11 Ekim 2020 Pazar

Tarihin aynasında Türkler ve Azeriler…- Taner Timur / BİRGÜN

 Türk-Azeri ilişkileri konusunda tarihin sesi neler söylüyor? Halklara ne gibi dersler veriyor; hangi yönleri gösteriyor? Suriye ve Libya savaşlarında taraf olunduktan sonra, Kafkas savaşına da taraf olmanın olası sonuçları yeterince düşünüldü mü?

“Türk-Yunan savaşı” başlamadan bitti ve çözüm arayışı diplomasi alanına taşındı. 

Oysa bu kez Azeri-Ermeni savaşı başladı ve gündemin başköşesine oturdu. 

Egemen söyleme göre Azerbaycan’la “İki devlet, bir millet” halindeydik ve Tayyip Bey “Azerbaycanlı kardeşlerimize tüm imkânlarımızla ve tüm kalbimizle destek vermeyi sürdüreceğiz” diyordu. 

Mücadele “Karabağ işgalden kurtulana kadar” sürecekti. Aliyev de durumdan memnundu. O da Bakü’ye giden dışişleri heyetimize hislerini şu sözlerle duyurdu: “Her şey çok güzel gidiyor; inşallah Karabağ’a Azerbaycan bayrağını kardaşım Tayyip Bey’le birlikte dikeceğiz!”.

Mesaj alındı ve anlaşıldı: Geçtiğimiz günlerde TV kanallarında Doğu Akdeniz krizini uzun uzun yorumlayan ağızlar, artık bundan böyle haftalarca da Karabağ savaşını yorumlayacaklar. Tabii genellikle de Saray’dan gelen “La sesi”yle uyumlu olarak!

Peki, Türk-Azeri ilişkileri konusunda tarihin sesi neler söylüyor? Halklara ne gibi dersler veriyor; hangi yönleri gösteriyor? Suriye ve Libya savaşlarında taraf olunduktan sonra, Kafkas savaşına da taraf olmanın olası sonuçları yeterince düşünüldü mü?

***

Aslında tarihte “millet”ler uzun ve zahmetli süreçler içinde doğdular ve bu süreçlerin mimarları da otarşik tarım ekonomilerini tasfiye eden “devrimci burjuvazi”ler oldu. Aynı sürecin araçları ise ulusal bir para birimi yaratan merkez bankaları, ortak bir dille kolektif bellek oluşturan okullar, Roma hukukundan ya da seküler törelerden esinlenmiş hukuk “kod”ları ve her erkeğin vatan hizmeti yaptığı ordular oldu. “Tasada ve kıvançta ortak” denilen, fakat “tasa” daha çok halka yüklenirken, “kıvanç”ı varsılların paylaştığı “modern millet”ler böyle doğdu.

19. yüzyıl bu evrimin yol açtığı kanlı iç ve dış savaşlarla doludur. Bu dönüşümde çağın gereksinimlerine yanıt veremeyen eski imparatorluklar çöküyor ya da yarı-sömürge haline geliyor, onların yerini de kapitalist metropoller çevresinde oluşan sömürge imparatorlukları alıyordu. Bu tabloda, merkez (Osmanlı) bankası Avrupalı sermayedarlar tarafından kurulan; bir kısım vergileri yabancılar (Düyun İdaresi) tarafından toplanan ve kendi hukukunu ülkesindeki yabancılara ve onların koruduğu yerli gayrimüslimlere uygulayamayan (Kapitülasyonlar) Osmanlı İmparatorluğu da tipik bir yarı-sömürge haline geldi.

***

İlginçtir ki bu topraklarda modern anlamda “millet olma” (uluslaşma) çabalarına, kendisini “millet-i hâkime” olarak gören halka karşı, “millet-i mahkûme” sayılan Rum, Ermeni ve Balkan halkları giriştiler. Bu hareketleri bölücülük sayan, buna karşılık tutarlı bir entegrasyon politikası geliştiremeyen, üstelik Türk milliyetçiliğini de bir bölücülük kaynağı olarak gören İmparatorluk artık tam bir “hasta adam” konumundaydı. “İttihad-ı anasır”, “imtizac-ı akvam” gibi başlıklar altında bir “çağdaş ulus” programı üzerinde tartışan Yeni Osmanlılar ise muktedirlerin hışmına uğradılar.

Gerçekte II. Abdülhamid dönemi Osmanlı “yarı-sömürgeleşme” sürecinin son halkasını ve tipik bir örneğini teşkil etti. İmparatorlukta, “Mülk Devlet” anlayışı ulusallığı dışlıyordu. Müstebit sultan devlet işlerinde en güvendiği kullarını gayrimüslimlerözellikle de Ermeniler arasından seçti. Hazine-i Hassa’sını (servetinin yönetimini) önce paşa, sonra da nazır yaptığı Agop Efendi’ye emanet etmişti ve dışişleri nezaretinde hukuk işlerini otuz yıl boyunca Noradunkyan Efendi yürüttüKısaca Ermeniler, Ermeni; Rumlar, Rum; Yahudiler de Yahudi olarak sahnedeydiler; buna karşılık savaş ve vergilerin yükünü taşıyan ve Türkçe konuşan Müslümanların adı yoktu. Bu koşullarda Osmanlı Devleti modern bir millet oluşturamadan tarihe karıştı.

Orta Asya ve Kafkas Türkleri ise tarihte çok farklı bir çizgi izlediler.

***

Bugünkü Azebaycan toprakları, Anadolu toprakları gibi, 11. yüzyıldaki göçlerle Türkleşmeye başlamış, daha sonra da Selçuklu İmparatorluğu’nun bir parçası olmuştu. Osmanlı Devleti kurulup büyüdükten sonra da İran, Rusya ve Osmanlılar arasında çatışma alanı haline geldi. Daha çok İran etkisi altında kalan ve Safevi Hanedanı zamanında Şiileşen Azeri halkı, 18. yüzyıl sonlarına kadar özerk hanlıklar bünyesinde varlığını korudu.

Büyük Rus saldırıları 18. yüzyıl sonlarında başladı ve Azeri toprakları 1826-28 Rus-İran savaşı ve Türkmençay Anlaşması ile Rusya ve İran arasında paylaşıldı. Elli yıl kadar sonra da, İstanbul’da “Ulu Hakan” tahta yerleşmeye çalışırken, Ruslar bu kez Hokand Hanlığı’nı işgal ediyor ve Buhara hanlıklarına son veriyorlardıBöylece Taşkent, Buhara, Semerkant, BişkekFergana, Kaşgar vb gibi simgesel şehirler Rusya hegemonyasına geçiyor ve Orta Asya Türkleri “mazlum milletler” arasında yer alıyordu.

Bu durumda kahramanları ve tarihi referansları da Çarlık zulmüne direnen savaşçılar arasından çıkacaktı. Daha birkaç yıl önce Kırgız sinemasının (Sadık Şer-Niyaz, 2014) destanlaştırdığı “dağlar kraliçesi” Kurmancan Datka belki de bunların en ünlüsüydü. Oysa bununla da kalmadılar; aralarından, başta Sultan Galiyev olmak üzere, anti-kolonyalist ve antiemperyalist kuramcılar da çıkardılar. Başkırt kökenli, Kazan’da eğitim görmüş bu aydın sonra da Bakü’ye göçerek Müslüman sömürgelerin bütünüyle proleter halklar oluşturduğunu savunan tezler geliştirmiştiII. Meşrutiyet yıllarında Çarlık zulmünden kaçarak Türkiye’ye yerleşen Kazan ve Kırım Türkleri de “hâkim millet” saplantısına karşı “mazlum millet” bakış açısıyla Kurtuluş Savaşı felsefesine katkıda bulundular. Bunlardan Yusuf Akçura, Türkçülüğü yaşamın her alanına yaymaya çalışan Ziya Gökalp’in tezlerine karşı sınıfsal analizi ve seküler yaklaşımı ile en etkilisi oldu.

***

Osmanlı yönetici zümresi 19. yüzyılda Orta Asya’daki kolonyal gelişmelere tamamen kayıtsız kalmıştı. 1867 Temmuz’unda Rus Çarı II. Alexandre, Alman asıllı General Kaufmann’ı fütühat için “Türkistan Genel Valiliği”yle görevlendirirken Sultan Abdülaziz Avrupa gezisindeydi ve Elysée ve Buckingham saraylarında sömürgeci Batı’ya şirin görünmeye çalışıyordu. Amacı onların desteğiyle kendi imparatorluğundaki “hâkim millet” statüsünü korumaktı.

Oysa o sırada Batılı metropoller Rus Çarlığı’nın yayılma siyasetini yakından ve kaygıyla izliyorlardı. Onlar için “Doğu tehlikesi” artık Osmanlı’dan değil, Rusya’dan geliyordu ve bu tabloda Osmanlı’ya düşen rol de Çar’ın emellerine set çekmek ya da Namık Kemal’in ifadesiyle, “Rusya’ya karşı dikilmiş bir bostan korkuluğu” olmaktı. (Hürriyet, 20 Temmuz 1868). Bu stratejinin adına da “Doğu Sorunu” dediler. Ne var ki “Doğu Sorunu” bir dünya savaşı faciasıyla sonuçlanacak ve Osmanlı Devleti de bu facianın enkazı altında kalacaktı.

Artık yeni bir dönem başlıyor ve bu dönemde de -tarihin ironisi- Osmanlı Türkleriyle Kafkas Türkleri yine farklı kamplarda yer alıyorlardı.

***

Dönüm noktası Ekim 1917 Devrimi oldu. Lenin, İstanbul’u Çarlık Rusyasına veren gizli anlaşmayı “eşkiyalık anlaşması” diye yırtıp atmış, Bolşevikler Rusya’da yeni bir toplum inşasına başlamıştı.

Anadolu’da ise bu görev Mustafa Kemal Paşa ve Kuvayı Milliye müfrezelerine düştü. Tarihi koşullar, farklı ilke ve sınıflara dayanan bu iki hareketi “nesnel müttefikler” haline getirmişti. Anadolu Türkleri ilk kez modern bir millet olma kavgası veriyor ve bu kavga da “mazlum halklar” adına yürütülüyordu. Biz hayatını, istiklalini kurtarmak için çalışan emekçileriz; zavallı bir halkız!” diyordu Kemal Paşa.

Ne var ki emperyalist kamp da boş durmuyordu. Onlar için hayati sorun sosyalizmin yayılmasını önlemek ve bunun için de Sovyet Rusya’yı izole etmekti. Ferit Paşa Hükümeti’ne Sevr’i empoze eden Lloyd George ve Lord Curzon, bu amaçla Kafkasya’da da Ermeni, Gürcü ve Azeri cumhuriyetlerini de kurduruyordu. Bu bağımlı devletler Kafkasya’da sosyalizme set oluşturacak, devrime her türlü yardımı önleyecekti. Emperyal Devletler Paris Barış Konferansı’nda bölgeye ordu göndermeyi de tartışmış, fakat sadece silah ve askeri malzeme yardımında anlaşabilmişti. Azerbaycan Hükümeti de Lenin’in gerici General Denikin’e karşı ortak hareket önerisini reddetti ve Hazar Denizi’nde İngilitere’yle işbirliği kararı aldı. Bu da onlar için sonun başlangıcı olacaktı.

***

Kafkas barajını yarma ve Sovyet Rusya ile temas kurma azmi, Kemalist stratejinin de temelini oluşturdu. Mustafa Kemal Paşa, 5 Şubat 1920’de silah arkadaşlarına gönderdiği mesajda, emperyalizmin Sovyet devrimini kuşatma planının tehlikelerini anlatıyor ve bu planın başarısı halinde Anadolu Türklerinin, “sömürge askeri olarak”, hem Kafkas halklarını “itaatinde tutmak”, hem de “Bolşevik istilasının durdurulmasını sağlamak” için kan dökeceklerini söylüyordu.

Neyse ki korkulan olmadı ve Azerbaycan Parlamentosu 27 Nisan 1920’deki tarihi toplantısında “hâkimiyeti çarpışmadan Bolşeviklere verme” kararı alıyor ve Azeri tarihinde yeni bir sayfa açılıyordu. (C. Hasanlı; Azerbaycan Tarihi 1918-1920; 1998, s.409). Ankara Hükümeti Sakarya zaferinden sonra, Kars Anlaşması ile, Kafkas Sovyet cumhuriyetlerini tanıyacak ve Doğu sınırlarını güven altına alacaktır.

***

Çarlık Rusyası sosyalist devrimcilere çeşitli halklardan oluşan, uçsuz bucaksız bir coğrafya devretmişti. Rusların nüfusun yüzde 43’ünü oluşturduğu bu 160 milyonluk “halklar hapishanesi”nde Orta Asya ve Kafkas Türkleri de nüfusun üçte biri kadardı ve bunlar genellikle “doğulu zihniyet” yaftasıyla küçümsenmekte idiler. Lenin’in durumu anlamak için bölgeye gönderdiği müfettiş Safarof da tüm Bolşevik partilere Rus militan ve teknisyenlerin hâkim olduğunu saptamıştı. Bu yüzden 73 yıl süren Sovyet yönetiminde, teoride kabul edilen “halkların kendi kaderlerini tayin hakkı” pratikte bir türlü uygulanamadı ve 1989’da, Gorbaçov, Birlik’te ayrışmaya yol açacak Glasnost’u ilan ederken de Azerilerle Ermeniler arasında Dağlık Karabağ için ilk çatışmalar başladı.

Azerbaycan bağımsızlığı, 1991’de, etnik kavgalar ortamında doğdu.

***

Sovyetler Birliği döneminde Türkiye Azerbaycan arasındaki ilişkiler Ankara-Moskova hattına bağımlı ve çok kısıtlı kalmıştı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Soğuk Savaş yıllarında ise bu ilişkiler tam bir güvensizliğe ve husumete dönüştü. Bu koşullarda Birliğin dağılması ve “Türkî Cumhuriyetler”in kurulması da Türkiye’de sevinç uyandırıyor ve umutla karşılanıyordu. Sanki Türklerin tarihi yurtlarında devir teslim işlemi yapılacak, “Büyük Rus” hegemonyasının yerini Osmanlı-Türk “hâkim millet” hegemonyası alacaktı.

Oysa hayaller çabuk çöktü. Kuşkusuz ilişkiler eskiyle kıyaslanmayacak kadar yoğunlaşmış, karşılıklı sevgi artmıştı. Ne var ki “Türkî Cumhuriyetler”de artık ikinci dili Rusça olan ve evrensel kültüre daha çok bu dille açılan elit zümreler oluşmuştu. Demokratik gelenekten yoksun bu coğrafyada oligarşik yapıları ve bir çeşit “hanedan iktidarları”nı bu seçkinler oluşturdular. Sovyet Rusya’da bir işçi ailesinde dünyaya gelen ve önce KGB ajanı olduktan sonra Parti’de Politbüro üyeliğine kadar yükselen Haydar Aliyev de bu seçkinlerin güvenini kazanarak cumhurbaşkanı olmuştu. Onun tecrübeli yönetiminden sonra, yerini 2003’te oğlu İlham Aliyev alırken, Erdoğan da ara seçimde milletvekili seçiliyor ve Azerbaycan’ın 1995 Anayasası ile kurduğu “Başkanlık” (pratikte otokratik) rejimine doğru uzun yürüyüşüne başlıyordu. Bu durumda, on yedi yıl sonra, bugün, benzer iktidar yapısı ve anlayışıyla aralarında sıkı bir dostluk kurmuş olmalarında da şaşırtıcı bir taraf yoktu.

***

Oysa bu on yedi yıl hiç de koyu bir dostluk içinde geçmemişti. Erdoğan ilk dostlarını hep Arap liderleri arasından seçmiş, önce Suriye’de Esad sonra da Mısır’da Mursi en yakın “kardeşleri” olmuştu. Azerilerle ise zaman zaman kaygı verici gerginlikler yaşanıyordu. Örneğin 2009 Ekim’inde, AKP iktidarının Ermenistan’la imzaladığı protokolleri protesto eden Azeriler Bakü’de Türk bayraklarını indirmiş, Türkçü Devlet Bahçeli de “Ermenistan’ı kazanmak uğruna Azerbaycan’ı kaybetmeyi göze alan AKP zihniyeti”ni kıyasıya eleştirmişti. Oysa daha uzun vadede ortak iktidar yapıları, ortak çıkarlar ve etnik yakınlıklar ağır basacak ve sonunda da Türkiye, Azeri-Ermeni çatışmasında açıkça taraf olan tek ülke haline gelecekti.

Kuşku yok ki bugün Kafkasya’da iki komşunun savaşında Ermenistan işgalci ve haksız konumda bulunuyor ve manevi destek de elbette Azeriler yönünde olmalıdırAncak bu yönde aktif bir katılım anlamına gelecek ifadelerden de kaçınılmalıdır. Türk-Ermeni ilişkilerinin arka planı da hatırlanırsa, aktif desteğin son kertede Azerilere ne sağlayacağını düşünmek de gerekmez mi?

Aslında nüfusu Ermenistan’ın üç katısavunma bütçesi tüm Ermeni bütçesinden çok büyük ve ordusu da Rusya, İsrail ve Türkiye’den satın alınan silahlarla donanmış bulunan Azerbaycan, gasp edilmiş topraklarını geri almak için verdiği mücadelede mutlaka kendi koşullarına ve olanaklarına en uygun yolu bulmalıdır. Ve bu kavgada haklı davasına en büyük katkı da -mevcut koşullarda hayli iyimser görünse de- ancak bölgede adil bir barışa, özgürlüğe ve halkların çıkarına uygun ve haksever Ermenilerin de katıldığı ortak bir dayanışmayla gerçekleşebilir.

Taner Timur / BİRGÜN

Şimdi pasif direniş zamanı! - Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

 Kimse kendini kandırmasın, özellikle doğuda HDP’nin seçimle işbaşına geldiği belediyelere yapılan kayyım operasyonları ve tutuklamalar, tüm ülkede muhaliflere karşı yürütülen cadı avı, salgın bahane edilerek yasaklanan etkinlikler, sadece bunlar bile tek kişi iktidarının yerini sürekli sağlamlaştığını gösteriyor. Bu durumda seçimle gidecek bir iktidar olduğunu düşünmek sadece bir düş olabilir. Düş görmek yerine, “devrim üç adım ötede” sözlerine umut bağlamak yerine, küçümsenen pasif direniş eylemlerine hız vermek belki de hepimize iyi gelecektir. Bunun örnekleri dünyanın her yerinde hayata geçiriliyor, bizim ülkemizde de. Örneğin Kaz Dağları’nda altın madenciliğine karşı çıkan bir avuç insan, inatla bölgede direniyor. İnat iyidir ve insanlara soru sordurur:

Yahu bunlar ne diye nöbet tutuyorlar, koskoca altın şirketine karşı kim karşı gelebilir? Devlet arkalarında!” 

Önce bu sözler duyulur ama usuldan 

Bu kişiler de kim? İşlerini güçlerini bırakmışlar, hiçbir çıkarları yok, ağaçları, kuşları, dereleri bekliyorlar. Nedir dertleri” soruları sorulmaya başlar. 

Ve bir süre sonra o bir avuç insanın geleceği korumaya çalıştığını, kendi çocuklarını korumaya çalıştığını hissederler, kavrarlar. Gün gelir sayıları çoğalır, gün gelir o bir avuç insan, dev iş makinelerini durdurmak için canhıraş bir savaş verdiklerinde en öne onlar geçerler. Belki beklenen devrim olmaz ama direnişin onurunu tadanlar bir daha aynı olamazlar. 

En etkili pasif direniş örneği bugünlerde Ordu’nun Fatsası’nda yaşanıyor. İlçede faaliyette bulunan Altıntepe Altın Madeni İşletmesi kapasite artırmaya karar vermiş. Bölge halkı karşı olmasına rağmen ÇED raporu işletme lehine olumlu gelmiş. Bunun üstüne Fatsalılar da çıplak ayak kitap okuma eylemine başlamışlar. Şimdilerde ilçede tek kişiyle başlayan bu eyleme belli saatlerde gençler, yaşlılar, kısaca Fatsa halkı katılıyor. Diyeceksiniz ki “Kitap okuyorlar da ne oluyor?”, elbette devrim olmuyor ama bu eylem ilçe halkına eski Fatsa günlerini hatırlatıyor. Terzi Fikri’yi anımsatıyor ve yeniden dayanışmanın o muhteşem olumlu etkisi hemen her yerde hissedilmeye başlıyor. Geçmişi anımsamak iyidir, karamsarlığı alıp götürür. 

Pasif direniş eylemlerine Türkiye Komünist Partisi’nin ülkenin çeşitli yerlerinde açtığı semt evlerini de katabiliriz. Mahalleler önemlidir ve buralarda kurulan semt evleri çocuklar için, kadınlar için, gençler için bir eğitim ve yaşam alanına dönüşebilir. Örneğin mahallede temizliğe giden kadınlar, çocuklarını buralara güvenle bırakabilirler. Gençler için bilgisayar, yabancı dil eğitimi kolaylıkla yapılabilir. Gönüllülük esasına göre işleyen semt evleri, emekli olmuş ama kahveye gitmekten başka etkinliği olmayan emekli öğretmenler, sağlıkçılar için yaşama tekrar tutunma alanı yaratabilir.

Yıllar önce o zamanlar belediye başkanı olan Selami Başkan, yardımcısı sevgili arkadaşım İnci Başkan’a tam bir özgürlük tanımıştı ve Kadıköy’ün varoşlarında semt evlerine benzeyen dayanışma evleri açılmıştı. Bu evlerde kadınlarla, çocuklarla olmak ve beraberce yepyeni bilgiler edinmek benim için çok anlamlı geçen bir zaman parçasıydı. Şimdilerde var mı, bilmiyorum. 

Hepimizin gördüğü gibi bu salgın sürüp gidecek. Pek çok firma dijital ortamda iş görmeye başladı. Üniversiteler, özgün eğitim yapan kurumlar uzaktan eğitime geçti. Bu beni kişisel olarak çok endişelendiriyor. Tanıdığım pek çok genç evinde uyanır uyanmaz bilgisayarın başına geçiyor, kahve molası bile vermeden saat yediye, sekize kadar çalışıyor. Hatta gece yarısı bile işe çağrılabiliyorlar. Kendi başına kimsenin kimseyle sohbet ettiği yok. Kimse kimsenin derdinden haberdar değil, iş eğlence olmadan yapıldığında öldürücü bir şeydir. Korkunç bir yalnızlık, en çok gençleri kuşatıyor. Ve kimseler isyan edemiyor. Bu yalnızlaşma yeni kuşaklarda nasıl bir etki yapacak bilmiyoruz ama bu uzaktan iş yapmanın, eğitim görmenin zararları nasıl azaltılabilir? En azından bir kahve molası, bir öğlen yemeği için mola verilmesini isteyebilirler. Geçmişin köleleri bile bu kadar yoğun çalışmıyorlardı. Birileri başlarsa arkası gelir! Dijital kölelere özgürlük!  

Pasif direniş dedim de benzine yapılan yeni zam aklıma geldi. Arkadaş hiç kimse yapmıyorsa siz yapın, ne zaman benzine zam geliyor, bir hafta arabanızı kullanmayın, ölmezsiniz.

Bu arada biz evde interneti olmadığı, daha doğrusu internete ödeyecek paraları olmadığı için komşudan internet hattı çekmeye çalışırken ayağı kayıp düşerek ölen çocukların yaşadığı bir ülkede yaşıyoruz, bunu sık sık anımsamak da pasif direnişe girer. 

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

10 Ekim 2020 Cumartesi

Maraş hamlesinin hedefleri - Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET

Erdoğan’ın, yanına KKTC Başbakanı Ersin Tatar’ı alarak 46 yıldır kapalı olan Maraş’ın açılacağını Ankara’dan müjdelemesi ne anlama geliyor? Maraş hamlesi iç ve dış siyasetlerde hangi hedeflerin hamlesidir? 

İnceleyelim:

1. Maraş elbette açılmalıdır. Bu her şeyden önemlisi KKTC ekonomisi için önemli bir ihtiyaçtır.

2. Ancak Maraş, Lefkoşa’da açılmalıydı, Ankara’da Erdoğan’ın Sarayı’nda değil.

Sandıkta ters tepebilir

3. Yarın KKTC’de cumhurbaşkanlığı seçimi var ve seçime 5 gün kala Erdoğan’ın adaylardan Başbakan Ersin Tatar’la birlikte Maraş açılışı yapması, seçimlere müdahaledir. 

Nitekim Maraş’ın açılması KKTC’de de böyle algılandı ve hükümeti oluşturan UBP-HP koalisyonu dağıldı. Koalisyon ortağı HP Genel Başkanı Yenal Senin, Ankara’da duyurulan Maraş açılışı konusunun kendileriyle paylaşılmadığını belirterek “Devletin bütünlüğü bozuldu, kurumları hiçe sayıldı” dedi.

KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’dan cumhurbaşkanı adaylarından Serdar Denktaş’a kadar pek çok isim, Maraş’ın açılışının bu şekilde duyurulmasını seçimlere müdahale olarak yorumladı. 

HP’li Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olan Kudret Özersay, kendisine son anda haber verildiğini söyleyerek olaya tepki gösterdi: “Daha önce defalarca ‘Kapalı Maraş’ta seçime sayılı günler kala atılacak herhangi bir adım ancak ve ancak bu kadar önemli bir projenin seçim malzemesi yapılması ve zarar görmesi sonucunu doğurur’ demiştim. Şimdi tam da öyle bir noktadayız.

Bu arada belirtelim: KKTC’yi bilenler, bunun ters tepebileceğine ve sandıkta (Rauf Denktaş çizgisine en yakın adayların başında gelen) Ersin Tatar’a tepkiye dönüşebileceğine dikkat çekiyorlar!

4. Erdoğan ve Tatar’ın Ankara’dan müjdelediği Maraş açılışı, aslında tam bir Maraş açılışı değildir. Maraş’ın tamamı açılmıyor, yani Maraş yerleşime açılmıyor, sadece bir caddesi ve sahilinin bir bölümü açılıyor!

‘Maraş’ı açan Erdoğan’ profili

5. Maraş’ın “sahilinin” açılışı, Ankara’nın ve Lefkoşa’nın iç politik ihtiyacı doğrultusunda değil, Türkiye ve KKTC’nin Doğu Akdeniz stratejisi temelinde açılmalıydı. Bütünlüklü bir siyasi hedefin içinde ve hedefi gerçekleştirmenin amacı doğrultusunda açılmalıydı. 

AKP’nin dar siyasi anlayışı sonucunda, Maraş uluslararası kazanç oluşturacak bir koz olmaktan çıkarılıp iç siyasete harcanmış oldu!

Öyle ki Türkiye’nin Suriye’de işbirliği yaptığı ve Libya’dan Doğu Akdeniz’e, Suriye’den Kafkasya’ya uzanan geniş bir cephede yan yana olmasının en yararlı olduğu Rusya bile Maraş’ın açılışı için “endişe verici, kabul edilemez” dedi. Oysa Ankara Moskova’yla bunu öncesinde müzakere etmeliydi!

Sonuçta ne mesaj verilmiş oldu peki? “46 yıl sonra Maraş’ı kurtaran/açan Erdoğan” profili çizilmiş oldu.

Ne için? “Kerkük’ü 82. il, Halep’i 83. il yapamadı ama Maraş’ı kurtardı” imajı oluşturmak için! Yanlış politikalar sonucunda Türkiye’nin Trablusgarp’ta ciddi inisiyatif kaybetmiş olmasını perdelemek için!

6. Maraş’ın açılışını müjdeleyen Erdoğan, başbakanlığı döneminde Maraş’ın Rumlara verilmesini savunmuştu! AKP hükümetinin Rauf Denktaş’ı dışlayarak desteklediği ve KKTC’den yüzde 65 evet oyu çıkmasını sağladığı Annan Planı’nda, Maraş Rumlara veriliyordu!

Neyse ki Rumlar, Annan Planı’na yüzde 76 hayır demiş ve Denktaş’tan Erbakan’a kadar pek çok deneyimli siyasetçinin ifadesiyle “Rumların sayesinde Kıbrıs, bir Yunan adası olmaktan kurtulmuştu!”

KKTC seçimlerinin önemi

KKTC’de cumhurbaşkanlığı seçimi yarın yapılıyor ve 11 aday yarışıyor. Mevcut Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı zaten federasyoncu ama diğer adayların çoğu da “yeniden müzakereye razı” bir profil çiziyorlar. 

Dolayısıyla Türkiye ve KKTC’nin önündeki en önemli risk, AB’nin “enerji anlaşması karşılığı federasyonu kabulü” planıdır... 

Bu arada bitirirken belirtelim: Saray’da Erdoğan ile Tatar’ın Maraş açılışı müjdesi verdiği tören, KKTC’ye su verilmesi töreniydi. Aslında bu tören 5 yıl önce yapılmıştı. KKTC’ye su götürecek boru hattına 2011 yılında başlanmış, proje 1.6 milyar TL’ye tamamlanmış ve açılış töreni 2015’te yapılmıştı. Ancak daha beş yıl dolmadan borular bu yılın başında kırıldı. Ardından tamir edildi ve Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ve KKTC Başbakanı bir kez daha tören yaptı!

Yani “kırılmış borunun tamir töreni” de yapılmış oldu!

 Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET

Onların ecdadı, bizim ecdadımız - Orhan Gökdemir / SOL

 Peki nedir bu Osmanlıya ve genetik kalıntılarına yaltaklanma gösterilerinin sebebi?

Cumhuriyeti çökerttiniz mi monarşiyi hatırlarsınız. Laikliği yıktınız mı aklınıza şeriat gelir. Mustafa Kemal’i tepelediniz mi Vahdettin’i, Apdülhamit’i kahraman sanırsınız. Yıktılar. Bütün ışıkları söndürdüler, karanlıkta gelecek düşü kuruyorlar. Çöküşün belirtisi yüksek ateşin yol açtığı halüsinasyondur.

Sabah namazında Monarşist, öğle namazında Cumhuriyetçi, ikindide Osmanlıcı, yatsıda Atatürkçü bir büyük şehir belediye başkanımız oldu malumunuz. Oluşmasında Kemal Kılıçdaroğlu’nun emeği büyük. Düzenin siyasetçilerinde tutarlılık aramamayı öğretti Kılıçdaroğlu. Ekmeleddin İhsanoğlu travmasının arkasından geldi Ekremeddin İmamoğlu vakası. İlki bildiğiniz yobazdı, ikincisinin ne idüğü belirsiz. Genel başkanı dahil sadakat gösterdiği hiçbir kimse yok. Kılıçdaroğlu Çubuk’ta AKP’liler tarafından yumruklanırken o Maltepe’de yüzbinlerin toplandığı alanda Kuran tilaveti ile meşguldü. Ne yumruktan ne yumruğun indiği burundan söz etti. O kadar kayıtsız, o kadar kendine özgü bir siyasetçidir!

Şimdi AKP’li şehreminlerinin bıraktığı yerden devam ediyor işine. Düşkünlere sadaka dağıttıktan sonra, koşup Koç ailesiyle resim veriyor, işsiz CEO’larını belediyeye yönetici yapıyor. Yöntem hep aynı; fakire sadaka, zengine ballı ihale. İstanbul dünyanın en sorunlu kentlerinden biri ama “ecdat tabloları” peşinde koşmaya da vakit bulabiliyor. Bir sabah ansızın gitti, fukara halktan topladığı verginin 6,5 milyon lirasını bir tabloya yatırdı. Getirdi, makam odasının dışına astı. Gören iki kişi var kendisi dışında. Kemal Kılıçdaroğlu ve tabloda resmedilen şahsın torunları. İstanbul’un kurtuluşunda halka açmadan önce, İstanbul’un işgalinin sorumlusu olan padişahın torunlarını toplayıp marifetini gösterdi. Dediğine göre Osmanlı geçmişine “üst seviyede saygı duyan bir kişi”ydi kendisi. Hanedanın genetik kalıntılarına döndü sonra, "Bugün itibariyle ve bugünden sonra -elbette sizler gibi kan bağım yok ama- bu ülkenin bir ferdi olarak, geçmişinde kim varsa, o insanların da bir torunu olarak görerek, aslında atasına sahip çıkan bir insan olduğumu belirtmek isterim" dedi.

Güzel de hangisinin torunu olacaksın? 1924’te Cumhuriyet apoletlerini söküp uzun tatile gönderene kadar Halife unvanını taşıyan Abdülmecid, dedeleri hakkında bir makale yazmış ve yüz kızartıcı sonuçlara ulaşmıştı. II. Bayezid içkiye düşkün bir sefil, II. Selim'in sefih bir sarhoş, III. Murad ve III. Mehmed devletin amansız cellâdıydı. IV. Murad içtiği rakının kurbanı olmuş, devletin talihini ve geleceğini İbrahim gibi akıl noksanı bir şahsa terk ederek dünyadan çekilmişti. Daha bunun hamamda bayılanı, haremde ayılanı, oğlancısı, psikopatı, şizofreni, şunu bunu var. Herkes bir Fatih Mehmet değil ki gidip gönül rahatlığıyla torun yazılasın!

***

Halbuki bizim ecdadımızın öyle Ekremeddin İmamoğlu gibi takıntıları yoktu. Çok netti akılları olup biten hakkında. Saraylıları ve kapıkullarını gördü mü basıyordu küfrü.

“Şalvarı şaltak Osmanlı

Eğeri kaltak Osmanlı

Ekende yok biçende yok

Yiyende ortak Osmanlı”

Ecdadımız eli nasırlı reayaydı çünkü. Saraya torun yazılmak akıllarının ucundan bile geçmezdi. Osmanlıyı da gayet iyi analiz etmişti. Hem biz fanilerin Osmanlıyla ne kan bağı olacak? Olsa bile bile sülüklerle kurbanlarının arasındaki kan bağ gibidir bu. Kan emicilerimizdir onlar, 600 yüzyıl kanımızı emerek yaşadılar. Cumhuriyet, sülüklerimizden kurtuluşumuzun da miladıdır o yüzden. Söküp atmayı başardık derimizden, bir trene doldurup gönderdik nihayetinde kalıntılarını. Böylece sülüklere de yeniden insan olma şansı tanımış olduk. Görüyoruz, çoğu başarmıştır. Saray 200 yıldır batılılaşma uğraşı içindeydi çünkü. Yönetici sınıf Batılı giyinmeyi, Batılı düşünmeyi öğrenmişti. Kadınları bildiğiniz sosyete kadınlarına dönüşmüştü. Bakın fotoğraflarına; örtülü, çarşaflı hiçbir Saray kadını göremezsiniz.

Halbuki AKP, uzaktan kumandalı dizileri aracılığıyla hayali bir Osmanlı icat ediyor. Sarayda yaşıyorlar ama her biri birer IŞİD militanı görünümünde. İçki içmiyor, kadınlara kem gözle bakmıyor, Saray mescidinden dışarıya adım atmıyorlar. O kadar ki, al Hamit’i, yerine Suriye’de ücreti mukabili savaşan bir Selefiyi koy, sırıtmayacak.

Oysa modernleşme tarihimizin başlama vuruşunu o padişahlar yaptı. Çok kötü içerlerdi, çok korkarlardı. Haremleri ve cariyeleri vardı, yetinmediklerini biliyoruz. Pek ahlaklı olduklarını söyleyemeyiz. Mala mülke düşkündüler. En sofu görüneni olan Hamit metresiyle yaşar, geriye kalan zamanını borsa oyunları ile değerlendirirdi. Cuma’da boy göstermek ise tebaaya yapılacak içi boş gösterilerden biriydi.

Öyle veya böyle her durumda yük ecdadımızın sırtındaydı. Çok veciz biçimlerde ifade ediyorlardı bu durumu…

“Tahsildar da çıkmış köyleri gezer

Elinde kamçısı fakiri ezer

Yorganı döşeği mezatta gezer

Hasırdan serili çulumuz bizim”

Bizim için Osmanlı budur. Osmanlının kanının emdiği çulsuzların torunlarıyız biz. Atalarımızın sarayları da “gavur” ressamlar tarafından çizilmiş pahalı portreleri de yoktur haliyle. Sabretmeyi de sarayları saltanatları yıkmayı da bu tarihten, böyle öğrendik.

***

Peki nedir bu Osmanlıya ve genetik kalıntılarına yaltaklanma gösterilerinin sebebi?

Cumhuriyeti çökerttiniz mi monarşiyi hatırlarsınız. Laikliği yıktınız mı aklınıza şeriat gelir. Mustafa Kemal’i tepelediniz mi Vahdettin’i, Apdülhamit’i kahraman sanırsınız. Yıktılar. Bütün ışıkları söndürdüler, karanlıkta gelecek düşü kuruyorlar. Çöküşün belirtisi yüksek ateşin yol açtığı halüsinasyondur.

***

İmamın oğlunu geçip, hanedanın genetik kalıntılarına gelince; Tren yolculuğundan bir süre sonra dönüp geldiler. Bir kısmı sessizce izliyor olup biteni. Acı tecrübeleri var ve biliyorlar bu ülke İmamoğlu’ndan, Tayyip Erdoğan’dan, Kemal Kılıçdaroğlu’ndan ibaret değil. Umulmadık bir zamanda, Sirkeci’den bir trene bindirilip, uzun bir tatile gönderilme ihtimalleri hep var.

Çok da önemli değil zaten, şunun şurasında yüz küsur kişiydiler Sirkeci’den yol alan. Bir avuç saray bakiyesi asalak. Torunlardan bazıları ülkeye dönüp sıradan vatandaş olarak yaşamayı başardı, bir kısmı kurulu düzenlerini bozamayarak yerleştikleri yerlerde kaldı. Her biri birer burjuva gibi yaşadı. Resim yaptı, pahalı içkilerden tattı, modern giyindi. “Halife” dedelerinin kılık kıyafetlerini dert etmediği, türban tak, çarşafa gir demedikleri belli. Aralarında Hıristiyan mezarlığına gömülen de var, yabancı ordularda savaşanlar da.

Haliyle Mustafa Kemal’e, Cumhuriyet’e düşman olmaları için bir sebep görünmüyor ortalıkta. Vahdettin’in kızı Sabiha, "Türkiye’de bugün Cumhuriyet kurulmuş, ailemiz vazifesini yapıp geçmiştir” diyor mesela. New York’ta mukim Osman Ertuğrul ise "Mustafa Kemal Paşa bizi sürgüne göndermek zorundaydı, zira göndermeseydi yapmak istediklerini yapamazdı" diye özetliyor durumu. Osman Bayezid, “Atatürk ile ilgili ne düşündüğü” sorusuna şu yanıtı veriyor: “O, Türkiye’yi, Anadolu’da bir avuç toprağa sıkıştırılmaktan kurtardı.” Tarihin tokatlaya tokatlaya yarattığı bilinçtir bu.

Nilhan Osmanoğlu gibi yırtıklar sonradan türedi. Baktılar herkes Osmanlı torunu olmaya çalışıyor, o da koşup yağmadan pay kapmaya çalıştı. Ailesinden kalan miras olduğu gerekçesiyle Galatasaray Adası'nın mülkiyetini talep etti birkaç yıl önce. Düğününü Dolmabahçe Sarayı’nda yapabilirdi, öyle düşünüyordu. Şimdilik Abdülhamit kaftanı, Vahdettin fistanı satarak kazanıyor hayatını. Cumhuriyetin bütün sonuçlarıyla ortadan kaldırılmasını bekliyor. Sülüklüğe dönüş emaresidir.

***

Tekrarlayalım öyleyse: Cumhuriyeti çökerttiniz mi monarşiyi hatırlarsınız. Laikliği çökerttiniz mi aklınıza şeriat gelir. Mustafa Kemal’i tepelediniz mi Vahdettin’i, Abdülhamit’i kahraman sanırsınız. Saraylar dikmeye başladınız mı ülke sathına yeniden, bunu gören hanedanın genetik kalıntılarının biti kanlanır. Bütün ışıkları söndürüp, karanlıkta gelecek düşü kurarsınız. Çöküşün belirtisi yüksek ateşin yol açtığı halüsinasyondur.

“Yürü bre Hızır Paşa

Senin de çarkın kırılır

Güvendiğin padişahın

O da bir gün devrilir”

Devirdik, yine deviririz. Diyelim ki aradınız buldunuz çakma bir ecdat, nafile…  Buradayız biz!

Orhan Gökdemir / SOL

9 Ekim 2020 Cuma

Bol Yoksul ve Bollywood: La dance de la misère - Serdal Bahçe / SOL

 Son dönem Bollywood filmlerinin ekserisi kabaca üç kurgudan birine sahiptirler. Birinci kategoride meşhur Hollywood filmlerinin uyarlamaları var. Konuyu biraz daha Hint alt kıtasının kültürel geleneklerine uydurup pek çok uyarlama çekmişler (Örneğin E.T.’nin oldukça komik bir uyarlamasını seyrettim. Ha bir de Kuzuların Sessizliği’nin yeniden çevrimi vardı; ancak Hint versiyonunda Hannibal Lecter yamyam değildi).

Aylardır sosyal hayatı eriten bir salgının baskısı altında evlerde zaman geçirmeyi adet edindik. Çalışma zamanı dışında evden çıkmaz olduk. Eskiden zevk aldığımız uğraşılar bile sosyal hayatın eksikliğinin yarattığı monotonluğu dindiremediği için bazılarımız yeni ilgi alanları bulmaya çalıştı. Ben de yeni bir ilgi alanı olarak Bollywood filmlerine sardım.

Bollywood Bombay (ya da yeni Hint milliyetçiliğinin tercih ettiği adıyla Mumbai) merkezli ve Hindustani (Hintçe- Urduca karışımı bir konuşma dili) filmler üreten film endüstrisinin adı. Aslında Bollywood tek başına Hindistan sinemasının tamamı anlamına gelmiyor, hatta üretilen film adedine göre Hindistan’da bir yılda çekilen filmlerin sadece % 20’sini çekiyor. Onun yanında Güney Hindistan’da Telugu dilinde film üreten Tollywood ve Tamilce filmler yapan Kollywood var. Hindistan çok dilli koca bir evren, bu nedenle Hintçe kırması bir dille film çeken Bollywood aslında azınlıkta kalıyor. Ancak en çok o tanınıyor. Örneğin ABD ve İngiltere’de sadece Bollywood filmleri gösteren sinema salonları var. Pek tabii ki bu ülkelerde yaşayan Hint diasporası yüksek bir talep sağlamaktadır. Ben de Bollywood’un parıltılı büyüsüne kapıldım son zamanlarda. Ancak hala seyrettikçe şaşırıyorum.

Örneğin geçenlerde 1980’lerden kalma bir Bollywood filmi seyrettim; film pek tabi ki o zaman Bollywood’da çekilen diğer filmler gibi Bombay’da geçiyordu. İki mafya çetesinin paylaşım savaşını anlatıyordu. Üstelik iki çeteninde rüşvetle kendine bağladığı politikacılar ve kamu görevlileri de vardı. Neyse; filmin sonuna doğru iki çetenin liderleri gizli bir toplantı ayarladılar, sorunlarını masaya yatıracaklardı. Toplantı oldukça gergin başladı, derken iki taraf da silahlara davrandılar. Gerilim en üst düzeye çıktı, iki grup elleri silahlarında birbirlerini tartıyorlardı ( Bir Yeşilçam ya da bir Hollywood filminde bundan sonrasında kan gövdeyi götürürdü muhtemelen), ki telefonum çaldı. Kısa bir süreliğine ekran başından ayrıldım, fakat film akmaya devam etti. Konuşma kısa sürdü, geri döndüğümde, her defasında olduğu gibi, yine oldukça şaşırdım (hatta sokak jargonuyla dumur oldum). Biraz önce silahları çekmeye hazır iki mafya çetesinin üyeleri fonda çalan neşeli ve oynak bir şarkının eşliğinde hoplaya zıplaya birlikte dans ediyorlardı. Üstelik nereden çıktıklarını bilemediğim pek çok dansçı kadın da onlara eşlik ediyordu. Nihayetinde doyasıya dans ettiler ve barıştılar. Hiçbir şey anlamadım. Başka bir hayat vizyonuydu. Nitekim tüm Bollywood filmlerinin ortak temalarından biri de şarkılar ve danslardır. Sürekli şarkı söyleyip dans ediyorlar.

Çoğunlukla son dönem Bollywood filmlerini seyrettim. Böylece Bollywood filmlerinin konularıyla ilgili yanlış bir imaya kapıldım. Yoksulu bol olan ülkenin yoksulu olmayan bir sineması olduğunu varsaydım hep. Meğer her daim öyle değilmiş, aşağıda anlatacağım.

Son dönem Bollywood filmlerinin ekserisi kabaca üç kurgudan birine sahiptirler. Birinci kategoride meşhur Hollywood filmlerinin uyarlamaları var. Konuyu biraz daha Hint alt kıtasının kültürel geleneklerine uydurup pek çok uyarlama çekmişler (Örneğin E.T.’nin oldukça komik bir uyarlamasını seyrettim. Ha bir de Kuzuların Sessizliği’nin yeniden çevrimi vardı; ancak Hint versiyonunda Hannibal Lecter yamyam değildi).

İkincisi ise trajikomik melodramlar, aşk hikayeleri. Ki bu grup çoğunluğu oluşturmaktadır. Bu kurguda yemin olsun Hindistan’da sayısı bol olan yoksulların esamesi hiç mi hiç okunmamaktadır. 1990 versiyonu filmlerde arka plan olarak Hindistan metropollerinin zengin semtleri kullanılmış, ancak 2000’lerle birlikte Hindistan’ı arka plandan nerdeyse tamamen çıkarmışlar. Artık bu kategorideki filmlerin konuları gelişmiş kapitalizmin büyük, ışıltılı metropollerinde geçiyor. Aşk hikayeleri kah Londra’da, kah Milano’da, kah Paris’de ya da New York’da yaşanıyor. Filmler buralarda yaşayan zengin Hintli diasporayı konu ediniyor. Bu zengin Hintliler içinde yaşadıkları gelişmiş kapitalizme sonuna kadar adapte olmuş durumdalar (içlerinde borsa simsarları var, şirket yöneticileri var, moda dergisi yöneticileri var, var da var…). Dolayısıyla bunlar hüzünlü, yerini bulamamış, merkezini şaşırmış, yabancı bir toplumun içinde yalnızlık yaşayan insanlar değiller. Tam tersine ortalama bir Amerikalıdan, ortalama bir İtalyandan veya ortalama bir Fransızdan daha bütünleşmiş durumdalar içinde yaşadıkları toplumla ve daha iyi bir hayat sürmekteler. Durmadan aşık oluyorlar ve durmadan dans ediyorlar. Hayatın bu kadar eften püften bir temsili olabilir mi?

Üstelik hem zamane hem de geçmiş Bollywood filmlerinden fışkıran bir garip ruh hali de var. Bu en çok kullanılan dile yansıyor. Yarı Hintçe yarı İngilizce garip ve kimliksiz bir dil kullanılıyor. Öyle ya, bu filmler sulu sepken melodramlar; neredeyse en çok kullanılan kavram aşk ve neredeyse en çok kullanılan cümle ise “seni seviyorum”. Ancak gel gör ki sanki bu kavram ve bu tümcenin Hintçe karşılıkları yokmuş gibi sürekli olarak “Love” veya “I love you” kullanılıyor. Sadece bunlar da değil, standartlaşmış tüm kalıplar için İngilizce kullanıyorlar. Aslında İngilizce ile bir dertleri yok, ve hatta İngiltere ile bir dertleri yok. Malum 1947’de İngiltere’den bağımsızlığı kazandılar. Aslında almadılar, neredeyse bunalan İngiltere gönülden verdi ve tacın incisinden vazgeçti (hatta giderayak tarihsel bir kazık attı ve Pakistan – Hindistan bölünmesini teşvik etti). Ancak Hindistan’ın bağımsızlık hikayesi örnek olsun ne Vietnam’ınkine, ne Cezayir’inkine ne de Kenya’nın kine benzedi. Olabildiğince barışçıl gerçekleşti (gerçi 19. Yüzyıl’ın son çeyreğinde ve iki savaş arası dönemde bazı durumlarda açık şiddet gözlemlendi ama Gandhi pasifizmi bağımsızlık hareketinin ruhunu el koymayı bildi). Belki de sırf bu nedenle ne yeni ne de kadim Bollywood filmlerinde emperyalist İngiltere imgesi bulmak zordur (ya da ben fark edemedim). Bollywood emperyalizmden bihaber gibi görünmektedir.

Aslında Bollywood’un (bu arada Bollywood kavramını belki de dalga geçmek için İngiliz basını uydurmuş) doğumundan 1980’lerin başına kadar ciddi bir sosyal eleştiri geleneği var. Yoksul Hindistan halklarının dertleri en azından 1980’lerin başına kadar çekilen filmlerde en önemli unsurlardan biriydi. Keza bu durum kuşkusuz Hindistan’ın kaderini değiştirmek için o dönemlerde hayata geçirilen planlı kalkınma deneyimiyle uyumluydu. Ancak tıpkı Türkiye’de olduğu gibi 1980’lerin başı Hindistan’da da vahşi bir sermaye yanlısı programın uygulanmaya başlandığı dönem oldu. Böylece kültürel yapıyı sermayenin programı ele geçirdi ve yoksulluk gündemden düşüverdi. Sanki silindi. Bollywood’daki dönüşüm de bu eğilimin en önemli dışa vurumu oldu.

Artık filmleri bile Hindistan’da çekmiyorlar, sanki utanıyorlar. O kütlesel yoksulluktan kaçıyorlar. Dibinde olup yokmuş gibi bile davranamıyorlar. Toplumu değil mekanı değiştiriyorlar, toplumu değil değiştirmeye artık eleştirmeye bile mecalleri yok. Üstelik bu kaçış endüstrinin diğer boyutlarında da kendisini gösteriyor. Örneğin Bollywood’un da kendi ödül törenleri ve festivalleri var. Bunların neredeyse tamamı gelişmiş kapitalist ülkelerde düzenleniyorlar. Bunda hiçbir gariplik görmüyorlar, Londra’da yılın en iyi filmi, yılın en iyi senaryosu ödülleri dağıtıyorlar ancak garipsemiyorlar.

Çağdaş Bollywood filmlerindeki üçüncü tipoloji ise sayıları giderek artan ve aslında Hindistan iç politikasında tehlikeli bir şekilde yükselen bir gerilimin meyvesi olan islamofobik filmler. Hindistan yaklaşık 1 Milyar 300 Milyon kişinin yaşadığı bir kozmos, bu nüfusun % 15’i Müslümanlardan oluşuyor. Aslında Pakistan ile gerilimli ilişki kuruluştan beri sürmektedir, Hindistan’da da Hindular ile Müslümanlar arasındaki gerilim iç politikanın en önemli boyutlarından biri olagelmiştir. Ancak bu gerilim son yıllarda giderek tırmanmaktadır ve iktidardaki faşizan/aşırı sağ Bharatia Janata Party (BJP) ve bu partiden başbakan Narendra Modi bu tırmanışı bile isteye körüklemektedirler (Zira Modi Guajarat eyaleti hükümetindeki görevi sırasında patlayan ve Müslümanların katledilmesiyle sonuçlanan olaylardan sorumludur). Ülkede 200 milyon civarında Müslüman vardır; bir de buna ek olarak komşusu ve düşman ikiz kardeşi Pakistan ve onunla bir türlü çözemediği Keşmir sorunu da ülkede aşırı sağın elini güçlendirmektedir.

Bollywood’da ortaya çıkan üçüncü film tipolojisinde Pakistanlı ya da Hindistanlı olup da Pakistan namına çalışan teröristler baş kötülerdir. Onların karşısında ise yiğit Hindistanlı istihbarat görevlileri vardır. Bu kurguda çekilen pek çok film vardır.

Bu filmlerden birinde Pakistan’dan sızan teröristler büyük bir Hindistan kentinde nükleer ya da biyolojik bir bomba (orasını pek anlamadım) patlatmak isterler. Filmin başkahramanı Hindistanlı polis teröristleri tek tek derdest eder. Bomba tam patlayacakken üstüne atılır ve üstüne kapanır (hem de nükleer ya da biyolojik bombanın). Böylece kenti kurtarır ve üstelik kendisi de yaralanır ama sağ kalır (hem de göbeğinde bir nükleer ya da biyolojik bir bomba patladığı halde). Sonra da hastaneden çıkar, sevdiği kadınla evlenir. Ve dans ederler coşkuyla (hem de Hindistan’ın yoksulları bir tür sefalet içinde debelenirken). Olsun.

Serdal Bahçe / SOL

La dance de la misère: (Fransızca) Sefaletin dansı

'AKP'nin Kıbrıs planı Türkiye'yle aynı: İnşaat, müslümanlaştırma ve baskı' (1)-Volkan Algan / SOL

 Kıbrıs'ın kuzeyinde önümüzdeki pazar seçimler var. Adadaki Türkler yeni cumhurbaşkanını seçecek. Seçim sürecinde Kıbrıs kadar Türkiye de tartışılıyor. Uzun yıllardır adayı yakından takip eden emekli diplomat Engin Solakoğlu'na her yönüyle Kıbrıs'ı sorduk.

Kıbrıs Türk halkı önümüzdeki pazar günü yeni cumhurbaşkanını seçecek. Seçimler Doğu Akdeniz'deki uluslararası gerginliğin gölgesinde yapılacak. Çok umutlu olunmasa bile adada yeniden bir çözüm masasının kurulması için taraflar seçim sonrasını işaret ediyor. Sürecin en çok tartışılan başlıklarından birisi Türkiye'nin seçim sürecine müdahaleleri, adaylar arasında açık taraf tutması.

Emekli diplomat ve Dayanışma Meclisi üyesi Engin Solakoğlu adayı uzun yıllardır takip ediyor. "Bir ara sünnetçi gibi elimde çantayla Türkiye’nin çeşitli kurumlarını dolaşıp Kıbrıs anlatmıştım" diyen Solakoğlu'yla adayla ilgili geniş bir söyleşi yaptık. Adanın sorunlarının dününü ve bugününü sorduk, biraz da adalıları, adalı olmayı... 

Yakından ilgilendiğinizi bildiğimiz konuda lk sorumuz çok sade olacak: Kıbrıs Sorunu nedir? 

Filin neresini tuttuğunuza bağlı olarak yanıtı değişecek bir soru bu ama benim öteden beri kullandığım bir tanımla başlayayım: Kıbrıs sorunu, yaklaşık bin yıldır aynı coğrafyaya sığışmaya çalışan iki halkın yaşadığı itişmelerin 9 bin km2’ya sıkıştırılmış bir numunesidir. 

Bu tespitten sonra meseleyi istediğiniz kadar açabilir ve çözümleyebilirsiniz. Sömürgeci miras, 19. yüzyıl milliyetçiliğinin getirdiği etnik/dinsel ayrışma ve çatışma, iki kutuplu dünya, NATO’nun Doğu Akdeniz çıkarları, Adadaki Komünist hareketin gücünün yarattığı kaygı, Türkiye ve Yunanistan’daki yayılmacı şoven rejimler ve bunun Ada’daki yansımaları.

Meselenin uluslararası siyaset ve sınıfsal açıdan çözümlemesini yapan bir çok eser var. Ahmet An’ın eserleri sadece Türkçe okuyanlar için oldukça doyurucudur bana göre.

Benim Kıbrıs meselesine bakışımı bunların ötesinde belirleyen, merakımı uyandıran Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk Halkları. Bakın bu terim bile tartışmalı zira Kıbrıslırum/Kıbrıslıtürk mü diyeceğiz, Kıbrıs Türkü/Kıbrıs Rumu mu, yoksa Kıbrıslı Rum/Kıbrıslı Türk veya Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum toplumu mu, bunlar bile soruna bakışınızla ilgili net fikir verir hale gelmiş. Tıpkı şimdi çok revaçta olan cinsiyet tartışmaları gibi. Ben bunlardan herhangi birini tercih etmeden o sırada hangi terim uygun gelirse onu kullanıyorum.

'Ne güzel misket oynarıdık Rumlarınan' sempatik ama bu kadar basit değil

Kıbrıslı Türk ve Rumlar elbette aynı adada yaşamaktan kaynaklanan kimi ortaklıklara sahipler. Buna karşılık 450 yıl birlikte mi, yoksa yan yana mı yaşadıkları tartışmaya açık bana göre. Kıbrıslı Türk dostlarımdan, tanıdıklarımdan sıkça duyduğum ve açıkçası sempatik bulduğum “E, biz ne güzel pirili (misket) oynarıdık Rumlarınan, Türkiye/Yunanistan/ABD/Emperyalizm geldi da ayrı düşürdü bizi!” cümlesinin tarihin herhangi bir döneminde, ne Kıbrıs Türk, ne de Kıbrıs Rum Halkının bütününü kapsayan bir önerme olduğunu düşünmüyorum. Bir kere sınıflar var iki toplumda da. Osmanlı döneminde Kıbrıs Türkleri’nin bir bölümü yönetici sınıf, bir bölümü yoksul köylü, Rum tarafında da Kilise ağırlıklı bir yönetici sınıf var, tüccar var, köylüler var. Bunlar kendi aralarında dayanışma içinde oldukları kadar, zıtlaşıyorlar da. Karma köylerin varlığı bir gerçek ama başta Lefkoşa olmak üzere kasabalarda ayrı semtlerin varlığı da aynı ölçüde gerçek. Bir başka sosyolojik olgu da karma evliliklere çok nadir rastlanılması.

AKEL'in kilisenin gölgesinde hatta etkisinde kaldığı dönemler var

Tarihe çok dalmadan bugüne yaklaşalım biraz. Adada bir AKEL olgusu var. Bir dönem gerçekten çok etkili ama bizim cenahta fazla idealize edildiği kanısındayım. AKEL’in Güney Kıbrıs’ta son derece etkin olan Kilise’nin ve buna bağlı olarak Yunan Milliyetçiliği’nin gölgesinde hatta etkisinde kaldığı dönemler var. Bu konuda Türkiye Sosyalist hareketinde de ismi bilinen Nazım Beratlı’nın bazı çalışmalarını okudum. İkna edici bulduğumu itiraf etmem gerekir. Benim yaşadığım en somut örnek ise, 2004’deki Annan Planı referandumu. Kıbrıs Türk ve Rum halklarının çözüme en fazla yaklaştıkları aşamada AKEL net bir tavır almaktan çekindi ve çözüm isteyen Kıbrıs Türklerini de hayal kırıklığına uğrattı.

Genel tabloya bakarsak; 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti beş ortaklı bir hilkat garibesidir. Üçü garantör, beş ortağın hiçbiri Cumhuriyetin yaşamasını istemedi, bu yüzden de devlet yaşayacak şekilde kurulmadı, süratle ve elbirliğiyle öldürüldü. Bu bağlamda “Kıbrıs Cumhuriyeti ne güzeldi ama NATO/ABD/İngiltere/EOKA/TMT tarafından yıkıldı” önermesi de sorunlu. Yıkılışın sorumluluğu tek bir aktöre bağlanamayacak kadar karmaşık. Burada sorulması gereken sorulardan biri şu: Kıbrıs’ta halkların kardeşliğine dayanan bir yapı kurulabilseydi ABD’nin de her türlü Ortadoğu operasyonu için kullandığı Birleşik Krallık Egemen Üs Bölgeleri kalır mıydı?

Bugüne biraz daha yaklaşırsak Avrupa Birliği’nin Güney Kıbrıs’ı üyeliğe kabul etmesinin çözümü kolaylaştırdığını söylemek mümkün değildir. AB, karmaşık siyasi sorunları çözebilecek bir karar alma mekanizmasına sahip olmadığını defalarca kanıtlamıştır.

Şimdi en baştaki soruya dönebilirim: Kıbrıs Sorunu nedir? Uluslararası dengeler ve kamuoyu bakımından vereceğim ilk yanıt bunun sorun sayılamayacak bir sorun olduğudur. Neden? Bir kere, çok istisnai durumlar dışında 46 yıldır kimsenin burnu kanamıyor. Bulunduğumuz bölgede vahametine göre sorunları sıralarsanız Kıbrıs ilk ona bile giremez. Uluslararası sistemin egemen aktörleri bakımından da ortada ciddiye alınacak bir sorun yoktur. ABD ve İngiliz uçakları üsleri kullanmaktadır. Rusya ve Doğu Avrupa’nın oligarkları Akdeniz sularında ve pek elverişli mali koşullarla serinlemektedir. Türkiye’ye ayrıca değineceğim için şimdi açmıyorum ama her türden yerli ve milli mafyamızın da Kuzey’de keyfi yerindedir. 

Peki Kıbrıs kimin için sorundur? Hiç kuşkusuz öncelikle Kıbrıs Türk Halkı için, daha sonra da, çok daha ihmal edilebilir ölçüde Kıbrıslı Rumlar için. Yok olmaktan kurtarılan Kıbrıslı Türkler’in başka bir şekilde yok olma tehlikesi şiddetlenerek devam etmektedir. Kıbrıs Türk Halkı ne kuş, ne deve bir düzende, garip bir vesayet düzeninde yaşamını sürdürmeye çalışmaktadır. Yakın zamana kadar özellikle gelecek kaygısı bağlamında Kıbrıslı Türkler için çok üzülüyordum ama son dönemde Türkiye’de yaşananları dikkate alırsak artık bize göre daha kötü durumda olduklarını düşünmüyorum. 

Tüm bu sürece bakınca Türkiye'nin tutarlı bir Kıbrıs politikası olduğunu düşünüyor musunuz?

Kıbrıs meselesi uluslararası ve bölgesel konjonktüre bağlı olarak evrilen bir dinamiğe sahip olduğu için Türkiye’nin politika belirlemesi salt ülkeyi yönetenlerin ya da yönetemeyenlerin inisiyatifine bağlı değil. AKP öncesinde de sonrasında da tutarlılıktan bahsetmek çok güç. Bununla birlikte “Türkiye Kıbrıs’ta ne istiyor?” sorusuna hiçbir dönemde net yanıt veremediğimiz gibi şimdi de veremiyoruz.

Şöyle ki, 1950’lerin başında “Kıbrıs diye bir sorunumuz yoktur” noktasından kısa bir süre sonra 1955’te “Kıbrıs Türktür” diye böğürerek kendi yurttaşlarının canına ve malına kastedilen bir aşamaya gelebiliyorsunuz. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşu sırasında ve sonrasında İsmet Paşalı Türkiye’nin en azından o sırada Kıbrıs Türkleri’nin iki numaralı yetkilisi konumundaki Rauf Denktaş’a “uslu durması” için ciddi şekilde baskı yaptığını, hatta bir dönem Ada’ya dönmesine bile izin vermediğini biliyoruz. Sonra yarım kalan iki harekat girişimi, bir de Erenköy çatışması var. 

1963 ile 1974 arasında yaşanan, Kıbrıslı Türkler bakımından çok acıklı hikayeler var. Bir taraftan Özel Harp taktikleriyle ortadan kaldırılan insanlar, bir taraftan da karşı tarafın faşistlerinin kendi ilericilerine ve Kıbrıs Türkleri’ne yaptıkları.

Derken, 1974. Yunan Faşist cuntasının bir darbe girişiminin ardından Türkiye’nin iki seferde tamamlanan askeri müdahalesi.

Tek örnek Bodrum onu da devlet değil Zeki Müren kalkındırdı

1974’ten sonra farklı bir bağlamda Kuzey’de yaşananlar da bir o kadar üzüntü verici. Kurtarmaya geldiği halkı bezdirmek için ne gerekirse yapan bir Türkiye. Şimdi burada bir durmak gerek. O sırada Türkiye’de devlet kendi vatandaşına çok müşfikti de Kıbrıslı Türklere mi eziyet ediyordu? Ya da kimilerinin iddia ettiği gibi Kuzey Kıbrıs kendisine bağımlı kalsın diye ekonomik kalkınmayı bilerek mi engelledi? Bu soruya en güzel yanıtı 1990’lı yılların ortasında Kıbrıslı Türk bir dostum vermişti: “Türkiye bölgesel kalkınmayı biliyor da yapmıyor değildir. Türkiye’de bölgesel kalkınmanın tek bir örneği vardır, o da Bodrum’dur. Bodrum’u da Devlet değil Zeki Müren kalkındırmıştır!” 

AKP yönetiminin politikalarına gelelim. 2004 sürecinde Annan Planı’na kabul oyu verilmesi için gerek Türkiye’de gerek Ada’da hiçbir “fedakârlıktan” kaçınmayan AKP’nin daha sonra neler yaptığını hep birlikte gördük ve görmeye devam ediyoruz. Aslında AKP, diğer iktidarlar gibi Kıbrıs’ta da, yapmayı en iyi bildiğini, Türkiye’de yaptığını uygulamaya çalışıyor: İnşaat, farklı görüşlerin bastırılması ve kendi meşrebince Müslümanlaştırma.

Bir de diplomatik boyuta değinelim, zaten soru onunla ilgiliydi ama ben anlatmak istediklerimi anlattım fırsattan yararlanarak. Türkiye Kıbrıs’ta federal çözüm mü istiyor, Konfederasyon’dan mı yana, KKTC’nin bağımsızlığının devamını mı arzuluyor, yoksa son kertede Mağusa surlarına bir kez daha bayrak dikmek suretiyle Ada’nın kuzeyini ilhak mı edecek?

Türkiye’nin ne istediğini tartmak güç ama ne istemediğini kesin olarak söyleyebiliriz: KKTC’nin bağımsız bir devlet olması. Diğer sorularda belki bu konuyu biraz daha açabiliriz.

Volkan Algan / SOL

Yarın: Kıbrıs'ta Cumhurbaşkanlığı seçimleri

YEP: Örtülü varsayımlar, hayalperest öngörüler - Korkut Boratav / SOL

Emek-sermaye ilişkilerinde YEP’te içerilen sınıfsal gaddarlığın, döviz krizinde belirleyici rol oynayan finans-kapitali etkileyeceği şüphelidir. Gerçek muhatap, Türkiye’nin sermaye çevreleridir. 

Ekonomiden sorumlu bakan, değerli gazeteci Hakan Güldağ’a "döviz kuru benim için hiç önemli değil, ben işin o tarafına bakmıyorum” demiş.

Bu demeçten hemen sonra yayımlanan 2021, 2022, 2023 Yeni Ekonomi Programı (YEP) ise, Albayrak için en kritik değişkenin ortalama dolar fiyatı olduğunu ortaya koydu.

YEP’teki sayılar “itiraf ediyor.” Açıklayalım.

Doların fiyatı nasıl seyredecek?

Aşağıdaki tablo, YEP’ten türetilmiştir (YEP, Tablo Ek 1, s.57). Albayrak ve ekibinin ekonominin temel değişkenlerinin 2020-2023 arasında nasıl seyredeceğine ilişkin öngörülerini içeriyor. 2019 verileri (şimdilik) kesindir; ama her an TÜİK ve TCMB’nin revizyonlarından  “nasiplerini alabilir”. 

Tablonun öğelerini kısaca açıklayalım: 

“Ortalama dolar fiyatı” (satır 1), her yıla ait cari fiyatlı (enflasyon dahil) millî gelir toplamı, dolarlı GSYH’ya bölünerek hesaplanır. Dolar fiyatındaki yıllık değişim, satır 2’de yer alıyor. 2019’da bu kurdaki %17,6’lık artış, TÜİK’in 2018’e ait verileri kullanılarak belirlendi.

“Genel enflasyon” oranı (satır 3), millî gelirin tümünü kapsayan enflasyon oranıdır; iktisat dilinde GSYH deflatörü olarak adlandırılır. YEP de bu hesaplamayı millî gelir öngörülerinden türetmiştir. 

Dolar fiyatındaki artış ile genel enflasyon (satır 2 ve 3) arasındaki bağlantı önemlidir. Dolardaki değişim enflasyonu aşıyorsa, dövizin (doların) “reel olarak pahalılaşması” söz konusudur. Yani TL reel olarak değer yitirmiştir. Geçmişte “devalüasyon” denirdi. 

Satır 4, cari işlem dengesinin millî gelire oranıdır; 2019 hariç YEP öngörüleridir. Sonraki dönem, %3,5’lik cari açık oranı ile başlamakta; dış açık 2023’te son bulmaktadır. 

Millî gelirin büyüme patikası son satırda yer alıyor. %5’lik büyüme, Albayrak’ın saplantısı veya özlemidir. Bu orana son iki yılda ulaşılmaktadır. YEP, 2020 için %0,3’lük bir büyüme öngörüyor. Ekonomi bu yılın ilk yarısında %3,1 küçülmüştür. YÖK’ün öngörüsü, GYSH’nın son altı ayda %3,2 büyümesine bağlıdır. 

Kısıntıları ve yüzde 9,9’luk küçülmeyi izleyen üçüncü çeyreği tamamladık; GSYH’ya yansıması yakında açıklanacak. Özellikle Ekim-Aralık 2020’de ise (“baz etkisi” nedeniyle) güçlük vardır; zira ekonomi 2019’un aynı döneminde %6,4 oranında büyümüştü. 

2021-2023’ün büyüme oranları ise, örtülü varsayımlara, hayalperest öngörülere dayanıyor. Onları açığa çıkaralım.

Varsayımlar saklı, öngörüler 'uçuk'… 

Örtülü varsayımlar döviz kuru öngörülerini etkiliyor. Bakan, Temmuz sonrası dolardaki tırmanışı “rekabetçi döviz kuru” diye övünç vesilesi yapmıştı. Kimseyi kandıramadı. Kendisine TV mikrofonu tutulan her vatandaş biliyor ki, doların fiyatındaki hızlı tırmanışlar hayra alamet değildir; bir ekonomik krizin ön-habercisidir.  

Aslında YEP de aynı görüştedir. İyimser bir gelecek senaryosu sunma yükümlülüğü dolar öngörülerine yansıyor. Doların tırmandığı ilk iki kriz yılından sonrasına bakalım. Dolar fiyatındaki artış yüzdesi 2021’den itibaren her yıl yavaşlamaktadır: 11,1  → 2,6  → 1,8… 2022 ve 2023’te ise dolar fiyatı enflasyonun altında seyredecektir (satır 2-3, sütun 3-5). 

Türkiye ekonomisi yakın geçmişte böyle dönemlerden geçti mi? Evet… “AKP’nin Lale Devri” olan ilk beş yılı (2003-2007) içinde… Yüzde 7,3’lük bir büyüme temposu tutturulmuş; ucuz dövizin nimetleri derlenmiştir. Yeni bir kriz döneminin üçüncü yılında yayımlanan YEP ise, Cumhuriyet’in 100’ncü yıldönümüne %5’lik büyüme ile kavuşmayı yeterli buluyor. 

Peki, doların reel olarak ucuzlaması nasıl mümkün olacak? Yanıt, Türkiye ekonomisinin döviz dengesiyle bağlantılıdır. YEP’te bu dengenin düzelmesini sağlayan saklı varsayım, dış kaynak hareketleri ile ilgilidir: 2020’de net çıkış göstermeye başlayan yabancı sermaye hareketleri tersine dönmeli; canlanmalıdır… Bir de hayalperest öngörü var (satır 4): Ekonominin büyüme temposu son üç yılda yüzde 5 eşiğini tutturmaktadır, ama cari işlem/GSYH oranı her yıl daralarak… 

Bu öngörü Türkiye ekonomisinin geçmiş bulgularıyla çelişir: Sermaye hareketlerinin serbestleştiği 1989’dan bu yana ekonomik büyüme, daima cari işlem açığına yol açmıştır. AKP iktidarının yüzde 5’lik büyüme eşiğini geçtiği yedi yılın ortalama cari açık / GSYH oranı da yüzde 5,4’tür. 

Bu durumda iki soru akla geliyor: YEP 2023’te yüzde 5’lik büyüme oranına nasıl olup da cari işlem fazlası ile ulaşıyor (sütun 5)? Dövizin ucuzlamasını sağlayacak yabancı sermaye girişleri nasıl sağlanacak? Yanıtları, belki YEP metnindeki politika öğelerinde buluruz.. 

YEP’in belirsiz politikaları

Yabancı sermaye girişleri nasıl yukarı çekilecek? Finans çevreleri reçeteyi vermişti: 2015’e kadar izlenen enflasyon hedeflemesi ilkelerine dönüş… YEP, bu çağrıya uyulmaya başlandığını “normalleşme adımları ve Ağustos’ta başlatılan kademeli çıkış stratejisi” diye adlandırarak kabul ediyor. Öncesinde uygulanan politikaların “sermaye çıkışına, döviz kurlarında baskıya, enflasyonda artışa, makro dengelerde bozulmaya” yol açtığı itiraf ediliyor; ama o kadar (s.7)…

Bir Saray belgesinden açık bir özeleştiri beklenemezdi. “Kademeli çıkış stratejisi” ifadesi, Ağustos’ta başlatılan parasal daralmanın daha da sertleşeceğine ilişkin bir niyet ifadesi olabilir; ama yeterli değildir. Döviz krizinde etkili olan finans çevreleri uygulamaları izleyecektir.

YEP, bu yetersizliği, Dünya Bankası ve IMF’nin büyük önem verdiği yapısal reform politikalarına bolca referans vererek telafiye çalışıyor:

Emekçilerin olası direnmesine karşı, “önümüzdeki üç yıllık seçimsiz dönem yapısal reformlarla planlanan köklü dönüşüm için bir fırsat penceresi sunmaktadır.” (s.11). Öncelik, elbette işgücü piyasalarındadır: “İşgücü piyasasında esnekleştirme adımları atılacaktır.” Bunlara örnekler veriliyor: “Gençlerin bu piyasalara girişini kolaylaştıran kısmi kısa süreli çalışmanın teşviki; on günden az çalışanlara, gençlere ve 50 yaşın üstündekilere daha esnek istihdam koşulları; mevzuatta bulunan, ancak uygulamayan esnek çalışma biçimlerini yaygınlaştırma…”  (s.19)

Tüm bu yapısal düzenlemeleri kucaklayacak bir İstihdam Kalkanı Paketi gündemdedir. Ücretli-maaşlı emekçilerin enflasyona karşı kısmen koruyan bir güvence de tehdit altındadır: “Kamunun yönlendirdiği ücretlerde geçmiş enflasyon yerine YEP enflasyon hedefleri” kullanılacaktır (s.13).

Emek-sermaye ilişkilerinde YEP’te içerilen sınıfsal gaddarlığın, döviz krizinde belirleyici rol oynayan finans-kapitali etkileyeceği şüphelidir. Gerçek muhatap, Türkiye’nin sermaye çevreleridir.

Cari işlem açığını aşağı çeken, 2023’te yok eden bir büyüme süreci hangi politika araçları ile sağlanacaktır? Bu soruya YEP ciddiye alınabilecek herhangi bir yanıt içermiyor. AB ile Gümrük Birliği kuralları nasıl aşılacaksa, “üretimde ithalata bağımlılığı azaltıcı tedbirler” alınacakmış (s.16). “Petrol ve doğalgaz aramaları hızlandırılacak; bor ve lityum işlenip uluslararası piyasalara sunulacak…” (s.19).

***

Moody’s ekonomik veriler üzerinde ciddi bir değerlendirme sonrasında, bir ödemeler dengesi krizi olasılığını vurguladı. Daha da ayrıntılı verileri değerlendiren önemli bir yazısında Dr. Murat Kubilay, aynı sonucu farklı bir biçimde ifade etti (Para Analiz, 28 Eylül): “Sonuç YOKLUK’tur. İhtiyacımız olan ilaçları, doğalgazı, sanayi için petrolü alamayabiliriz; tarımsal üretimde sorun yaşanırsa, karnımızı doyurmakta bile zorlanabiliriz.”

YEP ise, bu gidişatın ana sorumluluğunu taşıyanların belgesidir. Ben de o gözle okudum; değerlendirdim.

Korkut Boratav / SOL