4 Kasım 2020 Çarşamba

Afet yönetimi - Kadir Sev / SOL

 Depremi gösterip TOKİ’ye razı etmeye çalışanlara; afetleri yeni çıkar kapıları olarak görenlere karşı uyanık olamazsak ne kendimizi, ailemizi, dostlarımızı ne de kentlerimizi koruyabiliriz.

Cumhurbaşkanlığı 2021 yılı Programında Afet Yönetimine de bir başlık açılmış. Mevcut durum şu sözlerle eleştiriliyor; 

“…yanlış arazi kullanım kararları ve düzensiz yapılaşmaya bağlı olarak afetlerin olumsuz etkilerinin artması sonucunda, ekonomik ve sosyal maliyetler giderek yükselmektedir.”

Hemen araya girip şu saptamada bulunalım: yanlış kararlar, yaşamın olağan akışının doğal bir sonucu olarak kendiliğinden alınıvermedi. Sorumluları hiç kuşkusuz, rant avcıları ile onların çıkarlarını kollayan siyasi iradedir.

Depremi gösterip TOKİ’ye razı etmeye çalışanlara; afetleri, önlerine açılan yeni çıkar kapıları olarak görenlere karşı uyanık olamazsak ne kendimizi, ailemizi, dostlarımızı ne de kentlerimizi koruyabiliriz.

Alıntı yaptığım birinci paragrafın son cümlesi şöyle; “Can ve mal kaybının en az seviyede tutulabilmesi için risk azaltma faaliyetlerine öncelik veren bütüncül bir afet yönetiminin uygulanması esas alınmaktadır.” İzleyen paragraflarda bütüncül bir afet yönetiminin araçları sıralanıyor ve neler yapıldığı açıklanıyor.

Öncelik, kentsel dönüşüme verilmiş; işlerin 6306 sayılı Yasa ile 2019 yılında yürürlüğe konulan bina deprem yönetmeliği ve deprem tehlike haritasına uygun olarak sürdürüldüğü belirtiliyor. Keşke öyle yapsalar. Bilime, şehircilik ilkelerine, tarihe, sanata ve kamu yararına olacak bir anlayışla yürütülecek kentsel dönüşüme kimsenin itirazı olamaz. Ama öyle olmuyor. Sermayenin kâr açlığı, cehalet ve beceriksizlikle birleştiğinde bütün güzellikler yerle bir ediliyor.

İkinci sırada deprem sigortası (DASK) geliyor. Ekim 2020’de Sigortalılık oranı %55,4, sigortalı sayısı 9,8 milyona ulaşmış. 2021 yılı hedefi olarak 10,3 konulmuş. DASK’ın yayımlanan son Faaliyet Raporu 2018 tarihini taşıyor. Rapordan 17,6 milyon konutun 8,8 milyonunun sigortalı olduğunu; 9 milyar 441 milyon lira toplandığını öğreniyoruz. Demek ki en az 10 milyar liralık daha “prim pazarı” var. Onun peşindeler.

Üçüncü sırada 4708 sayılı Yapı Denetimi Yasasının uygulanması konu edilmiş; “2019 yılında yapılan değişiklik doğrultusunda yapı denetimi bağımsız ve etkin bir şekilde sürdürülmektedir” deniliyor. Bu anlatımdan Yasanın bir tek 2019’da değiştirildiği algısı uyanıyor. Oysa 12 maddeden oluşan Yasanın 2008-2020 arasında çıkarılan 11 yasayla 29 kuralı değiştirildi. Bunların niteliğiyle ilgili bir söz edilmemiş nedense.

Yapı Denetimi Yasası, yeni yapıların imar planlarına; fen, sanat, sağlık kurallarına ve standartlara uygun olmasını sağlamak amacıyla 2001 yılında yürürlüğe konuldu. Bakanlıkça özel izin verilen şirketler denetliyor. Cumhurbaşkanlığı 2021 Programında belki de bu yüzden “bağımsız ve etkin” unvanıyla taçlandırılmıştır.

Aslına bakarsanız denetim yapılıp yapılmamasının hiç önemi yok. Bugüne değin milyonlarca yapı imar aflarından yararlandırıldı, bunların kaçı kuralınca yapılmış, kaçı denetimden geçmişti, biliyor muyuz?

İstanbul’da deprem toplanma alanı sorununun çözümlendiği belirtiliyor; “İstanbul ilinde afet ve acil durumlarda kullanılması planlanan geçici barınma alanlarının tespiti yapılarak güncelleme çalışmaları tamamlanmıştır.” Yer bulabilmişlerse bu başarılarından ötürü onları kutlamalıyız.

Bu arada Ulusal Afet Stratejisi ve Eylem Planının hazırlanmasına yönelik çalışmaların sürdürüldüğünü öğreniyoruz. Planın amacı şu sözlerle açıklanıyor; “Afetler konusunda ülke genelinde risk azaltma, hazırlık, müdahale ve afet sonrası iyileştirme çalışmalarının bütünlük içinde yürütülebilmesi için kurum ve kuruluşların sorumluluklarını (belirlemek)…” 

Verilen sözlerin hepsini sıralayıp yazıyı boşa uzatmayalım. Neler yok ki; “bütünleşik afet tehlike ve risk haritalarının ülke genelinde çalışmaları devam etmektedir…zemin karakteristiği, yapı stoku kalitesi ve imar planı kararları dikkate alınarak geliştirilecek farklı afet senaryoları hazırlanacaktır…afetlere karşı toplumsal farkındalık düzeyinin artırılmasına yönelik çalışmalar ülke geneline yaygınlaştırılacaktır…”

Deprem ülkesi olduğumuz söylenir, yıllardır depremle yatıp depremle kalkıyoruz. Bunlara yeni mi sıra geldi?

Ülke strateji belgesi ve eylem planı çöplüğüne döndü. Güzel sözleri ardı ardına sıralayıp strateji belgesi diye yayımlıyorlar. AFAD, ilki 2013-2017; ikincisi 2019-2023 arasını kapsayan iki strateji planı yayımladı. Onlarda da benzer sözler veriliyordu. 2019-2023 Strateji Planındaki sloganları pek fiyakalıydı; “Afete hazır Türkiye…Afetlere dirençli toplum…”

Hiç de öyle olmadığımız daha anlaşılmadı mı?

Kadir Sev / SOL

Bu şirketlerin "hakkı" ödenmez - Murat AĞIREL / Yeniçağ

Yap-işlet-devret modeli ile gerçekleştirilen geçiş garantili otoyolların, AKP'den sonra bu ülke için ekonomik olarak büyük bir sorun haline geleceğini düşünüyorum.

Evet, şimdi de öyle ancak maddi boyutu henüz anlaşılamadı.

Bunlardan biri de İstanbul Boğazı Karayolu Tüp Geçişi yani Avrasya Tüneli ProjesiSayıştay raporlarına göre bu proje kapsamında gelecek dönemlere ait muhtemel vazgeçilen gelire ilişkin muhasebe kayıtlarının gerçeğe uygun olmadığı görülmüş.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Ahmet Akın'ın iddiasına göre tünel, devlete ekstradan 1.25 milyar TL maliyet getirecek.

Ben raporu açtım baktım.

Gördüklerim arasında İstanbul Boğazı Karayolu Tüp Geçişi (Avrasya Tüneli) projesine ilişkin Uygulama Sözleşmesinin "Garanti Edilen Araç Sayısı" başlıklı 23'üncü maddesi dikkatimi çekti. İdarece görevli şirkete işletme döneminin ilk yılında çift yönde yıllık 25 milyon araç geçiş garantisi verildiği ve bu sayının takip eden yıllarda yüzde 0,5 artış katsayısı ile hesaplanacağı düzenlenmiş.

25 milyon!

Bakanlık ise 2026 yılından itibaren garanti edilen araç sayısına ulaşılacağını öngörmüş. 2019-2025 dönemi için toplam 963 milyon TL garanti ödemesinin yapılacağı belirlenmiş. Buna rağmen, söz konusu tahminlerin muhasebe kayıtlarına alınmadığı da belirlenmiş. Belli ki daha da fazla olacak.

Bakanlığın mali tablolarında "Verilen Garantiler Hesabında" kayıtlı olan tutarların 31 milyon TL olarak görünmesi de bu konuyu doğruluyor. 31 milyon nerede 963 milyon nerede…

Bir de kaçak geçişler var tabi…

Tablo şöyle:

Yukarıdaki tabloda yer alan veriler incelendiğinde, kaçak geçiş yapan araçların önemli bir kısmının geçişi takip eden 15 günlük kanuni süre içerisinde geçiş ücretini ödeyerek ceza uygulamasına muhatap olmadığı; bununla birlikte, 1.2 milyon adet kaçak geçişe ilişkin ücret ve para cezasının ise henüz ödenmediği anlaşılıyor.

Para cezası uygulanan 1.8 milyon adet kaçak geçiş içerisinde cezası ödenmeyen kaçak geçişlerin payına bakıldığında, cezaların yüzde 65'inin henüz tahsil edilemediği görülüyor.

Kaçak geçişlerden kaynaklanan talep garantisi ödemelerine ilişkin tabloda yer alan veriler incelendiğinde ise Avrasya Tüneli'nin işletmeye alındığı 2016 yılından itibaren ücreti tahsil edilemeyen kaçak geçişler nedeniyle görevli şirkete 24.1 milyon TL garanti ödemesi yapıldığı görülüyor. Bunun için üstüne bir de ekstra para ödemişiz.

Onunda tablosu şöyle:


Bir de tabi gecikmeden doğan faiz ve kur ödemeleri var…

Aşağıdaki tabloda yer alan veriler incelendiğinde de Nisan ayına ilişkin ödeme haricinde gecikmeli ödeme yapılan diğer aylarda bu durumun Bakanlık için ek mali külfet oluşturduğu, 2019 yılında gecikmeli ödemelerden dolayı toplamda 941 bin TL görevli şirkete ilave ödeme yapıldığı görülmüş.

Ayrıntılı rakamlar:

Mesele şu…

Hani siz çalışıyorsunuz, günde 8-10 saat hatta daha fazla mesai yapıp ardında faturanızda, aracınızda, market alışverişinizde vergi veriyorsunuz ya!

Hah işte o paranız hiç geçmediğiniz bir tüneli işleten şirkete siz geçmediniz diye veriliyor.

İş artık Dede Korkut'un Deli Dumrul hikâyesine döndü; geçenden otuz akçe, geçmeyenden kırk akçe…


Murat Ağırel / Yeniçağ

3 Kasım 2020 Salı

Kimin Cumhuriyeti? - Oğuz Oyan / SOL

 Sermaye kesiminden liberallerin pek sevdiği bir 'demokratik Cumhuriyet' sevdalısı sınıf yaratmak, artık naiflikle tanımlanamayacak bilinçli bir çarpıtmadır.

Dayanışma Meclisi'nin Cumhuriyet için hazırlanan 10 ayrı konudaki rapor/deklarasyonu ile hepsini kesen nihai Cumhuriyet deklarasyonunun ortak başlığı "Sermayenin Cumhuriyetinden Emeğin Cumhuriyetine" idi. 

"Sermayenin Cumhuriyeti" nitelemesi, Sol Gazete okurlarının çok büyük bölümü açısından son derece açık bir anlama sahip olabilir. Ancak daha geniş kamuoyuna, özellikle de genel anlamda Cumhuriyetçi kesimlere seslenmek isteyince bazı açıklamalar gerekli olabilir.

Kendimizi daha iyi anlatma zorunluluğunun önemli bir nedeni, bu konudaki kafa karışıklığıdır. Kafa karışıklıkları özünde neden kaynaklanır? Başta büyük burjuvazi olmak üzere sermayenin belirli kesimlerinin laik ve cumhuriyetçi bir kimliği temsil ediyor gibi görünmesinden kaynaklanır. Aslında özel yaşamlarında (iş ve aile, grup-içi ve dış dünya temasları) laik bir kimliği içselleştirmiş durumdadırlar da. Kendi yaşam biçimlerine dokunulmasını da istemezler. Ancak iş, dinci/anti-laik bir iktidara karşı laiklik mücadelesi vermeye gelince, ortada hiçbirini bulamazsınız; dolaylı olarak bile. 

Bunun esaslı bir nedeni de şudur: Özellikle emekçi kesimde laikliğin kök salması, sömürü ilişkilerinin bu biçimiyle sürdürülmesini zora sokar. Büyük bir emekçi kesimin asgari ücret koşullarına zorlanması, kayıtdışı istihdamda asgari ücretin bile hayal olması, kadın ve çocuk emeğinin daha acımasızca sömürülmesi, toplu sözleşme düzeninin sıklıkla askıya alınması, grevlerin sistematik olarak yasaklanması olanakları, emekçi sınıfların laiklik mücadelesine inandıkları bir toplum örneğinde çok daha sınırlı olacaktır. Emekçilerin inanç sistemleri, özellikle İslam dini ve tarikatlar üzerinden kanaatkârlığa (azla veya elindekiyle yetinmeye) ve tevekküle (Allah'ın çizdiği kadere boyun eğmeye) yatkın kılınmaları, iş-güç sahibi oldukları için Tanrıya ve patrona şükran ve minnet duymalarının sağlanması, sömürü ilişkilerinin sürgit devamı açısından elzem görülür. Türkiye'de 1970'lerde olduğu gibi işçi sınıfı hak arama mücadelesini başa yazdıysa, bunun mutlaka durdurulması gerekir. 12 Eylül 1980 darbesi tam da bunu yapacaktır.

Emekçi sınıfların işyerleri ve işverenleri ile bağımlılık ilişkileri içine girmelerinin -dinsel yakınlıklar da hep fonda durmak üzere- üç manivelası daha vardır: Hemşehrilik bağlarının, etnik yakınlıkların ve ortak milliyetçilik duygularının istismarı. Bunlar, bazen mesai arkadaşından daha fazla patronla özdeşleşme üzerinden çalışır. "Ulusal bir dava" peşinde olduğunu düşünen bölgesel hareketlerin işçi kesimlerinin, aynı etnik kökenden patronlarına karşı hak arama mücadelesine girmeleri ihanet bile sayılabilir. Bu davanın siyasi partileri de çalışanlar üzerinde benzer görünür/görünmez baskılar kurarlar. (Eğer ülke çapında kolları olan bir devlet işletmesi söz konusuysa, o zaman işçi sınıfının bölgeler arası dayanışmasının önü daha açık olacaktır!).

Öte yandan sermaye sınıfının önemli bir bölümünün cumhuriyetçi olmasında da yadırganacak bir şey yoktur. Çünkü, birincisi, cumhuriyet onların cumhuriyetidir. Laik olmuş İslamcı olmuş farketmez; yeter ki kapitalist girişimin, mülkiyet ve sömürü ilişkilerinin hiçbir engelle karşılaşmadan sürmesi sağlansın. Sermayenin çıkarlarına halel gelmedikçe Cumhuriyetin niteliği her zaman ikinci planda kalacaktır. İkincisi ve belki daha önemlisi, sermaye sınıfı mevcut kapitalist toplumsal formasyonun egemen sınıfıdır ve bu sadece üretim ilişkileri düzleminde geçerli değildir; bu aynı zamanda egemen sınıf ile kapitalist devletin tüm ilişki biçimlerini de kapsar. Bazı tarihsel kesitlerde egemen sınıfın aleyhine teşebbüsler (örneğin kamulaştırmalara gidilmesi veya sendikalaşmanın devlet eliyle kolaylaştırılması gibi) olmadıkça, egemen sınıf-iktidar-devlet ilişkileri hep birinci gücün talepleri doğrultusunda şekilleniyordur. Sermayeyi doğrudan ilgilendiren yasal düzenlemeler bile genellikle sermayenin ön onayı alınmadan parlamentoya sunulmaz. Gözden kaçan noktalar da zaten genellikle Meclis aşamasında önergelerle düzeltilir!

***

AKP rejimi, uzun süredir yıpranmış bulunan ve son olarak 2001 kriziyle büyük yara alan geleneksel merkez sağ-sol partilerin 2002 seçimlerinde nihai çöküşleri üzerine iktidara gelmişti. Ama aslında asıl çöken, 1980 sonrasında dış ve iç sermaye çevrelerinin ortak dayatmalarıyla benimsenen dışa bağımlı neoliberal birikim rejiminin ta kendisiydi. Fakat bu çöküşün dış ve iç egemen güçlerce hazmedilmesi mümkün değildi. 2001 yılında AKP'nin kurulması ve iktidara hazırlanması aslında bir at değiştirmeden fazlası olacaktır. Sistemin yönetici siyasi sınıfının yedeklenmesi sağlanırken, 12 Eylül rejiminin başlattığı dincileştirme programının artık daha yüksek dozlarla sürdürülmesi üzerinde de mutabık kalınacaktır. Sermayenin sınırsız tahakkümünün ve dışa bağımlılık ilişkilerinin sürdürülmesi bakımından artık başka seçenek kalmamıştır.

Şimdi AKP rejiminin uzun iktidarının iç ve dış politikada bazı aşırılıklara savrulması, eğitimin dincileştirilmesinin sermayenin nitelikli işgücü talebini aksatmaya başlaması, hukuk ve mülkiyet güvenliği üzerinde sermayenin bazı kaygılarının oluşmaya başlaması, girişim ve işletme özgürlüğünü tehdit edebilecek Sanayi İcra Komitesi (Bkz. geçen haftaki yazımız) türü belirsizlik etkenlerinin ortaya çıkması, tek adam rejiminin sermaye-iktidar arası ilişkilerdeki çoklu kanalları teke indirmesi sermaye açısından yeni sorun alanları olarak görülmektedir artık. Sermayeye sunulan tüm olanaklara rağmen iktidarın değişmesi talepleri -belki beşli çete gibiler hariç- sermaye katında da epeydir alıcı bulmaktadır.

Şimdi bu yeni duruma bakan bazı liberal aydın çevreleri, bazı medya kuruluşları, sermayenin de daha "demokratik bir Cumhuriyet" peşinde olduğuna dair bir kafa karışıklığını bilmeden veya bilerek beslemektedirler. Cumhuriyetçi kesimlerin okuduğu yazılı basından Sözcü ve Cumhuriyet gibi gazeteler veya (kısa süre öncesine kadar) Fox TV gibi görsel medya da bu kafa karışıklığını canlı tutan mecralar olarak işlev görebiliyorlar. AKP rejiminin başından beri sanki sermayeden bağımsız hareket ettiği algısı dahi bazen bu metinlerden süzülebilmektedir. Oysa sermaye kesiminin, AKP dönemindeki bazı aşırılıkların törpülenmesi, mümkünse Erdoğansız bir AKP rejiminin (örneğin olabilseydi bir Babacan formülünün) geçerli kılınmasından öte ufku yoktur. Millet ittifakının örtük olarak desteklenmesi de bu çerçeveye oturmaktadır.

Sermayenin kendisi de boş durmamakta, kâh çevre dostu, kâh Batı/AB dostu etkinliklere destek vererek orta sınıflar üzerinde kendisi hakkında olumlu imgeler oluşturmaya çaba sarfetmektedir. Bu arada en azından büyük sermaye çevrelerinin özel yaşam biçimleri açısından bakıldığında, sokağı, otoyolları veya denizi çöplüğe çevirmekten muhtemelen özenle kaçındıkları (iki gün önce Didim -Ankara yolculuğu yaparken, yol kenarlarındaki hendeklerin arabalardan atılan şişeler ve diğer çöplerle tıka basa dolu olduğunu acıyla gözlemledim), bu bakımdan bazı aydın kesimleri üzerinde "özdeşlik" duygusu yaratmayı becerdikleri de söylenebilir. Buna karşılık, sanayinin ve enerji santrallerinin en büyük kirlilik etkeni olması, Dilovası gibi yerleşimlerin ve orada yaşayanların tamamen sermayenin çıkarları doğrultusunda gözden çıkarılması (bunu teşhir eden bir rapor hazırlayan bir bilim insanının başına çorap örülmesi), sermayenin gerçek yüzünü yansıtmaktadır. Ama bunun dahi görünmez kılınması için sermaye-medya-iktidar seferberliği her daim yürürlüktedir.

Sonuç olarak, 1971, 1980 askeri darbelerinin şakşakçısı, 1970'lerin sonunda birazcık kamucu olmaya çalışan bir iktidar yerine sağ bir iktidar eliyle 24 Ocak Kararlarının geçirilmesinin kışkırtıcısı, 2002'de siyasal İslamcı rejime geçişin kolaylaştırıcısı, Batılı dış güçlerin güdümünün yılmaz savunucusu bir sermaye kesiminden liberallerin pek sevdiği bir "demokratik Cumhuriyet" sevdalısı sınıf yaratmak, artık naiflikle tanımlanamayacak bilinçli bir çarpıtmadır.

Dolayısıyla, "sermayenin Cumhuriyetinden emeğin Cumhuriyetine" başlığı, özlü bir şiardır.  Bunun içeriğini doldurmak da artık Yeni bir Cumhuriyet'e ve onun devrimci niteliğine inananlara düşecektir.

Oğuz Oyan / SOL

2 Kasım 2020 Pazartesi

İstanbul nasıl yıkılacak? - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet


Yağmur yağıyor, aman dikkatli yürü! Salyangozlar bir anda dışarı çıkıyor. Evini sırtında taşıyan zavallıyı ezersin. 

Sen basmamak için çabalıyorsun da kara böcekler çoktan yemeye başlamış bile. İşte buna “düzen” diyoruz. Kendini tekrar eden bir döngü. Öğreniyoruz. Hem nedeni hem sonucu değişmiyor.

Çoğu zaman tesadüfen gerçekleştiğini düşündüğümüz olayların aslında bir düzeni var. Bütün belirleyenleri ve etkilerini bilsek belki de geleceği okuyacağız. Elbette yapamıyoruz. Yine de ihtimalleri öngörebiliyoruz.

İzmir’de canlarımız hâlâ beton altında. Göz göre göre çürük binalarda oturmaya zorlandılar. Göz göre göre beklediler. Göz göre göre öldüler. 

Ölenlerin binler olmamasına “çok şükür” derken sanki bizim değil de bir başkasının hayatıymış gibi İstanbul’da olacakları bekliyoruz.

14 bin mezar bina

Peki, İstanbul’da ne olacak?

Belki bu soruya “kim bilir” demeden geçen yıl hazırlanan bir raporla yanıt verebiliriz. 

Hikâyesini şöyle anlatalım...

İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile Boğaziçi Üniversitesi bir deprem tahmin protokolü imzaladı. Amaç, bir deprem senaryosunda hasar olasılığını hesaplamaktı. İstanbul’daki binaların envanteri çıkarıldı. Nüfusun güncel verilerine bakıldı. 7.5 büyüklüğündeki deprem beklentisine dayanarak 15 farklı senaryo yazıldı. 

305 sayfalık raporu şöyle özetleyebiliriz:

7.5 büyüklüğündeki bir depremde İstanbul’daki binaların ortalama yüzde 57.5’inin hasar görmeyeceği tahmin ediliyor. Binaların ortalama yüzde 25.9’u ise hafif hasarla kurtulacak. Buna karşın yüzde 12.6’sının orta, yüzde 2.9’unun ağır ve yüzde 1.2’sinin çok ağır hasar görmesi bekleniyor.

Bu şu demek...

İstanbul’da analiz edilen toplam bina sayısı 1 milyon 166 bin 330. Bu binaların yüzde 16.7’si orta ve üstü zarar görecek şekilde deprem riski taşıyor. Yaklaşık 195 bin bina ediyor. Üstelik yaklaşık 48 bini depremde ağır ya da çok ağır zarar görecek. 14 bin civarında ağır hasar görecek bina ise içindekiler için tam anlamıyla mezar olma riski taşıyor.

Gözünüzün önüne facianın boyutunu getirebiliyor musunuz?

Hesaplamalara göre 25 milyon ton ağırlığında enkaz ortaya çıkacak. Bir kamyonun kapasitesini iyimser tahminle 25 ton kabul edersek, enkazın kaldırılması için 1 milyon hafriyat seferi gerekecek. Kısacası şehir, depremden sonra aylarca belki yıllarca sadece enkazını kaldırmakla uğraşacak.

Binlerce insan ölecek

Deprem gece mi, gündüz mü olacak?

Elbette bilmiyoruz.

7 buçuk şiddeti olasılığı için rapor şunu söylüyor:

İstanbul’da ortalama 14 bin 150 civarında can kaybı meydana gelebileceği tahmin edilmiştir. Depremin gündüz saatlerinde (hesaplama saat 14.00’e göre) olması durumunda beklenen can kaybı ortalama 12 bin 400 civarındadır. Gece depreminde yaklaşık 8 bin 100, gündüz depreminde ise 7 bin 450 kişinin ağır yaralanması beklenmektedir. Buna ek olarak hastane şartlarında tedavi görmesi gereken yaralı sayısı tahminleri gece depremi için 39 bin 650, gündüz depremi için 37 bin 500’dür.

Tabii ki depremin şiddetinin artması bu sayıları da değiştirebilir. Rapor, bir buçuk katına kadar çıkma ihtimalini de öngörüyor.

Ya depremden, yıkımdan, ölümden sonra kalanlar? Herkes evine girip yaşamaya devam etmeyecek.

640 bin hanelik acil barınma ihtiyacı ortaya çıkacak. 2 milyon civarında insan depremin ardından İstanbul’da sokakta günlerini geçirecek. 

Ekonomi çökecek

Giden sadece can olmayacak...

Geçen yılki rakamlara göre böyle bir depremin yaratacağı mali kayıp 120 milyar lira. Bir yılda ekonomideki değişime bakarak bunun şimdi 200 milyar lira olacağını öngörebiliriz. Üretimin durmasından işgücü kaybına, altyapı yıkımlarından talep azalmasına kadar ülke ekonomisine etkisi Türk ekonomisinin çöküşüne sebep olacak.

Boğaziçi Üniversitesi’nin hazırladığı rapor öyle ayrıntılı ki...

Şu satırlar bize İstanbul’da depremden sonra yardıma gitmenin bile kolay olmayacağını söylüyor:

Özellikle tek ve çift şeritli yolların bulunduğu tarihi yarımadada, Fatih ilçesine komşu ilçelerde, Beyoğlu, Şişli, Alibeyköy, Zeytinburnu, Bayrampaşa, Esenler gibi ilçelerde, tek ve çift şeritli yolların, hücre başına 30’a kadar varan noktada bina hasarına bağlı olarak kapanabileceği öngörülmektedir.” 

Kaç doğalgaz hattında gaz sızıntısı ya da boru kırılması, kaç noktada şebeke ya da atık su sızıntısı yaşanacağını, elektrik hatlarının ya da trafoların ne kadarının zarar görebileceği dahi hesaplanmış. Örneğin doğalgaz noktasında 355, içme suyu şebekesinde 463, atık su şebekesinde ise 1045 noktada onarım ihtiyacının oluşacağı tahmin ediliyor. 

Yani İstanbul depremden sonra su, elektrik, doğalgaz sorunları yaşayacak. Ölmeden kalanlar için hayat kolay olmayacak.

Üstelik tüm bu hesaplamalar sadece İstanbul sınırları için. Muhtemeldir ki herkesin konuştuğu İstanbul depreminde Tekirdağ, Kocaeli ve Yalova da zarar görecek. Tüm bunlara onlar da katılacak.

İnşaat lobisine teslim

Biliyorum, İzmir halkının yaşadığı trajediyi birkaç gün konuşacak, sonra hep olduğu gibi unutup yolumuza devam edeceğiz. 

Oysa yapılacak şey belli. İstanbul’da 48 bini acil 195 bin binayı yıkıp yeniden yapmak. Şehri her şeyiyle o birkaç saniyeye hazırlamak. Buna da hepimizin ezberlediği gibi “kentsel dönüşüm” diyoruz.

Peki, neden yapamıyoruz?

Yağmurlar başladı. Salyangozlara basmamaya dikkat ederek sallanarak yıkılması beklenen bir semtte yürüyün. Kafanızı kaldırdığınızda yenilenmiş binaların önünde hep aynı inşaat şirketlerinin tabelalarını göreceksiniz. 

Sebebi açık. Partileri değiştiriyoruz, idarecileri değiştiriyoruz ama düzeni değiştiremiyoruz. Bu nedenle insanın başını soktuğu yuvayı mezar olmaktan çıkaracak kentsel dönüşümü birkaç müteahhidin insafına terk ediyoruz. Kutsal ve dokunulmaz saydığımız piyasaya müdahale etmediğimiz için şirketlerin kent rantını çaresiz vatandaş karşısında istediği gibi istediği kadar yönetmesine müsaade ediyoruz. Paralı yollarda ya da dev hastanelerdeki gibi inşaat lobisinin gücüne teslim oluyoruz. Planlamıyor, Türkiye’yi sosyal, ekonomik hatta askeri olarak çökertecek günü alışarak bekliyoruz.

Unutmayın, yağmur dindiğinde değil, yuvası sırtında salyangozları kara böceklerden kurtardığımız gün düzen değişecek.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

1 Kasım 2020 Pazar

Ankara'ya yakın, dünyaya uzak Kuzey Kıbrıs’ı neler bekliyor? - Doç. Dr. Yonca ÖZDEMİR(*) / BİRGÜN

 

Tatar’ın cumhurbaşkanlığı döneminin Rumlarla ilişkilerin daha gergin, sürekli provakatif ataklara sahne olan, uluslararası kuralları zorlayan, iki devletli bir çözümden uzaklaşılan ve dolayısıyla Ankara’ya daha yakın ama dünyaya daha uzak bir dönem olacağını söylemek mümkün.

Kuzey Kıbrıs’ta 11 Ekim’de birinci tur, 18 Ekim’de ikinci tur Cumhurbaşkanlığı seçimleri gerçekleştirildi. Adada şimdiye dek hiçbir seçimin bu kadar gerginlik ve bu kadar kutuplaşma yaratmadığını söylemek mümkün. Adeta başa baş geçen seçimleri sağın büyük partisi UBP (Ulusal Birlik Partisi)’nin adayı Ersin Tatar kazandı. Aslında şöyle de diyebiliriz: Mevcut Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, Ankara tarafından yürütülen sistemli bir çalışmayla bu seçimlerle alaşağı edildi. Zikzaklı ve tutarsız demeçleri, siyasi etikten yoksun davranışları, bilgisizliği ve kof popülist, milliyetçi söylemleri ile tanınan, esprili mizacı hariç cumhurbaşkanlığı makamını dolduracak herhangi bir meziyetine tanık olunmamış, hatta kendi partisindekiler tarafından bile başarısız bir başbakan olarak görülen Tatar nasıl oldu da bu seçimleri kazandı? Ve bundan sonra Kuzek Kıbrıs’ı neler bekliyor?

MİLLİYETÇİ TATAR’IN KARANLIK SİCİLİ

Ersin Tatar 1986-1990 yıllarında Asil Nadir’in Polly Peck şirketinin finans müdürü olarak çalışırken Nadir’in İngiltere’deki yasadışı işlerine de bulaştığı için İngiltere’deki Ciddi Dolandırıcılık Suçları Bürosu tarafından hakkında tutuklanma kararı çıkartılmış ama hasbelkader geçen sene KKTC’nin başbakanı olmayı başarmış “milliyetçi popülist” diye tanımlayabileceğimiz türden bir siyasetçi.

Mustafa Akıncı ise Kıbrıs sorununun iki toplumlu, iki bölgeli bir federasyon, yani AB içinde birleşik bir Kıbrıs olarak barışçıl çözümüne gerçekten inanan ve hayatını bu amaca adamış, daha önce başarılı bir Lefkoşa Belediye Başkanlığı yapmış oldukça tecrübeli ve nitelikli bir Kıbrıslı sol siyasetçi. 2015’te seçildiğinden bu yana KKTC’nin egemenliğine, Kuzey Kıbrıs halkının kendi iradesine vurgu yapan çıkışları sebebiyle Ankara’nın tepkilerini üzerine çekmekteydi.

Türkiye’nin bölgedeki ve Kıbrıs’taki eylemleri hakkında giderek daha açık sözlü hale gelmesi sebebiyle bir süredir Akıncı’nın Erdoğan ile ilişkileri gergindi. Bu gerginlik Ekim 2019’da Türkiye’nin İdlib’deki “Barış Pınarı” harekâtına istinaden Akıncı’nın askeri müdahalelerde kan dökülmesinin kaçınılmaz olduğunu ve bölgeye kısa zamanda barışın gelmesini umduğunu ifade ettiği demeci ile doruk noktasına ulaştı.

AKILLARDAN GEÇENİ AKINCI SÖYLEDİ

Belki Türkiye’deki ve Kuzey Kıbrıs’taki aklıselim her insanın kafasından geçen bu düşünceleri yüksek sesle söylemeye cesaret eden tek kişi Akıncı olmuştu. Erdoğan muhtemelen bunu asla affetmedi. Neticede Ankara, Akıncı’nın ikinci kez seçilmesine tahammül edemeyeceğine karar vermiş olmalı ki bu seçimlerde çok açık ve mübalağalı bir şekilde UBP’nin adayı Tatar’ı destekledi. Bu desteğini de sadece elçilik ve Ankara’dan yollanan kampanya ekipleri aracılığıyla değil, birinci tur seçimlerinin hemen öncesinde dokuz aydır tamir edilmeyen Türkiye-Kıbrıs arasındaki su hattını tamir ederek, aylardır yapılmayan pandemi hastanesini alelacele inşa ederek, sosyal yardım adı altında ödemeler yaparak ve hatta kapalı Maraş’ın bir kısmını apar topar asfaltlayıp açarak da gösterdi. Bunlar o kadar açık müdahalelerdi ki sadece seçimdeki diğer adayları kızdırmakla kalmadı, tam seçim öncesi KKTC’de koalisyon hükümetinin düşmesine de sebep oldu.

İkinci tur seçimlerde ise müdahaleler daha kapalı kapılar ardında devam etti. İlk turda oy vermeye gitmeyenler ve Tatar’a oy vermeyenler kapı kapı dolaşılarak ve maddi destek vaatleriyle Tatar’a oy vermeye ikna edildi. Oyların 3 bin TL’ye satıldığı söylentileri aldı yürüdü. Seçim süreci müthiş bir kamplaşmaya tanık oldu. Oldukça kutuplaşmış bu ortamda Tatar “Türkiye’nin adamı,” Akıncı ise “Kıbrıslıların özgür iradesinin temsilcisi” olarak seçimlerde yarıştı.

SOL BİRLEŞSE DE YETMEDİ

Sol ikinci turda oylarını Akıncı lehine birleştirdiyse de bu Akıncı’nın kazanmasına yeterli olmadı. Bu nedenledir ki 18 Ekim akşamı seçim sonuçları açıklandığında bu “AKP-UBP kazandı, demokrasi kaybetti” şeklinde yorumlandı. Pek çok demokratik kuralın çiğnendiği bu seçimler gerçekten de KKTC demokrasisine ağır bir darbe oldu. Ancak Kıbrıslı Türkler bu seçimlerde sadece demokrasilerinin değil, siyasi iradelerinin de amansızca zedelendiğini hissettiler.

11 Ekim birinci tur ve 18 Ekim ikinci tur seçimlerini karşılaştırdığımızda en büyük fark seçime katılım oranında göze çarpıyor. İlk turda yüzde 58 katılım oranı sağlanmışken ikinci turda katılım yüzde 67’ye çıktı. Katılımdaki bu yüzde 9’luk artış seçimin sonucunu belirledi diyebiliriz.

İkinci turda CTP’nin de tam desteğini alan Akıncı’nın normal şartlarda seçimi kazanması beklenirken Türkiye’nin orantısız desteğini alan Tatar 4527 oy farkı ile ipi göğüsledi. İkinci turda Tatar’a oy vermeye ikna edilen seçmenlerin büyük bir çoğunluğu İskele, Karpaz ve Mağusa köyleri gibi Türkiyeli göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerdendi. Nitekim Türkiyeli göçmenler konusu KKTC için oldukça kritik bir konu. Türkiye’nin muhafazakâr bölgelerinden taşınıp adaya yığılan ve sonra özellikle de UBP iktidarları dönemlerinde binlercesi vatandaş yapılan Türkiyelilerin KKTC’de kilit seçmen haline gelmiş olduğu zaten biliniyordu.

Bu seçimlerde Türkiye’nin Kıbrıs’taki nüfus politikalarının etkilerini artık iyice gösterdiğini ve Kıbrıslı Türklerin iradesinin ciddi bir şekilde zayıflatıldığını açıkça görüyoruz. Ancak şunu da belirtmek gerekir: Kıbrıs solu için bu seçim sonuçları Türkiye’nin nüfus politikalarının olduğu kadar, Kıbrıs solunun Türkiyeli göçmenlere siyaseten ulaşamamış olmasının da bir ürünü sayılabilir. Tüm dünyada olduğu gibi KKTC’de de yoksul kitleler oyunu sol partilerden ziyade sağ popülist partiler lehine kullanmayı tercih ediyor.

TÜRKİYELİ GÖÇMENLER SORUNU

Sol partiler ve sol sivil toplum örgütleri işsizlere, asgari ücretle çalıştırılan emekçilere ve yoksullara etkin bir şekilde ulaşabilmiş değil. KKTC’de yoksul ve yoksun dediğimiz bu kesimlerin çoğunluğunun Türkiye kökenli olduğunu da ayrıca belirtmemiz gerekir. Zaten kimlik olarak kendini hala daha Kıbrıs’tan çok Türkiye’ye ait hisseden bu seçmen kitlesi aynı zamanda ekonomik olarak da en dezavantajlı sosyal grup. Maddi olanakları kısıtlı KKTC ortamında bu insanların yaşam şartlarının nasıl klasik patronaj ilişkileri dışına çıkartılıp iyileştirilebileceği Kıbrıs solu tarafından derinlemesine irdelenmesi gereken bir konu.

Bu seçimlerde KKTC seçmeni adeta tam ortadan yarıya bölündü ama bu bölünme bazı çevrelerce lanse edilmeye çalışıldığı gibi Türkiye’yi sevenlerle Türkiye’ye karşıtı olanlar arasında değil. Kıbrıslıların çoğunun Türkiye ile kopmaz bağları var. Solcu ya da sağcı olsun siyasetçilerin çoğu da Türkiye’de okumuş, yaşamış ve Türkiye’yi yakından tanıyan kişiler. Kıbrıslılar için esas ürkütücü olan Türkiye’yi artık tamamen kontrolüne geçirmiş olan Erdoğan rejimi. Geçmişte bazı UBP liderleri bile Erdoğan’a direnmişti. Şimdi ise KKTC’de hükümet de, cumhurbaşkanlığı da Erdoğan’ın tüm etkilerine kucak açan siyasetçilerin kontrolünde olacağına göre bundan sonra Kıbrıslıları neler bekliyor? Üstelik Erdoğan’ın politikaları hem Türkiye içinde, hem dış ilişkilerde bu kadar agresifleşmişken…

ANKARA’YA YAKIN DÜNYAYA UZAK

Kıbrıs solunun endişeyle beklediği bu yeni dönemin iki ana boyutu var: iç siyaset ve Rum tarafı ile ilişkiler. Rum tarafı ile ilişkiler konusundan başlayacak olursak, Tatar’ın cumhurbaşkanlığı döneminin Rumlarla ilişkilerin daha gergin, sürekli provakatif ataklara sahne olan, uluslararası kuralları zorlayan, iki devletli bir çözümden uzaklaşılan ve dolayısıyla Ankara’ya daha yakın ama dünyaya daha uzak bir dönem olacağını söylemek mümkün. Ancak, eğer ki Ankara, yani Erdoğan, bir nedenle masaya oturup barış müzakerelerine devam etmek isterse, Tatar bu direktife de aynen uyacak ve Türkiye’nin istediği şekilde masada yerini alacaktır. Kıbrıs solunun daha endişe ile beklediği gelişmeler ise iç siyaset alanında olacağa benziyor. AKP’nin neoliberal, otoriter ve İslamcı nefesini senelerdir ensesinde hisseden Kıbrıslılar, artık çok daha tedirgin. Acaba AKP yetkililerinin hep dile getirdiği gibi “Türkiye’de ne varsa artık KKTC’de de olacak” mı?

Ankara tarafından zaten yıllardır talep edilen değişimler artık uygulanacak ve burada da yargının bağımsızlığına, sendikaların örgütlü gücüne, kamu sektörüne, siyasi özgürlüklere ve seküler toplum yapısına bıçak vurulacak mı? Nitekim artık KKTC’de AKP tarafından yapılmak istenen köklü değişikliklere zerre kadar direnmeye niyeti olmayan bir yönetim var. Dolayısıyla Kıbrıslı Türkler sadece siyasi iradelerinin ezildiği değil özgürlüklerinin de gitgide kısıtlanacağı bir kara döneme giriyor olabilirler. Bazı uzmanların Erdoğan’ın uluslararası boşluktan faydalanıp ileride KKTC’yi ilhak etmeyi tercih edebileceğini dile getirmeye başladığını da göz önüne alırsak bundan sonraki gelişmelerin sıcak ve tatsız olacağına kanaat getirebiliriz. Ne var ki Kıbrıslılar için ne demokrasi mücadelesi, ne barış mücadelesi, ne de özgürlük mücadelesi bugün başlamadığı gibi yarın da bitmeyecektir. O yüzden de diyorlar ki, “kimse kusura bakmasın ama direneceğiz.”

Doç. Dr. Yonca ÖZDEMİR(*) / BİRGÜN

(* ) ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Programı Öğretim Üyesi

Kiralık işgal - Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

 

Büyük Britanya, 1960’lı yıllarda Hint Okyanusu’ndaki askeri varlığını “Aden’in doğusu”na kaydırıyor ve bölgedeki jandarmalık nöbetini ABD’ye devrediyordu. 

Amerikalılar, yüzyılın sonunda dünyanın en büyük ve en gizli askeri üssü olarak adlandırılacak yeri seçtiler ve istediler İngilizlerden: Diego Garcia!

Büyük Britanya, “Hay hay” dedi müttefik ve halefine: “Bastır parayı, kirala adayı!

1966’da, 44 kilometrekarelik Diego Garcia Adası resmi kontrata göre İngilizler tarafından Amerikalılara 50 yıllığına “ödünç” veriliyor, kullanım süresi 20 yıl daha uzatılabilir diye de not düşülüyordu. Büyük Britanya’nın adayı Amerikalılara 11 milyon dolar karşılığında kiraladığı ancak 1975’te ortaya çıkacaktı.

Kontrat imzalanırken başka sorunlar vardı çözülmesi gereken. Kiralık adada 2 bin kadar yerli yaşıyordu. Zamanın ABD Donanma Komutanı Amiral Elmo Zumwalt, üstlerini “Adada komünist propagandanın etkisinde kalabilecek bir nüfus istemiyorum. Siyasal sorun yaratabilir...” diye uyarmıştı. Bir de Chagos takımadalarına ait bir mercan atolü olan Diego Garcia, siyasal coğrafyada Mauritius’a bağlıydı ve Mauritius, İngiliz toprağı olmasına karşın o yıllarda giderek artan “bağımsızlık” rüzgârlarıyla dalgalanıyordu.

Emperyalist ironi

Kiracı ABD, ev sahibi İngiltere’ye iki şart koştu: Adayı boş teslim istiyordu, bir. Mauritius’la ilişkisi kesilecekti, iki.

No problem!” dedi İngilizler.

Önce ikinci problemi çözdüler. Diego Garcia atolünün idari aidiyeti, BM’nin muhalefetine rağmen Mauritius’tan alınıp yine İngiltere’ye ait yepyeni bir oluşuma bağlandı: British Indian Ocean Territory (BIOT).

Kalmıştı birinci problem, adanın boş teslimi. Adanın sahibi ve kiracısı anlaşarak, sorunu çözmek yerine “ortadan kaldırmaya” karar verdiler.

Diego Garcia yerlileri de tüm Chagos takımada halkları gibi 18. yüzyılda Avrupalı sömürgeciler tarafından Afrika ve Madagaskar’dan hindistancevizi tarımında çalıştırılmak üzere zorla getirilip yerleştirilmişlerdi.

İngiliz Sömürge Bakanlığı’ndan Patrick Wright, Lordlar Kamarası kürsüsünden sorunun kökten çözümünü şu sözlerle müjdeledi: “Diego Garcia’nın boşaltılmasında taviz verilmeyecektir. Adada, henüz komiteler halinde örgütlenmeyen martılar dışında hiçbir nüfusa tahammül edilmeyecektir. Zaten kadın hakları da martı haklarını kapsamamaktadır (İngiliz nüktesi). Ne yazık ki halen bu adada kuşlar dışında birkaç Tarzan ve bazı Cuma’lar da yaşamakta olup kökenleri meçhul bu ahaliyi Mauritius Adası’na sürmek zor olmayacaktır!

Yalana dayalı tehcir

ABD ve Büyük Britanya’nın yazılı, imzalı anlaşmasına dayanarak 20. yüzyılın “demokratik” devlet kararıyla yapılan tehcir, dört yıl sürecek ve 1971’de “başarıyla” tamamlanacaktı.

BM konseyinde yapılan görüşmelerde, “ada ıssız” deniyordu, “ABD’ye üs olarak verilecek Diego Garcia meskûn değil!

Atol sakinlerinin kimliklerine el konuldu ve adada yerli bir halkın varlığını kanıtlayacak tüm belgeler yok edildi, nüfus ve şecere kayıtları silindi.

Önce, Mauritius başkenti Port Louis’ye “turistik gezi” yapmaları için bedava bilet dağıtıldı. Gidenlere dönüş izni verilmedi! Diego Garcia’da hastane yoktu, adadaki hastalar Port Louis’ye tedaviye gönderildiler, ancak iyileştiklerinde “döndürülmediler”.

İngilizler, bedava turistik geziye çıkmayı reddeden ve hasta olmayan Diego Garcia’lıların telefonunu, elektriğini kesmiş; temiz su vermiyor, ilaçtan ve gıdadan mahrum ediyordu.

23 Ocak 1971’de 9 Amerikan denizcisi, “arazi taraması” için Diego Garcia’ya “indirildi”. 20 Mart’ta US Navy’ye bağlı 160 asker daha geldi ve telsiz istasyonu kurmaya başladı.

İşte o zaman, Port Louis’ye “turistik gezi” yapmayan, hastalanmayan adalılar, silah tehdidiyle evlerinden çıkarılıp sahilde bekleyen İngiliz yük gemisine bindirildiler.

Kasaplık hayvan sürüsü gibi

Port Louis ile Diego Garcia atolünün arası, beş günlük deniz yolculuğuydu. Kasaplık hayvan naklinden daha kötü koşullarda, yüzlerce insanın üst üste yığıldığı ambarlarından Port Louis Limanı’na “boşaltılan” bazı Chagos’luların cesedi varabildi sürgün yerine. Bu cesetlerin sayısı hiç bilinemedi.

İngiltere, hem Diego Garcia’daki idari yetkisine son verdiği hem de halkını sürgün olarak gönderdiği Mauritius Adası yönetimine bu acı reçeteyi, 1968’de Mauritius’un bağımsızlığını tanıyarak yutturdu. Tehcir ettiği Diego Garcia halkını kabul etmesi için de yeni devlete 4.5 milyon Avro’ya eşdeğer ekonomik yardımda bulundu.

ABD’nin Diego Garcia kira kontratı, 2016’da yirmi yıllığına uzatıldı. 2017’de Londra Yüksek Mahkemesi Chagos’lulara eve dönüş hakkı tanıdı, BM de Mauritius’un atoldeki egemenlik mücadelesine hak verdi.

Ama 3 milyar dolarlık yatırımla adayı en büyük askeri üssü yapıp özellikle 11 Eylül sonrası denizaşırı saldırılarda ve bazı teröristleri sorgulamakta kullanan ABD’nin kira kontratı; şansa bakın ki bu kararlardan bir yıl önce 20 yıllığına uzatılmıştı.

Emperyalizm işgalcidir. Satılık ya da kiralık fark etmez, girdiği yer onundur.

Türkiye Cumhuriyeti’nin 97. yılı kutlu ve varlığı ölümsüz olsun.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Sallana sallana yaşıyoruz işte! - Tolga Binbay / SOL

 'Filmi, çok değil, 30 yıl önce geriye sarsanız Bornova’dan Salhane’ye, Meles Deltası’na kadar kilometrelerce uzanan bomboş bir alandır Mansuroğlu.'


İzmir alışkındır sallanmaya. Senede en az bir kez beş büyüklüğünde sarsıntı olur buralarda. Altı büyüklüğündekileri ise 10-15 yılda bir yaşarız mutlaka. Bir önceki altı büyüklüğündeki deprem 2005’teydi mesela ve halen hatırlarım, şöyle bir gidip geldiğimizi. Tarihi de deprem dolu bu şehrin. 1688, 1778, 1880, 1928 ve 1974 diye gidiyor liste. Cuma günkü deprem de tüm bu depremler kuşağının bir parçasıydı. Bir yanıyla… Ama bir yanıyla da değildi. Türkçe’nin ironisiyle söylersek sağlam salladı. Sallandık.

İzmir deprem bölgesinde, Türkiye deprem bölgesinde… 

Ne demişti ünlü bir düşünürümüz: Depremle yaşamaya alışacağız! Eh, biz İzmirliler az biraz alışkınız sanırım böyle yaşamaya. Alışamadığımız ise bu tür düşünürlerimizin olması. Bünye bir türlü kabul etmiyor. N’aparsınız…

Neyse…

Yıkımların olduğu Mansuroğlu Mahallesi önceden, yani AKP İzmir’de ilçe belediyesi alabilmek için 2008’de Bayraklı ve Karabağlar diye iki ilçe ortaya çıkarmadan önce, Bornova’nın bir mahallesiydi. Ama sonradan işte Bayraklı’lı oldu bu mahalle. Hani şu hard kapitalizm vardı ya, işte onunla kurulmuş bir mahalledir Mansuroğlu. Filmi, çok değil, 30 yıl geriye sarsanız Bornova merkezden Salhane’ye, Meles Deltası’na kadar kilometrelerce uzanan bomboş bir alandır Mansuroğlu. Sonra ise onar katlı binalarla doldu, taştı ve genişledi. Delta, bataklık, çamur olan yerin üstüne boy boy apartmanlar dikildi. Yetmedi yeminli gerici Burhan Özfatura döneminde çizilen plan, sosyal demokrat belediyeciliğin azmi ve kararlılığıyla hayata geçirildi. O bomboş bölgenin ucuna devasa gökdelenler dikildi. Bir değil, beş değil. Sayıları onu geçen ucubeler. Sermaye görgüsüzlüğü.

Kimse ses çıkarmıyor ama İzmir’de belediyecilik 30 yıldır sosyal demokrasidedir. Sadece 94-99 arası Özfatura parantezi olmuştur. Gerisi hep rahat bir sosyal demokratlığa emanet edilmiştir ve gerisine de çok karışılmamıştır. Biliyorsunuz işte, zamanı değil diye. Ölümü görüp sıtmaya razı olmak gibi. Türkiye’nin son 30 yılından İzmir’e sıtma düştü. Sermaye de bu sayede diğer kentlerde her ne yapıyorsa aynısını yapabildi İzmir’de. Yağmaysa yağma, alışveriş merkeziyse alışveriş merkezi, boy boy binalarsa binalar. Hiç sıkıntı çekmediler.

Mansuroğlu Mahallesi binlerce emekçinin onar katlı binalarda yaşadığı bir mahalledir işte. Son 30 yılın aynası gibidir. Süs olsun diye arada kalmış çocuk parkları, kaldırımları bile işgal eden araç otoparkları, birbirine değen balkonlar, gittikçe katlanan daire fiyatları ve geçmişin bataklığını örten bir şehircilik. Tüm şehrin, bölgenin az hasarla atlattığı ciddi bir depremde mahallenin etkilenmesini şanssızlıkta değil bu hikâyede aramak lazım. Bizim göz yumduğumuz hikâyemizde.

Alışkınız dedim ama Cuma günü öğleden sonra bayağı bir korktuk. Yani Kuşadası’ndan Aliağa’ya kadar yaklaşık 5 milyon insan “Hah, bu sefer bu iş bitti herhalde” dedik. Zaten herkes salgın, kriz derken 2020’yle birlikte “ahir zamanlarda” yaşıyor havasına girmişti ki deprem tüm bunların üstüne geldi. Korku, duvarlarda çatırtı oldu üstümüze yağdı. Gittik ve de geri geldik.

Ama sanırım bir tek İzmir’dekiler değil Türkiye’nin, dünyanın dört bir yanı benzer bir hisle, yani vahim, kötü şeylerin olacağı, tekinsiz bir dönemde olduğumuz hissiyle yaşıyor. Depremin hemen ardından ortaya çıkan hava bunu yansıtıyordu. Susmayan WhatsApp grupları, yıllardır görüşmeyen arkadaşların İzmir’deki arkadaşlarını hatırlaması, yurtdışından gelen telefonlar, yazışmalar, destek olmak için harekete geçenler, ses verenler, işini gücünü bırakıp yıkıntılara yardıma koşanlar. Korkunun yanı sıra sıradışı bir dayanışma, duygudaşlık da vardı. Çarpıcıydı.

Tabii ki klasik olarak gericilik de boş durmadı. İşte biliyorsunuz, bilindik argümanlar (laik yaşam tarzı, zina, alkol vs. vs.) ortalığa saçıldı. Ama gericilik sadece dinci gericilikten ibaret değil. Otobanları kilitleyen, yıkım bölgesine yardımın girmesini zorlaştıran bir bencillik de vardı sokaklarda. Enkazın üstünde yöneticilik lansmanı yapanlar da vardı. Yıkıntı altına telefonla bağlananlar, çorba dağıtanlar... İnsan utanır ama işte… Gericilikte utanma olmuyor.

Bir de “her şeyin başı sınıf değil” gericiliği vardı. Bilgisayar başında çıkardığı istatistiklerle yıkıntıların altında kalanları işçi sınıfından değil orta sınıf ilan eden bir akademik kasmışlık hali. İnsanın “Bir çekilin kenara!” diyesi geliyor böyle zamanlarda. Çekilin de korkumuzla, acımızla, telaşımızla yaşayalım. Sizlerle uğraşmak zorunda kalmayalım.

Japon yazar Haruki Murakami’nin bir kitabı vardır, Depremden Sonra diye. Japonya’yı vuran 1995 Kobe Depremi’ni ve insanlarını yazdığı öykülerden oluşur. Yazar uzun yıllar yurtdışında yaşadıktan sonra, tam da depremden hemen önce Japonya’ya dönmüştür ve insanların depremle değişimlerine, geçmişlerine gömdükleri meselelerin tekrar ortaya çıkışına tanık olur. Bunları da öykülerine taşır. Cuma’dan bu yana kare kare farklı insanlık hallerini görünce yeniden aklıma geldi Murakami’nin kitabı. 

Türkiye de her gün bir farklı depremle başlıyor güne. Uzun zamandır. 

Bir kesim var ki depremlerin farkında değil. Gaz, toz ve iktidarla yürüyüp gidiyor. Bir kesim de var ki her bir depremi iliklerine kadar yaşayıp sonra da sihirli bir değnek değsin istiyor. Değsin ve her şey hızlıca normale dönsün. Esas talihsizliğimiz bu kesimin dinamikliği, gürültücülüğü ve genişliği. Normali çok seviyorlar. Ne yazık ki… 

Ve her şey normale dönüyor. Bakmayın siz şimdi depremin ya da bir başka felaketin bunu unutturduğuna. Olan bitenin ortaya çıkardığı duygularla kabaran itiraz, öfke ve isyan, bir bilinç haline dönüşmüyor. İnsanların ufku normalin ötesini görmüyor. Görmemeleri için kırk takla da atılıyor. 

O nedenle her depremden sonra, her yıkımdan sonra, her sallantıdan sonra dönüyoruz dolaşıyoruz ve normal her neyse, işte ona geri dönüyoruz. Hep beraber. 

Sallana sallana yaşayıp gidiyoruz. 

Hâlbuki bize gereken normal değil. Tamam, duygular bir yere de gitmiyorlar ama sermayenin hepimize reva gördüğü şu bataklık çakması körfezde bize gereken biraz da akıl, bilinç ve kararlılık.

Sallana sallana yaşayıp gitmemek için.

Sallansak bile yıkılmamak için.

Geçmiş olsun.

Hayatını kaybedenler için ise… Üzgünüm.

Tolga Binbay / SOL

Divan-ı Rum'un pertevi: Şeyh Bedreddin - Mehmet Bozkurt / SOL

 "Şaşırtıcıdır ama müritlerinin arasında Bulgar anarşistleri Bogomillerin dahi olduğunu öğreniyoruz."

Diyar-ı Rum’un pertevi mi dedik?

Rum Diyarının ışığı anlamına geliyor. 

Rum Diyarı; on üçüncü yüz yılda, Endülüslü İbn-i Arabi’nin (1165-1240), Horasanlı Mevlana’nın (1207-1273), İranlı Hacı Bektaş’ın (1209-1271) hayata ve insana dair düşüncelerinin kesişip, harmanlandığı, kendisini yeniden ürettiği coğrafyanın adı. Toplumsal hafızada bunlar var.

Burası: Anadolu… 

Müslüman, Hristiyan, Yahudi, Şaman, Budist… 

Bedreddin’in fikir dünyası toplumsal hafızası böylesine zengin bir coğrafyadan beslenerek, çoğalarak gelişiyor. Kimileri “Rum Pertevi” diyor ona, kimileri için de “Rum Diyarı’nın Hallacı” oluyor Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Mahmud. 

Biz ona kısaca Bedreddin diyoruz. Takipçilerine Bedreddiniler… 

İsyan bayrağını çektiğinde Müslüman, Hristiyan, Yahudi, Şaman, Budist her inançtan yoksul köylünün, Kalenderinin, Haydarinin, Cavlakinin, Torlak’ın sahiplendiği Bedereddin’dir artık. Şaşırtıcıdır ama müritlerinin arasında Bulgar anarşistleri Bogomillerin dahi olduğunu öğreniyoruz.

Şimdi “Bir” diyerek başlayalım:

“Bir zamanlar benim dinimden olmadığı için komşumu suçlardım. Ama şimdi kalbim bütün biçimlere açık: O ceylanlar için bir çayır, keşişler için bir manastır, putlar için bir mabet, hacı için bir Kâbe, Tevrat levhaları ve Kuran kitabıdır. Ben aşk dinini vazediyorum ve hangi yöne yönelirse yönelsin bu din benim dinim ve imanımdır.” 

Bu, Endülüs’ten Rum Diyarı’na gelen İbn-i Arabi’dir. Takipçileri Şeyhü’l Ekber diyor. “En büyük şeyh” anlamına geliyor. Kitabi İslâm “Şeyhü’l Ekfer” demeyi münasip buluyor. “Kâfirlerin Şeyhi” olarak tercüme ediyoruz. Bedreddin’in su içtiği pınarlardan biridir. Zamanla o da tıpkı İbn-i Arabi gibi büyük din alimliğinden kâfir taifesine intisap ediyor.

Bedreddin’in beslendiği coğrafyanın kültürel zenginliğini ve dinler arasındaki ilişkiyi göz önüne sermek için Mevlana Celâleddin Rumi’nin cenaze töreninin girişini Michel Balivet’nin “Şeyh Bedreddin, Tasavvuf ve İsyan” kitabından aktarmak istiyorum. Buna “İki” diyelim:

“Sonra cenazeyi dışarı çıkardılar. Büyük küçük bütün insanlar başlarını açmışlardı. Kadınlar ve çocuklar da orada idiler. Büyük kıyamete benzer bir kıyamet koptu. Herkes ağlıyordu. Erkekler çıplaktılar, feryad ederek elbiselerini yırtarak gidiyorlardı. Hıristiyanlardan, Yahudilerden, Araplardan, Türklerden, vb. bütün milletler, bütün din ve devlet sahipleri hazır bulunuyordu. Her biri kendi adetleri veçhile kitapları ellerinde önden gidiyorlar, Zebur’dan, Tevrat’tan, İncil’den ayetler okuyor ve hepsi de feryat ediyordu…”

Mevlana şehirlerde yaygınlaşıp yükselirken, bu defa Rum Diyarı’na aşiret gelenekleri ve Şaman inancıyla harmanlanmış, isyancı Baba İlyas çevresinden Batıni- Alevi bir kol; İran’ın Nişabur’undan kalkıp, “güvercin donunda” Kapadokya ovasına konuyor. Bu Hacı Bektaş-ı Velidir. Bozkır insanını peşine takıyor. Kısa sürede etkisini o kadar arttırıyor ki çok geçmeden Osmanlının Yeniçeri Ocağı Bektaşi tarikatına eklemlenecektir. 

Balıvet’den aktarmaya devam ediyorum:

“Çok sayıda Müslüman ve Hristiyan her gün Bektaşi tarikatının kurucusu Hacı Bektaş Veli türbesini ziyarete geliyor, yerli Hristiyanlar onu Azizi Haralambos’la özdeşleştiriyor. Bu inanç doğrultusunda türbeye girerken Hristiyan ziyaretçiler haç çıkarıyor, Müslüman hacılar ise bitişikteki camiye gidip ibadet ediyor. Her iki kesim aynı şekilde iyi karşılanıyor.” Buna da “Üç” diyoruz.

Bedreddin’in düşünce dünyasının şekillenmesinde 13’üncü yüzyılda Rum Diyarını derinden etkilemiş bu üç derviş topluluğunun, bu üç eşitlikçi “tasavvuf ehlinin” rolüne işaret etmek gereğini duydum zira yaklaşık yüz elli yıl sonra bu coğrafyadan yükselecektir Bedreddin.

Yalnızca Rum Diyarı’ndan olduğu için değil, Balkanlı anlamında Rumelilidir Bedreddin. Babası İsmail, bazı kaynaklarda İsrail, gazi geleneğinden gelen bir Osmanlı askeri şefidir. Günümüzde Yunanistan sınırları içinde kalan Simavna kalesini zapt ettikten sonra buraya askeri kadı olarak tayin edilen İsmail, kale komutanının sonradan Müslüman olacak olan kızıyla evleniyor. Yani anne tarafından Hristiyan’dır Bedreddin. Eşi ise Kahirede tanıştığı Habeşli bir cariye… 

Çok iyi bir eğitim gördüğünü okuyoruz. Edirne’den başlıyor. Bursa, Konya, Halep, Şam… Matematik, astronomi ve felsefe okuyor. Müderristir… Profesör anlamına geliyor. 

Yıl 1383 Bedreddin ilim ve felsefe merkezi olarak bilinen Kahire’dedir. Kısa aralıklarla uzaklaşmasını bir tarafa bırakırsak 1405 yılına kadar burada kalıyor. 

1395’te tanışıyor Şeyh Hüseyin Ahlati ile. Yazılanlara göre bu tanışma onun yeniden doğuşu oluyor. Alevi-Batini itikadından, Karmati eşitlikçi komüncü geleneğinden gelen Şeyh Hüseyin Ahlati’nin öğrencisi oluyor. Şeyhin ölümünden sonra, vasiyet gereği olarak şeyh postuna oturuyor. Adının başındaki “şeyh” unvanını buradan alıyor.

1405’te Kahire’den Rumeli’ye dönmek üzere yola çıktığında Sünni İslam’dan soyunmuş, malını ve mülkünü yoksullara dağıtmış, geçmişten kurtulmanın bir simgesi olmalı, bütün kitaplarını Nil’e atmış, sırtında derviş abası; “Rum ülkesinin Hallac-ı Mansur’udur” artık! Bunu, Hüseyin Ahlati’nin kendisine uygun gördüğü bir unvan olarak taşıyacaktır.

Usuldür. Osmanlı ailesinin fertleri birbirlerini öldürerek iktidar oluyorlar. Yıldırım unvanlı Bayezid 1400’ün başında Timur karşısında yenilip esir düşünce oğulları birbirleriyle ölümüne zıtlaşıyor. Kardeşlerden İsa, kardeşlerden Musa’yı Bursa’dan kovalıyor ama tahta oturması nasip olmuyor. Kovulan Musa öbür kardeş Mehmet’le bir olup İsa’yı öldürüyor. Böylece kardeşlerden biri eksilmiş oluyor. İyi ama bir de Süleyman var. Musa Rumeli’ye geçerek Süleyman’ı öldürüyor ve Edirne’de tahta geçiyor ama ne fayda! Bizans’ın paralı askerlerini yedeğine takan Mehmet geliyor ve Musa’nın ordusunu dağıtıp, usuldendir, Musa’yı öldürüyor, Edirne’de tahta çıkarak siyasal düzeni yeniden tesis ediyor. Bu ara döneme Fetret Devri diyoruz. Sonradan ortaya çıkan tartışmalı bir kardeş daha var. “Düzmece Mustafa” deniliyor. Onu ortadan kaldırmak Murad’a nasip oluyor. Usul bu!

Bedreddin isyanı Fetret Devri’ne denk geliyor.

Bedreddin Edirne’ye geldiğinde Musa Çelebi Osmanlı Rumeli’sinde hükümdardır (1411-1413). Yani henüz başı omuzlarının üzerindedir. Musa, Mehmet, Süleyman çekişmesinde Bedreddin, Musa’nın tarafında onun kazaskeri (askeri hakim) olarak yer alıyor. 

ileride Torlak Kemal ile birlikte isyanın askeri şefi olacak olan Börklüce Mustafa ise Bedreddin’in kethüdasıdır. Yardımcısı anlamına geliyor.

Kardeşi Mehmed’ e yenilen Musa Çelebi, usule uygun olarak bu dünyadan göçertilirken Bedreddin İznik’te sürgün, Börklüce Aydın’da isyan hazırlığındadır. 1413 yılındayız…

Ve Börklüce faslındayız:

“Mezkur köylü, Türklere va’z ve nasayihde bulunuyor ve kadınlar müstesna olmak üzere erzak, melbusat, mevaşi ve arazi gibi şeylerin kâffesinin umumun mâl-i müştereki addedilmesini tavsiye diyor idi. Diyordu ki: ‘ben senin emlakine tasarruf edebildiğim gibi sen de benim emlakime aynı suretle tasarruf edebilirsin.’ Köylü avâm-ı halkı bu nevi sözlerle kendi tarafına celb ve cezb ettikten sonra Hristiyanlar ile dostluk tesisine çalıştı.”

Bunları Michel Balivet, Dukas Tarihi’nden aktarıyor. Türkçesi ve Türkçesinden anladığımız en özet haliyle şu:

Adı geçen köylü, Börklüce oluyor. Ve kadınlar hariç her şeyin toplumun ortak malı olması gerektiğini propaganda ediyor. 

Şimdi 1416’dayız. 

Börklüce Karaburun’da, Torlak Kemal Manisa’da isyan hazırlığındadır.

Gerek Joseph Von Hammer gerekse İ. Hakkı Uzunçarşılı “Büyük Osmanlı Tarihi” adını verdikleri kapsamlı çalışmalarında Bedreddinilerin isyanına özel bir bölüm ayırıyorlar ve “ihtilal” girişimi olarak değerlendiriyorlar. Hammer, Bedreddin isyanını beş yüzlü yılların başında İran’da patlayan tarihteki ilk Komünist Zerdüşt/Mazdek isyanına benzetiyor. Hammer’den aktarıyorum:

“… Bedrü’d-din’in isyanı İran’da Zerdüşt ruhbanının çıkardıkları ihtilalin fena bir taklidi olmakla beraber, ancak İran’ı kana boğmuş olan şu ihtilal, Bedrü’d-din isyanının ne olduğu hakkında doğru bir fikir verebilir. Cüretkâr bir adam olan Zerdüşt rahibi Mezdek en müstebidâne bir surette idare olunan memlekette hürriyet, müsavvat (eşitlik) ve mallarda ortaklık kaidelerini ilan etmişti. Bu prensiplerin tutuşturduğu ihtilal ateşi süratle yayılarak (…) tedricen bütün İran eyaletlerine sirayet etti. Börklüce ile Torlak’ın ve Bedrü’d-din’in vefatı Osmanlı Devleti’ni Avrupa’da ve Asya’da o türlü bir tehlikeden kurtarmış oldu.”

Hammer, vahşice katledilen bu üç büyük isyancıyı nazikçe “vefat” ettirirken isyanın bastırılmasının yalnızca Osmanlıyı değil, Asya ve Avrupa’nın diğer taht ve taç sahiplerini de rahatlattığını yazıyor.

Börklüce Karaburun’da, Torlak Manisa’da üstlerine gelen Osmanlı ordularını iki kez üst üste dağıtıyor.

Uzunçarşılı şunları yazıyor:

“Dede Sultan diye anılan Mustafa’nın üzerine mühim bir kuvvetle memur edilen İzmir sancak beyi Aleksandr bunlara mağlup ve maktul oldu; bunun üzerine Saruhan sancak beyi olan Ali Bey de bozguna uğratılıp kendisini zor kurtarıp Manisa’ya kaçtığından durum nazikleşti…”

Osmanlı ordusu ufalanırken Bedreddiniler büyüyüp çoğalıyor. İznik’te sürgün Bedreddin, yoldaşlarının kıyam ettiği haberini alınca gizlice Sinop üzerinden Makedonya’ya geçiyor… Yanında bizim büyük ozanımız:

“Ben gayri zuhur ve huruç edeceğim 

Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz.

Ve kuvveti ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip milletlerin ve mezheplerin kanunlarını İptal edeceğiz…”

Osmanlı sultanı Çelebi Mehmed ileride Fatih Mehmed’in babası olacak olan on iki yaşındaki Murad’ı , “cellatlık talimi” için olmalı, “beş tuğlu” Beyazıd’ın yanına katarak isyancıların üzerlerine salıyor. 

Büyük şairimizin artık Bedreddin’in omuz başında olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Gördüklerini yazıyor ne bir fazla ne bir eksik: 

“Aydının Türk köylüleri,
      Sakızlı Rum gemiciler,
                  Yahudi esnafları,
On bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafa’nın
Düşman ormanına on bin balta gibi daldı.
Bayrakları al, yeşil,
          Kalkanları kakma, tolgası tunç saflar
Pare pere edildi ama,
Boşanan yağmur içinde gün inerken akşama
On binler iki bin kaldı…”

Börklüce çırılçıplak edilip çarmıha gerilirken geride sağ kalan iki bin yoldaşının tek kafalarının kesilmesi izletiliyor.

İkisi de Dukas’yı okumuş, bunu referanslarından anlıyoruz. Ancak Uzunçarşılı kendi tarihinden utanmış olmalı, değinmiyor. Hammer açık sözlü, Dukas’dan aktarıyor: 

“… Binâenaleh Padişah, henüz on iki yaşında bulunan oğlu Murad’ı Avrupa ve Asya eyaletlerinin bütün kuvvetleriyle , bu meczuplar mezhebini tenkile memur etti. Refakatinde Beyazıd Paşa olduğu halde hareket ederek ordusunu asilerden ayıran derbentleri geçti. Yolunda erkek, kadın, genç, ihtiyar, her kim tesadüf ettiyse askerin kılıcıyla maktul oldu…”

Çok açık, yalnızca Bedreddin’in savaşçıları değil; eşikte beşikte; yaşlı, genç, kadın, erkek… Osmanlı ordusu biçiyor.

Sonra Torlak Kemal…

Sonra… Biz ona Bedreddin diyoruz. Diyar-ı Rumun pertevi…

Yazının hazırlanmasında yararlanılan kaynaklar:

Michel Balivet, Şeyh Bedreddin Tasavvuf ve İsyan, Tarih Vakfı Yayınları 3.Baskı, 2011, İstanbul

Joseph Von Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi, 1.Cilt, Üçdal Neşriyat, Mehmet Ata Tercümesi, İstanbul

Nâzım Hikmet, Benerci Kendini Niçin Öldürdü içinde Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı, Adam Y., 1990, İstanbul

Ord. Prof. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, 1.Cilt, Türk Tarih Kurumu Y. 1990 İstanbul

Mehmet Bozkurt / SOL