17 Mart 2020 Salı

Albert Camus’den iyi huylu ‘Veba’ya…- H. AYHAN TİNİN / DİKEN

Kente giriş çıkışlar yasaklanmıştı. Ölü sayısı o kadar artmıştı ki artık mezarlar kadın ve erkek diye ayrılmıyor, toplu halde gömülme işlemleri yapılıyordu. Yakınlaşma, dokunma, kucaklaşma yasaklanmıştı. En kolay bulaşma yöntemi olduğu söyleniyordu. Karantinaya alınan şehirden, bir kurşunla ölmeyi göze alan kaçışlar başlamıştı. İnsanlar, umutla umutsuzluk arasında bir yerde hastaneye mi yoksa kiliseye mi sığınacaklarına karar veremiyordu…
Cezayir asıllı ünlü felsefi denemeleriyle tanınan edebiyatçı ve tiyatrocu Albert Camus’nün ‘Veba‘ romanının kurgusal çerçevesinden bahsediyoruz.
1947 yılında yazılan roman Cezayir’in Oran kentinde çıkan bir veba salgını kurmacasını anlatıyor. Romanın yazıldığı yıllar veba kadar kötücül; bütün dünyanın birbiriyle savaştığı, savaşın bulaşıcı şekilde bütün coğrafyalara yayıldığı zamanlardır…
Son birkaç haftanın dünya gündemi olan corona virüsünün, dünyada yarattığı çılgınca ve korkutucu oluşumlar aklımıza bu muhteşem romanı getirdi.
‘Veba’ sembollerle yüklü bir romandır. Öyküsünden daha çok o öyküde yazılan olay ve insanların neyi sembolize ettiği önemlidir bizce… Zaten Albert Camus gibi özgün düşünce sistemi olan bir edebiyatçıdan da başkası beklenmezdi.
Felaket ve salgın karşısında farklı insanlık hallerine büyüteç ile yaklaşan romanda, klasik bir kahraman yok. Başka bir deyişle romanın başrolünde kötü kahraman veba ile onun yarattığı salgın ve ölümler var. Romanda yer alan karakterler, bu salgının yarattığı durumla ilişkileri üzerinden çizilmişlerdir.
Doktor Rieux, yaşlı Tarrou, memur Grand, fırsatçı Cottard, gazeteci Rambert bütün bu karakterlerin salgına bakış açısı, sade fakat etkili bir dil ile işlenir.  “Bana bulaşmaz” diyerek kendini iyi hissedenler, umutla mücadele edenler, umutsuzluğa yenik düşenler, panik olmasın diye ölüm haberlerini küçülten hastane, her şeyi göze alarak şehre girmeye veya çıkmaya çalışanlar, bir süre haberleri abartan sonra da görmezden gelen basın… Yazgıya dönüşen bir felaketin çevresinde yer alan her insanı muhteşem yazmıştır Camus… Uzun, bazen yavaş aktığı ve sıkıcı olduğu söylense de, okuru irkilten ve ruhunda sıkıntı yaratan, hayata karşı duruşunda, kendisiyle yaptığı yüzleşmelerdir.
Böyle distopik ve salgına dönüşen felaketlerde hayatta kalma mücadelesi ile hayatta kalma seçimleri birbirinden o kadar farklı kavramlar ki… Televizyonların corona virüsüne ayrılan tartışma programları sosyologlar için bir cennet! Neler duyduk, neler… Paça çorbasından başladık, virüsün zarfı olduğunu öğrenip onun da bir kolonya dökümü canı olduğuna geldik. Ardından karantinalar, ülkelerin bir ay boyunca birbirlerine uçuş ve ziyaretlerinin yasaklanmasından, İtalyanların ülkelerinin can damarı turizme bomba atacak kararlar almasına, Fransızların yüz yıllık yaşam alışkanlığı kafelerinin kapatılmasına vardık. Bütün bunlar olurken, bilimsel tavır içinde SARS virüsünden ya da kuş gribinden ölenlerin istatistiklerini veren birileri ‘corona’nın henüz onların yanına bile yaklaşamadığından bahsedip abartılmaması gerektiğini söylediler.
Peki biz ne yapalım? Nasıl Davranalım? Bilim insanı, tıp doktoru olmayan bizim gibiler ne yapsın?
Cezayirli bir işçi ile evlere temizliğe giden bir İspanyol asıllı bir annenin çocuğu olan Albert Camus 1913’de doğmuş. Felsefe eğitimi almış. Erken yaşlarda yazmaya başlamış. 1930’lu yıllarda bir tiyatro kurmuş, dört yıl boyunca oyunlar yazmış, yönetmiş, sonra Fransa’ya gitmiş. Kendisine yakıştırılan varoluşçuluğu kabul etmemiş. Siyasal yelpazenin iki tarafıyla da tam anlaşamamış.  Belli bir tarafın savunucusu olmaya değil, insan olmaya, barıştan yana olmaya, insanlık vicdanına, yoksulluk ile mücadeleye, adalete değer vermiş.
En ünlü sözlerinden biri, “Çocuklara işkence yapılan bu dünyayı sevmeyi, ölünceye kadar reddedeceğim.” Biz bugün Asya’daki çocuk işçiler sorunun da işkenceden farkı olmadığını biliyoruz. Nobel’i alan en genç ikinci yazar olurken, verilme nedeni olarak, ‘insan vicdanının sorunlarını aydınlatan eserler vermesi’ gösterilmiş. 46 yaşında bir trafik kazasında ölmüş.
“Hatırlamak için yavaşlar, unutmak için hızlanırız” demiş. 
Biz ne yapacağız? Unutacak mıyız bugünleri? Yavaşlamalı mıyız, hızlanmalı mı? 
Dünyada alınan eşi benzeri görülmemiş önlemlere ve bunların dünya ekonomisinde ve ülkelerin iç siyasetlerin yaratacağı olumsuz etkilere rağmen alınan kararlara bakarak işi ciddiye mi alalım? 
Sarımsak ve kolonyayla hiçbir şey yokmuş gibi hayatımızı sürdürüp, kelle paçacıda mı buluşalım? 
Bugün yapmamız gereken ne? Bu iş ciddi mi, yoksa dünyanın önde gelen devletlerini yönetenler bizim yorumcular kadar okuyamıyor mu olan biteni? Bütün dünya ekonomilerini, insanların hayatlarına dokunan boyutuyla da yüz milyarlarca dolar etkileyecek bu durumu, büyütmeye gerek yok mu gerçekten? Bütün bu toplumsal ve ekonomik zorlu kararları alan dünya siyasileri, yüksek ateş altında mı kararnamelere imza attılar? İki ay gelirleri kesilse “Yangın var diye bağıracak olanların televizyon tartışma programlarında bu gevşek yorumları neyin göstergesi?
Gerçekten şimdi ve burada, yaşadığımız bugünlerde ne oluyor? Neden oluyor? Bunun yanıtını dürüstçe verecek bilim insanlarına ihtiyacımız var.
Alber Camus gibi büyük yazarları büyük yapan, onlara Nobel Ödülü kazandıran; insanoğlunun bu umutla umutsuzluk, gerçekle yalan, iyilikle kötülük, ciddiyetle aymazlık, vicdanla acımasızlık, bir felaketi kanıksamakla başkaldırmak arasında duran seçimleri… Doktor Rieux umutsuzluğa alışmamak için mücadele eder. Umursamama, hayrete düşme, korkuya kapılma ya da duyarsızlaşma her biri insana ait. Peki yakışan hangisi? 
UNICEF korkunç bir açıklama yaptı: “Üç milyar insanın, evinde elini sabunla yıkayacağı lavaboları yok!” Günümüz insanlığı olarak duyarsızlaşma aşamasında mıyız? 
Bir fare ölüsüyle ya da corona virüsüyle başlayan insanın çaresizliğinin sınırları nerede?
Romanda geçen en dehşetli düşünce Oran kentinde bazı insanların, “Bana bulaşmaz” düşüncesiyle hareket etmesi… Bir salgın varsa herkese bulaşır! Hele bu ‘Veba’ romanında, hastalıkla sembolize edilmiş olan kötülükse!
Asıl soru ‘Veba’ romanıyla Camus’nün de sorduğu; insanlık için hala ümit var mı? İnsanlığı iyileştirmek mümkün mü? 
Bir salgının kötülük gibi, kötülüğün bir salgın gibi herkese ve her şeye bulaşırken, bu kez olsun akıllanıp yeni bir dünya ve yeni bir insan diyecek miyiz? Yoksa vicdanımızın distopyalarında küçük hesaplar, kazanımlar, popüler olmalar, kendini kurtarmalar uğruna yok olup gidecek miyiz?
Kimlerin cebinde Mars yolculuğu bileti var? Kaçıp gitmeler de kimseyi kurtaramayacak belki… 
Hoşçakal Albert Camus, dileyelim ki bir gün; iyilik de iyi huylu bir veba gibi hızla bulaşır.

H. AYHAN TİNİN / DİKEN

Sanat da var / Edebiyat-Toplum  

Bu kez gerçekten farklı - Hayri Kozanoğlu

Koronavirüs yayılıyor. Daha önce hiç yaşamadığımız, hâlâ sonuçlarını öngörmekte güçlük çektiğimiz bir durumla karşı karşıyayız. Biz ancak işin ekonomik boyutu üzerine değerlendirme yapabiliriz. Gelin, 10 maddede neden bizleri ağır bir ekonomik fatura beklediğini özetleyelim.

Her ekonomik krizden önce aşırı iyimserliğin egemen olduğu bir dönem yaşanır. Kapitalist sistemin geçmişte yaşanan şokları soğuracak yöntemler geliştirdiği, konjonktürel dalgalanmaları yumuşatacak mekanizmalar keşfedildiği, zaten ortada ciddi bir sorun olsa bunun piyasa göstergelerine yansıyacağı söylenir. “Bu kez farklı” kanaati yaygınlaşır… Derken kapitalizmin krizlere açık doğası hükmünü icra eder, beklenmedik bir anda kriz patlak verir. Geçmiştekilere benzer bir kriz senaryosu yaşanmaya başlar…
Gelgelelim bu kez durum gerçekten farklı. Ne ortalıkta finansal bir çalkantı vardı, ne jeopolitik gerilimler sonucu ani bir cephe savaşı gündeme gelmişti, ne de ticaret savaşları krizi tetiklemişti. Çin’in Wuhan eyaletinde ortaya çıkan koronavirüsün hızla yerküreye yayılması sonucu birdenbire ani bir panik yaşanmaya başlandı.
Daha önce hiç yaşamadığımız, kimse tarafından tahmin edilmediği için üzerinde düşünmediğimiz, hâlâ sonuçlarını öngörmekte güçlük çektiğimiz bir durumla karşı karşıyayız. Tarihteki veba, İspanyol gribi benzeri salgın örnekleri de, üretimin farklı aşamalarının “tedarik zincirleri” üzerinden değişik coğrafyalarda gerçekleştiği, insan hareketlerinin bu denli hızlı seyrettiği bir döneme denk gelmediği için emsal oluşturmuyor.
Ancak bu kısıtlar, ilk aşamalarını da gözlemleme olanağı bulduktan sonra, içinden geçtiğimiz çalkantılı süreci el yordamıyla da olsa ekonomi merceğinden değerlendirmemize engel değil.
Söylemeye bile gerek yok, birinci önceliğimiz, Dünya Sağlık Örgütü tarafından “pandemik” ilan edilen bu korkunç salgının en az insani kayıpla atlatılması. Biz ancak işin ekonomik boyutu üzerine değerlendirme yapabiliriz. İsterseniz gelin 10 maddede neden bizleri ağır bir ekonomik fatura beklediğini özetleyelim.
1-Dünya ekonomisi zaten bir durgunluk içerisindeydi. Küresel büyüme tahminleri aşağı çekilmiş (2020 için IMF yüzde 2,8, OECD yüzde 2,9 büyüme öngörmekteydi); yüksek borçluluk düzeyleri, düşen yatırımlar, yeni teknolojilerin üretkenlik artışı sağlayamaması, bozuk gelir ve servet dağılımı endişe yaratmaktaydı. Grip salgını böyle bir konjonktürde ortaya çıktı. Bir de üstüne üstlük, OPEC ile Rusya’nın petrol arzı konusunda anlaşamaması sonucu 9 Mart gününden başlayarak enerji fiyatlarının hızla düşüşünün gelmesi tabloyu ağırlaştırdı.
2-Ekonomik kriz dönemlerinde kamu otoriteleri insanlara paniğe kapılmamaları, fevri hareket etmemeleri, riskleri abartmamaları yönünde telkinde bulunur. Ancak bu kez, insanları sükûnete davet etmek, konunun tıbbi yönünü küçümsemek, kamu sağlığı riskini artırmak gibi daha vahim bir sonuç verebilir. O nedenle ekonomi örselenmesin diye yurttaşları olay karşısında rehavete yöneltecek açıklamalardan kaçınmak gerekiyor. Bu da ekonomik faaliyetlerin daha da yavaşlaması sonucunu doğuracak.
3-Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı UNCTAD’a göre krizin süresi ve derinliği üç değişkene bağlı bulunuyor: Krizin ne hızda ve ne ölçüde yayılacağına, aşının ne kadar zamanda bulunacağına, bir de politika yapıcıların fiziksel ve ekonomik sağlığımıza yönelik zararları en aza indirecek kararları etkin bir biçimde hayata geçireceğine. Ne yazık ki şu anda üç konuda da, Çin’de yeni vaka sayısının azalması bir yana bırakılırsa, iç açıcı bir gelişme sağlanamadı.
4-Ekonomide bir çalkantı yaşandığı zaman, önce bunun arz yönlü mü talep yönlü mü olduğu, yoksa finansal piyasalardan mı kaynaklandığı sorusuna cevap aranır. İçinden geçtiğimiz kriz talep yönlü; çünkü belirsizlik ve moralsizlik insanların satın alma isteklerini aşağı çekiyor. Üstelik eğlence yerleri kapalı olduğu, seyahat yasaklandığı, evden çıkmamak önerildiği için kişilerin para harcama kanalları gıda, temizlik maddeleri ve ilaçlara hapsoluyor.
Aynı zamanda arz yönlü; tedarik zincirleri belli halkalarda darboğazlarla karşılaşıyor, stoklardaki hammadde ve ara mallar tükendikçe üretimin daha da fazla aksaması olasılığı artıyor. Tam zamanında (just--in-time) imalat sistemleri de düşük stokla çalışmayı gerektirdiği için arz kesintilerinin kısa sürede ortaya çıkmasına neden oluyor.
Dünyada kamu ve özel borç stoklarının 229 trilyon dolara, küresel GSYH’nin 2,5 katına dayanması finans kanalından gelecek riskleri katmerli hale getiriyor. Özetle üç boyutlu bir kriz sözkonusu.
5-Salgınlarda deprem, kasırga, sel gibi doğal felaketlerin aksine fiziksel sermaye zarar görmüyor. Ekonomi salgının ardından kaldığı yerden yoluna devam ediyor. Buna karşın salgın süresince bıçak gibi kesilen talep telafi edilemiyor. İmalat sanayinde üretim kaybı fazla mesaiyle bir ölçüde giderilse de hizmetlerde, özellikle turizm, eğlence, yeme içme sektörlerinde kaybedilen gelir büyümeyi hızla aşağı çekiyor.
6-Karantina sürelerinin uzaması halinde özellikle hizmet sektöründe işten çıkarmalar başlayacak. Eksik çalışma, ücretlerin ödenmemesi veya geç ödenmesi durumu yaygınlaşacak. “Gig” ekonomi adı verilen düzensiz işlerde çalışanlar, yani ders vererek, takside çalışarak, sanatsal performanslar gerçekleştirerek geçimini sağlayanlar ise gelirlerinin bıçak gibi kesilmesiyle karşılaşacak.
7-Petrol fiyatlarının düşüşüyle birlikte kamu bütçeleri petrol ve doğalgaz fiyatlarına bağlı Körfez ülkeleri, başta Nijerya kimi Afrika ülkeleri, Rusya ciddi bir gelir kaybıyla karşılaşacak. Bu ülkelerin ithalat talebinin düşmesi diğer ülkeleri de olumsuz etkileyecek. Amerika’da da yüksek maliyetle kaya gazı ve petrolü üreten, düşük faizlerin etkisiyle tahvil piyasasında büyük montanlarda borçlanan firmaların temerrüte düşme riskleri gündeme gelecek.
8-Borsalarda, tahvil piyasasında, hatta altındaki düşüşler dikkat çekici. Başta havacılık ve otelcilik olmak üzere bazı sektörlerde işlerin yavaşlaması nedeniyle hisse senedi fiyatlarının çakılması, risk primleri artışıyla getirilerin yükselmesine ters oranlı tahvil fiyatlarının düşüşü büyük ölçüde “temel” nedenlerden kaynaklanıyor. Ayrıca “teknik” nedenlerle satışa geçenler de fiyatları daha da aşağı çekiyor. Çünkü kaldıraçlı işlem yapanların teminatları eriyor, pozisyonlarını korumak için nakit koymaları gerekiyor. Bu nedenle tüm finansal varlıklarda satışa geçebiliyorlar.
9-Salgın neoliberal rüzgârlarla birlikte sağlığın özelleşmesinin, kamusal sağlık hizmetinin gerilemesinin ağır faturasını toplumların önüne koyuyor. ABD gibi zenginlerin yüksek standartlı özel hastanelerden yararlandığı, buna karşın 28 milyon kişinin sigortasız çalıştığı, 11 milyon kaçak göçmenin bulunduğu zengin bir ülkede virüs testleri dahi yapılamıyor. İskandinav ülkelerinin aksine sağlık hizmetini bölük pörçük özel hastanelere emanet eden İtalya-İspanya gibi ülkelerde Korona salgınının çok daha büyük hasara yol açtığı görülüyor.
10-Bazı sektörlerin kalıcı bir biçimde daralmaları ihtimali ortaya çıkıyor. Son 10-15 yılda iyice yaygınlaşan turizm faaliyetlerinin ve iş seyahatlerinin azalması, havacılık şirketlerinde iflasları getirebilir. Toplantıların tele-konferans benzeri yollarla yapılması pratikleri bu süreçte iyice kalıcı hale gelebilir. Bu da sadece ulaşım değil, otelcilik, lokantacılık, kültür ve eğlence sektörlerinde gelir, buna bağlı olarak istihdam kaybına neden olur. Küresel iklim değişikliği tehlikesi açısından hayırlı sayılabilecek bu gelişmelerin olumsuz ekonomik ve sosyal sonuçları ortaya çıkar.
Ekonomik çözüm önerilerini isterseniz bir sonraki yazıya bırakalım. Sağlıcakla kalın.
Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Kuruluşunun 172. Yılında Öğretmen Okulları - TAHSİN DOĞAN* / BİRGÜN


16 Mart 1848 tarihinde Rüştiyelere öğretmen yetiştirmek üzere ilk “Öğretmen Okulu” kuruldu. Türkiye de bu tarih öğretmen okullarının kuruluş tarihi olarak kutlanır.
Darülmuallimin (1848), ardından Darülmuallimin-i Sıbyan (1870), Darülmuallimin-i İdadi (1877) ve Darülmuallimin-i Ali (1891) açıldılar. Bu süreçte öğretmenlik mesleğinin tüm kademelerine yönelik öğretmen yetiştiren okullar açılarak meslekte kısmi de olsa kurumlaşmaya doğru önemli adımlar atıldı.
1869 Nizamnamesi’nde kız ilkokullarına ve kız rüştiyelerine kadın öğretmen yetiştirmek üzere öngörülen “Darülmuallimat”ın ilki de 26 Nisan 1870’te İstanbul’da açıldı. Bu okul ilk kız öğretmen okulu oldu. 1922’de Maârif Vekâleti’ne bağlanan Dârülmuallimât’a 1924’te Kız Muallim Mektebi adı verildi. Dârülmuallimin okulları süreç içinde bünyesinde ilk, orta ve liselere öğretmen yetiştiren bir yüksekokula dönüşerek Cumhuriyet Dönemi’ne kadar varlığını sürdürdü.
CUMHURİYET DÖNEMİ
Cumhuriyetle birlikte Türkiye'de öğretmenlik mesleği yeniden yapılandırılarak daha çağdaş bir gelişim sürecine girmiştir. 1924'te çıkarılan 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretimi Birleştirme Yasası) ve 439 sayılı Orta Tedrisat Muallimleri Kanunu ile hem eğitim sistemine hem de öğretmenlik mesleğine çağdaş bir boyut kazandırılmıştır. Türkiye’de ilkokullara öğretmen yetiştirmenin kaynağı, Köy Eğitmen Kursları, İlköğretmen Okulları, Köy Enstitüleri, İki Yıllık Eğitim Enstitüleri ve günümüzde de Eğitim Fakülteleri olmuştur.
KÖY ENSTİTÜLERİ
17 Nisan 1940 tarihinde 3803 Sayılı Yasa ile kuruldu. Daha önce uygulanan eğitmen kursları ve Köy Öğretmen Okullarının yüklenmiş olduğu sorumluluğu biraz daha ileri taşıyarak, Türkiye’nin ilköğretim alanının tüm sorumluluğunu ve çözüm iddiasını da inançla taşıyordu. Köy Enstitülerinin kuruluşunda yer alan kadroların da inancı buydu.
İlk eğitim enstitüsü Türkçe öğretmeni yetiştirmek amacıyla 1926-27 öğretim yılında Konya’da açılan Orta Öğretmen Okulu (“Orta Öğretmen Yetiştirme ve Eğitim Fakülteleri Muallim Mektebi”) olmuştur.
Bir yıl sonra bu okul Ankara’ya taşınarak adı 1929-1930 öğretim yılında “Gazi Orta Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü” olarak değiştirilmiştir. Daha sonra artan öğretmen açığını kapatmak için 1940’tan başlayarak yurdun çeşitli yerlerinde yeni eğitim enstitüler açılmıştır. Sonra öğretim süreleri 4 yıla çıkarılarak adları, “Yüksek Öğretmen Okulu” olarak değiştirilmiştir.
YÜKSEK ÖĞRETMEN OKULU
1959 da Ankara da 1964 yılında da İzmir’de olmak üzere iki yüksek öğretmen okulu açılmıştır. Bu okullara, ilköğretmen okullarının ikinci sınıfından, not ortalaması yüksek olan başarılı öğrenciler alınıyordu.
EĞİTİM FAKÜLTELERİ
Türkiye’de öğretmen yetiştirme görevi bütünüyle Millî Eğitim Bakanlığı’na verilmiş olmasına karşın, üniversitelerimiz başta edebiyat ve fen fakülteleri olmak üzere 1923 ten beri eğitim sistemimize öğretmen vermiştir. Bu durum üniversitelerimize kendiliğinden bir misyon yüklemiştir.
1970’li yıllardan sonra bazı üniversitelerimiz eğitim bölümleri açmış, eski ve yeni öğrencilerine “pedagojik formasyon” programı uygulamaya başlamıştır.
Eğitim fakültelerinin eğitim programları, ders sayısı ve içerik yönünden üniversiteler arası farklılıklar yaşanmaktadır. Eğitimi demokratik, laik ve özgür hale getirelim diyen anlayışla, okulları cemaatlere teslim etmek isteyen zihniyet hep çarpışmıştır. Çağdaş dünyanın tüm değerlerini Türkiye’de uygulayarak, öğretmeninin iş güvenliği sağlanmış, güvenli ve donanımlı bir ortamda öğrencileri ile kaynaşmış bir anlayışla on binlerce öğretmenini KHK’ler ile işinden ekmeğinden eden, öğretmenin güvenliği iki dudak arasında olan, öğretmenini ezmekten zevk alan bir zihniyet hep savaşmış, savaşacaktır köy enstitülerini ve eğitim anlayışını eğitim sistemimize ve toplumsal değerlerimize yaptığı katkılardan ötürü bayraklaştıran zihniyetle, nerdeyse yüz yıla yakın bir zaman geçmesine karşın köy enstitülerine ve çağdaş eğitim kurumlarına saldıran zihniyet savaşmış ve savaşacaktır.
Okul öncesinden, yükseköğrenime kadar tüm çocuklarımızı kapsayacak donanımlı kamu okullarıyla ücretsiz, nitelikli, çağdaş bir eğitim isteyenlerle, kamu okullarına ayırması gereken bütçeyi de özel okullara peşkeş çeken, eğitim alanını ticarileştiren, eğitim sistemini özel sektör ve cemaatlere bırakan zihniyet hep savaşmıştır, bundan sonra da savaşacaktır.
Öğretmen okullarımızın kuruluşunun 172. yılını, eğitim sistemimizin ve öğretmenlerimizin getirildiği vahim durumun kaygıları içinde kutluyoruz.
TAHSİN DOĞAN* - BİRGÜN
*TÖB-DER Yöneticisi

16 Mart 2020 Pazartesi

Halepçe: Saddam öldü kavga bitti mi? - Özkan Öztaş

Binlerce insanın katledildiği Halepçe Katliamı'nın yıldönümünde Özkan Öztaş yazdı ve 'Saddam öldü kavga bitti mi?' diye sordu.


16 Mart 1988 tarihinde Irak’ın Halepçe kasabasında ve çevresinde yaşananlar tüm dünyada yankı bulmuştu. Dönemin Irak lideri Saddam Hüseyin’in, Irak’ın kuzeyinde İran’la sürmekte olan savaşın parçası olarak Kürtlere dönük devam ettirdiği saldırılarda kimyasal silahlar kullanması, gelişmeleri yeni bir evreye taşıdı.

En bilinen anlatımıyla “bir sabah elma kokularıyla uyanan halk” soluduğu şeyin baharın değil de ölümün habercisi olduğunu gördüğünde yapacağı hiçbir şey kalmamıştı. Konu ile ilgili ilk teması kuran gazeteciler ve İran medyasından kimi muhabirler acının tablosunu gözler önüne sermişti. Tahammül edilir cinsten değildi basına yansıyan fotoğraflar. Yaşayanlar için durumun tarifi zaten mümkün değildi. Bir nice şey yazıldı bir nice ağıt yakıldı Halepçe için.

Gelenekleri coğrafyada yüz yıllara dayanan Newroz’dan tam beş gün önce yaşanan bu katliam, Irak Kürtlerine dönük bir mesaj da içeriyordu aynı zamanda.
Kürt şair Ahmed Hüseyni kaleme aldığı “Dar Mezarlar” şiirinde “Vedalaşma Newrozudur/ Ölüm bayramıdır bu/ Ve biz… Umudu ördük içimizde” diye betimler katliamı.

Aradan geçen yılların ardından ABD’nin Irak’ı işgali ve sonrasında yaşanan gelişmelerde Kürt emekçilerine dönük geçici umutlar vaat edildi. 2002 yılında ABD’nin Irak’ı işgalini Kürt dağlarında Newroz ateşleri yakarak selamlayan siyasi liderler en iyi ihtimalle saf bir beklenti içindeydiler. Hatta kimi köşe yazarları ABD’nin müdahale ettiği her yerde bir ABD liderinin heykelinin dikilmesinden yola çıkarak “Bir ABD başkanı heykeli de biz görmek isteriz” demeye kadar vardırdılar işi.

30 Aralık 2006 tarihinde Saddam idam edildi, Kürt emekçilerinde ise bir bayram havası... Nasıl olmasın? Bugüne değin binlerce Kürdün ölümüne neden olan ve bir nicesinin de göçüne vesile olan bir liderden hesap sorulduğu düşünülüyordu. Hatta Saddam’ın son günlerinde yaşadığı acıların nedeni Kürtlerin ahıydı buna göre!

Peki Saddam gidince kavga bitmiş miydi?

Saddam’ın ipini çekenler Saddam döneminde yaşanan acıları aratır cinsten faaliyetlere giriştiler. Ortadoğu’nun seküler birikimi tasfiye edilirken siyasal İslamcı grupların da önü açılıyordu. Irak’ta yaşayan emekçilerde “gün gelmiş, devran dönmüş, hesap sorulmuş” havası yaratılırken geçmiş olayların dosyaları açılmış ve Halepçe Katliamının faillerinden ve bizzat kimyasal silahları kullanan, Kimyasal Ali lakaplı Ali Hasan el Macid göstermelik mahkemelerde yargılanıp idam edilmişti.

İdam ediliyor oluşuna kimse üzülmedi ama sevinenler Kürtler dışında bir de katliamın başka tetikçileriydi. ABD ve onun yerel temsilcilerinin oluşturduğu mahkemelerde hem kırılan kalemin hem de kesilen ipin sahibi aynıydı.

Katliamın mağdurları için artık hesabın sorulmuş ve bir dönemin kapanmış olması isteniyordu. Saddam’ı yargılayan mahkemenin dosyalarının arasında Halepçe’ye dair hiçbir şey yoktu ama olsun. Göstermelik mahkemelerle sadece kendilerini değil aynı zamanda katliamda adı geçen ve katliama zemin hazırlayan, sessiz kalan Kürt siyasi liderlerin de izi siliniyordu.  Örneğin, Barzani liderliğindeki Kürdistan Demokrat Partisi’ne karşı elini güçlendirmek pahasına kendi halkını ateşe atan Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) lideri Talabani’nin İran-ABD ve Saddam Hüseyin üçgeninde yaptığı görüşmelerin ve istişarelerin de kapanan dosya ile tarihe karışması böylece sağlanıyordu.

Saddam sonrasında emekçilerin süngüsü düşmüş, hesapların görüldüğü düşünülmüştü. Ortadoğu’da büyüyen siyasal İslam ile emekçiler için yeni felaket saatleri kurulmuştu. IŞİD ile başlayan süreç bugün hala devam etmektedir.
Ne Saddam ne IŞİD perdenin arkasındaki caniyi aklayabilmektedir. Ne de bunların sahnelerden indirilmesi ya da bir başka tarifle kendilerinden “hesap sorulması”.

Sorunun kendisine bakmadıkça yaşadığımız acıları bir başka acıyla mukayese edeceğiz. Öyle ya Halepçe katliamında ölenlerin sayısı Enfal adıyla sürdürülen katliamların sadece küçük bir parçasıydı. 5 bin kişinin yaşamını yitirdiği düşünülen bu olayların ilki 1986 yılında başlamıştı ve 1990 yılına gelindiğinde katledilenlerin sayısının 100 bini bulduğu düşünülüyordu.

Halepçe ve kimyasal silahlar bir eşikti esasında. Sabrın ve acının eşiği. Saddam da öyle. IŞİD de. Sahneye emekçiler çıkmadan kuklaların gösterisi bitmeyecek.

Özkan Öztaş / SOL

Yeniden devlet, bilim ve uzmanlar - Ergin Yıldızoğlu

İngiltere’de hükümet kamu harcamalarını, yatırımlarını büyük ölçüde artıran maliye politikasını açıkladıktan sonra, Muhafazakâr Daily Telegraph, “Thatcherizme sırt çevirdiler”; The Guardian, “Şimdi hepimiz Keynesçiyiz” diyordu.
Gerçekten de İklim Krizinin etkileri, Covid-19 ile gelen halk sağlığı krizi, devletin yönetici gücünün, bilimin ve uzmanlığın önemini vurgulayarak “zamanın ruhunu” yeniden şekillendiriyor: Krizlerin yönetimi bilimi ve uzmanlığı değersizleştiren (postmodern, dinci) şarlatanlara, serbest piyasa ayetullahlarına bırakılamaz!
Uğursuz ittifak
Bu ayetullahlar, 1980’lerden bu yana, “küreselleşme engellenemez”, “devlet müdahalesi piyasaların işleyişini çarpıtır”, “devlet piyasaların karşısında etkisizdir” savlarıyla devletin, uzun dönemli rasyonel planlar, bilimsel öneriler üreten uzmanlarını, üniversitelerdeki eleştirel sesleri susturdular.
Serbestlikle özgürlüğü birbirine karıştıran liberal entelijansiya, “hakikat” kavramını, teorik kesinliği yadsıyarak, kimlik siyaseti adına vatandaşlık kurumunu yıpratarak, bilimi ve tarihi rekabetçi söylemlere indirgeyen postmoderizm(ler)den aldığı destekle bu ayetullahların toplumsal yüzü, “yararlı salağı” oldu. 
Türkiye’de de “demokratikleştirme” fantezisiyle serbest piyasa ayetullahlarının ve emperyalist sistemi yönetenlerin gözlerini kamaştıran siyasal İslam, bu “yararlı salakları” devraldı, onların yardımıyla, bilimi sorgulayarak, kimlik siyasetini istismar ederek, kapitalist devleti, “atanmışlar seçilmişlere karşı”, “evrim teorisi de bir görüştür” safsatalarıyla işgal etti.
Serbest piyasa ayetullahlarının ideolojisi, 2008 yılında, ABD Merkez Bankası Başkanı Greenspan, ideolojisinin gerçeklikle uyuşmadığını Meclis Soruşturma Komisyonuna itiraf ettiğinde, iflas etti. Ancak, mali sermayenin örgütlü gücü, kısa sürede hükümetlerin 12 trilyon dolarlık yardım paketlerini hortumlayarak ayakta kalmayı başardı. Başardı ama piyasaların, devletin “koltuk değneğine” dayanmadan ayakta duramayacağı bir kez daha kanıtladı. Kapitalizmin yapısal krizinin sorunları da katlanarak birikmeye devam etti.

Serbest piyasa ayetullahlarının bir diğer mirası da giderek adeta felç olan kamu sağlığı sistemiydi. On yıllardır, özellikle, ABD ve İngiltere’de özelleştirmeler, finansal krizden sonra kurtarmaların deldiği bütçe açıklarını kapamak için kaynakların talan edilmesi, kamu sağlığı sistemini yangın yerine çevirmişti: Covid-19 bu yangının üzerine benzin döktü, kapitalizmin krizinin alevleri iyice büyüdü. Petrol piyasalarında fiyat savaşları başladı, gelişmiş ekonomilerin borsaları 19 Şubat-12 Mart arasında ortalama yüzde 35-40 değer kaybettiler. Küresel çapta bir resesyon başladı.
Bilim ve uzmanlar
Şimdi, insanların (“vatandaşlar”) beklentileri hızla değişiyor. Artık, hükümetlerin, bilim insanlarının, toplum sağlığının durumuna ve geleceğine ilişkin modeller, projeksiyonlar, planlar yapabilen uzmanların önerilerinin ışığında karar vermesi isteniyor. Bu krizin, okuyarak üfleyerek, kutsal emanetlere sürünerek aşılamayacağı ortaya çıkıyor, hurafelere sırtını dönme eğilimi yaygınlaşıyor. Zamanın ruhu, halk sağlığını, kamu çıkarını, devletin rolünü, bilimi, uzmanları önemseyen bir yönde yeniden şekilleniyor. Ancak, bir kapitalist devletler sisteminde yaşadığımızı, söz konusu bilimsel, akılcı önerilerin “kapitalist gerçekçilik” içinde şekilleneceğini yeni “ruhun” da “karanlık” (perşembe yazımda değineceğim) bir yanı olmasını beklemek gerekiyor.
Covid-19’un “şoku” yaşanırken, adeta insan aklını, yeniden, bilimin ışığıyla aydınlatabilecek bir pencere aralandı. Bunu sonuna kadar açmak, öncelikle bilime, felsefeye önem veren, toplum sağlığı çıkarıyla ekonomik çıkarlar arasındaki ilişkiyi kavrayan eleştirel entelijansiyaya düşüyor. Pencereyi kapatmak için harekete geçecek, Covid-19’dan yararlanmaya çalışacak “karanlık” güçleri, yalnızca siyasi olarak değil, kültür savaşı içinde, vatandaşları (işçi sınıfının her iki kanadını) harekete geçirmeyi başararak etkisizleştirmek gerekiyor. Sanırım büyük değişimlerin arifesindeyiz. 
Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Bir kediciği bile yok - BARIŞ TERKOĞLU


Kapı ardımdan kapandı. İçeri baktım, “Yok” dedim, “burası erkeklerin kaldığı bir koğuş olamaz.” Yatılı okul hayatı, askerlik ya da hapislik yaşamış olanlar bilir. Erkeklerin toplu olarak yaşadığı yerin, anlatması zor bir kokusu vardır. 
Girişte bulunan mantar panodaki izlere baktım. İhtiyaç listesinde saç boyaları sıralanmıştı. Üst kata çıktım. Unutulmuş bir naylon çorap gördüm. Evet, emin oldum. Burası önceden kadınların kaldığı bir koğuştu. Yatak başında elle çizilmiş bir kedi resmi görünce, parçalar birleşmeye başladı. Duvara tahliye günü kazınmış not ise kesinleştirdi. Adnan Oktar’ın “kedicik” dediği üç kadının ismi yazıyordu. 18 ay tutuklu kaldıklarını belirttikten sonra not düşmüşlerdi: “Allah sabredenlerle beraberdir.” Savundukları dava ve usulleri, beni daha çok güldürüyordu. Ama kesin olan bir şey var ki benden önce bu yatakta yatanlar ona inanmıştı. 
Oturdum. İlerideki koğuşlardan slogan sesleri geliyordu. Devrimci bir grup tutuklu açlık grevindeydi. Aylardır eylemde olanlar vardı. Kiminin sesinden sanki hissediliyordu. Aç olsalar da slogan atmaya devam ediyorlardı. Belli zamanlarda koğuşlarının kapısına vurarak cezaevini inletiyorlardı. Yöntemleri benden farklıydı. Ama kesin olan bir şey var ki yaptıkları şeye inanıyorlardı. 
Diyelim ki avukatın geldi. Onunla görüşüp geri dönene kadar tam dört kez aranıyorsun. Üçünde ayakkabılarını çıkarıyorsun. Tutuklular arasında, haberini gazeteden okuduğunuz Çağdaş Hukukçular Derneği’nden avukatlar da var. Aranırken protesto ediyorlar: Keyfi aramaya hayır! İnsan haklarına aykırı her uygulamaya o an tepki veriyorlar. Duruşları benden farklı. Ama kesin olan bir şey var ki, verdikleri mücadeleye inanıyorlar. 
Avludaki tellerin arasından görülen gökyüzüne bakıp düşünüyorum: Acaba kendi yandaşları savundukları iktidara bu kadar inanıyor mu?
Dava partisinden çıkar örgütüne
Dokuz yıl önce hapse girerken, Barış Pehlivan ile ABD Dışişleri kriptolarındaki sızıntıları içeren kitabımızı yazıyorduk. İçeri düştük, her şeye baştan başladık. En çok ABD’lilerin AKP’yi nasıl tanımladığını merak ediyorduk. Tek başına iktidar olduğu ilk yıllarda AKP’yi “Koalisyon” olarak okuyorlardı. Muhafazakârların, İslamcıların, liberallerin, sağ milliyetçilerin, merkezdekilerin, tarikatların ittifakı…
Bu, parti gibi olmayan parti, zaman içinde homojenleşti. Omurgasını Milli Görüş’ten kopanların oluşturduğu, 1923 Cumhuriyeti ile hesaplaşmaya kilitlenmiş bir “dava partisi” haline geldi. 
Ancak parti, iktidara tam anlamıyla yerleştikten, devleti fethettikten sonra “yeni bir aşama”ya geçti. Partinin vitrinine konan isimler birer birer tasfiye oldu. AKP liderliği, Erdoğan ve diğerleri olarak tanımlanıyordu. Yalnız AKP mi? Devlet, yasalar, kurumlar Erdoğan’a göre yeniden şekilleniyordu. Tepesinde Erdoğan’ın tek başına tahtta oturduğu sistem; aşağıda hiziplerin, grupların, çetevari oluşumların Erdoğan adına düzen kurduğu bir rejime dönüştü.
Siyaset aynı zamanda çıkarları yönetme işidir. İktidar, çıkarın kendisini bile yeniden tanımlayan formdur. Davanın yerine, Erdoğan’ı, örgütün yerine hizipleri koyan sistem; rantın dağıtımını bir kez daha düzenledi. Kamu kaynakları, hizipler arasında bölüşüm savaşında harcandı. İhaleler, iktidar içindeki grupları besleyen sınıfların serpilmesine yaradı. Devlet kadroları, parti dışında kendi özel gündemleri olan yapılanmaların örgütlenme alanına dönüştü. İBB’nin kaybedilmesinin ardından hükümet medyasında rant için verilen iç savaşa bakın. Erdoğancı görülen bir medya grubu, kamu kurumları eliyle yaratılan geliri Reisçi olan öteki grupla bölüşmediği için kapanan gazeteler oldu. Nihayetinde “dava partisi”, grupların birbirini dengelediği “çıkar örgütü” halini aldı. 
Fotoğraflardan geriye ne kaldı
Bu dönüşümün insan tipini de başkalaştırması kaçınılmazdı. Örnek olsun, hemen aklıma gelen ilk üç ismi sayayım: Metin Külünk, Mehmet Metiner, Aydın Ünal. Üçü de Erdoğan’ın farklı dönemlerinde “dava şuuru” dedikleri formda onu savundular. Külünk’ün Akıncı Gençlik yıllarında Erdoğan’ın yanı başında, Metiner’in İstanbul Belediyesi günlerinde Erdoğan’la omuz omuza, Ünal’ın Erdoğan iktidarının sıkıntılı gecelerinde ağzında sigara ve taşmış bir küllükle konuşma metinleri yazdığı anların fotoğraflarından geriye ne kaldı? Külünk’ün İstanbul’da yerel seçim sürecinin örgütlenmesine müdahale etmemesi için parti içinde bir ekip mücadele etti, başarılı da oldu. Ünal, “dava” dediği toprağın heyelanla kaydığını söylüyordu. Pelikan denilen gruba dokununca ağır ifadelerle saldırıya uğradı. Sonunda Yeni Şafak’ta yazmayı bile bırakmak zorunda kaldı. Erdoğan’a bağlılığını en net ifadelerle dile getiren Metiner, bir süredir parti içinde yaptığı eleştirilerin ardından AKP yönetiminin hedefi oldu. “İhanetçilerin ve davayla alakasızların ödüllendirildiğini” söyleyen Metiner’e, Genel Başkan Yardımcısı Hamza Dağ, “Gelecekte ‘biz demiştik’ diyebilmeyi umutla bekleyen bu yanlış zihniyetin partimize hiçbir katkısı yoktur” ifadeleriyle yanıt verdi. Birbirinden farklı perspektifleri olan üç isim, çözülmeyi anlatmak için genel içinden seçilmiş bir örnek küme. Partinin “dava”dan “çıkar”a dönüşünün kurbanları.
Yukarıdan aşağıya ‘davasızlık’
Sovyetler Birliği’nin ardından sol, yıllarca çöküşün nedenini sorguladı. Hemen her tez ortaya atıldı, tartışıldı. Yalçın Küçük’ün yanıtı ise sistemi taşıyan elitlerin rejime olan inancını yitirmesiydi. Ona göre çöküş aşağıdan yukarı değil, yukarıdan aşağıya bir tür “dava terki”nin sonucuydu. Sahiden de sosyalizmden ilk vazgeçen halk değil, düzeni ileri doğru taşıması beklenen partinin yöneticileriydi. 
Çöküşün her düzen için bir kuralı var mı? “Davasızlık” içten çürümenin işareti mi? İnancını yitirmiş çıkar birliği ne kadar ayakta kalabilir? Eminim, bu soruları bu tek kişilik koğuştan başka yerlerde de soran vardır. Belki de tam hatırlayamadıkları o dizeleri söylüyorlardır:
“Bir kediciği bile yok!”
Barış TERKOĞLU / CUMHURİYET

15 Mart 2020 Pazar

İstanbul atlasında bir rüya: Butik Katia (Röportaj) - BERKEN DÖNER

Madam Katia en çok Beyoğlu için endişeli olduğunu söylüyor: “Burası Pera’ydı… Grand Rue de Pera’ydı… Bir defa hiçbir İstanbullu’nun bunu unutmaması gerekiyor. Bir zamanlar Pera’ya şapkasız çıkmanın mümkün olmadığını hemen herkes duymuştur fakat bunun yanı sıra dükkanlar da tertemizdi, şıktı. Kötü, bakımsız hiçbir dükkan yoktu."


Madam Katia ile bordo taftadan bir şapka vesilesiyle tanıştığımda on sekiz yaşındaydım. O günü hiç unutamam. Dükkanın içinde bir düğün sebebiyle bir araya gelmiş son derece şık hanımefendiler vardı. Onlardan çekindiğimi hatırlıyorum. Fakat hiç de korktuğum gibi olmadı. Madam Katia bana çok sıcak, çok ilgili davranmıştı. Bir süre sonra özgüvenim yavaş yavaş yerine geldi. Madam Katia ile aramızda o gün başlayan, zamanla çok güzel bir dostluğa dönüşen bir ilişki oluştu. Ben aradan geçen on iki yıl boyunca sayısız defa Hacopulo’daki o rüyalardan çıkıp gelen dükkanı ziyaret ettim, bordo taftanın üstüne yepyeni şapkalar ekledim. Bir gün olsun o ilk heyecanı yitirmedim. Dükkanda çok şık bir endam aynası vardır ki bir zamanlar Madam Katia’nın Aznavur Pasajı’ndaki çocukluk evini süslermiş, o aynadan bakınca hayat hep daha güzel göründü bana. Kışsa, dışarda yağmur varsa Madam Katia ıhlamur içer, sevgili eşi Bay Aleko sade kahve sever. Bu vakitler genellikle elinde “düğüne yetişecek” bir vualet vardır. Mavi gözleri yorulana kadar iğneyi batırır çıkarır, batırır çıkarır, batırır. Dışarda Hacopulo’nun podima taşlarına vuran yağmur sesi, içerde sabun, lavanta karışımı bir koku. Baharsa masasında muhakkak bir mor sümbül, frezya… En son tasarladığı şapkayı anlatırken, “Eğer yandan takarsan Kate Middleton, geriye doğru takarsan Greta Garbo olursun” demişti. Artık ona da siz karar verin. Hadi gelin Hacopulo’nun yollarını beraber yürüyelim, Butik Katia’dan içeri süzülelim. 

AZNAVUR PASAJI’NIN ŞAPKA TASARIMCISI: MADAM EVA
Madam Katia, şapka tasarlamaya çocukluğunda başlamış. Okulu da Beyoğlu’nda olduğu için okul çıkışlarında annesi Madam Eva’nın şapka dükkanına gelirmiş.  “Annem Madam Eva, 1911 İstanbul doğumlu. Hayatını şapka tasarlayarak kazanırdı. Bu mesleğe 12 yaşındayken, bir Fransız hanıma çıraklık yaparak başlamış. 18 yaşında kendi dükkanını açmış. Annemin işleri yoğundu. Çünkü o zamanlar İstanbul’un seçkin aileleri sokağa şapkasız çıkmazdı. Tabii bu işler hep aynı yoğunlukta sürmedi. Bazı zamanlar çok az iş alırdı. O zamanlar gelinlik dikerdi. Sonra yeniden şapkaya döndü. Ben de ona yardım ederdim. Zaten çok yetenekliydim ve severek yapardım her işi. Örneğin kız kardeşim benim kadar sevmezdi. Çok fazla ilgilendiğim zaman da annem derslerime engel olur düşüncesiyle çok kızardı. Annem bana ve kız kardeşime en küçük yaşımızdan itibaren şapka takmasını, kullanmasını öğretti. Benim için yaptığı 5-6 yaşlarımda kullandığım şapkalar var. Biz dantellerin içinde doğduk. İpek ve tüllerde büyüdük. Aznavur Pasajı’nda şapkacıların, terzilerin yanı sıra nakışçılar da vardı. Alyanak kardeşler”in nakış atölyesi oldukça ünlüydü” . 1986 yılında hayatını kaybeden Madam Eva’nın portresi dükkanın en özel yerini süslemeye devam ediyor.  Madam Katia’nın annesinin ilk dükkanı Aznavur Pasajı’ndaymış. Aslında bu dükkan aynı zamanda evleriymiş. O yıllarda Aznavur Pasajı şapka tasarımcılarıyla ünlüymüş. Madam Eva’nın şapka atölyesinde de 45 kişi çalışırmış.

O dönemler Beyoğlu’nda çok sayıda şapkacı varmış; Madam Trophe, Madam Kristin, Madam Margrit, Marinet, Pier, Filipuçi, Fransua d’Apola, Sotiropulos… Madam Eva ise bu şapkacıların içinde geleceğe kalanlardan. Daha sonra şimdiki dükkanın olduğu Hacopulo Pasajı’na taşınmışlar. Madam Katia, günümüzde Hacopulo Pasajı’nın görkemli zamanlarının son tanığı olarak biliniyor. Pasajla beraber anıldığı için de oldukça mutlu. Bir zamanlar onu mutlu eden çok değerli komşuları olduğunu söylüyor: “Bu pasajın 1870’lerde yapıldığı düşünülüyor. İstanbul Rum cemaatinin önde gelen isimlerinden, doktor ve milletvekili Bay Hacopulo’dan alır ismini. Pasajın ilk yılllarıyla günümüzdeki halinin yakından uzaktan hiçbir ilgisi yok. Bir defa dükkanlar farklı, hayatlar, insanlar farklı.  Tuhafiyecileri ünlüymüş; Marino, Yan, Acaryan, Kosmi… Valantin Kardeşler berbermiş. Pasajın erkek terzileri de ünlüymüş; Foskolo, Barbagello, Marengo…Pasajın en önemli isimlerinden biri olarak Madam Eitenne Touzet söylenir. Madam Eitenne, kadın iç çamaşırı mağazası sahibiydi. Paris karyolalarını satan Neyrat bu pasajdaydı.  Annemin gençliğinde de meşhur tuhafiyeciler Hacopulo Pasajı’ndaymış. Pol Antikasis, Mihal Kaotsies isimlerini hatırlıyorum. Başka isimler de vardı. Örneğin peruk yapımcısı Edward Lekeciyan, manifaturacı Vincent Tıngır, ütücü Demosten Valsamakis… Ben de bu dokunun nispeten korunduğu zamanları hatırlıyorum.1964 yılında 37 numaralı bu dükkana, Hacopulo Pasası’na geçtik.  Moda evleriyle, dantelcilerle, kemercilerle dolu bir pasajdı. Her dükkanın içi çok şık ve bakımlıydı diyebilirim. İnce çorap satan dükkanlar çok nadirdi ve bu pasajdaydılar. Boğaziçi’nin, Moda’nın kibar hanımları ince çorap almaya buraya gelirdi. Yakınlarda kaybettiğimiz fotoğrafçı Ara Güler’in babası Dacat Güler’in eczanesi de Hacopulo’daydı. Masal yıllarıydı o zamanlar. Şimdi ise çok tehlikeli bir hal aldı. Özellikle son yıllardaki toplumsal olaylardan dükkanım çok etkilendi. Maalesef bu kötüye gidişi durduramıyoruz. Pek çok müşterim keşke Nişantaşı’na taşınsanız diyor ama bu dükkan bir sembol. Burayı bırakamam” .
‘MUSEVİ DÜĞÜNLERİ VE GAZİ KOŞUSU BENİM İÇİN ÇOK DEĞERLİDİR’
Madam Katia, annesinin genellikle milletvekili eşlerine, İstanbul’un ünlü ailelerine şapkalar tasarladığını hatırlıyor. Belgin Doruk ve Türkan Şoray da annesinin önemli müşterilerindenmiş. Annesi, en son yeşil fötr bir şapkayı Sezen Aksu için tasarlamış. Madam Katia annesinden devraldığı dostluklara yenilerini de eklemiş. “Şapka demek Katia demek” diyecek kadar Madam Katia’nın işlerine hayranlığını belirten Vitali Hakko’nun yeri ise apayrı.  Son yıllarda diziler için de epey şapka tasarlayan Madam Katia şöyle anlatıyor: “Pek çok ünlü müşterim var. Ajda Pekkan, Ebru Şallı, Bülent Ersoy, Pelin Batu, Hande Ataizi ünlülerden aklıma gelen ilk isimler. Kate Middleton ise benim gözümde şapkayı en iyi taşıyanların başında gelir. Fakat Musevi düğünleri ve Gazi Koşusu için hazırladığım şapkaların önemi ayrıdır. Çünkü her ikisinin de başlıca aksesuarı şapkadır, hak ettiği değer verilir. Ben asla bakımsız, bayağı bir insana şapka satmam. Nasıl kullanılacağı muhakkak sorarım. ‘Pantolonumla, kazağımla, mantomla kullanacağım’ diyorlar. Abiye şapka mantoyla gider mi hiç! O zaman onlara ‘kusura bakmayın, böyle kullanmanıza izin veremem’ diyorum. Tabii çok kızıyorlar ama maalesef öyle. Şapka takmak bir kültür işidir”. Madam Katia şapka malzemelerini annesinden öğrendiği gibi başta Paris olmak üzere Avrupa’dan getirtiyor. Genellikle kadife, saten, ipek organze kumaşlarla çalışıyor. Hiçbir zaman Çin malı kumaşlarla çalışmıyor. Bütün şapkaların modellerini kendisi tasarlıyor. Fakat yoğun bir emekle tasarladığı şapka modellerinin kopya edilmesinden dolayı oldukça kızgın. 300’den fazla kendi tasarladığı model var. Bu nedenle şapkaların fotoğraflarının çekilmesine izin vermiyor. Dükkandaki şapkalar satılmıyor. Sipariş verdikten sonra, önce başınızın ölçüsü alınıyor. Bir süre beklemeniz gerekiyor. Bu sürede şapkaların kalıbı hazırlanıyor, kesiliyor, dikiliyor… 
Madam Katia,  şapka kullanımı konusunda da çok değerli ipuçları veriyor: “Uzun ve süslü bir elbiseye asla büyük ve süslü püslü bir şapka olmaz. Sade ve küçük bir şapka olmalı. Kilolu hanımlar orta boylu şapkalar tercih etmelidir. Şapkalar muhakkak kutu içerisinde ve lavantalı sabunlarla muhafaza edilmelidir. Kürk şapkalar da yine kutu içinde ve sabunun yanı sıra tane karabiberlerle birlikte saklanmalıdır.”  
Bir devrin görkeminin ve zarafetinin yakın tanığı olan Madam Katia en çok Beyoğlu için endişeli olduğunu söylüyor: “Burası Pera’ydı… Grand Rue de Pera’ydı…Bir defa hiçbir İstanbullu’nun bunu unutmaması gerekiyor. Bir zamanlar Pera’ya şapkasız çıkmanın mümkün olmadığını hemen herkes duymuştur fakat bunun yanı sıra dükkanlar da  tertemizdi, şıktı. Kötü, bakımsız hiçbir dükkan yoktu. O yıllarda kadınlar sabah-öğle-akşam farklı kıyafetler giyerler, farklı şapkalar takarlardı. Yaşamanın bir zarafeti vardı. Bir gün sevdiğim bir müşterim geldi. Kadıncağız ağlayarak, ‘Markiz Pastanesi’ni gördün mü?’ dedi. Neden biliyor musunuz? Çünkü Markiz’in camına yemek resimleri asmışlardı. Elektronik bantta çorba şu kadar tavuk bu kadar diye yazıyordu. Hiç olacak şey mi bu? Markiz’e gitmek için nasıl hazırlanırdık biz. En güzel kıyafetlerle giderdik. İnci Pastanesi de taşınmak zorunda bırakıldı. Eski dükkanlardan son yıllara kadar direnen kumaşçı Hacı Resul vardı, kapandı. Kelebek Korse kapandı. Eskilerden Şekerci Üç Yıldız kaldı, Diamanştayn kaldı. Artık dükkan sahiplerini tanımıyorum. Zaten eskiden aileler otururdu. Örneğin Mısır Apartmanı’nda en seçkin aileler oturmuştur.” Madam Katia, Beyoğlu’nda kötüye gidişin “6-7 Eylül” le birlikte başladığını, daha sonra bu kötü gidişatın önüne geçilemediğini anlatıyor;  “İstanbul’u İstanbul yapan pek çok aile buradan gitmek zorunda kaldı. Çünkü benim ailem dahil bütün gayrımüslim aileler çok korkmuştu. Neyse ki bizim dükkanımız olaylar sırasında Aznavur Pasajı’ndaydı. Aznavur Pasajı iki Müslüman genç tarafından korunmuştu. Beyoğlu’nda bu şekilde zarar görmeyen az sayıdaki pasajdan biri Aznavur Pasajı’ydı. Fakat ben yine de İstanbul’u çok seviyorum. Avrupa’yı da çok iyi bilirim fakat hiçbir kent İstanbul’la kıyaslanamaz.” 
İlhan Berk, Pera kitabına şöyle yazar;
“Biz Hacopulo Pasajı sakinleri, şapkacı, terzi, düğmeci, kuaför, kurdelacı biz.
Biz Nikol, Yurda, Marika, Ayten , Mıgırdiç, Katia, Küçük İplikçi Kız Loretta biz.
Her gün uyanır bakarız sabah makasımız iğnemiz ipliğimiz.
Her gün bakarız, akşam üstümüz başımız -nasıl da sürer yaşam.
Biz Hacopulo Pasajı sakinleri, şapkacı, terzi, düğmeci, kuaför, kurdelacı biz.”
Ne Loretta kaldı, ne Mıgırdiç… Madam Katia’ya gözümüz gibi bakalım. 
BERKEN DÖNER / duvaR.


Sovyetler İspanyol Gribi'ne karşı - KAVEL ALPASLAN

Sovyetler'in 1918 İspanyol Gribi'yle mücadelesi bugün fazla hatırlanan bir gündem değil. Oysa bugün kan kaybetse dahi ücretsiz sağlık sisteminin doğuşu, tam olarak İspanyol Gribi ve Sovyetler'in bu alanda attığı adımlara çok şey borçlu...

“Öpüşme!” Sovyetler Birliği’nde yayınlanan köklü dergilerden Ogoniok, 1928 yılında kapağına bu sözleri taşır. Dergi kullandığı fotoğrafla gribe karşı önlem olarak ‘öpüşmeme’ çağrısı yapmaktadır. Yıllar içinde iki kadının öpüştüğü bu fotoğraf, ikonik bir hal alır, Rusların selamlaşırken nasıl öpüştüklerine yabancı olanların da dikkatini çeker. Tıpkı Brejnev’in Honecker’e verdiği meşhur öpücük gibi. Bu fotoğrafın alt metniyse göründüğünden biraz daha farklı. Nitekim ülkenin 1918 İspanyol Gribi’yle mücadelesi bugün fazla hatırlanan bir gündem değil. Oysa bugün kan kaybetse dahi ücretsiz sağlık sisteminin doğuşu, tam olarak İspanyol Gribi ve Sovyetler’in bu alanda attığı adımlara çok şey borçlu.

Tarihe en büyük salgın hastalık olarak geçen İspanyol Gribi sonucunda 50 ile 100 milyon insanın hayatını kaybettiği belirtiliyor. Genç Sovyet iktidarının sancılı dönemlerinin yaşandığı Rusya’da bu kayıpların toplamda 3 milyon civarında olduğu düşünülüyor. Dünya nüfusunun neredeyse yüzde 15’i yaşamını yitirirken ilk başta bu kayıplar az görülebilir. Fakat Birinci Paylaşım Savaşı’nın yarattığı yıkım, ardından yaşanan kanlı iç savaş ve doğurduğu kıtlık düşünüldüğünde, salgının insanlar üzerindeki etkisi ‘rakamlardan’ daha fazla olabiliyor.
Bolşeviklerin en üst kademe yöneticilerine kadar bu hastalıktan dolayı yaşamını yitirenler vardır. Sovyetler Birliği’nin ilk başkanı sayabileceğimiz Yakov Sverdlov, 1919 Mart’ında yakalandığı İspanyol Gribi sonucunda yaşamını yitirdi. Üstelik henüz 33 yaşındaydı. Buna rağmen Lenin’in Sverdlov anısına yaptığı konuşma, onun Bolşevikler için ne denli önemli olduğunu, sade bir ‘başkan’ unvanından çok daha iyi açıklıyor:
“İllegal çevrelerin, gizli devrimci çalışmanın, gizli parti çalışmasının özelliklerini hiç kimse Sverdlov kadar bütünlüklü biçimde cisimleştirip ifadeye kavuşturamadı. İçinden geçtiği bu pratik okul sayesinde ve sadece bu sayede Sverdlov ilk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin en ön sıradaki kişiliği mevkiine ulaşabildi; yani geniş proleter yığınlarının en önde gelen örgütçülerinin başında yer aldı. (…) Yakov Mihayiloviç’i yakından tanıyan hiç kimse, onun bitmek bilmeyen çalışmasını gözlemiş olanlardan hiç biri bu konuda tereddüt etmeyecektir: Yakov Mihayiloviç’in yeri doldurulamaz.”
Sverdlov’un ne denli kilit bir isim olduğunu sadece Lenin dile getirmez. Hiç de Sovyet dostu sayılmayacak bir ABD’li antropolog olan Jeanne Guillemin, ‘Anthrax’ isimli kitabında ‘Lenin’in bulaşıcı hastalıklardan korkmasına karşın, ne olursa olsun Sverdlov’u hasta yatağında ziyaret ettiğini’ ve Sverdlov’u ölüm döşeğinde olmasına karşın çalışırken bulduğunu belirtiyor. Lenin’in bulaşıcı hastalıklardan ne derece çekindiği bugün artık hem üzerine tartışması gereksiz hem sağlaması yapılması oldukça zor bir konu. Burada kesin olan şey, Sverdlov’un yıllarca zindanlarda, sürgünlerde, çalışmalarda harap olmuş bedeni solarken Lenin’in ona verdiği önem. Dolayısıyla da kayıbın getirdiği yıkım…
Fakat Sverdlov, hayatını kaybedenlerden sadece biri. Üstelik tek sorun İspanyol Gribi’yle de sınırlı değildir. 1918-1920 arasında tifüsten ölenlerin sayısı 1 milyon 600 bin, erken doğumda ölen bebeklerin sayısı 7 milyon, kıtlığın ve bulaşıcı hastalıklar sonucunda ölenlerinse 15 milyonu geçtiği tahmin ediliyor. Kıtlık yıllarında şöyle diyor Lenin, “Bir kırbaç sallanıyor üstümüze, bit ve tifüs ordularımıza doğru yayılıyor. Yoldaşlar, nüfusun kırıldığı, maddi herhangi bir kaynağın olmadığı, bütün hayatın, bütün halkın hayatının durduğu tifüs bölgelerindeki korkunç durumu hayal edebilmeniz mümkün değil. Bu nedenle biz diyoruz ki, ‘Yoldaşlar, bütün dikkatlerimizi bu sorun üzerine yoğunlaştırmalıyız. Ya bit sosyalizmi mağlup edecek, ya da sosyalizm biti!’”
Ülkenin bu yıkımla karşı karşıya kalması dünyada ilk defa sağlık sisteminin ücretsiz ve merkezi bir hale getirilmesine de ön ayak olur. O günlerde merkezileşmiş bir ücretsiz sağlık sistemi, devletler tarafından benimsenen bir yöntem değildir. Bunun yerine dini ya da özel kuruluşların yaygın olduğunu görüyoruz. Sovyetler Birliği, Ekim Devrimi ve kanlı iç savaşın ardından ilk kez modern kamu sağlık hizmetini hayata geçirir. İlk yıllarda bu haktan faydalananlar doğal olarak merkezi bölgelerdeki yurttaşlar olsa da kısa zamanda yayılır. Lenin görevli hekimlere verdiği talimatlarda önceliklerinin salgın hastalıklar ve açlığın kırdığı bölgeler olması gerektiğini belirtir.
Sovyetler’in merkezi kamu sağlık sistemini yürürlüğe koymasının ardından kimi Batı Avrupa devletleri de bu modelin benzerini izler. ABD işveren merkezli bir sigorta yöntemini benimsese de salgından sonra kimi önlemler alır. 1920’lerin ortasına gelindiğindeyse Sovyetler, geleceğin doktorluk anlayışına dair şöyle bir görüş ortaya koyar: “Sadece iyileştirmek için değil, aynı zamanda önlem yollarını önermek için hastalığı şiddetlendiren mesleki ve toplumsal nedenleri de inceleme yeteneği.” Bir hastalığa yalnızca biyolojik olarak değil, aynı zamanda da sosyolojik olarak yaklaşılması gerektiğini öğreten bu anlayış daha sonra dünyada da yankı buldu.
Elbette modern sağlık sisteminde atılan adımları başlı başına Sovyetler Birliği’ndeki gelişmelerle ilişkilendiremeyiz. Bununla birlikte bugün eğitimden kültüre, çalışma koşullarından sağlık sektörüne… Ücretsiz, toplumsal ve insani hakların birer birer sermaye tarafından gasp edilmesi nasıl neoliberal kuşatmayla ilişkiliyse, Sovyetler’in hatta Sovyetler’den de öte sosyalist düşüncenin yarattığı rüzgarı da görmezden gelemeyiz. Tıpkı Birinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra yaşanan salgınlarda olduğu gibi, bazen en korkunç zamanlar, böylesi insani eksikliklerin fark edilmesi için vesile olabiliyor.
KAVEL ALPASLAN / duvaR.

Kaynaklar ve daha detaylı bilgilerin yer aldığı adresler
Anthrax: The Investigation of a Deadly Outbreak – Jeanne Guillemin