10 Kasım 2019 Pazar

Tatavla’dan Galata’ya tatlı su getiren bani: Gülnuş Sultan - Aynur Tekin

Karaköy Perşembe Pazarı’na çeşmeler ve su yolları yaptıran Gülnuş Sultan, bu çeşmelerden akan tatlı suyu bugün Kurtuluş olarak bildiğimiz Tatavla’dan getirtiyordu.











Üsküdar sahilde yükselen Yeni Valide Külliyesi’nin ya da Karaköy Perşembe Pazarı’nda bulunan tarihi çeşmelerin banisi (kurucusu) Rabia Gülnuş Emetullah Sultan, 1640-1715 yılları arasında yaşadı.Haseki ve valide sultanlık yaptığı 16. yüzyıl sonunu ve 17. yüzyıl başını kapsayan dönemde finansmanını kendi bütçesinden karşıladığı pekçok yapı inşa ettirdi.

2014-2015 akademik yılında doktora sonrası araştırma programı için Oxford Üniversitesi’ne giden Gaziantep Üniversitesi Öğretim Üyesi Muzaffer Özgüleş, Osmanlı tarih anlatısında hak ettiği yeri bulamayan Gülnuş Sultan üzerine yaptığı araştırmaları kitaplaştırdı.
(Muzaffer Özgüleş)
Muzaffer Özgüleş, 2003 ODTÜ Elektrik Elektronik Mühendisliği mezunlarından. Mühendis olarak çalıştığı yıllarda mimarlık tarihine olan ilgisini net bir biçimde keşfetmiş ve kendi deyimiyle ‘gemileri yakarak’ mühendislik hayatına son vermiş. “Zamanımın büyük bir bölümünü sevmediğim bir şeye harcamak bana acı veriyordu” diyor.
(Galata Yeni Cami: Günümüze ulaşamayan Galata Yeni Cami’nin Henry Aston Barker’ın 1800’da çizdiği İstanbul panoramasındaki detayı. (Kaynak: İstanbul Deniz Müzesi)
Mimarlık tarihi üzerine gerçekleştirdiği profesyonel çalışmalarının ilhamını, Mimar Sinan’ın eserlerine yaptığı kişisel gezilerden alıyor. Mimarlık tarihi üzerine akademik okumalara başlıyor ve ardından İstanbul Teknik Üniversitesi’ne başvuruyor: “Burada benim en büyük şansım, farklı bir alandan gelmeme rağmen İstanbul Teknik Üniversitesi’nin doktora programına kabul edilmem oldu. Yaptığım bazı çalışmalar vardı, jüri bu çalışmaları beğenip beni kabul etti” diyor. Özgüleş, alan değiştirmenin dışarıdan göründüğü kadar kolay olmadığını belirtiyor ve ekliyor: “İlk yılları biraz zordu, maddi olarak zor zamanlar geçiriyorsunuz. Bunu söylemem şart çünkü başkaları da kalkışabilir.”
Doktorasını İTÜ’de tamamlıyor ve doktora sonrası araştırma programı için 2014-2015 akademik yılında Oxford Üniversitesi’ne gidiyor. Gülnuş Sultan’ın banilik faaliyetlerini anlattığı “The Women Who Built the Ottoman World: Female Patronage and the Architectural Legacy of Gülnuş Sultan” kitabı da bu dönemin ürünü. Gülnuş Sultan’ın tarih anlatısında hak ettiği yeri bulamadığını söyleyen Özgüleş’le, Gülnuş Sultan’ın imar faaliyetlerini, siyasal ve sosyal hayata etkilerini konuştuk.
Öncelikle Gülnuş Sultan kimdir, Osmanlı tarihinde nasıl tanınır?
Gülnuş Sultan IV. Mehmet’in eşi, II. Mustafa ve III. Ahmet’in annesi. İşin acı tarafı Osmanlı haremindeki bütün kadınlar gibi köle olarak kaçırılan ve ailesinden koparılarak çocuk yaşta hareme getirilen kişilerden biri. Gülnuş da Girit’in Resmo şehrinde doğan ve sözlü tarih çalışmalarından bildiğimiz kadarıyla Ortodosk inancına bağlı bir papazın kızı. Girit o yıllarda Venedikliler’in hakimiyetinde. Osmanlı, Resmo’yu Venedikliler’den alıyor ve Gülnuş Sultan da bu sefer sonucu İstanbul’a getiriliyor.
Bir erkek çocuk doğurana kadar tüm diğer kadınlar gibi haremde kaybolup gidiyor. Dolayısıyla biz Gülnuş Sultan’ı, ilk erkek çocuğu Mustafa’yı doğurmasıyla tanıyoruz, öncesini bilmiyoruz maalesef. Resmolu, Ortodoks kökenli, asıl adının da Evmenia olduğu biliniyor.
Gülnuş Sultan üzerine çalışmaya nasıl karar verdiniz?
Tarihçilerin pek çoğu Osmanlı tarihinin tümüyle erkeklerin saltanatında ilerlediğini yazar çizer. “Kadınların Saltanatı” denilen şey olumlu değil olumsuz bir ifadedir. “Kadınlar entrikalar çevirmiş ve Osmanlı da bu sebeple düşüşe geçmiştir” gibi bir algı vardır. Tarihe baktığımızda ve üzerine biraz okuduğumuzda bunun böyle olmadığını görüyoruz. Doktora tez konumu belirleme sürecinden kısa bir zaman önce okuduğum bir kitap vardı. Lucienne Şenocak hocanın Hatice Turhan Sultan kitabı. Hatice Turhan Sultan, Gülnuş Sultan’ın kayınvalidesi ve Eminönü’ndeki Yeni Cami’nin banisi. Tarihi akışa baktığımızda Gülnuş Sultan, Hatice Turhan Sultan’dan hemen sonra geliyor. Arada bir tane daha valide sultan var ama o biraz gölgede kalmış. Daha doğrusu valide sultanlık yaptığı süre sadece üç yıl olduğu için etkili olamamış.
Gülnuş Sultan’ın hasekilik ve valide sultanlık dönemi 17. yüzyılın sonunu ve 18. yüzyılın başını kapsıyor. Osmanlı’nın 1683’deki 2. Viyana Kuşatması hezimetinden sonra gelen bu dönem, tarihçilerin daha az ilgi gösterdiği bir dönem. Mimarlık tarihi anlamında da boşluklar var.
Mesela Gülnuş Sultan Üsküdar’daki Yeni Valide Külliyesi ile biliniyor, o kadar. Oysaki Kamaniçe’den Mekke’ye kadar çok farklı yerlerde eserler yaptırdığını görüyoruz. Yani burada bir boşluk var. Beni harekete geçiren de biraz bu oldu. “Arşivlere yönelirsem buradan güzel malzeme çıkar ve bunların sonuçlarını değerlendirebilirim” diye düşündüm.
Banilik faaliyetlerinde, siyasal ve sosyal hayatta etkili bir isim olmasına rağmen Gülnuş Sultan’ın “kadınlar saltanatı” dediğimiz yere dahil edilmediğini görüyoruz. Bunun sebepleri üzerine neler söylenebilir?
(Osmanlıca Belge: Gülnuş Sultan’ın Kethüdası Mehmed Efendi’nin Gülnuş Sultan’a mektubu. Galata’daki su yollarıyla ilgili Gülnuş Sultan’ın sorularına yanıt veriyor. (Kaynak: Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, TSMA E. 0101 002 024)

O dönemin tarihi yeterince araştırılmadığı için giremedi diye düşünüyorum. Gülnuş Sultan iki farklı padişahın annesi, bu durumda bir kişi daha var o da Kösem Sultan. Hürrem kadar hasekiliği de uzun sürmüş bir kadın, Gülnuş Sultan. Banilik anlamında epeyce yapısı var ve siyasete de dahil olduğunu biliyoruz.
Osmanlı tarihinin toprak kayıpları yaşadığı ve kendisini artık Avrupa’dan üstün değil Avrupa’yla eşit görmeye başladığı bir geçiş döneminde yaşıyor. Bu dinamikler o döneme ilgiyi azaltmış ve dönemin belgelerine yeterince bakılmamış. Uzun süre valide sultanlık yaptığı için oğullarından daha tecrübeli ve sadrazam atanmasından yeni bir sefere çıkılmasına kadar pek çok hayati konuda oluru alınıyor.
Gülnuş Sultan’ın banilik faaliyetlerini hangi eserleri üzerinden biliyoruz?
Gülnuş Sultan’ı bize en net bir şekilde gösteren eseri Üsküdar’daki Yeni Valide Külliyesi. Onun en önemli ve en bilinen eseri bu. Yeni Valide Külliyesi, Gülnuş Sultan’ın ölümünden birkaç yıl önce tamamlanıyor.
Bunun öncesinde pek bilinmeyen eserleri var. Bana en şaşırtıcı gelenlerden bir tanesi İstanbul’un merkezinde, Karaköy’de Perşembe Pazarı’nda yapılan Galata Yeni Cami’nin pek bilinmemesi. Galata Yeni Cami’nin çevresine üç tane çeşme yaptırıyor Gülnuş Sultan ve var olan iki çeşmeye de içme suyu sağlıyor. Bununla beraber Galata’ya yeni su yollarıyla su sağlıyor. Bence bu Galata Yeni Cami kadar büyük bir hayrat. Çünkü o dönemlerde Galata, daha yeni gelişen ve yeni Müslümanlaşan bir semt. Bu çeşmelerin maliyetine baktığınız zaman oradaki cami kadar masraf yapıldığını öğreniyorsunuz. Biz bakınca sadece çeşme görüyoruz, ufak bir yapı diyoruz ama asıl onun ardında çok uzaktaki bir kaynaktan getirilen ve yeraltından döşenen bir su yolu var. Bu da büyük bir maliyet. Galata’ya gelen su zamanın kaptanı deryasının hibe ettiği bir araziden sağlanıyor ve bugün Kurtuluş diye bildiğimiz Tatavla’dan getiriliyor, düşündüğünüzde az bir mesafe değil.
Çok bilinmese de Edirne’de bir çeşmesi ve yine su yolları var. Kastamonu’da ve Menemen’de onarımını yaptırdığı bir cami ve çeşmeler var. Üç tane kiliseden dönüştürülen camisi var. Bu da yine çok sembolik; fethedilen bir toprakta ilk yapılan şeylerden bir tanesi oranın kiliselerini camiye dönüştürmek oluyor. Bunlara genellikle padişahın ve sadrazamın isimleri veriliyor. Ama bunun birkaç tane istisna örneği var. Kösem Sultan’ın ve Hatice Turhan Sultan’ın adına camiye dönüştürülen kiliseler var; ama onlar valide sultanken bu kiliseler camiye dönüştürülüyor ve onların ismi veriliyor. Gülnuş’un adına ilk camiye dönüştürülen kilise ise hasekilik dönemine denk geliyor. Bu da kendi içinde prestijli bir şey. Bugünkü Ukrayna sınırlarında kalan Kamaniçe’de bir Katolik kilisesine adı veriliyor. Çünkü ilginçtir ki o sefere katılıyor Gülnuş Sultan, valide Sultan’ın ya da haseki Sultan’ın kalkıp ordu ile birlikte sefere katılması görülmüş bir şey değil. Hatta Savaşa katıldığı için o da bir nevi gazi oluyor ve kendisine böyle bir jest yapılıyor.
Daha da ilginci Gülnuş Sultan ikinci oğlu Ahmet’i sefer sırasında doğuruyor. İkinci bir Kamaniçe seferi var ve hamileyken sefere gidiyor. Ahmet, İstanbul’da ya da Edirne’de değil, şimdiki Bulgaristan sınırında kalan bir kasabada doğuruyor. Bu da çok sıradışı.
Banilik faaliyetleri Mekke’ye kadar uzanıyor diye biliyoruz. Mekke’de hangi yapıları inşa ettiriyor ve o dönemde bu yapıların nasıl bir önemi var?
Çünkü Mekke prestijli ve anlamlı bir yer. Mekke ve Medine halkına hizmet de çok önemseniyor. Çünkü Osmanlı oranın koruyucusu olarak anılıyor.
Mekke’de hasekilik döneminde bir hayrat yaptırıyor. Dikkat çekici olan taraf Mekke’de imaret ve etrafında başka kurumlar da yaptırması oluyor. Bunun geliri de Mısır’daki tarlalarda yetişen hububat gelirinden sağlanıyor. Böyle bir hayır ağı kurmuş yani. Bu ağı kurabilmesi Hürrem kadar etkili bir kadın sultan olabilmesiyla mümkün. Bunu başka kim yapmış derseniz, evet bir tek Hürrem yapmış.
‘GALATA’DAKİ ÇEŞMELERİN SUYU ACIYMIŞ’
Gülnuş Sultan’ı özel kılan şeylerden biri de onun mimari kararlara doğrudan etki ediyor olması diyebilir miyiz?
Ben biraz bu açıklığı doldurduğumu söyleyebilirim. Mesela Lucienne hoca yazdığı kitapta “kadınların mimari faaliyetlerini biliyoruz ama ne kadar dahil oluyorlar, parayı onlar mı veriyor, oğulları mı, mimari özelliklere onlar mı karar veriyor yoksa başkaları mı?” diye soruyor ve “bunları bilmiyoruz” diyordu. Ben yaptığım bu çalışmada “biliyoruz, çünkü bunların belgesi var” diyebildim.
O belgeler şunu gösteriyor bize, Osmanlı toplumunda kadınlar özellikle saraylı kadınlar halkın arasına karışıp bir inşaatın başında duramıyorlar. Onlar yerine kethüdaları o işleri yapıyor. Gülnuş Sultan’ın mimari anlamda en aktif olduğu dönemde kethüdası Mehmed Efendi. Onunla yazışmaları, Topkapı Sarayı arşivinde bulunuyor ve bu belgeler süreci net bir şekilde ortaya koyuyor. Görüyoruz ki Gülnuş Sultan, her aşamada etkili. Yapının ne olacağına karar veriyor, bütçesinin ne olacağına karar veriyor, yapı tamamlandıktan sonra kitabeye yazılacak şiirle bile ilgileniyor, onay veriyor.
Mesela Galata’daki hayratla ilgili kethüdasına hesap soruyor ve “Bana bazı şikayetler geliyor. Bu Galata’daki çeşmelerin suyu acıymış, içilmiyor” diyor ve Tatavla’daki kuyulardan tatlı su getirilene kadar sürecin takipçisi oluyor. Çünkü su yolu yaptırmak ve su getirmek tebaası için çok önemli bir hizmet. Bu yüzden suyun içilebilir olması çok önemli.
Gülnuş Sultan bu yapıların finansmanını nereden sağlıyor?
Tüm yapıları, kendi kesesinden finanse ediyor. Bu sadece Gülnuş Sultan’a özel bir şey değil, diğer kadın baniler de aynısını yapmıştır. O dönem Osmanlı sürekli yenilgiler alırken, fethedilen yeni toprak yokken padişahlar kalkıp bir cami yaptıramıyor. Çünkü böyle bir şey halk ve ulema tarafından israf olarak görülebiliyor. Dolayısıyla saltanat camisi yaptırma işi o dönemde 100-150 yıl kadar erkeklerden kadınlara geçiyor. O yüzden biz Kösem Sultan’ın Çinili Külliyesi’ni, Hatice Turhan Sultan’ın Eminönü Yeni Cami’sini ve Gülnuş Sultan’ın Üsküdar’daki Yeni Valide Külliyesi’ni görüyoruz. Ta ki I. Mahmut 1755 yılında Nuruosmaniye’yi yaptırana kadar, biz hep kadın banilerin camilerini görüyoruz.
Bahsettiğim gibi valide sultanın ayrı bir kesesi var. Devletten aldığı bir maaşı var, ama ayrıca hasları, yani gelir kaynağı olan toprakları da var. Masraflarını oradan karşılıyor ve vakfetmek istediği zaman da bu haslardan vakfediyor.
Gülnuş Sultan’ın yaptırdığı bazı camiler ve çeşmeler hep oğullarına mal edilmiş, hatta bazıları “Bu yapıyı Gülnuş Sultan adına oğlu yaptırmış” diye biliniyor. Ama alakası yok, bunlar tamamen Gülnuş Sultan’ın kendi parasıyla yaptırdığı eserler.
Peki kethüdası ile yaptığı yazışmalara bakarak mimari üsluba da müdahil olduğunu söyleyebilir miyiz?
Her yapı için olmasa da Galata Yeni Cami için bunu söyleyebiliriz. İnşaattan önce dönemin baş mimarı bir keşif defteri hazırlayıp Gülnuş Sultan’a sunuyor. Hangi malzemelerin kullanılacağı ve maliyetin ne kadar olacağı konusunda. Galata Yeni Cami eski bir Katolik Kilisesi olan San Francesco’nun yerine yapılıyor. Bu kilise 1696’daki Galata yangınından zarar görüyor ve Galata Yeni Cami de aynı yere yapılıyor. Bu yüzden burası bana çok ilginç ve çok özellikli gelir. Üst üste iki anıtsal yapı burada yaşamış. Baş mimar, sunduğu raporda “buradaki taşlar, sütunlar, demir gergiler tekrar kullanılabilir” diye bir döküm sunuyor. Bir de aynı belgede, “sultanımızın istediği şekilde Arap Camisi planında ve kırma çatılı caminin yaklaşık maliyeti şudur” gibi ifadeler var. Anlıyoruz ki Gülnuş Sultan özellikle böyle bir yapı sipariş etmiş ve baş mimar da bunu yerine getirmiş.
En son inşa ettirdiği Üsküdar’daki Yeni Valide Külliyesi’ni de açılışı öncesinde görmek istiyor. Gülnuş Sultan gelip yapıya bakabilsin diye sokaklar kapatılıyor, hiç kimsenin geçişine izin verilmiyor. Camiye geliyor ve yapıyı kontrol ediyor. Bu iki örnekten yola çıkarak mimari üsluba etki ettiğini söyleyebiliriz.
Aynur Tekin / duvaR





9 Kasım 2019 Cumartesi

Şanı büyük Tayyip Paşa "Suriye'den çıkmam" diyor! - Arslan BULUT

Suriye'ye, 2006 yılında şimdi profesör olan Şam'da Uluslarararası Şark Merkezi Türkiye Masası Başkanı Doç. Dr. Mehmet Yuva'nın davetiyle gitmiş ve dönemin başbakanı Muhammet Naci Otri ile görüşmüştük.

Suriye, huzurluydu. Şam, hareketli ve mutlu bir şehirdi.

Otri, Yahya Kemal'in "Bizim musıkımizin öz piri" diye takdim ettiği büyük Türk bestecisi Itri'nin torunuydu ve bunu iftiharla belirttikten sonra sorularımızı cevaplandırmıştı.

Otri, sorularımız üzerine şöyle demişti:

"Suriye ve Türkiye olarak, aynı tehditlerle meydan okumalarla karşı karşıyayız.
Bize göre Suriye ve Türkiye'nin milli menfaatleri bir arada düşünülmelidir.
Açık ve samimi konuşalım. Halklar hata yapmaz, hükümetler yapar. En büyük sorun halkların hayır dediğine hükümetlerin evet demesidir.
Biz artık Türkiye-Suriye'yi bir bölgesel coğrafya olarak görüyoruz. Hatta şöyle diyoruz: Bütün Suriye Türkiye'nindir. Bütün Türkiye Suriye'nindir.
Biz, artık böl-yönet anlayışını birlikte aşarak yerle bir etmek durumundayız.
Hem Türkiye hem Suriye tarafında yaşayan Kürt kardeşlerimiz, emperyalistler tarafından satın alınarak, hem Türkiye'ye hem de Suriye'ye karşı kullanıyor.

ABD yönetimi tarafından bir süre önce basına bir harita sızdırıldı. Türkiye'nin doğu ve güneydoğusundaki önemli bir bölgeyi Kuzey Irak'ta kurulmak istenen kukla Kürt devletine dahil etmişler.
Aynı şekilde Suriye'nin doğu bölgesini de 'Özgür Kürdistan'a vermişler.
Yine Suriye'nin önemli bir parçasını ise Lübnan sınırları içerisinde göstermişler.
Görüldüğü gibi, her iki ülkeye yönelik tehditler ortaktır.
Bizlere dayatılmak istenen bu hain planların önüne geçebilmek için her iki ülkenin güçlerini birleştirmesi ve ortak hareket etmesi artık kaçınılmaz bir zaruret haline gelmiştir."
                                                             ***

Suriye, olayları böyle değerlendirirken, Türkiye ne oldu da kendi bindiği dalı keserek, ABD'nin Büyük Orta Doğu Projesi çerçevesinde Suriye devletine karşı muhalifleri silahlandırarak bu ülkenin parçalanmasına hizmet etti?

Suriye de buna karşılık, PYD'yi serbest bıraktı ki arada tampon bir bölge oluşsun ve Türkiye oyalansın...

Sonuçta ne oldu? İki ülke de birbirine zarar vermiş oldu!

Türkiye dışında ABD, Rusya ve İran, Suriye'ye girdi. Kazanan ABD ve Rusya oldu!

Şimdi Batılı ülkeler hatta Rusya bile Türkiye'nin Suriye'de El Bab, Afrin, Tel Abyad ve Resulayn'ı askeri ve idari olarak kontrol etmesi karşısında, "işgalciler"in Suriye'yi terk etmesini istiyor!


Tayyip Erdoğan da bu yaygaraya karşı "Burada son terörist bölgeyi terk etmedikten sonra biz bu işi bırakmayız. Bu işin bir boyutu... İkinci olarak, diğer ülkeler buradan çıkmadıktan sonra biz buradan çıkmayız. Biz Suriye'nin birliğine, beraberliğine ve bütünlüğüne taraftarız. Asla parçalanmasını da istemeyiz. Bunların hiçbirinin burada sınırı yok ama bizim burada sınırımız var. 911 kilometre Suriye sınırı var. Oysa burada ne Rusya'nın ne ABD'nin ne de İran'ın sınırı var. Sadece Irak'ın biraz sınırı var. Bizim Adana Mutabakatı gibi bir belgemiz var. Bu terör örgütleri temizlenmedikçe, Adana Mutabakatının bize vermiş olduğu yetkiyle buradaki duruşumuzu aynen devam ettireceğiz." dedi.

                                                            ***

Çok iyi de, Otri'nin yıllar önce söylediği gibi asıl yapılması gereken, Türkiye ve Suriye'nin dayatılmak istenen bu hain planların önüne geçebilmek için güçlerini birleştirmesi ve ortak hareket etmesi değil mi?

Erdoğan'ın sözleri "Şanı büyük Osman Paşa, Plevne'den  çıkmam diyor"u hatırlatıyor.

Fakat bu marşın uyarlamasının bir yerinde de "Olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu?" deniliyor…


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

8 Kasım 2019 Cuma

11 milyon fidan neyi örtüyor? - ÖNDER ALGEDİK / duvaR

Orman Bakanlığı aslında Ormanı Korumama Bakanlığı. 11 milyon fidan dikimi de bu gerçeği örtme, bu yeşil yalana halkı alet etme işi. Bakanlık 2012-2018 arası tam 41 bin 122 izin vermiş, 2 bin 714 kilometrekare alanı şirketlere açmış ve sadece 2018’de Alamos’un yaptığı doğa katliamının neredeyse 42 katına göz yummuş.

Tarım ve Orman Bakanlığı 11 Kasım’da 81 ilde 2023 noktada üç saat içinde tam 11 milyon fidanı toprakla buluşturmayı hedefliyor. İsterseniz fidan dikimine katılabiliyor, isterseniz bağışta bulunabiliyorsunuz. Ne kadar masum görünüyor değil mi? “Geleceğe Nefes Ol” adı verilen kampanya aslında Orman Bakanlığı’nın ormanları yok etme politikasını örtbas etme kampanyası. Bir anlamda yeşile çalma kampanyası. Çünkü Orman Bakanlığı para karşılığı Alamos Altın şirketine Kazdağları’nda ağaç kesimine izin veren, bu yaz orman yangınlarına uçak kaldırmayan bakanlık. Geleceğe Nefes Ol kampanyası da bu ve ötesini örtbas etmek için biçilmiş kaftan.
“Geleceğe Nefes Ol” aslında mevcut skandalları örtmeye yarıyor.
Mesela Orman Bakanlığı orman ekosistemini doğaya kapatıp ekonomiye açıyor. Maden arama, çıkarma, tesis kurma hatta petrol çıkartmak için bile sizin ormanı kullanmanıza izin verebiliyor. 2012 yılında bu amaçlarla 2 bin 810 tane izin vermiş. 2012-2018 arası verdiği izin sayısı, sıkı durun, 18 bin 515!
Sadece madenler değil, mesela enerji şirketleri de istedikleri gibi ormanı kullanabiliyor. Baraj yapabiliyorsunuz, balık üretme çiftliği bile kurabiliyorsunuz. Hatta ormanda define aramak isteseniz Orman Bakanlığı izin veriyor. 2012-2018 arası maden ve enerji dışında kalan bu alanlarda 7 bin 990 adet izin verilmiş.
Diyelim hızınızı alamadınız, atık su tesisi, spor tesisi, katı atık tesisi hatta mezarlık bile yapmak isterseniz bir engel yok. Aynı dönemde bu gibi başlıklardaki projelere 14 bin 617 izin verilmiş.
Toplamı ise orman dışında her şey için kullanıldığını gösteriyor. 11 milyon fidan dikecek olan Orman Bakanlığı ormanlara maden, enerji ve diğer tesislerin yapılması için 2012-2018 arası tam 41 bin 122 izin vermiş.
Yani 11 milyon fidan dikme kampanyası ormana yapılmasına izin verilen 41 bin 122 izni örtmeye yarıyor.
81 ilde 2023 yerde 11 milyon fidanın dikilmesi iyi bir şey gibi geliyor. Fidan dikmek bir iş ise fidana bakmak da bir iş. Ama bakacak insan pek kalmadı. Orman Genel Müdürlüğü’nde 2015’te 13 bin 413 işçi çalışırken 2018’de işçi sayısı 10 bin 667’ye düşmüş. Yani 2 bin 746 işçi eksilmiş. Yani her beş işçiden biri çıkartılmış, emekli edilmiş. Geriye kalan dört işçi ile bunların bakılmasını kimse bekleyemez. Muhtemelen bakım işi de birilerine ihale edilecek. Anlayacağınız devlet size bakımı pek garanti olmayan bir işe ortak edecek.
Peki diyelim ki o fidanlar şans eseri büyüdü, sonrasında ne olacak? Hepsi Kazdağları’nda Alamos altın madeni şirketine verildiği gibi para karşılığı kesilebilecek orman mı olacak? Ne yazık ki öyle. Alamos’un 200 bin ağaç kestiği alan yaklaşık 600 hektar. 2018 yılında madenciliğe, enerjiye ya da diğer işlere izin verilen orman alanı ise 25 bin 192 hektar. Alamos’un kestiği ormanın tam 42 katı! Devlet Alamos’un yaptığı o koca katliamın tam 42 katını 2018 yılında izin karşılığı yapmış.
Yani sizin dikeceğiniz o 11 milyon fidan aslında Alamos’un yaptığı katliamın 42 katını örtmeye yarıyor.
Bunlar sadece resmin küçük bir karesi. 11 milyon fidan dikme işi Alamos’dan ya da diğer maden, enerji, turizm şirketlerinden para alan ve bu para karşılığı ormanı yok eden bir bakanlığın günahların örtmeyecek kadar küçük. Basit bir örnek verelim, 11 milyon fidan birkaç bir hektarlık bir alan demek. Kıyaslaması kolay olsun diyerek benzer ağaçlandırma çalışmaları ile karşılaştırdığımızda fidan dikilecek toplam alanı yaklaşık 5-6 bin hektarlık bir alan kabul edebiliriz. Yani 11 Kasım’da bir birim alana fidan dikilecekken 2018’de beş birim alan madene, enerjiye, şirketlere verilerek yok edilmiş.
Yani 11 milyon fidan neredeyse beş katı orman alanın yok edilmesini örtecek mi?
BARTIN VE YALOVA TOPLAMI KADAR ORMAN ŞİRKETLERE!
Daha kötüsü, 2012-2018 arası bunun 45-50 katı orman alanı yok edilmiş. Evet yanlış duymadınız. Bu dönemde taş ocağı, altın madeni, define aramak, HES yapmak, otel yapmak içim zarar gören orman alanı tam 271 bin 449 hektar. Yani dikilecek 11 milyon fidan, altı yılda yok edilen yüzbinlerce hektarı örtmeye yaramayacak.

Orman Bakanlığı tarafından maden, enerji ve diğer ekonomi sektörlerinde ormanlara tesis yapılmasına izin verilen alan miktarı. Rekor yıllar ve 2018 yılı rakamları ayrıca verilmiştir.


271 bin 449 hektar tam 2714,49 kilometrekare. Bartın ve Yalova’nın yüzölçümü kadar. 2012-2018 arası Orman Bakanlığı ormanlardan Bartın ve Yalova kadar sistemi koparmış.
ORMANI KORUMAMA BAKANLIĞI
Çok açık ki Orman Bakanlığı aslında Ormanı Korumama Bakanlığı. 11 milyon fidan dikimi de bu gerçeği örtme, bu yeşil yalana halkı alet etme işi. 2012-2018 arası tam 41 bin 122 izin vermiş, 2 bin 714 kilometrekare alanı şirketlere açmış ve sadece 2018’de Alamos’un yaptığı doğa katliamının neredeyse 42 katına göz yummuş, izin vermiş.
Hatta korumamak için OGM’de çalışan beş işçiden birini işten çıkarmış, Bartın ve Yalova kadar bir alanı maden şirketlerine, enerji şirketlerine ve ticari işlere açmış. Size ise 11 milyon fidanı diktirerek bunu aklamak istiyor.
Ama sorun bunlarla da bitmiyor. Sizden bağış da alıyor. Bu bağışı da Orman Genel Müdürlüğü Vakfı üstünden topluyor.
SON SÖZ, ÇÖZÜME DAİR
Yapılması gereken o kadar basit ve temel şeyler var ki. Bu verileri politik olarak okuduğunuzda, doğa ve toplum gözünden sorguladığınızda yapılması gerekenler çok daha basit. Bunları basitçe formüle edelim, tartışmaya açalım.
Birincisi, orman ekonominin kölesi değildir, bir ekosistemdir. Bunu kabul etmezsek onu ekonominin kölesi yaparız. Ayrıca son yıllarda yaşanan sel felaketleri ve yangınlar da gösterdi ki orman bugün çok daha değerlidir, candır. Asıl önemlisi bu yaz yanan Amazon Ormanlarının arkasında da ekonomi meselesi yatıyor. Bu nedenle ormanda madencilik, enerji gibi ekonomik faaliyetler yasaklanmalıdır.
İkinci olarak, çok açık ki, ülkede ağaç kesmek de yasaklanmalıdır. Ormanı Korumama Bakanlığı’na para verip istediğiniz işi yapabildiğiniz bir ortamda orman ekosistem olmaktan çıkar. Ormanlar artık kesilebilen ve dikilebilen bir ekonomi sektörü haline gelmiştir. Bugün bütün siyasetçiler ve okumuşlar buna benimsemiş haldeler. Halen cümle içinde “ağaç dikmek” gibi ekonomist bir sözü sarf edebiliyorlar.
Üçüncü olarak bu durum mevcut “rejimin” geldiği nokta ile alakalıdır. Mesela bacası bozuk, yasalara aykırı çalışan termik santrallere çalışma izni veren bir devletimiz var değil mi? Aslında devlet kanunları uygular. Ama bizim devlet suçu örtbas etmeye devam ediyor. Bunun yolu orman ekosistem için daha fazla demokrasi. Bu sistemde her bakan Ormanı Korumama Bakanı olarak çalışacak, bu çok kesin. Bu söylediklerimizi yapmaları imkansız. Çünkü bütün gelecek bakanlar şirketlere karşı sorumlular, halka ve doğaya karşı sorumlulukları ise hiç yok. O yüzden Orman Bakanlığı demokratikleştirilmelidir. Hatta halk tarafından doğrudan seçilmelidir.

Ağaç kesmenin yasaklanması size imkansız gelebilir. Bu haber 1934 yılından. O zamanlar Ziraat Bakanlığı, dört maddelik bir kanun hazırlayarak İstanbul’da ağaç katliamının önüne geçmeye çalışmış. Kesenlere üç aydan iki yıla kadar hapis cezası uygulanacakmış. Ama bu kanun sadece İstanbul için olmuş.

11 milyon fidan dikimi üstüne kurulu “Geleceğe Nefes Ol” kampanyası büyük bir yeşile çalma kampanyası. Asıl sorunu örtemeyecek. Siz de buna alet olmayın lütfen.
ÖNDER ALGEDİK / duvaR

Bir el Türkiye'yi yeniden kurguluyor! - Arslan BULUT

Müebbed hapse mahkûm edilmiş, Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak yeniden yargılanıyor ve tahliye edilmelerini sağlayacak yeni bir kararla serbest bırakılıyorlar... Ahmet Altan'ı cezaevi kapısında karşılayanlardan biri, uzun süredir kendisini unutturmuş olan, "çözüm süreci"nin etkili isimlerinden Yasemin Çongar!

Bu kişi, aynı zamanda Afganistan'daki CIA operasyonlarında görev yapmasıyla bilinen Chris Mason'un da eşi oluyor!

Cem Küçük; Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş hatta, Mehmet Baransu, Ali Fuat Yılmazer ve ekibi hakkında da benzer kararlar verileceğini yazdı.

"Ergenekon ve Balyoz davalarının savcısıyım" diyen, Genelkurmay Başkanı'nın bile hapsedilmesine onay veren siyasi irade, bugün davalar yeniden görülürken İlker Başbuğ'un Yüce Divan'da yeniden yargılanmasına izin vermiyor.


Ergenekon ve Balyoz davalarında haksız, hukuksuz yargılama yapan ve birçok kişinin de ölümüne sebep olan hâkimler ve savcılar ise bu yaptıklarından dolayı hiçbir ceza almadı!
                                                             ***

Bütün bunlardan ne anlaşılıyor? Türkiye'de siyaset yeniden kurgulanacak da bunun alt yapısı hazırlanıyor.

Bu süreç, Bülent Arınç'ın "KHK bir faciadır" demesiyle başladı. Eski AKP milletvekili ve Star yazarı Mehmet Metiner ise "KHK uygulamaları, bizzat Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a aittir. 'KHK faciadır!' demek, hem Reis, hem de 15 Temmuz şanlı direnişimizle hesaplaşmanın adıdır." dedi.
Buna rağmen, Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç'ın bu tavrına karşılık, gazetecilerin sorusu üzerine sadece "esefle karşılıyorum" dedi. Erdoğan bu sözlerden sonra "Yüksek İstişare Kurulu"nu topladı ve Arınç'ın tavsiyelerini dinledi. Arınç'ın toplantıda oturma yerinin değiştirilmesinin bir ceza olduğunu düşünmek ise komiktir.

Bülent Arınç, damadı da FETÖ'den tahliye edildikten sonra, Tayyip Erdoğan'a rağmen böyle bir süreç başlatabilir miydi?


Nitekim Sabahattin Önkibar, "Arınç, Tayyip Erdoğan'dan cemaate yeni bir şans verilmesini istedi" diye bir kulis söylentisini yazdı.

                                                              ***

Sürecin önemli aktörlerinden Devlet Bahçeli, bu konularda ılımlı bir tavır takındı. Bahçeli şöyle dedi: "Bazı FETÖ davalarıyla ilgili kamuoyuna açıklanan kararlar milli vicdanı oldukça rahatsız etmektedir.

FETÖ'yle mücadelenin sulandırılmasının yanı sıra, KHK faciadır değerlendirmesiyle birlikte mağdur edebiyatına bel bağlanması 15 Temmuz şehitlerine ve gazilerine büyük bir haksızlık ve hadsizliktir.

FETÖ'nün siyasi uzantıları konusunda henüz mesafe alınmaması da ister istemez kafalarda soru işaretlerine neden olmaktadır. FETÖ'yle irtibat ve iltisakı bilinmesine rağmen, arkası olan, destekçileri bulunan, bürokratik ve siyasi imtiyazlarla zırha büründürülen kişilerle ilgili hukuki süreçlerin tavsaması, hatta savsaklanması ciddi bir sorun olarak karşımızdadır."
Bahçeli, bir taraftan da "15 Temmuz sorgulanmamalıdır" dedi.

Ne olur 15 Temmuz sorgulanırsa?

15 Temmuz'u Allah'ın lütfu olarak görerek, Türkiye'nin yönetim sistemini değiştirenlerin yaptıkları da sorgulanır!
TBMM Başkanı Mustafa Şentop, "Hükümet sistemi değişikliği meselesi, 15 Temmuz'da gerçekleşen o direnişin dışında, ondan bağımsız bir şey olarak değerlendirilemez. Ve o Türkiye'yi bu hükümet  sistemi değişikliğine getirmiştir. Bu paradigma değişikliğinin tescili noktasına getirmiştir." demişti ya şimdi o paradigma bir daha değişiyor!

                                                             ***

Arınç'ın işaret fişeğinden sonra alınan kararlar, Türkiye'de siyasetin yeniden kurgulandığını gösteriyor. Tabii bütün bunlar, ABD Kongresi'nde Tayyip Erdoğan'ın mal varlığının araştırılması kararı verilmesi, Halk Bank ile ilgili ikinci bir dava açılması, Erdoğan'ın kendisine ağır bir mektup yazmış Trump ile görüşmeye gitmek için karar vermesi ve Suriye meselesiyle doğrudan ilgili.


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

7 Kasım 2019 Perşembe

Yoksuldular, öldüler - Turan Eser / BİRGÜN

Uyanın ölüyoruz. Yas tutmamalı, isyan etmeli utanç duyulacak halimize.

Hamasete sığınarak ölümleri seyrediyorlar. Her gün başka bir yerde... Başka bir dertte. Ateş düştüğü yeri yakıyor.

Şimdi yine intiharlarda seyrediyoruz, ülkenin ürpertici insan manzaralarını ve ölümlerini.

Zor günlerden geçiyor insanlık. Bir yanda kin, kibir, nefret, çatışma, toplumsal kutuplaşma, ölümler, işsizlik, zamlar, yasaklar, artan yoksuluk, intiharlar ve diğer yanda halkın hakikatinden firar etmişlerin dünyasındaki şatafat, gösteriş, itibar israfları, güç gösterisi ve umursamamazlık!

Açlığın travması intiharlarıyla sesleniyor dört kardeşin bedeninde! Soğuk kalplere, nasırlanmış vicdanlara, görmeyen gözlere, sağırlaşmış kulaklara tesir etmeden!

Dört yetişkin kardeştiler. Soyadları da Yetişkin!
48 yaşındaki Cüneyt, 54 yaşındaki Oya, 60 yaşındaki Kamuran ve 56 yaşındaki Yaşar!
“Taşı toprağı altın” sanılan İstanbul’un yoksullaştıran toprağındaki mezarlarında sırlandılar.
Yoksuldular.
Kimsesizdiler.
Sahipsizdiler.
Çaresizdiler.
Sözün ve umudun bittiği sınırda yaşıyorlardı.

Ne devlete ne topluma güvendiler..

O sıcak gecenin en soğuk sohbetini kardeş kardeşe yaptılar. Hayallerini, hedeflerini, çocukluk, gençlik anılarını, aşklarını ya da huzuru, refahı değil, sadece birlikte intihar etmeyi konuştular. Dört insan saatlerce nasıl ve neden intihar edeceklerini konuştular!

Onları intihara sürükleyen, sahipsizliği, çaresizliği, vurdum duymazlığı, çürümüşlüğü, ödenmemiş faturaları, alacaklıların tacizlerini, haciz koyulmuş maaşları ve sosyal devletsizliği konuştular.

Yoksulluğun travmasını yaşıyorlardı.

Aynı odadaydılar. Dördü aynı anda ve birlikte karar verip intihar ettiler.
Onları asla ve hiç bir zaman anlamayacak olanlara, sadece intihar ederek seslendiler. Bedeli dört can ile ödenmiş acılı bir dil seçtiler. 29 harfi değil, dört tabut içine sıralı dizilmiş yoksulluğun, yoksunluğun, sahipsizliğin ve çaresizliğin cansız bedenleriyle sessiz konuştular.

Ne devletin sosyal olmayan vicdanına, ne hakikatleri duymayan kulağına ulaşmaz yoksulun bedeli ölümle yazılmış sesi.

Ulaşsa da, vardır elbette bir klasik cevabı devletin; “Allahın takdiri!”, “Kader” ya da “Bu işin fıtratında ölüm var!” derler. Bakmazlar sıralı tabutlara, sinsice bekler haciz için gelenler ve keserler elektriği yoksul ölümlerin gölgesinde!

Vicdan firar etmiştir artık. Diclenin kenarında kaybolan koyunun hesabından sorumlu olanlar yoktur ortalıkta..

Bir başka ülkede olsaydı gündemler sarsılır, hükümetlere hesap sorulurdu. Çürümüşlüğün toplamsallaştığı ve devletleştiği Türkiye’de dört kardeş intihar etti.

Neden intihar ederler?

Sadece yoksulluktan, işsizlikten ve açlıktan kaçmak için mi intihar ediyorlar?
Ya çaresizlik? Peki ya sahipsizlik? Nerede o “kimsesizlerin kimsesi” olacak devlet?

Fark edilmeyen sosyal tükenişlerin sürüklediği ölümleri kim görecek? 
TBMM ne yapar? 
Hükümet ne yapar? 
Neden bir açıklama yapılmaz?
Siyaset!
İktidar!
Hükümet!
Devlet!
Sihirli sözcükler.. Kerametleri sadece kendi çıkarlarına. Yandaşlarına, ailelerine…
Sosyal devletsizlik çürümüşlüğün adı.

Hep birlikte çürüyoruz seyrederek. İnsanlık çürüyor. Sahipsizlik ve bencillik toplumsallaşıyor.

Atanamayan öğretmenler intihar ediyor. Peki ya suçsuz insanlar, onurlarıyla oynandıkları, gururları çiğnendiği, kumpas yargılamalar ve hukuk dışı kuşatmalar karşısında intihar edenler..

46 KHK’lı insan intihar etmiş.

İşsizlik, yoksulluk, yoksunluk, sahipsizlik, insanları intihara sürüklüyor. İşçiler işyerlerinde iş cinayetlerinde ölüyor. Madenler çöküyor. Her yer sıralı mezarlar.. Sıralı geliyor ölümler..

Her şeyin bir “bedeli" var bu dünyada. Her şey satılık! İnsana dair her şey artık alınıp satılan bir meta haline geldi. Akıl satılık, düşünce satılık, arkadaşalık satılık! Ruh bile satılık! Çünkü bu ülkenin ruhunu bozdular!
Kapitalizm her şeyin alınıp ve satılır olduğunu öğütlüyor.

Sosyal devlet yok! 
Dayanışma, paylaşım ve yardımlaşma da yok! 

Din ile aldatıp, topladıkları yardım paralarının hesabını veremeyecek tüccarlar var! Emeği sömüren sermaye var! Modern köleler yaratılıyor! Birilerinin mutluluğu ve refahı için, çoğunluğun mutsuzluğu örgütleniyor!

İnsanlar açlıktan, yokluktan intihar ediyor!

Sosyal devlet yerine, sadaka ve kulluk devleti yaratılan tüm coğrafyalarda sahipsiz insanları intihara sürüklüyor.

Yandaşların vergi borcu sıfırlanıp, ihaleler peşkeş çekilirken, devlet kaynakları israf edilirken, sarayların bütçesi kat kat artarken, Fatih’te dört kardeş intihar ediyor.

Çünkü onlar sahipsiz, kimsesiz, yoksul ve çaresiz!

Çünkü kapitalizm ve bencillik öldürüyor!

Turan Eser / BİRGÜN

Aşkolsun Ravza Hanım kardeşim - Miyase İlknur / CUMHURİYET

Köşemizi geçen hafta AKP İstanbul Milletvekili Ravza Kavakçı’ya bıraktığımız için yazamamıştık. Gönüllü bir bırakma değildi tabii ki... Milletvekili olduğu halde İBB’nin aktif çalışanlar listesinde adının bulunduğunu ve Metro AŞ’nin sitesinde de fotoğraflı künyesinin durduğunu, İBB’de işe girdikten bir gün sonra da burs alıp ABD’ye gittiğini yazdığımız için mahkemeden tekzip göndermiş. O nedenle zorunlu bir bırakmaydı bizimkisi. Ama görünen o ki, haftada bir yazdığımız bu köşeyi Ravza Hanım’la dönüşümlü olarak kullanacağız galiba. Biz yazacağız o tekzip gönderecek, o tekzip ettikçe biz yazacağız. 
Gelelim yazımızdaki iddialarımıza verdiğiniz yanıtlara. İBB’ye kaç yılında girdiğinizi, kaç yılında doğum nedeniyle iş akdinizi dondurduğunuzu ve kaç yılında geri döndüğünüzü ve burs için sınavlarda kaç puan aldığınızı ayrıntılarıyla anlatmışsınız. Beyanınıza göre belediyeye ilk olarak Belbim AŞ’de 1996 yılında başlamışsınız. 1996’da doğum nedeniyle kadronuzu dondurmuş on yıl sonra 2006’da AB İlişkileri Müdürlüğü’ne dönüş yapmışsınız. 2008’de ise burs kazanıp ABD’ye gitmişsiniz. 2013’te Metro AŞ’de mecburi hizmete dönmüşsünüz.
İBB’nin Metro AŞ internet tanıtımında işe giriş tarihiniz 16.12.2008 görünüyor. Ne 2006 ne de 2013 tarihlerine uymuyor. Ayrıca Metro İstanbul AŞ’nin sitesine yazıyı yazdığımız tarihte girildiğinde Tasarım Hizmetleri Müdürlüğü’ne bağlı çalışan personel listesinde hâlâ resminiz ve isminiz yer aldığı gibi hemen altında yer alan “Ayrılış Bilgileri” bölümü boş görünüyor. Yani milletvekili olmanız nedeniyle ayrıldığınız ya da kadronuzun dondurulduğu bilgileri neden girilmemiş?
Aynı şekilde tüm çalışanlar listesinde 2669. sırada isminiz yine aktif çalışanlar listesinde görünüyor ve burada da ayrılış bilgileri yer almadığı gibi IBAN bilgileriniz ve maaşınız aynen yer almış. Bazı çalışanların askere gittiği notu yer alırken sizinkinde neden bu bölümde kadronuzun dondurulduğu bilgisi yer almıyor. Aynı birimde çalışan arkadaşlarınız sizi bir gün bile işte görmediklerini söylüyorlar. İşyerinde çekilmiş masanızda ya da arkadaşlarınızla bir tane resminiz var mı mesela! Daha da vahimi sizin 2013 yılında işe başladığınız ama 2008 yılında giriş kaydı oluşturulduğu söyleniyor. Biz çalışma arkadaşlarınızın yalancısıyız! Ayrıca bir belediye mühendis kadrosundaki çalışanını neden siyaset doktrası için burs verir.
İBB’de çalışmaya başladıktan bir gün sonra burslu olarak ABD’ye gittiğiniz bilgisini bizzat İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu basına açıkladı. Biz de Başkan İmamoğlu’nun bu açıklamasına dayanarak bu bilgiye yer verdik. Biz her üç yazımızı da belediyenin resmi siteleri, aktif çalışan personel listesi ve Başkan İmamoğlu’nun yaptığı açıklamaya dayanarak yazdık. Bu durumda dava açacağınız kurum İBB, kişi de İBB Başkanı İmamoğlu’dur. 
Başkan İmamoğlu, “Ravza Kavakçı ile ilgili iddialar hakkında soruşturma açtık” demesine karşılık bu konu da aynı İBB bünyesindeki araç tahsislerinin kime yapıldığı konusu gibi sonuçlanmadı. Ya da sonuçlanmış olmasına karşın kamuoyuna bir açıklama yapılmadı. İBB’nin “at fava bekle, gün gelir lazım olur” yaklaşımı umarız biter biz de aydınlanırız. Ama eldeki belgeler sizi haklı çıkarmıyor ne yazık ki. 
Ayrıca Ravza Hanım kardeşim, bize tekzip göndermenize gerek yoktu. Yapacağınız açıklamaları aynen koyardık. Tekzip göndermesine bozulmadım ama açtığı tazminat davasına fena halde içerledim. Yazdığım her üç yazının her biri için 40 bin TL’lik tazminat talebinde bulunmuş. Talep ettiğiniz 40 bin TL nedir ki? Üç ayrı yazıdan toplam 120 bin TL. Anımsadığım kadarıyla Kenan Evren, Melih Gökçek, Hüseyin Avni Coş  dışında kimse benden tazminat talebinde bulunmadı. İtirazım, açtığınız tazminat davasına değil tazminat miktarınadır. Yani aşkolsun tazminat miktarını neden bu kadar düşük tutuyorsunuz. Sizin kişilik haklarınız benim de meslekteki marka değerimin fiyatı bu kadar ucuz olmamalı. 
Ha sürümden kazanacağım diyorsanız, o başka.
Miyase İlknur / CUMHURİYET

Ispanaklı hukuk, ıspanaklı yargı - ALİ RIZA AYDIN

Gücün sembolüydü, zehirlenmenin sembolü oluverdi ıspanak. 

Ispanak artık çok yönlü kullanımının yanına zehirlenme de eklenerek tarihteki yerini alacak.

Yalnız ıspanak mı zehirliyor ya da ıspanak hariç her şey mükemmel mi?
Cumhuriyet, cumhuriyetin niteliklerini belirleyen “insan hakları”, “demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti”; bunların olmazsa olmazı olarak seçim, parlamento ve yargı; din, kültür, siyaset, ekonomi, patronlar, güvenlik, eğitim ve sağlık vb. birçok unsur adlarını koruyarak ıspanak gibi zehirlemeye başlamadılar mı?
Sermaye düzeni sınıfının gereği için halkı çok yönlü zehirleyecek her şeyi yapmıyor mu?

Hukuk da zehirleyen ıspanak türünden ama üstünlüğüne toz kondurulmuyor.
Hukukun toplumu zehirlemesi, içine karıştığı iddia edilen ayrıksı kurallardan kaynaklanmıyor. Bu tür maddeleri yasama organı da ayıklar, yargı organı da. Anayasa Mahkemesinin asli görev ve yetkisi bu ayıklama zaten. Hukukun toplumu zehirlemesi sınıfsallığından kaynaklanıyor, ayıklayıcılar da buna destek veriyor.

Yargı hukuktan geri kalır mı? O da zehirleyici ıspanakgillerden ama adalet gücüne toz kondurulmuyor. Adalet dağıttığı sanılan yargı sermayeye ve gericiliğe panzehir dağıtırken emekçi halka zehir şırınga ediyor. 

Adana ve Konya arasında yaşanan yakın tarihli iki dava yolculuğu, laik hukuk devletinin nasıl çürütüldüğünü göstermek yönünden ilginç. Örneğimiz soL Portal okuyucularının yakından izlediği zorunlu din dersi (ZDD) davalarıyla ilgili. 
Bilindiği gibi AKP, Anayasadaki birçok maddeye dağılan ve Anayasanın özünü de oluşturan en temel ilkelerden birini, laiklik ilkesini içini boşaltarak yok etmeyi hem hukuksal hem de uygulama alanında başardı. Yargı da, mahkemeleriyle, yüksek mahkemeleriyle ve Anayasa Mahkemesiyle bu değişikliğe “dur” diyemedi, destek verdi.

Laikliği politikaları arasında sayan birçok düzen partisi açıkça ya da gözlerini yumarak, sessiz kalarak bu değişikliği onayladı. 

Bu ittifaka göre artık laiklik, dinin devletten, hukuktan, eğitimden, bilimden, siyasetten, toplumsal yaşamdan ve ilişkilerden ayrı ve uzağında durması değil, din özgürlüğü olarak tanımlanıyor ve uygulanıyor. Ayrı ve uzak durma önemli, çünkü dinin özelliği gereği ayrı gibi dursa bile yakın olursa sızma özelliği yüksek. 
Bu yeni tanımla gericilik buluşunca Anayasa da ıspanaklaştı. Anayasaya göre “din kültürü ve ahlak öğrenimi” ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alıyor. Bunun dışındaki, bir dine ait din eğitim ve öğretimi ise “kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine” bağlı. 
Anayasa bu konuda öngörmüyor, buyuruyor ve adıyla sanıyla bir dini değil tüm dinleri kapsıyor. Daha da önemlisi herhangi bir dine inananlar değil inanmayanlar da Anayasa kapsamında. 

12 Eylül darbesinin ürünü Anayasa bile genel olarak insanlık tarihindeki dinleri yine aynı genellik kapsamında bir kültür ve ahlak öğrenimi alanı olarak görürken herhangi bir dinin eğitim ve öğretimini isteğe bağlı tutarak inanmayanları da ya da inanıp ders almak istemeyenleri de gözetmiş oluyor.

Adana Konya hattına dönersek, laiklikle ilgili bütün esasları ve anayasal hükümleri ıspanaklaştıran bir trafik yaşandı. 

Birinci olayda bir aile çocuğuna bir dini bile değil, bir dinin bir mezhebini dayatan din eğitim ve öğretimini talep bile etmeden veren okula/milli eğitim kurumuna karşı bu dersi almak istemedikleri için başvurdu. 

Başvuru idare tarafından reddedilince Adana İdare Mahkemesine dava açıldı. Adana, bu dersin bir dini ve mezhebini kapsamadığı, din kültürü ve ahlak dersi olduğu gerekçesiyle başvuruyu reddetti. Usul gereği bu ret kararına Konya Bölge İdare Mahkemesinde aile tarafından itiraz edildi ve Konya BİM Adana İM’nin ret kararını hukuka uygun bulmadı. 

İkinci olayda ise bir başka öğrenci için yine Adana’da açılan dava birincinin aksine Adana İM tarafından kabul edildi. Yani öğrenciye bir dinin bir mezhebinin zorunlu ders olarak verilmesi hukuka uygun bulunmadı. Bu karara İdare itiraz etti. Konya BİM bu kez Adana İM’nin kabul kararını hukuka uygun bulmadı.

Aynı Bölge İdare Mahkemesinin aynı konuda aradan bir yıl bile geçmeden aldığı iki zıt karar. Başkan değişince işler değişiyor, üyenin görüşü de değişiyor. En kolayı da gerekçe bulup yazmak. Hukukun ve yargının sınıfsallığı, sınıfın çıkarı neyi gerektiriyorsa o yapılır, imza basılır.   

4 Kasım 2019 tarihli soL Portalda ıspanak zehirlenmesi haber analizinde Mehmet Kuzulugil’in ifade ettiği, “Kötü olasılıkla önümüzdeki günlerde yeni zehirlenmelerle karşılaşacağız, iyi olasılıkla bir süre kimse ıspanak yemeyecek! Çünkü gerçek nedene ulaşmak mümkün olmayacak” değerlendirmesi yargıyla ilgili durumu da açıklayıcı: kötü olasılıkla yargının hukuksuz ve adaletsiz kararları devam edecek, iyi olasılıkla böyle bir yargıya dava açmaktan kaçınılacak, dava olmayınca hukuksuz ve adaletsiz karar da çıkmayacak!   
  
Kafalar karıştı mı? Bu nasıl çelişki mi deniliyor? 

Ispanak hariç her şeyin mükemmel işlediği sanılınca ya da düzeni mükemmel gösterenlere yeterli ve etkin tepkiler gösterilmeyince böyle örnekler sürüp gidecek. Bu tür olaylarla oyalanırken de gerçekler hep arkaya itilecek, sermayenin ve gericiliğin borusu ötmeye devam edecek.  
  
Bir kez daha değil bin kez de düşünülse sömürü düzeninin içinde kalarak sermaye sınıfının ıspanaklaşmış örneklerinin içinden çıkılamaz. 

Ispanağı da kendilerine benzettiler. O da ancak sınıfsız sömürüsüz toplumda kendine gelecek ve başına gelenlerin hesabını soracak. 

Gerçek adalet emek ister, emek gerçek adalet ister.

Ali Rıza Aydın / SOL

6 Kasım 2019 Çarşamba

Hain mi, kahraman mı, casus mu? - Zülal Kalkandelen


“ABD hükümeti, tüm dünyada bugün yayımlanan kitabım hakkında dava açtığını duyurdu. Bu hükümetin okumanızı istemediği kitaptır.”
17 Eylül 2019‘da resmi Twitter hesabında bu açıklamayı paylaştı Edward Snowden. Söz ettiği kitap, Metropolitan Books tarafından yeni yayımlanan “Permanent Record”. Henüz Türkçe olarak basılmayan kitabın adı “Kalıcı Kayıt” anlamına geliyor. 
Snowden, ABD Ulusal Güvenlik Ajansı’nın eski sistem analisti (NSA) ve Merkezi İstihbarat Dairesi’nin (CIA) eski çalışanı. 
11 Eylül’den sonra Amerikan hükümeti, telefon konuşmaları ve internet üzerinden yapılan tüm iletişimi takibe alınca, Snowden, 2013’te gizli belgeleri gazetecilere sızdırmıştı.
O dönemde belgeleri İngiltere’de The Guardian, Amerika’da The Washington Post gazeteleri yayımlayınca büyük bir tartışma başladı.
ABD hükümet yetkililerine göre bu kitlesel izleme, bir daha 11 Eylül benzeri bir terörist saldırıya uğramamak için halkın güvenliği açısından yapılmıştı. Fakat telefon ve internet üzerindeki tüm iletişimin devlet tarafından gizlice izlenmesi, Amerikan anayasasına açıkça aykırı...
Bu tartışma devam ederken, Snowden’ın sızdırdığı belgeleri yayımlayan gazeteler, ABD’nin en saygın gazetecilik ödüllerinden Pulitzer’in “kamu hizmeti” dalındaki ödülüne layık görüldü.
Kimseye açıklanamayan bir sırla yaşamak
2013’ten beri Moskova’da yaşayan Edward Snowden’ın kitabını merakla okudum. Daha önce gazeteci ve yönetmen Laura Poitras ve Glenn Greenwald ile Hong Kong’da buluşarak gizli belgeleri onlara verdiği süreci anlatan Citizenfour adlı belgeseli de izlemiştim. 
Kitapta, “Söylenemeyen bir sır ile yaşamaktan daha zor bir şey yoktur” diyor Snowden. Ama NSA ve CIA’de çalışıp bunu kurum dışındaki insanlardan saklamak zor olsa da, en azından kurumdaki çalışma arkadaşlarınızla paylaşabildiğinde, bir açıdan eğlenceli olduğunu da ekliyor. 
Oysa birlikte yaşadığı insana bile tek kelime edemediği bir sırrı olduğunda, içine düştüğü yalnızlık tarifsiz. 
Belgeseli gerilimli bir film gibi izlerken, Snowden’ın kendini kapattığı otel odasındaki endişelerinin aktarılışı ve sürece dair ayrıntılar çok ilgimi çekmişti. 
NSA’den bilgileri kopyalamak için taşınabilir bellek ve klasik bilgisayarları kullanışı, sınırlı zamanda kopyalamayı bitirmek için acele edişi çarpıcıydı. En önemlisi de, bu gerçek olayların kurgu görüntülerle değil, olaylar olurken gizlice kaydedilmiş görüntülerle yansıtılmasıydı.
Liseyi dışarıdan bitiren gencin yükselişi
339 sayfalık kitapta daha önce açıklananlara ek olarak bomba etkisi yaratacak bir sır ifşası yok. Ama Snowden’ın ifadesiyle, “lisede ev ödevi yaparken 1000 kelimeden fazla yazma isteği duymayan” biri için ustalıkla kaleme alınmış. 
Üniversite diploması bile yokken, liseyi dışarıdan bitirmiş bir insanın, çok genç yaşta sistem analisti olarak CIA’e girip NSA’de yükselişine şaşırıyor insan...
Sahil koruma görevlisi bir baba ile federal mahkeme çalışanı bir annenin bilgisayarlara meraklı oğlunun sıra dışı hayatını akıcı bir dille anlatan, iyi bir özyaşamöyküsü “Permanent Record”. 
Yasaya aykırı sırları gizlemek suça ortak olmaktır
Kitabı bitirdiğinde birçok insanın aklına gelen soru belli: 
Hükümetin anayasaya aykırı gizli sırlarını gazetecilere veren Snowden vatan haini mi, kahraman mı, yoksa casus mu? 
Bu olayda mutlaka henüz açıklanmayan sırlar var. Ama bence bir şey kesin: 
Bireyler ya da kurum ve hükümet yetkilileri anasayasaya aykırı suç işlediğinde, susmanın suça ortak olmak anlamına geldiğine kuşkum yok. 
Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET