Galiba son tahlilde şu sonuca ulaşıyoruz: Evveliyatı ile birlikte kırk yıla ulaşan neoliberalizmden kopmak için, sermayenin tahakkümüne son veren bir devrimci adım gereklidir.
“Faşizm sonrası seçenekler” gündemdedir. Siyasal alternatifleri geçen hafta bu köşede tartıştım (Sol Haber, 25 Haziran). Ekonomik seçenekler ise tamamen farklı güçlükler içeriyor.
Bugünkü iktisat sorunlarının kaynağında son kırk yılı belirleyen neoliberalizm yer alıyor. Ekonomide yol ayrımı neoliberalizm ile hesaplaşmayı da gerektirecektir. Ama nasıl? Kapsamı?
Sol çevrelerde bu tartışma kolay değildir. Bugün bir başlangıç yapalım.
Neoliberalizmle hesaplaşmanın güçlükleri
Neolberalizm Türkiye’ye kırk yıl önce 12 Eylül rejimi ile geldi. Zamanla değişime uğradı. Bugünkü neoliberal model ise 2001 krizi öncesinde bir IMF programı içinde Ecevit hükümetince başlatıldı. AKP tarafından tümüyle benimsendi; uzun süre revizyonsuz uygulandı.
Son dört yıldan beri Saray’ın siyasal öncelikleri ile bu modelin bazı kuralları zaman zaman çatışmaktadır; ama genel çerçeve korunarak…
İktisat politikalarında yirmi yıl uzun bir dönemdir. Neoliberalizm, sermayenin tahakkümü anlamına gelir. Türkiye’de “baskı” (12 Eylül darbesi) ile başlamış; giderek “rıza”ya da dayanmıştır.
Neoliberalizm zamanla insanlarımızın hayat tarzlarına da yerleşmiştir. Geçiş döneminin yarattığı şoklar, bölüşüm kayıpları geçmişte kalmış; pek çoğu unutulmuştur. Aynı modelin “verdikleri” de vardır. Sermaye tahakkümünün net bilançosunu bugünün sıradan emekçileri çıkaramaz. “Geçmiş kayıpları telafi etme çabaları” ve köktenci değişimler, sermaye çevrelerinin dışına da taşabilen tedirginliklere yol açabilir.
Bugünün ortamından hareket ederek örnekler verelim.
İki Temel sorun: Dış bağımlılık ve durgunlaşma…
Dış bağımlılık ve durgunlaşma… İçinde yaşadığımız, birbiriyle bağlantılı iki temel sorun… Ekonomik bağımlılık uzun geçmişe dayanır; neoliberal yıllarda ağırlaşmıştır. Durgunlaşma ise acil sorundur. Son yılların yarı-faşizm rejimi, Türkiye’yi durgunlaşmaya ve ağır bir toplumsal bunalıma sürükledi. Bunalım, yaygın ve yoğun işsizlik; mutlak yoksullaşma içinde yaşanıyor.
İktisat çevrelerinde yaygın bir tespite göre, bugünkü işsizlik oranlarının aşağı çekilmesi için en azından yüzde 5’lik bir büyüme temposunun yerleşmesi, sürdürülmesi gerekiyor. Ekonominin hızlı büyüdüğü son yılı (2017’yi) izleyen üç yıl Türkiye’nin yıllık büyüme ortalaması %1,8’dir; faal nüfustaki artış oranında... İstihdam düşerken işgücü piyasasına giren gençler işsiz kalmıştır. Onların geleceği, ülkenin geleceğidir.
Dahası, bu yıllarda Türkiye ekonomisinin büyüme potansiyeli de aşağı çekilmiştir. IMF, Türkiye ekonomisi için orta dönemde potansiyel büyüme hızını yüzde 3,3 olarak tahmin ediyor. IMF veri tabanı, son dört yıl gerçekleşen büyüme verilerine sonraki beş yılın öngörülerini ekliyor; buna göre Türkiye ekonomisi 2018-2026’da bu büyüme potansiyelinin dahi altında (%3,2’lik) bir tempoyla büyüyecektir. Bugünkü toplumsal bunalımın kalıcılaşması anlamına gelen bir durgunlaşma…
2017’den itibaren ekonomi yönetimi, iç talebi aşırı pompaladıkça, enflasyon ve cari işlem açıkları tırmanmış; dış kaynak akımları durmuş; ekonomi döviz krizlerine savrularak “hizaya gelmiş”; durgunlaşmıştır. Büyüme temposunu yabancı sermaye girişlerine bağımlı kılan yapısal arıza, durgunlaşma ile bütünleşmiştir.
Durgunlaşma olgusu yenidir. Uluslararası sermaye hareketlerinin canlı olduğu on yılı aşkın bir dönemde, yüksek tempolu dış kaynak girişleri ekonomiyi canlandırdı; dövizi ucuzlattı; ekonomik dinamizmin sürükleyicisi olan sanayi sektörünün rekabet gücünü eritti; ithalata bağımlı kıldı. Sözünü ettiğim yapısal arıza böylece oluştu. Sonraki dönemde ekonominin büyüme potansiyelini aşağı çeken etkenlerden biri de budur.
Bu bilanço, Türkiye’nin faşizm sonrasında çözmesi gereken iki temel sorunun birbiriyle bağlantılı olduğunu ortaya koyuyor. Ekonomi dinamizmini yitirmiştir. Büyüme potansiyelini zorlama girişimleri, sürdürülemez dış açıklar, kriz ortamları yaratmakta; durgunlaşan ekonominin dış bağımlılığı kalıcı olmaktadır.
Dış bağımlılığı ve durgunlaşmayı çözüm yöntemleri, yirmi yıllık neoliberal dönemin mirası olan direnmelerle karşılaşacaktır. Egemen sınıflar, ayrıcalıklı sermaye çevreleri elbette önlemeye çalışacaktır. Ama, halk sınıflarından da kaynaklanabilecek gerilimler söz konusu olabilir. Örnekler vereyim.
Dış bağımlılığın aşılması…
Son yıllarda tekrarlanan döviz krizleri, dış bağımlılığın en azından hafifletilmesini acilleştirmiştir.
Neoliberalizmin dayanaklarından biri sermaye hareketlerinin serbestliğidir; bağımlılık olgusunun da önde gelen bir kaynağıdır. Tedavi, bu teşhisten hareket eder. Çözümün ilk adımı üzerinde fikir birliği var: Sermaye hareketlerinin denetimi, frenlenmesi…
Sermaye hareketlerinde denetimin etkili olabilmesi için, hane halklarının döviz mevduat hesapları, vergileme içermeyen döviz kurları ve enflasyon-bağlantılı faiz oranları ile TL’ye dönüştürülmelidir. Aksi halde sızıntılar engellenemez; denetim çaresiz kalır.
Ne var ki, bu adımın Türkiye toplumunun “orta sınıflar” olarak betimleyebileceğimiz kalabalık, etkili katmanlarında yaratabileceği tedirginliği düşünebiliyor musunuz?
Döviz mevduatı rantiyeler için bir yatırım aracıdır. Aynı zamanda çok sayıda insanımızın ülke içinde ve dışındaki geçmiş emeklerinin güvenceli birikimidir. Çoğunluğu nitelikli, beyaz yakalı emekçiler, profesyonel meslek sahipleri, emekliler… Anti faşist bir mücadelenin olası veya fiilî müttefikleri… Ve belki de ekonomik bağımsızlık önceliğine karşı bir muhalefet bloku…
Ekonomik durgunlaşmanın aşılması
Ekonomik durgunlaşmaya son verecek politikalar da, farklı katmanların tepkilerini tetikleyebilecektir.
Büyüme potansiyelini bir yüksek eşiğe taşımak için sermaye birikim oranı, kamu sektörü önceliğinde yukarı çekilmelidir. Âtıl emek rezervlerini harekete geçirecek boyutta bir yatırım temposu, ekonominin dinamizmini ve dış dengeyi hedefleyen doğrultuda planlanmalıdır.
Gelir düzeylerini artıracak; ancak tüketimin millî gelirdeki payını aşağı çekecek kritik bir adım…
Ne var ki, yirmi küsur yıllık neoliberalizmin Türkiye toplumuna ve emekçi sınıflarına bu alanda sunduğu bir “armağan” da vardır. Bu insanlarımızın tüketimi, gelir düzeylerini aşabilmiştir. Bu önemli dönüşümün dökümünü yaptık1.
Neoliberalizmin 21’nci yüzyıl Türkiyesi’ndeki coşkulu dönemini (ilk on beş yılını), önceki beş yıl ile karşılaştırdık. Bulgular ilginçtir:
- Kişi başına (ortalama) işçi ücretleri ve çiftçi gelirleri, kişi başına GSYH’daki artışın gerisinde kalmıştır. İşçi sınıfının ve köylülüğün millî gelirden ortalama paylarının aşınması…
- Kişi başına işçi ve çiftçilerin toplam (özel + kamusal) tüketim artışları ise, kişi başına GSYH’daki büyümeden hızlı seyretmiştir. Bu sınıfların (tüketimle ölçülen) refah düzeylerinde yükseliş…
- Bu iki emekçi sınıfın tüketim artışları neoliberal finansallaşmanın “armağanı”dır. On beş yıl sonunda tüketim kredilerinin millî gelirdeki payı sıçramıştır: %2 → %20. Refah artışını mümkün kılan “borç tuzağı”…
- Tüketim harcamalarının millî gelirdeki payındaki yükselme, neoliberal dönemde cari işlem oranındaki artışa eşittir. Dış kaynak girişleri, Türkiye ekonomisinde sermaye birikimini değil, toplam (ve işçi + köylü) tüketimini beslediği için…
Neoliberal bilanço (dış bağımlılık sayesinde) emekçilere “bölüşüm bozulurken, sürekli artan tüketim” sağlamıştı. Büyüme eğilimini yukarı çeken alternatif ise, aynı emekçilere “olası gelir artışları ile sınırlı tüketim” vaat edecektir.
Belki de, halk sınıfları saflarında tedirginlikleri, hatta direnişleri tetikleyerek…
***
Galiba son tahlilde şu sonuca ulaşıyoruz: Evveliyatı ile birlikte kırk yıla ulaşan neoliberalizmden kopmak için, sermayenin tahakkümüne son veren bir devrimci adım gereklidir.
Bu adımı mümkün kılan bir iktidar öncesinde, solcu iktisatçılar elbette ekonomik düzeni eleştirecektir. Güncel, geçerli alternatifler konusunda ise, neoliberalizmin sınırlarını olsa olsa zorlayan, düzen-içi seçeneklerle sınırlı kalınacaktır.
Korkut Boratav / SOL
- 1..Boratav, “Türkiye’de Sınıfsal Bölüşüm Göstergeleri: 2003-2014”, Zor Zamanlarda Emek, (Derleyenler: A.Makal, A. Çelik), Ankara 2017, İmge.