsızlık alanı kazanmaya ve yayılmacı bir politika izlemeye çalıştı. Yurtdışı askeri üsler, yerli silah sanayinin gelişmesi, AKP’nin 2011 sonrası eğilimleri, Cemaat’in kalkışması ve tasfiyesi bu bağlamda ele alınmalı.

Bu açılımın nasıl tıkandığını kısa bir süre önce bu köşede ele almıştık. Bu tıkanmayı aşmak üzere Türkiye siyaseti yeniden oluşturuluyor.
Şimdi emekçi sınıfların taraf oluşuna bakabiliriz.


Bir kere Türkiye emekçi sınıfları dünya halklarına karşı tarifsiz cinayetler işlemiş ve işlemeye devam eden, dünyanın en çürümüş sistemini temsil eden ABD’den yana olamaz. Emekçi sınıflar için bu seçenek, idare etmek bağlamında bile denklem dışıdır.

Ya ABD’ye karşı milli duruş? Beka sorunu?

Bir kere Türkiye emekçi sınıfları, kendisini soymuş ve sömürmekte olan sermaye sınıfı ile birlikte hareket edemez. Hele diğer ülkelerdeki emekçi sınıfların Türkiye sermayesi tarafından sömürülmesini kabul etmesi, bunun reel bir politika olarak görülmesi mümkün değildir.

Yayılmacılık, bu anlamda rekabet, sermayenin çıkarları için ülkenin yoksul çocuklarının yurtdışına ölüme gönderilmeleri kategorik olarak emekçi dünyasının dışında kalır.

Ayrıca bu köşede çok işliyoruz, emperyalist dünyanın diğer tarafına yaslanılmasının bedelleri bugün hemen anlaşılmaz ama yakın gelecekte ortaya çıkacaktır.

Türkiye emekçi sınıfları ve siyasetinin tek ilkeli ve ahlaklı duruş olması buna dayanır. 

Emekçi sınıfların tutabileceği tek taraf kendi tarafıdır.

Erhan Nalçacı / SOL

2 Ağustos 2019 Cuma

Oslo'dan sonra şimdi de PYD açılımı! - Arslan BULUT

Ankara'da garip işler dönüyor. ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey'nin, 22 Temmuz'da Ankara'da Milli Savunma Bakanlığı'nda yaptığı görüşmelerde 5 kilometre derinliğinde bir güvenli bölge önerdiği basında çıkmıştı. Öneri, ABD'nin SDG dedikleri güçlerin komutanı Mazlum Kobani'ye ait çıktı.

Al Monitor-Türkiye'nin Nabzı bölümün yazarlarından Fehim Taştekin, "Kürtlerin Ankara'ya önerisi kilidi açar mı?" başlıklı yazısında "Heyecan yaratan Kürt açılımı" diyerek  Suriye Demokratik Güçleri (SDG) Genel Komutanı Mazlum Kobani ile Haseke'deki karargâhında görüştüğünü anlattı.

***

Kobani, Taştekin'e Amerikalılar aracılığıyla Türkiye'den görüşme talep ettiklerini ve çözüm olarak beş kilometre derinliğinde bir güvenli bölge planı sunduklarını söyledi.

Kobani'nin önerileri şöyle:
* Türkiye'nin istediği 30 kilometre derinliğinde bir güvenli bölge olamaz. Ama beş kilometre olabilir.
* Halk Savunma Birlikleri (YPG) beş kilometrelik alandan çekilir. Bu alana yerel askeri meclis olarak oluşturulan güçler yerleşir.
* YPG beş kilometre içindeki ağır silahlarını çekebilir. Menzili Türkiye'ye ulaşan silahlar da çekilebilir. Hatta 20 kilometre menzilli silahlar da 20 kilometre uzağa indirilir.
* Buna karşılık Türkiye saldırmayacağını taahhüt eder.
* Bu alanda uluslararası gözlemciler yer alabilir.
* Türkiye uluslararası gözlemcilerin parçası olamaz. Uluslararası gücün tarafsız olması gerekir.
* Türkiye'nin uluslararası güçte yer alması ancak şu şartla mümkün olabilir: Afrin'den çıkartılan insanlar geri dönmeli; Afrin'e yerleştirilen siviller ve milis güçler çıkartılmalı; el konulan mal ve mülkler iade edilmeli; bu süreç Afrin Sivil Meclisi'nin kontrolünde yürümeli ve uluslararası güvence olmalı. Eğer bu konuda gelişme olursa Türk askeri de devriyelere katılabilir.
* Türkiye'nin istediği şekilde (Fırat Kalkanı ile birlikte hareket eden) milis güçleri bölgeye giremez. Ancak bu bölgeden ayrılmış sivillerin geri dönüşünde bir engel yok.

Mazlum Kobani bu önerileri, Jeffrey aracılığıyla sunduklarını, MİT temsilcileriyle dolaylı görüşmeler yaptıklarını, MİT ile doğrudan görüşmelerin sadece geçmişte Kobani sürecinde gerçekleştiğini ve MİT Başkanı Hakan Fidan'ın bu görüşmelerde yer almadığını da belirtti.

Aynı yazıda Taştekin, SDG'nin, "Jeffrey, Ankara'ya geldiğinde CENTCOM Komutanı Orgeneral Kenneth McKenzie'nin PYD'ye 'ABD, Türkiye'nin saldırmasına izin vermeyecek' garantisi verdi" diye açıklama yaptığını da bildirdi!

***

Görüldüğü gibi PKK ile bir açılım denemesinden sonra, PYD ile de görüşmelere başlanmış oldu! Oslo'da Türkiye'yi PKK ile masaya oturtan, "koordinatör ülke" idi. Ankara'daki görüşmede ise PYD'nin önerilerini "ABD adına James Jeffrey" dillendirdi. Sonuçta Türkiye, PYD ile tekrar masaya oturtulmuş oldu. Türkiye yine  küçük düşürüldü.

Türkiye'nin bu garip önerilere muhatap edildiği anlaşılırken İran'ın ABD'nin müttefiklerini IŞİD'i silâhlandırmakla suçladığı saatlerde, Tayyip Erdoğan, Suudi kralı Salman ile telefonla görüştü. Trump'ın damadı Kushner ise İsrail'de idi...
Bu arada ABD, Basra Körfezi'nin güvenliği için Almanya'dan askeri katkı istedi! Almanya "Biz İran ile görüşmelerin devam etmesini doğru buluyoruz" diye açıklama yaparak, bu kuşatmaya katılmayacağını açıkladı.
Bu gelişmeler, büyük olayların habercisi...

***

Türkiye geçici koruma statüsündeki Suriyelileri tartışırken, Türkiye'ye sokulmuş "küçük gerilla grupları" harekete geçirilebilir ve bir kaos ortamı oluşturulabilir. ABD, bunun projesini yaptı ve uyguluyor.

Bütün bu sebeplerle, Türkiye, öncelikle kendi güvenliği için tedbir almak durumundadır. "Güvenli bölge" laflarıyla belki kitleler bir süreliğine uyutuluyor ama gerçekler ortaya çıkınca büyük bir güvensizliğe sebep oluyor...


Arslan Bulut / YENİÇAĞ