14 Ağustos 2019 Çarşamba

ABD-Türkiye uzlaşısı nasıl okunabilir? - MUSTAFA TÜRKEŞ

7 Ağustos’ta ABD ve Türkiye yönetimleri bir süredir üzerinde çalıştıkları “koridor” meselesini sonuçlandırdıklarını ilan ettiler.

İngilizce ve Türkçe eşzamanlı açıklanan üç maddelik* duyuru metni kimi tatmin etti? 

Türkiye’de iktidarın sözcüleri müzakere sonucu için “iyi bir başlangıç” dedikten sonra, hemen ardından, “bu kez oyalamaya müsade etmeyiz” deme ihtiyacı duydular. Belli ki, yakın çevrelerinden gelebilecek tepkiye karşı önlem almak istiyorlar.

ABD yönetimi hariç bu uzlaşıyı tatminkar bulan var mı?

3 maddelik uzlaşı metni yayımlanmadan önce adeta dünya hegemonuna (çaptan düşse de ABD halen hegemon) karşı askeri müdahaleyi göze alan bölgesel güç (AKP yönetiminde Türkiye) edasıyla analizler yapan “güvenlik uzmanları” hayal kırıklığına düşmüş gözüküyorlar. 7 Ağustos öncesinde bunların önemli bir kısmı askeri müdahale yapılmasını savunuyorlardı. Bunlara göre, Suriye’nin kuzeyinde ABD tarafından oluşturulmak istenen “Kürt devleti”nin önüne geçmek için bu bölgeye askeri bir müdahale yapmak şarttı. 

İktidar uzunca bir süredir iç ve dış siyasetini hamasi söylemler üzerinden yürütmektedir. İktidar, medyanın büyük bölümü üzerinden, düzen içi muhalefetin önemli bir kısmının desteğini de alarak “askeri müdahale gerekli” noktasını adeta ortak bir duruş olarak sunmaya başlamıştı. Öyle bir kanı oluşturdular ki, adeta milliyetçi-muhafazakarlar emperyalizme karşı duruş sergiliyorlar!

Şimdi, 7 Ağustos’ta, Türkiye-ABD uzlaşısı, çoğu gözlemcinin hemfikir olduğu üzere, Türkiye yönetiminin sözü edilen Suriye sınırı içinde bir askeri müdahale yapmasını adeta imkansız hale getirdi. Bu durum geçici mi, kalıcı mı, zaman gösterecek.

İktidar, söylemini fazlaca milliyetçi eksene dayandırdığı ve bugün bu söyleme çok da uygun düşmeyen bir uzlaşıya imza attığı için karşı karşıya kaldığı bu durumdan endişeli gözüküyor. Gelebilecek tepkiye karşı önlem alma sorumluluğu ise Bahçeli’ye yüklenmiş. Bahçeli’nin zevahiri kurtarmak üzere yaptığı açıklama bunu yansıtmaktadır. Yine de belirtilmelidir ki, iktidar içinde milliyetçi-ülkücü kökenli isimlerin yaptığı açıklamalar tepkiye karşı sünger vazifesi görmektedir. Burada bir çatlama olduğunu söylemek henüz mümkün değildir. Daha açık bir ifade ile, iktidar bloğu bir taraftan hamasi söylemleri sürdürecek, öte yandan bununla çelişen uygulamaları da hayata geçirecektir.

CHP yönetimi ise bir süredir sürdürdüğü pozisyonunu yineledi; “Suriye yönetimi ile resmi temas kurulmalı” dedi. Ayrıca uluslararası Suriye konferansı yapılmasını, buraya YPG dışında, Esad yönetiminden temsilciler dahil, konu hakkında çoğu kişiyi davet edeceklerini duyurdular.

İslamcılar sessiz, dağılmış vaziyetteler. Politikaları iflas ettiği için bir duruş sergileyemiyorlar.

Liberaller ise yeniden hevesli fakat tutarsız söylemlere sarılma eğilimine girdiler. Uluslararası çok taraflı, çok yönlü, insani gerekçelere dayalı, uluslararası (olmayan) bir güçle, bu sorunun çözümünü, sol-liberallerin de desteğini alarak, öneri tahayyülünde bulunmaya çalışıyorlar.

Kürt grupların bir bölümü müzakere masasında biz de olalım, bunun için gerekli adımı atarız diyenden tutun, ABD’nin kendilerini bir kez daha sattığını söyleyenlerine, öte taraftan her hamlenin kendi lehlerine işlediğini, dolayısıyla 7 Ağustos uzlaşısının uzun dönemde kendilerinin işine yarayacağı tezine inanan –faydacı-fırsatçı- pozisyonu sahiplenenlere kadar geniş farklılık yelpazesi bulunsa da koridorun güney ucunda, bir kenarında yer bulacaklarını, böylece tanınırlıklarının artacağını umuyorlar.  Asıl ümitleri Cenevre’de yapılması beklenen büyük toplantıda temsilci bulundurmak. ABD-Türkiye uzlaşısının buna hizmet edeceğini düşünenler de var.

Rusya suskun durmayı tercih etti: İlerde suret-i haktan gözükmek, bakın Kürt ayrılıkçıları ben desteklemiyorum, bu benim politikam değil, siz bu politikayı izleyenlerle yola çıktınız diyebilmek ve tabii ki Astana sürecini canlı tutmak için. Ayrıca Cenevre sürecinde Kürtlerin temsilcisi ile karşı karşıya kalmak durumunda olmayacağı için Rusya bu uzlaşı karşısında sessiz kalmayı tercih etmiş gözüküyor.

Yukarıda özetlenen pozisyonların hiçbiri gerçekliği yansıtmıyor.

Niçin?

Bir soru ile bunu sınayalım.

ABD-Türkiye uzlaşısı neyi çöze(meye)cek?
Türkiye yönetiminin beklentilerini karşılayacak mı? Hayır.
Suriye’ye istikrar getirecek mi? Hayır.
Suriye’de Kürtlerin demokratik temsilini sağlayacak mı? Hayır.

Peki bu uzlaşının içeriğinde ne var?

Tek bir noktada uzlaşı var: Müşterek askeri harekat merkezi kurulacak. Bunun nasıl yönetileceği dahi belirsiz.

Diğer iki maddenin içeriği ve sınırları tanımlanmamış. Örneğin yerlerinden edilen Suriyelilerden kastedilenler kimler? Türkiye’de bulunan geçici koruma statüsü verilen Suriyeliler mi? Suriye içinde yerlerinden edilen, bugün Suriye sınırları içinde başka yerlerde yaşayanlar mı kastediliyor; belirsiz. Koridora hangi Suriyelilerin döneceğine kim, nasıl karar verecek? BM bunun neresinde? Hangi aşamada devreye sokulacak? 

Koridor’a apartmanlar veya çeşitli yerleşim birimleri inşa edilse dahi, oradan göçmek zorunda kalan insanların eski yerleşim yerlerine döneceğini beklemek çok yanıltıcı olabilir. Bu konularda çalışan insanlar şunu çok iyi bilir: Bosna-Hersek ve Kosova’da savaş sırasında yakılıp yıkılan evleri yeniden inşa edilip sunulduğunda dahi yerlerinden edilen insanların yalnızca yüzde biri geri dönüş yaptılar. Büyük çoğunluğu eski yerleşim yerlerine dönmedi. Başka yerlerde yaşam kurmayı tercih ettiler.

Bunca acı deneyimden sonra halen liberal söylem -varsayıma dayalı- çok kültürlü, çok etnili toplumların liberal demokrasi üzerinden yeniden inşa edilmesinin mümkün olduğuna inandırmak, ancak doğru soru sormayı bilmeyenler için geçerli ve inandırıcı olabilir. 

Son 30 yıl içinde liberalizme dayalı yeniden inşa politikalarının hemen hemen hepsi başarısızlıkla sonuçlandı, çöktü. Liberalizm önünde sonunda emperyalizme hizmet etti.

Kısaca söylemek gerekirse, 7 Ağustos ABD-Türkiye uzlaşısı sorunları öteleyebilir, ancak hiçbir sorunu çözemeyecektir. Bu uzlaşıda sorun dönüştürülmüş, böylece ötelenmiştir. Siz hiç kapitalist-emperyalist sistem içinde bir sorunun hakça çözüldüğünü gördünüz mü! Evet diyenlere kargalar bile güler, hiçbir şey bilmiyorsanız bakınız Bosna-Hersek ve Kosova’ya. 

Mustafa Türkeş / SOL

Aleksander Boris de Pfeffel Johnson (I-II-III) - ÖZGEN ACAR

(I)

Haziran 2008’de, bu köşede tanıttığım ve o hafta bazı gazetelerimize de aynen aktarılan, o günün Londra Belediye Başkanı, sonrasında Dışişleri Bakanı ve bugünün İngiltere Başbakanı, New York doğumlu Aleksander Boris de Pfeffel Johnson’un (55) Türkiye bağlantısını yansıtmışım...

***

Londra Belediye Başkanlığı seçimini, tesadüfen, 2 Mayıs 2008’de Hıristiyanların “Aziz Boris gününde” kazanan Boris Johnson“seçim yorgunluğunu”, Muğla-Fethiye-Göcek koylarında, 26 Mayıs 2008’de, bir hafta boyunca “mavi yolculuk” yaparak atmıştı...

***

Johnson, 2016’da “Dışişleri Bakanı” olduğunda da, eşi Marina ve 4 çocuğu Lara Lettica, Milo Arthur, Theodore Apollo ve Casssia Peaches ile birlikte, Dalaman Havaalanı’na indikten sonra, yine Fethiye-Göcek koylarında mavi yolculuk yapmış, yörenin doğal güzellikleriyle ünlü koylarını dolaşmış, bu yolculuğu bir yıl sonra da tekrarlamıştı.
***

Bakalım bu kez başbakanlığını kutlamak için Göcek koylarında, “maviyolculuğa”  çıkacak mı? Johnson’un aile kütüğüne göz atalım:

***

Johnson’un dedesinin babası, “balmumcu kalfası (bu meslek kayboldu) olan Hacı Ahmet Riza Efendi, Çankırı’nın Orta ilçesine bağlı Kalfat (halfet-halife anlamında) köyünde 1813’te doğmuş, sonra İstanbul’a göçmüştü. 

Hacı Ahmet Riza Efendi’nin ikinci eşi, göçmen Çerkez kızı Hanife Feride’den 1867’de Ali Kemal doğdu. Kalfat köyü, o zaman Çerkeş ilçesine bağlıydı.

“Çerkeş” ilçemizin “Kız sen geldin Çerkeş’ten, pek güzelsin herkesten, farkın yoktur billahi, lepiska saçlı Çerkezden” türküsü ünlüdür! Dolayısıyla, türkünün Hanife Feride için söylenip söylenmediğini bilemeyeceğiz! Bilinen bir gerçek var... 

Kalfat köyünün bugün bağlı olduğu Orta ilçesinin Osmanlılar dönemindeki adı “Karı Bazarı” idi!  Anlaşılan, Kafkaslardan, Kuzey ülkelerinden gelen, açık tenli, açık saçlı Çerkez kızlarının da saraya, İstanbul’a, Anadolu’ya dağıtımı buradan yapılıyordu.
2008’de, “Karı Bazarı” yazmamdan sonra yöreden, “İlçemizin adı Orta! Siz ahlaksızsınız!” gibilerden çok tepki aldım. Ancak, 1530 tarihli Kanuni Sultan Süleyman dönemi Çankırı haritasını yayımlayınca eleştiriler kesildi!

“Orta ilçesi” ile bağlantılı önemli bir geleneği de bu arada belirtmeliyim. Anadolu mutfağında “pasta” yoktu, o yörelerden göçen erkekler, “pastayı” tanıtıp Türkiye’de  “pasta haneler” açtılar! Türkiye’deki usta “pastacıların” kökeni, Çankırı’nın “Karı Pazarı-Orta” ilçesidir...
***

Kalfat köyünün Osmanlı tarihindeki bir başka önemi, Fatih Sultan Mehmet’in eşlerinden, 2. Beyazıt’ın annesi Gülbahar Hatun’un bu köyden oluşudur.

***
Johnson da “saçlarının açık rengini” 1500 yıl önce bu yöreye yerleşen “Kalfat’a gelen Çerkez kızlarına” bağlıyor!
***

Balmumcu kalfasının oğlu, Osmanlı Nazırı Ali Kemal, 1903’te İsviçre’de İngiliz-İsviçreli  Vinifred Brun ile evlendiğinde, üzerinde “İstanbulin” denilen giysisi vardı.
Osmanlı başkentinde memurların, Batılı gibi giyinmeleri talimatına uygun olarak,  “redingot”tan Türk zevkine uyarlanmış, önü kapalı dize kadar inen bir ceket olan  “İstanbulin” ile nikâhta kayınvalidesi Vinifred ve baldızı Viva ile resim çektirmişti.

***

“Jön Türk (Genç Türk)” Ali Kemal, Paris ve Cenevre’de siyasal bilgiler eğitimi gördükten sonra İstanbul’a dönmüş, ancak siyasal görüşleri nedeniyle, Halep’e beş yıl sürgüne gönderilmişti. 

Halep dönüşü, yine sürgün edileceğini anlayınca İsviçre’ye kaçmış, 2. Meşrutiyet’in ilanı üzerine geri gelmiş, 1913’te Peyam-ı Sabah gazetesinde İttihat ve Terakki Partisi’ne yaylım ateşi açmıştı.
***

Damat Ferit Paşa kabinesinde İçişleri Bakanlığı yaptıktan sonra Artin Kemal takma adıyla Gazi Mustafa Kemal’in Ankara’daki “bağımsızlık savaşına” karşı yazılar yazmış, ayrıca “İngiliz Muhibbi (Sevenler) Cemiyeti’ni” de kurmuştu. 

O günlerde, Türkiye’nin egemenliği için önerilen “Amerikan” ya da  “İngiliz mandacılığı”  tartışmalarında, Ali Kemal “İngiliz mandacılığının” başını çekenlerinden olmuştu!
Ali Kemal, Çankaya’nın talimatı üzerine yargılanmak (belki de idam edilmek!) üzere Ankara’ya getirilmek için kaçırılmıştı. 

Ancak İzmit’teki 1. Ordu Komutanı’nın verdiği “yargısız infaz” uygulamasına Albay Rahmi Apak karşı çıkınca, bir yüzbaşıya bir “linç düzenlemesi” ile ölümü gerçekleştirilmişti. New York Times gazetesi, linç olayına 13 Kasım 1922’de geniş yer ayırmıştı.


________
(II)

Aleksander Boris de Pfeffel Johnson, Londra Belediye Başkanı seçilmeden önce 1999’da gazetecilik yaparken, Başbakan Bülent Ecevit’le söyleşisinde,“1974 Kıbrıs olayında, Londra’da İşçi Partisi değil de Muhafazakâr Thatcher olsaydı, ne olurdu?”  diye sormuştu. 

Ecevit’in yanıtı “Varsayımlar üzerine yorum yapamam. Ama o günkü sonuçtan 
memnunum...” olmuştu.

Gazeteciliğe The Times’da başlayan Johnson, bir röportajı çarpıtarak aktarması nedeniyle kovulduktan sonra, The Daily Telegraph gazetesinin Brüksel muhabirliğini yapmıştı.
***

Soylular okulu Eton’dan mezun olan Boris’in “dünyaya boş vermiş” bir havada olduğunu İngiliz basını yazmıştı. Boris’in evliliğinin ilk günü, yüzüğünü kaybettiği, nikâha arkadaşının pantolonu ile geldiği de verilen örnekler arasındaydı!

Johnson, ilerleyen yıllarda gazeteden ayrılarak The Spectator’da yazıişleri müdürü oldu. 2008’de ise Londra’ya Belediye Başkanı seçildi.

***
Geçmişine göz atalım:
Dedesi Ali Kemal’in ilk evliliğinden Selma ve Osman Ali adında iki çocuğu oldu. Oğlunun doğumundan sonra anne, yüksek ateş sonucu ölmüş, öksüz çocuklara kayınvalidesi bakmıştı.

Osman Ali, anneannesinin kızlık soyadını alarak, adını Vilfred Osman Johnson  yaptı, Irene Villis adlı bir kızla evlendi, StanleyPeter adlı iki erkek, Hillary adlı bir kız babası oldu.
***

Stanley, yazar, çevre konularında tanınan bir milletvekili olarak Avrupa Parlamentosu Muhafazakârlar Partisi’ne de seçildi.
***

Stanley’in, 1960’ların başında Doğubayazıt’a kadar uzanan bir gezide Anadolu’yu karış karış gezdiği biliniyor. Stanley’in BorisRachelJoLeo adlı çocukları oldu.
Stanley, oğlu Boris’in Haziran 2008’deki Göcek tatilinin hemen ardından Çankırı’nın Orta ilçesine bağlı, Kalfat köyünde “aile soyağacının” izini sürdü. Dedesinin babası  “balmumcu kalfası”  Hacı Ahmet Riza Efendi’nin bu köyden İstanbul’a göçtüğünü salı günü yazmıştık. 

Baba Stanley, ziyaretinin gerekçesini şöyle açıkladı:
“Ailemizin tarihine aşırı derecede meraklıyım. Yalnız Türk tarafımı değil, Fransız, İngiliz ve İsviçreli yanlarımı da merak ediyorum. Bana öyle geliyor ki benim ve Boris’in (mısır püskülü renkli) açık saçları Kalfat köyündeki atalarımıza uzanıyor. Dedem Ali Kemal de açık kahve saçlıydı...”
***

Belediye Başkanı olarak Johnson, 3. Londra Olimpiyatı yapıldığında, yeni otobüs seferlerinin ve tramvay hatlarının oluşturmasının yanı sıra, öteki başarıları ile olimpiyatlara Londra’nın ev sahipliği yapmasını sağladı.

***

Belediye başkanlığı döneminde, PKK’ye katılmaya hazırlanırken, Londra’da yakalanan ve 21 ay hapis cezası alan Silhan Özçelik ile ilgili olarak ITV kanalına yaptığı açıklamada, ülkesinin PKK’nin terör örgütü olduğunu kabul etmesini bilmesine karşın,  “PKK konusunda bir sempati beslediğini” belirtmişti.

***

Johnson, 2005’te BBC’nin Özbekçe yayınında Ibrat Jumaboyev’e verdiği söyleşide,  “Türk kökeniyle” ilgili soruyu yanıtlamış, “Babamın dedesi Türktü, ama benim Türk yanım zayıf! Ama Türkiye’yi seviyorum!” demişti.

***

Johnson, 2005’teki röportajında “Türkiye’nin üyeliğine sempatiyle baktığını” söylemişti! Ama...
Johnson, 2016’da siyasal bir çalışma sırasında oy toplamak için birçok açıklamasında,  “Türk göçünün İngiltere için tehdit teşkil ettiğini” söylediyse de, daha sonra, bu sözlerini yalanlamıştı! 

Ancak, “Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) üyesi olması durumunda, 70 milyon insanın İngiltere’ye akın edeceğini” ileri sürerek AB’den çıkışın söylemi olan “Breksit (Bre-Britanya, eksit-çıkış)” çalışması yaptı.

***

Ali Kemal 44 yaşındayken, Tophane Nazırı Zeki Paşa’nın 18 yaşındaki kızı Sabiha Hanım ile ikinci evliliğini yaptı. Bu evlilikten Zeki Kuneralp doğdu. Kuneralp’in, Dışişleri’ne başvurusu, babasının adından dolayı bakanlığı karıştırdı!

Ancak Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün talimatı ile bakanlığa girdi, genel sekreterliğe kadar yükselen başarılı çizgisine ben de gazeteci olarak tanık oldum.

Kısaca “MS” denilen hastalık nedeniyle baston ve tekerlekli sandalye kullanıyordu.
İspanya’da büyükelçi iken Ermeni ASALA teröristleri, aracına ateş açarak, eşi Necla Hanım’ı ve kayınbiraderi emekli büyükelçi Beşir Balcıoğlu’nu şehit etmişlerdi. Tarihin acı '63ilvesi baba Ali Kemal, Ermeni tehcirine karşı çıkıyordu.
Çiftin Sinan ve Selim adında iki çocukları oldu. Sinan, İstanbul’da yayıncı, Selim ise baba mesleği diplomatlığı seçti ve büyükelçi oldu... 

Haziran 2008’de, bu köşede Selim’in, kuzeni Stanley’i Çankırı’nın Orta ilçesindeki Kalfat köyünde, Çankırı AKP milletvekili Suat Kınıkoğlu’nun rehberliğinde götürdüğünü, kendilerine Daily Telgraph gazetesinin bir muhabirinin de eşlik ettiğini yazmıştım. 


______
(III)

İngiltere’nin, Avrupa Birliği (AB) üyeliğinden ayrılması anlamına gelen “Breksit (Bre-Britanya, eksit-çıkış)” için verilen süre doldu. Ancak ülkedeki “ikilemin” etkisiyle, İngiltere iki kez erteleme istedi, son olarak da, yeni ayrılık tarihini 31 Ekim 2019 olarak belirledi. 
İngiltere Başbakanı Aleksander Boris de Pfeffel Johnson, AB’nin yeni bir  “Breksit”  anlaşmasını müzakere etmemesi durumunda, “Seçeneğinin 31 Ekim’de, anlaşma olmadan birlikten ayrılmak olduğunu” söylüyor. İngilizler ise şimdi bu kararın olanaklı olup olmadığını tartışıyor!
***
İngiliz gazetelerine göz atalım: 
The Daily Telegraph; Johnson’un danışmanı Dominic Cummings“parlamentoda olası bir güvenoylamasının kaybı durumunda bile, İngiltere’nin 31 Ekim’de anlaşma olmadan AB’den ayrılabileceği” görüşünde... Gerekirse, o tarihten sonrasındaki erken seçimde, başbakan olarak ülkeyi AB’den çıkarabileceğini söyledi. 

Guardian, İngiltere’yi bir anlaşma olmadan, AB’den çıkarmanın ülke tarihinde “kasten yapılmış en tehlikeli atak” olacağını yazdı. Gazete, “küstah bir kumar” olarak yorumladığı, bu girişimin, bir an önce durdurulması çağrısında bulundu. 

Johnson’un bir azınlık hükümetinin başında olduğunu anımsatan gazete, anlaşma olmadan, AB’den ayrılma seçeneğinin, demokratik ve ahlaki temeli olamayacağını savundu, “31 Ekim’den önce ‘erken seçimin’ gündeme gelebileceğini” de öne sürdü... 
Buna karşılık, Johnson’un parti sorumlusu James Cleverly ise partisinin 31 Ekim’den önce erken seçime gitmeyeceğini söyledi.
 
Johnson’un kararı, İngiliz ekonomisini de etkiledi ve İngiliz Sterlini değer kaybederek dolar karşısında, son 7 yılın en düşük düzeyini gördü.

***

Osmanlı’da, Damat Ferit Paşa hükümetinde İçişleri Bakanlığı da yapan, İstiklal Savaşı düşmanı Ali Kemal Bey’in torunu olan Boris Johnson’ın babası Stanley Johnson, oğlunun İngiltere’nin AB’den çıkması yönündeki düşüncesini, “siyasal yaşamını sonlandırmaya yönelik bir adım” olarak nitelendirdi, ayrıca şöyle konuştu:
“Uzun bir düşünme süresinin ardından Boris’in bu kararı verdiği kanısındayım. Bunun, siyasal yaşamını düşünerek verilmiş bir karar olduğunu söylemek gülünç olur. Siyasal yaşamını sonlandırmak için daha fazla ne yapabilirdi, bilemiyorum!” 

Baba Johnson sürdürüyor: “Boris’e katılmıyorum. İngiltere’nin egemenliğinin,AB’nin parçası olarak olumsuz etkilendiğini savunuyor. Bunu kabul ediyorum, ama küçük bir havuzda büyük balık olmaktansa, büyük bir havuzda, küçük balık olmayı tercih ederim!”

***

Johnson, 2005’teki röportajında “Türkiye’nin AB üyeliğine sempatiyle baktığını” dile getirmiş, “Türk yanının zayıf olduğunu” belirtse de “Türkiye’yi seviyorum” demişti. Daha sonra sorulduğunda, bu tür açıklamalar yaptığını inkâr etmişti.
 
Nisan 2016’da yaptığı bir konuşmada ise “Son derece Türk yanlısı biriyim; ancak 77 milyon Türk ahbabımın ve Türk kökenlilerin buraya herhangi bir kontrol olmadan gelmelerini, hayal bile edemiyorum. Bu çılgınca olur! İşe yaramaz!” demişti. 

Gelelim Johnson-Breksit-Türkiye etkileşimine: 
Johnson, her zaman Türkiye’nin AB üyeliğini desteklediğini, ancak AB’nin “serbest dolaşım” konusunu gözden geçirmesi gerektiğini, sınırsız dolaşımın sorunlara neden olduğunun görüldüğünü söylemişti...
***

Birleşmiş Milletler’in (BM) hazırladığı rapora göre, Türkiye dış satımında yıllık 2.4 milyar dolarlık kayıp yaşayarak, Güney Kore ve Pakistan’ın ardından en kötü etkilenen 3. ülke olacak.
 
AB ile İngiltere arasında ticaret anlaşması sağlanana değin Türkiye ve İngiltere birbirlerine gümrük vergisi uygulamak zorunda olacak. 2018’de 18.6 milyar dolar seviyeye gelen ticaret hacmi için, bu “son derece kötü” bir haber! Her iki ülke de birbirinin pazarına serbest erişimi yitirecek...
 
Breksit’in anlaşmasız gerçekleşmesi durumunda, ekonomik ve ticari ilişkiler bakımından “Türkiye, son derece olumsuz” etkilenecek... Özellikle otomobil ve tekstil alanında ciddi bir ekonomik kayıp Türkiye’deki iş dünyasını vuracak. Her yıl, Türkiye’de üretilen 170 bin otomobil İngiltere’ye gidiyor. Tekstil ve giyimde de yıllık ihracat rakamı 2 milyar dolar düzeyinde. 

Eğer İngiltere, AB ile bir anlaşmaya varamaz ve gümrük birliği dışında kalırsa Türkiye de uzun bir süre boyunca, en büyük 2. ihracat pazarını kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalacak!

Avrupa Parlamentosu (AP) Türkiye Raportörü Kati Piri ise konuya ilişkin şöyle konuştu:  “Eğer anlaşmasız bir Breksit olursa; Türkiye ve Britanya ticaret anlaşmalarını, ancak AB’yle yapılması gerekenden sonra gerçekleştirebilir. Bu da yıllar alır!” 

Özgen Acar / CUMHURİYET

13 Ağustos 2019 Salı

Sen bizdensin: Umur Bugay - GÖRKEM YELTAN

Türkiye’de sizin zamanınızdaki gibi olmayıp artık zar zor yapılacak ve yapılan bizim işlere gelince… Devam etmek isteyenler, edemeseler de hep ümidi olup durmayanlar bayrağını devralıyoruz biz de yanınıza gelene kadar.


Taksim’le Levent arasındaki metronun o günkü seferinden çıkamıyor, o kısacık yolculuktan da Umur Bugay’ın gülen gözlerinden de uzaklaşamıyorum. 

İnersem hayatımdaki pek çok güzellik sona erecek gibi. İstesem de istemesem de Şakirin Cami ve Karacaahmet’le birleşecek hayatımın bu noktası, tıpkı babam için yakın zamanda Koca Cami ve Eğriboyun’la birleştiği gibi. Onunla bindiğim trenden de inmek zorunda kaldığım gibi.

Babamla Aydın Engin’in köşesi Tırmık’ı okurduk. Daha ufakken Uğur Mumcu’yu kaybettiğimizde, ben ne okuyacağım şimdi diye düşündüğümü anımsıyorum. Tırmık, büyüdüğümü düşündüğüm zamanlardaki vazgeçilmezim olmuştu. Köşenin sahibinin yüzünü bilmesem de yıllar sonra üniversite için İstanbul’a geldiğimde bambaşka şeylerin yanında Aydın Engin’i ve Tırmık’ı hiç unutmamıştım. Bizimkiler’in yapımcısı olarak çok iyi bildiğim, filmlerini izleyerek büyüdüğüm Umur Bugay’la çalışmaya başlamak mutlu etmişti beni. 

İsmini iyi biliyor ve tanımadan seviyordum Türkiye’deki herkes gibi. Her zaman gözlerinin içi gülen yüzünü ilk gördüğüm andan itibaren daha da çok sevmiştim onu. O büyük büyük, bana uzak ustalar değillerdi onlar artık; cana yakın, benim değerli ustalarım olmuşlardı zamanla. Sayamayacağım kadar güzel, iyi, yetenekli isimle çalışıyordum onun yapımcısı olduğu işte. Kendi evim kadar onların evlerinde de büyüdüğüm Bizimkiler ekibi ve sevdiğim pek çok işin yaratıcısıyla birlikte olmak, İstanbul’da değilim de eski evimdekiler bir yerlere gitmiş ve ben ders çalışmak ya da kitap okumak için salonumuzda kalmışım duygusu veriyordu bana. 

Yüzde yüz evimdeydim, bundan hiç mi hiç kuşkum yoktu. Zihni Göktay, “Siz o Aydın Abi misiniz? Aydın Engin mi? Tırmık’ın yazarı Aydın Engin mi?” diye hayretle ağzımdan dökülen soruları Umur Abime benim yanımda aktardığında, Umur Bugay’ın kahkahalarla güldüğünü hatırlıyorum: “Bunca zamandır çok sevdiğin, her gördüğünde sarıldığın Aydın Abinin, Aydın Engin olduğunu bilmiyor muydun?”

Bilmiyordum. Beni seven, benim her derdimi dert edinip, bana destek olan, beni geliştiren, şekillendiren bu harikulade insanların benim için kim olduklarını iyi biliyordum bilmesine ve onların kollarının altına güzel mi güzel bir liman bulmuş gibi sığınıyordum da Aydın Abimi senaristimiz, Zihni Abimi dizide torununu oynayıp çok sevdiğim ustam, Umur Abimi de beni ilk gördüğü andan itibaren koruyup kollayan dizimizin yapımcısı diye biliyordum. 

Zamanla, büyüdükçe daha iyi öğrenecektim kim olduklarını. Bir tek benim için değil dünya için ne anlama geldiklerini. Ve diğerleri… Hayran olduğum, sonrasında Komşu Komşu dizisinde ilk kez tanışıp, çalışıp, sevdiğim herkes. Beni bugün Taksim metrosundan hep bu güzel insanlar ve Umur Bugay’ın gülen gözleri indirmiyor işte. Onlarla yolculuğuma devam ediyorum.

Türkgücü Caddesi’ndeki Bugay Yapım’a bugün bile “bizim şirket” diyorum ben. Benden başka pek çok kişinin de öyle dediğinden eminim. Bizim şirketle bundan sonra neden iyi dizi yapamayacağımızı anlatırken, kitaplarımızın gidişatından konuştuğumuzda, Türkiye’nin bugününü bizim alanlar üzerinden değerlendirirken pek de mutlu olmadığımızı daha iyi idrak ediyorum şimdi. “Peki bunlardan bahsederken yüzünde bir mutsuzluk işareti var mıydı Umur Bugay’ın?” diye soracak olursanız, asla yoktu! Konuştuklarımızdansa onun bakışlarını, sıcaklığını hatırlıyorum. Gülen gözleri vardı bir de. “Yapacaksın, yaparsın, yapacağız, hepsine devam edeceksin, edeceğiz” sözleri kulaklarımda yankılanan. 

Hayatta çok az insan size şevk, neşe, üretme azmi, umut, mutluluk aşılar. Umur Bugay da bunlardan biridir işte. Yaptığı her işle size örnektir, sizi çalışmaya, yaşamaya, üretmeye yakın çizgiden bir milim bile uzaklaştırmaz. Hayatı, yaptıkları, bakışı, duruşu, konuşmaları, öğütleri, ürettikleriyle buna asla izin vermez. Onunlayken elinizde söyleyecek iyi bir şeyler olsun istersiniz. Her zaman var olan cebindeki projelerinden ilham alırsınız. Ağzından çıkan her “Aferin” sözü sizin için kazanılan en büyük ödülden, en büyük karşılıktan daha büyüktür çünkü.

İlk tanışmamızdan yıllar sonra başka bir iş daha “denedik” birlikte. “Bunu da denemedik demeyelim, sen bizdensin, koşullar da bu” dediği başka bir diziydi o. En baştan deneme dediğimiz için pek de dert etmemiştik ayakta duramadığımızı ama ben hep onunla beraber olmak istediğimden çok üzülmüştüm işin devam edememesine.

“Sen bizdensin,” hoyratça kullanılan bir sözse de çoğunlukla bizim yaşadığımız ortamda, Umur Bugay’ın ağzından döküldüğünde hemencecik tam tersini akla getirmelisiniz. Sıcaklık, yuva, şefkat, insanlık vardır ondan duyduğunuzda. 

Onunla tanışma şansını yakalayanlar herkese uzattığı o güzelim ellerini, yere düşenleri kimselere çaktırmadan gülümseyerek kaldırmasını, Türkgücü’ndeki o ofisten kimlerin hangi dertlerle, sevinçlerle, boşa çıkmayan ümitlerle geçtiğini bilirler. Bununla beraber düşünce yapısının hayranlık uyandırdığını da gayet iyi bilirler, Bugay okulunun sessizce eğitime devam edişinin güzelliğini de. 

Dokunduğu, iyileştirdiği, yeteneğini ortaya çıkardığı insanlar saymakla bitmez. Onun yetenekleri ve çok yönlülüğü de:
Yönetmen, yapımcı, senarist, dramaturg, yazar ve küçük sürprizlerle karşımıza çıktığı sanatın diğer alanları…Dizileri, filmleri, senaryoları, oyunları, öyküleri, kitapları, ödülleri, pek çok yolla, yöntemle bizlere aktardığı düşünce yapısıyla, olgunlaştırdığı fikirleriyle büyüdük. Bizden sonrakiler izlerini sürerek büyümeye devam edecekler. Sinema, televizyon, gazete, dergi, yayıncılık alanındaki eserlerinin disiplinlerarası yolculuğunun keyfine daha iyi varabilecekler.

20 yaş. Babamın beyin kanaması geçirmesi ve yirmi üç yıllık felcin başları. Ailem diyebildiğim bir setin içinde çalışıyor, Umur Bugay’ın “Komşu Komşu” isimli günlük, sitcom dizisindeki sekiz oyuncudan biri olarak, ustalarımla birlikte yer alıyorum. Sabahları Yıldız Kenter, Haldun Dormen ve hocalarımın dersine gidiyor, haftada üç gece Uğur Yücel’in mekânı Eski Yeşil’de vestiyerde çalışıyorum. “Çocuğun okulu ve işine göre ayarlayalım çekimleri,” diyen bir harika insan, o dönemi zor üstlenmem nedeniyle yüzüme vuran izlerin de makyajla kapatılabileceğini söylüyor. Babamı, şimdi de Umur Abimi kaybediyoruz. 

Kaybetmek denmemeli buna. 

Kullanmadığımız, yeni bir söz icat edilmeli. En son metroda karşılaştığımızda kitaplarımızdan konuşuyoruz, bir de dizi piyasasında neden “bizim şirket olarak” artık iyi işler yapamayacağımızdan. Babamı öp benim için Umur Abi. O da seni. Türkiye’de sizin zamanınızdaki gibi olmayıp artık zar zor yapılacak ve yapılan bizim işlere gelince… Devam etmek isteyenler, edemeseler de hep ümidi olup durmayanlar bayrağını devralıyoruz biz de yanınıza gelene kadar.

GÖRKEM YELTAN / BİRGÜN

Güvenli bölgede ‘uzlaşma’ ne anlama geliyor? + NATO stratejisi ve Amerikan tuzağı - Mehmet Ali Güller


Güvenli bölgede ‘uzlaşma’ ne anlama geliyor?(I)

Türk ve Amerikan askeri heyetleri arasında süren güvenli bölge görüşmelerinden “anlaşma” çıktı. Milli Savunma Bakanlığı’ndan yapılan açıklamaya göre:
a) Türkiye’nin güvenlik endişelerini gidermek üzere ilk aşama tedbirleri alınacak.
b) Bunun için ABD ile “Müşterek Harekât Merkezi” kurulacak.
c) Güvenli bölgenin bir barış koridoruna dönüştürülmesi için ek tedbirler alınacak. 

Anlaşılan o ki, ABD Türkiye’yi kaybetmemek için, AKP de ABD’yle daha fazla karşı karşıya gelmemek için bir orta noktada uzlaştı. Ancak iki ülkenin stratejik hedeflerinin birbirine zıt olması nedeniyle kesin bir uzlaşmanın sağlanamayacağını şimdiden belirtelim!

Dolayısıyla varılan nokta aslında bir anlaşma değil, geçici bir uzlaşmadan ibarettir bize göre. Şundan:
Üçüncü seçenek: ABD’yle anlaşmaAKP’nin ABD ile müzakere ettiği güvenli bölge, Türkiye’nin önündeki seçeneklerden üçüncüsü ve en sorunlu olanıdır. Türkiye’nin ABD ile anlaşarak kuracağı bir güvenli bölge, Irak örneğinde de görüleceği gibi,yıllar içerisinde bir PYD güvenli bölgesine dönme riski taşımaktadır. 

Bu konuda çokça yazdık. Türkiye ile ABD’nin güvenli bölge konusunda ortak bir çıkarı yoktur, zira hedefleri farklıdır. ABD güvenli bölgeyle, tıpkı Irak’ta olduğu gibi, Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt Koridoru, daha doğrusu bir Amerikan Koridoru kurmaya çalışıyor. 

ABD’nin istediği güvenli bölge, “PYD için bir güvenli bölge”dir.
Türkiye’nin güvenli bölge anlayışı ise AKP’nin ajandası nedeniyle ikili bir durum sergiliyor. Türkiye bir yandan haklı olarak ABD’nin “PYD için güvenli bölge” hedefine karşı çıkıyor, ama aynı zamanda bunu fırsata çevirerek, o güvenli bölgenin içinden “ÖSO için güvenli bölge” kurmayı hayal ediyor!

İkinci seçenek: Tek başına operasyonTürkiye’nin önündeki ikinci seçenek ise anlaşma seçeneğinin ortadan kalktığı koşullarda operasyon seçeneğini devreye sokmasıdır. Yani Fırat’ın doğusuna operasyon yapmasıdır. 

Bu seçenek, Amerikan Koridoru’nu fiilen hedef alması bakımından yararlı, ancak Suriye’nin onayını almadığı için uluslararası hukuk açısından sorunlu olacaktır.
Elbette “Suriye’nin olurunu almak, Amerikan Koridoru’nu ortadan kaldırma hedefinin yanında önemsizdir” denilebilir, deniliyor da... 

Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi, AKP’nin Amerikan Koridoru’nun yerine ya da o koridorun içinden bir ÖSO koridoru çıkarma hayali, “daha önemsiz” denilen Suriye’nin olurunu alma sorununu, orta ve uzunvadede büyük sorun haline getirebilir!

Birinci seçenek: Suriye ile anlaşmaDolayısıyla Türkiye için en yararlı seçenek, Suriye ile anlaşarak Amerikan Koridoru’nu ortadan kaldırma seçeneğidir. 

Üstelik bu seçenek Türkiye açısından en maliyetsiz seçenektir. TSK’nin komşu topraklarda alacağı askeri riski, bu seçenekte, kendi topraklarında Suriye ordusu alacaktır. Elbette Suriye ordusu bunda zorlanacaktır. Ancak Rusya’nın hava desteği ile Türkiye’nin hava ve özel kuvvet desteği Şam yönetimi için de maliyeti düşürecektir.
Diğer yandan bu birinci seçenek, 5 milyon Suriyeli sığınmacı sorununun da herkes için en yararlı çözümünü getirecektir.
AKP hükümetinin hâlâ “zalim ve katil” diyerek Esad karşıtlığını sürdürmesinin akılcı bir yanı yoktur. Kimi AKP sözcülerinin “halkına zulmeden biriyle anlaşmayız” diyerek sanki ilkeli bir tutum sergiliyormuş izlenimi vermesi, yukarıda anlattığımız ajandayı perdelemeye çalışmaktan başka bir şey değildir. 

Amerikan Koridoru’na karşı tek gerçek seçenek, Suriye ile anlaşarak birlikte koridoru ortadan kaldırmaktır. Amerikan Koridoru’na karşı ÖSO koridoru kurmak bir seçenek değil, yeni ve daha büyük sorun demektir! 

AKP’nin güvenli bölge konusunda şu aşamada ABD ile “uzlaşması” sorunu çözmemektedir. Türkiye birinci seçeneğe yönelmezse, bu “uzlaşma” ileride çok daha büyük bir soruna dönüşecektir!
                                                                  ***

NATO stratejisi ve Amerikan tuzağı(II)

ABD’yle “güvenli bölge” ne anlama gelmektedir? 
ABD’yle “güvenli bölge” kurarak “Amerikan Koridoru” yıkılabilir mi? 

Konuyu geçen yazımıza ek olarak bir de tarihselliği içinden anlatmaya çalışalım:

‘Esnek Mukabele’ stratejisi 
NATO’nun Soğuk Savaş boyunca uyguladığı iki temel strateji vardır: İlki “Kitlesel (Topyekûn) Mukabele” stratejisiydi. NATO’nun kendi yayınlarından çıkardığı “NATO’nun Dönüşümü” adlı kitapçıkta bu strateji şöyle özetleniyor: “ ‘Kitlesel Mukabele’ stratejisi, NATO’nun üyelerinden herhangi birine karşı yapılacak bir saldırıya nükleer silahlar dahil, emrindeki her türlü vasıtayı kullanarak mukabelede bulunacağı tehdidinin getirdiği caydırıcılığıvurguluyordu.” 

NATO’nun bu stratejisi John F. Kennedy’nin ABD Başkanlığı dönemiyle birlikte değişti ve 1967’den itibaren “Esnek Mukabele” stratejisine dönüştü. Yine NATO’nun kendi kitapçığında bu strateji şöyle özetleniyor: “1967’de potansiyel bir saldırganın zihninde NATO’nun mukabelesinin konvansiyonel mi yoksa nükleer mi olacağı yolunda bir belirsizlik yaratmayı amaçlayan ‘Esnek Mukabele’ stratejisi getirildi. ‘Esnek Mukabele’ Soğuk Savaş’ın sonuna kadar NATO’nun benimsediği strateji oldu.” 
Peki, neydi “Esnek Mukabele” stratejisi?

Toroslar’dan savunma stratejisi 
Belçikalı akademisyenlerden Luc Crollen, NATO bursuyla “NATO’nunkanatları tehdit altında mıdır?” konulu bir araştırma yapmıştı. Doğan Avcıoğlubu araştırmayı 2 Haziran 1970’te Devrim dergisinde okurlarına aktarmıştı. 

Crollen, NATO yetkilileriyle yaptığı etraflı görüşmelerden sonra şu sonuca varmıştı: “Esnek Mukabele” stratejisi, aslında merkezi Avrupa’yı değil, Norveç ve Danimarka ile Türkiye ve Yunanistan gibi NATO’nun kanattaki üyelerini ilgilendirmekteydi. Zira merkezdeki ülkeleri hedef alan saldırılarda klasik silahlardan nükleer silahlara tırmanma hemen olacaktı ancak kanat ülkelerinde, özellikle güney kanadında durum farklı olacaktı.
 
Yunanistan’a bir SSCB-Bulgar saldırısı halinde Trakya’nın savunulamayacağı öngörülerek savunma hattı Güney Makedonya’dan kurulacaktı!
 
Türkiye’yi hedef alacak 24 tümenlik SSCB saldırısı için de Anadolu korunamayacak ve “Esnek Mukabele” stratejisi içinde savunma hattı Toroslar’dan kurulacaktı! 

Yani NATO, daha doğrusu ABD, bir SSCB saldırısında aslında Anadolu’yu değil, Toroslar’ın altındaki bölgeyi koruyacaktı!
 
Peki, neresidir o bölge?

ABD’nin federasyon teklifi 
ABD, acaba daha o tarihten itibaren kurmak istediği “Kürdistan”ı mı korumak istiyordu öncelikle? Hem de Türk Silahlı Kuvvetleri ile! 

Zira “Esnek Mukabele” stratejisinin hazırlandığı yıllarda, daha 1965’te ABD Türkiye’ye “federasyon” öneriyordu. Senato üyesi Sadi Koçaş, ABD’nin1965’te Demirel hükümetine “Irak, İran ve Türkiye Kürtlerini federe bir Cumhuriyet haline getirelim, bunu Türkiye’ye bağlayalım” önerisi getirdiğini açıklamıştı. 

ABD aynı projeyi güncelleyerek 12 Mart’tan sonra 1974’te ve 12 Eylül’den sonra 1986’da Türkiye hükümetlerinin önüne koydu yine.

Amerikan Koridoru
ABD’nin bu uzun yıllara dayanan hedefi neydi peki? Basra Körfezi’nden Doğu Akdeniz’e uzanan bir enerji ve güvenlik koridoru kurmak! Bu koridor üzerinde yaşayanlar da çoğunlukla Kürt olduğu için bunu onlara dayanarak yapmak... 

İşte ABD’nin Irak’a saldırısıyla 25 yılda ülkenin kuzeyinde inşa ettiği Barzanilerin devletçiği ile 8 yıldır Suriye’nin kuzeyinde oluşturmaya çalıştığı PYD devletçiği bu hedefin parçalarıdır. 

Dün Irak’ta birinci aşamada Çekiç Güç ile korunan, ikinci aşamada Türkiye’ye kabul ettirilen ve üçüncü aşamada resmi olarak tanınır hale getirilip Ankara ile işbirliği yaptırılan Barzani devletçiği için uygulanan aşamalar, bugün de Suriye’de uygulanmaya çalışılıyor... 

Dün Suriye’de birinci aşamada ABD üs ve askerleriyle korunan PYD devletçiği, “güvenli bölge” tuzağı ile Türkiye’ye kabul ettirilme aşamasında! 
Çünkü ABD’yle belli bir derinliğe kadar “güvenli bölge”de anlaşmak,derinliğin altını da kabul etmektir!

Ne demişti Marx:Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: Birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak.” 

Peki, çıkış yok mu? 

Elbette var: Suriye ile anlaşarak Amerikan Koridoru’nu yıkmak!..

Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET

Kedinin rengi - Asaf Güven Aksel / SOL

Deng Siao Ping, iktidarı aldığı zaman, Çin’in ekonomik büyüme hedefine ulaşmasının rotasını çizerken, izleyeceği politikayı veciz ifadeyle tanımlama geleneğini sürdürmüştü. “Kedinin rengi önemli değil” demişti, “fareyi yakalaması önemli”. Mao’nun “kapitalist yolcu” olarak değerlendirdiği Deng, bu yolu izleyerek ülkenin “piyasa ekonomisi”ne geçişini, başına “sosyalist” koyarak yürürlüğe sokmuştu. Sonuç, ülkenin bugün dünyadaki bütün dengeleri değiştiren büyük güç haline gelmesiydi. Fare yakalanmıştı, ama kedinin renginin önemi de, açıkça ortaya çıkmıştı.

Sözcükler reel anlamlarıyla ele alındığında, neyi imlediği, neyin mecazı olduğu göz ardı edildiğinde, olgu da içerik değişimine uğrayabilir. Gerçekten, mesele evinize dadanmış fareyi yakalamaksa, tekir midir, sarman mıdır diye bakar mısınız kediye? Ama ya, ekonomiye, ideolojiye, sosyolojiye filan aitse vecize, kullanılan anıştırma siyasete, sınıfsal yapılara tekabül ediyorsa?

İmamoğlu’nun “liyakat” kavramı getirdi Deng’i aklıma, arada dağlar kadar fark olsa da. Görevlere liyakate uygun atamalar yapmanın itiraz edilecek ne yönü olabilirdi ki? Kedinin rengini dert etmezseniz yani…

Bir süredir tartışmalar bu minvalde yürüyor, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yönetimi gibi görünen, ama altında siyasetler, ideolojiler ve sınıflar yatan konuda. Mesele, eve dadanmış Tayyip’i kapı dışarı etmek üzere büyük bir adım atmak olarak tanımlandığında, kedinin rengi önemli görülmemişti. Bütün evi istila etmiş farelerden, hiç değilse oturma odasını kurtarmaya dikilmişti gözler.

“Bu sizin kediniz değil, evinizi kemirmeye devam edecek bir başka fare” uyarılarına kulak asan olmayacaktı tabii, şu pofuduk, minnoş şey, kediydi işte, başka ne olacaktı?

Bu yanılsamaya düşmeyenler bile, yaka silktikleri faredense, yerini başkasının almasına razıydılar, cardonla, gemeyle, fındık faresi, bilemedin tarla faresi bir olur muydu hiç, yıllardır dadanmış illetten kurtulunca, onun işini görmek kolaydı… Kedinin rengi önemli değil tezi, fareler arasındaki farkı arayıp bulmaya kadar tenzilata uğramıştı. Fare mutlaklığını kabul ettirmişti sonuçta.

Metaforlar labirentinden çıkıp yeniden gerçek hayata dönecek olursak, geçen haftanın İBB panoramasında, bazı homurdanmalar ve bunları dindirme uğraşları öne çıkıyordu.

“Kentin aklını” Bahaddin Yetkin’e emanet edince İmamoğlu, İSTAÇ AŞ’nin başına Mustafa Canlı’yı getirince, hakkında CHP’nin suç duyurusu bulunan Ahmet Bağış İETT genel müdürü olarak yerini koruyunca, Halk Ekmek taş fırın gibi durunca, “kedinin rengi” sorulur oldu ufak ufak. Neyse ki, Bahaddin Yetkin, peçeteye şarkı isteği yazar gibi istifa “dilekçesi” verince, iş biraz tatlıya bağlandı, diğerlerine kül serpildi.

Yalnız, bu homurdanmalara karşı, İmamoğlu, yapılanı savunan bir duruş sergiledi, “liyakat”ten bahsetti, “kedinin rengi önemli değil” dedi, istifayı siyasete değil, bazı pürüzlere bağladı ve fikren uyum içinde olduklarını beyan etti. 16 milyonun başkanı, siyaset gibi küçük ayrıntılara kafayı takamazdı.

Fareyle uyum içinde, hoşgörülü, kucaklayıcı bir kedi alınmış eve! Hadi bakalım…
Bahaddin Yetkin ve Mustafa Canlı konusundaki şaşkınlığı, itirazları, bir kısım “AKP’den kurtulalım”cı, İmamoğlu’dan daha cansiperane bastırdılar. Biraz zaman tanımaktan, Canlı’nın “MHP’li değil İYİ Parti’li”liğinden, işlerin düzgün yürümesinde liyakatin siyasadan daha önemli olduğundan, günümüzde “kaba solculuğun” artık aşılması gereğinden, İmamoğlu’nu yıpratmanın AKP’ye yarayacağından filan bahsettiler.

Bunların arasındaki “solculuğu sorgulanamaz” kesim, işi gücü bırakıp “TKP haklı çıkıyor” görüşünün yer yer dile getirilir olmasına karşı hançerelerini yırttılar. Onlar hiç değilse siyaset yapıyorlardı, gündeme müdahil oluyorlardı, TKP yanlışlanamaz doğruları söyleyip, ideolojik mevzide durmaktan başka ne yapıyordu ki? Onun bildiklerini onlar da biliyordu elbet, ama günümüzün koşulları ve Saray Rejimi ne olacaktı?

Öyle ya, “tek yol devrim”cilik, “sosyalizmden aşağısı kurtarmaz”cılık yanlışlanamazdı, ama güncel siyaset değildi ki bu! Şimdiye çözüm önermiyordu ki!

Kediler, fareler, renkler, Çin’dekinden beş beter bir bulamaca dönmüştü, ama bunun dışında durup bir netlik korumak isteyenler de, bu karmaşada yerlerini almazlarsa, “siyaset dışı” sayılacaklardı. Siyasette sistemler, sınıflar ve ideolojiler, Başkan İmamoğlu şahsında geçersizleşmişti.

Nitekim, yerel seçimin büyük beklentileri olan yaygın suç duyuruları, yolsuzluk açıklamaları, yiyici vakıfların arpalığının kesilmesi filan biraz bekleyebilirdi. İmamoğlu, devrimci duruma zemin hazırlamak için elbet bir taktik olarak Erdoğan’ın damadı Selçuk Bayraktar’a, vakıflara, cemaatlere karşı önyargılı olmadıkları teminatı verebilirdi…

Mükemmel manzara, değil mi?

Peki, bütün bunları, rahmetli anneannemin “göynüm bulanıyo” dediği gibi izlemekle yetinmeyecekler ne yapacak? Bu düzen içi kayıkçı dövüşünün dışına nasıl çıkılacak? “TKP haklı çıkıyor hep, ama daha erken, şimdi bugünün görevi…” sarmalını kırmadan, el bağlayıp durulacak mı? Bir başka zaman, bir başka seçimde, “TKP haklıymış” denilene kadar ne olacak?

TKP haklı çıkmak istemiyor ki. TKP haklı olanın iktidarı almasını istiyor.

Kazdağları’ndaki doğa ve insan katliamının sorumlusu, Kanadalı şirketten ibaret değildir, doğayı ve insanı tahrip eden, kapitalizmdir diyor. Kapitalizmin şu ya da bu yolla islah edilebilir, vazgeçirilebilir, insancıllaştırılabilir hiçbir yönü, hiçbir temsilcisi eliyle yoktur diyor. Doğayı katleden, kapitalizmin doğasıdır diyor. Özetle, bir Kazdağları sorunu bile ancak devrimin, emekçi iktidarının çözebileceği bir şeydir diyor. Dün Hasankeyf, bugün Kazdağları ve benzerleri, yarın başka adlar… Yani bu ülkenin, dünyanın, yeşilinin mavisinin kurtulması bile kapitalizmi yıkmaya mecbur.

Aaa, böyle siyaset mi olur? Bugün durduralım da… Evet bugün var gücümüzle durduralım, ama bugünden yarına da bakalım, insanlığın nihai kurtuluşunu belirsiz zamanlara terk etmeden, bugünden saflarını genişletelim.

Hayda, İBB’den Kazdağları’na nasıl geçtik? Dememiz o ki, hepsi bir bütünün parçalarıdır ve kedinin rengi önemlidir, cinsi önemlidir. Ve etkin ilaçlama diye bir şey de vardır.

Şöyle ki: Varsayalım, İmamoğlu bütün atamalardaki, vakıf ilişkilerindeki, şirket idarelerindeki “ufak gafları”ndan vazgeçti ve düzeltti, vaatlerini yerine getirmeye başladı. Varsayalım, Kazdağları’nda şirket engellendi, yeni lisanslara düzenlemeler getirildi. 
Çinliler gibi soralım: Bunlar iyi midir? 
Yanıtlayalım: İyidir.
Peki, şu “güncel siyaset dışı” soru ne olacak? 
Sermaye düzeninin, kapitalizmin ıslahı, yıkıcılığının durdurulması, böyle mümkün mü? 
Yoksul emekçinin filesi, hayatı, “geniş halk yığınları”nın geleceği ne âlemde? 
Ha, bunlar uzak geleceğin sorularıydı, erken oldu…
Ve gericiliği, dinselleşmeyi içermeyen bir İmamoğlu bahsi açabilmek de, parça bütüne tabidir gerçeğinin sonucu olsa gerek.

Asaf Güven Aksel / SOL