1 Ağustos 2020 Cumartesi

Sosyalizmin yeşili olabilir miydi? - Murat Akad / SOL - GELENEK

Libya’da bir “sosyalist cemahiriye” kurduğunu, adına “yeşil sosyalizm” dediği bir sosyalizm biçimi oluşturduğunu ilan etmişti. Türkçede olmayan cemahiriye sözcüğü bile tek başına uzun süre tartışılmıştı.


Bugün yaşı 50 civarında ya da daha fazla olanlar iyi anımsar. 1970’li yıllarda Libya lideri Muammer Kaddafi popüler bir şahsiyetti. Sık sık basında yer alır, tartışmalara, sohbetlere konu olurdu. Bunda hiç kuşkusuz sıradışı kişiliğinin payı vardı. Ancak tek neden bu değildi. Libya’da bir “sosyalist cemahiriye” kurduğunu, adına “yeşil sosyalizm” dediği bir sosyalizm biçimi oluşturduğunu ilan etmişti. Türkçede olmayan cemahiriye sözcüğü bile tek başına uzun süre tartışılmıştı.1

Yeşil sosyalizm, Yeşil Kitap adı verilen ve üç bölümden oluşan bir metinde açıklanıyordu. Kitap 1970’li yılların ikinci yarısında üç ayrı bölüm halinde yayımlandı. Kaddafi tarafından kaleme alınan kitapta, kapitalizme ve reel sosyalizme alternatif “Üçüncü Evrensel Teori”nin ortaya çıkarıldığı “müjdeleniyordu.” Kitabın birinci bölümü demokrasi sorununu, ikinci bölümü ekonomi sorununu ele alıyor; üçüncü bölümü de Üçüncü Evrensel Teori’nin toplumsal tabanını açıklıyordu. Teori bir yandan sosyalizan bir karakter taşırken, diğer yandan İslam’la uyum içinde olduğunu vurguluyordu. Ancak bu “uyum”, seküler bir karakter taşıyor ve bu nedenle de kitap, iktidarı boyunca Kaddafi’ye muhalefet eden köktenci İslamcılar tarafından “kâfir” damgası yiyordu.2

Kaddafi’nin ve birlikte iktidara geldiği subayların siyasi çizgisinin, dönemin önemli siyasi önderi olan ve Mısır’da 1954 ile 1970 arasında başkanlık yapan Cemal Abdül Nasır’dan esinlenmiş olmasını doğal karşılamak gerekiyor. Mısır’ın ardından 1960’lı ve 70’li yıllarda Arap dünyasında, sırtını dine ve milliyetçiliğe dayayan, öte yandan sosyalizmden esinlenen akımlar gelişti. Büyük ölçüde ulusalcı olarak nitelenebilecek olan bu akımlar, sosyalizmi her ülkenin kendi koşullarına uyarlama çabasını güttüler. Bu dönemde Arap ülkelerinin, bir bölümünde feodal iktidarlar, darbeler ya da halk ayaklanmaları aracılığıyla yerini ilerici nitelikteki iktidarlara bıraktı. Bu iktidar değişikliklerinde askerler önemli rol oynadılar; zira o dönemde Ortadoğu toplumlarında askerlik ve ordu modernleşmenin önemli öznelerinden birini oluşturmaktaydı.3

Libya’da da 1 Eylül 1969’da bu tür bir iktidar değişikliği oldu. Birlikçi Hür Subaylar adıyla örgütlenen bir grup subay monarşiyi devirdi ve Libya Arap Cumhuriyeti ilan edildi. İktidarı, Devrimci Komuta Konseyi devraldı; konseyin başında, o dönemde henüz 27 yaşında olan Yüzbaşı Muammer Kaddafi vardı.

Bir tür burjuva devrimi sayılması gereken iktidar değişikliğinin ardından ortaya çıkan yeni rejimin önemli özelliklerin biri antiemperyalist, sömürge karşıtı olmasıydı. Ülkedeki ABD ve Britanya üslerinin varlığını sağlayan anlaşmalar kısa sürede feshedildi. Yabancı sermayenin varlığı da kısıtlanmaya başladı. Zengin petrol yataklarının üzerindeki çokuluslu petrol tekellerinin kontrolüne, Libya Ulusal Petrol Şirketi’nin kurulmasıyla birkaç yıl içinde son verildi. 1973’te bunların bir bölümü devletleştirildi. 

Özellikle eski İtalyan sömürgecilerin elinde bulunmaya devam eden topraklar ve devrilen hanedanın elinde bulunan topraklar kamulaştırıldı ve topraksız köylülere dağıtıldı. Köylülere, tarım yapabilmeleri için finansal ve teknik destek verilmeye başlandı. 

Öte yandan, Nasırcı düşünceden beslenen Arap milliyetçiliği yeni iktidarın ideolojik çerçevesini çiziyordu. İktidar, düşüncesinin İslam’la uyum içinde olduğunu ilan ediyordu. İslami ceza hükümleri yürürlüğe kondu. Komünizm karşıtı bir yaklaşım da belirgin özelliklerden bir diğeriydi. (Bu da ABD yönetiminin yeni iktidarı tanımasını sağlamıştı.)4

Ancak bu özellik, Libya’nın Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerle yakın, dostça ilişkiler geliştirmesini engellemedi. Bu, Batı karşıtı dış politikanın da doğal bir sonucu oldu. Sovyetler Birliği için, emperyalizmden uzaklaşan ve kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan yeni bir ülke elbette olumlu bir anlam taşıyordu. 1972’nin başında, iki ülke arasında bir iktisadi ve teknik işbirliği anlaşması imzalandı.5 Gelişen ilişkiler, özellikle 1970’li yıllarda sosyalist ülkelerin Libya’ya önemli düzeyde yardımlar aktarmasını getirdi. Sosyalist ülkelerden gelen çok sayıda teknik eleman, Libya’nın kalkınmasına katkıda bulundu. Bu ülkeler Libya’ya finansal, siyasal, askeri destek de verdi.6

Sömürgecilik, monarşi ve Batı kültüründen arınmak için adımlar atıldı. Bunlar arasında Batı kökenli kitaplar ve müzik aletlerinin yakılması, gece kulüplerinin kapatılması, alkolün yasaklanması, Libya’nın geleneksel giysilerinin giyilmesinin teşvik edilmesi, Gregoryen takvimdeki isimlerin değiştirilmesi gibi bazıları sembolik olanları da vardı. 

1969’un Aralık ayında İslam, ülkenin resmi devlet dini ilan edildi. Devrimin amaçlarından birinin din, ahlak ve yurtseverliğe dayalı bir sosyalizmin inşa edilmesi olduğu açıklandı. Bu, toplumsal adalet, yüksek üretim düzeyi, her türlü sömürünün ortadan kaldırılması ve ulusal servetin eşit olarak dağıtılması gibi unsurlara dayanacaktı. 

Mısır modeli izlenerek 1971’de Arap Sosyalist Birliği isminde tek bir öncü partinin iktidarda olduğu bir döneme geçildi. Ancak bu model, iki yıl sonra terk edildi. 

Kaddafi, Arap birliğini sağlamak konusunda çeşitli girişimlerin içinde bulundu. İktidara geldikten hemen sonra Libya, Aralık 1969’da Mısır ve Sudan’la birlikte Arap Devrimci Cephesi’ni kurdu.

1970’te buna Suriye de katıldı. Bunun devamı, Arap Cumhuriyetleri Federasyonu oldu. Ancak çeşitli görüş ayrılıkları nedeniyle bu girişim ilerleyemedi ve 19 Kasım 1977’de sona erdi. 1970’ler boyunca bu dört ülkenin çeşitli birlik ya da federasyon denemeleri oldu ancak bunlar hep kısa ömürlü kaldı. 

Bir başka girişim ise Tunus’la Libya arasında 1974’te gerçekleşti. İki ülke birleşerek Arap İslam Cumhuriyeti adını alacaklardı. Ancak ideolojik ve siyasi görüş ayrılıkları nedeniyle bu girişim de sonuç vermedi. 

15 Temmuz 1973’te yaptığı bir konuşma ile Kaddafi, eski bürokrasiye karşı bir halk devrimi ilan etti ve bürokrasiye karşı halk komiteleri kurulmasını talep etti. Kaddafi’nin bu tür girişimleri Devrimci Komuta Konseyi’ndeki görüş ayrılıklarını giderek derinleştirdi. Ağustos 1975’te Ömer El-Muhaşi’nin başını çektiği bir darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. Konseyin yarısı tasfiye edildi ve Kaddafi, iktidarını konsolide etti. 

Ülkede gerçekleştirilmeye çalışılan dönüşümler iki önemli eksiklik barındırıyordu. Birincisi, halkın devrimci sürece katılımı ve desteği idi. Bir de hayata geçirilen politikalar bütünlüklü bir programatik zeminden yoksundu. Bu eksiklikleri gidermek için halk devrimini, Üçüncü Evrensel Teori’nin ortaya atılması ve Yeşil Kitap izledi. 

1977’de bir “halk iktidarı rejimi” ilan edildi ve ülkenin adı Libya Arap Halk Sosyalist Cemahiriyesi oldu. Halk komiteleri ve halk kongreleri sisteminin tepesindeki Genel Halk Kongresi’nin Genel Sekreteryası’nı Kaddafi ve kendisine yakın dört subay oluşturuyordu. 

1970’lerde devlet yapılanmasında gerçekleşen değişiklikler, yeni kurumların ortaya çıkması, halkın eğitim ve sağlığına önem verilmesi gibi uygulamalar, beraberinde toplumsal bir canlılık getirdi. Halkın refah düzeyi yükseldi. 

Yeşil Kitap neydi?

Libya tarihi boyunca ilerlemeden önce, ülkede 1970’li yılları şekillendirmede önemli yeri olan Yeşil Kitap’ı irdelemekte yarar var.7 Kitap, pek çok başlığı ele almakla birlikte, gerek yönetsel yapı gerekse ekonomi konularında birçok boşluğu da barındırıyor. Ortaya atılan düşüncelerin çoğunun nasıl hayata geçirileceği belirsizlik taşıyor. Dolayısıyla bu düşünceler zaman içinde pek çok değişikliğe uğradı, güncellendi, yeni araçlar geliştirildi. Yeşil Kitap’ı bütünlüklü bir programdan çok, bir tür kılavuz olarak nitelendirmek mümkün. Örneğin, ortaya konan düşünceler, kitapta yer almayan Devrimci Komiteler aracılığıyla hayata geçirilmeye çalışıldı. Kasım 1977’den itibaren kurulan ve Halk Komiteleri ve Kongreleri sistemini kesen bir düzlemde oluşturulan bu komiteler, halkın siyasi süreçlere daha fazla katılmasını, alınan kararların yürürlüğe konmasını sağlamak gibi işlevlere sahipti. 

Kitabın birinci bölümü “Demokrasi Sorununun Çözümü (Halkın Otoritesi)” başlığını taşıyor. Bu bölümde insan topluluklarının birincil siyasi sorununun “hükümet etme aracı” olduğu belirtiliyor. 
Kaddafi’ye göre iktidar mücadelesi, sınıflar, mezhepler, aşiretler vb. farklı “hükümet etme araçları” arasında gerçekleşiyor. Sınıf kavramı yanlış bir bağlamda ele alınarak, bir hükümet etme aracı olarak tanımlanıyor. Ve Kaddafi’nin bütün bir “teori” oluşturma çabası, yeni bir sosyalizm yarattığı iddiası nesnel dayanaktan yoksun kalıyor. Zira yeşil sosyalizm, işçi sınıfını, diğer sınıflarla aynı düzleme yerleştirerek, temel bir hata yapıyor. Ve bu özelliğiyle, bilimsel sosyalizme uzak olduğunu daha en baştan ortaya koyuyor. 

Yeşil Kitap’a göre, farklı hükümet etme araçları arasında yaşanan iktidar mücadelesi sonucunda halk kaybediyor, demokrasi kaybediyor. Ona göre, mevcut seçim sistemleri halkın gerçek iradesini yansıtmıyor. Bunların hepsinde, bir azınlık “kazanıyor”. Hangi sistemde olursa olsun bugünkü haliyle parlamentolar, halkı temsil etmiyor ve parlamenter hükümetler demokrasi sorununa yanlış bir çözüm sunuyor. 

Bu noktada Kaddafi, kapitalizmle reel sosyalizmi aynı düzleme yerleştiriyor. Reel sosyalizmde de gerçek demokrasinin bulunmadığını, gerçek demokrasinin halkın temsilcilerinin faaliyeti aracılığıyla değil, halkın katılımı ile olacağını belirtiyor. 

Kaddafi’ye göre otorite tam anlamıyla halkın elinde olmalıdır. Halk, doğrudan yönetmelidir. Bugünkü haliyle parlamento gibi, halkı temsil eden bir araç bulunmamalıdır. Ancak Kaddafi burada durmayarak, partiyi de bu tür temsiliyet aracı olarak tanımlıyor ve parti olgusuna da tamamen karşı olduğunu yazıyor; her türden parti olgusuna.  

Ona göre parti çağdaş diktatörlüktür; hükümet etmenin modern aracıdır. Parti hiç demokratik değildir, çünkü ortak çıkarları, ortak bir bakışı ve kültürü olan ya da aynı yerellik ve aynı inanca sahip insanlardan oluşur. Bir partinin hedefi, programını uygulayabilmek için iktidara gelmektir. Ancak halkın içerisinde değişik çıkarlar, düşünceler, duygular, inançlar olduğu için, bir parti halkı yönetmemelidir. Partilerin iktidar için birbiri ile mücadele etmesi, toplumun daha üst ve daha yaşamsal çıkarları pahasına olur. Dolayısıyla bu mücadele, siyasi etkinlik yaratsa da toplum için yıkıcıdır. Bir başka partinin zaferi, halkın, demokrasinin yenilgisidir. Bir parti başta, halkı temsil etmek için kurulur. Sonra partinin önde gelen grubu, diğer üyelerini ve partinin lideri de bu önde gelen grubu temsil eder hale gelir. 

Üçüncü Evrensel Teori’de sınıf olgusunun yanlış ele alınması, sınıflar arasında fark gözetilmemesi, parti olgusu ile ilgili analize de yansımaktadır. Her türlü parti aynı kefeye konmakta, işçi sınıfının devrimci öncü partisi ile kapitalist sisteme ait diğer bütün partiler eşitlenmektedir. Yukarıda söz edilen yaklaşıma göre, ortaya parti diktatörlüğü çıkmaktadır. Sosyalizme özgü proletarya diktatörlüğü, parti diktatörlüğü olarak tanımlanmaktadır. Sınıf olgusunun yanlış ele alınması, işçi sınıfı ile partisi arasındaki ilişkinin de kavranamamasına yol açmaktadır. 

Kaddafi burada da durmayarak parti sistemini modern aşiret ve mezhep sistemi olarak tanımlamaktadır, yine burjuva partileri ile işçi sınıfı partisini eşitleyerek. Ona göre bir parti tarafından hükümet edilen toplum, tam olarak, bir aşiret ya da mezhep tarafından yönetilen bir toplum gibidir. İktidar için partiler arasında verilen mücadele ile aşiretlerin ya da mezheplerin aynı mücadeleyi vermesi arasında fark yoktur. Her ikisi de toplum için aynı yıkıcılıktadır. 

Ona göre sınıf sistemi de, parti, aşiret ya da mezhep sisteminden farklı değildir. Bir sınıf da toplumun üzerinde, diğerlerinin yaptığı gibi egemen olmaktadır. Nasıl bir partinin, aşiretin ya da mezhebin kendi içinde ortak çıkarları varsa, bir sınıfın kendi içindeki çıkarları da ortaktır. Sınıf, parti, aşiret ve mezhep, benzer etkenlerden ortaya çıkıp ve benzer sonuçlara yol açmaktadır. Bu etkenler akrabalık, inanç, yaşam standardı, kültür ve yerellik gibi etkenlerdir ve bunlar, ortak bir hedefe yönelik ortak bir bakış ürettiği için, sınıf, parti, aşiret ya da mezhep ortaya çıkmaktadırlar. 

Sınıf olgusu yanlış ele alınınca, toplumların gelişim sürecinde nasıl evrildiği, nasıl bir toplumsal role sahip olduğu anlaşılamayınca, Marksizm’e uzak bu ifadeler ortaya çıkıyor. Kaddafi Marksist olmayan bir bakışla bir tür sosyalizm geliştirmeye çalışırken, iktidarın aynı sınıfın farklı bileşenleri arasında el değiştirmesi ile bir sınıfın iktidarının başka bir sınıf tarafından alaşağı edilmesi durumunu birbirinden ayıramamaktadır. Böylece tarihsel ilerlemeyi kavramamakta, işçi sınıfının iktidara gelmesine ilerici bir anlam atfedememektedir.

Ancak saat arada sırada doğru zamanı işaret etmektedir: “Eğer bir sınıf, parti, aşiret ya da mezhep topluma egemen olursa, bütün sistem bir diktatörlük olur.” Ancak bu durum, toplumun çıkarlarına aykırı olarak sunulmakta; proletarya diktatörlüğü, burjuva diktatörlüğü ya da daha geri bir diktatörlükle eşdüzeyde değerlendirilmektedir. 

Kaddafi’ye göre, bir sınıf, bir toplumun mirasçısı olursa, onun özelliklerini miras olarak alır. Örneğin işçi sınıfı diğer sınıfları ezerse, toplumun mirasçısı olur, toplumun maddi ve toplumsal tabanı haline gelir. Zaman geçtikçe, elimine olmuş sınıfların özellikleri işçi sınıfının içinde ortaya çıkar. Ve bu özelliklerin sahipleri, bu özelliklere göre davranmaya başlar. Dolayısıyla işçi sınıfı, ayrı bir toplum haline gelir, eski toplumla aynı çelişkileri gösterir. Elimine olmuş sınıflar gibi sınıflar ortaya çıkar ve böylece toplumu domine etme mücadelesi yine ortaya çıkar. 

Sosyalizmde, burjuva sınıfların yok olmayabileceği ya da yeniden türeyebileceği açıktır. Bunun yine bir iktidar mücadelesine neden olacağını tarihsel gelişmeler de ortaya koymuştur. Ancak Kaddafi’nin yaptığı bu gerçeğe işaret etmek değil, aslında sosyalizmin gerçekdışılığını vurgulamaktır. Ve tabii bunun üzerinden de komünizmin olanaksızlığını. 

Üçüncü Evrensel Teori’ye göre, hükümet etme aracı bir sınıf, parti, aşiret ya da mezhep değil, toplumun bütünü olmalıdır. Teori; temsiliyet, vekâlet vb. olmaksızın halkın otoritesine dayanmaktadır.  Doğrudan demokrasi asıl hedeftir. 

Üçüncü Evrensel Teori’nin ortaya koyduğu “gerçekçi” doğrudan demokrasiye ulaşmanın tek yolu, halk kongreleri ve halk komiteleri sistemidir. Yeşil Kitap doğrudan demokrasinin yolunun keşfedildiğini müjdelemekte; dünyadaki demokrasi sorunu nihayet çözülmektedir.

Kaddafi, demokrasiden, bir başka temel sorun olarak betimlediği hukuk sorununa geçiş yaparak, sosyalizmle İslam’ı bağdaştırma çabasına yöneliyor. Ona göre bir toplumun doğal hukuku ya gelenek ya da dindir. Bir toplum için herhangi bir başka hukuk hazırlamak geçersizdir ve mantık dışıdır. Diktatoryal hükümet etme araçlarının hukuku, doğal hukukun yerini almıştır. İnsan yapımı hukuk, doğal hukukun yerine geçmiştir. Hükümet etme araçlarının değiştirmesi mümkün olmayan istikrarlı kurallara dayanan bir doğal hukuk olmadığı sürece özgürlük tehdit altındadır.

Geleneksel hukuk, maddi cezalar yerine, insan için uygun olan ahlaki cezalar ortaya koyar. Din de geleneği sahiplenir ve içerir. Dolayısıyla din, doğal hukukun olumlanmasıdır. 
Bu şekilde ifade edilen düşünceler hukuk alanında da boşlukların var olması anlamına geldi. 1969’dan hemen sonra İslam hukuku geçerlidir diyen hükümet, 1970’li yıllarda giderek bunun, yürütülen devrimci dönüşümlere uygun olmadığını söylemeye başladı. 1978’de Kaddafi, İslami hükümlerin modern toplumlarda iktisadi ve siyasi ilişkiler için bir kılavuz olarak kullanılamayacağını vurguladı. Bu dönemde ülkedeki hukuksal yapıyı devrimci mahkemeler oluşturmaya başladı. Pratikte seküler politikalar İslami hükümlerin yerini aldı. Ancak bu süreç hiçbir zaman resmiyet kazanmadı. Kaddafi hep devrimin gerçek İslam’ı uyguladığını iddia etti. 

Halk kongreleri, Halk Komiteleri Sistemi 

Bu sistem, 1977’de Libya Arap Halk Sosyalist Cemahiriyesi’nin ilan edilmesiyle birlikte hayata geçirilmeye başlandı. Sistem, birkaç yıl içinde devletin (Libya Ulusal Petrol Şirketi gibi birkaç işletme haricinde) bütün bürokratik ve yönetsel kurumlarının doğrudan halkın eline geçmesini sağladı. Halkın siyasi süreçlere katıldığı, düşüncelerini kongreler aracılığıyla doğrudan dile getirebildiği bir sistem ortaya çıktı. 

Ancak yeşil sosyalizmin idari alana ilişkin belirsizlikleri, boşlukları devlet yapılanmasına, yönetsel mekanizmalara (özellikle de ekonominin yönetimine) yansıdı; burada da ciddi düzeyde belirsizlikler, boşluklar ortaya çıktı. Bu durum, dışsal koşulların bozulmasıyla birlikte, beraberinde büyük sorunlar getirdi. Örneğin, petrole dayalı olan ekonominin, bu nedenle istikrarsızlıklara açık olması karşısında gerekli olan planlama çalışmaları ihmal edildi.8

Bu tür boşluklar, devlet yapılanmasının revize edilmesiyle sonuçlandı. Mart 1979’da Devrimci Otorite’nin kurulması, bu tür adımlardan biridir. Zaman içerisinde, özellikle 1990’lı yıllardan itibaren Libya siyasetinin önemli bir özelliği belirginleşti ve Kaddafi iktidarının sonuna kadar varlığını korudu: Bir tarafta, halk kongreleri ve halk komiteleri sistemine dayanan formel bir hükümet yapısı bulunurken, diğer tarafta Kaddafi çevresinde enformel bir iktidar ve otorite yapısı ortaya çıktı. Bu yapılar “Kaddafi’nin Yoldaşları Birliği”, “Halkın Toplumsal Önderlik Komiteleri” gibi yapılardı. İlki Kaddafi’ye yakın kişilerden, ikincisi önemli kişiler ya da aşiret liderlerinden oluşuyordu.9 Aile ve aşiret yakınlıkları Kaddafi iktidarının çevresini giderek daha fazla şekillendirdi. 

Ekonomi sorununun çözümü – Sosyalizm

Yeşil Kitap’ın ikinci bölümü bu başlığı taşıyor. Kaddafi, ekonomi sorununu işçinin bakış açısından ele alarak tanımlamaya başlıyor. Grev hakkı dahil kazanılan hakları olumlu kabul ediyor ama bütün kazanımlara karşın, sorunun işçiler için yalnızca daha az şiddetli hale geldiğini, çözülmediğini söylüyor. Ve bu iddia, reel sosyalizm için de geçerli. Zira mülkiyet kamuda olsa bile, işçiler ücretli çalışan konumunda. Buna göre, işveren birey de olsa, devlet de olsa onun altında ücretli çalışan, onun kölesidir. 

Bu noktada reel sosyalizmle ilgili çarpık bir başka değerlendirme var: Kamusal ekonomik düzende işçiye sadece ücret ve başka sosyal faydalar verilir ve bu, zenginlerin, özel şirketlerin sahiplerinin işçilere yaptığı “yardımlardan” farklı değildir.  Özel mülkiyete zıt olarak kamu mülkiyetinde, gelirin, işçiler dahil topluma geri döndüğü argümanı geçerlidir.  Ama bu, bir sınıf, bir parti, mezhep, aile, aşiret, birey ya da herhangi bir başka temsil yetkisinin otoritesinin değil; halk komiteleri sisteminin, yani halkın otoritesi altında olduğunda doğrudur.  Nihai çözüm, ücret sistemini ilga etmek, doğal hukuka dönmektir. 

Doğal hukuk da, yukarıda tanımlandığı gibi, dine dayanmaktadır. 

Kaddafi, ekonomik sorunun özünü tanımlarken Marksizm’i de eleştirmektedir. Ona göre, “daha önceki tarihsel teoriler ekonomik sorunu, ya sadece üretim faktörlerinin mülkiyeti açısından ya da yalnızca üretim için ücretler açısından ele almıştır.” Asıl mesele üretimdir. Dünyadaki ekonomik sistemlerin en önemli özelliği, üretim ister toplum için ister bir özel kuruluş için yapılıyor olsun, işçinin, ürettiği üzerinde herhangi bir hak sahibi olmasını engelleyen ücret sistemidir. 

Kaddafi’nin üretim faktörleri olarak tanımladığı şeyler, sanayide makine, hammadde ve işçi; tarımda ise arazi, çiftçi ve tarım sürecinde kullanılan araçtır. 

Yeşil Kitap’a göre insanın insanı sömürmeye başlamasından önce, doğal hukuk geçerliyken, doğal sosyalizm vardı. Sömürü toplumunun oluşmasından itibaren doğal hukuktan uzaklaşıldı ve insan topluluklarında çarpıklaşma ve çürüme ortaya çıktı. Nihai çözüm, ücret sistemini ilga etmek, insanı zincirlerinden kurtarmak ve sınıfların, hükümet biçimlerinin ve insan yapısı yasaların ortaya çıkmasından önce ilişkileri tanımlayan doğal hukuka dönmektir. Doğal kurallar, insanlar arası ilişkilerde tek referanstır. Doğal hukuk, üretim faktörleri arasındaki eşitliğe dayanan doğal sosyalizme yol açar. Burada, üretim faktörlerinin üretimdeki payının eşit olması gerekir. Böylece, bütün üretim süreçlerinin tabi olduğu bir sosyalist sistem kurulacaktır. 

Bir bölümü bugün anlaşılması zor gelen bu ifadeler; mülkiyet ilişkilerinin, sınıflararası ilişkilerin, sınıf çelişkilerinin, sınıflı toplumların ortaya çıkmasından bu yana gelişen sınıf çatışmalarının,

Marksizm’in tanımladığı kavramların hiçbirinin yanından geçmemektedir. 

Kaddafi’ye göre sosyalist sistemde kişinin geliri ücret ya da yardım olmamalıdır. Zira sosyalist sistemde ücretli çalışan yoktur, sadece ortaklar vardır. Gelir, özel mülkiyetin bir biçimidir. Bunu nasıl kullanacağına kişi kendisi karar verir; ya gereksinimlerini karşılayabilir ya da, faktörlerinden biri olduğu üretimde pay olarak kullanabilir. Kişinin payı, üretim karşılığı herhangi bir başka kişiye ücret verilmesinde kullanılmayacaktır. 

Bu yaklaşım da ütopik sosyalizm esintileri taşımaktadır ve 19. yüzyılda yanlışlığı Marksizm tarafından ortaya konmuştur. 

Kitapta tanımlanan yaklaşım, 1977 yılından itibaren önce küçük işletmelerde ve özel çiftliklerde, daha sonra daha büyük sanayilerde (bankalar ve petrol sanayisi hariç) uygulanmaya başladı. İşletme sahiplerine bir tür tazminat ödendi ve işçilerle birlikte, ama eşit oranda mülkiyette pay sahibi olmalarına olanak tanındı. Böylece üst ve orta sınıfların özel mülkiyetine darbe vuruldu. İşletmeler, seçilmiş işçilerden oluşan Temel Üretim Komiteleri tarafından işletilmeye başlandı. Yönetimleri Halk Komiteleri’ndeydi. 

Ticaret sektörü çok büyük ölçüde daraltıldı. Özel perakende ticareti devlete ait süpermarketlerin açılmasıyla birlikte ortadan kalktı. 1980’e kadar bütün topraklar kamulaştırıldı. Küçük çiftçiler, tarım yapmak için devlete ait topraklardan ihtiyaçları kadarını kiralayabiliyorlardı. 1 Eylül 1980’de yaptığı bir konuşmada Kaddafi, ülkedeki girişimcileri “parazit” olarak nitelendirdi ve özel işletmeler, büyük ölçüde Devrimci Komitelerin aracılığıyla ya kamulaştırıldı ya da kapandı. 

Yeşil Kitap’ın vurgu yaptığı konulardan biri de konut meselesi. Kitapta herkesin, oturduğu konutun sahibi olması gerekliliği vurgulanıyor. Bu da 1978 yılında bir yasayla uygulamaya kondu ve herkes, oturmakta olduğu konutun sahibi haline geldi. Boş konutlara el kondu ve bunlar ihtiyaç sahiplerine dağıtıldı. 

Öte yandan, Kaddafi’nin Marksizm’in kapitalizme ilişkin analizlerinden hiç etkilenmediğini söylemek de haksızlık olacaktır. Artık değer ve sömürü kavramlarını her ne kadar kendi ifadeleri ile tanımlasa da bunlar, Marksist analizle paralellik göstermektedir. Öte yandan, yeşil sosyalizmde bir işçi (ya da onun literatüründe üreten), yalnızca kendisi için üretmektedir. Bireysel servette farklılık, ancak bir kamu hizmeti yürütenler için geçerlidir. Toplum bunlar için, servetten, verdiği hizmete eşit bir payı ayıracaktır. 

Burada çözüm olarak ikili bir mülkiyet biçimi tanımlanmaktadır: İnsanın, başkalarını kullanmadan kendi ihtiyacını karşılamak için özel mülkiyeti, ve üretenlerin, üretimde ortak olduğu sosyalist mülkiyet. Kişinin kendi gereksinimlerinin mülkiyetine sahip olması, onu madden ve ruhen özgür kılacak, ve bu da onu mutlu edecektir. Sosyalist toplumun amacı da budur. 

Kitaba göre nihai aşama, kârın ve paranın yok olacağı aşamadır. Bu aşamaya, toplumun tam anlamıyla üretken bir topluma dönüşmesi ve üretimin, toplum üyelerinin maddi gereksinimlerinin karşılandığı aşamaya ulaşmasıyla varılacaktır. Bu nihai aşamada kâr otomatikman yok olacak ve paraya gereksinim kalmayacaktır. Öte yandan, mevcut durumda kâr, iktisadi faaliyetin itici gücüdür. Sosyalist üretim, kârı artırma çabası ile paragrafın başında tanımlanan düzeye geldiğinde, kâr yok olacaktır. 

Burada Kaddafi’nin Marksizm’le uyumlu yaklaşımlarının belki de en netini görebiliyoruz. Yukarıdaki paragraf, Engels’in Komünizmin İlkeleri isimli metninde komünizme ilişkin yaptığı şu tanımla benzeşiyor: “Nihayetinde, bütün sermaye, bütün üretim, bütün mübadele ulusun elinde toplandığında, özel mülkiyet kendiliğinden yok olacaktır; para gereksiz hale gelecektir; üretim o denli genişleyecektir ve insan o denli değişecektir ki toplum, geriye kalmış olabilecek eski iktisadi alışkanlıklarını bir kenara atacaktır.”10

Ulusçuluk zemini

Yeşil Kitap’ın üçüncü bölümünde Kaddafi, teorisinin toplumsal zeminini açıklıyor. Bir ulus oluşumu üzerinden milliyetçi bir toplumsal zemin betimleniyor. Ulusal mücadele, toplumsal mücadele ile eşitleniyor; ve bunun tarihin hareketini sağladığı vurgulanıyor. Milliyetçilik, toplumun birliğini sağlayan tutkal olarak tanımlanıyor. Ve bir adım daha atılarak, birliğinin pekişmesi için, bir ulusun bir dininin olması gerektiğinin altı çiziliyor. 

Kaddafi, aile, aşiret ve ulus arasında bir dizge kuruyor ve birliğin sağlanmasında bu üç düzlemi öne çıkarıyor. Ailenin ve aşiretin toplum için önemli kurumlar olduğunu belirtiyor. Ancak ulusun, hem ailenin hem de aşiretin üstünde bir kurum olduğuna vurgu yapıyor. 

Kaddafi burada hiç kuşkusuz, aşiretlerin egemen olduğu arkaik bir toplumsal yapıdan, bir ulus oluşturma çabasını ortaya koyuyor. Bir yandan, ülkenin siyasal yapısını toplumsal yapısı ile uyumlu hale getirmeye; diğer yandan aşiretin belirleyici olduğu yapıyı evrilterek ulus oluşumunu hızlandırmaya çalışıyor.11

1969’dan sonra, Libya’da kadınların özgürlük alanı çok büyük ölçüde genişledi. Geri bir toplumda ezilmekte olan kadınlar, eğitim hakkı başta olmak üzere bütün haklarına sahip oldular. Kaddafi, aşiretlerin oluşturduğu, toplumsal açıdan geri bir toplumu ileriye çekmeye çalışırken kadınlara da bu alan açıldı. Buna karşın Yeşil Kitap’ta geri bir doğulu bakış açısını da görmek mümkün. Kitap, kadın ile erkeğin biyolojik farklılıklarından ötürü tam anlamıyla eşit olamayacağını, kadının yaşamdaki rolünün ve işlevinin de bu nedenle farklı olduğunu belirtiyor. Örneğin, aile yapısının insan doğasına uygun olduğunu ve bu nedenle kreş uygulamasının çocuk için yanlış olduğunu vurguluyor. Kadının Doğu’da bir meta olarak görüldüğünü belirtip, Batı’da ise kadınlığının tanınmadığını iddia ederek, kadının doğal rolünü engelleyen koşulları ortadan kaldıracak bir dünya devriminin gerektiğini söylüyor. Böylelikle, reel sosyalizmin kadının özgürleşmesi için on yıllar boyunca attığı adımları da bir kalemde siliyor. 

Kitabın son bölümlerinden birinde eğitim meselesi ele alınıyor. Kaddafi burada, bütün dünyada egemen olduğunu söylediği, bir tedrisata dayalı zorunlu eğitimin diktatoryal olduğunu, insanların özgürlüğünü kısıtladığını iddia ediyor. Bundan kurtulmak için bir kültürel devrim gerektiğini ve her insanın istediği gibi eğitim almasını sağlayacak şekilde geniş bir okul sisteminin kurulması gerekliliğini dile getiriyor. Din eğitimini engelleyen toplumların da gerici toplumlar olduğunu, cehalete eğilim gösterdiklerini ve özgürlüğe düşman olduklarını iddia ediyor. Dini eğitimi tekelleştiren toplumların da aynı özellikte olduğunu vurguluyor. Materyalist bilgiyi “tabu” olarak kabul ettiğini iddia ettiği toplumları da aynı kefeye koyuyor; ve böylece yine reel sosyalizmi hedef alıyor. 

Bu görüşler bir yana, Kaddafi döneminde Libya’da parasız sağlık hizmetinin yanında parasız eğitim hizmeti de devlet tarafından verildi. Önceki dönemde eğitim açısından çok geri olan toplumun önemli bir bölümü eğitim hakkından yararlandı. 1969’da yüzde 10 düzeyinde olan okuryazarlık oranı yüzde 75’e kadar çıktı. 

Rüzgârın dönüşü

Libya yönetimi, Filistin direnişi başta olmak üzere Ortadoğu ve Afrika’daki ulusal kurtuluş hareketlerini yoğun biçimde destekledi; topraklarını bu hareketlerin üyelerine ve yöneticilerine açtı.

Buna dayanarak ABD, Libya’yı 1978’den itibaren hedef tahtasına oturtmaya başladı. Libya’nın terörist faaliyetlere dahil olduğu iddiası ilk kez bu dönemde ortaya atıldı.12

1980’li yıllarda Libya, terörizmi desteklediği iddiasıyla, ABD ve diğer Batılı ülkelerin hedefinde daha fazla yer aldı. Berlin’deki ABD’li askerlerin gittiği bir gece kulübünde patlayan bombanın sorumluluğunu Libya’ya yükleyen ABD yönetimi (bunun doğru olmadığı kısa sürede ortaya çıktı), 14 Nisan 1986’da Trablus ve Bingazi’yi bombalayarak onlarca sivilin ölümüne neden oldu. 

1970’te petrol geliri, ülkenin toplam gelirinin yüzde 99’unu oluşturuyordu. Ve ülkenin tek ihraç kalemi petroldü.13 1970’li yıllarda sanayi ve tarıma büyük yatırım yapıldı, ülke ekonomisindeki ağırlıkları artırıldı. Ancak yine de Kaddafi dönemi boyunca ülke ekonomisi büyük ölçüde petrole bağımlı kaldı; tarım ve sanayinin ekonomideki payı çok düşük düzeyleri aşamadı. Petrolün toplam gelir içindeki payı 1970’lerin sonlarında yüzde 99,9’a yükseldi.14 

Reel sosyalist sistemin dağılması, emperyalizmin basıncı, özellikle Arap dünyasına yönelik sonuçsuz dış politika adımları, Libya’nın uluslararası düzlemde izole olmasını beraberinde getirdi. Ekonomik yaptırımlar ve petrol fiyatlarının düşmesi ülkeyi ekonomik açıdan da çok zor durumda bıraktı. 

Bu dönemde, özellikle 1986’daki iktisadi ve siyasi reformlarla birlikte ülke piyasalaşmaya açıldı ve 1970’li yıllarda ortaya konan devletçi, halkçı ilkelerden uzaklaşılmaya başlandı. Özel sektör yeniden büyüdü. Yabancı sermaye yatırımlarına alan açıldı. Çokuluslu petrol tekelleri Libya’ya geri döndü. 2000’lerin başlarından itibaren Batı ülkeleriyle ilişkiler gelişti. 

Türkiye kökenli sermaye de 1980’li yıllardan itibaren Libya’da belirgin bir varlık gösterdi. Bu, günümüzde de devam ediyor. 

Aynı süreçte cemahiriye sisteminin ilerici özellikleri de aşınmaya başladı. Halk iktidarı sistemi bozuldukça halk depolitize oldu. Bunda elbette, her ne kadar reel sosyalizme uzak bir sosyalizm biçimi tanımlanmaya çalışılmış olsa da, Sovyetler Birliği ve reel sosyalist sistemin yıkılmasının ve sosyalizmin ağırlığının azalmasının büyük bir payı var. 

Kaddafi’nin Batılı ülkelerle ilişkileri giderek geliştirmesi, kendisinin ve ülkesinin emperyalizm tarafından “haydut devlet” olarak etiketlenmesini engelledi, ama iktidarının zayıflamasını engellemeye yetmedi. Yine de Kaddafi’nin liderliğindeki Libya, emperyalizmin arzu ettiği Ortadoğu’ya uymuyordu. Başka aşiretlerin ve gerici odakların konumu güçlendi. Ve Arap Baharı olarak adlandırılan gerici dalga 2011’de Libya’yı da vurdu. Kaddafi trajik biçimde katledildi ve böylece Libya için uzun bir dönem kapandı. 

Libya’da Kaddafi döneminde her ne kadar bilimsel sosyalizme çok uzak bir ideoloji ve siyasal pratik ortaya konmuşsa da, sosyalizme bir şekilde eğilim gösterilmesini, 20. yüzyılın ilerici rüzgârları ile açıklamak gerekiyor. Sovyetler Birliği ve onun temsil ettiği sosyalizm, ulusal kurtuluş hareketlerini, antiemperyalist hareketleri desteklemesi nedeniyle özellikle bu tür ülkelerde sempati kazanmıştı. Öte yandan bu ülkelerin çoğunda bağımsız bir işçi sınıfı siyasetine alan açılması güç olmuş, Libya’da ise doğuşuna hiç izin verilmemişti.15

Bugünden bakıldığında Libya’daki yeşil sosyalizm deneyimi; halkın her aşamada kongreler, komiteler aracılığıyla örgütlenmiş olması, kamucu ekonominin hayata geçirilmesi, geri bir toplumda kadınlara özgürlük alanının açılması, halkın parasız eğitim ve sağlık hizmeti alabilmesi, emperyalizme karşı en azından uzun bir süreyle dik durulması gibi özellikleri sayesinde olumlu anılmayı hak ediyor. 

Öte yandan, Kaddafi’nin tutarsız kişiliği ve bunun ülkenin gerek iç gerekse dış politikasına yansıması, özellikle 2000’li yılların başlarından itibaren emperyalizmle uzlaşma girişimleri, Kaddafi Libyası’nın geleceğe aktarılabilecek olumlu bir örnek olmasını engelliyor. Ama buna en fazla neden olan şeyin “yeşil sosyalizm” olduğunu da vurgulamak gerekiyor. Kimi olumlu yanlarına karşın; bütün tutarsızlıkları, geri özellikleri ve bilimsel sosyalizme aykırı yaklaşımları nedeniyle yeşil sosyalizm tarihin tozlu sayfalarında kalmayı hak ediyor. Bu ve benzeri örneklerin, farklı sosyalizm arayışlarının bilimsel sosyalizmden uzaklaşmaya neden olması kaçınılmaz ve bu nedenle başarısız olmaya mahkûmlar. Uzun sözün kısası, sosyalizmin yeşilinin ya da başka bir renklisinin olması mümkün değil.

Murat Akad / SOL - GELENEK

  • 1.Cemahiriye sözcüğü “kitlelerin devleti” anlamına geliyor. Ali Abdullatif Ahmida, The Making of Modern Libya, SUNY Press, 2009, Albany, s. 154
  • 2.Francis A. Boyle, Destroying Libya and World Order: The Three-Decade U.S. Campaign to Terminate the Qaddafi Revolution, Clarity Press, 2013, Atlanta, s. 13
  • 3.E. Zeynep Suda Güler, Arap Milliyetçiliği: Mısır ve Nasırcılık, Yazılama Yayınevi, 2011, İstanbul, s. 92
  • 4.Ali Abdullatif Ahmida, a.g.e., s. 157
  • 5.Malumud Ata Alla, Arab Struggle for Economic Independence, Progress Publishers, 1974, Moskova, s. 160
  • 6.Doğal olarak Sovyetler Birliği için, bu dönemde emperyalizmin ekseninden uzaklaşan her ülkenin bir önemi vardı. Bu ülkelerin çok azında sosyalist devrim gerçekleşirken bir bölümü kendilerine özgü sosyalizm biçimleri benimsediler; bir bölümü ise sosyalizmden uzak durdular. Sovyetler Birliği bu ülkelerle işbirliği geliştirerek, emperyalizm karşısında oluşan ekseni güçlü tutmaya çalıştı. Öte yandan, Sovyet dış politikası başka ülkelerde sosyalist devrimlerin gerçekleşmesine öncelik vermemeyi, dünya çapında ideolojik öndelik yapmamayı tercih etti; hatta giderek bu düşünceden uzaklaştı. Değerli olmakla ve önemli ölçüde destek bulmakla birlikte, ideolojik zemini zayıf olan bir “barış” olgusu öne çıktı. Bu durum, sözü edilen ülkelerin çoğunda, ilerici iktidarların güçlenememesine, ya emperyalizmin desteklediği iktidar değişikliklerinin gerçekleşmesine ya da zamanla bu ülkelerin piyasalaşmaya açılmasına zemin hazırladı. Emperyalizm karşıtı eksen ideolojik dağınıklıkla malul ve zayıf kaldı. Sovyetler Birliği’nin, çoğu geri olan bu ülkelerin ilerlemesine yaptığı katkı çok büyüktür. Ancak Sovyet dış politikası, inisiyatifin kapitalizme kaptırılmasını engelleyememiştir.
  • 7.Yeşil Kitap, ilk basımından itibaren Türkçe dahil çeşitli dillerde yayımlandı. Bu yazı hazırlanırken İngilizce versiyonundan yararlanıldı. Muammar Al Qathafi, The Green Book, People’s Committee, Libya
  • 8.Dirk Vandewalle, “Libya’s Revolution in Perspective”, Libya Since 1969: Qadhafi’s Revolution Revisited içinde, Ed: Dirk Vandewalle, 2008, New York ve Basingstoke, s. 24-25
  • 9.Dirk Vandewalle, A History of Modern Libya, Cambridge University Press, 2012, New York, s. 148-149
  • 10.Friedrich Engels, The Principles of Communism, Selected Works, Cilt 1, Progress Publishers, 1969, Moskova, s. 81-97
  • 11.Libya, gerek Osmanlı döneminde, gerekse 1911’den itibaren İtalyan sömürgesi olduğu dönemde aşiretlerin egemen olduğu bir toplumsal ve siyasal yapıya sahipti. 1951’de bağımsızlığını kazandıktan sonra da durum değişmedi. İngilizlere yakın olan Senusiler iktidara geldi ve İdris kral olarak atandı. 1969’daki iktidar değişikliğine kadar da bu durum devam etti. Ancak Kaddafi döneminde de aşiretlerin siyasetteki etkisi, milliyetçiliğin belirleyici hale gelmesi için çaba harcandıysa da devam etti. Kaddafi de Libya nüfusunu oluşturan Arap ve Tuareg aşiretlerini cemahiriye sistemi ile birarada tutmaya çaba harcadı. 2011’de Kaddafi iktidarının devrilmesinin ardından günümüze dek Libya’da yaşananlar, aşiretlerin etkisinin ne denli güçlü olduğunu ortaya koyuyor.
  • 12.ABD’nin bu konuda 2000’li yıllara kadar sürdürdüğü sistematik saldırı, ABD’li bir insan hakları savunucusu olan ve Libya’nın haklarını gerek uluslararası hukuk düzleminde gerekse ABD hukukunda savunan Francis A. Boyle tarafından, Destroying Libya and World Order isimli kitabında ayrıntıları ile anlatılıyor. Boyle’un da desteğiyle Libya yönetiminin 1992’de Uluslararası Adalet Divanı’nda ABD ve Britanya aleyhine, Libya’ya saldırmamaları için dava açmasının, ABD’nin bir askeri saldırısını engellemekte etkili olması ilginç bir ayrıntı. (Francis A. Boyle, a.g.e., s. 13)
  • 13.Dirk Vandewalle, “Libya’s Revolution in Perspective”, s. 13
  • 14.a.g.e., s. 22
  • 15.Erhan Nalçacı, Libya’da Yeniden Paylaşım Savaşı, soL Portal, 27.04.2019, (https://haber.sol.org.tr/yazarlar/erhan-nalcaci/libyada-yeniden-paylasi…)

Aynalar - Aydemir Güler / SOL

Kılıcın arkasında bilenenlerin veya kılıca sığınanların sayısı artmıyor, tersine azalıyor. Bu bizim iddiamızdır. Gericilik memleketin taşından, suyundan fışkırmıyor. Egemen güçler tarafından imal ediliyor.

Salgın dolayısıyla dünyanın önemli kısmında karantina uygulanan günlerde doğa “geri gelmişti.” Kolay değil, 18. yüzyıl sonlarından 21. yüzyıl başlarına kadar kapitalist sanayileşmenin yarattığı ağır maliyet yalnızca birkaç hafta içinde silinecekti sanki… Hava temizleniyor, seyrelen hayvanlar görünür hale geliyor, doğal yaşam uzak ve özel koruma bölgelerinde değil kentlerin tam göbeğinde canlanıyordu. 

Karantinanın acılı, bunalımlı aynasında, kapitalizmin kâr dışında hiçbir şeyi dikkate almayan mantığını ortadan kaldırdığımızda tarihsel tahribatın nasıl temizlenebileceğinin resmini gördük. Karantinayı sevecek değiliz; toplumsal yaşamın durmasını dileyecek halimiz de yok. Doğal, sağlıklı, güzel olan şeyler, “insan”ın yerini almayacak tabii ki. Kapitalizm gidecek ve iyi olan her şey dönecek. Bu kadar basit. 

İşte o günlerde iyinin dönebileceğine güvenimiz tazelendi. Aynı anlama gelmek üzere, kapitalizmi göndermenin nasıl bir zorunluluk ve sorumluluk olduğunu hissettik.

***

Musibet böyle bir şeydir. Ayasofya’nın başına geleni, herhangi bir nasihatin öğretemeyeceği mesajları yayan bir musibet sayabiliriz. İstanbul’da ev sahipliği yaptığımız muazzam bina bize ne çok şey yansıtıyor… 

Kılıçmış! Artık her bayram ve Cumaları imamlar kılıç kuşanıp camilerde cemaatin başına geçecekmiş. Bravo! Türkiye gericiliğinin devlet güdümlü karakterini daha iyi ne yansıtabilirdi? 

Güya kılıcı sağ eliyle tutmak “düşmana tehdit”, sol eliyle tutmaksa “dosta güven” anlamına gelirmiş. Bu modernizmin yerine koyacakları yerli ve milli öykülerin bir örneği olsa gerek!

Türkiye gericiliği devlet güdümlüdür. Yani; birincisi, devlet bir kılıç masalı uydurmasa kimse silaha milaha cüret edemez. İkincisi, artık AKP devleti, sırf elinden geleni değil gelmeyenleri de yapsa, kılıcın arkasında saf tutanların sayısı artamaz.

Sayıların bir önemi yok; çünkü memlekette kumanyasını verip, cebine harçlık koyup bedavadan o muazzam binaya gitmeye hazır insan sayısı, uydurdukları gibi birkaç yüz bin değil, onlarca milyondur. Elinde bu kadar belediye ve para bulunan bir partinin -pardon devletin- sayıyla övünmesi acınası bir durumdur. 

Kılıcın arkasında bilenenlerin veya kılıca sığınanların sayısı artmıyor, tersine azalıyor. Bu bizim iddiamızdır. Gericilik memleketin taşından, suyundan fışkırmıyor. Egemen güçler tarafından imal ediliyor. 

Sayıların önemi, gerçekten yok. Bu gericilik yoksulluğun, işsizliğin, adaletsizliğin üstünü örtmeye yeter mi yetmez mi? Bu bir nitelik sorusudur ve konumuz da iddiamız da budur. 

Aynada sümüksü bir şey seçiliyor. Küfrün ertesi günü “Ben lanetlenmiştir demedim, lanetlenir dedim” diyen kişi insan değil, olsa olsa sümüksü bir yaratıktır! Bu sözler Türkiye gericiliğinin karakterinin yansıdığı bir aynadır. 

Bu gericiler kendilerini güvende hissedemedikleri ilk saniye daha önce söylediklerini, inandıklarını, birbirlerini satmaya başlarlar. Ticaret her şeyleridir ve dolayısıyla pazar yerinde birbirini kandırırken başvuracakları aptalca laflar çıkar ağızlarından. “Ben demedim, onu kastetmedim…” Yarın öbür gün kılıcın aslında insan öldürmeyi çağrıştırmaması gerektiğini, onunla anneler günü için çiçek demeti yaptıklarını bile söyleyeceklerdir. 

Hadi abartmayalım, ben Diyanet’in tam da muhalefetin istediği gibi Atatürk için de görülmemiş yalakalıklar yapmasını bekliyorum. Bir “muhalif” yazar bir “muhalif” kanalda Ali Erbaş’a seslenerek “millet dedi, Atatürk için dua etmenizi bekliyor.” Emin olun, az daha sıkışsın yapacaktır: “Ben aslında onu çok severim…” Lanet okunan bölümün Diyanet’in web sitesinden kaldırılması bunun işaretidir.

Gericilik sümüksüdür. Çünkü gün gelir de bu adam Atatürk’ü yere göğe sığdıramayacak biçimde övse, cemaatten tek kişi bile çıkıp itiraz etmeyecektir. Gericinin söylediğinin doğruluğuna ne kendisinin ne dinleyenlerin inanması beklenir. Yalan bunların normalidir.

Normalleri ticarettir ve bayram sabahı kurban sahipleri ile kasapların deri kavgasında birbirlerini yaralamaları da normaldir. Ancak hemen ardından, bunlar birbirlerini para için kesmeye çalıştıklarını yalanlarlar ve bayramlaşıyorduk derler. “O sırada ayağım kaydı, bıçak şurama batıvermiş…”

***

Bu yazının amacı gericileri aşağılamak değil. Aşağılık oldukları doğrudur ve bunu yazmaya gerek bile yok. Diyeceğimiz, bunlardan korkmaya hacet olmadığıdır. 

Karantina günlerinin karanlığında nasıl kapitalizmin bir nebze yavaşlaması halinde iyinin, güzelin, doğrunun kısa süre içinde hayata dönebildiği seçildiyse, gericiliğin yarattığı tahribat da onu yavaşlatacak bir güç açığa çıktığında buharlaşacaktır. 

Aydemir Güler / SOL

SOCAR’ın sakar kraliçesinin aşırı acıklı hikayesi - Orhan Gökdemir / SOL

Azeri petrol devi SOCAR’ı, 'FETÖ'yü, Haluk Kırcı’yı, Serdar Ortaç’ı, Jülide Ateş’i, Reha Muhtar’ı, İlham Aliyev’i, Tayyip Erdoğan’ı, Devlet Bahçeli’yi, İsrail’i, ABD’yi, İngiltere’yi ve Haber Global nam kanalı birleştiren bir hikâye bu. Uluslararası güç ve iktidar odaklarının ve onların himayesindeki bir avuç zavallı kompradorun aşırı acıklı hikayesi.


Elnur Abdullayev, Azeri kökenli iş adamı. Patronluğa devlet işlerinden geçiş yapmış. Devlette son görevi Devlet Trafik Hizmet Müdürü. Daha önce Ulaştırma Bakanlığı Devlet Otomobil Taşımacılığı Servisinin Başkanlığı görevindeymiş. Tahminim devlet petrol şirketi SOCAR ile ilişkisi o zamanların bakiyesi. Gizemli zenginliğinin aslında SOCAR’ın acentesi olmaktan kaynaklandığı iddia ediliyor. Türkiye’de de yatırımı var. “Haber Global” adlı TV Kanalı onun. İki yıldır yayında. Son zamanlarda Haluk Kırcı ve Serdar Ortaç söyleşileri ile gündemde.

Kanalına döneriz ama önce diğer karanlıktaki kanallarına bir göz atmamız gerek.

SOCAR, İngilizce “State Oil Company of Azerbaijan Republic”in kısaltması. Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Petrol Şirketi Türkçesiyle. Azerbaycan'ın iki rafinerisini ve tüm petrol ve gaz boru hatlarını işleten şirket, aynı zamanda uluslararası konsorsiyumların ülkede gerçekleştirdiği petrol ve doğal gaz projelerine de nezaret ediyor. Azeri petrolünün tartışmasız patronu özetle. 70 binden fazla işçi çalıştırıyor, 14 milyon tondan fazla petrol üretiyor. Müthiş bir mali güce hükmediyor.
Türkiye’de de yatırımları var haliyle. Petkim'in yüzde 51'i SOCAR’ın mülkiyetinde. Bundan başka TANAP, STAR Rafineri, SOCAR Terminal, Petkim RES, Bursagaz, Kayserigaz, Enervis, SOCAR Enerji Ticaret, Millenicom, SOCAR Ticaret ve SOCAR Depolama gibi her biri kendi alanında öncü şirketlerin kontrolü ellerinde. 20 milyar dolarlık bir sermaye transferi demek bu. 

Bir eli Türkiye’nin içinde olan şirketin diğer eli İsrail’in üzerinde. Bu tuhaf SOCAR ağı İsrail’in Azerbaycan üzerindeki etkisinin bir yansıması. İsrail hem Türkiye’de hem Azerbaycan’da çok etkili. Türkiye ile kurduğu “metres ilişkisi” malum. Malum olmayan kısmı Azerilerle de benzer bir ilişki kurduğu. İsrail Azerbaycan’ın en önemli silah tedarikçisi. Azeri subayları İsrail’de eğitiliyor. Azeri ordusu İHA ve SİHA’larla, uzun menzilli etkili füzelerle donatılıyor. İsrail cep telefonu operatörleri ülkede etkin. Kimya, ilaç, tarım ve medya sektöründe çok büyük yatırımları var. Buna karşılık İsrail’in tükettiği petrolün yüzde 40’ını SOCAR karşılıyor. Azeri petrolü Bakü-Ceyhan boru hattıyla Ceyhan’a geliyor, buradan tankerlerle İsrail’e taşınıyor. Bu yolla iki ülkeyi kontrolünde tutan İsrail İran’ı da kuşatmış oluyor.

Öyle ki İsrail Azerbaycan’ın İran sınırına yakın bir bölgede bir hava üssü kurdu. Bu nedenle Bakü'ye iki defa nota veren İran'ın tepkisi dikkate bile alınmadı. İlişkileri İran’la savaşı göze alacak kadar sıkı fıkıdır.

Bu durumda Türkiye’de medya alanındaki Azeri sermayesi yatırımını masum bir girişim saymamızın imkânı kalmıyor. Hiç kuşkusuz bir TV kanalı olmanın ötesinde misyonları var Haber Global’in.

Bir not daha: SOCAR ile Gülen Cemaati arasında da sıkı bağlar olduğu iddia ediliyor. Böylece tablo tamamlanıyor. 

***

Recep Tayyip Erdoğan 2018 Eylül’ünde Azerbaycan'a gitti, ülkenin “tek adamı” İlham Aliyev ile baş başa görüştü. Görüşmenin ardından yaptığı konuşmada ilgili ilgisiz pek çok konuya değindi ama aksi yönde pek çok istihbarata rağmen “FETÖ”den hiç söz etmedi. Halbuki iddialara göre bu şebekeyle Aliyev yönetimi arasında su sızmıyordu. Cemaat ülkede uzun yıllardır örgütleniyordu. Devlet içinde elleri kolları vardı. Başta petrol, inşaat ve gıda olmak üzere ticarette büyük güç sahibi olmuşlardı. On yıl öncesinin verilerine göre, Azerbaycan’ın farklı ilçe ve şehirlerinde Cemaate ait 12 ilk ve ortaokul, 11 yüksekokul ve 1 üniversite (Kafkasya Üniversitesi) faaliyet göstermekteydi. Ve bütün bu kuruluşlar SOCAR’ın himayesindeydi…

İlham Aliyev, ülkesinde Cemaate ait okulların faaliyetlerinin durdurulmasına izin vermedi. SOCAR Başkanı Rövnag Abdullayev Cemaatin etkinliklerinde boy göstermekte tereddüt etmedi. SOCAR Türkiye Başkan Yardımcısı Samir Kerimli’nin, Azerbaycan’da bir Cemaat okulundan mezun olduğu, ardından ABD’de örgüte ait farklı kuruluşlarda çalıştığı, 2016 darbe girişiminden sonra ise “FETÖ ile bağlantılı olma suçlamasıyla” görevinden atıldığı biliniyor.

SOCAR Azerbaycan’ın bel kemiği. Azerbaycan ekonomisi petrol gelirleri ile dönüyor. Haliyle şirkette ABD’nin, İngiltere’nin ve İsrail’in parmağı var. O parmaklar Gülen çetesinin içinde de var. Haliyle Azerbaycan’a gidip, “neden bu çeteyi destekliyorsunuz” demenin bedelleri ağır. AKP bu bedelleri ödemeyi hiç göze alamadı. Üstüne üstlük bunların uzantılarının Türkiye’deki faaliyetlerine göz yumdu. Pek iktidarsızdırlar!

***

Haber Global iki yıldır faaliyette. Açılışından bir süre sonra AKP iktidarının küçük ortağı MHP’nin başı Devlet Bahçeli kanalı ziyaret etti. Bahçeli’yi ziyaretinde Global Medya Grup Yönetim Kurulu Başkanı Elnur Abdullayev, Global Medya Grup CEO'su Mammad Gulmammadov ve Genel Yayın Yönetmeni Erdoğan Aktaş karşıladı. “Tek millet iki dövlet”in en tuhaf karşılaşmalarından biriydi.

Haluk Kırcı katilinin kanala çağrılıp aklanması planı o toplantıda mı yapıldı bilemiyoruz. Bu kadar alçaldıktan sonra alınabilecek tek konuk Serdar Ortaç olabilirdi. Yedi TİP’linin katilini ve müzik katilini Jülide Ateş isimli sunucunun karşısına oturttular. Aldılar, akladılar. Solcu katilinin ne dediğinin bir önemi yok. Müzik katili, “Tayyip Erdoğan en büyük, yakında 12 Adaları da alırız” dedi. Ne desin? Seyretmedim, bunu söylerken manken kızın göbeğinden zeytin de yedi mi bilemiyorum. 

***

Jülide Ateş’in tek vasfı “Türkiye Güzeli” olmasıydı. Bir de Boğaziçi çıkışlı olduğunu biliyoruz, vasıftan saymıyoruz. Reha Muhtar bu vasıfsız kızımızı aldı, gazeteci yaptı. Hatırlıyorum, eline tutuşturulan haber metnini doğru dürüst okuyamaz, bütün vurguları yanlış yapar, cümle sonundaki “ı”ların noktalamalarını kaçırır, ağzını toplayamaz, cümleyi “ııı” diye uzatırdı. Ustasıyla el ele verip ülkeyi kirlettiler. Yeterli görülmemiş olmalı ki geri çağırdılar. 

Azeri petrol devi SOCAR’ı, “FETÖ”yü, Haluk Kırcı’yı, Serdar Ortaç’ı, Jülide Ateş’i, Reha Muhtar’ı, İlham Aliyev’i, Tayyip Erdoğan’ı, Devlet Bahçeli’yi, İsrail’i, ABD’yi, İngiltere’yi ve Haber Global nam kanalı birleştiren tuhaf bir hikâye bu.

Uluslararası güç ve iktidar odaklarının ve onların himayesindeki bir avuç zavallı kompradorun halkı kirletme, felç etme, aklını bozma misyonunun aşırı acıklı hikayesi. 

Güzellik kraliçesi katliam kralına soruyor: “Neden katliam yaptınız?” Cevabı basit halbuki, sen haber sunucusu olabilesin diye!

Orhan Gökdemir / SOL

150 yıllık çarpışma - Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET

AKP’li Mehmet Metiner’in konuşmasını dinleyince o akşam geldi aklıma…


Kırmızı Kedi Yayınevi’nin kurucusu Haluk Hepkon’un evinde toplanmıştık; Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu ve ben…

Barışların yeni kitabı için en uygun ismi belirleyecektik. 2 saat boyunca masanın dört köşesinden önerdiğimiz isimleri tartışırken, kısa Türkiye tarihini de tartışıyorduk aslında. Sonuçta Metastaz’da karar kıldık hep birlikte: AKP-FETÖ ilişkisi sonrası süreci en iyi anlatan kavramdı çünkü…

Metastaz

250 binden fazla okura ulaşan Metastaz’ı AKP’li Mehmet Metiner okudu mu bilmiyorum, ancak kitabı özetlemiş sanki şu sözleriyle:

“Biz dini cemaatlerle çok fazla iç içe olduğumuz için, bizim temasımızın olmasında hiçbir yanlışlık yok. Şu anda da temasımızın olduğu cemaatler var. Yarın bunlardan ne çıkar bilemeyiz. İhanet ortaya çıktığında anlaşılır” (CNN Türk, 30.7.2020).

Metiner’in bu dört cümlesi her şeyi özetliyor: AKP cemaatler ve tarikatlar koalisyonudur, parti/hükümet bu yapılara oy desteği karşılığında siyasi/ekonomik tavizler veriyor, cemaat ve tarikatlar devlete yerleştiriliyor, FETÖ’den boşalan yerlere dolduruluyor ve elbette içlerinden biri yine AKP’ye “ihanet” edebilir…

Elbette ihanet, dosta yapılır; tıpkı onca siyasi işbirliğinden, ortak kumpastan, el ele Cumhuriyete karşı faaliyetlerden sonra FETÖ’nün AKP’ye yaptığı gibi…

Ve evet, cemaat ve tarikatlarla siyasi koalisyon kuran, ihanet üretir hep! İşte “metastaz” budur!

Karşıdevrime verilen tavizler

Cumhuriyet devrimi iki düzlemde yıkılıyor adım adım; eğitimi ve hukuku hedef alarak!

DP, devrimin yıktığı yapıların temsilcileri olarak CHP’den koptu önce… Ardından devrimciliği Atatürk gibi sürdüremeyenler, DP’nin siyasi etkisi nedeniyle tavizler vermeye başladılar. O tavizler CHP’nin iktidarını korumadı, tersine DP’yi iktidar yaptı. (Ki sağcılığa tavizlerin CHP’yi iktidar yapmadığından ders çıkarmayanlar son 18 yılda da sağcılığa ve gericiliğe en büyük tavizleri vermeyi sürdürdüler!)

Menderes’in açtığı, Demirel’in MC hükümetleri ile asfaltladığı, Evren/Özal’ın çift gidişli yaptığı ve Çiller’in otobana çevirdiği yoldan cemaat ve tarikatlar “tam iktidar” oldu.

Tüm bu süreçte imam hatiplerle adım adım “eğitimin birliği” tahrip edildi. Şimdi de “hukukun birliği” bozulmaya çalışılıyor. Çoklu baro operasyonu da Ayasofya kararı da hukukun birliğini tahrip etmek içindi. Hatta İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme operasyonu da Medeni Hukuk’ta gedik açmak içindir!

Cumhuriyet cephesindeki gaflet

Tüm bu süreçte, AKP’nin ideolojik “amiral gemisi” Yeni Şafak’ın yayımladığı Gerçek Hayat dergisinden “hilafet için toplanın” çağrısı yapılması boşuna değil (27 Temmuz-2 Ağustos 2020, sayı 1031).

Elbette “İslam dünyasının” mevcut şartlarında bir hilafetin olamayacağı ortada. Filistin gibi en haklı bir konuda bile birleşemeyenleri bu çağda hilafet çatısı altında toplamanın olanaksızlığı AKP’liler arasında da görülüyor.

Ancak hilafet bir sembol; Cumhuriyeti hedef almanın, devrimle hesaplaşmanın sembolü. Tıpkı türban gibi, esas hedefe giderken müttefikleri bir araya toplamanın aracı…

Esas hedefin Cumhuriyetin imhası olduğunu ne yazık ki kimi cumhuriyetçi çevreler de göremiyor; bazıları dış politikada olumlu gördükleri işler nedeniyle, bazıları koltuğunu korumak için, bazıları işlerini sürdürebilmek için, bazıları FETÖ’yle mücadele ediyor diye, bazıları ABD ve AB’ye kafa tuttuğunu sandığı için, bazıları “hükümet değil devlet politikası” yanılsaması içinde AKP’ye destek veriyor…

Bazıları da karşı çıkarken hatalı konumlandığı için dolaylı destek vermiş oluyor AKP’ye; gericiliğe taviz vererek, AKP’nin adayına benzer adaylarla karşısına çıkarak, elinden koz almak adı altında AKP’nin hedeflerinin sorunsuz gerçekleşmesine katkı yaparak vb.

Kısacası AKP’nin Cumhuriyeti adım adım yıkabilmesi, bir ölçüde de Cumhuriyet cephesindeki gaflettendir!

Hedefleri 150 yıllık devrimci tarihimiz!

Hâlâ anlamayanlar için ne de güzel özetliyor hedeflerini Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın: “Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı. Artık kendi hikâyemizi yazma zamanıdır” (30.7.2020).

Anımsayın, daha önce de “yüzyıllık parantez” diyorlardı, hedeflerini işte o parantezi, yani Cumhuriyeti kapatmak olarak ilan ediyorlardı.

150 yıllık modernleşme diyerek tarihimizdeki tüm devrimleri hedef almaktadırlar: 1876’da padişahın yetkilerini kısıtlayan anayasası ve meclisiyle 1. Meşrutiyet devrimini, padişahın savaş gerekçesiyle kapattığı meclisi yeniden açan 2. Meşrutiyet devrimini ve padişahın İngiliz yetkiliye İstanbul’un sembolik anahtarını teslim ettiği şartlarda Ankara’da bağımsız Meclis kurulmasıyla başlayan Cumhuriyet devrimini…

Yani mesele karşıdevim meselesidir! Jön Türklerin 150 yıllık devrimleriyle hesaplaşmaktadırlar…

Bu gerçeği görmeden, dar günlük siyaset düzlemi içinde yapılan muhalefetçilikle Cumhuriyetin korunamadığı, dünün en önemli gerçeğiydi!

Bunu artık görerek yarının büyük gerçeğine uygun konumlanmalıyız!

Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET

Parsel parsel Kanal İstanbul-1 - Hazal Ocak / Cumhuriyet

Kadim kent İstanbul, Türkiye’nin en değerli şehri. Yüzyıllar boyunca birçok uygarlığın başkentliğini yapmış ve bugüne kadar gelmiş. Ancak şimdi çok büyük bir tehlikeyle karşı karşıya. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2011 yılında İstanbul için “çılgın” olarak nitelendirdiği bir proje açıkladı: Kanal İstanbul.


Uzmanların, hayata geçmesi durumunda İstanbul’da felakete neden olabileceği konusunda uyardığı projenin çalışmaları hızla devam ediyor. 7 etaptan oluşan projenin ilk 3 etabına ilişkin imar planları hazırlandı ve askıya çıktı. Planlar bir iki gün içinde askıdan inecek.

Peki, bu planlar ne anlatıyor? Proje rant odaklı mı? İki günlük dizide, parsel parsel metrekarelerce alan neydi, ne oldu, güzergâhta köylere ne olacak gibi sorular yanıtlanacak. İlk 3 plandan anlaşılıyor ki bir kentin kırsalı ölüyor.

TARTIŞMALI PROJE KANAL İSTANBUL’UN İMAR PLANLARI ŞEHRİ DEĞİŞTİRECEK

KÖYLER SİLİNECEK

Tartışmalı proje Kanal istanbul’un tüm itirazlara karşın hayata geçmesi için adımlar atıldı. Projenin çevresine kurulacak “Yenişehir”in imar planları, “projenin şimdiden rant odaklı” olduğuna ilişkin yorumlara neden oldu. İstanbul’un kırsalını oluşturan proje alanı göz alabildiğine uzun tarım alanlarıyla ve köyleriyle meşhur. Yeni planlarda köylünün bölgede tutunması zor görünüyor. Hayvancılık ve tarım bitiyor. Tarım alanları, meralar ve birçok alan yeni planlarla imara açıldı. Çilingir Köyü Mezarlığı’nın üzerindende yol geçti. Yeni planlarla birlikte genel olarak proje güzergâhında yer alan köyler tamamen değişti. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden alınan verilere göre 2009 yılı 1/100.000 ölçekli İstanbul Çevre Düzeni Planı incelendiğinde toplam tarım alanı 11 bin 218 hektarken 2020 yılı Kanal İstanbul’a ilişkin plan değişikliği incelendiğinde bu rakamın 733 hektara düştüğü görülüyor. Yani 10 bin 485 hektar tarım alanı kaybedilecek. Yine 2009 planında 2 bin 984 hektar orman alanı varken 2020 plan değişikliğinde bu rakam 2 bin 134 hektara iniyor. Yani 850 hektar orman alanı kaybediliyor. 2009 yılında 497 hektar görünen mera alanı ise 2020 planında sıfıra iniyor. Bölgede artık köylülerin hayvanlarını otlattığı mera niteliğinde alan da kalmayacak. Proje alanında mevcut planlı alan 12 bin 509 hektarken Kanal İstanbul projesi sonrası planlı alan sayısı da 35 bin 714 hektara çıktı. Bu durum, yapılaşmayı da beraberinde getirecek. Şu an bölgede yapılaşmaya açık alan 2 bin 526 hektarken projeyle yapılaşmaya açılan toplam alan 9 bin 446 hektara ulaştı. Projeyle birlikte ilave 1.2 milyon nüfus gelmesi de öngörülüyor.

YAPILAŞMA VE NÜFUS ARTACAK

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, projeye ilişkin yedi etaptan oluşan 1/5000’lik nazım ve 1/1000 uygulama imar planı hazırlıyor. Projenin ilk üç etabından oluşan ve Arnavutköy ile Başakşehir ilçelerini kapsayan planlar, bakanlık tarafından 2 Temmuz’da itiraz süreci için askıya çıkarılmıştı. Planlar yarın askıdan iniyor. Kanal İstanbul projesinin 1. etabına ilişkin küçük ölçekli imar planları Dursunköy Mahallesi’nin bittiği noktada başlıyor, kuzeyde Karadeniz’e kadar ulaşıyor. Arnavutköy Baklalı, Boyalık, Tayakadın, Yeniköy ve Yassıören köylerini kapsayan planlama alanının toplam büyüklüğü 3982.60 hektar. Köylerin toplam nüfusu şu an 6 bin 899 kişi. Planlara göre projenin Karadeniz girişinin doğusunda ayrılan ve yeni havalimanına komşu Yeniköy’ün tamamı lojistik tesis alanı ilan edildi. Bu alan 2 milyon 76 bin metrekare büyüklüğünde. Yani bir köy yok olacak. Planlarda Baklalı köyü Turizm+Ticaret, diğer köyler ise gelişme konut alanı olarak görünüyor. Tayakadın köyünün tarım alanları ise büyük oranda fuar ve teknoloji gelişme bölgesi olması öngörülüyor. Mülkiyet yapısına bakıldığında ise alanın yüzde 73’ü özel mülkiyet, yüzde 11’i ise orman mülkiyetli alanlar. Planlama bölgesinde şu an konut alanı 403 hektar, boş alan 3 bin 25 hektar. Konut + ticaret 15 hektar büyüklüğünde. Toplam alanda 2 bin 791 adet yapı bulunuyor. Bu yapıların 1992’si konut fonksiyonlu. Ticaret faaliyeti gösteren 34 yapı var. 5 köyü kapsayan imar planında ise toplam 3 bin 982 hektar alanın ana fonksiyonun “turizm-ticaret, turizm-ticaret-konut, teknoloji geliştirme bölgesi, lojistik tesis alanı, fuar alanı ile konutticaret” olarak belirlendi. Bölgede nüfusun 83 bin 872 kişi olması öngörülüyor.

MEZARLIKTAN YOL GEÇECEK

Projenin 2. etap planları ise Dursunköy, Çilingir, Baklalı, Yassıören, Boyalık, Tayakadın, Haraççı, Hadımköy ve Fatih olmak üzere 9 köyü kapsıyor. Toplam alan 3 bin 488.63 hektar. 2. etapta köy merkezi olarak Dursunköy var. Yassıören, Boyalık, Baklalı, Tayakadın ve Çilingir köylerinin tarım alanları plan sınırı içinde kalıyor. Bunların da tamamı konut, konut+ticaret ya da ticaret gibi kullanımlarda görünüyor. Hatta planlarda mezarlık alanları korunacak denmesine rağmen yeni planlarda Çilingir Köyü Mezarlığı yol alanında kalıyor. Mahallelerin şu anki toplam nüfusu 42 bin 026. Toplam orman alanı 126.23 hektar. Ayrıca alan içerisinde 25.15 hektar Sazlıbosna Deresi’nin bir kolu olan su yüzeyi bulunuyor. 334.6 hektarlık Şamlar Tabiat Parkı da bu bölgede yer alıyor. Şu anda alanın küçük bir kısmı yapılaşmış durumda.

ÇOĞU ÖZEL MÜLKİYET

Planlama alanının yaklaşık yüzde 89’luk kısmını boş alan, mera ve orman alanları ile Sazlıbosna Deresi’nin bir kısmı oluşturuyor. Mahallelerde genelde 4 katlı yapılaşma mevcut. Bölgede yapı sayısı şu an 870. Yapılaşmış parsel sayısının 356 olduğu bölgede şu an yapılaşmamış parsel sayısı ise 2 bin 367. Alanın yüzde 84.18’i özel mülkiyete ait. Yani 2 bin 769.74 hektar alan özel mülkiyetin. Maliye hazinesinin ise 54.97 hektar alanı var. TOKİ ise 268.32 hektar alana sahip. Proje kapsamında bölgede toplam nüfusun 125 bin 328 kişi olması öngörülüyor.

ŞU AN YAPILAŞMA AZ

Az yapılaşmış bölgede tarım yapılan alanlar da var. Şu anda 215.67 hektar konut, 126.23 hektar orman, 3.32 hektar konut+ticaret, 3.78 hektar da ticaret alanı var.

Hazal Ocak / Cumhuriyet