2 Temmuz 2021 Cuma

Faşizm sonrasında ekonomik seçenekler - Korkut Boratav / SOL

Galiba son tahlilde şu sonuca ulaşıyoruz: Evveliyatı ile birlikte kırk yıla ulaşan neoliberalizmden kopmak için, sermayenin tahakkümüne son veren bir devrimci adım gereklidir.  

“Faşizm sonrası seçenekler” gündemdedir. Siyasal alternatifleri geçen hafta bu köşede tartıştım (Sol Haber, 25 Haziran).  Ekonomik seçenekler ise tamamen farklı güçlükler içeriyor. 

Bugünkü iktisat sorunlarının kaynağında son kırk yılı belirleyen neoliberalizm yer alıyor. Ekonomide yol ayrımı neoliberalizm ile hesaplaşmayı da gerektirecektir.  Ama nasıl? Kapsamı? 

Sol çevrelerde bu tartışma kolay değildir. Bugün bir başlangıç yapalım. 

Neoliberalizmle hesaplaşmanın güçlükleri

Neolberalizm Türkiye’ye kırk yıl önce 12 Eylül  rejimi ile geldi. Zamanla değişime uğradı. Bugünkü neoliberal model ise 2001 krizi öncesinde bir IMF programı içinde Ecevit hükümetince başlatıldı. AKP tarafından tümüyle benimsendi; uzun süre revizyonsuz uygulandı. 

Son dört yıldan beri Saray’ın siyasal öncelikleri ile bu modelin bazı kuralları zaman zaman çatışmaktadır; ama genel çerçeve korunarak… 

İktisat politikalarında yirmi yıl uzun bir dönemdir. Neoliberalizm, sermayenin tahakkümü anlamına gelir. Türkiye’de “baskı” (12 Eylül darbesi) ile başlamış; giderek “rıza”ya da dayanmıştır. 

Neoliberalizm zamanla insanlarımızın hayat tarzlarına da yerleşmiştir. Geçiş döneminin yarattığı şoklar, bölüşüm kayıpları geçmişte kalmış; pek çoğu unutulmuştur. Aynı modelin “verdikleri” de vardır. Sermaye tahakkümünün net bilançosunu bugünün sıradan emekçileri çıkaramaz. “Geçmiş kayıpları telafi etme çabaları” ve köktenci değişimler, sermaye çevrelerinin dışına da taşabilen tedirginliklere yol açabilir. 

Bugünün ortamından hareket ederek örnekler verelim. 

İki Temel sorun: Dış bağımlılık ve durgunlaşma… 

Dış bağımlılık ve durgunlaşma… İçinde yaşadığımız, birbiriyle bağlantılı iki temel sorun…  Ekonomik bağımlılık uzun geçmişe dayanır; neoliberal yıllarda ağırlaşmıştır. Durgunlaşma ise acil sorundur. Son yılların yarı-faşizm rejimi, Türkiye’yi durgunlaşmaya ve ağır bir toplumsal bunalıma sürükledi. Bunalım, yaygın ve yoğun işsizlik; mutlak yoksullaşma içinde yaşanıyor. 

İktisat çevrelerinde yaygın bir tespite göre, bugünkü işsizlik oranlarının aşağı çekilmesi için en azından yüzde 5’lik bir büyüme temposunun yerleşmesi, sürdürülmesi gerekiyor. Ekonominin hızlı büyüdüğü son yılı (2017’yi) izleyen üç yıl Türkiye’nin yıllık büyüme ortalaması %1,8’dir; faal nüfustaki artış oranında... İstihdam düşerken işgücü piyasasına giren gençler işsiz kalmıştır. Onların geleceği, ülkenin geleceğidir. 

Dahası, bu yıllarda Türkiye ekonomisinin büyüme potansiyeli de aşağı çekilmiştir. IMF, Türkiye ekonomisi için orta dönemde potansiyel büyüme hızını yüzde 3,3 olarak tahmin ediyor. IMF veri tabanı, son dört yıl gerçekleşen büyüme verilerine sonraki beş yılın öngörülerini ekliyor; buna göre Türkiye ekonomisi 2018-2026’da bu büyüme potansiyelinin dahi altında (%3,2’lik) bir tempoyla büyüyecektir. Bugünkü toplumsal bunalımın kalıcılaşması anlamına gelen bir durgunlaşma… 

2017’den itibaren ekonomi yönetimi, iç talebi aşırı pompaladıkça, enflasyon ve cari işlem açıkları tırmanmış; dış kaynak akımları durmuş; ekonomi döviz krizlerine savrularak “hizaya gelmiş”; durgunlaşmıştır. Büyüme temposunu yabancı sermaye girişlerine bağımlı kılan yapısal arıza, durgunlaşma ile bütünleşmiştir. 

Durgunlaşma olgusu yenidir. Uluslararası sermaye hareketlerinin canlı olduğu on yılı aşkın bir dönemde, yüksek tempolu dış kaynak girişleri ekonomiyi canlandırdı; dövizi ucuzlattı; ekonomik dinamizmin sürükleyicisi olan sanayi sektörünün rekabet gücünü eritti; ithalata bağımlı kıldı. Sözünü ettiğim yapısal arıza böylece oluştu. Sonraki dönemde ekonominin büyüme potansiyelini aşağı çeken etkenlerden biri de budur. 

Bu bilanço, Türkiye’nin faşizm sonrasında çözmesi gereken iki temel sorunun birbiriyle bağlantılı olduğunu ortaya koyuyor. Ekonomi dinamizmini yitirmiştir. Büyüme potansiyelini zorlama girişimleri, sürdürülemez dış açıklar, kriz ortamları yaratmakta; durgunlaşan ekonominin dış bağımlılığı kalıcı olmaktadır.  

Dış bağımlılığı ve durgunlaşmayı çözüm yöntemleri, yirmi yıllık neoliberal dönemin mirası olan direnmelerle karşılaşacaktır. Egemen sınıflar, ayrıcalıklı sermaye çevreleri elbette önlemeye çalışacaktır. Ama, halk sınıflarından da kaynaklanabilecek gerilimler söz konusu olabilir. Örnekler vereyim.

Dış bağımlılığın aşılması… 

Son yıllarda tekrarlanan döviz krizleri, dış bağımlılığın en azından hafifletilmesini acilleştirmiştir.    

Neoliberalizmin dayanaklarından biri sermaye hareketlerinin serbestliğidir; bağımlılık olgusunun da önde gelen bir kaynağıdır. Tedavi, bu teşhisten hareket eder. Çözümün ilk adımı üzerinde fikir birliği var: Sermaye hareketlerinin denetimi, frenlenmesi… 

Sermaye hareketlerinde denetimin etkili olabilmesi için, hane halklarının döviz mevduat hesapları, vergileme içermeyen döviz kurları ve enflasyon-bağlantılı faiz oranları ile TL’ye dönüştürülmelidir. Aksi halde sızıntılar engellenemez; denetim çaresiz kalır.

Ne var ki, bu adımın Türkiye toplumunun “orta sınıflar” olarak betimleyebileceğimiz kalabalık, etkili katmanlarında yaratabileceği tedirginliği düşünebiliyor musunuz? 

Döviz mevduatı rantiyeler için bir yatırım aracıdır. Aynı zamanda çok sayıda insanımızın ülke içinde ve dışındaki geçmiş emeklerinin güvenceli birikimidir. Çoğunluğu nitelikli, beyaz yakalı emekçiler, profesyonel meslek sahipleri, emekliler… Anti faşist bir mücadelenin olası veya fiilî müttefikleri… Ve belki de ekonomik bağımsızlık önceliğine karşı bir muhalefet bloku…

Ekonomik durgunlaşmanın aşılması

Ekonomik durgunlaşmaya son verecek politikalar da, farklı katmanların tepkilerini tetikleyebilecektir. 

Büyüme potansiyelini bir yüksek eşiğe taşımak için sermaye birikim oranı, kamu sektörü önceliğinde yukarı çekilmelidir. Âtıl emek rezervlerini harekete geçirecek boyutta bir yatırım temposu, ekonominin dinamizmini ve dış dengeyi hedefleyen doğrultuda planlanmalıdır. 

Gelir düzeylerini artıracak; ancak tüketimin millî gelirdeki payını  aşağı çekecek kritik bir adım…

Ne var ki, yirmi küsur yıllık neoliberalizmin Türkiye toplumuna ve emekçi sınıflarına bu alanda sunduğu bir “armağan” da vardır. Bu insanlarımızın tüketimi, gelir düzeylerini aşabilmiştir. Bu önemli dönüşümün dökümünü yaptık1.  

Neoliberalizmin  21’nci yüzyıl Türkiyesi’ndeki coşkulu dönemini (ilk on beş yılını),  önceki beş yıl ile karşılaştırdık. Bulgular ilginçtir:

  • Kişi başına (ortalama) işçi ücretleri ve çiftçi gelirleri, kişi başına GSYH’daki artışın gerisinde kalmıştır. İşçi sınıfının ve köylülüğün millî gelirden ortalama paylarının aşınması… 
  • Kişi başına işçi ve çiftçilerin toplam (özel + kamusal) tüketim artışları ise, kişi başına GSYH’daki büyümeden hızlı seyretmiştir. Bu sınıfların (tüketimle ölçülen) refah düzeylerinde yükseliş… 
  • Bu iki emekçi sınıfın tüketim artışları neoliberal finansallaşmanın “armağanı”dır.  On beş yıl sonunda tüketim kredilerinin millî gelirdeki payı sıçramıştır: %2 → %20. Refah artışını mümkün kılan “borç tuzağı”…  
  • Tüketim harcamalarının millî gelirdeki payındaki yükselme, neoliberal dönemde cari işlem oranındaki artışa eşittir. Dış kaynak girişleri, Türkiye ekonomisinde sermaye birikimini değil, toplam (ve işçi + köylü) tüketimini beslediği için…

Neoliberal bilanço (dış bağımlılık sayesinde) emekçilere “bölüşüm bozulurken, sürekli artan tüketim” sağlamıştı. Büyüme eğilimini yukarı çeken alternatif ise, aynı emekçilere “olası gelir artışları ile sınırlı tüketim” vaat edecektir. 

Belki de, halk sınıfları saflarında tedirginlikleri, hatta direnişleri tetikleyerek…  

***

Galiba son tahlilde şu sonuca ulaşıyoruz: Evveliyatı ile birlikte kırk yıla ulaşan neoliberalizmden kopmak için, sermayenin tahakkümüne son veren bir devrimci adım gereklidir. 

Bu adımı mümkün kılan bir iktidar öncesinde, solcu iktisatçılar elbette ekonomik düzeni eleştirecektir. Güncel, geçerli alternatifler konusunda ise, neoliberalizmin sınırlarını olsa olsa zorlayan, düzen-içi seçeneklerle sınırlı kalınacaktır.

Korkut Boratav / SOL 

  • 1..Boratav, “Türkiye’de Sınıfsal Bölüşüm Göstergeleri: 2003-2014”, Zor Zamanlarda Emek, (Derleyenler: A.Makal, A. Çelik), Ankara 2017, İmge.


1 Temmuz 2021 Perşembe

Sermayeye cennet vatan - Ozan GÜNDOĞDU / BİRGÜN

 

3 Ağustos 2016’da çıkan Varlık Barışı’nın üzerinden 58 ay geçti. Bu süre içinde 4 varlık barışı yasası çıkarıldı, hepsi de uzatıldı. Bu 58 ayın sadece 17’sinde Türkiye, yurtdışından gelen paranın kaynağını sordu. Son varlık barışı dün altı ay daha uzatıldı.

Türkiye ekonomisinin sıcak paraya bağımlılığı “Varlık Barışı” adı verilen olağanüstü düzenlemeleri olağan hale getirdi. 

4’ü son 5 yılda olmak üzere AKP dönemi boyunca 6 kez Varlık Barışı yasaları çıkarıldı. Son düzenleme olan 7256 sayılı kanunun süresi 30 Haziran 2021’de bitiyordu. Ancak dün Resmi Gazete’de yayımlanan Cumhurbaşkanı Kararıyla süre 6 ay daha uzatıldı. 

Buna göre Türkiye’de vergi mükellefi olan veya olmayan, yerli veya yabancı gerçek veya tüzel kişiler, yurtdışındaki paralarını Türkiye’ye getirmesi halinde paranın kaynağı sorulmayacak, vergi teşvikleri sağlanacak. 

Sadece bu değil, Türkiye’de bulunmakla beraber kayıt altına alınmamış varlıklar da bu yasa kapsamında kayıt altına alınırsa aynı şekilde paranın kaynağı sorgulanmayacak, kişiler bu paralarla dilediği tasarrufta bulunabilecek.

Böyle olağanüstü bir düzenleme ülkede normalleşmiş ve Türkiye adeta kayıtdışı para transferleri için cennet haline getirilmiş durumda. Varlık Barışları’nın son 5 yılındaki seyri takip edildiğinde tablo netleşiyor. 2016’dan bu yana kayıt dışı paraya Varlık Barışı kıyağı çekilmeyen aylar azınlıkta kalmış durumda. 3 Ağustos 2016’dan bu yana geçen 58 ayın 41’inde Varlık Barışları düzenlemeleri yürürlükte oldu. Bu süre içinde sadece 17 ayda yurtdışından gelen paranın kaynağı soruldu ve vergi istendi. Aynı süre içinde para getirene vatandaşlık olma hakkı da tanındı. 1 Ocak 2017’de Resmi Gazete’de yayımlanan düzenlemeyle 1 milyon dolar değerinde konut satın alan veya 2 milyon dolarlık yatırım yapan yabancılar diledikleri takdirde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olma hakkı kazandılar. Zaman içinde TL’deki değer kaybı ve sıcak paraya duyulan ihtiyaç o kadar arttı ki, vatandaşlık fiyatında bile kampanya yapıldı. 19 Eylül 2018’de vatandaş olmak için gereken 1 milyon dolarlık gayrimenkul yatırımı 250 bin dolara kadar indirildi. Türkiye bu haliyle dilediği sermayedarın kara parasını ülkeye sokabildiği, dileyen suçlunun ülke vatandaşı olabildiği bir ada devleti görünümü kazandı.

***

Servete barış emeğe çalış

30 Haziran itibariyle sona erecek olan Varlık Barışı 6 ay daha uzatıldı. Sermayedarların istediği oldu. Öte yandan ülke nüfusunun yüzde 70’ini oluşturan ücretli çalışanların gözü Kısa Çalışma Ödeneği ve Nakdi Ücret Desteği’ndeydi. Bu düzenleme de Nisan ayında uzatılarak 30 Haziran’a kadar yürürlükte tutuldu. Ancak sendikaların talepleri kulak ardı edildi ve Kısa Çalışma Ödeneği ile Nakdi Ücret Desteği yürürlükten kalktı. Bu gelişmenin işsizlik verilerini olumsuz yönde etkileyeceği düşünülürken, yüzbinlerce işçi gelirsiz kalma tehdidiyle karşı karşıya.


58 ayın 41’inde varlık barışları yürürlükte

7143 sayılı kanun

4 Temmuz 2018’de yasalaştı.

30 Kasım 2018’e kadar uygulanacaktı.

30 Kasım 2018’de 405 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile süre 6 ay da uzatıldı. Kanun böylece 31 Mayıs 2019’a kadar yürürlükte kaldı.

7256 sayılı kanun

Son Varlık Barışı’nın süresinin dolmasının üzerinden 5 ay geçmemişti ki, yeni yasa Meclis’ten 17 Kasım 2020’de geçti.

30 Haziran 2021’e kadar geçerli olacaktı.

Dün süre yıl sonuna kadar uzatıldı. Böylece 2021 yılının tümünde Varlık Barışı düzenlemesi yürürlükte kaldı.

6736 sayılı kanun

3 Ağustos 2016’da yasalaştı

Süre yıl sonuna kadardı

12 Aralık 2016’da süre 6 ay daha uzadı ve 30 Haziran 2017’ye kadar yürürlükte kaldı.

7186 sayılı kanun

31 Mayıs 2019’da önceki varlık barışının süresi doldu. Sadece 1,5 ay sonra 19 Temmuz 2019’da yeni Varlık Barışı yürürlüğe girdi.

Yıl sonuna kadar geçerli olacaktı.

30 Aralık 2019’da 6 ay uzatılarak.

30 Haziran 2020’ye kadar yürürlükte kaldı.



‘TEMMUZDA BAŞKALARI ÇOK ÇATLAYACAK KISKANACAKLAR’

Bugünden itibaren uçuyoruz

Haziran ayının 5’inde İçişleri Bakanı Süleyman Soylu Afyonkarahisar kenti Güney ilçesinde seçim mitingi düzenledi. Mitingde konuşan Soylu, “Size bir şey söyleyeyim, başkaları çok çatlayacak, kıskanacaklar. Görecekseniz temmuz ayından itibaren ülkemin ekonomisi öyle bir atağa kalkacak, öyle bir sıçrayacak ve büyüyecek ki etrafımızdaki Almanya’sı, Fransa’sı, İngiltere’si, İtalya’sı ve hele o her şeye burnunu sokan ABD’si de çatlayacak, patlayacak” demişti. Bugün Temmuz’un 1’i. Soylu’ya göre artık uçuşa geçiyoruz. Konu seçim mitinglerinde satılan hayaller olunca Soylu farkını ortaya koyuyor.

Buna karşılık Türkiye İstatistik Kurumu’nun ve Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın son verileri şu şekilde:

Ozan GÜNDOĞDU / BİRGÜN



FETÖ borsasına gizli bakış - Barış Pehlivan / Cumhuriyet

 

Ahmet Kurtuluş...

AKP İzmir İl Başkan Yardımcısı’ydı. 

Gözaltına alınacak FETÖ şüphelilerinin listesini mafyaya sızdırmakla suçlanıyordu. Cezaevinden kurtarma vaadiyle, Emniyet’ten alınan listedeki Fethullahçılardan para koparılıyordu. Yani, siyaset-devlet-mafya ortaklığıyla FETÖ borsası işletiliyordu. 

Kilit adam Kurtuluş’un bildiklerini anlatmaya başlamasıyla öldürülmesi bir oldu. İşte o cinayet davasında geçen hafta karar çıktı. Tetikçiler ve yardımcıları cezalandırıldı.   

Ancak bitmedi. Devam eden, bu cinayetin perde arkasına dair, belki de azmettiricilerine ulaşılabilecek bir soruşturma daha yürütülüyor. 

Tam da burada üç kritik nokta var: 

1- Sedat Peker neden bu konuda konuşmuyor? Öyle ya, öldürülen Ahmet Kurtuluş’un çocukluk arkadaşı. Birlikte tatiller yaptığı aile dostu. Hatta, üstünde Sedat Peker yazan kutulardaki elmas kolyeleri önemli koltuk sahiplerine vermek için kullandığı kişi. Evet, Peker çok şey biliyor bu cinayete dair ama şimdilik suskun.  

2- Mahkeme kararında var: Ahmet Kurtuluş’u öldürme emrini verenlerden biri şu an Arjantin’de tutuklu olan suç örgütü lideri Serkan Kurtuluş’tu. Ne ilginçtir, o da “elimde kayıtlar var” diyerek şu sıralar demeçler veriyor. FETÖ borsasının siyasi ayağına dair şantaj içerikli sözler söylüyor. Acaba Arjantin’e siyasi sığınma dosyasını mı doldurmaya çalışıyor?  

3- Ahmet Kurtuluş cinayetine dair yürüyen yeni soruşturma dosyasına gizlice birileri baktı mı? Dosyada görevi olmamasına rağmen, 2020 Aralık ayında UYAP kayıtlarına girip kimler neleri karıştırdı? Birileri FETÖ borsası soruşturmasının nerelere uzanacağını mı merak ediyor? 

Evet, olmuş bunlar. Ve öğrendim ki, bu illegal duruma dair ayrı bir soruşturma başlatılmış. İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı’nın görevlendirmesiyle bilirkişi log kayıtlarını inceliyormuş. Bakalım, sonuç ne çıkacak...                        

                                                   ***                        

Gidemeyen Egemen Bağış

Egemen Bağış ile Ali Bayramoğlu’nun uçaktaki fotoğraflarına bakıyorum. 

Egemen Bağış’ın SBK’nin uçağını kullandığını okuyorum. 

Egemen Bağış’ın Prag Büyükelçisi olduğu gerçeğini hatırlıyorum. 

Aklıma geliyor... 

Sen git, üniversiteyi Amerika’da oku. 

Sen git, iş hayatına Amerika’da başla. 

Sen git, Türk-Amerikan Dernekleri Federasyonu Başkanlığı yap. 

Sen git, Türkiye-ABD Parlamentolararası Dostluk Grubu Başkanlığı koltuğunda otur. 

Sen git, başmüzakereci ol, Amerika’ya öğrenci gönderen şirket aç, hatta Amerikan vatandaşı olduğun bile iddia edilsin... 

Ama Amerika’ya gideme! 

Evet, Egemen Bağış’tan bahsediyorum... 

Bilen bilir, Rıza Sarraf ve Halkbank davasında Bağış’ın adı çok kez geçti. Duruşmada fotoğrafı bile gösterildi. Keza, Türkiye’de kapatılan 17 Aralık dosyasının tamamı da “delil” diye konuldu. 

Belli ki, bundandır ki Egemen Bağış “ikinci vatanı” Amerika’ya ayak basamıyor. Acaba hakkında bir yargılama süreci başlayacağından mı şüpheleniyor? 

Öyle ya, Amerika’da devam eden davadaki 50’den fazla gizli dosyanın içinde de daha neler var, henüz bilinmiyor.

                                                              *** 

Defterimden üç not

1- Adı kirli işlerle gündemden düşmeyen Paramount Otel’de kalanların listesi gün geçtikçe kabarıyor. Eski Başbakan Binali Yıldırım’dan sonra bir başka kritik siyasetçinin ismi de fısıldanıyor. AKP’nin kurmay kadrosundan olan o ismi dile getirenler, iddialarını şöyle güçlendiriyor: 

“Binali Bey kaldığında yandaki otelden görünmemek ve rahatsız olmamaları için araya beyaz perde çekiliyordu. AKP yöneticisi o isim geldiğinde de aynısını yaptık.”

Siyasetçiler bu konularda sessizliğini korudukça, haklarındaki şüphelerin daha da artacağını unutmamalı. 

2- Cumhurbaşkanlığı Ekonomi Politikaları Kurulu üyesi Korkmaz Karaca’nın, Sezgin Baran Korkmaz’ın verdiği arabayı kullandığı ortaya çıktı. Aynı Karaca’nın, SBK’nin başı belaya girince de arabayı geri verdiği öğrenildi. Duydum ki; SBK buna çok içerlemiş. Öyle ki, gözaltına alınmadan önce yakın çevresine “Hasan Doğan’a zarar vermeyeceğimi bilsem, çıkar konuşurum ona dair” diyormuş. 

3- TBMM Dışişleri Komisyonu üyeleri geçen hafta Washington’daydı. CHP ve İYİ Parti temsilcilerinin de olduğu heyet, ABD Kongresi üyeleriyle görüştü. İddia o ki; yapılan temaslar pek de verimli geçmemiş. Hatta bazı ABD temsilcilerinin Türk heyetiyle birlikte fotoğraf çektirmekten kaçındığı da olmuş. Aynı kareye girmeme nedeninin AKP’den kaynaklandığını ileri sürenleri duydum. Ama heyete “korona önlemi” olarak aktarmışlar. 

ABD’de AKP’nin nesli tükeniyor

AKP, ABD ile ilişkileri nasıl düzelteceğini tartışıyor. Günlerce Joe Biden ile Erdoğan’ın ilişkilerini konuştuk. NATO zirvesinde yapılan toplantı hâlâ akıllarda. Ama bu sıralar duyduğum bir şey daha var. AKP, ABD’de neredeyse bitmiş. 

Ne kadardı ki, diyebilirsiniz. Elbette az. 2018 seçimlerinde ABD’de yaşayan Türklerin sadece yüzde 15’i AKP’ye oy vermişti. Ancak o günden bu yana bir arpa boyu yol gidemediği gibi, parti daha da gerilemiş. 

Bu gerilemenin bir sembolü de var: MÜSİAD’ın yakın döneme kadar ABD Başkanı olan Mustafa Tuncer. Yıllarca AKP için çalışan, partiyi ABD’de anlatan, 2018’de Sakarya’dan aday adayı olan bir isimdi o. Ancak Tuncer iki yıl önce AKP’den ayrılmış. Yetmemiş, Saadet Partisi’ne katılmış. Hatta partinin genel idare kurulu üyesi olmuş. Ve bugün işte o Mustafa Tuncer’e AKP’nin ABD’deki erimesinin sembolü olarak bakılıyor. 

Yeşil sermayenin en önemli örgütü MÜSİAD’ın ABD temsilcisinin AKP’den kopması elbette bir sembol. Ama bir sonucu da var. Galiba AKP’yi ABD’de anlatacak kimse kalmamış.

Barış Pehlivan / Cumhuriyet

Soylu ailesinin Akmerkez’deki ‘sağlıklı’ işleri - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

 

Bir zamanlar zenginleri ne kadar yakından tanıyorduk. Sosyete dergilerinden kıyafetlerini, takılarını, toplantılarını izliyorduk. Soyadları ağzımıza bir deyim gibi yerleşmişti. Şimdi yeni zenginler sanki koca bir bulutun içinde geziyor. Kim olduklarını anlamaya çalışıyoruz.

Sedat Peker, pazartesi günü işadamı Burak Başlılar ile Türkiye’nin son dönemde adını başta Paramount Otel olmak üzere sıkça duyduğu Cihan Ekşioğlu’nun alengirli işlerinden bahsetti. Savcının adı neydi tartışması bir yana, gerçekten de Burak Başlılar hakkında daha önce verilmiş iki farklı takipsizlik kararı vardı. O kararların ayrıntılarında Başlılar’ın FETÖ’cü Savcı Zekeriya Öz ile sıra dışı ilişkileri görülüyordu. Başlılar, Öz’e “FOREX oynasın” diye para verdiğini kabul ediyordu. 


Sedat Peker, yayımladığı mesajlarda İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun himayesinde işadamı Cihan Ekşioğlu ve Başlılar’ın alengirli işler çevirdiğini anlattı. Peker, “Bürolarınız Akmerkez’de altlı üstlü. Mehmet Soylu (Bakanın kuzeni) ve sen, zengin işadamlarını önce CİMER’e şikâyet ettirip sonra terör savcılarından soruşturma evrakı çıkarıp birçok namuslu insanın mal varlığına çöktünüz” dedi. 

Olay olduğu yerde kalmadı. Cihan Ekşioğlu ile ilgili bir resmi açıklama geldi. İçişleri Bakanlığı’na bağlı İstanbul Valiliği, Soylu döneminde Cihan Ekşioğlu’na koruma verildiğini kabul etti. 

Sedat Peker, “Doğru mu söylüyorum, Akmerkez kamera kayıtları incelensin” dedi. Ama... “Olmayacak duaya amin denmez” deyip zihin ayakkabılarını giydim, gittim Akmerkez’e. Yanıma o meşhur spreyi de aldım. Hani, Sağlık Bakanlığı’nın “koronadan koruyor” denen spreyi...

Akmerkez’deki satılmış şirket

Önce sizi 9 Mart 2020’de ekonomi sayfalarında yer alan bir habere götürelim. Haber, Türkiye’nin ilk elektromanyetik drone savar sistemlerini üreten Harp ArGe AŞ’nin Ekba Holding tarafından alındığını haber veriyor. Ekba Holding bilindiği gibi Cihan Ekşioğlu’na ait. Satış işlemiyle Harp ArGe, Ekba bünyesindeki Cemd Savunma Sanayi AŞ çatısı altına girdi.

Harp ArGe’nin bugünkü adresine bakıyorum. Sürpriz değil: Resmi kayıtlarda şöyle yazıyor: “Akmerkez Residence D:14”

Bu elbette, Cihan Ekşioğlu’nun Akba Holdingi’nin de bugünkü adresi.

Harp AŞ’nin referansları arasında Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ve Katar devletinin olduğunu da not edeyim.

Cemd AŞ’nin yöneticileri arasında Süleyman Soylu’ya yakın pek çok isim var. Mesela Gündüz Memişoğlu hemen dikkatimi çekti. Neden mi? Bir dönem İstanbul Asayişten Sorumlu Emniyet Müdür Yardımcısı Gündüz Memişoğlu, Erdal Acar’ın şirketine transfer olmasıyla, Acar’a o dönem eski polislerden oluşan koruma ordusu kurmasıyla haber olmuştu. Bugün mü? Yeni Şafak gazetesinin 30 Ekim 1999 tarihli haberine göre, türban eylemlerine katıldığı için gözaltına alınan öğrencilerin avukatlarını karakolda darp eden Memişoğlu, şu sıralar İçişleri Bakanı Soylu’ya ve ailesine çok yakın bir isim olmasıyla biliniyor.

Cemd AŞ de numarasını birkaç kez değiştirmekle birlikte adresi hep Akmerkez’de. Örneğin onun 2018 tarihindeki adresi, resmi kayıtlarda “Akmerkez Residence D: 538” olarak görünüyor.

Devam edelim...

Ekba’nın kurucusu Öz’ün finansörü

Ekba Holding’in sahibinin Cihan Ekşioğlu olduğunu söyledik. Peki, hep böyle miydi?

Hayır...

Aslında şirket, 81 doğumlu Cihan Ekşioğlu’nun annesi Canan Ekşioğlu’nun üzerineydi. Ancak holding tarihinde daha ilginç bir ayrıntı var. Ekba Holding taze bir şirket. Resmi kayıtlara göre 18 Haziran 2015 tarihinde kuruluşu tescil edilmiş. Kurucusu ve ilk yönetim kurulu başkanı kim dersiniz? Resmi kayıtlara göre Burak Başlılar! Hani başlangıçta anlattığımız Zekeriya Öz’ü maaşa bağlayan işadamı. Başlılar’ın kuruluş sermayesi kayıtlara göre 50 bin lira.

Derken resmi kayıtlara göre, şirket daha ikinci toplantısında bir karar aldı. 28 Aralık 2015’te tüm hakları anne Canan Ekşioğlu’na devredildi. Başlılar sanki şirketini Ekşioğlu’na vermek için kurmuştu! 16 Haziran 2016’da ise Cihan Ekşioğlu, yönetim kurulu başkan yardımcısı yapıldı. 2017’ye gelindiğinde 50 bin liraya kurulan şirkette bir şey daha oldu. Kayıtlara göre sermaye artırımı ile şirket sermayesi 2 milyon liraya çıktı.

Ekba Holding’in kuruluş adresi de Akmerkez içinde bir yer değişikliği yapıldığını gösteriyor: “Akmerkez Residence Daire: 520.”

Soylu ailesinin şirketi de orada

Akmerkez’in katlarında dolaşırken gözüme başka bir şirket çarptı. Bu Ekba gibi savunma ya da inşaat değil, sağlık şirketiydi. “Akmerkez Residence 536” numarada bulunan bu şirketin tabelasında Invamed-RD Global yazıyordu. 

2016 tarihinde ortaya çıkan şirketin kurucusu ve yönetim kurulu başkanı Raşit Dinç olarak görünüyor. 1987 doğumlu olan Raşit Dinç aynı zamanda Sağlık Federasyonu Başkanı. Acaba bu Dinç o Dinç mi diyorum? Malum, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Dinç ailesinin damadı. Bakan Soylu, geçen yıl vefat eden Samsunlu Metin Dinç’in kızıyla evli.

Derken “yok artık” dedirten bir ayrıntı görüyorum. RD Global’in bir başka yönetim kurulu üyesi kim dersiniz? Evet, Mehmet Soylu. Sedat Peker, “kardeşi” dedi ama aslında kuzeni. Mehmet Soylu, Süleyman Soylu’nun amcası Neşat Soylu’nun oğlu. Ekşioğlu’nun Akmerkez’deki komşusu olan, sosyal medya paylaşımlarında da Ekşioğlu’nun yöneticileriyle omuz omuza duran şirket Soylu ailesinin yönetiminde. Bir ayrıntı daha dikkatimi çekiyor. 500 bin sermaye ile kurulan şirket, 2018 tarihinde kuzen Soylu girdikten sonra sermayesini 7 milyon 200 bin liraya çıkarmış. Bu arada Mehmet Soylu ile Raşit Dinç, Sağlık Federasyonu yönetiminde de birlikte görev yapmış.

Kuzen Soylu ile Koca’nın sprey krizi

Derken aklıma geliyor. Malum, dün 140 Journos’taki salgın belgeseline konuşan ve ismini açıklamayan bir bürokrat şunları söyledi: “İçişleri Bakanı Soylu’nun elinde Sağlık Bakanı Fahrettin Koca aleyhinde çok ciddi dosyalar var.”

Sağlık Bakanlığı kaynaklarını arayıp “Soylu ailesinin Akmerkez’deki RD Global’i ile bir sorun mu oldu” diye sordum. “Evet” yanıtını aldım. “Koronayı önlüyor diye önümüze getirdikleri spreye onay vermedik” dediler. Meğer Akmerkez’de Cihan Ekşioğlu dahil çok kişinin kullandığı o spreye, bakanlık onayı çıkmayınca ipler fena halde gerilmiş.

Akmerkez’den çıktık, nerelere geldik? Ordu’da milyarlık şehir hastanesinin nasıl verildiğini mi anlatayım? Yoksa “nereden çıktı” denilen Burak Başlılar’ın Fettah Tamince ile ortaklığının öyküsünü mü? Ya da Başlılar’ın Caddebostan’daki meşhur Ragıp Paşa Köşkü’nü Kalkavan’dan nasıl aldığını mı? Sedat Peker bin video çekse de tükenmeyecek hikâyelerimizde; bir gün belki de elimizdeki alışveriş merkezlerine, köşklere, otellere bakıp soracağız: Kim bu mülklerin gerçek sahibi?

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

DENİZ BAYKAL gerçekte kim...? - Zülfü Livaneli (ALINTI-Selahattin Keser/Mülksüz Mülkiyeliler)

Günaydın Mülkiyeliler!

Zülfü Livaneli'nin 14 yıl önce Deniz Baykal için yazdıkları.



DENİZ BAYKAL gerçekte kim...?

Deniz Bey, o fotoğrafı çıkarıp bakmanın zamanı geldi!
Seçimler öncesi CHP'ye zarar vermemek için bildiğim birçok konuyu içime gömerek sustum. Bundan sonra da bu parti ve liderine ilişkin hiçbir şey yazmayacağım.
Çünkü bir faydası olacağına inanmıyorum.
Ama bu konudaki son yazımda size bir tanıklığımı aktarmak zorundayım. Bunu bir borç olarak görüyorum:

“2 AY DAYANAMAZ” DEMİŞTİNİZ
Deniz Bey lütfen hatırlayın:
19 Aralık 2002 tarihinde karlı bir Ankara gününün akşamında Mehmet Sevigen'in evindeydik. Ben Cumhurbaşkanı ile görüşmeden geliyordum. Abdullah Gül Başbakandı, Tayyip Erdoğan'ın ise Meclis'e girme umudu kalmamıştı. Cumhurbaşkanı Sezer bir gün önce, Tayyip Erdoğan'ın milletvekili olmadan başbakan olma" önerisini reddetmişti.
Türkiye'nin kaderi o akşam o evde değişti, çünkü siz "Tayyip Erdoğan başbakan olacak!" diye tutturdunuz.
Sizi "Çok tehlikeli bir oyun bu!" diye uyaran parti dışından önemli şahsiyetlere kızdınız.
"Hayır!" dediniz "İki ay dayanamaz. Göreceksiniz iki ay dayanamaz."
Sizin bu iddianıza karşılık ben ne dedim: "Erdoğan herhangi bir kişi değil, bütün tarikatların birleşerek Erbakan'ın yerine seçtiği siyasetçi, arkasında Amerika,
ve Avrupa desteği de var. Program Türkiye'yi ılımlı İslam cumhuriyeti yapma programı. Sizin dediğiniz gibi iki ayda gitmeyecek, tam tersine, bu odada bulunan herkesin siyasi hayatını bitirecek."

2 ay dayanamaz iddianızı, görüşleri gereği IMF ile anlaşma yapmaz, ekonomiyi zora sokar ve dayanamazlar." tezine oturttunuz.

Ama bunların hepsi bahaneydi.

ÇÜNKÜ siz iki partili rejimin işinize yaradığını anlamış ve seçim sonuçlarına sevinmiştiniz.
Çünkü size ana muhalefet partisi lideri olmak ve soldaki rakiplerinizi yok etmek yetiyordu.
Bu iş birliğini daha sonra da sürdürdünüz. O zaman ben sizin TAYYİP ERDOGAN'LA
seçim öncesinde Beylerbeyi'nde GİZLİCE BULUŞTUGUNUZU ve bir anlaşma yaptığınızı bilmiyordum.

TÜRKİYE” nin kaderiyle oynayacak, böylesine bir hareketin içinde olacagınıza
İhtimal vermedim.
Bu gecenin tanıkları var:
ÖNDER SAV, EŞREF ERDEM, MEHMET SEVİGEN BÜLEND TAN VE YAŞAR NURİ ÖZTÜRK...

Belki bazıları sizden korkar ve tanıklık etmez ama bir kısmı da bu sözlerin doğru olduğunu açıklar.
Yani tanıklar var.
Ötekiler de söylemese bile içten içe bunun doğru olduğunu bilir.
Siz de bilirsiniz.
Tartışmanın sonunda dediniz ki: "Bu gece birbirimizin fotoğrafını çektik.
2 ay sonra çıkarıp bakalım. Ama rotuş yapmadan. Hangimiz haklı çıkmışız?"
Evet
Yıllar geçti fakat
2007 seçimlerinden sonraki o fotoğrafı cebinizden çıkarıp bakın Deniz Bey.
Ve düşünün;
Meclis grubunda " Erdoğan'ı başbakan yapıyor diyorlar. Evet yapıyorum. Var mı itirazı olan!" diye bas bas bağırmanıza değdi mi?

Söyle

Deniz Baykal değdi mi?
Erdoğan'la Beylerbeyi'nde gizlice buluşmaya ve size oy veren milyonları hiçe sayarak
gizli anlaşmalar yapmanıza değdi mi? (Deniz Bey, biliyorsunuz ki bu gizli buluşmanın da tanığı var.)

Başbakan olmak, elbette Erdoğan'ın demokratik hakkıdır. Ama bunun için olağanüstü çaba harcamak CHP'nin birinci görevi değildir. Üstelik dokunulmazlık kaldırılmadan. Bir milletvekilinin mazbatasını iptal ettirip, Anayasa'yı değiştirip, grubu baskı altına alıp, Siirt seçimlerini es geçip Erdoğan'ı meclise sokmak
ve dokunulmazlık zırhına kavuşturmak için verdiğiniz canhıraş çabanın
yüzde birini partiniz için verseydiniz sonuç bambaşka olurdu.

Size o gün söylediğim gibi,
O gün Türkiye'nin kaderini değiştirdiniz Deniz Bey;
sözlerimde en ufak bir çarpıtma varsa çıkıp söyleyin. "Öyle değildi,böyle konuşmadık." deyin.
SIKIYSA DEYİN....
Genel Sekreterinizin ve en yakınlarınızın tanık olduğu bu konuşmayı inkâr edin.
HODRİ MEYDAN..
Ya da başınızı önünüze eğin ve tarihin hakkınızda vereceği yargıyı düşünün.
Deniz Bey, çok ağır şeyler yazdığımın farkındayım. O akşamki tartışmaya kadar bir dostluğumuz vardı, bunları yazmak istemezdim, ama hem duruma doğru teşhis koyamamanız, hem de aşırı derecede inatçı olma huyunuz yüzünden
hepimizi tehlikeye attınız.

“YAKIN DOSTUNUZ MELİH GÖKÇEK”
Tayyip Erdoğan'ın yüzde 34 oyla meclisin üçte ikisini ele geçirmesinin sebebi sizsiniz
Daha önce Refah Partisi'nin belediyeleri ele geçirmesi de sizin oyları bölmeniz sayesinde gerçekleşmişti..
Tayyip Erdoğan'ların ve yine çok yakın dostunuz olan Melih Gökçek'lerin en büyük
şansı sizdiniz.
CHP'nin ise en büyük şanssızlığı oldunuz.
Bu ülkenin sola şiddetle ihtiyaç duyduğu bir dönemde, bütün uyarılarımıza rağmen
partiyi sağa çekmekte, Kürtlerden, Alevilerden, solculardan ayırmakta ısrarlı oldunuz.
Erdal İnönü, Hikmet Çetin, Murat Karayalçın, Fikri Sağlar, Ercan Karakaş, Mehmet Moğultay, Seyfi Oktay, Celal Doğan ve daha birçok sosyal demokratla el ele tutuşup
halkın karşısına çıkmanız gerekirken, eski MHP'lileri, eski ANAP'lıları, idamla yargılanmış sağcı militanları parti vitrinine çıkarmakta ısrar ettiniz.
Size defalarca, "bir şeyin aslı varken kopyasına kimse bakmaz!" dememize rağmen,
sol politikaları değil, MHP çizgisini tercih ettiniz.
Sağcıları ve sekreterinizi Meclis'e sokarken, İsmet Paşa'nın Avrupa Konseyi'nde komisyon başkanı olma başarısını gösteren torunu Gülsün Bilgehan'ı Meclis dışında bıraktınız.
NEDEN.?
İnanın ki bunları yazarken samimi olarak üzülüyorum.
Keşke haklı çıkmasaydım,
keşke sizin tahminleriniz doğrulansaydı....
Yazık oldu Deniz Bey, hem size, hem partinize, hem de size inanan
temiz yürekli sosyal demokratlara.
Artık bundan sonra istifa etseniz de bir etmeseniz de...

Özgür ve özgün bir ressam: Nejat Devrim 98 yaşında - Necmi Sönmez / CUMHURİYET

 

Çağdaş Türk resminin önemli ismi Nejad Devrim 98 yaşında.


Bugün 98. yaş gününü kutladığımız Nejad Melih Devrim’i, hem etkileyici resimlerinden, hem de bilinmezliklerle yüklü uzun sanat yolculuğundan yola çıkarak sıradışı bir imge yaratıcısı olarak değerlendirmek gerekir. Çağdaş Türk Resmi’nde onun kadar uluslararası işler başarmış, onun kadar yıldızı Paris’te, Avrupa’da parladıktan sonra trajik şekilde unutulup 1980’lerden itibaren İstanbul sanat piyasasının avucuna düşmüş başka bir sanatçı yoktur.

1 Temmuz 1923’te İstanbul’da ressam Fahrelnissa Zeid ile yazar İzzet Melih’in ilk çocuğu olarak dünyaya gelen Devrim’in çocukluğu Berlin, Münih ve İstanbul’da geçti. Galatasaray Lisesi’nden sonra 1941’de İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdi. Aynı yıl, Léopold Lévy’nin öğrencisiyken, Türk Sanatı’nda özgün bir duruş sergileyen Yeniler Grubu’nun en genç üyesi olarak ismini duyurdu. 1944’te Taksim Gazinosu’nda ilk kişisel sergisini açtı. İlerleme isteği gençliğinden itibaren resminin damarlarında atıyordu. 1946’da yerleşmek için Paris’e giderken cebinde Ayasoyfa mozaiklerini restore eden Thomas Whittemore tarafından Alice B. Toklas’a yazılmış bir tavsiye mektubu vardı. 1947’de Paris’te kişisel sergi açmayı başaran ilk Türk sanatçısı olarak yıldızı inanılmaz bir hızla parladı. Birbiri ardına katıldığı sergilerde gösterdiği renkli ve etkileyici kompozisyonlarıyla o yıllarda Fransız başkentinde şekillenen Soyut Sanat’ın önde gelen temsilcilerinden biri oldu. 1947’de bir tuvali Paris Modern Sanatlar Müzesi koleksiyonuna girdi. Resimlerini Leo Castelli 1950’de New York’ta, The Art Council 1952’de Edinburg’ta, Folkets Hus 1953’te Kopenhag’ta sergileyerek onu uluslararası düzeye çıkardılar.

RENK - FORM UYUMU...

1952’de Nejad’ı Salon Octobre isimli grup sergisinin başkanı ve yürütücüsü olarak görüyoruz. Fransız sanat ortamının en önemli isimleriyle ortaklaşa projeler gerçekleştiren genç sanatçı arkası arkasına açtığı kişisel sergilerin yanı sıra Tristan Tzara (1955), Paul Eluard (1960) başta olmak üzere bir çok önemli şairin kitaplarını resimleyerek dönemsel etkinliklerinde zirveye çıkmıştı. Onu bu denli önemli kılan, kompozisyonlarındaki renk ve form kurgularında geliştirdiği mükemmel uyumdu. Kaligrafinin ritmini güçlü formlarla birlikte yorumlayan Nejad’ın özgünlüğü o yıllarda uluslararası sanatın merkezi olan Paris’te kendisini ön plana çıkarmıştı.

1950-60 arasında Avrupa’yı Londra’dan Sevilla’ya, Brüksel’den Prag’a kadar gezerek çalışmalar üreten Nejad, seyahat gözlemleriyle resmini zenginleştirerek etkileyici bir “soyut resim dili” geliştirdi. Onun 1962’de çıktığı Çin yolculuğunda Taşkent, Buhara, Semarkand şehirlerinde gerçekleştirdiği resimlerindeki ustalık adeta her fırça darbesinde kendisini gösterir. Böylesine güçlü eserler üretip, çalışmaları dünyanın farklı köşelerinde gösterilen bir sanatçının neden büyük başarılar edindiği Paris sanat ortamında tutunamadığı büyük bir bilmecedir. Çalıştığı galericiler tarafından dolandırıldığını, ünlü ressam arkadaşlarının motiflerini yürüttüğünü, ailesi tarafından dışlandığını düşünen sanatçı kendisine köklü zararlar verecek olan ünlü küfür mektuplarına 1960’larda başlamıştı.

1960’lar önce Varşova’ya sonra da 1995’te vefatına kadar yaşayacağı Polonya taşrasında zorlu bir hayat sürdürdü. Hak ettiği kapsamlı retrospektif sergisi açılmayan, hakkında ciddi bir yayının olmadığı Devrim’in Fikret Mualla’dan sonra en çok sahtesi yapılan ressam olması büyük bir trajedidir. 

Necmi Sönmez / CUMHURİYET  

                                                                        ***

Nejad Melih Devrim (1923 - 1995) Türk ressam.(Vikipedi, özgür ansiklopedi)

Hayatı ve Sanatı

1923 yılında İstanbul'da doğmuştur. ressam Fahrelnisa Zeid ve yazar İzzet Melih Devrim'in çocuğudur. Galatasaray Lisesi'nde ortaöğretimi tamamlamıştır. 1942 yılında Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü'ne girmiştir. Akademideki süresinin bir kısmını Léopold Lévy'nin öğrencisi olarak geçirmiştir. Akademi yıllarında Arap harflerine ve soyut İslam sanatına ilgi duymaya başlamıştır. Buna ek olarak Ayasofya'daki çoğunluğu orta dönem olan mozaikleri incelemiş ve üstünde çalışmıştır. Öğrencilik yıllarında Yeniler Grubu'na katılmıştır.

1946'da bursluluk sınavını kazanarak gittiği Paris'e yerleşmiştir. Yerleştiği yıldan 1950'ye kadar Chartres Katedrali'nin vitrayları üzerinde çalışmıştır. Ayrıca Ravenna'da Bizans döneminden kalan kiliselerin mozaiklerini incelemiştir. 1947 yılında ilk sergisini Paris'te açmıştır. 1952'de Paris Okulu sergisine katıldığı eserlerinde 1951'de İspanya'ya yaptığı geziden sonra yöneldiği siyah beyaz yöntem görülmektedir. Aynı yılın sonlarında, Ekim ayında, Ekim Salonu topluluğunu kurmuştur. Bu topluluğu kurmasında geometrik resme duyduğu ilgi rol oynamıştır. Bir süre sonra grubun ilkelerinden saptığını söyleyerek gruptan ayrılmıştır.

1956'da New York'a sergi açmak amacıyla seyahat etmiştir. Amerika'da geçirdiği zamanda çağdaş Amerikan mimarlığının etkileri resimlerinde görülmeye başlamıştır. 1955 yılında Tristan Tzara'nın Le Temps Naissant (Zaman Doğarken)[1], 1960'taysa Paul Éluard'nın Sens de Tous Les Instants (Tüm Anların Anlamı)[2] isimli şiir kitaplarına desenler yapmıştır. 1960'tan sora sanat anlayışı Soyut dışavurumculuka doğru yön almıştır. 65-68 yılları arasında farklı farklı ülkelere yaptığı ziyaretlerde resim anlayışı yumuşamıştır. Yöneldiği soyut dışavurumculukta yer verdiği renkçilik ile kendine has, özgün bir üsluba ulaşmıştır.

Devrim, yaşamının son yıllarını 90'ların başında yerleştiği Polonya'da geçirmiştir. 1995 yılında Polonya'nın Nowy Sacz kentinde hayata gözlerini yummuştur.