7 Kasım 2020 Cumartesi

Fırtına duası! - Orhan Gökdemir / SOL

Dindi rüzgâr… Halk paramparça, sınıf sessiz. Fakat büyüyor açların gözbebekleri. Bu kahredici sessizlik olsa olsa yaklaşan fırtınanın habercisidir! 

Büyük Fransız Devrimi 5 Mayıs 1789’da patlak verdi. O yıl Burjuvazi ile birlikte düzenin en alta ittiği kalabalıklar ayaklandı. Ayaklananlar eski sınıfları ve onlarla birlikte düzenini al aşağı etti.

Kimdi devrimin hedefe koyduğu o eski sınıflar? Aristokrasi, onun üzerinde yükselen Monarşi ve elbette kurumsallaşmış din. Söylemesi kolay, Versay Sarayı ile bütünleşmiş Vatikan imparatorluğundan söz ediyoruz. 1789’un devrimci güçleri eski düzeni yıkmakla birlikte onun kalıntısı olan bu iki kurumu yaka paça al aşağı etmeye cüret edemedi. 1789’da Meşrutiyet ilan etmekle yetindi. Kralın yetkilerini kısıtlayarak, kontrol edebileceğini düşünüyordu. Ancak tam tersi oldu, Saray yıkılanı onarmak ve yetkilerini geri almak için harekete geçince son çare 1792’de Cumhuriyet ilan edildi. Ancak ondan sonradır ki, 16. Louis ve Kraliçe Marie Antoinette’in kafası uçurulabildi. 

Büyük Fransız Devrimi’nin dersidir: Bir diktatörlüğü ancak başka bir diktatörlükle yıkabilirsiniz. Esası Jakoben Devrimci Diktatörlüğüdür. Kralsız, kraliçesiz, kilisesiz bir düzen demektir. Kısaca Cumhuriyet diyoruz.

Devrimin işleri bellidir: Kilisenin mallarına el konuldu. Manastır yeminine son verildi ve papazlar kovuşturuldu. Kilisenin doğum-ölüm-evlilik kayıtlarına el konuldu, bu yetkiler komüne -belediye- devredildi. Evlilere boşanma hakkı -kilise tanımıyordu- tanındı. İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi ile “inanç özgürlüğü” getirildi. Bu özgürlük kilisenin tekelciliğine son veriyordu. Egemenliğin kaynağı bundan böyle ulustu, yani tanrı artık bir toplumsal güç kaynağı olmayacaktı. Devlet bireyleri özgürleştirmekle yükümlüydü, etnik-dini kimlikler yerine bir ulusal kimliğin oluşmasını destekleyecekti. Kilisenin günlük hayat üzerindeki etkisini kırmak üzere takvimi değiştirdi. Günlük hayat bundan böyle dini esaslara göre düzenlenmeyecekti. Haliyle dini eğitime son verilip “milli eğitime” geçildi. Bu kararları korumak üzere aristokrasiye ait olan silah taşıma yetkisi de onlardan alıp halka verildi. Ordu, bundan böyle “halk ordusu”ydu, görevi “Fransız Ulusu”nu korumaktı. Papazsız, rahibesiz, saraysız, kilesesiz bir düzen demektir. Kısaca Laik Cumhuriyet diyoruz.

***

Büyük Ekim Devrimi 7 Kasım 1917’de patlak verdi. Burjuvazi ile birlikte düzenin en alta ittiği kalabalıklar çoktan beri ayaktaydı. Ayaklananlar eski sınıfları ve onlarla birlikte düzenini al aşağı etmiş görünüyordu. Ancak devrimin önündeki Burjuvazi ilkinde olduğu gibi eski sınıfı ve düzenini alaşağı etmekte tereddüt ediyordu. Rusya görünüşe göre bir Burjuva Devrimi yaşıyordu.

Öte yandan İmparatorluk içinden çıkılmaz bir savaşın içindeydi. Ciddi askeri kayıpların yol açtığı derin umutsuzluk Çarın tahtını sallıyordu. Şubat 1917’de Çar II. Nikolay kardeşi Mihail lehine tahttan feragat etti. Ancak Prens Mihail devrimden korkarak tahtı devralmayı reddetti. Böylece Monarşi devrim korkusuyla “kendiliğinden” alaşağı edilmiş oldu. “Şubat Devrimi”dir, “geçici” bir hükumetin işleri ele almasıyla sonuçlanmıştır.

7 Kasım’da kızıl birlikler sabaha karşı geçici hükumetin elindeki tüm kritik noktaları ele geçirdi. Burjuva iktidarının temsilcisi Başbakan Kerenski, Bolşevik Devrimine karşı güç toplama bahanesiyle sıvıştı. Burjuvazinin geçici iktidarı düşmüştü. Petrograd Sovyeti'nin öğleden sonraki toplantısında konuşan Lenin İşçi-Köylü Devriminin zaferini ilan etti. Bu gelişmelerin ardından eski düzenin “kudretlisi” Çar, 1918’de, avenesi ile birlikte kurşuna dizilerek idam edildi. 

Büyük Ekim Devrimi’nin dersidir: Bir diktatörlüğü ancak başka bir diktatörlüğe dayanarak alaşağı edebilirsiniz. Esası Proletarya Diktatörlüğüdür. Çarsız, çariçesiz, kilisesiz ve tabii sınıfsız bir düzen demektir. Kısaca Sosyalist Cumhuriyet diyoruz.

Sovyet Devriminin işleri bellidir: Kilisenin mallarına el konuldu. Kilise devletten ayrıldı, eğitim alanındaki faaliyetlerine son verildi. Eğitim parasız ve laik hale getirildi. Din ve inanç özgürlüğü güvence altına alındı. Medeni kanuna geçildi, kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı. İdam cezası ve soyluluk unvanları kaldırıldı. Günlük hayatın dine göre düzenlenmemesi için takvim değiştirildi. Tüm bankalar, tüm fabrikalar kamulaştırıldı. “Kızıl Ordu” kuruldu. Ordunun görevi bundan böyle işçi sınıfını ve diktatörlüğünü korumaktı. Gelmekte olan eşitlikçi ve laik bir yeni Cumhuriyetti.

***

29 Ekim’de yıldönümüydü, yürüyerek yad ettik, Cumhuriyetimiz bu iki devrimin halesinde ilerledi, 1908’de “Hürriyet”in ilanıyla ancak Meşrutiyet kurulabilmişti. İlkinde olduğu gibi devrimci güçler düzeni yıkmakla birlikte o düzenin üzerinde yükseldiği kurumları alaşağı etmeyi göze alamadı. Ölü bir kabuğa dönüşen hilafet ve saltanat hükmünü sürdürüyordu. “Hürriyet”in sağladığı iç barış çabuk bozuldu. Patlak veren iç savaş düzen güçlerinin kontrol alabileceği boyutları çoktan aşmıştı. Dünya Savaşı patlak verince Osmanlı iç savaşı da büyük bir dış savaşa dönüşmüş oldu. Bu çatışmaların yol açtığı yıkımdan artık sadece devrimci bir iktidar çıkabilirdi. Devrimle sarayın, sultanın, hilafetin alanından çıkıp yeni bir alanda bir araya gelerek “respublic” olduk. 1923’te kurulan Cumhuriyetin özeti budur.

Devrimin işleri bellidir: Saltanat ve hilafet kaldırıldı. Takvim değiştirildi, Cuma günü tatil günü olmaktan çıkarıldı. Medreseler kapatıldı, dini okullar Milli Eğitim’e devredildi. Tarikatlar, tekke ve zaviyeler, bunlarla birlikte şeriat mahkemeleri kapatıldı. Medeni kanun getirildi, kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı. Din ve vicdan özgürlüğü getirildi; egemenlik artık tanrıdan değil ulustan kaynaklanıyordu. Dinin günlük hayat üzerindeki etkisini kırmak üzere Latin elifbasına geçildi. Ordunun görevi bundan böyle saltanatı değil “Türk Ulusunu” korumaktı. Bir diktatörlüğü ancak başka bir diktatörlükle alaşağı edebilirsiniz. Esası Burjuva-Jakoben Devrimci Diktatörlüğüdür. Sultansız, saraysız, hilafetsiz, tekkesiz-tarikatsız ve tabii hacısız-hocasız bir düzen demektir. Kısaca Laik Cumhuriyet diyoruz.

***

Demek ki “laik cumhuriyet” devrimler çağının birleştirici ortak paydasıdır. Çünkü laik cumhuriyet yoksa, ortada bir halk da yoktur. “Halk” ise devrimci cumhuriyetin çıkış noktasıdır. Devrim, kulu insana, cemaati halka dönüştürme işidir. Bunun için mutlaka eski düzenlerden kalan bağlılıkları ortadan kaldırılmak, aklı ve vicdanı özgürleştirmek gerekir. Kilisenin, kralın, mülkiyetin, dinin, tanrının ve bunlardan esinlenen kutsal inançların devrimin hedefleri arasında olması rastlantı değildir özetle. 

Devrim cemaatlerden yeni bir halk yaratma işi ise, karşı devrim de halkı yeniden cemaate dönüştürme işidir. Karşı karşıya olduğumuz gericilik döneminin özeti de budur. 

Laik Cumhuriyet kan kaybetti çünkü onun yarattığı ve yaslandığı “halk” bölünüp parçalandı. Egemenliğini 1789’da yoksul alt sınıflarla omuz omuza savaşarak kuran Burjuvazi, 1848’de devrimci bayrağı elinden yere fırlattı. Haliyle halktan geriye sadece işçi sınıfı kaldı. “Halk”taki bu arınma, bizim devrimimizin niteliğini de ele veriyor. Devrimi sürdürmek için yeni bir yol aradık, halktan sınıfa ulaştık. Arındık…

Kasım 1917’de, bugün, Bolşevikler iktidarı almak ve yersiz burjuva diktatörlüğüne son vermek üzere geçici hükumetin karargâhı olan Kışlık Saraya saldırdı. Safralarından kurtulmuş, arınmış bir halk hareketinin zamanını çoktan doldurmuş bir diktatörlüğe karşı örgütlü, silahlı kalkışmasıdır. 1789’da başlayan devrimci bir dalganın son halkasıdır….  

***

Dindi rüzgâr… Halk paramparça, sınıf sessiz. Yeniden saraylar-saltanatlar yükseliyor Cumhuriyetin yıkıntıları üzerinde. Laiklik tepelendi; papazlar ordusu zafer nidalarıyla geçiyor terkedilmiş meydanlardan, hilafet istiyor biti kanlanmış tarikatlar. 
Dindi rüzgâr… Halk paramparça, sınıf sessiz. Fakat büyüyor açların gözbebekleri. Bu kahredici sessizlik olsa olsa yaklaşan fırtınanın habercisidir! 

Orhan Gökdemir / SOL

6 Kasım 2020 Cuma

Paraya iman edenler - Barış İnce / BİRGÜN

İnanç bireyin yaşama tutunma biçimi. Hepimizin inandığı şeyler var. İnancı başkalarıyla paylaşma isteği kadim bir dürtü. Dayatmak ise nereden bakarsan bak kötü. Çoğu zaman dışarıdan çok saçma görülebilecek şeylere inandığım oluyor. Bazı insanlara inanmak gibi! Toplum için bunun bir önemi yok, riski de yok.

Geçtiğimiz günlerde doğa bilimleriyle ilgilenen bir profesörün depremle ilgili görüşlerine yandaş bir gazeteden “Höst efendi, höst; deprem Allah’tan gelir” diye bir yorum geldi. 

İnancın kendi içinden bakıldığında normal görülebilir ama bu çıkışı durup dururken neden yaptı bu kişi? 

Bir doğa olayına dair alınacak önlemlerden bahsedilirken, iktidarın sesi olan bir gazeteden “höst” diye bir ses geliyorsa o ses “inandırıcı” olmak durumunda. Topluma bir şeyleri dayatan kişiler, toplumun aklına, mantığına, bilimsel gerçeklere ters düşemezler. Düşerlerse gerçekler peşlerinden gelir ve sorar.

Ey bin yüzlü kristaller. İnsan binlerce yıl önce ırmakların taşma zamanını fark etti de takvimler yarattı. Rüzgârı fırtınayı bildi de evler yarattı. Şimdi siz neden taşacak bir ırmağın dibine gidip oturmazsınız?

Şatafata yüz sürenler. Madem öyle son model arabalarınızla giderken neden emniyet kemeri takarsınız?

Ey paraya iman edenler. Büyükleriniz ve sizler neden salgından korunmak için maske takarsınız? Neden korumalarınız kimseyi yanınıza yaklaştırmaz da metrelerce uzaktan ahaliye bakarsınız? Mesafeli olmak gerek ya, bu bilgiye nereden ulaştınız? Eceliniz geldiyse yapacak ne var, cüzi iradenizi neden kullanırsınız?

Her şeyi hesaplayıp önlemlerinizi alırsınız, kendinizi ve ailenizi pek de güzel korursunuz. Tabii ki koruyacaksınız sizler de birer cansınız. İyi de iş halk çocuklarını depremden korumaya geldiğinde mi bir şeylerin altına saklanırsınız? Nasıl bir imandır ki bu, sadece kendi nimetlerinizi korumak için sığınırsınız?

Artık kimseyi kandıramazsınız. Ekonominizi bir nebze olsun çevirmek için inşaata ihtiyacınız var. O inşaatların satılabilmesi için ucuza mal edilmeye ihtiyacı var. Çarkınızı döndürmek için müteahhitlerden gelecek rüşvete ihtiyacınız var. Yurtdışındaki kasalarınızın dolmaya ihtiyacı var. Sorgulayacak insanların susmasına ihtiyacınız var. Varlığınızı olmayandan saklayacak bir körlüğe ihtiyacınız var.

Herkesin imanı var da sizinkiler çek defterlerinizdeki sayfalar bitesiye kadar.

Barış İnce / BİRGÜN


Kışlık Sarayı Alın! - Serdal Bahçe / SOL

 Kışlık Saray’ı almakla bitmedi iş. Ancak hikaye Kışlık Saray’ın alınmasıyla başladı. 


Jülyen takvime göre 25 Ekim, bizim kullandığımız takvime göre ise 7 Kasım 1917’de sabaha doğru başladı her şey. Kışlık Saray’a pek de uzak olmayan Smolni Enstitüsü’nde üstlenen Bolşevik Askeri Devrimci Komite eski takvimle 25 Ekim’in ilk saatlerinde harekete geçmeye karar verdi. Belki de harekete geçmeye zorunlu kaldı. Gerçi askeri bir ayaklanma kararı 10 Ekim’de verilmişti, ancak anlaşılan Kerensky ve Geçici Hükümet bundan haberdardı. Bir gün önce, yani 24 Ekim’de Geçici Hükümet’e bağlı güçler Bolşevik gazete bürolarını talan etmişti. 24 Ekim’de çatışmalar yerel bir düzeyde de olsa başlamıştı bile. 25 Ekim’de Bolşevik Devrimci Askeri Komite kendi kartını oynadı, silahlanmış askerler, denizciler ve işçiler Petrograd sokaklarına sökün eylediler. Aslında Kışlık Saray hariç diğer hedeflerde pek de direnişle karşılaşmadılar. Kışlık Saray’da Geçici Hükümet’e sadık az sayıdaki kuvvet en azından 26 Ekim’in ilk saatlerine kadar direndiler. Sonra teslim oldular. Bolşevikler, Kerensky hariç, Geçici Hükümet’in tüm üyelerini derdest ederek Peter ve Paul Kalesi’ne hapsettiler. Kerensky destek bulabilmek adına ABD elçiliğinden ödünç aldığı bir otomobille kayıplara karışmıştı. Sonra Pskov’a geçti ve bir grup Kazak ile Petrograd’a girmek istedi. Ancak olmadı, karşılaştığı ilk askeri garnizon ona ve yanındaki gruba ateş açıt. Gerisin geriye döndü. Devrim başlamıştı. Devrimci Askeri Komite 26 Ekim’de bir bildiriyle Geçici Hükümet’in devrildiğini ve iktidarın Petrograd Sovyeti’ne geçtiğini tüm dünyaya ilan etti. Önce kimse anlamlandıramadı. Bazıları geçici olduğunu düşündüler, koca imparatorluk bir ayaktakımına teslim olacak değildi ya. Bazıları ise uğraşmaya bile değmeyeceğini çünkü zaten kendi kendine yıkılacağını ilan etti. Ancak zaman geçtikçe ve Devrim derinleştikçe bunun bir ur olduğunu ve kökünden kesilip atılması gerektiğini düşünenlerin sayısı arttı. 

Bolşevik Devrimi aslında yukarıda anlatıldığı gibi ilk fitilini yaktığında çok büyük bir direnişle karşılaşmadı. İlk karşı-devrimci direnişler pek yetersizdiler, aşılmaları kolay oldu. Ancak asıl karşı-devrim atağı sonradan geldi. 

Büyük devrimler hakkında bir belirleme yapmalıyız. Fransız Devrimi ve Bolşevik Devrimi küçük birer kıvılcımla başladılar. Bastille’i işgal eden grup pek küçüktü. Kışlık Saraya saldıran Kızıl Muhafız müfrezesi Ana Rusya’nın koca rahminde küçük bir kandamlasından fazlası değildi. Neticede bu iki büyük devrim iki küçük kıvılcımla başladı. Küçük kıvılcımların önüne gelen her şeyi yakan birer ateş olmaları zaman aldı. 

Şimdi bir soru soralım? 

Devrimlerin devrimciliği ne kadar sürer? 

Yanlış anlaşılmasın; devrimler iktidarlarını sağlamlaştırdıktan sonra devrimciliklerinden arınırlar anlamına gelmiyor bu hınzır soru. Tam tersine devrimler kendi kurucu iktidarlarını sağlamlaştırmalarının ardından sahip oldukları programı olabildiğince hayata geçirmeye çalıştılar. Bu süreç devrimci iktidarın artık iyice yerleştiğini de gösterdi. Devrimi yapmak kadar onu yerleştirmek de önemlidir. Bizim sorduğumuz soru ise devrimin toplumsal ve siyasal mekanik işlevinin, yani devirme işlevinin ne zaman bittiğini araştırmaktadır. Gerçekten devrimler ne zaman devirmeyi bırakırlar ve ne zaman kurmaya başlarlar? Bu sorunun cevabına sonra gelelim. 

Daha yakıcı bir soru soralım. Tarihsel bir moment olarak devrim anı neyi anlatır? Örneğin otomatik bir süreç midir? 

Bir zamanlar Marksistler arasında bile hakim olan arkaik bir görüşe göre devrim otomatik bir süreçti, olgunlaştığında patlayacak bir dinamikti. Oysa tarih öyle olmadığını gösterdi. Örneğin Lenin’in Nisan 1917’de Petrograd’da Finlandiya Garı’nda kendisini karşılamaya gelen ve burjuva devriminin daha uzunca bir süre süreceğine inanan Bolşeviklere Geçici Hükümet’in devrilmesi gerektiğini ve iktidarın Sovyetlere aktarılması gerektiğini ilan etmesi onun bu sürecin otomatik bir süreç olmadığını anladığını göstermişti. Devrim tarihsel bir momentti ancak otomatik olarak devrimci iktidara yol açacak bir moment değildi. Siyasal ve toplumsal tüm bağlamların çözüldüğü, eski kurumların ve güç ilişkilerinin anlamsızlaştığı, eskiyi koruyacak tüm mekanizmaların işlevsizleştiği bir momentti. Ancak sürekli bir durum değildi. Diğer bir ifadeyle tarihin bir anında pek çok karmaşık ve ilişkili unsurun etkisiyle ortaya çıkan geçici bir durumdu. Tren gibiydi, istasyona girdiğinde yakalanmalıydı. Yakalanamazsa uzaklaşmasını seyrederken benliğinizi saran hüzünden başka bir şey kalmazdı elinizde. Devrimci momentte, her şeyin çözüldüğü bu anda siyasal ve toplumsal irade belki de tarihin diğer anlarında olmadığı kadar zincirlerinden ve belirlenimlerinden kurtulur ve son sözü söylemeye hazır hale gelirdi. İrade kadere karşı galip gelecek anı yakalardı. Lenin ise yürüyen, çelik gibi bir iradeydi. Devrimci momentin ne zaman ortaya çıktığını iyi anlamıştı, ve bu momentin feda edilmemesi gerektiğini de iyi biliyordu galiba. 

Bolşevik Merkez Komitesi’nin 10 Ekim’de aldığı ayaklanma kararı aslında oybirliğiyle alınmış bir karar değildi. Lenin kararın alınabilmesi için kendi partisinin merkez komitesinde çok çarpışmak durumunda kalmıştı. Ona karşı çıkan ekip Nisan Ayı’nda o Geçici Hükümet’in devrilmesi ve iktidarın Sovyetlere verilmesi gerektiğini ilan ettiğinde karşı çıkan ekipti büyük bir çoğunlukla. Bolşevik Partisi’nin büyük bir çoğunluğu bile Bolşevik Parti’nin iktidarı henüz alamayacak kadar küçük olduğuna ve Geçici Hükümetle bir süre daha birlikte yol alınması gerektiğine inanıyordu. Lenin hem dışarıyla hem de içeriyle mücadele etmek zorunda kalıyordu. Üstelik her defasında pek yalnızdı.

Yalnızdı çünkü devrimci momentin geldiğinin sanki bir tek o farkındaydı. Öncelikle Kornilov’un karşıdevrimci saldırısının savuşturulması sürecinde Geçici Hükümet’in ikiyüzlü ve ihanete varan tutumuna ve Menşevik ve Sosyalist Devrimcilerin yalpalamalarına tezat teşkil edecek bir şekilde Bolşevikler sağlam durmuşlardı. Kornilov’un hurucunu Bolşevikler boşa çıkarmıştı. Kitleler nezdinde Bolşeviklerin prestiji çok artmıştı. Ayrıca Geçici Hükümet İtilaf Güçlerine verdiği sözü tutmaya ve kitlelerin tüm barış isteklerine rağmen savaşı sürdürmeye çalışıyordu. Kitlelerdeki barış özlemine ihanet etmekteydi. Hatta Doğu Cephesi’nde sonu hüsranla bitecek yeni bir saldırı bile başlatmıştı. Ayrıca Sovyetlerle birlikte ikili iktidarı oluşturan Kurucu Meclis/Geçici Hükümet ikilisi Sovyetlerin hem barış hem de toprak isteklerini reddetmişti. Böylece Menşevikler, Sağ Sosyalist Devrimciler ve bilcümle burjuva partilerinin kitleler nezdindeki itibarları yok olmaya yüz tutmuştu. Keza Temmuz ayındaki şiddetli gösteriler ve ayaklanma girişimi de bunu kanıtlamıştı. Lenin anlıyordu, toprak Bolşeviklere doğru akıyordu. Üstelik askerler ve denizciler içinde giderek güçlenen Bolşevik komiteler devlet aygıtını parçalıyor ve devrimci momenti pekiştiriyordu. Kasırga geliyordu. 

Ancak Bolşevik Partisi’nin bile büyük bir bölümü kasırganın geldiğini hissedemiyordu. Halbuki burjuvazi iktidara geleli daha bir yıl bile olmamıştı. Şubat Devrimi pek büyük hayallere yol açmış, ancak akabinde burjuvazi bu hayalleri hemen biçmeye başlamıştı. Rus Burjuvazisinin devrimciliği pek kısa sürmüştü. Hoş zaten Şubat Devrimi’ni bile işçiler, askerler, köylüler yapmışlardı. Yapıp iktidarı burjuvazinin eline bırakmışlardı. Oysa burjuvazi tarihin gördüğü en dönek, en çıkarcı sınıftı. Kitlelere verilen sözler çabucak unutulmuştu. Böylece burjuva iktidarı da çaresiz bırakan karmakarışık bir dönem başlamıştı. Bir de Sovyet iktidarı vardı, yani ikili iktidar durumu vardı. Burjuvazi kendisine iktidarı teslim eden işçilerin, askerlerin ve köylülerin Sovyetlerine iktidarı teslim etmek istemiyordu, ancak onları yok etme gücüne de sahip değildi. Ortada bir pata pat durumu vardı. Öyle bir momentti ki hem devrime hem de karşı-devirme açıktı (nitekim Kornilov da bunu en az Lenin kadar anlamıştı galiba). Ortası yoktu, ya devrim galip gelecekti ve otokrasi, aristokrasi ve burjuvazi tarihin çöplüğüne atılacaktı. Ya da karşı devrim galip gelecekti ve işçiler, köylüler ve devrimci askerler 1907’dekinden daha koyu ve daha uzun bir karanlığa itileceklerdi. Lenin kavramıştı. Bu moment işte o moment idi. 

Dolayısıyla bu aslında bütünleşik bir devrimci dönemdi, Şubatta iktidarı burjuvaziye teslim eden işçiler ve köylüler şimdi devimi tamamlamak ve iktidarı almak durumundaydılar. Aksi takdirde tarihte pek çok örneği görülen yenilmiş ortakçı isyanlardan birini daha deneyimlemekle yetineceklerdi. Üstelik bu türden bir iç savaşta yenilenlere pek de merhamet gösterilemezdi. İktidarı almalıydılar ve tüm karşı devrimci sınıfları ve grupları sahip oldukları mevzilerden sökmeliydiler. Şimdi başta sorduğumuz sorunun cevabına geri dönebiliriz. Devrimin devirme işi devrimciler iktidara bir bütün olarak sahip olana kadar sürer. Bu nedenle Bolşevikler iktidarı aldıktan sonra Kurucu Meclis seçimlerine izin verdiler ancak seçim sonucunda ortaya çıkan mecliste hem onlar hem de Sol Sosyalist Devrimci ortakları azınlığa düşünce meclisi daha ilk oturumunda kapatmaktan çekinmediler. Sovyetleri Menşevik ve Sağ Sosyalist Devrimcilerden temizlediler. Orduyu çarcı subaylardan temizlediler. Devrimi bir bütün olarak tüm iktidar odaklarına sahip olana kadar sürdürdüler.

 

Kışlık Saray’ı almakla bitmedi iş. Ancak hikaye Kışlık Saray’ın alınmasıyla başladı.

Serdal Bahçe / SOL 

Şili halkı Pinochet Anayasası’nı reddetti - Korkut Boratav / SOL

 Uluslararası sınıf mücadelesinde “dünya solu”, geçmişte yitirdiği mevzilerden ikisini geri aldı.

Ekim 2020’de Latin Amerika’dan iki “iyi haber” geldi. Immanuel Wallerstein ile Samir Amin’in söylemlerinden ödünç alarak özetleyeyim: Uluslararası sınıf mücadelesinde “dünya solu”, geçmişte yitirdiği mevzilerden ikisini geri aldı.

    
İlk kazanımı Bolivya halkı gerçekleştirdi: Bir yıl önce faşist bir darbe ile iktidardan uzaklaştırılan Başkan Morales’in partisi MAS, 18 Ekim seçimlerini açık farkla kazandı ve iktidara döndü. Bu “iyi haber”i, evveliyatı ile birlikte 16 ve 23 Ekim tarihlerinde Sol Gazete’de okurlarıma aktarmıştım.

İkinci kazanım, Şili halkına aittir. Kırk yıl önce yitirilen bir mevzi geri alındı. Faşist Pinochet rejiminin 1980’de yürürlüğe soktuğu anayasanın iptali, 25 Ekim 2020 referandumu ile kararlaştırıldı. 
    
Bu ikinci kazanım, Şili halk sınıflarının on iki ay önce başlattığı yaygın bir kalkışma sayesinde gerçekleşti. O kalkışmanın ilk aşamalarını yine bu köşede “Dünya Kargaşa İçinde” başlıklı bir yazıda gözden geçirmiştim (8 Kasım 2019).  

Şili halkının yeniden kazandığı mevzi ne anlama geliyor? Gözden geçirelim. 

Pinochet darbesi ve anayasası

Sosyalist Allende’yi 1973’te deviren darbenin bilançosunu tekrarlamayacağım. Latin Amerika faşizminin sınırlarını zorlayan kanlı baskı rejimi 1990’a kadar sürdü; sermayenin sınırsız tahakkümünü de gerçekleştirdi. 

Bu tahakküm, bir boyutuyla yıkıcı, tahripkâr; diğer boyutuyla da “inşacı” oldu. Pinochet, ekonomiyi Friedman’ın öğrencilerine (“Chicago boys”a) teslim etti. Bu ekip, ülke ekonomisini bir “sosyal mühendislik projesi” içinde yeniden tasarladı; biçimlendirdi. Şili, bölüşüm ilişkilerinde siyasal iktidarı büyük ölçüde devre dışı bırakan adımları, Thatcher İngiltere’sinden erken attı. Kısacası Şili, “neoliberalizmin ilk laboratuvarı”dır. Örneğin emeklilik sisteminin özelleştirilmesinde, piyasalaşmasında çok sayıda ülkeye örnek oldu.  

Neoliberal model, Pinochet faşizminin ideologları tarafından yeni bir anayasaya taşındı. Hukukçu Fernando Atria’nın ifadesiyle (NACLA, 27 Ekim 2020) bu anayasa, “Pinochet sonrasında dahi serbest-piyasa politikalarını sürekli kılan; model değişimini önleyen bir mimarî içeriyordu.” Bir anlamda, sermayenin tahakkümünü kalıcı kılmak hedefleniyordu. 

Yeni anayasa, 1980’de ağır baskı koşullarında halkoyuna sunuldu; kabul edildi. Pinochet iktidarı 1989’da son buldu; ama anayasası yürürlükte kaldı. Sonraki yirmi yılın büyük bölümünde Şili’yi, Hristiyan Demokrat / Sosyalist partilere dayanan Concertation İttifakı yönetti. Pinochet Anayasası, neoliberal ekonomik modelin ana yapısını korudu. 

Concertation İttifakı, Şili’yi neoliberalizmle barışık kıldı. Sosyalist Michelle Bachelet’nin başkanlığı sırasında “piyasacı”, adaletsiz eğitim sisteminin bazı aşırılıkları frenlendi, o kadar… 

2020’ye gelindiğinde Şili, Latin Amerika ülkelerinde eşitsizlik dereceleri açısından zirvede; millî gelirde emek gelirlerinin payı açısından dipte yer almaktaydı. 

12 aylık bir mücadelenin bilançosu

Bugünkü başkan milyarder Sebastian Pinera, Concertation İttifakı’na sağdan muhalefet ederek, ödünsüz neoliberalizmin temsilcisi olarak siyasete girdi; 2010-2014’te Şili’yi yönetti. Sol siyasetteki bölünme, onu Mart 2019’da ikinci kez başkanlığa getirdi. 

Kalkışma, 7 Ekim 2019’da başkent Santiago’daki metro zammına karşı öğrencilerin protestoları ile başladı. Hızla diğer kentlere yayıldı; toplumsal bir patlamaya dönüştü. Korona salgınının frenlemesine rağmen kalkışma 12 ay boyunca dalgalar halinde sürdü.  

Başkan Pinera önce sert tepki gösterdi. Güvenlik güçleri (“carabineros”) Pinochet rejiminin yöntemlerini tekrarladı; ölçüsüz şiddet uyguladı; kan döktü. 12 aylık bilanço, 31 ölü, 11.000’i aşkın yaralı, gözaltına alınan 12.000 kişi, çok sayıda ağır işkence, cinsel taciz iddiası içeriyor (Open Democracy, 22 Ekim 2020).  

Neoliberalizmin farklı sonuçlarına tepkiler içinde meydanları işgal eden kitleler, giderek ortak bir hedefte birleşti: Yeni bir anayasa… Pinera, iktidarının tehlikeye sürüklendiğini fark etti; Pinochet Anayasası’nın iptal seçeneğini içeren bir referanduma razı oldu. 

Referandum ve sonuçları

Referandum şu soruları içeriyordu: (1) 1980 Anayasası iptal edilmeli mi? (2) İptal edilirse yeni anayasayı hazırlayacak Kurucu Meclis nasıl oluşmalı: (a) Üyelerin yarısı bugünkü parlamentodan, yarısı ayrı bir seçimle mi belirlenmeli? (b): Üyelerin tümü tek bir seçimle mi belirlenmeli? 

Sermaye çevreleri, iktidarı destekleyen sağcı partiler (IDI ve RN) ve faşist Partido Republicano gibi örgütler ilk soruda “hayır”; ikinci soruda ise (sağcıların ağırlığını artıracağı için) “a” seçeneğini savundu.

Referandum, Şili halk muhalefetinin ezici üstünlüğü ile sonuçlandı: katılanların yüzde 78/79’u hem Pinochet Anayasası’nın iptalini, hem de Kurucu Meclis’in tüm üyelerinin ayrı bir seçimle belirlenmesini yeğledi. 

Sonraki takvimi parlamento belirlemişti: Kurucu Meclis seçimi 11 Nisan 2021’de yapılacak; yeni anayasa 2022’nin ikinci yarısında bir halk oylamasına sunulacaktır. 

Şili halkı, böylece, 1973 sonrasında adım adım yitirdiği mevzileri, yarım yüzyıl sonra geri alma fırsatı kazandı. 

Mümkün mü? Nasıl? Ne kadarını? Bilemiyoruz; ama Ekim 2020 uluslararası sınıf mücadelesinde “dünya solu”na, Şili halkının bir armağanı olarak şimdiden tarihe geçmiştir.

Seçenekler; olasılıklar

Joshua Frens-String, “Pinochet’yi Gömerken” başlıklı yazısında, 2019-2020 Şili kalkışmasının anatomisini inceliyor; sonraki seçenekleri tartışıyor (NACLA, 27 Ekim 2020). Aktarıyorum:

“Şili, ‘lidersiz bir harekete’ tanık oluyordu: Ön saflarda eğitimin piyasalaşmış bir tüketim malı olmasına karşı olan öğrenciler; sonra özelleştirilmiş sigorta şirketlerinin dağıttığı aylıkları asgari ücretin altına düşmüş olan emekliler; feminist hareket; nüfusun yüzde 13’ünü oluşturan özgün (‘Mapuche’ vd.) halklar…”

Yazar, Şili’den tarihçi Mario Garces’in yorumunu da aktarıyor: “Şili, bugün, geleneksel siyasal partilerin dışlandığı; farklı siyasal eğilimleri içeren bir ‘toplum hareketi’ içinde reforma yöneliyor. Bu hareket, var olan siyasal yapılar içinde çalışarak radikal dönüşümü, giderek sosyalizmi hedefleyen Allende ve Halk Birliği’nin temsil etmiş olduğu ‘sınıfsal hareket’ten farklıdır.” 

Garces, 1970’teki Halk Birliği iktidarını, 19’ncu ve 20’nci yüzyılların sosyal mücadeleler tarihine damgasını vuran; programları, ideolojileri ile emekçi sınıfları temsil iddiasında olan örgütlerin, partilerin siyasal iktidara dönük hareketlerinin bir parçası olarak görüyor. Şili’deki hedefi, temsilî demokrasi içinde radikal dönüşümler yoluyla sosyalizme geçiş… 

Bu ifadeler, 2019-2020 Şili kalkışmasının “toplum hareketi” niteliği üzerinde bir eleştiri içeriyor. Allende’nin temsil ettiği sınıf tabanlı siyasal hareket başarılı oluyordu; o yüzden emperyalist bir darbeyle devrildi. Siyasal programların, partilerin dışında oluşan 2019-2020 Şili kalkışması ise 1980’deki Pinochet Anayasası ile kaybedilmiş bir mevziyi (şimdilik) geri almıştır. Ama bu “zafer” kalıcı olabilir mi? 

Şili’den bir siyaset bilimci (Juan Pablo Luna, NACLA, 3 Kasım), Garces’ten farklı düşünüyor: “Şili’de siyasal partiler midye kabukları gibidir. Kolektif projelerden, programlı, açık-seçik vizyonlardan yoksundur. Bu nedenlerle Kurucu Meclis’i siyasal partilerden arındırmaya çalışmalıyız.” 

Luna’nın suçladığı partilere, Allende’nin Sosyalist Partisi’nin, Pinochet faşizmine karşı mücadelenin öncülüğünü üstlenen Komünist Partisi’nin ve bunların 1990 sonrası türevlerinin girdiği anlaşılıyor. Bu suçlamayı hak ediyorlar mı? Bilmiyorum. 

Ama, güvendiği “toplum hareketi”nin bileşenleri, öğrenciler, feministler, emekliler, özgün halklar da, “neoliberalizme hayır!” sloganının ötesine giden; ülkenin geleceğini kucaklayan program[lar]dan yoksundur. Salt güncel tepkilerden, özlemlerden yeni bir anayasa üretilebilir mi? Bu çabayı üstlenecek örgütler olmadan? Sermaye ve burjuva ideologları, boşluğu dolduracak beceriye, maharete sahiptir.

Belki bu noktada, Ekim 2020’nin “dünya solu” için diğer iyi haberi hatırlatılmalıdır. Bolivya’da sosyalist bir parti, MAS, örgütlenmesini, programını, sınıfsal tabanını korudu; emperyalizm destekli faşist bir darbeyi yenilgiye uğratarak iktidara döndü.  

Şili Solu’nun, halkının önümüzdeki mücadelesine de ilham verebilse…

Korkut Boratav / SOL 

'Bayraklı bölgesi 1980'lerde sermayenin talepleriyle şekillendi' - SOL(Söyleşi)

Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi Zafer Mutluer ile deprem gibi doğal afetler sözkonusu olduğunda planlamanın nasıl bir önem taşıdığını konuştuk.


İzmir depreminin ardından İzmir'de yaşayan ve alanında uzman olan isimlerle yaptığımız söyleşilere devam ediyoruz. Dün depremin psikolojik etkileri üzerine Bilim ve Aydınlanma Akademisi üyesi psikiyatristler Doç. Dr. Tolga Binbay ve Uzm. Dr. Endam Köybaşı'yla bir söyleşi yapmıştık. Depremin psikolojik etkisi de yüksek oldu başlıklı söyleşiyi buradan tıklayarak okuyabilirsiniz.

Bugün de Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi Zafer Mutluer ile deprem gibi doğal afetler sözkonusu olduğunda planlamanın nasıl bir önem taşıdığını konuşacağız.

Mutluer depremde en çok zarar gören bölge olan Bayraklı'nın 1980'lerde yaşadığı dönüşüme ve bu dönüşümde sermayenin taleplerine dikkat çekti. Sermaye öncelikleri ve talepleri üzerinden yapılan planlamalar yerine toplum ve insan merkezli kent planlamasına geçilmesi gerektiğini söyleyen Mutluer'in sorularımıza verdiği yanıtlar şu şekilde:

Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi olarak yaptığınız açıklamada planlama çalışmalarında etüt ve analiz çalışmalarının önemine vurgu yapmıştınız. Deprem sonrasında Bayraklı ilçesinde ciddi oranda zarar gören bölgeninse planlı bir bölge olduğu biliniyor. Bölge planlanırken jeolojik etüdleri ve analizleri yok muydu, varsa yetersizlikleri mi bulunuyordu. Bölge zemin yapısı ve planlama ilişkisini kısaca değerlendirebilir misiniz ?

Depremde hasar alan bölge 80li yılların başında Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından onaylanan planlarla yapılaşmış bir yerleşim. Planlar yapılmadan ise jeolojik etüd yapılıp yapılmadığı konusunda kimi endişelerimiz var. Yapılmış olsa dahi bugünkü tekniklerle değil gözlemsel bir biçimde jeolojik etüdün yapıldığını tahmin ediyoruz. Bu konuda araştırmalarımız devam edecek. Ancak bölgenin zemin yapısının bu denli yoğun ve yüksek katlı bir yerleşime olanak sağlamadığı ise defalarca kez dile getiriliyordu. 

İzmir’in 80li yıllarda yoğun bir nüfus baskısı altında olduğunu biliyoruz. Bu dönem aynı zamanda sermayenin kentleştiği, bu nüfus baskısını kentlerde ranta dönüştürdüğü bir dönem. Depremde ciddi hasar alan bölge ise bu koşullar altında planlanan ve yapılaşan bir yerleşim. Bu koşullar altında bölgede 8, 10 ve 12 katlı binalar ortaya çıktı. Oysaki planlar aracılığı ile sermayenin bu yönelimi dizginlenmesi gerekirdi. 

Bugün depremin ardından bölgeye baktığımızda 3-4 katlı yapılarda dışarıdan hasarın olmadığı görülüyor. Bu yapılar da benzer yaşlarda ve hatta bazıları muhtemelen ruhsatsız yapılar. Dolayısıyla bu durum yüksek katlı yapıları sorgulatan bir tabloyu da açıkça ortaya koyuyor. Öte yandan son yıllarda İzmir’in yeni kent merkezi olarak belirlenen Bayraklı bölgesinde birçok gökdelen inşaa edildi. Depremde ortaya çıkan tablo bu kararların yanlış olduğunu, bu bölgeye bu yoğunlukta bir yerleşimin mümkün olmadığını acı bir şekilde göstermiş oldu.

Arsaların imar açılması, ilave kat hakkı gibi taleplerin fırsatçı sermaye için bir olanak olduğuna da belirttiniz. Depremin hemen ardından iktidar da ana muhalefet de kentsel dönüşüme işaret etti. Hatta bazı televizyon kanallarında uzmanlar tarafından kentsel dönüşüm için tek yolun daha fazla kat vererek herkesi memnun etmekten geçtiği belirtiliyor. Nasıl değerlendiriyorsunuz ?

Evet maalesef bir felaketi bile fırsata dönüştürmenin yolunu arayan bu açıklamalar kabul edilemez. Yıllardır yapılaşmış alanların dönüşümünün tek yolunun o alanda yoğunluğu, imar hakkını dolayısıyla rantı artırmaktan geçtiği savunuldu. Bu şekilde kentsel dönüşüm planları, imar planı revizyonları yapıldı. Sermaye kazanmadan yurttaşın veya vatandaşın kazanamayacağından bahsedildi. O kar hırsının nasıl da can aldığını yeniden açıkça görmüş olduk. 

İzmir’de son yıllarda bu şekilde planlar aracılığıyla yoğunluk artırıldı. Oysa ki İzmir’de toplam konut stoğu ne kadar bu bilgi açıkça ortaya konmamış durumda. Biz biliyoruz ki İzmir’de konut fazlası var. Bu noktada kimin ihtiyacı için konut üretildiği sorusu önem taşıyor. Sermayenin talepleri bu açıdan planları önemsiz hale getirmektedir.

Kimin ihtiyacı için konut üretiliyor demişken... Sosyal medyada güvenli diye aldıkları konutun ne kadar hasar aldığını video ile kayıt altına alan yurttaşlar olduğunu gördük. Kentte yaşam sürenlerin ihtiyacı güvenli bir konut... 

İzmir afet toplanma alanları konusunda ne durumda? Şimdi çeşitli yerlerde çadır bölgeleri oluşturuluyor ama yıkımın görece az olduğu düşünüldüğünde durum yeterli mi?

Yıkımın yaşandığı bölgenin Buca, Konak, Karabağlar gibi ilçelere göre yeşil alanlarının büyüklüğü ve fazla olması bir şanstı diyebiliriz. Dokunun sıkışık olduğu ve yoğunluğun fazla olduğu bu bölgeler de depremden etkilenseydi toplanma alanları bakımından çok çok daha kötü bir tablo ile karşılaşabilirdik. Örneğin Bayraklı ilçesindeki toplanma alanı olarak belirlenmiş alanların bazıları yüksek katlı yapı veya inşaatların bitişiğinde olduğundan yıkım riskine karşın şeritlerle kapatılmıştı ve kullanılmıyordu. Eğer İzmir’in diğer bölgeleri de depremden etkilenseydi toplanma alanlarının niteliğinden kaynaklı ciddi sorunlarla karşılaşılabilirdi.

Bayraklı’da ise şu an mevcut toplanma alanlarının nüfusa yeterli olduğunu söylemek mümkün. Ancak bu alanların hiç birinde afet toplanma alanı gereksinimlerini karşılayacak altyapı hazırlığı yoktu. Bu altyapı eksiklikleri hala tamamıyla çözülmüş değil. Elektrik, temiz su, tuvalet, banyo, çamaşır yıkama alanları bulunmayan toplanma alanları mevcut.

Şehir plancılığını sadece afet zamanlarında için değil de aslında bütün bir insan hayatı, toplum yaşamı üzerinden değerlendirilmeli sanıyoruz. Yani güvenli konutlarda yaşamakla, insanların yeşil alan ihtiyacı, düzenli ve sağlıklı toplu ulaşım ihtiyacı arasındaki mesafe çok uzun değil. Ne dersiniz bu konuda?

Kesinlikle. Zaten bir afeti en az hasar ile atlatmanın yolu da olağan zamanlarda gerçekten planlı bir kentten ve planlı bir toplumsal yaşamdan geçiyor. Oysaki olağan durumda da kentlerimiz pek sağlıklı değil. Planlama disiplini birçok meslek alanı ile ilişkili olduğu gibi aynı zamanda merkezi planlama ile ancak anlamlı olabilecek bir disiplin. Toplumsal yaşama ve kentlere toplumsal ihtiyaçlar değil, sermayenin çıkarları yön veriyor. Bu plansızlık içerisinde ise kentlerin sağlıklı bir şekilde planlanmasının pek olanağı bulunmuyor açıkçası. 

Hangi sektörlerde, hangi bölgelerde nüfusun ne kadarlık bir bölümünün çalışacağı, nerelerde yaşayacağı, farklı bölgelerdeki hareketlerin, ulaşımın ihtiyacının belirlenmesi ve karşılanması, bu kapsamda sosyalleşme alanlarının ne büyüklükte ve nerelerde olacağı doğrudan merkezi planlama ile ilişkili. Bugünkü kentlerdeki yetersizliklerin, eksikliklerin, dengesizliklerin ve eşitsizliklerin kaynağı burada yatıyor.  

SOL 




5 Kasım 2020 Perşembe

Liberal demokrasinin sonu mu? - Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

 ABD başkanlık seçimlerinde yaşananlar bizi başlıktaki soruya götürüyor. Liberal demokrasi, ABD liderliğinde Batı’da, siyaset, ekonomi seçkinlerine (Davos Man), üniversitelere, kültür endüstrisine (medya) göre Soğuk Savaş’tan sonra kapitalizmin ve teknolojinin giderek daha da bütünleştirdiği dünyada, insanlığın evriminin bu aşamasına en uygun yönetim modeliydi. “Tarihin sonu” da sınıf “sorununu” başarıyla çözmüştü.

Bu modeli egemen kılmak, küreselleşmedeki “çatlak”ları kapatmak, liberal demokrasinin lideri olarak ABD’ye düşüyordu. Bu görevin getirdiği “rejim değişikliği”“ulus inşa” projeleri ülkeleri yıktı, işgal etti, yüz binlerce insanı öldürdü, milyonlarcasını yerinden yurdundan etti; “çatlakları” kapatamadı.

Gerileme ve çöküş

Kapitalizmin “bütünleştirmekte olduğu” dünya, şimdi kapitalizmin basıncıyla yeniden parçalanıyor. Küresel kapitalizm yerini yine ulusal kapitalizmlere bırakmaya hazırlanıyor. Teknoloji, “hakikat sonrası”, “sahte haber” dünyasının doğuşunun ebeliğini yaparak kültür savaşlarını hızlandırarak liberal demokrasinin en temel dayanaklarını (ortak duyarlılıklar, ortak dil ve değerler üzerinde mutabakat) yıkıyor. Bilimsel-eleştirel düşünceye dayalı bir rasyonalizm yerini, dini hurafelere dayalı bir irrasyonalizme bırakıyor.

Liberal demokrasinin vatanı olan ülkelerde hükümetler, ölümcül bir sağlık krizini yönetemiyorlar. Obama ile “ırk sonrası” döneme geçtiği hayal edilen ABD, Trump döneminde, adeta yeni bir “Güney-Kuzey” savaşının eşiğine geldi. ABD ve İngiltere’de “Siyah Yaşamlar Önemlidir” hareketi, liberal demokrasinin, emperyalist ırkçı, köleci, soykırımcı, yüzünü bilinçlere çıkararak tarihsel meşruiyetini, “Batı”nın kültürel, ekonomik siyasi modelinin üstünlük iddialarını yıkıyor. Şimdi “Batı”nın, geçen yüzyılda bu zamanlarda, Oswald Sepengler’in (Der Untergang des AbendlandesBatı’nın Çöküşü- 1920) uygarlıkların yaşam evrelerindeki, “gerileme ve çöküş” olarak tanımladığı son aşamada olduğu söylenebilir.

Bu aşamada, insanlar salt “yaşam dünyalarının tehlikede olduğuna” inanıyor, dahası “bu dünya içindeki konumlarını da anlayamıyorlar”“Bilişsel harita” parçalandıkça insanların simgesel dünyasını, komplo teorileri, kurtarıcı Mesih imgeleri işgal ediyor. Böylece liberal demokrasi işlevsizleşiyor, yerini güçlü adamlara, kendini Sezar / Sultan olarak gören tiplere, aslında “bir kahramanı oynamaya çalışan opera tenorlarına” (Spengler) bırakıyor.

...Ve seçenekler daha karanlık

Liberal demokrasi çöküyor ama gündemdeki seçenekler, en az onun kadar karanlık. Bunların hiçbiri, bir süredir artık canavarlaşmaya başlamış kapitalizmin tetiklediği uygarlık krizine çare değil.

Başta Çin olmak üzere kimi Asya ülkelerinin pandemiyi denetim altına almada, ekonomilerini yeniden canlandırmadaki başarıları, liberal demokrasi çökerken “seçeneksiz değiliz” düşüncesini güçlendiriyor. Ancak bu seçeneklere yakından bakınca, karşımıza yalnızca tüm çelişkileri ve sorunlarıyla kapitalist ekonomiler değil, aynı zamanda yüksek teknolojilerin getirdiği olanaklardan yararlanarak halklarının günlük yaşamını, evlerinin içine kadar izleyen ve denetleyen, Çin ve Singapur gibi baskıcı, hatta “süreç olarak faşizmin” birçok özelliğini barındıran totaliter rejimler çıkıyor.

Liberal demokrasinin çöküşüne bir cevap, ırkçı milliyetçi nostaljilerle, bir başkası da “tekno-totaliter” kapitalist önerilerle geliyor. Kimileri de cevabı bir başka nostaljide, geçen yüzyılın çökmüş “seçeneklerinin” enkazlarında arıyor. Gerek dün gerekse de bugün alternatif olarak sunulan, aslında tarih olmuş örnekleri de artık eleştirel aklın süzgecinden geçirmek gerekiyor.

İşçi hareketi ve eleştirel entelijansiya, 19. yüzyılda liberal demokrasinin yetersizliklerine karşı “serbestliği” değil, özgürlüğü hedefleyen “toplumsal (sosyal) demokrasiyi” üretti. Bu “toplumsal demokrasi” daha sonra liberal demokrasiye teslim oldu, radikal tarihsel rolünü terk etti. Ben çözümün, bu ilk çıkış noktasındaki ilkelerden, bu ilkeleri günümüzün teknolojik ekolojik ve sınıfsal şekillenmelerine, en geniş adalet ve özgürlük taleplerine göre yeniden canlandırmaktan geçtiğini düşünüyorum.

Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

‘Yeni paraleller’ kuyruğundan yakalandı - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Yerin yedi kat altından salona çıkardık. Her arada eksi yedinci kata tekrar inerdik. Çünkü adına “saray” denen adalet merkezinin en dibinde hapishaneden getirilenlerin zindanları olur.

9 yıl önce ilk duruşmalardan biriydi. Biz yedi katlı yolculuğa yönelirken hâkimlerden biri jandarmaların arasındaki  Soner Yalçın’a seslendi. Samizdat kitabını uzatıp “İmzalar mısınız” dedi. Yalçın, “Yanlış anlaşılır” deyip reddetti. Ancak hepimiz şaşırmış, “böyle hâkimler de varmış” diye söylenmiştik. 

Hiç tanışmadığımız ama birlikte örgüt kurmakla suçlandığımız Hanefi Avcı’nın nasıl bir polis olduğunu o an anladık: “Öyle düşünmeyin, aksine Fethullahçı olmasaydı herkesin içinde bunu yapmaya cesaret edemezdi”. Sahiden de sona yaklaşırken Yalçın’ın tahliyesine tek itiraz eden Avcı’nın ilk şüphelendiği hâkimdi. FETÖ operasyonlarının ardından tutuklandı. Şimdi hangi cezaevinde bilmiyorum.

Filmlerde, dizilerde hırsız kovalayan, ceset inceleyen, mermi toplayan polisleri görürüz. Oysa cinayetler, hırsızlıklar, saldırılar düşünce ile çözülür. İyi polis, delilleri birbirine bağlayan boşluğu zekâsıyla dolduran kişidir.

Derdim polislik değil, önümde duran “uzman mütalaası”nın hikâyesini anlatmak. Altında Hanefi Avcı’nın imzası var. Konusu ise “devlet içinde iş tutan kimilerini ürküttüğü için” Sincan Cezaevi’nde tutuklu bulunan gazeteci Müyesser Yıldız.

FETÖ’nün mirasçıları

Hanefi Avcı, yıllarca Emniyet’in en tepesinde yer almış bir müdürken 2010 yılında kimsenin beklemediği bir iş yaptı. “Haliç’te Yaşayan Simonlar” adıyla bir kitap yazdı. Polisin içindeki FETÖ yapılanmasını deşifre etti. Ardından “kumpas fabrikası” onun için çalıştı. Muhafazakâr bir polis olduğu halde Devrimci Karargâh örgütüne üyelikten tutuklandı. TİKKO ve PKK propagandasıyla suçlandı. Bir de OdaTV davasında hapse atıldı. Yıllarca içerde kaldı. Ama sonunda haklı çıktı. Türkiye, “eski paralel devlet” ile hesaplaşma kararını verdi. Gelin görün ki yeni ellerin bazıları pek de temiz değildi.

Avcı ile Yıldız’ın 9 yıl önce aynı davada sanık olduğunu hatırlayınca, mütalaaya farklı bir gözle baktım.

Hanefi Avcı iki şey yapmıştı.

Birincisi; Müyesser Yıldız’ın bir astsubayla telefon konuşmalarının “devletin gizli bilgileri” olup olmadığı sorusuna yanıt aramıştı. Davanın esası tabii buydu. Avcı, tek tek görüşmeleri incelemiş, içeriğindeki bilgilerin konuşmalardan önce hangi gazete ve televizyonlarda yer aldığını bulmuştu. Anadolu Ajansı’ndan TRT’ye, Cumhurbaşkanı’nın açıklamalarından uluslararası ajanslara kadar birçok yerde yer alan bilgilerin, sırf Müyesser Yıldız’ı tutuklamak için dosyaya “devlet sırrı” olarak yazıldığını ortaya koymuştu. Elbette bu FETÖ mirasını yeni yöntemlerle sürdüren yargının alıştığımız bir pratiğiydi.

Ancak...

Hanefi Avcı, ikinci bir şey daha yapıyordu. Ne olduğunu anladığımda tüylerim diken diken oldu. “İşte yeni paralel devlet” dedim.

Avcı, yıllarca bir polis olarak yürüttüğü soruşturmalardaki tecrübeyle dosyayı incelemişti. Devlet içinde örgütlü bir grubun Yıldız’ı tutuklamak için tezgâh kurduğunu delilleriyle ortaya koymuştu.

Önceden sonucu biliyorlar

Şöyle anlatayım...

Erdal Baran isimli astsubay, gazeteci Müyesser Yıldız’ı telefonla “çok gizli bilgileri” vermekle suçlanıyor.

Peki, bu soruşturma nasıl başladı?

Dosyaya bakarsanız, adı “Durmuş Özkan” olan bir ihbarcı, 17 Ekim 2019’da Erdal Baran’ın gizli bilgileri sızdırdığını Ankara Savcılığı’na ihbar eden bir mektup yazdı. Nedense 17 gün bekleyip 4 Kasım 2019’da Ankara’da bir postaneden savcılığa gönderdi. Mektup 13 Kasım’da savcılık tarafından alındı. Orada da tam 16 gün işleme konmadan bekledi. Ve 29 Kasım’da soruşturma açıldı.

Peki, sonra ne olmalıydı?

Avcı diyor ki “Erdal Baran’ın İstanbul’da kışlada görevli olması, İstanbul’da ikamet etmesi, işlediği iddia edilen suçu İstanbul’da işlediğinin belirtilmesi” nedeniyle savcılığın soruşturmayı İstanbul’a göndermesi gerekirdi. Öyle olmadı. Avcı’ya göre soruşturmayı yürütenler “meselenin bir yerinden Ankara’ya bağlanacağını” başından biliyorlardı!

Devam edelim...

Avcı’ya göre 3 satırlık ihbar mektubunu gönderen kişinin ifadeye çağrılıp, ayrıntılı bilgiler alınması gerekiyordu. Öyle ya bir casusluk şebekesi belki de açığa çıkarılabilirdi. Avcı diyor ki “sanki ihbarcının uydurma olduğu biliniyor gibi” bu da yapılmadı.

Dahası...

Dünyanın en aptal casusları dahi sırlarını telefonda konuşmayacağı için astsubay hakkında fiziki takip kararı alınması gerekiyordu. Çok tuhaf! Savcılık buna da gerek duymamış, sadece telefon dinleme kararı almıştı.

Üstelik...

Avcı’nın ifadesiyle “casusluk suçlamasında şüphelilerin yakalanıncaya kadar takip, izleme ve dinlemesinin devam etmesi gerektiği halde” Yıldız ve Baran’ın telefon dinlemeleri gözaltına alınmadan 3 ay önce sonlandırılmıştı.

İşin ilginci, telefonda her konuyu konuşan Erdal Baran, başkalarına da Yıldız’a anlattıklarını söylediği halde, soruşturmanın neredeyse tek hedefi Müyesser Yıldız’dı. Bütün yazışmalar onun için yapılmış, bütün dosya onun üzerine kurulmuştu.

Yasadışı dinlemeler yeniden

Fakat daha da önemli bir detay var.

Avcı, soruşturmaya giren bazı unsurların yasal telefon dinleme tarihleri dışında elde edilen bilgilerden geldiğini yakalamış. Şu yorumu yapıyor: “Müyesser Yıldız’ın adli soruşturma öncesi telefonlarının sahte isimler veya İMEİ, İMSİ vb. sadece GSM sisteminin bildiği numaralar üzerinden dinlendiği ve delillerinin bulunacağı kanaatindeyim.”

Benim yorumum sanmayın. Avcı açık açık tabloyu da anlatıyor:

Asıl hedefin Müyesser Yıldız olduğu, adli soruşturma öncesi önce onun telefon ilişkileri incelenip, dinlenerek Erdal Baran ile ilişkilerinin içeriği belirlendiği, elde edilen bilgilerde Erdal Baran’da başlayan bir soruşturma yaratmak için suni bir ihbar yapıldığı, bu ihbar üzerine başlatılan soruşturmada önce Erdal Baran’ın dinlendiğinde, buradan Müyesser Yıldız’a ulaşılacağının baştan hesaplandığı...

Yeni paralel yapı

Hanefi Avcı, “yeni paralel devleti” işaret ediyor. Hedef aldığı kişinin telefonlarını yasadışı yöntemlerle dinleyen, tezgâh kurmak için sahte ihbar mektubu yazan, suni soruşturmalarla hedef kişiyi tutuklatan yapının failleri bugün farklı olabilir. Ama hem yöntemleri hem araçları 9 yıl öncenin neredeyse aynısı.

Pazartesi Müyesser Yıldız için yaratılmış davanın duruşması var.

İyimserlik, aptallık değildir. Yıldız’ı elinde tutan “yeni paralel yapı” Yıldız’a yıllarca hapis cezası verebilir. Hatta ben dahil başka yurttaşlara da tezgâh kurmaya devam edebilir.

Ancak unutmayın; FETÖ, kurduğu kumpaslar sayesinde görünür olmuştu. Kendine en güvendiği anda attığı adımların pervasızlığı, kanıtlanabilirliğini sağladı.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

4 Kasım 2020 Çarşamba

İçimizdeki deprem - Kaan Sezyum / BİRGÜN

Utanç içinde günler yaşıyoruz. Tabii utancı yaşayanlar utanma duyguları olanlar. Utanmayanlar, ülke gerçeklerinden yakından uzaktan haberleri olmayanlar, vicdan yoksunları, vatanını milletini, toprağını satanlar, halkını her geçen gün daha da fakir hale getirenler haliyle.



Bir sorunumuz varsa kafamıza atılan çayı alıyoruz, pansuman yapıyoruz. Ne çaymış arkadaş, her türlü sıkıntıda çay basabiliyoruz. Adeta günümüz demokrasisinin, ekonomisinin morfini gibi. Sıkıntı mı var, seri çay çek kardeşim!

Derdiniz mi var, istediğiniz, istemediğiniz bir şeyler mi var, alın çay, tıpa yapar takarsınız, sıkıntılarınız azalır.

Mesela enkaz üzerinde kurtarma ekiplerinden telefonu alıp, başkasına da kendisini videoya çektiren şovmen vasıf yoksunu düşüncesiz bakanlarla mı dertlisiniz? Alın ya çay için… Enkaz altına da mı kaldınız? Al kardeşim çayı, güzelce ölüver enkazının altında… Vallahi de inanılır gibi değil.

Çay sat onurlu yaşa vatandaş. 200 gram denilen 180 gramlık çay iyi gelir. Maaşın mı yok? Al cebine çay koy. Yeni demledim sıcak sıcak… Hani bir faydası da yok. Sadece tein var içinde, biraz uykuyu alır. Doyurmaz da bu çay. Ha göz çevresinde derdin sıkıntın varsa, evdeki sokaktaki kedilerin köpeklerin gözlerindeki akmalara filan da iyi geliyor aslında. Biraz çay demleyin, bir pamukla gözlere uygulayın. İşte çay mucizesi…

Bu yazıya başladığım saatteki döviz kuruyla, yazının sonundaki birbirini tutmuyor. Çünkü ekonomimiz çokomelli… Dünyanın en vasıfsız para birimlerinden birine çok hızlı geldik. Sorumlusu kim? Yok, çokomel şov. Çokomeli bu sefer üzerimize başımıza döktü döviz kuru, bildiğin bizimle fantezi geçiyor döviz… Malum kur… Zaten o kurun da ne biçim bir şey olduğu belli.

Asgari ücretle dolar alınsa, yani çokomel bakanının “Dövizle mi maaş alıyorsunuz?” dediği gibi takılsak. Yılın başında 2324 Lira olan asgari ücret bugün itibariyle 3333 Lira olacaktı. Nasıl olsa çokomel üzerimize sürüldü artık. Zevk çayı içeriz artık fantaziden sonra…

Daha iki gün önce ekonomi için kurtuluş savaşındayız diyordu çokomel başkan. Şimdi ise pırıl pırıl yeni bir döneme girdiğimizi söylüyor. Bakan terli, bakanın gözler çıp çıp… Bakanın karşısında sadece yağdanlıklar online olabiliyor. Birlikte Eti Puf, Çokomel muhabbeti yapılıyor.

Ben diyorum ki artık hazine ve maliyenin başına bir de Eti Puf’u geçirelim. Nasıl olsa bunun kadar kötü olamaz. Hiçbir şey yapmamak bile daha iyi arkadaş. Her gün farklı palavralarla vatandaşı kandırmaz en azından Eti Puf. Eti Puf, sessizliğiyle bile daha erdemlidir yemin ederim. Eti Puf yalan söylemek istese bile söyleyemeyeceğinden daha ahlaklıdır çünkü.

Sanki farkında değilsiniz, ülke ortadan çatladı, battık, açız… Belki size abartılı gelebilir ama stepne lastiğiniz bile vatandaş açlıktan çıldırmasın diye garibanlara ekmek dağıtıyor… Çünkü ekmek karın doyurmuyor, yalanlarınıza da karnımız tok.

Her şeyden haberiniz var, hiç kafanızı kuma gömmeyin.

Kaan Sezyum / BİRGÜN

Macron ve Erdoğan’ın can simidi: Din ve milliyetçilik - Dr. Mine Yıldız - Vrije Universiteit Brussel (VUB) / BİRGÜN

 

Ülkelerinin toplumsal ve ekonomik krizlerle çalkalandığı dönemde liderlerin ihtiyacı ulusal, dini hassasiyet ve aidiyetleri devreye sokmak. Erdoğan ile Macron’un amacı da niyeti de ortak: Dikkati ekonomiden başka yöne çevirmek.

Türkiye’de 1937 yılında yapılan bir değişiklikle laiklik ilkesi 1924 Anayasası'nda anayasal bir hüküm haline gelmiş, sonrasında 1961 ve 1982 anayasalarında da laiklik ilkesi korunmuştur. Anayasa’da cumhuriyetin laik niteliğine atıfta bulunulmakta ve “laik cumhuriyetin”, Türkiye’nin önemli unsurlarından biri olduğunun altı çizilmektedir. Laiklik ilkesinin bir gereği olarak din duygularının, devlet işlerine ve politikaya karıştırılması yasaklanmıştır ancak din ve tarikatlar her daim politikayla iç içe olmuştur.

Gel gelelim Fransa'ya. 9 Aralık 1905 tarihinde Katolik Kilisesi laiklik ilkesinin kabul edilmesiyle büyük darbe almış ve kiliseye yönelik maddi yardımlar kesilmiştir. Kabul edilen laiklik yasası, devletin dinler karşısında tarafsızlığını öngörmektedir.

Fransa'ya 1. Dünya Savaşı öncesi başlayan göç, 1945’e kadar devam etti. Savaş dönemi boyunca Fransa, Cezayir, Tunus Fas gibi ülkelerden asker aldı. Savaş öncesi gelen yabancılar kalifiye olmayan işçi konumunda idiler. Bu işgücü ülkenin yeniden imar edilmesi ve işgücü açığını kapatmak için Cezayirliler ve İtalyanlar göçmen olarak çağrıldı. Göç dalgası 1945 sonrasında da devam etmiştir. Faslıların (Marocaines) göçü ise 1960’ların ortasında hızlanmıştır.
Zamanla Magripliler, Afrikalılar, Türkler, Komorlular gibi Müslüman toplumların çeşitliliği arttı. 1970’li yılların Müslüman ülkelerden gelen işçiler ülkelerine geri dönecek göçmenler olarak görülüyordu ancak zamanla kalıcı hale geldiler. Müslüman toplulukların talepleriyle ibadethaneler, helal kesim yerleri ve mezarlıklarda Müslüman mezarlığı bölümleri oluşturuldu. Böylece Müslüman toplumun varlığı ve kalıcılığı daha görünür ve belirgin hale geldi.

ENTEGRASYON, LAİKLİK VE YASAKLANAN DİNİ SEMBOLLER

Türkiye Dışişleri Bakanlığı verilerine göre Fransa’da 360 bini aşkın çifte vatandaş olmak üzere 700 bini aşkın Türkiyeli nüfus yaşıyor. Bugün Fransa Mağripli (Fas, Tunus, Cezayir) Sünni ve aile birleşimine dayalı bir Müslüman kitleye sahiptir. 1960-1970’li yıllarda göçmenler "farklılık" düşüncesiyle kültürlerini, geleneklerini, dillerini yaşatmaya teşvik edilirken, 1980’lerin hakim söylemi ise "entegrasyon" olmaya başladı. Fransa bugün Avrupa’nın en fazla Müslüman nüfusuna ev sahipliği yapan ülkesi.

Avrupa'da IŞİD’e en çok katılım Fransa'dan. Gettolara sıkışmış, sisteme entegre olamamış toplumların içinde büyüyen gençlerin intihar bombacısı olmaları ne yazık ki ortada çok önemli bir sorun olduğunu gösteriyor. 2005 yılında Paris banliyölerinde ortaya çıkan ve sonra Fransa'nın diğer kentlerine yayılan, Belçika, Hollanda ve Almanya'ya kadar sıçrayan şiddet eylemleri göçmen kitlenin entegrasyon problemini yeniden gündeme getirmişti.

Fransa'da 2004’te çıkarılan yasayla kamu okullarında dini sembollerin görünür olması (başörtüsü, Yahudilerin kippaları gibi), 2011’de burka kamusal alanda yasaklandı. Fransa'da devletin cemaatleri kontrol altına alamadığı, ülkedeki imamların dörtte üçünün Fransa vatandaşı olmadığı, üçte birinin Fransızca bile bilmediği ifade ediliyor.

EMMANUEL MACRON'UN “FRANSA İSLAMI” MODELİ

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, ülkede "İslamcı ayrılıkçılık" ile mücadele etmek üzere hazırladıkları yeni yasayı geçtiğimiz günlerde açıkladı. "Laiklik ve özgürlükler" yasası, 9 Aralık'ta hükümetin gündemine gelecek. Yasa ile okul kantinlerinde helal yemek, havuzlarda kızlara ve erkeklere ayrı saat uygulaması, ülke dışından finansal olarak desteklenen dernekler, ülkedeki yabancı imamlar gibi polemik yaratan pek çok konu ve tartışmaya somut yasal öneriler getiriliyor. Macron bu yasa ile "Cumhuriyet'e inanan samimi Müslümanlar’ı hedef almadıklarını, Cumhuriyet yasalarına karşı siyasal İslamcı akımlara karşı, 'Cumhuriyetçi bir uyanış' gerçekleştirmeyi hedeflediklerini" söylüyor.

Yasanın üç temel ayağı var: Kamu kurumları, okullar ve dernekler ile yabancı finansal kaynakların denetimi. Böylece tarikat benzeri yapılanmaların yasaya aykırı eylemleri cezalandırılabilecek.

Bazı okul kantinlerdeki "helal et", havuzlarda kadınlara ayrı saatler düzenleme talepleri karşısında “şok olduğunu” belirten Macron, yerel yöneticilerin bu tür talepler karşısında zorluk çektiğini, laiklik karşıtı bu tür taleplerin uygulanması ya da iptali kararını valilerin vereceğini, cami dernekleri aracılığıyla radikal İslam'ın Fransa'da yayıldığını, bu kuruluşların daha sert bir denetim ve yaptırımla karşılaşacağını dile getiriyor.

Elbette pek çok neden var. Bu gerilim, Doğu Akdeniz ve Libya konuları üzerinden zaten alevlenmiş durumdaydı. Mağrip bölgesiyle geçmişten bugüne tarihsel bağı olan Fransa, bölgedeki varlığını sürdürmeye devam etmek istiyor. Ancak diğer taraftan Türkiye de bölgedeki etkinliğini artırmaya çalışıyor. Bu gerilim geçtiğimiz günlerde öğrencilerine sınıfta ifade özgürlüğünden bahsederken, Muhammed Peygamber'in (Charli Hebdo dergisi tarafından çizilen) karikatürlerini gösteren öğretmen Samuel Paty'nin öldürülmesi, İslam dini ve siyasal İslam tartışmaları üzerinden özellikle tırmandırıldı. Saldırganın Moskova doğumlu bir Çeçen olduğu basına yansıdı.

Macron, Paty'nin öldürülmesi için "İslamcı bir terör saldırısı" dedi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan: "Bu Macron denilen zatın Müslümanlarla derdi nedir? Zihinsel noktada bir tedaviye ihtiyacı var” diyerek yanıtladı.
Macron devam etti: "Saldırıya uğrayan, açıkça Fransa'dır."

Birkaç gün önce de Nice kentinde Notre Dame Kilisesi yakınlarında üç kişi hayatını kaybetti. Saldırganın 18 yaşında bir Tunuslu olduğu açıklandı. Fransa’nın bir diğer şehri olan Avignon’da bıçakla insanları tehdit eden bir saldırganın etkisiz hale getirildiği medyadan duyuruldu. Bunun üzerine merkez sağ Cumhuriyetçiler Partisi (LR) Milletvekili Blin, ulusal mecliste yaptığı konuşmasında siyasal İslam’a karşı Yahudi-Hristiyan medeniyetinin savunulması gerektiğini söyledi.

HER İKİ SİYASİ LİDER DE ÜLKELERİNDE ZOR DURUMDA

2016 yılında, Macron’un ekonomi bakanı olduğu Valls hükümetinde çıkarılan çalışma yasası ve işçi sınıfının buna tepkisini hatırlayalım. Fransız burjuvazisine, sermaye sınıfına hizmet eden çalışma yasası, işçi sınıfının haklarına büyük saldırı paketi içermekteydi: Çalışma sürelerinin uzaması, mesai ücretleri, toplu iş sözleşmeleri, işten çıkarma gerekçeler sermaye sınıfına hizmet ediyordu. Macron'un ekonomi politikalarını protesto eden Sarı Yelekliler’i hatırlayın. 2008 krizinden bu yana kemer sıkma politikalarıyla, emekçi sınıf ve yoksullar için daha zor hale gelen yaşam koşullarını. Covid-19 salgını öncesi, sarı yeleklilerin protestoları, emeklilik reformu ve polis şiddetine karşı eylemlerin yapıldığı ülkede, Macron İslam karşıtlığının prim yaptığı sağcı seçmenin oylarına da ihtiyaç duyuyor.

Ülkesindeki siyasi ve ekonomik krizleri çözemeyen Macron 2020 Haziran’ındaki yerel seçimlerde büyük şehirleri kaybetti ve 2022’de düzenlenecek cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde büyük yara aldı. Sandığa gitmeyenlerin oranının yüzde 60 ile rekor seviyeye çıktığı seçimde Macron’un partisi LREM sadece 3 belediye kazanabildi. Paris, Marsilya ve Lyon’da kaybetti. Ülkesini Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapılacağı 2022 yılına kadar nasıl yöneteceği tartışma konusu haline geldi. Cumhurbaşkanı seçildiği 2017 yılında halkın yüzde 66.6'sının oyunu alan Macron rekor bir düşüşle yüzde 35’lere kadar geriledi. Sol Birlik ve Yeşillerin karşısında hezimete uğrayan Macron’un, halk nezdindeki güvenirliği her geçen gün azaldı.

MACRON VE ERDOĞAN'IN ORTAK NOKTALARI: KAYBEDİYORLAR

Erdoğan ile Macron’un ortak noktalarından bir tanesi bu. Erdoğan ve partisi Türkiye'de yapılan son yerel seçimlerde büyük şehirleri kaybetti. Özellikle 23 Haziran’da yenilenen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı Seçimleri’ni Millet İttifakı adayı Ekrem İmamoğlu’nun kazanması bir dönüm noktası idi, böylece Erdoğan, siyasi kariyerinin en büyük mağlubiyetini almış oldu. İstanbul seçimleri Erdoğan’ın artık yenilmez olmadığını gösterdi. Üstelik muhalefetin zayıf kaldığı, sistematik olarak özgürlüklerin sınırlandırıldığı, kuvvetler ayrılığı ilkesinin hiçe sayıldığı, on binlerce insanın cezaevlerinde tutulduğu bir dönemde İstanbul yenilgisi, Türkiye'nin ekonomik sıkıntılar çektiği geçen yılın ortalarından bu yana Erdoğan ve partisine verilen halk desteğinin nasıl istikrarlı bir biçimde azaldığına dikkat çekti. İşsizliğin ve enflasyonun rekor seviyelere ulaştığı Türkiye’de iktidar partisi çözümü Ayasofya’nın ibadete açılmasında buldu.

Kimi kamuoyu anketlerine göre Ayasofya’nın ibadete açılması Erdoğan’a yüzde 0.2 oranında oy kazandırmış görünüyor. Kimi anketler ise seçmenin oy verme davranışına Erdoğan lehine olumlu bir etkisi olmadığı sonucuna ulaşıyor. Maalesef muhalefetin de Ayasofya kararını açıktan ya da sessizce onaylaması, laik (!) Türkiye’de dinin siyaseten ne kadar elverişli bir araç olduğunu bizlere hatırlatmış oldu. Ekonomik tablo ve seçmen tabanındaki kayış tehlike çanlarının çaldığını işaret ediyor. Oyları gittikçe düşen Erdoğan, bu kararıyla sadece kendi seçmenine değil aynı zamanda Ayasofya konusundaki geçmişten süregelen Erbakan yaklaşımına ve Saadet Partisi’nin seçmenine de bir mesaj göndermiş oldu.

Ülkelerinin toplumsal ve ekonomik krizlerle çalkalandığı dönemde liderlerin ihtiyacı ulusal, dini hassasiyet ve aidiyetleri devreye sokmak. Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Macron’un amacı da niyeti de ortak: Dikkati ekonomiden başka yöne çevirmek.

Son söz olarak; Siyasal İslamcı örgütler sadece Ortadoğu’nun bazı siyasi aktörleri, kendi iktidarları üzerinden hesaplaşmaları ve din-mezhep çatışmaları üzerinden beslenmekle kalmıyor, bölgede hiç bitmeyen çatışmalar küresel silah kartelleri ve savaş çığırtkanları tarafından besleniyor. Bunun için Ortadoğu’da süre giden etnik, dini, mezhep temelli çatışma ve savaşlarda kullanılan silahların hangi ülke menşeili olduklarına bakmak yeterli olsa gerek.

Dr. Mine Yıldız - Vrije Universiteit Brussel (VUB) / BİRGÜN