9 Nisan 2020 Perşembe

Ekonomik krizin ilk öncü göstergesi yayımlandı: İhracatta tarihi küçülme - OZAN GÜNDOĞDU / BİRGÜN

Covid-19 pandemisinin Türkiye’de yarattığı krize ilişkin ilk öncü gösterge olan “Türkiye İhracat İklimi Endeksi” açıklandı. Şubatta 50,4 olan endeks değeri martta 35,7’ye gerileyerek tarihinin en sert daralmasını yaşadı. Endeks değerinde 50’nin altı ihracatta küçülme olarak yorumlanıyor.


İstanbul Sanayi Odası (İSO) mart ayına ilişkin “Türkiye İhracat İklimi Endeksi” verilerini yayımladı. Buna göre endeks değeri mart ayında 35,7 puan oldu. İhracat iklimi endeksi, ekonominin geleceğine ilişkin bir öncü gösterge niteliğinde. Endeks değeri 100 üzerinden değerleniyor. 50 puanın üzeri ihracatta büyümeyi gösterirken, 50 puanın altı ise küçülmeyi işaret ediyor. Buna göre şubatta 50,4 puan olan endeks değerinin 35,7’ye gerilemesiyle endeks, tarihindeki en sert değer kaybını yaşadı.

Böylece Türkiye’nin koronavirüs kriz sürecine ilişkin açıklanan ilk veri olan “İhracat İklimi Endeksi” önümüzdeki günlerde ne büyüklükte bir krizle karşı karşı olunduğunu da gözler önüne serdi. Henüz 6 Nisan’da Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan konuşmasında “Tarımdan sanayiye, enerjiden ihracata, inşa ettiğimiz güçlü altyapının semeresini alacağımız bir devrin eşiğindeyiz” dedikten sonra “Türkiye’nin 2023 hedeflerine ulaşmasının önündeki engeller adeta kendiliğinden kalkıyor” vurgusu yapmıştı. Erdoğan’ın bu stratejisi gelen ilk öncü göstergelerle şimdilik çürümüş oldu. Zira tüm dünya küçülürken, üretimde ithalata bağımlı ve milli gelirinin yüzde 20’sini ihracattan elde eden Türkiye’nin bu krizden güçlenerek çıkması olası görünmüyor.
İHRACATIN YÜZDE 5’İ İTALYA’YA YAPILIYORDU
Covid-19 salgınının ekonomiyi en sert daraltan ülkesi İtalya oldu. Buna bağlı olarak Türkiye’nin İtalya’ya yaptığı ihracatta da sert daralmalar gözlendi. Türkiye ihracatının yüzde 5’ini İtalya’ya gerçekleştirdiği düşünülürse sadece İtalya’nın yaşadığı krizin Türkiye’ye faturası milyar doları geçiyor. 2019’un şubat ayında 854 milyon dolar ihracat gerçekleşen İtalya’ya bu yılın şubat ayında gerçekleşen ihracat 766 milyon dolar oldu. Üstelik daralma mart ve nisanda da devam ediyor.
MART’TA EN SERT DÜŞÜŞ ALMANYA’DA
Zira İhracat İklimi Endeksi’ne göre ticaretin en sert şekilde durağanlaştığı ülkeler aynı zamanda en çok ihracat yapılan Avrupa ülkeleri. Endeks değerlerine göre 2020’de Türkiye’nin ihracatının en sert düştüğü ülke koronavirüs salgınının tüm ülkeyi kasıp kavurduğu İtalya. Buna karşılık sadece mart ayı düşünüldüğünde ise en sert düşüş Almanya’da. Mart ayında değerlerindeki en sert düşüş görülen 10 ülkede şubat ayındaki ihracat 6,4 milyar dolar olmuştu.
2008 KRİZİNDEN DAHA KÖTÜ
İstanbul Sanayi Odası Türkiye İhracat İklimi Endeksi hakkında değerlendirmede bulunan ve endeksi de hesaplayan şirket olan IHS Markit’in Direktör Yardımcısı Andrew Harker, şunları söyledi:
“Türkiye İmalat Sektörü İhracat İklim Endeksi, Mart’ta COVID-19 salgınının küresel ekonomi üzerindeki etkisini ve hemen hemen tüm pazarların daraldığı bir ortamda ihracatçıların yeni sipariş alma konusunda karşılaştığı zorlukları ortaya koydu. İhracat iklimindeki bozulma, 2008-2009 küresel finansal krizinin tüm aşamalarından daha kötü düzeyde gerçekleşti. Henüz tünelin ucunda ışık belirtisinin çok az olduğu bu dönemde, önümüzdeki birkaç aya ilişkin beklentiler zayıf seyrediyor.”
DÜŞMEDİ, RESMEN ÇAKILDI!
İhracat İklimi Endeksi 2008-2009 Küresel Finans Krizi'nde görülenden daha sert küçüldü. Türkiye krizin etkileriyle beraber 2008'de yüzde 0,7 büyümüş, 2009'da ise yüzde 4,7 küçülmüş, böylece işsizlik oranı yüzde 10'dan yüzde 14'e yükselerek rekor kırmıştı. 2019 yılında henüz covid-19 salgınının etkileri görülmeden önce Türkiye'nin yıllık işsizlik oranı yüzde 13,7.
İHRACATIN EN ÇOK AZALDIĞI 10 ÜLKE
2019 yılında Türkiye'nin 171 milyar dolarlık ihracat geliri aynı zamanda toplam gelirin de yüzde 22'sini oluştuyor. Öte yandan 2019'da ihracatın 83 milyar doları salgından en çok etkilenen AB ülkelerine gerçekleşmişti. Bu ülkelerde sanayinin durması Türkiye'den mal talebini de etkiliyor ve ihracat azalıyor. Salgının süresi uzadıkça ihracattaki kayıplar on milyarlarca doları bulabilir.







OZAN GÜNDOĞDU / BİRGÜN





Şehitlik ile hainlik arasındaki ince çizgi - BARIŞ TERKOĞLU


Ölmeyi emrediyorum ne olağanüstü bir söz. Bir ihtimal olan, mutlak sona dönüşüyor. Ancak savaş bunu olağanlaştırıyor.
Mustafa Kemal, Çanakkale’deki o günü şöyle anlatıyor:
Gece karanlıkta yaralıları dolaştığım esnada, Mehmet Çavuş adında birinin düşmana hücum sırasında silahının kullanılamaz hale gelmesi üzerine hücuma taşla devam ettiğini öğrendiğimden, derhal adı geçenin ödüllendirilmesini istedim.”
Mehmet Çavuş, yıllardır dilimizdeki “Mehmetçik”. “Ölmesi emredildiğinde” silahı kalmayınca taşla devam ediyor.
Ya Paşa? Koğuştaki kitap yardım etti, Farsçadan almışız. O da “padişah”ın küçülmüş halinden geliyor.
Kısacası savaş, Padişahçıkların Mehmetçiklere ölmeyi emrettiği bir düzen gibi görünüyor.
Mahkemelerin karar tartışması
Malum, Türkiye korona günlerinde FETÖ’den ihraç edilen bir doktoru tartıştı. Hakkında daha önce takipsizlik kararı verilen Mustafa Ulaşlı için göreve dönmesi çağrıları yapılıyordu. Hürriyet yazarı Nedim Şener, Ulaşlı hakkında çeşitli delilleri yazdı. Yazının ardından, 3 yıl önce verilen takipsizlik kararı kaldırıldı. Soruşturma yeniden açıldı. Nihayetinde üzerinden 3 yıl geçmişti, ismi tartışılmasa konusu hiç açılmayacaktı. Sizce de bu olay yargının sefaletine dair ipucu vermiyor mu? Bazı yargı üyelerinin adaletin peşinde olmadığının kanıtı değil mi?
Türkiye, bu konuyu tartışırken ben de Kars Adliyesi’nden bir dosyayı okuyordum. Dosyanın sanıkları Kars ve Sarıkamış bölgesindeki askerler, konu tabii ki 15 Temmuz’du. Dava, Kars’taki yerel mahkeme ile Erzurum’daki temyiz makamı olan istinaf mahkemesi arasında bir karar farklılığına neden olmuştu. Bölgedeki birlikler darbe gecesi komutan emriyle sokağa çıkarılmış ve geri dönmüşlerdi. Darbe emri veren komutanlar konumuzun dışında. Tartışmaya neden olan kısım çoğunlukla emir altındakilerle ilgili.
15 Temmuz’dan birkaç gün sonra içinde çok sayıda sözleşmeli uzman çavuşun da olduğu askerler gözaltına alındı. Darbe emri verenler ve FETÖ bağlantısı görülen personel tutuklu yargılanırken, diğer askerler çoğunlukla tutuksuz yargılandı. Birden fazla dosyanın olduğu davalar Kars 2. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 2017 yılının kasım ayı civarında sonlandırıldı.
Darbeye iştirak ettiği düşünülenlere ceza verilirken, emirle göreve çağırılan uzman çavuşların çoğunluğu beraat etti. Tam bu süreçte beraat edenler görevlerine devam etti.
Bir tanesinin görevlendirme safahatı önümde duruyor. Yargılandığı sırada Kars’tan Adana’ya, sonra İskenderun’a gitmiş görünüyor.
Nihayetinde dava bitti diye düşünülürken davaya müdahil olan Cumhurbaşkanlığı ve TBMM kararı temyiz etti. 2018 yılının nisan-mayıs aylarında Erzurum Bölge Adliye Mahkemesi tüm kararları bozdu.
Usul eksikliklerine işaret edilen bozma kararında tüm askerler için darbe gecesi dışında ankesör soruşturması gibi deliller olup olmadığının da araştırılması isteniyordu. Yeniden yerel mahkemeye dönen davaya bu kez farklı bir heyet bakıyordu.
‘Merminin önüne atlarım’
8 Ekim 2019 tarihli duruşmada 12 askerin avukatının şu ifadesi dikkat çekiyor: “Müvekkillerimin çoğu Suriye sınırındadır. Bu sebeple hazır edemedik.
Gerçekten de 2016’dan 2019’a gelindiğinde birliklerin çoğunun önce Hatay gibi Suriye sınırındaki bölgelere kaydırıldığı, bir süre sonra da Suriye’deki çatışma alanlarına gönderildiği görülüyor.
Nihayetinde geçen şubat ayında, yani darbe girişiminden 4 yıl sonra Kars 2. Ağır Ceza Mahkemesi ardı ardına kararlarını verdi. Bu kez ilk karardan farklıydı. Çoğu uzman çavuş, “Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs suçuna yardım” suçlamasıyla 12-16 yıl aralığında cezalar aldı. Kritik bir nokta, mahkeme kararından önce savcılığın verdiği mütalaada FETÖ bağlantısına dair delil bulunmayan uzman çavuşlar için beraat gerekçesi şöyle yer alıyor: “Sanıkların kaçınılmaz bir hataya düştükleri düşünüldüğünden…” Yani savcılık emir altındaki askerlerin FETÖ organizasyonu içinde değillerse beraat etmelerini savunuyor. Bu nedenle mi bilinmez, savcılığın Kars 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin ceza yönündeki kararlarını temyiz edeceğini 2 gün sonra açıkladığı görülüyor.
Ancak Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı bazı komutanlıklar, temyizi beklemeden söz konusu karara dayanarak uzman çavuşların sözleşmelerini feshetmeye başladı. Nihayetinde, Suriye’de savaşan bir grup askerin kaderi buradaki mahkemeler eliyle değişti. Erzurum’da yerel medyaya konuşan bir grup askerin avukatı Yakup Arısoy, o sırada İdlib’de çatışmaların ortasında olan müvekkili Ahmet Keklikçi’ye ceza aldığını haber verdikten sonra aldığı yanıtı şöyle aktarıyor:
Ben bundan sonra gelen merminin önüne atlarım. Türkiye’ye tabutum dönsün. Ben burada ne için savaşıyorum.”
Anlatılana göre kimi İdlib’de, kimi Afrin’de, kimi Hatay sınırında ceza aldığını öğrendi. Son görev yeri Suriye’de Cinderes bölgesi olan 41 yaşındaki uzman çavuş Sinan Zembil, 25 yaşından 28 yaşına kadar Gabar Dağı’nda görev yaptığını, 16 yıllık askerliği boyunca anne ve babasını 16 kez bile göremediğini söyleyerek devam ediyor:
Bu işe başladığımda hiçbir sağlık sorunum yoktu. Şimdi ise yıllarca sırt çantası taşımaktan boyun fıtığı rahatsızlığım var. Havancı olduğum için ağır silah altında çok bulundum. Kulaklarımda işitme kaybı var. İçinde bulunduğum psikolojik durumu hiç anlatmıyorum. Şimdi ise kullanılmış bir peçete gibi hakkımdaki karar kesinleşmeden tüm maddi manevi haklarım elimden alınarak kapının önüne kondum. Vatan sağ olsun.
Zembil, Kars ve Sarıkamış’taki tugaylarda benzer durumda olan yüzlerce askerden bahsediyor.
Kahraman mı, hain mi!
Kimin kararı doğru, bilmiyorum. İki mahkeme aynı kişiler hakkında bambaşka kararlar verdi. Belki biri belki öbürü hukuka uygun. Bizi ilgilendiren ise daha başka. Korona nedeniyle FETÖ bağlantılı bir doktoru tartışırken arkadaki dağ gibi sorunu görmüyoruz.
Yargının 4 yıldır 15 Temmuz için herkese uygulanacak eşit bir kriter getirememesi sonucu tuhaf bir tablo ortaya çıktı. 4 yıl boyunca ellerine ağır makineli silahlar, bombalar verilen bir grup insan Suriye gibi çatışma bölgelerinin ortasında göreve devam etti. Bu sırada da haklarındaki hükümler mahkemelerde verildi. Kuşkusuz ölseler şehit diye ağlayacaktık, yaşayınca hain oldular. Belki şehit olanların arasında bu durumda olanlar vardır.
Eğer sahiden istinaf mahkemesinin verdiği karardaki gibi “güvenilmez” ve “darbe destekçisi” ise neden bunca silahla böyle kritik noktalara gönderildiler? Orada neler yapabilecekleri neden düşünülmedi? Yerel mahkeme kararı doğru ise bu insanların durumu ne olacak? İki ucu çıkışsız bir değnek.
105 yıl önce Mustafa Kemal söylemişti. Bugün “Size ölmeyi emrediyorum” sözünü iç rahatlığıyla söyleyebilir misiniz? Ben emin değilim.
Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

8 Nisan 2020 Çarşamba

Türkiye üretecekse bunları anımsamalı - Barış Doster / CUMHURİYET

Salgın hastalık, ekonomiye ilişkin egemen söylemleri de dağıttı. Salgın atlatıldıktan sonra, dünyanın eskisi gibi olmayacağı konusunda herkes hemfikir. Vahşi kapitalizmin, neo-liberalizmin derde derman olmadığı, bir kez daha görüldü, hem de büyük acılarla. Tüm mal ve hizmetlerin üretimini piyasaya bırakan, sağlık ve eğitim başta olmak üzere temel, kamusal hizmetleri özel sektöre devreden anlayış, daha sık, daha acımasız eleştiriliyor artık. Ulus devletin kamucu, toplumcu, halkçı yönü daha fazla vurgulanıyor. Sosyal devletin önemi, daha çok anlaşılıyor.

Bu süreçte Türkiye’nin hatırlaması gereken başka ilkeler, kavramlar, kurumlar da var elbet. Örneğin; Cumhuriyetin erken döneminin planlı sanayi, planlı kalkınma, devlet öncülüğünde kurulan sanayi kuruluşları; bunların ekonomik boyutunun yanında sosyal yönleri mutlaka anımsanmalı. Korolar, tiyatro kolları, spor kulüpleri, kütüphaneler kuran; çocuk yuvaları, sağlık ocakları açan; balolar, kermesler düzenleyen, ağaçlandırma, sulama faaliyeti yürüten toplumcu işlevleri düşünülmeli. Zonguldak’ın kömürüyle Divriği’nin demirini Karabük’te buluşturan; yurttaşına Nazilli’nin basmasını, Beykoz’un kundurasını giydiren; halkın sofrasına Alpullu’nun, Turhal’ın şekerini getiren, bunları yaparken, aynı zamanda, kendi malını üretmenin ve kullanmanın gururunu, mutluluğunu yaşatan öncü sanayi kuruluşlarının niçin özelleştirildiğinin, neden tasfiye edildiğinin özeleştirisi verilmeli. Sadece birer iktisadi işletme olmayan, aynı zamanda ulusal bağımsızlığın kaleleri, simgeleri olan bu kuruluşların yarattığı sanayi birikimini ortadan kaldırmanın, ne tür ekonomik, siyasal, toplumsal sonuçlar doğurduğunun muhasebesi yapılmalı.

Cumhuriyet: Halkçılık, toplumculuk, kamuculuk, planlama

Israrla vurgulamakta yarar var. Diğer yönlerinin yanında Cumhuriyet, aynı zamanda eşitliktir. Halkçılıktır. Toplumculuktur. Kamuculuktur. Planlamadır. Devletçiliktir. O nedenle Türkiye; salgının öne çektiği ekonomik krizin sonrasına hazırlanacaksa, öncelikle ve özellikle, Cumhuriyetin toplumsal ve sınıfsal boyutunu sahiplenmelidir.
Küreselleşmenin, emperyalizmin yeni adı olduğunu unutmadan, 24 Ocak Kararları’ndan bu yana tutulan yolu tartışmalıdır. İngiltere’de “demir leydi lakaplı Muhafazakâr Parti lideri ve başbakan Margaret Thatcher’dan, ABD’de Cumhuriyetçi başkan Ronald Reagan’dan ilham alan ABD hayranı Turgut Özal’ın politikalarının sonuçlarını tartışmalıdır. ABD’de liberal ekonomik yaklaşımlarıyla ünlü Chicago Okulu’ndan ve Chicago Boys denen kadrolardan, İngiltere’de Adam Smith Enstitüsü’nden feyz alan iktisatçıların, nasıl olup da hem Özal’a hem Erdal İnönü’nün bazı “sosyal demokrat” bakanlarına danışmanlık yapabildiğini tartışmalıdır. Türkiye’nin iç pazarını, gümrük rejimini, dış ticaret rejimini tamamen Avrupa Birliği vesayetine açan, adeta yarı sömürge düzenini çağrıştıran Gümrük Birliği’ni tartışmalıdır.  
Sözün özü; üretim ekonomisini savunmak da, sosyal devleti, ortak iyiyi, toplumsal yararı, kamusal faydayı, sosyal adaleti savunmak da, eşitliği, emeği, hukuku, demokrasiyi, sendikal hakları savunmak da, öncelikle Cumhuriyetçilerin görevidir. Cumhuriyetçilerde bu birikim, bu donanım, bu insan kaynağı vardır. Yeter ki, bu ideolojik özü, geniş kitlelerle buluşturacak, cesur ve örgütlü mücadele göze alınsın.
Barış Doster / CUMHURİYET

7 Nisan 2020 Salı

Koronavirüs ve GOÜ ekonomileri - Hayri Kozanoğlu

Türkiye'nin de içinde bulunduğu gelişmekte olan ülke ekonomilerinden sadece mart ayında 83,3 milyar dolarlık rekor bir çıkış gözlendi. Küresel finansal krizin hemen ardından bunun yaklaşık üçte biri, 26,7 milyar dolarlık çıkış gerçekleşmişti.


Koronavirüs salgınının yarattığı ekonomik krizin dünya ekonomisine yayılması eşi benzeri görülmemiş bir hızda gerçekleşti. 2007-2008 küresel finansal krizinin Amerikan konut piyasasından Yunanistan, İspanya, Portekiz, Avrupa’nın güney ülkelerine uzanması bir yıl almışken, bu kez Çin’in Vuhan eyaletinde patlak veren pandemi üç ayda neredeyse tüm coğrafyalara bulaştı.(Bu da finansta yaygın virütik bir ifade.)

Küresel finansal krizle ilgili kapsamlı bir araştırma kaleme alan tarihçi Adam Tooze’a göre, virüsün Batı dünyasında İtalya, İspanya ile başlayıp ABD’ye atlamasıyla sağlık krizi finansal krizi tetikledi. Buna karşın Brezilya’dan Arjantin’e Hindistan’dan Tayland Malezya’ya kadar gelişmekte olan ülkelerde (GOÜ) henüz tıbbi vaka sayıları belirgin biçimde artmadan ekonomik kriz kapıyı çalmıştı bile.

GOÜ’lerden Büyük Çıkış

Büyük bankaların araştırma kuruluşu Uluslararası Finans Enstitüsü’ne göre dünya borsalarındaki hisse senetlerinin toplam değeri kısa sürede %20 azalarak 70 trilyon doların altına düştü. Sadece Mart 2020’de Türkiye’nin de aralarında bulunduğu “yükselen ülkelerden” 52.4 milyar doları hisselerden, 31 milyar doları tahvillerden olmak üzere 83.3 milyar dolarlık rekor bir çıkış gözlendi. Küresel finansal krizin hemen ardından bunun yaklaşık üçte biri, 26.7 milyar dolarlık çıkış gerçekleşmişti.

Aynı dönemde çıkışların 966 milyon doları borsadan, 2028 milyon doları hazine kağıtlarından gelmek üzere yaklaşık 3 milyar dolarlık sıcak para Türkiye’yi terk etti. Böylelikle yabancıların portföyündeki kamu kağıtları stoku 10 milyar doların altına inerken, borsa yatırımlarıyla yabancıların toplam pozisyonu 32 milyar dolara geriledi.

GOÜ’lerin Cephanesi Tükendi

Gelişmiş ülkeler, başta 2.2 trilyon dolarla ABD gelmek üzere, birbiri ardına para ve maliye politikası niteliğinde ekonomiyi canlandırma paketleri açıklıyorlar. Buna karşın GOÜ’lerin çoğu yetersiz döviz rezervleri; ciddi bütçe açıkları; küresel krizden bu yana çoğunlukla özel sektörde, özellikle de finansal olmayan şirketlerde yoğunlaşmış dış borçlar/döviz borçları ile krize yakalandılar. Üstelik başta petrol, düşen emtia fiyatları da birçok GOÜ’ye darbe vurdu. Türkiye kayda değer bir hammadde üreticisi sayılamayacağı için son gelişme lehine olduysa da, yukarıda sayılan diğer tüm makro sorunlar ekonominin fazlasıyla belini büküyor. Bu nedenlerle küresel yardım inisiyatifleri gerçekleşmezse, GOÜ’lerin kendi iç dinamikleriyle ekonomilerine ivme kazandıracak cephanelikleri bulunmuyor.

Kriz Neden GOÜ’leri Sert Çarptı?

GOÜ’lerin birçoğunda çok önemli bir döviz kazanç kapısı olan turizm çökmüş durumda. Biz güneydeki açılamayan otelleri konuşurken, Tayland’da turistler ortadan kaybolunca fillerin açlıktan kırıldığı, Peru’da İnka başşehri Machu Picchu’nun kapatıldığı, Afrika’da safari sektörünün çöktüğü bildiriliyor.
Avrupa ve Kuzey Amerika’da en fazla hizmetler sektörü zarar görüyor. Perakende ticaret, eğlence, lokanta-kafeler, ulaştırma sektöründe istihdam edilenler arasında çok sayıda GOÜ yurttaşı çalışan var. Nijerya, Filipinler, Lübnan gibi birçok GOÜ’nün ekonomisi işçi dövizleri ile dönüyor.
Uçuşlar iptal edilince Kenya’nın taze çiçek üreticileri ürünlerini Batılı müşterilere gönderemiyor. Sınırların kapanmasıyla Doğu Avrupalılar başta Fransa, Almanya, İngiltere gelmek üzere Batı Avrupa ülkelerine; Meksikalılar ABD’ye gidip tarım hasadını kaldıramıyor. Çilekler, kuşkonmazlar toplanamazken bir “kaybet-kaybet” durumu ortaya çıkıyor.

Polonyalılar-Macarlar arasında yaygın; hafta içi İngiltere gibi ülkelerde mesai yapıp işçi koğuşlarında yaşayıp; hafta sonunu charter uçuşlarıyla ailesinin yanında geçirmeye dayanan “iki mekanlı” istihdam tipi kayboluyor. GOÜ’lerin salgın karşısında tamamen kapanmanın ekonomik faturasını üstlenmeye cesaret edememeleri hastalığın yayılmasına, bütün dünyanın daha ağır bir fatura ödemesine neden olabilir. Buna karşın ekonomileri darboğazda bulunmasına karşın Hindistan ve Güney Afrika Türkiye’nin yapamadığını yapıp sıkı bir sokağa çıkma yasağı uygulamaya başladılar.

Türkiye Niye swap Programında Yok?

ABD 2009’daki gibi kritik gördüğü ülkelerin merkez bankalarına swap hatları açarak, dolar likiditesiyle hem ödemeler sistemini rahatlattı, hem de ABD dolarının daha fazla değerlenmesini engelleyici bir adım attı. Programa AMB, Japon, İsviçre, Avustralya merkez bankalarının yanı sıra Brezilya, Meksika, Güney Kore de dahil edildi. Güney Afrika, Hindistan, Tayland gibi bazı G-20 ülkeleri gibi Türkiye de liste dışı bırakıldı. 

Tayyip Erdoğan’ın tüm çağrılarına karşın ABD’yle ticari ilişkilerin sınırlılığı, ekonominin kırılganlığı, merkez bankasının bağımsız olmaması Türkiye’nin çizik yemesinin nedenleri olabilir. Bir de, Londra ile geçen yılki swap savaşı nasıl geri teptiyse , rahip Brunson tartışması sürecinde TCMB rezervlerinden ABD hazine kağıtlarının neredeyse sıfırlanması kararının bugün diyetinin ödendiği düşünülebilir.

Çözüm Önerileri

IMF genel direktörü Kristalina Georgieva “yükselen ülkelerin” 2.5 trilyon dolarlık desteğe ihtiyaç duyduğunu düşünüyor. Şimdilik en yoksul ülkelere yönelik 50 milyar dolar dışında hiçbir ülke IMF’nin kapısını çalmadı. Muhtemelen yumurtanın kapıya dayanması, ilk “teslim bayrağını” başka ülkelerin çekmesi bekleniyor.

GOÜ’lere yönelik en kapsamlı kurtarma paketi önerisi BM Ticaret Kalkınma Konferansı’ndan (UNCTAD) geldi. Kurum üç ayaklı bir finansman programı öneriyor:

■ Özel çekme haklarının (ÖÇH) kapsamının genişletilmesiyle 1 trilyon doların serbest kalması, (ÖÇH basitçe bir ülkenin kendi yerel parasıyla IMF tarafından küresel rezerv paraya erişmesi anlamına geliyor.)

■ Bu yıl GOÜ’lere ait 1 trilyon dolar borcun iptal edilmesi,

■ Sağlık sistemlerinin ayağa kaldırılması amacıyla 500 milyar dolarlık Marshall Planı’ndan bağışlar dağıtılması.

UNCTAD Covid-19 Raporu

UNCTAD önerilerini ayrıntılandırdığı “Covid-19 GOÜ’lere Şok” başlıklı bir rapor yayımladı. Raporda salgının sonuçlarını tahmin etmenin giderek güçleştiği, ancak aşağıdaki nedenlerle kalkınan ekonomiler için aşağıdaki risklerin ortaya çıkmasının beklendiği ifade ediliyor :

Birincisi, eğer depresyon savuşturulabilirse bile küresel ekonomiyi bu yıl bir durgunluk bekliyor. İkincisi, 2010’dan sonra gözlemlenen hızlı toparlanmanın, bu kez Çin’in kapsamlı ekonomik canlandırma harekatına girişecek gücü olmaması da dahil, zayıflayan kamu sektörü, daralan mali alan, net hata noksan kalemlerine yansıyan kural dışı finansal akışlar nedeniyle tekrarlanması beklenmemeli. Üçüncüsü, dış ticaretin hızlıca canlanması da, muhtemelen, tedarik zincirlerinin basitleştirilerek revize edilecek olması kaynaklı güç görünüyor. Dördüncüsü, emtia fiyatlarının kısa sürede toparlanması da olası gözükmüyor. Beşincisi, GOÜ’ler Küresel Finansal Krizden sonra hem rezerv paralar cinsinden özel borçların artması, hem de alacaklıların resmi kuruluşlardan öte yabancı bankalar ve hedge fonları gibi özel aktörler haline gelmesiyle yeni kırılganlıklar peydahladılar. Sonuncusu da, GOÜ’lerin uluslararası rezervleri tarihsel standartlara göre yüksek düzeyde bulunsa da (Türkiye için bu durum bile geçerli değil) tahkimat Covid-19’un yarattığı büyük sarsıntıyı kaldıracak güçte değil.

UNCTAD’ın Çözüm Önerileri

UNCTAD çözüm önerilerini de 5 maddede topluyor :

Birincisi, IMF’nin ÖÇH kotalarını yoksul ülkelere aktarması gerekiyor. 
İkincisi, IMF tarafından sermaye kontrolleri gerekli, sürekli ve meşru bir hak olarak tanınmalı. 
Üçüncüsü, dış borç ödemelerinde geçici durdurmalar borçlu ülke tarafından tek taraflı yürürlüğe sokulabilmeli. 
Dördüncüsü, yeni bir borç iyileştirme programı tasarlanmalı. Dünya Bankası’nın dünyanın en yoksul 76 ülkesi için attığı adımın kapsamı genişletilmeli. 
Beş, en yoksul GOÜ’ler için Resmi Kalkınma Yardımı (Official Development Assistance) yükümlülükleri yerine getirilmeli.

Yeni bir dünyaya atım atarken, eski küresel yönetişim zihniyetinin pespayeliği apaçık ortaya çıkarken, UNCTAD’ın önerileri tartışmalar için bir başlangıç noktası olma niteliğiyle büyük önem taşıyor.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

6 Nisan 2020 Pazartesi

Muhtaç halk, belediyelerden medet umuyor: Yardım çağrıları yüzde 78 arttı - ERK ACARER

Yardım çağrılarında büyük patlama var. Günde 72 bin kişi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni (İBB) arayarak “Bize yardım edin” diyor. İktidarın salgın günlerinde sağlık detaylarına da önem vermediği anlaşılıyor. İstanbul dışındaki 73 ilden, İBB’yi arayan yurttaş, psikolojik destek talep ediyor.

Koronavirüs salgını Türkiye’de etkisini artırırken parça parça önlemler alınması kamuoyunun tepkisini çekiyor. Üstelik önlemler delinmeye başladı bile. Sağlık Bakanlığı ve Bilim Kurulu’nun önerisi ile AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla 3 Nisan’da salgın tedbirleri alınmıştı.
Valiliklere ‘şehir giriş-çıkış tedbirleri’ ve ‘yaş sınırlaması’ ile ilgili genelge gönderildi. Ancak İçişleri Bakanlığı, yeni bir genelge ile 18 ile 20 yaş arasındaki kamu çalışanları, özel sektörde çalıştığını belgeleyenler ve mevsimlik tarım işçilerinin sokağa çıkma yasağından muaf tutulacağını açıkladı.
Emekçi, memur, tarım işçisi sokakta olmaya devam edecek. Her 18-20 yaş arasındaki kişinin denetlenme imkânı da yok. Dolayısıyla gençlerin geriye kalanlarının da sokakla bağını esnek tutması muhtemel. Erdoğan ‘salgın’ açıklamalarında, tedbirlere geçmeden önce mutlaka ihracat ve üretimin önemini vurguluyor. Açıkça yaşamı, ‘işin’ gerisine itiyor.
İBRETLİK UYGULAMALAR
Covid-19, Türkiye’de ‘sosyal devlet’ diye bir kavramın olmadığını, halkın sahipsiz bırakıldığını anlatmakla kalmadı, kitlelerin sadece bir ‘oy potansiyeli’ ya da ‘müşteri’ olarak görüldüğünü de ortaya koydu. İktidar, “Ölümüne çalışın, çarkın dönmesi için para lazım” diyor. Öte yandan en küçük hizmeti bile bedelsiz sunmuyor; maske satıyor.
Keşke bunlarla sınırlı olsa, AKP, Saray ve aparatları hizmet vermediği gibi hizmet vermeye çalışana da politik saiklerle mani oluyor. Kamuoyu, İstanbul ve Ankara belediyelerinin yardım hesaplarının bloklanması, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin sağlıkçılara tahsis ettiği yurdun, AKP’li Rektör Prof. Dr. Nükhet Hotar Göksel tarafından reddedilmesi gibi skandalları ibretle izliyor.
ENGEL OLAMIYORLAR
AKP, güvenin başka yere kaymasını ve bunun artarak sürmesini ise engelleyemiyor. İBB, Beyaz Masa-153 çağrı hattına gelen yardım talepleri, halkın ne kadar muhtaç durumda olduğunu anlatıyor. Ayrıca beklentilerini karşılamayacağını anladığı iktidardan daha da uzaklaştığını gösteriyor.
İBB, Beyaz Masa-153’ün verilerine bakalım. Beyaz Masa’ya yapılan sosyal yardım desteği çağrılarındaki grafik, Covid-19’un Türkiye’de de riske dönüştüğü Mart ayında yukarı doğru çıktı ve henüz başında olduğumuz nisanda zirve yaptı.
GÜNDE 72 BİN KİŞİ ‘YARDIM EDİN’ DİYOR
Sosyal yardım talepleri, mart ayı ve nisan başında şubat ayına göre günlük yüzde 78 oranında arttı. 1 Mart- 22 Mart verilerine göre günlük ortalama yardım çağrısı 41 bin 544’tü. Nisan ayına doğru bu ortalama yükseldi ve 22 Mart tarihinden sonra 72 bin 626 oldu. İBB çağrıları, halkın duygu durumu ile ilgili verileri de ortaya çıkardı.
TOPLUMUN PSİKOLOJİSİ BOZUK, AKP KAYITSIZ
Toplum psikolojik destek arıyor. İBB bünyesinde çalışan psikologlar, 25 Mart sonrası başlayan, ‘0212 449 49 00 Psikolojik Destek Hattı’ kapsamında 3 bin 220 görüşme yaptı. İşin ilginç yanı, İstanbul dışındaki 73 ilden de çağrı geldi. Bu durum, AKP’li belediyelerini halk sağlığına ilişkin detayları da düşünmediği ve kendi belediyelerinde benzer erişimi sağlamadığı anlamı taşıyor.
SAĞLIK ÇALIŞANLARI BEKLENTİ İÇİNDE
Bir diğer önemli başvuru ise sağlık çalışanları ile ilgili. 30 Mart 2020’de başlatılan konaklama desteği, internet, sosyal paylaşım siteleri, çağrı merkezi ve WhatsApp üzerinden yapılabiliyor. Şimdiye kadar yapılan başvuru sayısı 2 bin 116. Bu da iktidar tarafından ihtiyaçları karşılanmayan sağlık çalışanlarının da yerel yönetimlere yöneldiğini gösteriyor.
İBB CHP Meclis Grubu Yönetim Kurulu Üyesi ve Grup Sözcüsü Tarık Balyalı, talep edilen yardımları profesyonel ekiplerle karşılamaya çalıştıklarını ifade ederek AKP’nin engellemelerini değerlendiriyor: “İsmailağa Cemaati’nin yardım toplamasına izin var, belediyeye yok. Toplum refahını, siyasetin gerisine atan bu tutumu yadırgıyoruz. Halka kaynağımız var, devam edeceğiz.”
AKP, bu dönemde bile enerjisini topluma değil siyaset yapmaya harcıyor. Proje üretmek, halkı rahatlatmak gibi bir düşünce yok. Covid-19’u da fırsata dönüştürmeye çalışıyor. Uygulamaların tümü ve çelişkiler ise halkın gözleri önünde ceryan ediyor.
Erk Acarer / BİRGÜN

Evde kalın ama karantinaya alışmayın - Barış Terkoğlu


Oyuncu Tolga Mendi, yeni sevgilisiyle Belgrad Ormanı’nda yürüyüş yaparken yakalandı. Covid-19 virüsünün ardından devlet yetkililerinden gelen ‘evde kal’ tavsiyesine uymayan ikili, gazetecileri görünce panikledi. Mendi, ‘Rica ediyorum, lütfen o fotoğrafları yayımlamayın’ diyerek habercilerden fotoğrafların silinmesini istedi.
Hükümete yakın gazetenin “özel haberi” böyle. Aslında diğerleri de farklı değil. Tümünün magazin sayfaları “ünlülerin” evde olduklarını kanıtlayan, kendi elleriyle paylaştıkları fotoğraflarla dolu. Dışarıda yakalananlar ise özür diliyor. Eskiden bar kapılarında “ünlü” kovalayan muhabirler, şimdi ıssız korona sokaklarında evden kaçanları yakalıyor.
Herkes kendi kafesinde
Gazeteleri hapishanede bir gün gecikmeli okuyorum. Avukatlarıma, “Dışarısı nasıl” diyorum. Genelde “Tahmin bile edemezsin” yanıtını alıyorum. Bugüne kadar hiç tanık olmadıkları bir dünyanın tasvirini tecrit altındaki birinin anlamasının zor olduğunu düşünüyorlar. Oysa durum tam da hapistekilerin hayal edebileceği gibi. Üstelik bunun nedeni sadece eve kapanmış dışarıdakiler ile hücreye kapatılmış içeridekiler arasındaki farkın incelmesinden ibaret değil.
Michel Foucault’nun “Hapishanenin Doğuşu” adlı kitabı 17. yüzyıla ait bir veba yönetmeliğine yer veriyor:
Kentin ve ‘mücavir alanın’ kapatılması, buradan dışarı çıkmanın yasaklanması -aksine davranışlar ölümle cezalandırılır-, başıboş hayvanların hepsinin öldürülmesi kentin, her birinin başına yetkili bir eminin getirildiği ayrı mahallelere bölünmesi. Her cadde bir temsilcinin yönetimine verilmektedir; o da burayı gözetim altında tutmaktadır; eğer buradan ayrılırsa öldürülür. Belirtilen günde herkesin evine kapanması emredilmektedir. Evden çıkmak ölümle yasaklanmıştır. (…) Eğer evden mutlaka çıkmak gerekirse, bu sırayla yapılacak ve insanlar her türlü karşılaşmadan kaçınacaktır.(…) Temsilci de her gün sorumluluğu altındaki caddeyi gözden geçirmekte; her evin önünde durmakta; herkesi adıyla çağırmakta; herkesten durumları hakkında teker teker bilgi almaktadır. (…) Herkes kendi kafesine kapatılmış, kendi penceresinde adı okunduğunda cevap vermekte ve istenildiğinde kendini göstermektedir. Bu canlıların ve ölülerin büyük teftişidir.
Uzun yönetmeliğin yarattığı olağanüstü halin kısa özeti böyle.
Karantina modeli hapishane
Veba yönetmeliğinin yarattığı hapishane atmosferi tesadüf değil. Foucault’nun hapishaneyi kışla, okul, fabrika ya da hastane gibi “disiplin merkezleri” ile birlikte incelediğini, iktidarın yönetme mekanizmalarının yansıması olarak ele aldığını okuyanlar biliyor. Dönelim salgın hastalık karantinasına…
Foucault, en işlevli hapishane mimarisi olarak ele aldığı Jeremy Bentham’ın “Panoptikon Projesi”ni salgın hastalık yönetmeliğinin modellenmiş hali olarak anlatıyor:
Çevrede halka halinde bir bina, merkezde bir kule; bu kulenin halkanın iç cephesine bakan geniş pencereleri vardır; çevre bina hücrelere bölünmüştür. (…) Görülmeden gözetim altında tutmaya olanak veren düzenleme, sürekli görmeye ve hemen tanımaya olanak veren mekânsal birimler oluşturmaktadır.” Panoptikon’un büyük etkisi buradan kaynaklanmaktadır:
Tutukluda, iktidarın otomatik işleyişini sağlayan bilinçli ve sürekli bir görülebilirlik halini yaratmak.”
Gözünüzde canlandırabildiniz mi? Avrupa şehirlerinin merkezinden tüm evlerin göründüğü “panoramik manzara” veren kuleleri düşünün. Ya da bir futbol sahasının santrasından tüm tribünleri izleyebildiğinizi. Burada da iktidarın temsilcisi “yola gelmesi gereken” tüm mahpusların hücrelerini gözetleyebiliyor.
Ezeli ve ebedi sanıyoruz. Ama hapishanenin de bir tarihi var. İnsan bedenine eziyet çektirerek cezalandırmanın yerini “kapatma”nın alması uzun sürdü. Bugün anladığımız haliyle “cezaevi”nin geçmişi neredeyse iki asır kadar. Panoptikon planı ise kendini bu süreçte zamana uyarladı. Gözaltındaki polis merkezinde hücrelerin içindeki ya da hapishanede koğuşların ortak alanlarındaki kameralar “gözetleme”yi yeni teknolojiyle sürdürüyor. Buradan göremiyorum ancak magazin ekleri ipucu veriyor. Muhtemelen herkesin ev halini paylaştığı sosyal medya, karantina kontrolüne gönüllü bir göz yaratıyor.
Nihayetinde salgın hastalıkları önlemek için tartışmasız en etkili çözümlerden biri olan karantinalar ya da tutukluyu disipline sokan hapishaneler; iktidarın hastayı ya da şüpheliyi yalıtmasına, kontrol etmesine, gözetlemesine ve bunu genişleyen bir meşruiyete dönüştürmesine yarıyor.
Karantinadan nasıl çıkarız?
Şimdi elimizi yıkamamız gerektiğini, sosyal mesafeyi, evden çıkmamayı biliyoruz. Bilmediğimiz, korona sonrasında nasıl bir dünyaya uyanacağımız. Zira dünyayı değiştiren salgın hastalıklar, devletlerin düzenini, sermayenin yayılımını, dinsel kurumların otoritesini hatta emperyal sistemi yeniden tanımlıyor. Örneğin Avrupa’da veba salgınları emek arzını azaltarak makineleşmeyi çabuklaştırmıştı. Kilisenin gerici otoritesinin işe yaramazlığını göstererek yıkıcılığının sadece beden üzerinde olmadığını ispatlamıştı. Peki korona?
40 yıldır anlatılan neoliberal küreselleşme masalının boyalarının döküldüğünü artık kundaktaki bebekler söylüyor. Çin’deki pazardan çıkıp Batı metropollerini vuran virüs, dünyanın küre olduğunu kanıtlarken; küresel dünyanın lideri ABD, müttefiklerine de düşmanlarına da sırtını döndü. Bir milletten diğerine geçen virüs sınır tanımazken; AB, İtalya ya da İspanya ile arasına kalın sınırlar çizdi. “Eski dünya”nın yaptırımlarla yalıttığı Küba, Rusya ya da Çin ise hasta dünyaya ilaç ve doktor taşıyarak “başka bir dünya” sinyali verdi.
Ya iktidar düzenleri?
Şunu biliyoruz: Olağanüstü haller hükümetlerin çoğunlukla sopalarını çıkardığı dönemlerdir. Yatay ilişkiler tasfiye olurken; yönetme, dikine ilişkilerin hapishanedeki gibi müdür ve gardiyanlarla kurulduğu bir hal alır. Ülkeyi bir hapishaneyi yönetir gibi yönetmeye izin veren karantina rejimi geçince, iktidarlar sopalarını tekrar kılıfına sokmak istemezler. Hatırlayın, 15 Temmuz’un ardından OHAL ilan edilirken dönemin Başbakanı, “Halka değil, devlet kendisine karşı OHAL ilan ediyor” demişti. Ancak FETÖ virüsünün ardından ülkenin kararnamelerle yönetildiği, yurttaşlık haklarının sınırlandırıldığı, hukukun sıra dışılaştığı, Meclis’in işlevsizleştiği düzen baki kaldı. Kesin olan bir şey var ki korona sonrasında Türkiye dahil tüm ülkeler bir seçim yapacak. Karantina - hapishane düzeni devam mı edecek? Sağlığa, eğitime, güvenceli çalışmaya erişmenin hak olduğu bir sistem mi kurulacak?
Sopayı elinde tutan iktidarın temsil ettiği sınıfların bu soruya verdiği yanıt belli. Karantinadakiler için ise 100 yıl önce Cumhuriyete ve yurttaşlığa bir olağanüstü halin sonunda ulaştığımızı hatırlama zamanı.
Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

5 Nisan 2020 Pazar

Toprağın ve denizin bereketi: İstanbul Rum mutfağı(Röportaj) - Berken Döner / duvaR.

Meri Çevik Simyonidis ile İstanbul Rum mutfağını konuştuk. Simyonidis, Rum mutfağının inceliklerini, sofra adabını ve lezzetlerini anlattı.

Yeme-içme kültürü, geçmişten günümüze hayatın önemli bir boyutunu oluşturuyor. Bu yönüyle kültürel kimlik, bellek, hatırlama ve sosyo-ekonomik durumu temsil eden kültürel bir pratik olarak da incelenmeye olanaklı. Bir etkileşim alanı olarak ilişkiler başlatan, geliştiren; dayanışma ve buna benzer pek çok duyguyu üretmeye olanak tanıyan yapısından dolayı oldukça değerli. Hatırlama ve kültürel kimliği sürdürme yöntemlerinin de etkin araçlarından. Bu açıdan bir toplumun yeme içme kültüründe yapılan gözlemler gündelik hayattaki değişimlerin de ipuçlarını veriyor. İstanbul Rum mutfağını, sofra adabını ve lezzetlerini Meri Çevik Simyonidis ile konuştuk.


                                                               Meri Çevik Simyonidis ve Berken Döner

Rumların mutfak kültürünü incelediğimizde İstanbul’un bütün olanaklarının en iyi biçimde kullanıldığını görüyoruz. Sizce de öyle mi?
Rum insanının gelenek ve göreneklerini araştırdığımızda rahatlıkla görebiliriz ki baskın olan konu yeme içme, taverna, pastanecilik ve eğlence konularıdır. Bunu evlerinde de aynı merakla yaptıkları gibi iş olarak da tavernacılık, pastanecilik gibi sektörlerde Rum insanının başarılı çalışmalarını hala görüyoruz. Bu konu belki farklı sektörlerde resmi olarak çalışamadıklarına bağlayacağımız gibi biraz da DNA larda gizli sanırım. İstanbul yeme içme sektöründe olduğu gibi Yunanistan’a göç ettikten sonra da kitaplarımda da paylaştım bunu. Rum insanı bu sektörde çok başarılı olmuş, kendi markalarını yaratmış ve bu sektöre imzasını atmıştır. Eğlenme ve güzel yeme içme bilgisi birbirini tamamlayan şeyler. Rum insanı evinde de yemek yapmayı ve sofra seremonisini sever, en güzel meze ve yemekleri hazırlayıp ailesini sofra etrafında toplayan bir yapıya sahiptir. Her türlü olayın sofra etrafında çözüldüğünü bizzat biz de ailelerimizden gördük, yaşadık. Bu ister Noel veya Paskalya toplantıları olsun, ister nişan veya düğün veya vaftiz olsun ya da isterse cenaze töreni sonrası olsun. Her halükarda sofra etrafında toplanma vardır. Bu da zaten düşünürsek tek başına bile bereketi getiriyor o eve, dükkana yani o haneye. O kalabalıklar bir şekilde kendiliğinden bereketi oluşturuyor.
Rum toplumunda özellikle kadınların kendilerini gerçekleştirme çabalarında mutfağın çok önemli bir yeri olduğunu söyleyebilir miyiz?
Rum kadınları çok yönlü kadınlardır. Her konuda çok becerikli oldukları gibi çok yaratıcıdırlar ve her türlü konuyu çözebilme becerisine ve zekasına sahiptir. Yani ne yapar yapar, gerekirse tatlı dilini kullanır, gerekirse güler yüzünü, gerekirse de zekasıyla bir şekilde mutlaka çözer konuları. Tabii ki mutfak ve yemek konuları Rum kadını için özel bir yere sahip. Aileyi bir arada tutmak için mutfakta yaratıcılığını kullanır haliyle. Bu konuştuklarımız bir dönem Rum kadınları için olsa da, modern Rum kadınları için biraz değişiyor. Kadının çalışmaya başlaması ve mutfaktan çıkması tabii ki bu geleneği belli bir ölçüde etkiledi muhakkak. Ama her halükarda bu içten gelen yaratıcılığı bitirebilecek bir şey değil. Çalışıyor olsa da muhakkak mutfakta ailesi için bir şeyler yapacak ve mutfakta hakimiyetini hissettirecektir gibi geliyor bana.
‘RUM SOFRALARINDA MEZENİN YERİ ÖNEMLİDİR’
Yemek kültürünün yeni kuşaklara aktarılması hangi yollarla ve nasıl gerçekleşiyor?
Yemek kültürü kuşaktan kuşağa aktarılırken genç kuşağın bunu öğrenmek istiyor olması gerekir her şeyden önce. Bu konuya merakları olması gerekir. Mesela kendi aileme baktığımda bizim kuşak çalışan kadın modeli olmamıza rağmen mutfağı ve yemek kültürünü seven ve bunu devam ettirmeye çalışan bir nesildik. Benim kızıma bakıyorum o bir “vejetaryen”, yakında “vegan bir vejetaryen” olmak istiyor. Yeni yüzyıl farklı beslenme modelleri geliştirdiği için doğal olarak ilgi alanları da değişiyor. Ama oğlum çok yakın mutfağa ve çok yetenekli olduğunu düşünüyorum. Belki başka gençlerin bu kültüre merakı olacaktır ki yeni mutfak sanatı akademileri ve okulları sürekli açıldığına göre var meraklısı gençler arasında. Belki de bir moda bu bilemiyorum ama zamanla belli bir olgunluğa eriştikten sonra gelişiyor yemek bilinci insanda. Orta yaşlarda mesela. Eskileri anma, eskiye özlem gibi konular biraz ileriki yaşlarda beliriyor. Ama tabii ki bu kuşaktan kuşağa aktarılırken herhangi bir kültürün ki bu yemek kültüründe de böyle, yaşanmışlıkları ile birlikte, hikayeleriyle birlikte, yani konu tüm detayları ve rengi ile anlatılırsa daha kalıcı olacaktır diye düşünüyorum.
Rum evlerinde günlük yemeğin hazırlanışı hakkında bilgi verir misiniz? Bu işin düzeni nedir?
Günlük yemeğin her yemeğin hazırlanışı gibi belli bir düzeni var. Önce alışveriş olur sonra temizlenmesi, yıkanması ve pişirilmesi gerçekleşir. Yani bu konuda özel bir durum yok. İş sofra kurma noktasında ve yemeklerin sıralanması safhasında değişebiliyor. Rum sofralarında mezenin yeri önemlidir. Soğuk meze veya zeytinyağlı ile başlayan yemek, ara sıcak meze ile devam eder. Bu arada muhabbetler olur, günün anlam ve önemli konuları tartışılır. Ana yemek etli veya balık veya evde ne hazırlanmışsa devam edilir. Sonrasında tatlı muhakkak olur her evde. Tatlılardan sonra istenirse meyve yenir ve kahve muhakkak içilir. Böylece akşam yemeği biter ve sofra kaldırılır. Bunlar bizim neslin evlerimizde yetiştiğimiz sofra seremonileri. Şimdide her gün belki olmasa bile işlerimizin yoğunluğundan ve hayat şartlarından dolayı, yine de bu düzen devam etmektedir.
Rum evlerinde misafir nasıl ağırlanır? İkram edilen tatlar arasında neler var?
İlk önce Rumlara özgü çevirme tatlısı vardır bu mutlaka ikram edilir. Bu vanilyalı, sakızlı, bergamotlu olabilir ve bir bardak soğuk suyun içinde bir tatlı kaşığı olarak ikram edilir. Bunu yapmak özel bir maharet gerektirir. Bunu yapamamışsa mutlaka mevsiminde yapıp kavanozlarda sakladığı kaşık tatlıları vardır. Bunlar da mevsimine göre çilek, vişne, portakal, ahududu, incir, kayısı, şeftali gibi bunları minik bir tabakta soğuk suyla ve kahveyle sunar.
Kadın marifetliyse muhakkak evde likör de bulunur. Bu vişne likörü olabileceği gibi, limonçello veya zevkine göre bir şeyler muhakkak yapmıştır. Bunları ikram eder. Sonra çay faslında hazırlıklıysa yine öncede çikolatalı bir piramit pasta veya tuzlu kurabiye, zeytinyağlı yaprak sarma, minik muska börekleri gibi çaylık bir şeyler hazırlamıştır. Yemek için gelmişse o apayrı bir düzendir. Deminde bahsettiğim gibi soğuk mezeler önce çıkar sofraya. Evde yapılmış mayonezle bir Amerikan salatası, taze otlarla ve haşlanmış yumurtayla süslenmiş bir fasulye piyazı, zeytinyağlı yaprak sarma veya zeytinyağlı biber dolması, tuzlu sardalye, pastırma veya mortadella salamı, taze çırpılmış biraz tarama, eğer ciddi bir sofraysa Çerkez tavuğu mutlaka vardır her misafir sofrasında. Ara sıcak olarak minik peynirli muska börekleri, ciğer kızartma, minik köfteler olabilir. Ana yemek et veya balık ev sahibinin tercihine kalmıştır. En güzel şekilde hazırlanır. Salata sofranın ortasında muhakkak vardır yine mevsimine göre. Bunların yanında rakı, uzo veya şarap ve tatlı bir muhabbet olmazsa olmaz tabii ki. Tatlılar da çok çeşitlidir. Bu portakallı bir revani veya bir profiterol veya meyveli bir turta ayrıca hafif bir puding veya çikolatalı bir cup olacaktır. Sonrasında yine kahve içilir.

‘PASKALYA’DA ADET OLARAK KUZU ÇEVİRME YENİLİR’
Rum toplumunun beslenme geleneğinde oruç ve bayram günleri önemli yer teşkil ediyor. Bugünlere özgü geleneksel beslenme biçimleri nelerdir?
Geleneksel sofralarda da bu gibi sofralar hazırlanıyor. Şöyle ki Paskalya ve Noel Sofraları birbirinden farklı olarak Paskalya’da kuzu çevirme adet olarak yenilir. Bu kuzunun iç organlarından yapılan “mağiritsa çorbası” yemekten önce içilir ve kırk günlük perhiz dönemi bu çorbayla bitmiş olur. Noel’de ise hindi ve kestaneli iç pilavı mezelerden sonra sofraya gelir. Perhiz dönemi bu yortularda öncesinde kırk gün et ve et ürünleri olmaksızın, suda haşlama yemeklerin yenildiği zor bir dönemdir. Her oruç ve perhiz dönemi gibi amaç vücut için bir arınma ve yenilenmedir.
Yakın geçmişte İstanbullu Rumlar nerelerden alışveriş ederlerdi? Yiyecek-içeceklerin temini için belirli dükkanlar var mıydı?
Sadece Rumlar demeyelim ama genel anlamda biraz eskiye gidersek alışverişlerin Mısır Çarşısı’ndan, Eminönü’nden, pazar yerlerinden taze taze alındığını görüyoruz. Annemin bunun için özel bir günü vardı mesela, pazartesileri bu iş için koşturduğunu hatırlarım. Salı ve perşembe pazarın olduğu günlerdi ve pazara gidilip taze taze sebzeler ve meyveler gelirdi eve. Tatlı hazır alınacaksa tabii ki Baylan veya Bahar Pastanesi tercih edilirdi. Paskalya’da Noel’de çörekler evde yapılmıyorsa Palmiye Pastanesi’nden alınır, salam sucuk için Tadal’a gidilirdi. Balık Pazarı için Beyoğlu mutlaka gidilen alışveriş noktasıdır. Karides, ahtapot, lakerda, çiğ tarama veya hindi, bıldırcın yumurtası, ördek veya kaymak, hazır beyaz tatlı, gibi ihtiyaçlar için. Şütte ve Çerkezo Bulgar mezeci dükkanlarını unutmamak gerekir. Domuz ürünlerini, salam, jambon gibi buradan alıyorduk ve buna hala devam ediyoruz. Tarihi Üç Yıldız Şekerleme de taze ürünleriyle mutlaka uğradıklarımız arasında bir adres. Kosmaoğlu’ndan da füme domuz ürünleri olduğu gibi yine domuz sosis salam jambonu da tedarik ediyorduk ve ediyoruz da hala. Bunlar benim ailem için geçerli. Biz Kurtuluş’ta oturuyorduk. Karşı tarafta oturanların çarşı-pazarı farklı adreslerdi muhakkak.
Siz mutfakta ne kadar zaman geçiyorsunuz? En çok hangi yemeği yapmaktan hoşlanıyorsunuz?
Ben bir restoran sahibiyim ve bundan dolayı mutfaklarla aram çok iyi. Evde de işte de mutfağa girmek beni mutlu ediyor. Her yemeğin yeri ayrı benim için. Bazen güzel kokulu bir kek yapmak istediğimi hissediyorum evde, giriyor yapıyorum. Ev mis gibi kokuyor. Bazen bir meze veya bazen bir tatlı. Belli olmuyor.
Son zamanlarda anı-yemek kitapları oldukça popüler. Fakat buna rağmen İstanbullu Rumların yeme içme kültürünü tanıtan kapsamlı bir kitabın eksikliği hissediliyordu. Sizin kitabınız kendi alanında bir ilk olma özelliği gösteriyor. Nasıl aklınıza geldi böyle bir kitap hazırlamak? Bize bundan bahseder misiniz?
Bu kitapları hazırlama fikri birçok düşünceden sonra ortaya çıktı. Bu koskoca yemek tarihini yazmak kolay değil. Tarihçi değilim, tepki çekebilirim diye düşündüm. En iyisi kendileri anlatsın, onları sorularımla yönlendireyim ben sadece dedim. Sonra tanıdığım isimleri sıraladım. Tanımadıklarıma onlar yolladı sağ olsunlar. Yanıma amatör bir kamera aldım ve yola koyuldum. Harika muhabbetler yaptık bu harika insanlarla. Güldük, ağladık, üzüldük, yedik içtik, yazdık hatırladık… Onlar da hatırladılar gençliklerini, yaşadıkları o muhteşem dönemi. Evet muhteşemdi o zamanlar İstanbul, arkadaşlıklar, güzel dostluklar, o zamanki bereket, dükkanlar, taverna geceleri, keyif, coşku… Anlata anlata bitmeyen anılar… Kapı kapıyı açtı, biri ötekine gönderdi beni ve kitaplar oluştu. Yani öyle bir mutlulukla kapılarını açtılar ki, öyle hazırdılar ki anlatmaya benim gitmemi bekliyorlarmış gibi. Sağ olsunlar var olsunlar.
Röportaj yaptığınız isimlere baktığımızda kimisi İstanbul’da yaşamaya devam etse bile pek çoğu da Yunanistan’ın farklı kentlerinde yaşıyor. Üstelik aralarında huzurevinde yaşayanlar, çok yaşlanmış olanlar da var. Onlara nasıl ulaştınız? Zor oldu mu?
Çok kolay olmadı tabii ki. Yurt dışı seyahatlerim oldu Atina’ya, Selanik, Çanakkale, Gökçeada, Bozcaada gibi. İlk sahiplerine ulaşmaktı amacım bu mekanların. Bunları bulmadan rahat edemeyecektim, bir anlamı da kalmayacaktı bu çalışmanın. Tabii ki yaşayanları, hala hayatta olanları bulabildim. Bazılarının da akrabalarını buldum onları dinledim. Üç sene bir kitap için koşturdum. İki buçuk sene de diğeri için… Bu üçüncü kitap onlardan aldığım ve bizzat benim aile büyüklerimin yemek tarif ve reçeteleri.
Röportajlar sırasında ilginç anlar yaşadınız mı?
Hepsi baştan sona ilginç, çok duygusal, çok özel röportajlardı. Kitaplarda paylaştım hepsini. İlk kitap çıktıktan sonra telefonları açıp bizi unuttun diyen o güzel insanları hatırladıkça mesela gözlerim doluyor hala veya sosyal medyadan bana ulaşıp bizde konuşmak isteriz buyur bekliyoruz diyenleri… Atina’da kaldığım eve kadar gelip uçak için yolluk olarak taze milföy getiren Bay Lemoncoğlu’nu nasıl unutabilirim ki? Ya Niko Mundi’ye gittiğimde kapıyı Hüseyin Usta’nın açması Atina’da veya Madam İoanna’ya gittiğimde Bahar Pastanesi için bana kapıyı süslenmiş püslenmiş, saçı başı yapılmış bir halde açması ve giderken “Kızım senin de önüne Ziya Bey gibi adamlar (Bahar Pastanesi’nin şimdiki sahibinin) çıksın” demesi. Evlerden ayrıldığımda yolda yürürken hüngür güngür ağladığımı hatırlıyorum.
Sizden bir de tarif alalım. Malum, karantina dönemindeyiz, yeni tatlar denemek bizi hayata bağlıyor.
Seve seve… Ben de bu dönemi yemek yaparak atlatmaya çalışıyorum. Çok pratik bir tarif vereceğim.
Girit Lokumu için Malzemeler:
  150 gram Erzincan Tulum Peynir yoksa Beyaz Peynir
  2 yemek kaşığı Tereyağ
  3 yemek kaşığı Antep fıstığı
  3 yemek kaşığı file badem (istenirse eğer konulabilir)
  3 yemek kaşığı ceviz içi (istenirse veya Antep fıstığı yoksa)
  3 yemek kaşığı dereotu
  1 diş sarımsak
  5 yemek kaşığı zeytinyağı
Girit Lokumu Tarifi:
Tulum peynirini veya beyaz peynirimizi iyice ezdikten sonra tereyağı ve sarımsağı da ekleyerek iyice karıştırın. Ceviz içini veya  Antep fıstığı (Antep fıstığını tercih etmenizi öneriyoruz) ve dereotunu da ekleyip karıştırmaya devam edin. Minik toplar haline getirdikten sonra yine bol Antep fıstığına bulayarak servis ederken üzerinde zeytinyağı gezdirebilirsiniz.
Neşeli sofralarda yeninden bir araya gelmek ümidiyle…
Berken Döner / duvaR.