20 Ekim 2021 Çarşamba

Hakyolcular gündemde: Bir devlet tarikatı - Orhan Gökdemir / SOL

Bir eli Cumhurbaşkanı Erdoğan’da bir eli Necmettin Erbakan’da olan Hakyolcular son yılların en çok kazananları arasında. 


Nakşibendi tarikatı kolu Hakyolcular veya İskenderpaşa Cemaati'nin eğitim alanındaki faaliyetleri, AKP döneminde katlanarak arttı. Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), Sağlık Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı içinde ‘FETÖ’den boşaltılan alanda tarikatların güç mücadelesi devam ediyor. Ama artık asıl mücadele Adalet Bakanlığı içinde.

Hakyol Türkiye’deki tarikatların çoğunda olduğu gibi Nakşibendi Tarikatı türevi. Nakşiliğin İskenderpaşa kolu olarak biliniyorlar. “Hakyol”, Esat Çoşan’ın aynı adla kurduğu vakfın adından geliyor. Bu vakfa ve İskenderpaşa Cemaati’ne üye olanlara Hakyolcular deniliyor. Hakyol Vakfı'nın başında Esad Coşan'ın oğlu Muharrem Nureddin Coşan bulunuyor.

Aslında Türkiye’de devlet içinde örgütlü tarikatların tamamı, Nurcular ve Fethullahçılar dahil, Nakşibendi Tarikatı’nın eteklerinden geliyor. Nakşibendiler ile devlet arasındaki ilişkiler ise 1826’daki Vakayı Hayriye’ye dayanıyor. Osmanlı idaresi yeniçerilerden ve manevi destekçileri bektaşilerden kurtulmak için, devlet kurumlarını nakşilere açtılar. O gün bugündür Nakşibendiye yarı resmi bir tarikat…

Hakyolcular AKP’den önce de ‘Millî Görüş’ içinde örgütlüydü. Necmettin Erbakan’ın siyasi faaliyetinin cemaat ayağı olarak iş görüyorlardı. Bu işbölümü zaman zaman ciddi çıkar çatışmalarına da neden oluyordu. Bu nedenle Hakyolcular ANAP içinde de bir hami buldular, Korkut Özal’a yanaştılar. 1990’lı yılların başında Erbakan’la Çoşan bir kez daha karşı karşıya geldi. İddialara göre bu çatışma Millî Görüş içinden AKP’nin doğmasına neden olmuştu. Bu doğumda Hakyolcular önemli bir rol üstlenmişti. Tayyip Erdoğan’la kader birliği yapmaları Erbakan’ı devirmek için canla başla çalıştıkları o günlere dayanıyor.

Hakyolcuların devlet içinde örgütlenmesi Tayyip Erdoğan’ın partisini iktidara taşıdığı 2002 seçimlerinin ardından hız kazandı. Erdoğan, 2002’de AKP Genel Başkanı sıfatıyla ilk cuma namazını Ankara’da İskenderpaşa şeyhi Mehmet Zahit Kotku’nun adını taşıyan camide kıldı. Necmettin Erbakan’ı siyasete sokan şeyh olarak bilinen Mehmet Zahit Kotku’nun ardından cemaate liderlik eden Mahmud Esad Coşan ve onun ölümünün ardından da Nureddin Coşan döneminde özellikle eğitim alanında faaliyetler katlanarak arttı.

Gülencilerle kavgaları da köklü. İddialara göre Fethullahçılar Hakyolcuları maddi ve manevi olarak çökertmeye çalışıyordu. Esad Çoşan Gülencilerin tehditlerinden korkup yurtdışına kaçtı. Bir süre sonra da müritlerinin şüpheli bulduğu bir trafik kazasında hayatını kaybetti.

Haliyle Hakyolcuların eğitim ve yargıda Gülencilerden boşalan yerleri doldurması bir tür intikam hareketi aynı zamanda. Ama şimdi Süleymancılar ve Menzilciler gibi dişli rakipleri var. Çatışma oldukça sert.

Tarikatın yeni şefi Nurettin Coşan

Muharrem Nureddin Coşan 2 Haziran 1963 Ankara doğumlu, Mahmud Esad Coşan'ın oğlu. Ankara İmam Hatip Lisesi mezunu. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde bir süre okuduktan sonra, Suudi Arabistan Kral Fahd Üniversitesi Arap Dil Enstitüsü’nde Arapça eğitimi gördü. 1987 yılında ‘işletme eğitimi’ için ABD’ye gitti. Türkiye'ye döndükten sonra ticaretle ilgilenmeye başladı. 1996 yılından itibaren tarikata bağlı Server Holding'in yöneticiliğini ve cemaatin ‘hizmet işleri’ni üstlendi.

Mahmud Esad Coşan 2001 yılında Avustralya'da geçirdiği bir trafik kazasında ölünce İskenderpaşa Cemaati’nin başına geçti.

Server Holding dışında Nureddin Coşan'ın başkanı olduğu diğer şirketler şöyle:

-Server İletişim Gazetecilik ve Yayıncılık Sanayi ve Ticaret A.Ş.
-Ümraniye Sağlık Tesisleri ve Ticaret A.Ş.
-Haksağ Sağlık Hizmetleri A.Ş. ve Zinde Sağlık Hizmetleri A.Ş.
-Vefa Yayıncılık Tic. A.Ş.
-ASFA Eğitim Tesisleri A.Ş.
-Seha Neşriyat ve Ticaret A.Ş.
-Yıldız Danışmanlık TV Reklamcılık Prodüksiyon Sanayi Ticaret A.Ş.
-Sim Ağ İhtiyaç Maddeleri Pazarlama A.Ş.
-Süfür Gıda Sanayi Ticaret Limited Şirketi.
-Vera İç ve Dış Ticaret A.Ş.
-Medipol hastaneleri

Görüldüğü gibi Medipol hastaneleri zincirinin arkasında İskenderpaşa cemaatinin bulunduğu söyleniyor. Hastanenin sahibi olan Sağlık Bakanı Fahrettin Koca bu cemaatin üyesi. Hastanenin temelini atan bugünkü adıyla Türkiye Sağlık, Eğitim ve Araştırma Vakfı’nın (TESA) kurulumunda Koca'nın yanı sıra Nureddin Coşan yer alıyordu.

Hakyolcular pek çok vakfı da kontrol ediyor. İlk vakıfları 2005 yılında kurdukları Mahmud Esad Coşan Eğitim Kültür Dostluk ve Yardımlaşma Vakfı. 2014’te vergi muafiyeti tanınan vakıf başka birçok vakfın da kuruluşuna önayak oldu. Asfa Eğitim Vakfı, Server Eğitim Kültür ve Yardımlaşma Vakfı, Hakyol Eğitim Yardımlaşma ve Dostluk Vakfı, İlim Kültür ve Sanat Vakfı bunlardan en bilinenleri. Bu vakıfları “Server Yaşam Organizasyon ve Ticaret Anonim Şirketi” adı altında şirketleştirerek eğitim faaliyetleri için tek çatıda topladılar.

2019 başında Tıpta Uzmanlık Eğitimi Giriş Sınavı (TUS) sorularının çalındığı iddialarında da cemaate yakın kurumların ismi öne çıktı. Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, TUS sorularının erişime açılmadan önce “240 sorunun tamamının eksiksiz ve sınavda yazılan şekliyle internette dolaşıma sokulması”na ilişkin soru önergesine, “sınava giren adayların ezberlediği sorular” diyerek yanıt verdi. Bakan Selçuk, çalıntı iddialarına ilişkin soruşturma başlatılıp başlatılmayacağı hakkındaki soruya ise sadece ÖSYM’nin telif üzerinden yasal işlem başlatacağını söyledi. Milli Eğitim ve Sağlık Bakanlığı’nı büyük ölçüde kontrol eden Hakyolcular şimdi Adalet Bakanlığı içerisinde ağırlık kazanıyor.

Bir davanın gösterdikleri

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Adalet Bakanlığı eski Müsteşarı Birol Erdem hakkında iddianame hazırladı ve Erdem’in “FETÖ/PDY silahlı terör örgütü yöneticisi olmak” suçlamasıyla yargılanması istedi. Birol Erdem, AKP’den ayrılan Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlığı döneminde Baş Müşaviriydi. Erdem ise “FETÖ’cü değil Hakyolcu” olduğunu iddia ediyordu. Birol Erdem'in, örgüt içerisindeki konumu ve örgütün silah olarak kullandığı yargı yapılanmasının en üstünde yer aldığına dikkat çekilen iddianamede, "Mahrem sınıf olan HSYK üyeliği ve 2. Daire üyeliği sıfatları ile Adalet Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğü Tetkik Hakimliği, Daire Başkanlığı, Personel Genel Müdür Yardımcılığı, Personel Genel Müdürlüğü sıfat ve unvanları itibari ile FETÖ/PDY silahlı terör örgütünün yargı içerisindeki hiyerarşik yapılanmasında örgüt içi konumu, temadi eden örgütsel ve etkin nitelikteki faaliyetlerinin dikkate alınmalıdır" deniliyordu. Yani devlet içindeki savaş hem karışık hem acımasız.

İddianamede “Hakyolcu” olarak bilinen, eski Ankara Cumhuriyet Başsavcısı, Yargıtay Üyesi Harun Kodalak tanık olarak yer aldı. Kodalak, Erdem’in 15 Temmuz sonrası kendi isteğiyle ifadesini aldıklarını, bu örgütle 17/25 sürecinden dahi önce, 7 Şubat 2012 MİT krizinden itibaren açık, net ve keskin bir şekilde mücadeleye başladığını belirttiğini söyledi.

Bir eli Cumhurbaşkanı Erdoğan’da bir eli Necmettin Erbakan’da olan Hakyolcular son yılların en çok kazananları arasında. ‘FETÖ’cülükle itham edilen pek çok savcı ve hâkim aksini kanıtlayabilmek için, “ben Hakyolcuyum” diye savunma yapıyor.

Yargıdaki örgütlenmeleri öylesine güçlü ve yaygın ki Anayasa Mahkemesi Başkanı’nı da bu tarikatın mensubu olduğu iddia ediliyor.

Orhan Gökdemir / SOL

                                                             ***

Yargıtay üyesinden itiraf: Yargıyı ele geçiren iki tarikatı açıkladı-(SOL-19/10/2021)

Bir Yargıtay üyesi, Hakyol ve Menzil tarikatının yargıyı ele geçirdiğini açıkladı, hakim ve savcıların bu gruplardan birine dahil olmak zorunda kaldığını söyledi.

Bir Yargıtay üyesi, yargıdaki tabloyu özetledi, Hakyol'un yargıda egemen olduğunu, diğer güçlü tarikatın ise Menzilciler olduğunu dile getirdi.

Halk TV'den İsmail Saymaz'a konuşan Yargıtay üyesi, HSK ve Danıştay'ı Hakyol'un kontrol ettiğini, Adalet Bakanlığı ve Yargıtay'da da hayli etkin olduğunu söyledi.

Saymaz'ın yazısından bir bölüm şöyle:

Telefonun ucundaki Yargıtay üyesinin sesi kırgın geliyor.

Yer yer öfkeleniyor.

FETÖ'nün yargı ve bürokrasideki yerini iki tarikatın doldurduğunu iddia ediyor.

Biri, Nakşibendiliğin İskenderpaşa Camisi kolu tarafından kurulan Hak-Yol Vakfı'nın yurtlarından yetişenler.

Diğeri, Menzil'ciler.

Ardından 'Okuyucu' ve 'Yazıcı' diye bilinen Nurcu cemaatler geliyor.

Yargıtay üyesine göre Hak-Yol yargıda egemenliğini ilan etti.

HSK ve Danıştay'ı kontrol ediyor.

Adalet Bakanlığı ve Yargıtay'da hayli etkin.

Üye sayılarının bin civarında olduğu tahmin ediliyor.

Tanırız, Menzil'cidir" diyorlar

Şöyle diyor:

"17-25 Aralık'a kadar Hak-Yol'u duymazdık. 17-25 Aralık'tan sonra FETÖ operasyon yemeye başlayınca dibine kadar bu örgütle hareket edenler 'Bizler Hak-Yol yurtlarında kalmıştık' demeye başladı. Ne kadar delil olursa olsun bir cemaatin adamıysa dokunamıyorsunuz. Senin FETÖ'cün, benim FETÖ'cüm olamaz."

Yargıtay üyesi, üç yıl önce FETÖ'cü avukatlara yönelik soruşturmada Emniyet'te bir şube müdürünün "Alınanlardan biri Menzil'ci, sıkıntı yaşarsınız" diye haber gönderdiğini söylüyor. Gerçekten de Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, HSK ve Adalet Bakanlığı'ndan "Tanırız, Menzil'cidir" diye arandıklarını ileri sürüyor.

"Tarikattan referans getiremeyen yanıyor'" diyorum.

"Öyle. Bu da bizi vicdanen rahatsız ediyor" diye karşılık veriyor.

Her tarikat ve cemaatin kendi WhatsApp grupları var

Yargıtay üyesine göre yargıdaki her tarikat ve cemaatin kendi WhatsApp grupları var.

Gruplar haremlik selamlık toplantı yapılıyor.

Atamalara müdahale ediliyor.

"Devlete değil, kendi çıkarları için çalışıyorlar" diyor.

Cumhurbaşkanlığı ve Adalet Bakanlığı'na vaziyeti aktardığını kaydediyor.

Sonuç?

Hiç!

'Bize hangi gruba katılmamızı önerirsiniz?'

Dört hakim savcı adayının kendisine gelerek, "Bize hangi gruba katılmamızı önerirsiniz?" dediğini üzülerek anlatıyor.

Şöyle devam ediyor:

"Çok üzüldüğüm günlerden biriydi. Bana şunu sordular: 'Hangisine girelim? Gruplar var, cemaatler var, bize ne öneriyorsunuz?' Dedim ki: 'Devlete bağlı çalışın. Şimdi Hak-Yol güçlü olabilir. Daha önce de FETÖ güçlüydü. 30 yıl hakim savcılık yapacaksınız.' Bunu soracak kadar çaresizler. Çünkü bir grubun içindeyseniz, yanlış da yapsanız, hepsi sizi savunuyor. Gruptan değilseniz, isterseniz 24 saat çalışın, yaranamazsınız." (SOL)

                                                               ***
Türkiye'yi AKP eliyle kuşatan karanlık ağ: Nakşibendi iktidarı! - (Ahmet Çınar/SOL-24/07/201)

Sakarya Valisi olarak atanan İlhan Balkanlıoğlu'nun tekbirler eşliğinde makamına oturması, dikkatleri bir kez daha AKP döneminde Türkiye'yi kuşatan bir karanlık ağa çevirdi: Nakşibendi tarikatı... Cumhuriyet tarihi boyunca her dönemde farklı şiddetlerde de olsa varlığını ve etkisini sürdüren tarikatlar ve cemaatler, AKP iktidarında doğrudan siyasi iktidarın fiili ortağı oldular.

AKP iktidarı Sakarya'ya yeni  bir vali atadı: İlhan Balkanlıoğlu.
 

Balkanlıoğlu'nun valilik makamına oturma seremonisi hayli yankı uyandırdı.

 Anayasaya, tüm yasalara ve laiklik ilkesine tamamen aykırı bir biçimde, yani tekbirler eşliğinde odasına çıkan Balkanlıoğlu'nun, Nakşibendi tarikatının İsmailağa cemaati mensubu olduğu ve bu cemaat mensupları eşliğinde koltuğuna oturduğu ortaya çıktı. 

Gelinen noktada manzara şuydu: Artık cemaatler vali atayabiliyordu! 

Bir tarikatın, bir cemaatin ya da bir dinsel grubun mensubu veya sempatizanı olan bir şahıs, bir kente vali olarak atanabiliyordu. Atanmakla kalmıyor, cemaat üyeleri tarafından tekbirler eşliğinde makam odasına çıkartılıyor, insanlığın en önemli kazanımlarından olan laiklik ilkesine küstahça ve arsızca meydan okunuyordu. 

NAKŞİBENDİLER: AKP İKTİDARINI DOĞAL ORTAĞI!

AKP'nin Fethullah Gülen cemaatine karşı mücadele ettiği iddia edilirken; diğer tarikatlar, cemaatler, dinsel gruplar AKP eliyle palazlandırılıp güçlendiriliyordu. 

Gerçi Nakşibendi tarikatı ve kolları AKP döneminde hiçbir zaman geri planda kalmadı, neredeyse siyasi iktidarın adı anılmayan, resmi olmayan, doğal bir ortağı gibiydi. 

Biz de bu vesileyle ülkenin dört bir yanını karanlık ve zehirli bir ağ gibi saran Nakşibendi tarikatına bir kez daha yakından bakalım... 

İŞTE O KARANLIK AĞ

AKP’yi tanımlarken sık kullandığımız “tekellere ve tarikatlara dayalı islâmofaşist sermaye diktatörlüğü” tanımının bir ayağını oluşturan tarikatlar/cemaatler/dinsel gruplar, gerçekten de AKP döneminde siyasi iktidarın doğrudan ve fiili bir bileşeni haline geldi. Laikliğin, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun, Tekke ve Zaviyelerin Kaldırılması Kanunu’nun kâğıt üzerinde kaldığı AKP iktidarında, tarikatlar AKP eliyle kamu kaynaklarına sahip oldular, devletin her kademesinde kadrolaştılar ve ülkenin bugünkü karanlığa mahkum olmasında önemli işlevler gördüler.

ABD DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI TARİKATLARLA HAYLİ İLGİLİ!

AKP karanlığından bahsederken, bu karanlığın en önemli üç dayanağı olan emperyalizm, sermaye sınıfı (tekeller) ve tarikatlardan da bahsetmiş oluyoruz. Ülkenin dinselleştirilmesinde, tarikatların ve bu tarikatlara insan kaynağı yetiştiren imam hatiplerin rolü büyük.

WikiLeaks'in 29 Kasım 2010'da yayınladığı ve dünya çapında ses getiren diplomatik belgeler arasında Türkiye ve tarikatlar konusunda da bir dizi belge yer almıştı.

O belgelere göre 22 Temmuz 2009’da ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın onayıyla Washington’dan Ankara Büyükelçiliği’ne gönderilen telgraf, “Tarikatlar, Kürtler ve İslam ve Türkiye’de azınlık dinleri konusunda bilgi talebi” başlığını taşıyordu.

Dikkat çekici soruların yer aldığı bu telgrafta, Clinton’ın, dönemin Ankara Büyükelçisi James Jeffrey’nin “acilen”yanıtlamasını istediği sorular, epey öğretici ve mesaj doluydu.

Tarikatlara ilişkin şu sorular soruluyordu ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından:

  • Bugün Türkiye’de üye sayıları ve siyasi kudretleri bakımından en güçlü İslami cemaatler ya da tarikatlar hangileri?
  • Tarikat üyeliğinin, mesela oy kullanma tercihleri gibi siyasi eylemlerle arasındaki ilişki ne? Tarikatlar hangi işlevleri görüyor?
  • Bu gruplara üyelik nasıl işliyor? Dışarıdan birileri de bir gruba yaklaşıp katılmak isteyebilir mi, yoksa üyeler tarafından davet edilmeleri mi gerekir? İnsanlar hiç tarikatlarından ayrılırlar mı? Tarikatlar birbirleriyle nasıl geçinir ya da ilişki kurarlar ve bunu niçin yaparlar?
  • Bir tarikatın bünyesinde, İslami kuralların farklı geleneklerine ya da ekollerine mensup olmak cemaatin genel dinamiğini nasıl etkiler? Tarikatların önde gelen üyeleri, hamilik ilişkisi dışında da, özellikle gündem belirlemek açısından bu gruplara göre mi hareket ederler?

Sorular bunlardı ancak cevapları içeren telgraf “WikiLeaks Türkiye Belgeleri” arasında yer almıyordu.

O günden bugüne tarikatlar, cemaatler ve benzeri dinsel kurum ve kuruluşlar Türkiye’nin siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik hayatında çok daha etkili ve etkin, çok daha nüfuz sahibi bir özne olarak belirginleşti.

PARLAMENTODA HER TARİKATIN TEMSİLCİSİ VAR!

Parlamentoda temsil edilen her siyasi partinin içinde mutlaka farklı tarikatlara mensup, o tarikatlarla doğrudan ya da dolaylı ilişkisi bulunan, TBMM’de o tarikatların ya da dini grupların sözcüsü ya da temsilcisi gibi bir işlev gören parlamenter bulunuyor.

Adalet, içişleri, eğitim, sağlık, bayındırlık, enerji, tarım ve benzeri bakanlıkların, kamu kurum ve kuruluşlarının kritik noktalarında tarikat mensubu bürokratların bulunduğu da su götürmez bir gerçek.


ÜLKEYİ BİR AĞ GİBİ SARAN KARANLIK: NAKŞİBENDİLİK

Tarikat deyip geçmemek lazım.

Çünkü bir tarikat kendi arasında çeşitli kollara ayrılıyor, ülkenin farklı coğrafyalarında, farklı isimler ve liderlikler altında etkili olabiliyor.

Buna bir örnek olması açısından, sadece Nakşibendi tarikatının Türkiye’de günümüzdeki temsilcilerini saymak yeterli:

Türkiye’de Nakşibendi merkezli birden fazla cemaat var, bunların bazıları şöyle:

İsmailağa Cemaati: Mahmut Ustaosmanoğlu'nun İstanbul Fatih'te Çarşamba semtindeki İsmail Ağa Camii merkez olmak üzere oluşturduğu, Nakşibendiliğin Halidiye koluna bağlı bir cemaatir. Manevî olarak cemaatin lideri, cemaat üyeleri tarafından Efendi hazretleri olarak anılan, 1954 yılından emekli olduğu 1996 yılına kadar İsmail Ağa Camii'nin imamlığını yapmış olan Mahmut Ustaosmanoğlu'dur. Cemaatin erkek üyeleri arasında uzun sakallar, cübbeli ve şalvarlı kıyafetler ve namazlarda taktıkları sarıklar, kadınlarında iseçarşaf yaygındır. 1998 yılında Mahmut Ustaosmanoğlu'nun damadı ve cemaatin önde gelen hocalarından olan Hızır Ali Muratoğlu'nun İsmail Ağa Camii'nde öldürülmesi ve 2006 yılında yine cemaatin önde gelen hocalarından emekli imam Bayram Ali Öztürk'ün öldürülmesi cinayetleriyle gündeme gelmiştir. Ahmet Mahmut Ünlü, Abdülmetin Balkanlıoğlu, Mehmet Talu, Resul Bölükbaş, Fatih Kalender, İsmail Hünerlice, Ali Ulvi Uzunlar, Yakup Kabalak, Nurullah Dindar gibi isimler cemaatin tanınmış hocalarıdır.

Menzil Cemaati: Nakşibendi tarikatına bağlı olup Türkiye'deki cemaatler arasında en fazla mensubu olanlardandır. Menzil Cemaati Muhammed Raşit Erol (1930-1993) tarafından kurulmuştur. Bugün önderleri Seyyid Abdulbaki Erol'dur. Adıyaman merkezli olup cemaat Ankara ve İstanbul'da da mevcuttur. Ekonomik gücü, mensuplarının işlettiği firmalardan kaynaklanmaktadır. ki ana kola ayrılır: Adıyaman kolu, Ankara kolu.

Palulu Şeyh Said ve Cemaati: Politikacılardan Abdülmelik Fırat ve Fuat Fırat bu şahsın torunları olurlar. Erzurum, Bingöl, Elazığ hinterlandında Septioğulları adıyla tanınan ünlü bir sülaleden gelirler. Halen geniş bir tarikat muhitleri vardır. Bu muhiti mistik planda temsil eden Şeyh Muhammed Emin’dir.

Arvasiler: Geniş bir Nakşibendi site ailesidir. Politikacı Kamran İnan’ın büyük babası Gaydalı Sıbgatullah Arvasi bu ailenin cumhuriyetten önceki temsilcisidir. Cumhuriyetin ilk yıllarında İstanbul’a gelip yerleşen Abdülhakim Arvasi, Hüseyin Hilmi Işık ve Necip Fazıl Kısakürek gibi iki becerikli kişiyi oldukça etkilemiş ve bu sayede büyük bir ün kazanmıştır.

Tağiler Ailesi: Bitlis’in Norşin ilçesinde kurulan ve 1800’lerin ortalarından beri çok kalabalık bir site olarak varlığını sürdüren bu aile, son yıllarda dağıldı. Bir ara Bitlis Milletvekili olarak meclise giren Muhittin Mutlu, bu ailenin çocuğudur. Kürt kökenli Tağiler, oldukça gelenekçi bir Nakşibendi merkezi olarak faaliyetlerini sürdürdüler. Bu aile Arvasilerin temsilcileridir.

Küfreviler: Bu ailenin şeyh sıfatıyla son temsilcisi Kasım Kufralı (ya da Küfrevî) idi. Bu şahıs Aslen Siirt’in Şirvan (eski adıyla Kufra) ilçesinden Kürt kökenli Muhammed Küfrevî’nin torunudur. Şeyh Abdulbaki’nin oğludur. Demokrat Parti’den Ağrı Milletvekili orak Meclise girmiştir. Günümüzde hayatta değildir ve halefi yoktur.

Süleymancılar: Bunlar, Süleyman Hilmi Tunahan’ın bağlılarıdır. Daha çok Kur’an ezberlettirme amacıyla örgütlendiklerini ön plana çıkararak esas faaliyetlerini örtülü şekilde sürdürmeye çalıştılar.

İskenderpaşalılar: Bunlar, Mehmet Zahit Kotku’nun bağlılaıdır. İlk yıllarda Dağıstanlılar olarak yapılanan bu cemaat, daha sonraları karma bir liberal, muhafazakâr entelektüel çevreye dönüşmüştür. Son yıllarda bu şahsı ve cemaatini Mahmud Esad Coşan  temsil etmiştir.

Şeyh Said Seyda el-Cezeri: Cizreli Şeh Seyda olarak ünlenen bu şahıs, Güneydoğu’da tanınan Zengân Kürt aşiretine mensuptur. Şu anda onu, İstanbul Küçükyalı’da oturan oğlu Ömer Faruk temsil etmektedir. Güneydoğu’da ve İstanbul’da bir miktar müritleri vardır.

Zilanlılar: Bu aileyi, yakın geçmişe kadar Kasım Zeydan adında bir kişi temsil ediyordu. Diyarbakır civarında faaliyet gösteren bu şahıs Şeyh Halid-i Zili’nin torunudur. Kasım Zeydan öldükten sonra, kendisini oğlu Abdulkerim Zeydan temsil etti. Abdülkerim Zeydan, bir dönem milletveklliği de yaptı.

Hazinoğulları: Bu aileyi, yakın geçmişte ölen Muhammet Musa Kâzım temsil ediyordu. Bu şahıs, Arap kökenli Siirtli Şeyh Muhammed el-Hazin el-Haşimî’nin torunu ve Milis Generali Şeyh Şerafeddin’in’in oğludur. Bu aileye bağlı cemaatin hemen tamamı Kürttür ve çok dağınıktır. Müritleri daha çok Siirt Bitlis, Ankara, Bursa ve İstanbul’da bulunmaktadırlar.

Yahyalı Cemaati: Kayseri civarında faaliyet gösteren bu merkezi, o yörede hayli etkili. Bir Nakşibendi şeyhi tarafından yönetilmektedir.

Erenköy Cemaati (Mahmut Sami Ramazanoğlu Cemaati): Bu merkezi, son yıllarda Musa Topbaş adında bir tüccar yönetiyordu. Kendisi öldükten sonra oğlu Osman Nuri Topbaş cemaatin başına geçmiştir. Merkezleri Erenköy’de olan bu cemaat daha çok ticaret erbabından oluşmaktadır.

NAKŞİBENDİLİK GİBİ ONLARCA TARİKAT BULUNUYOR

Bu saydıklarımız yalnızca Nakşibendi tarikatının kolları… Bu topraklarda daha onlarca tarikat ve cemaat yaşamaya devam ediyor.

Tarikatlar siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik alanlarda faaliyet gösteren varlıklar. Bu tarikatlara bağlı çeşitli ticari kurum ve kuruluşlar olduğu bilinen bir gerçek. Kolejler, dernekler, vakıflar, yayınevleri, televizyonlar, gazete ve dergiler…

Yukarıda yalnızca bir tanesinin, Nakşibendi tarikatının kollarını ve yayıldığı alanları sayabildiğimiz daha onlarca tarikat bulunuyor.

NAKŞİBENDİLİĞİN GÜÇLENEN KOLLARI

İskenderpaşa Cemaati

Geçmişi 1800’lü yıllara, Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi’ne uzanıyor. Uzun süre, Gümüşhanevi tekkesi cemaate ismini verdi. Mehmet Zahit Kotku şeyhlik postuna oturduktan sonra, görev yaptığı İskenderpaşa Camii tarikata ismini verdi. Kotku’nun ölümünden sonra liderliğe geçen damadı Prof. Esad Coşan da 2001 Şubat’ında Avustralya’da trafik kazasında öldü. Post, oğlu Nurettin Coşan’a kaldı. Esat Coşan, tarikatı kurduğu vakıflar sayesinde büyüttü. Bunların en etkini Hakyol Vakfı. Koşan, İlim Kültür ve Sanat Vakfı ile Sağlık Vakfı’nı da kurarak örgütlenmeyi genişletti. "Hanım Dernekleri"yle kadın örgütlenmesine yöneldi. Şu andaki lider Nurettin Coşan, dini eğitiminin yanı sıra New York’ta işletme öğrenimi gördü. Babasının isteğiyle 1996’da aile şirketi Server Holding’in yöneticiliğini üstlendi. Ticari faaliyetleri ve seyahatleri nedeniyle liderlik görevini yerine getiremediğini iddia eden bir grubun muhalefet başlattığı ve tarikattan koptuğu söyleniyor. Siyasetin birçok önemli ismi cemaatle gönül birliği içinde: Eski cumhurbaşkanı Turgut Özal, başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Korkut Özal, maliye bakanı Kemal Unakıtan, bir dönem için dahi olsa Necmettin Erbakan. İskenderpaşa Tarikatı’nın bir de siyasi partisi var: "Sağduyu Partisi." Recep Tayyip Erdoğan’ın, 3 Kasım 2002 Seçimleri sonrasındaki ilk cuma namazını Ankara’nın Dikmen semtindeki Mehmet Zait Kotku Camii’nde kılması bu gönül bağının sembolik işareti olarak değerlendiriliyor.

Erenköy Cemaati

Kökleri Kelami Dergâhı’na ve şeyhi Erbilli Mehmet Esat’a dayanıyor. Mehmet Esat, tekkeler kapatılınca Erbil’deki arazilerini satıp, İstanbul’a yerleşti. Erenköy’de bir köşk aldı, cemaatin temellerini attı. Menemen Ayaklanması’na karıştığı iddiasıyla gözaltındayken rahatsızlanıp hayatını kaybetti. Erenköy Cemaati, Mehmet Esat’ın halifesi Mahmud Sami Ramazanoğlu’nca kuruldu. Nakşibendi geleneği içinde, esnaf ve iş adamlarının kolu olarak biliniyor. Ramazanoğlu’nun ardından cemaatin dini sorumluluğunu Musa Topbaş üstlendi. Onun ölümüyle üç isim ön plana çıktı: Yeni Şafak’ın eski başyazarı Ahmet Taşgetiren, Eymen Topbaş ve Konya’da yaşayan Tahir Büyükkörükçü. Şeyh postuna Büyükkörükçü’nün oturduğu ileri sürülüyor. Konya’da Erenköy Mahallesi’nde yaşayan Büyükkörükçü bir dönem Milli Selamet Partisi milletvekilliği de yapmıştı. Erenköy Cemaati’nin Ankara örgütlenmesini ise Muradiye Vakfı yürütüyor.

İsmailağa Cemaati

Kurucusu Ebuishak İsmail Efendi, 1723’te Fatih’te adını taşıyan camiyi inşa ettirdi. Ölümünden sonra cemaati tarikat yoluna girdi. Şeyh Batumlu Ali Haydar Efendi, 1960’da ölene kadar liderliği yürüttü. Görevi İsmail Ağa Camii imamı Mahmut Ustaosmanoğlu devraldı. Cemaat İstanbul’un merkezi Fatih’te, Türkiye’nin en dikkat çeken İslami gettosunu oluşturdu. Sarık, şalvar ve cübbeli giyimleriyle diğer Nakşibendi gruplarından ayrılıyorlar. İsmailağa Cemaati, Ustaosmanoğlu’nun kökeni nedeniyle İslami gruplar içinde "Oflular" olarak da tanınıyor. Cemaatin önde gelen bazı isimlerinin Salih Mirzabeyoğlu liderliğindeki İBDA-C ile birlikte hareket etmesi, grubun radikalleşme potansiyelinin bir kanıtı gösteriliyor.


NAKŞİBENDİ İKTİDARI!

Gülen Cemaati’ni bir yana bırakacak olursak, AKP zaten kendi içinde pek çok tarikatın mensubunu, müridini, temsilcisini ve sempatizanlarını barındıran bir yapıya sahipti.

AKP içinde özellikle Nakşibendi tarikatının etkili olduğu, en başından beri gizlenmeyen gerçeklerden.

Tayyip Erdoğan’ın Nakşibendi tarikatının İskenderpaşa Dergâhı’yla olan çok yakın ilişkisi de bilinen gerçeklerden.

AKP’nin kuruluşundan itibaren partinin içinde yer almış pek çok önemli ismin de Nakşibendi tarikatına bağlı olduğu da biliniyor. Önceki yıllarda ANAP ve DYP içindeki siyasetçiler arasında da bu tarikatların bağlısı ya da sempatizanı olan pek çok siyasetçi bulunuyordu ancak AKP’de bu oran katlanarak arttı ve tarikatlar AKP üzerinden, siyaset yoluyla kamunun her kademesinde kadrolaşmayı bu dönemde başardı. AKP’nin önemli isimlerinden Abdülkadir Aksu, Mehmet Ali Şahin, Ali Coşkun, Kemal Unakıtan, Recep Akdağ, Binali Yıldırım, Hilmi Güler, Zeki Ergezen gibi isimlerin Nakşibendilikle ilgileri olduğu geçtiğimiz 14 yıl içinde epeyce yazılıp çizildi.

İLK KURULAN AKP HÜKÜMETİNDE BİLE 25 BAKANIN 19’UN TARİKAT BAĞLANTILIYDI

3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra Abdullah Gül tarafından kurulan 58’inci hükümetle ilgili yapılan bir araştırmada, kabinedeki bakanların tarikatlarla ilişkileri şöyle anlatılıyor: Kabinedeki 25 bakanın 19’unun tarikat bağlantısını var. Kabinenin yüzde 52’si Nakşibendi tarikatının İskenderpaşa Dergâhı’na mensup, Tayyip Erdoğan da aynı dergâha bağlı. Yüzde 16’sı Nurcu. Abdullah Gül’ün başbakanlığında kurulan 58. AKP hükümeti, cumhuriyet tarihinde tarikat etkisinin en ağırlıkta olduğu hükümet özelliği taşıyor.

Daha sonra kurulan Tayyip Erdoğan hükümetlerinde de Nakşibendi tarikatı ağırlığı hükmünü sürdürmeye devam etti. Bu argümanı kanıtlayan bir araştırma-haber ise 2007’nin Temmuz ayında Milliyet’te yayınlandı. Ömer Erbil imzasıyla yayınlanan haberde, 22 Temmuz 2007 genel seçiminde Nakşibendilerin oylarının blok olarak AKP’ye gideceği vurgulanıyordu. Haberde şu ifadeler yer alıyordu:

“Nakşibendi cemaati 3 Kasım 2002 genel seçiminde AKP'ye destek verdi. Hatta verdiği desteği bir basın açıklamasıyla kamuoyuna da duyurdu. Cemaatin lideri konumunda bulunan Nurettin Coşan, seçimin hemen öncesinde Sağduyu Partisi adına yaptığı açıklamada, ‘AKP farklı seçmen kitlelerin beklentilerinin odaklandığı bir sentezi daha başarılı bir biçimde oluşturarak, diğer partilerden daha avantajlı bir konuma gelmiştir. Bu yüzden bu seçimlere özel, desteğimiz AKP'yedir’ demişti. Nakşibendilerin en önemli kollarından biri olan İskenderpaşa cemaati geçen seçimde AKP'yi destekledi. Bir dönem Erdoğan'ın da devam ettiği bu cemaatin oylarının (22 Temmuz’da da) önemli ölçüde AKP'ye gideceği belirtiliyor. Geçen dönemde (3 Kasım 2002) AKP milletvekili olan, 22 Temmuz seçimi için İstanbul 1. Bölge'den 4. sırada yeniden aday gösterilen İrfan Gündüz, İskenderpaşa cemaatine yakınlığını gizlemiyor. Gündüz, ‘Esad Coşan'la baba oğul gibiydik’ diye konuşuyor. Tarikatların kapatılmasına karşı çıkan Gündüz, Erdoğan'la birlikte aynı seçim bölgesinden aday. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden Esad Coşan'ın doktora öğrencisi olan Gündüz, cemaat tarafından yakından tanınıyor.”

“350 AKP MİLLETVEKİLİNİN YAKLAŞIK 80’İ NAKŞİBENDİ KÖKENLİ”

Aynı haberde, AKP’nin 350 dolayındaki milletvekilinin yaklaşık 80’inin Nakşibendi cemaati mensubu olduğu da vurgulanıyor ve şöyle deniyor:

“Başını Necmettin Erbakan'ın çektiği Milli Görüş hareketi ağırlıklı olarak Nakşibendilik hareketi ile iç içe geçmiş olan bir siyasi çizgiyi temsil ediyordu. Bu yüzden Milli Görüş hareketinin önde gelen isimlerinin Nakşibendi kökenli olması şaşırtıcı değildi. AKP de Milli Görüş içindeki bir kırılmanın sonucu olarak ortaya çıktığı için, AKP'nin önde gelenlerinin siyasi soyağacında Nakşibendiliğin izlerine rastlamak mümkün. Bu çerçevede sona ermekte olan yasama döneminde 350 dolayında milletvekiline sahip olan AKP grubunda 80 dolayında Nakşibendi tarikatı mensubu ya da bu gelenekten yetişmiş milletvekilinin bulunduğu AKP çevrelerinde yaygın bir kanı. Ancak, AKP içindeki tarikat unsurunu yalnızca Nakşibendilerle sınırlamak doğru olmaz. Bunun nedeni, AKP'nin başka tarikatlara da açık olması. Geçen dönemde AKP grubundaki Nurcu milletvekillerinin sayısının da 30'a yaklaştığı, neredeyse ortak kanı haline gelmiş bir görüş.”



AKP: TARİKATLAR KOALİSYONU

AKP’de etkili olan tarikat sadece Nakşibendiler olmadı elbette. Diğer tarikatlar da AKP’nin içindeki “tarikatlar koalisyonunda” hep temsil edildiler. Örneğin Türkiye’de Süleymancıların lideri olarak anılan isimlerden Mehmet Beyazıt Denizolgun 22 Temmuz 2007 seçimleri öncesinde AKP’nin İstanbul 1. Bölgeden milletvekili adayı gösterildi ve iki dönem milletvekilliği yaptı.

NAKŞİBENDİLİĞİN ÖNEMLİ BİR KOLU OLAN MENZİL CEMAATİ DE AKP’DE

Nakşibendiliği bir kolu olan Adıyaman merkezli Menzil cemaati de AKP içinde her zaman etkili olmuş cemaatlerden birisi olarak bilindi. Menzil cemaati Türkiye’nin pek çok ilinde örgütlü bir cemaat. Cemaatin şeyhi Feyzettin Erol'un 18 Kasım 2003 günü verdiği iftara pek çok AKP milletvekili katıldı. Bu milletvekilleri arasında öne çıkan ise Adıyaman Milletvekili Hüsrev Kutlu oldu. Cemaate yakınlığıyla bilinen Kutlu, Adıyaman'dan birinci sırada aday oldu. Bunda, Kutlu'nun Menzil tarikatına yakın olmasının etkisi olduğu söylendi.

2002’DEN BERİ HER SEÇİMDEN AKP’YE BLOK OY DESTEĞİ

Nakşibendilik tarikatının diğer kolları da AKP iktidarı boyunca, yoğun olarak ve genellikle AKP’den desteklerini esirgemediler.

Örneğin Fatih’in Çarşamba semtiyle özdeşleşen İsmailağa cemaati, AKP öncesinde Refah-Fazilet çizgisini desteklediler. Ancak AKP kurulduktan sonra kitlesel olarak AKP’ye destek verdiler.

Yine Nakşibendi tarikatının bir başka kolu olan Erenköy cemaati de AKP’yle iyi ilişkilerini hep sürdürdüler ve AKP’ye destek verdiler.

Nakşibendi tarikatının bir başka kolu olan Kayseri merkezli Yahyalı cemaati de daha önce Erbakan’ın milli görüş çizgisine yakın durdu, sonradan AKP’nin destekçisi oldu.

İstanbul, Ankara, Düzce’de yoğun olarak örgütlenen Kadiri tarikatının Muhammediye kolu da tercihlerini kitlesel olarak hep AKP’den yana kullandılar.

Güneydoğu’da etkin olan Tillo ve Norşin grupları da, medrese geleneğinin temsilcileri olarak, AKP’den yana oy kullandılar.

Türkiye Gazetesi ve İhlas Holding’le özdeşleşen, adını Hüseyin Hilmi Işık’tan alan Işıkçılar grubu da yıllarda ANAP’a destek veren bir hareket olarak bilindiler ancak 2002’den sonra AKP’nin yanında oldular ve desteklerini hiç esirgemediler.

TARİKAT ŞİRKETLERİNE BALLI TAHSİSLER, AYRICALIKLI İMARLAR!

AKP iktidarı, kâğıt üzerinde yasa dışı olan bu tarikat ve cemaatlerin yasal uzantıları olan ve çeşitli adlar altında faaliyet gösteren dernek ve vakıfların önemli bölümünü “kamu yararına çalışan dernek ve vakıflar” listesine almış, bu dernek ve vakıflara pek çok “imar kıyakları”, “tahsisler” ve benzeri ulufeler dağıtarak, kamu kaynaklarını bu tarikat ve cemaatlere aktarmıştır.

Buna da bir örnek verecek olursak:

Dönemin Başbakanı Erdoğan ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Devlet Bakanı Ali Babacan, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Devlet Bakanı Cevdet Yılmaz, 22 Mayıs 2009 tarihinde 2009/27 sayılı kararla TEKEL’in Unkapanı’nda 5 katlı binasının Maliye Bakanlığı’na hibe edilmesi kararını onayladı. Maliye Bakanlığı, binayı Metropolitan Sağlık Hizmetleri AŞ’ye tahsis etti.

Tayyip Erdoğan’ın “AKP iktidarı döneminde TEKEL’in ne gayrimenkulü ve ne de menkulü kimseye peşkeş çekilmemiştir” yönündeki açıklamasına karşın, TEKEL’in İstanbul Unkapanı’ndaki binasının, Medipolitan Sağlık Hizmetleri AŞ’nin Nakşibendi tarikatına yakın olduğu ileri sürülen sahiplerine verildiği ortaya çıktı.

AKP’li İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) de Medipol Grup’a ait İstanbul Göztepe kavşağındaki 12 dönümlük araziye İBB Şehir Planlama Müdürlüğü’nün ve dönemin CHP’li meclis üyesi Hüseyin Sağ’ın muhalefetine karşın 2007’de yüksek imar hakkı tanımıştı. Şehir Plancıları Odası’nın ise bu izne “Bu ayrıcalıklı imar iznidir” görüşüyle karşı çıkması tartışma yaratmıştı.

Aynı gruba bu kez, özelleştirilen TEKEL’in çok değerli bir gayrimenkulü verildi. Özelleştirme Yüksek Kurulu kararıyla TEKEL’in, Unkapanı’ndaki 5 katlı genel müdürlük binası, Milli Emlak Genel Müdürlüğü’ne devredildi. Başbakan ve 4 bakan, 22 Mayıs 2009 tarihinde 2009/27 sayılı kararla TEKEL’in Unkapanı’nda Haliç ve Marmara Denizi manzaralı değerli 5 katlı binasının Maliye Bakanlığı’na hibe edilmesi kararını onayladı. Binada çalışan 300 genel müdürlük üyesi, 1 Ocak 2010’da TEKEL’in İstanbul Kartal Cevizli’deki yerleşkesine gönderildi. Maliye Bakanlığı, boşaltılan binayı, 4 özel hastanesi bulunan Medipol Grup olarak bilinen Metropolitan Sağlık Hizmetleri AŞ’ye tahsis etti.

TARİKATA İKİNCİ KIYAK

4 özel hastane işleten Medipol Grup ve grubun başkanı, Nakşibendi tarikatının İskenderpaşa dergâhına ve AKP’ye yakınlığıyla biliniyor. İskenderpaşa cemaatinin şeyhi Mahmut Esat Coşan’ın babası Necati Coşan da bu grubun hastanesinde yattı ve tedavi sırasında yaşamını kaybetti. Başbakan Erdoğan’ın annesi Tenzile Erdoğan da bu grubun hastanesinde tedavi gördü. Binanın tahsis edildiği Medipol Grup’un İstanbul Göztepe kavşağındaki 12 dönümlük arazisine İBB Meclisi ayrıcalıklı imar izni vermişti.

Bu örnekler yüzlerce, binlerce çoğaltılabilir... 

(Ahmet Çınar/SOL-24/07/201)

                                                                         ***

Nakşibendi Cumhuriyeti-Orhan Gökdemir / SOL (03/12/2016)

Bizim devlet geleneğimiz tarikatların kucağında doğdu. Osman, Orhan, Murad Ahiydi. Gerçi bugünkü manada bir tarikat sayılmazdı Ahilik. Dinle bağının derecesini tam olarak bilemiyoruz. Adı geçen bu sultanlar Müslüman mıydı, bu noktada da kesin bir bilgiye sahip değiliz. Önde gelen tarihçiler, Osman adının bu kurgudan bir sapma olduğunu, bu ismin ilk sultana sonradan yakıştırılmış olabileceğini iddia ediyor. Aslı Odman veya Otman olmalıdır. Henüz devletin devlet, tarikatın tarikat olmadığı bir zaman aralığıdır. Açık olan tek şey İslamizasyonun bu üç sultandan sonra gerçekleştiğidir.

II. Murad Bayramiydi. Bu tarikatın kurucusu Hâce Bayramı Veli, Hâce Bektaşi Veli ile birlikte Osmanlının ilk döneminin en önemli iki tarikatıdır. Hâce, hacılığa değil hocalığa bir göndermeydi. Her ikisi de Anadolu’ya göçerken geçtiği bütün coğrafyaların rengini almış, karşılaştığı bütün inançların kokusuna bulanmıştı. Bu halleriyle hem İslam’dı hem İslam dışıydı.

Yavuz Selim Sümbüli, Kanuni Süleyman Gülşeniydi. Sünbülilik biraz tuhaf bir tarikattı. Gülşenilik Mevleviliğin bir versiyonuydu. I. Abdülhamit Nakşibendi, II. Abdülhamit Şazeliydi. III. Selim Mevlevilikte, Abdülmecid Cerrahilikte karar kılmıştı. Abdülaziz Bektaşi, Mehmet Reşat Mevleviydi. V. Murad modern bir yol tutturmuş Mason olmuştu; 112. İslam halifesidir. Ama her halükarda Bektaşi kızılının solduğu Sünni yeşilinin baskın hale geldiği bir tablodur bu. Osmanlı sarayının rengidir nihayetinde ve tarihini Yavuz Selim ile başlatabiliyoruz.

***

Yavuz Selim’in hayatı neredeyse İran Safevi devleti ile didişerek geçti. Bu, sınırlar ötesindeki tehditten kaynaklanan olağan gerilimlerden biri değildi. Mülkü olan topraklarda yaşayan Türkmen-Kızılbaş nüfus kendisini Osmanlıdan çok Safevi devletine yakın hissediyordu. Selim bu nedenle ayaklarının altındaki toprağı hep kaygan hissetti. Öyleydi. Kızılbaş isyanları iktidarını zorluyordu. Bu isyanları Celali isyanları takip etti. Selim, her hareketinde arkasından emin olmaya çalıştı, her dış seferi bir iç sefere dönüştü. Sınıf savaşının din ve mezhep savaşı gibi göründüğü bir zaman aralığıdır. Ezilenler Türkmen Kızılbaşlardı, bu nedenle, iktidarına karşı bütün hareketler Sultana ayrımsız bir Kızılbaş ayaklanması olarak görünüyordu.

Selim, Şah İsmail’i durdurmayı ve Kızılbaş isyanlarını bastırmayı başardı. Fakat nihai zafer henüz çok uzaklardaydı. Celali isyanları sürüyor, Kızılbaşlar her yerde ayaklanmaya hazır bekliyordu. Sorunun nihai çözümü için İran ile Anadolu toprakları arasına bir “duvar” örmekten başka yol yoktu. Duvar Sünniliktir. Mısır Seferi sonucunda “kutsal topraklar” Osmanlı hâkimiyetine girmişti. Orada ele geçirdiği kutsal emanetleri toplayıp İstanbul’a taşıdı. Mısır’da “keşfedilen” sözde son Memluk Halifesi III. Mütevekkil İstanbul’a gelip halifeliği sultana devretti. Böylece Hilafet Abbasi soyundan Osmanlı soyuna geçmiş sayıldı. Bütün bunları ilk “ılımlı İslam” projesi sayabiliriz. Şiiliği kuşatma ve Kızılbaşlığı bastırma ihtiyacından üretilmiştir.  

Osmanlı sarayı Kızılbaşlardan ürktüğü için Sünni oldu ve devlet içinde Sünni tarikatların örgütlenmesinin yolunu açtı. Hayat inançtan önce geliyordu ve hayat devletin tarikat tercihlerini de belirliyordu. Başlangıçta Kızılbaşlığın panzehri olarak onun şehirli ve ılımlı bir versiyonu olan Bektaşilik desteklendi, kollandı. Yeniçerilik sarayın önünde bir engel olarak dikilince bu ocakla birlikte onunla özdeşleşmiş olan Bektaşiliği de kaldırıp attı. Yerine önce Mevleviliği, o da olmayınca Nakşibendiliği koydu. Nakşibendilik Sünni bir tarikattı. Sarayın isteklerine çok uygundu ve böylece devletlû bir tarikat haline geldi. Hala öyledir.

***

Kaderin cilvesi, Kızılbaşların İran’a meyletmesini önlemek için tercih edilen Nakşibendiye İran çıkışlı bir tarikattı. Görünüşte şeriata, Kurana ve hadislere sıkı sıkıya bağlıydı ama gerçekte pragmatizm hükmünü sürdürüyordu. Kaynaklar eski İran inançlarının tarikatın oluşumunda etkili olduğunu haber veriyor. Bu senkretik yapısına karşın tutucu, padişahçı, hilafetçi, şeriatçı bir tarikat Nakşibendiye. Neredeyse yakın dönemin bütün karşı devrimlerinde bir şekilde dahli var. 31 Mart gerici ayaklanması bu tarikatın önderliğinde gerçekleşti, Kurtuluş Savaşında direnişin düşmanı. Şeyh Said ayaklanması, Menemen isyanı bu tarikatın marifeti.

Tarikat doğuşundan bu yana 20 yakın filiz vermiş. Çoğu silinip gitmiş. Bugüne kalan kollardan ikisi Said-i Nursi’nin kurduğu Nurculuk ve Süleyman Hilmi Tunahan’ın adına yazılı Süleymancılık. Said, Bitlis doğumlu bir Kürt. Süleyman Hilmi, Romanya’nın Silistre kentinden. Bu kadar farklı kültürlerden gelen iki adamın aynı tutuculukta birleşmesi ilginç ve üzerinde düşünülmesi gereken bir vaka.

Said’in ilk faaliyetleri Osmanlı döneminde. Abdülhamit’in emriyle gözaltına alındı, akıl hastası olduğuna karar verildi ve bir akıl hastanesine kapatıldı. Cumhuriyet döneminde de pek çok kez kovuşturulup, tutuklandı. 1925’te Şeyh Said isyanına katıldığı gerekçesiyle sürgüne gönderildi. Buna karşılık tıpkı Necip Fazıl gibi Demokrat Parti döneminin muteber adamıydı. Yaşadığı dönemde bir tarikat olmaktan-kurmaktan çok uzaktı. Nurculuğu bir tarikata dönüştürenler, onun yazdıklarını propaganda etmeyi bir “hizmet” olarak kabul eden Fethullahçılardı. Tarikat benzeri bir yapıydı Fethullahçılar, gizli örgütle tarikatın tuhaf bir karışımıydı. Tabloyu tamamlamak için son parçayı, Nakşibendiyeden gelen Necip Fazıl’ın kurucusu olduğu “Büyük Doğu” fikriyatını da ilave etmek gerekir. Cumhuriyet dönemi tarikatlar tablosudur bu.

***

Nakşibendilik neredeyse iki yüzyıldır devletin bir uzantısı olarak faaliyet gösteriyor. Cumhuriyetin yol açtığı kısa aranın dışında ülke sathında hep etkili. İnişli çıkışlı bir ilişkileri olmuş devletle ama hep devletin eteğinden tutunarak iş görmüş.

Cumhuriyetin tarikat tarihine verdiği kısa aradan sonra döndük başa. Cumhurbaşkanının eskisi ve yenisi Büyük Doğucu-Nakşibendi geleneğinden. Nakşibendiliğin özellikle İskenderpaşa kolu adeta Enderun Ocağı gibi. Abdulkadir Aksu, Mehmet Ali Şahin, Beşir Atalay, Ali Babacan, Ali Çoşkun, Kemal Unakıtan, Binali Yıldırım İskenderpaşa kolundan. Eskilerden Necmettin Erbakan, Turgut Özal, Recai Kutan, Korkut Özal, Ahmet Tekdal, Hasan Hüseyin Ceylan, Temel Karamollaoğlu, Nevzat Yalçıntaş bu kolun uzantısı. Murat Başesgioğlu Nur talebesi. Hüseyin Çelik, Bülent Arınç Nurcu. Necmettin Erbakan’ın bir Nakşibendi-Nurcu koalisyonu olan Milli Selamet Partisi içinde çoğalıp ülke sathına yayıldılar. Ülkeyi yeniden bir şeyhler, dervişler ülkesi haline dönüştürdüler.

***

Bu hafta başında Nakşibendiyenin Süleymancılar koluna ait bir kız yurdunda çıkan yangında 11 kız çocuğu yanarak can verdi. Sebebi yurdun yangın merdivenin kilitlenmesiydi. Bina yurt olmaya elverişli değildi. Denetlenmemişti. O çocuklar sanki devlet tarafından toplanmış, yurdu işleten tarikata teslim edilmişti. Bu nedenle valisi, belediye başkanı, bakanı, başbakanı sanki o merdivende suçüstü yakalanmış gibiydi.

Hâlbuki Nakşibendiliğin Said-i Nursi’ye hizmet kolu yaz ortasında darbe yapmaya kalkıştı aynı devlete. O anda o tarikatın bir “ahtapot gibi” her yanı sardıklarını fark etti devlet. Her yerde örgütlenmişler, bütün mevkileri ele geçirmişler, devleti bir tarikata dönüştürmüşlerdi.

Yeni Türkiye’nin normalidir bu. Çünkü artık devlet devlet değil, bir tarikattır, Nakşibendi Cumhuriyetidir. Nakşibendiyenin Nurcuları kovuşturulur, Süleymancıları kollanır. Bir tarikat gider bir tarikat gelir, bir tarikat iner diğeri biner.

Ve devlet tarikata dönüştü mü kız çocukları yanar. İddia edildiği gibi elektrik kontağı değil tarikat kontağıdır yakan.

Bu tarihin dersidir: O kontağı kaldırıp o kız çocuklarını kurtaramazsan yangının ülkeye sıçramasını engelleyemezsin. Bu topraklarda hep tarikat kılığında gelir kundakçı, tutuşturur karanlığı. Marifet bu hakikati görüp harekete geçebilmektir.

Hakikat, yeni bir cumhuriyettir…

Orhan Gökdemir / SOL (03/12/2016)




19 Ekim 2021 Salı

Marmaris'teki Karacasöğüt koyunda yat limanı tahribatı - Özer AKDEMİR(İzmir) / EVRENSEL

 Marmaris'teki Karacasöğüt koyunda yapılan yat limanı halkın tepkisine neden oluyor.

     Fotoğraf: Marmaris Kent Konseyi Çevre Grubu


Muğla'nın Marmaris ilçes Karacasöğüt Mahallesi'nde yapılmakta olan yat limanı halkın tepkisine neden oluyor. Yat limanının çevresel etkilerinin değerlendirilmeden "ÇED gerekli değildir" kararı verilmesinin bölgenin turizm ve tarımı açısından ciddi sıkıntılara neden olacağını ileri süren yurttaşlar, projenin bir an önce durdurulmasını istiyor.

60 YATLIK KAPASİTE 187'YE ÇIKACAK

Muğla kıyılarındaki kamuya ait turistik tesis ve işletmelerin büyük kısmının devredildiği Valilik tarafından kurulan ve yönetiminde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bürokratlarının bulunduğu MUÇEV Turizm Tic. Ltd. Şti'ye ait yat limanını genişletme projesine geçtiğimiz yıl eylül ayında  karar verildi.

Proje için Muğla Valiliği Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü tarafından "Çevresel etki değerlendirmesi gerekli değildir" kararı verildi.

Marmaris Belediyesi, 60 yat bağlama kapasitesine sahip olan iskelenin 187 yat kapasitesine çıkarılmasının ÇED sürecine tabi yat limanları kapsamında incelenmesi gerektiğini belirterek Muğla İdare Mahkemesinde dava açtı.

Dava süreci devam ederken MUÇEV, Marmaris Belediyesine inşaat ruhsatı için başvurdu, belediye "tüm evraklar tamam olduğu" gerekçesiyle inşaat için gerekli ruhsatı verdi.  

"DENİZ EKOSİSTEMİNE ZARAR VERECEK"

Davada 28 Mayıs 2021 tarihinde Karacasöğüt iskelesinde yapılan keşif ve bilirkişi incelemesinde mahkemeye sunulan bilirkişi raporları, belediyenin haklı olduğunu ortaya koydu.

Bilirkişi raporuna rağmen "ivedi yargılama" usulüne göre devam eden davada bir yılı aşkın bir zamandır karar verilmemesini eleştiren yurttaşlar, hukuksal sürecin hızlanmasını ve liman genişletme projesinin durdurulmasını talep ediyor.

Yurttaşlar yine aynı koyda Global Marin A.Ş. tarafından yapılmak istenen yat yanaşma iskelesine de "ÇED ferekli değildir" kararı verildiğini belirtiyor.

Karacasöğüt'ün bölgenin en önemli turizm ve tarım merkezlerinden olduğunu ve özellikle yat turizmi açısından önemli bir merkez olduğunu belirten yurttaşlar, bölgenin aynı zamanda Marmaris tarımının da kalbini oluşturduğuna işaret ediyor.

Karacasöğüt limanının kapalı bir liman olması nedeniyle yapılacak bu faaliyetlerin denize ve deniz dibine büyük zararlar vereceği uyarısında bulunan yurttaşlar, projenin yapımının ardından artan nüfus yoğunluğunun tarımsal faaliyetlerin sağlıklı bir şekilde yürütülmesine de engel teşkil edeceği görüşündeler.

PROJE ÇED'DEN NASIL KAÇIRILDI?

Proje tanıtım dosyasında, projenin adı "tekne bağlama iskelesi" olarak verilmesine rağmen konuyla ilgili imar planlarına görüş bildiren Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığının yazısında, gerçekleştirilecek projenin "yat bağlama iskelesi" olduğu ifade ediliyor.

Reklam

Projeyle 50 metreye kadar 187 mega yatın bağlanabileceği bir yat limanı yapılmak isteniyor. "Orta büyüklükte" yat limanı olarak nitelenen limanlar, yasalara göre bağlanabilecek tekne sayısına-kapasitesine bakılmaksızın ÇED Yönetmeliğine tabii tutuluyor.

Oysa proje için "ÇED gerekli değildir" kararı verildi.

PTD'de projenin yapımı için denize tahmini 120 kazık çakılacağı belirtilirken buna ait ortada bir proje olmaması dikkat çekiyor.

BAKANLIK KENDİ ŞİRKETİNİ DENETLEYEBİLİR Mİ?

Ayrıca proje sahibi olan MUÇEV'in Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın kontrolü altında olduğunu, bakanlığın kendi kontrolündeki bir vakfın projesini objektif olarak değerlendiremeyeceği projeye yönelik getirilen eleştiriler arasında.

UYARI RAPORU

Özel Çevre Koruma Kurumu tarafından İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri ve İşletmeciliği Enstitüsüne düzenletilen biyolojik çeşitlilik final raporunda da “Karacasöğüt'te iskele iyileştirme çalışmaları hızla devam etmeli ve limana demirleyecek tekne sayısına limit konulmalıdır" ve "Bu bölgede marina ve liman kullanımı mevcut limitlerin üstüne çıktığında kıyı şeridinin ve özellikle sulak alanda çok yakın bir gelecekte önemli problemler yaratacaktır" ifadelerine yer verildi.

Raporda, limana bağlanacak tekne sayısının 60’tan 187’ye yükseltilmesi, bilimsel çalışmaların tam tersi bir uygulama olarak göze çarpıyor.

MUÇEV, liman alanında tarihi bir yapı olmadığını ileri sürse de fotoğraflara yansıyan antik liman kalıntıları bunun doğru olmadığını gösteriyor.

    (Antik liman kalıntıları | Fotoğraf: Teoman Sarıaslan)
Projenin Karacasöğüt limanında 3 metreden 10 metreye kadar denizel arkeolojik bulgulara rastlandığı yönündeki bilgiler de göz önüne alındığında arkeolojik yapıya da zarar vereceği belirtiliyor.

Özer AKDEMİR(İzmir) / EVRENSEL



Dünden bugüne: Saray, siyaset ve “haşmet” - Taner Timur / BİRGÜN

 

Sezar’ın hakkını Sezar’a verelim, Tayyip Bey halkın bir zaafını çok iyi saptamış görünüyor ve siyasetteki başarısının sırrı da daha çok “itibar” söyleminde yatıyor.

Fransızların “küçük cümle” (La petite phrase) dedikleri bir deyim vardır. Cümle küçüktür ama anlamı büyüktür. Daha çok siyasi şahsiyetlerin öfkeyle, ağızlarından kaçırarak ya da kitleleri etkilemek amacıyla düşünüp taşınarak söyledikleri çarpıcı sözler için kullanılır. Ve sonra da bu cümle belleklere çakılır; yıllarca o şahsı -olumlu ya da olumsuz yönde- anımsatan işaretlerden biri haline gelir.

Yakınlarda R. T. Erdoğan’ın “itibardan tasarruf olmaz!” sözlerini duyunca bu deyimi anımsadım ve Tayyip Bey’de böyle “küçük cümle”ler bol diye düşündüm. “FETÖ”cüler hakkındaki “ne istedilerse verdik!” itirafı; 15 Temmuz Darbe Girişimi için “bu bize Allah’ın bir lütfudur!” şükranı; Meral Akşener’e yapılan saldırıdan sonra, “daha neler neler olacak!” tehdidi vb. gerçekten de saymakla bitmez. Ama yine de “itibardan tasarruf olmaz!” sözleri, bana bu “küçük cümle”lerin en önemlisi gibi geliyor! Üstelik son yıllarda sık sık yinelendiğine göre, ne öfke eseri, ne de lapsus; belli ki dikkatle seçilerek kullanılmış bir cümle! İlk kez 2016 Sayıştay raporunda, Saray’ın sadece temizlik işleri için yılda 2 milyon lira harcandığının belirtilmesi üzerine söylenmişti!

***

Sezar’ın hakkını Sezar’a verelim, Tayyip Bey halkın bir zaafını çok iyi saptamış görünüyor ve siyasetteki başarısının sırrı da daha çok “itibar” söyleminde yatıyor. “İtibar”, “şan”, “haşmet” denilince bu ülkede damarlar kabarıyor ve bu nedenle başarı peşinde koşan siyaset erbabı da, hangi konumda olursa olsun, mikrofonu eline alınca “büyük” konuşmaya, “büyüklük” taslamaya başlıyor!

Gerçekten de tarihin derinliklerine uzanan bir tutkumuz bu! Daha yüzyıllar önce, vakanüvisler, Hazine’nin tamtakır olduğu bir sırada İran’a gönderilecek bir elçimizin, kap kacak eritilerek muazzam hediyelerle donatıldıktan sonra, “mal der Hindistan; akıl der Frengistan; haşmet der Alî Osman!” diye uğurlandığını yazmışlardı. “Avam”dan yüksek duvarlarla korunmuş saraylarda yaşayan sultanlar için “haşmet”, “mal”dan da, “akıl”dan da önce geliyordu. Lale Devri ve Kağıthane’de yapılan “Sâdâbad” eğlenceleri; Sultan Aziz ve “Saray” tutkusu (Dolmabahçe, Beylerbeyi, Çırağan); Abdülhamit ve köşkleri, kasırları, tiyatrosu, hatta çini fabrikasıyla “Yıldız” Sarayı… O gün bu gün, en buhranlı anlarda dahi aynı tutku depreşiyor ve devlet fonları “şan” için harcanıyor. Yakınlarda da Tayyip Bey, öğrencilerin barınacak “yurt” bulamadıkları bir ülkede, 1000’den fazla odalı “Saray”dan seslenerek, yine bu “tasarruf dışı” tutkumuzu hatırlattı. Ama unutmayalım ki “Saray”dan yönetilen ülkelerde de genellikle “vatandaşlar” değil, “kullar” yaşar; en azından istenen, hedeflenen budur!

***

İktidar artı itibar! Aslında bu basit formülün altında, bir yönüyle de geri kalmışlığımızın şifresi gizli. Feodal ve komünal ilişkilerden bir türlü endüstri devrimine ve “ulus-devlet”e geçemeyişimizin açıklaması büyük ölçüde bu tutkuda yatıyor! Daha yalın bir ifadeyle, siyasette başarıyı simgeleyen “haşmet” gösterileri, ekonomide de geri kalışı açıklıyor. Halkın bağrından kopan, fakat Saray’ın kalın duvarlarını aşamayan “böbürlenme padişahım, senden büyük Allah var!” çığlıklarını da açıkladığı gibi..

***

Aslında bu hastalığı yüzyıllar önce anlayan ve anlatanlar olmuştu. Ne yazık ki bunların çoğu da Batılılar arasından çıkıyordu. Bakınız yaklaşık iki yüzyıl önce Dersaadet’e gelen bir Alman yüzbaşı bu konuda neler yazmıştı:

“Avrupa’nın uygar ülkelerinde servet, değerli nesne üretiminden doğuyor; zenginleşen insanlar aynı zamanda devlet hazinesini de büyütüyorlar. Bu ülkelerde para, insanların sahip oldukları mülklerin ifadesinden başka bir şey değildir. Türkiye’de ise serveti bizzat para oluşturuyor ve bu da genel olarak mevcut para miktarının şunun ya da bunun kasasında birikmesinden oluşuyor. Türkiye’de yüzde 20’den daha az olmayan yüksek faiz oranları hiç de büyük sermaye hareketlerinin işareti değildir. Bu sadece sermaye dolaşımındaki tehlikeye tanıklık ediyor. Her sermayenin şartı, onun güvenlik altına alınabilmesidir. Reaya, 100 bin kuruşluk bir mücevher almayı bir değirmen veya fabrika almaya yeğler. Lüks nesneler hiçbir yerde burada olduğu kadar sevilmezler ve zengin ailelerde küçük çocukların taşıdıkları mücevherler bile ülkenin fakirliğinin çarpıcı bir delilidir”.

Yüzbaşının adı Helmut von Moltke idi; 35 yaşındaydı; İstanbul’a II. Mahmut’un daveti üzerine, “askerî ıslahata” katkıda bulunmak için gelmiş ve ilk işi de Türkçe öğrenmek olmuştu. Birkaç yıllık inceleme ve gözlemlerinin ürünü olan hikmet dolu “Mektuplar”ında “Türkiye’de önemli olan mevkiiler değil, o mevkiiyi işgal eden insanlardır” diyordu. Ne var ki o insanlar da zamanla yerli değil, yabancı çıkarları temsil eder hale geleceklerdi. Osmanlı Devleti “Almancı”ların, “Fransızcı”ların, “İngilizci”lerin “vekâlet savaşı” şekline dönüşmüş saray entrikaları ve saray darbeleri içinde çöktü.

***
Ulusal Kurtuluş hareketimiz, Mustafa Kemal Paşa’nın “Baştan nihayete kadar harabezar” dediği topraklar üzerinde başladı. Oysa bu fakir topraklarda “israf” ve “gösteriş”e hâlâ son verilememişti. Bu yüzden de Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi’nin ilk çıkardığı yasalar arasında “Meni Müskirat (alkollü içki yasağı)” ve “Düğünlerde İsrafın Meni” gibi yasalar da vardı. “Şan için” havaya sıkılan mermilere artık son verilmeliydi. Meclis’in açılmasından üç yıl sonra İzmir’de toplanan İktisat Kongresi’nde de Kazım Karabekir Paşa şu acı gerçeği dillendirdi: “Bugün Ziraat Bankası’nın ikraz ettiği paraları bir tarafa yazarsak pek acı hakikatlerle karşılaşmış oluruz. Bu paranın yüzde ellisi düğünlere ve lüzumsuz göreneklere sarf edilmiştir. Birçok aileler düğün yüzünden mahvolmuştur”.

Arkadan dünya buhranı, “yerli malı haftaları”, planlı ekonomi girişimleri vb. geldi ama yine de “büyüklük” kuruntuları sona ermemişti. Bizim kuşak Orta Asya’dan çıkan okların dünyanın her yönüne yayıldığını gösteren haritaları, tüm dillerin Türkçeden doğduğunu iddia eden kuramları çok iyi anımsar. Oysa Atatürk, büyük bir gerçekçiydi; daha 1921 yılında, bugün de kulaklara küpe olacak şu sözleri söylemişti:

“Efendiler, biz büyük hayaller peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayalî şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kötü niyetini, kinini bu memleketin ve milletin üzerine çektik”.

Bu sözler Osmanlı son döneminin adeta özeti gibiydi; ama yine de bir kısım çevrelerde “hayal peşinde koşma” ve “böbürlenme” hastalığı sürüyordu. Bu arada “Kemalist” giysilere bürünmüş birtakım Enver’ci ve Talat’çılar da eski türkülerini söylemeye devam ediyorlardı. Neyse ki bunlar döneme damgasını vuran “egemen söylem” haline gelmediler; ama yine de siyasi kadrolarda -günümüze kadar süregelen- güçlü bir temsil olanağı da buldular.

***

Türkiye İkinci Dünya Savaşı’nı, dışarıdan da olsa, çok zor koşullarda yaşadı. Nazizm yenilmiş, savaşı “Özgürlük Cephesi” kazanmıştı. Yeni bir dünya düzeni kuruluyordu; DP ile CHP “Sam Amca”nın gözüne girme yarışı içindeydiler.

Yarışı DP kazandı. Washington İsmet Paşa’nın savaş yıllarındaki ikili oyununu unutmamıştı; “Truman Doktrini”nin vaat ettiği fonlar “Milli Şef”e bırakılamazdı. Böylece DP, ABD desteğiyle iktidar olacak ve Menderes de “haşmet” politikasını bu kez Amerikan dolarlarıyla canlandıracaktı. Hiroşima ve Nagazaki’de, hiç de askeri bir zorunluluk olmadığı halde, yüzbinlerce insanı yok edecek kararı gözünü kırpmadan veren “Özgür Dünya” liderine, o yıllarda bir “kurtarıcı” gözüyle bakılıyordu!

Türkiye’de de durum buydu. CHP’nin sesi soluğu kesilmiş, görünüşe göre taşlar yerine oturmuştu. Oysa bu yeni “böbürlenme” dalgasına en büyük muhalefet de üniversite çevrelerinden geldi. Forum dergisinde bir araya gelen hukukçu ve iktisatçılar, Menderes’in “tek adam” yönetimini eleştiriyor, uygulanan politikayı “keyfilik”, “plansızlık” ve “müsriflik”le suçluyorlardı. O yıllarda bir Mülkiye öğrencisi olarak izlediğim bu dergide “Gösteriş İçin İstihlak” başlığıyla yayımlanan bir yazıyı hâlâ hatırlarım. Menderes’in hâlâ kulakları çınlatan “küçük cümle”lerinden biri de “Her mahallede bir milyoner yaratacağız!” sözleri olmuştu!

Aslında “gösteriş için tüketim” Türkiye’ye özgü bir olay değildi; iktisat tarihinde de yeri vardı ve zaten kavram da Amerikalı bir iktisatçı tarafından icat edilmişti.
Thorstein Veblen, bugün “Aylak Sınıf Kuramı” diye anılan düşüncelerini, 19. yüzyıl sonlarında Amerika’da ortaya çıkan “yeni zengin” zümrenin görmemişliğini sergilemek ve bundan sonuçlar çıkarmak için geliştirmişti. “Gösteriş için tüketim” (Conspicuous Consumption) kavramı da bunu anlatmak için kullanılıyordu. O tarihlerde ekonomi dilinde “az gelişmiş” ya da “kalkınmakta olan” ülkeler gibi kavramlar yoktu ve Veblen de kuramını doğrulayan en çarpıcı örneklerin yüz yıl sonra bu gibi ülkelerde çıkacağını bilemezdi.

Oysa gelişmeler böyle oldu.

Bırakalım Paris Opera Binası’nda düzenledikleri “haşmetli düğün”leri Hintliler tartışsınlar; ama Tayyip Bey yönetiminde Türkiye’nin de bu alanda en çarpıcı örneklerden biri haline geldiğini gözden kaçırmayalım.

Gerçekten de, - Şansölye Merkel’in Beştepe’de oturtulduğu “haşmetli” koltuk gibi ayrıntılar bir yana- örneğin bizde dış politikada “şan” için yapılan harcamaların hesabı yapılmış mıdır? Geçelim “gemicik”leri; unutalım nasıl kotarıldıkları ve neye harcanacakları belli olmayan dolar dolu “ayakkabı kutuları”nın fezlekesini; ama en azından, artık “aktive” edilemeyeceği anlaşılan S-400’lere harcanan milyarların ya da parası ödendiği halde bize gönderilmeyen F-35’lerin bir gün hesabı sorulacak mıdır? Söyleyin bakalım, bu milyarlar Türkiye’nin gücünü ve itibarını artırmak için mi kullanıldılar, yoksa Erdoğan’ı “uluslararası bir lider” gibi sunmaya çalışan aldatıcı bir diplomasi cambazlığı uğruna heba mı edildiler?

***

Garip bir ülkede yaşıyoruz! Bu ülkede kime sorarsanız “antiemperyalist”! İslamcısı da, milliyetçisi de, Kemalist’i de antiemperyalist; ama ülke de emperyalizme bağımlılıktan bir türlü kurtulamıyor; aksine bu bağımlılık her geçen yıl biraz daha artıyor!

Neden?

Çünkü “emperyalizm”in anlamı bu ülkede her ağıza göre değişiyor. Oysa “emperyalizm”, aslında kapitalizmin dışında bir olgu değildir; kapitalist üretim biçiminin 19. yüzyıl sonlarında ulaştığı “aşama”yı temsil eder. Bu nedenle antiemperyalizm de, ancak -kavramı yaratan- tarihi maddeci yöntemle bugünkü pazar ilişkilerinin analizi ve eleştirisiyle yapılır. Oysa siz dinci ve milliyetçi görüşlerle yola çıkıp, “antiemperyalizm” nutukları atarsanız, aslında insanları emperyalizme karşı değil, sadece Türk ve Müslüman olmayanlara karşı düşmanlığa kışkırtmış olursunuz ve bu arada da ülkede dış borçlar, faizler ve fiyatlar artmaya devam eder; halk da artık muktedirlerin hiçbir sözüne inanmamaya başlar.
(Almanya Eski Şansölyesi Merkel’in Tayyip Erdoğan görüşmesinde oturduğu varaklı koltuklar dünyada gündem olmuştu.)

İşte Türkiye’de de sonunda varılan nokta budur; Tayyip Bey’in “büyüklük retoriği” sonunda ülkeyi bu hale getirmiştir! Artık mızrak çuvala sığmıyor; takke düştü, kel göründü, köy kılavuz istemiyor!

Taner Timur / BİRGÜN




















18 Ekim 2021 Pazartesi

Washington Post yazdı: Erdoğan ekonomisinin perde arkası - Zeynep Çam / Cumhuriyet

Erdoğan'ın yüksek faiz oranlarıyla ne işi var? Argümanları makul mü? Erdoğan'ın hatalı olmasının bir önemi var mı? Onur Ant ve Lynn Thomasson tarafından kaleme alınan analize göre; Erdoğan'ın aldığı faiz kararları ekonomik büyümeyi yavaşlatırken, enflasyonu körüklüyor.

The Washington Post'ta Onur Ant ve Lynn Thomasson imzasıyla yayımlanan  "Erdoğan'ın alışılmışın dışındaki görüşleri Türkiye piyasalarını nasıl etkiliyor?" başlıklı analiz, Erdoğan'ın yürüttüğü para politikasının perde arkasına ışık tutuyor. Ant ve Thomasson, Erdoğan'ın Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'ndaki görev değişikliği kararını ve ülke ekonomisine olan etkilerini 6 soruda cevaplandırdı.

"Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ülkedeki bankaların borç almak için insanlardan nispeten yüksek ücret talep etmesinden hoşlanmıyor. Erdoğan'ın ucuz para ile seçimde destek alabileceği düşünülürse, bir politikacı olarak bu durum onu olağandışı bir konuma koymaz. Erdoğan'ı sıra dışı yapan özelliği, düşük faiz oranlarına yönelik alışılmışın dışındaki görüşleri ve para politikasının kontrolünü teorik olarak bağımsız merkez bankası yöneticilerinden zorla almasıdır" ifadelerine yer verilen analizde şu sorular soruldu:

1. Erdoğan'ın yüksek faiz oranlarıyla işi ne?

Erdoğan'a göre, yüksek faiz oranları ekonomik büyümeyi yavaşlatırken, enflasyonu körüklüyor. Bu tez, Türkiye'nin finansal sisteminin en ön sıralarında yer alan ve uluslararası yatırımcıları yıllardır tedirgin eden bir konu. Pandemi sırasındaki harcama ve kredi patlaması ülkede büyümeyi hızlandırırken, ekonomi de çift haneli enflasyon ve öngörülemeyen politika hareketlerinden zarar gördü.

2. Argümanları makul mü?

İlk olarak; merkez bankasının oranları artırıldığında, bankalar zorunlu rezervleri korumak için daha az borç alabilir ve kendi yüksek oranlarında borç verme eğilimine girebilir. Bu, işletmeler için kredileri daha pahalı hale getirir ve bu nedenle ekonomiyi yavaşlatabilir. Ancak Erdoğan'ın ikinci görüşü (yüksek faiz oranlarının fiyatların yükselmesine neden olduğu) geleneksel ekonomik teorilerle çelişiyor. Oranlar artığında borçlanmanın azaldığı, tüketicilerin daha az harcama yapması ve enflasyonu düşürmesine yol açtığı savunuluyor.

3. Erdoğan'ın teorisinin temeli nedir?

Bir politikacı olarak kariyeri başlamadan önce, çoğunlukla gıda endüstrisindeki işletmeleri yönetme deneyimine dayanıyor olması muhtemeldir. Pek çok Türk şirketi, işletme giderlerini karşılayabilmek için nispeten yüksek oranda borçlanıyor. Bu da borçlanma maliyetlerindeki oynaklığı bir belirsizlik kaynağı ve faiz artışlarını ek bir gider haline getiriyor. Erdoğan'a göre, daha yüksek faiz oranları daha yüksek fiyatlara neden oluyor. Çünkü işletmelerin artan maliyetleri müşterilerine yansıtmaktan başka seçeneği yok. Bu çerçeve, faiz oranlarının, şirketlerin maliyetlerinin önemli bir bölümünü oluşturduğu ve üreticilerin kendi isteklerini tüketicilere empoze etmek için yeterli fiyatlandırma gücüne sahip olduğu gibi akılcı ekonomistlerin meydan okuduğu varsayımlarda bulunuyor.

4. Erdoğan ile kim hemfikir?

Erdoğan'ın görüşünün birkaç savunucusu var. Düşük faiz oranlarının düşük enflasyon ürettiği argümanı, 2014 yılında New York'taki Stony Brook Üniversitesi'nde finans alanında yardımcı doçent olduğu sırada Noah Smith tarafından “neo-Fisherite İsyanı” olarak adlandırıldı. Bu; Yale Üniversitesi ekonomisti Irving Fisher'ın enflasyon, nominal faiz oranları ve enflasyonu açıklayan reel faiz oranları arasındaki ilişkilere ilişkin bir teorisine referanstı. Neo-Fisherite'leri eleştirenler, teorilerinin değeri olsa bile, Türkiye gibi kronik olarak yüksek enflasyondan muzdarip ve dış finansmana bağımlı bir ekonomi için geçerli olmayacağını söylüyorlar. Faiz oranlarını düşürmek Türk varlıklarına yatırım getirisini azaltırken, yabancı yatırımcıların piyasadan çekilmesine neden oluyor. Bu durum da yerel para biriminin zayıflamasına neden oluyor. Bu, ithal edilen malların lira cinsinden maliyetini artırırken, daha yüksek fiyatlara veya daha fazla enflasyona neden oluyor. Erdoğan bunu Türkiye'de yapmaya çalışıyor olsa da "neo-Fisherc'i" görüş, herhangi bir ülkenin para politikasının temeli olmak için yeterli geçerliliğe sahip değil.

5. Erdoğan görüşlerini eyleme geçirmek için ne yaptı?

Erdoğan, Mart ayında faiz oranlarını artırılmasından birkaç gün sonra Merkez Bankası Başkanı Naci Ağbal'ı görevden almıştı. Yerine geçen ve "daha düşük oranların savunucusu" olarak bilinen Şahap Kavcıoğlu, iki yıldan kısa bir süre içinde ülkenin dördüncü merkez bankası başkanı oldu. Ekim ayında Erdoğan, daha fazla faiz indirimi konusunda temkinli olan başkan yardımcıları Semih Tümen ve Uğur Namık Küçük ile komite üyesi Abdullah Yavaş'ı görevden almak için gece yarısı bir kararname yayımladı. Erdoğan, 2019'da politikalarına uymadığı için eski başkan Murat Çetinkaya'yı da görevden almıştı. Diğer ülkelerde, merkez bankalarına kısa vadeli faiz oranlarını belirleme özerkliği vermek, politikacıların ekonominin sürdürülebilirliği açısından krediyi artırma dürtüsüne karşı bir sigorta olarak görülüyor.

6. Erdoğan'ın hatalı olmasının bir önemi var mı?

Eğer yanılıyorsa -ki tarih öyle olduğunu gösteriyor- zorladığı daha düşük oranlar daha zayıf bir lira ve daha yüksek enflasyon üretecek. Kavcıoğlu, tüketici enflasyonunun yüzde 19,6'ya yükseldiği Eylül ayında gösterge faizini beklenmedik bir şekilde 100 baz puan düşürerek yüzde 18'e düşürmeden önce yaklaşık altı ay boyunca politikayı değiştirmedi. Türk yetkililer, ülkenin serbest piyasalara bağlı kalacağı ve fiyat istikrarına öncelik vereceği konusunda güvence verirken, yatırımcılar politika istikrarına olan güvenin sarsıldığını söylüyor. 

Zeynep Çam / Cumhuriyet

17 Ekim 2021 Pazar

Bir güzelleme: Atatürk döneminde açılan fabrikalar - Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Markete gittim, toz şeker alacağım. Pakete uzandım, elime aldım, evirdim çevirdim ve Ukrayna yazısını gördüm. Vay canına, şekeri Ukrayna’dan ithal etmişiz. Yeşil mercimek severim, pakete uzandım, onu da evirip çevirdim, Hindistan yazısını gördüm. Nevrim döndü, tüm bakliyatlara bakmaya başladım, hemen hepsi bir başka ülkenin etiketini taşıyor. Ceviz de Şili’den, yeşil elma Brezilya’dan. Bir market sahibi şöyle demişti: “Tam bakliyat satacağımız zaman bakliyat için konulan ithal vergisini sıfırladılar.” Kahrolsun ülkenin üreticileri!

Vay canına, dolar ve Avro Türk Lirası’na karşı inanılmaz bir hızla yükselirken, her şeyi yurtdışından alan ülkemizde belli ki 2022 çok zor geçecek! Üstelik petrol ve doğalgaz fiyatları tüm dünyada yükseliyor. Yani kısaca en derine doğru hızla batıyoruz. Bu batışa karapara da yetmez!

Böyle canım sıkkın, internette dolaşıyorum, bir heykel dikkatimi çekti. Heykel yanda göreceğiniz gibi kocaman bir çarkı döndüren Atatürk heykeli. Heykel, 1935 yılında Sümerbank Kayseri Bez Fabrikası’nın o dönem tezgâhlarını kuran SSCB mühendislerinin fabrikaya bir armağanı. Bir Rus heykeltıraş yapmış. Heykel, 1950 yılına kadar fabrikanın en güzel yerinde muhafaza edilmiş. Ne zaman sağcı hükümetler başa gelmiş, 1950 yılında heykel, “Atatürk çıplak olamaz” bahanesiyle depoya kaldırılmış. 71 yıl orada kalmış. Şimdi kapatılan Sümerbank Kayseri Bez Fabrikası’nın yerine kurulan Abdullah Gül Üniversitesi’nin bahçesinde.

Yıl 1935, Kayseri’de bir fabrika kuruluyor, acaba dedim, Atatürk döneminde ülkesinin kalkınması için fedakârca savaşan, Cumhuriyetin çoban ateşleri yakan Promete’leri kaç fabrika inşa etti? Köy Enstitüleri hepimizin malumu, belgeselini çektiğim Beşikdüzü Köy Enstitüsü çıkışlı Musa Hoca şöyle demişti: “Kendi okullarımızı, balıkçı sandallarımızı kendimiz yapmalıydık, ama çivi yoktu, yollarda, yıkık evlerde günlerce dolaşıp kullanılmış, eğri büğrü çivileri topladık. Onları çekiçle vurarak kullanışlı hale getirdik. Hiçbir şeyimiz yoktu ama inanılmaz bir inancımız ve inadımız vardı. Okulları yaptık, balık avına çıkan sandallarımızı da yaptık!

Araştırmaya başladım, Atatürk döneminde genç Cumhuriyet bakın hangi fabrikaları yapmış. Ben listeyi görünce bugünkü iktidarın Atatürk kinini daha iyi anladım.

Buyurun:

Ankara Fişek Fabrikası (1924),

Gölcük Tersanesi (1924),

Şakir Zümre Fabrikası (1925),

Eskişehir Hava Tamirhanesi (1925),

Alpullu Şeker Fabrikası (1926),

Uşak Şeker Fabrikası (1926),

Kırıkkale Mühimmat Fabrikası (1926),

Bünyan Dokuma Fabrikası (1927),

Eskişehir Kiremit Fabrikası (1927),

Kırıkkale Elektrik Santralı ve Çelik Fabrikası (1928),

Ankara Çimento Fabrikası (1928),

Ankara Havagazı Fabrikası (1929),

İstanbul Otomobil Montaj Fabrikası (1929),

Kayaş Kapsül Fabrikası (1930),

Nuri Killigil Tabanca, Havan ve Mühimmat Fabrikası (1939),

Eskişehir Şeker Fabrikası (1934),

Turhal Şeker Fabrikası (1934), 

Konya Ereğli Bez Fabrikası (1934),

Bakırköy Bez Fabrikası (1934),

Bursa Süt Fabrikası (1934),

İzmit Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası (1934 temel atma),

Zonguldak Antrasit Fabrikası (1934 temel atma),

Zonguldak Kömür Yıkama Fabrikası (1934),

Keçiborlu Kükürt Fabrikası (1934),

Isparta Gülyağı Fabrikası (1934),

Ankara, Konya, Eskişehir ve Sivas Buğday Siloları (1934),

Kayseri Bez Fabrikası (1934 temel atma),

Nazilli Basma Fabrikası (1934 temel atma),

Bursa Merinos Fabrikası (1935 temel atma),

Gemlik Suni İpek Fabrikası (1935 temel atma),

Keçiborlu Kükürt Fabrikası (1935),

Zonguldak Taşkömürü Fabrikası (1935),

Nuri Demirağ Uçak Fabrikası (1936 - İlk Türk uçağı Nud-36 üretildi.),

Malatya Sigara Fabrikası (1936),

Bitlis Sigara Fabrikası (1936),

Malatya Bez Fabrikası (1936 temel atma),

İzmit Kâğıt ve Karton Fabrikası (1934 temel atma), 

Karabük Demir Çelik Fabrikası (1937 temel atma),

Divriği Demir Ocakları (1938),

İzmir Klor Fabrikası (1938 temel atma),

Sivas Çimento Fabrikası (1938 temel atma).

  

Bütün bunlar olurken Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin bıraktığı borçları da son kuruşuna kadar ödedi.

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET


16 Ekim 2021 Cumartesi

Gönüllü kulluğun sonu - Orhan Gökdemir / SOL

 Çok açıktı ve çok bulanıklaştırdılar. Sorumluluğu dine sosyal bir işlev yüklemeye çalışanların omuzlarındadır. Bir kez daha not edelim öyleyse: Kuran özel mülkiyete karşı değildir.

“Abd”, Arapçada kul demek. Tabii bir tanrıya kulluk dışında bildiğimiz “köle” anlamını da içeriyor. Kullanıldığı dönemde kölelik yerini köylülüğe bırakmak üzereydi ve kölelik düşerken köleliğin gönüllü ve ancak teorik bir biçimi inanç çerçevesinde yeniden üretiliyordu. Kulluk diyoruz. Yeni din köleliği ortadan kaldırmıyordu ancak köle sahiplerine kullarına daha merhametli davranmasını öğütlüyordu. Söyledik tekrarlayalım, merhamet zalimin erdemidir. Ancak zulüm varsa merhamet vardır. Kulluk yoksa merhametin bir anlamı yoktur.

Haliyle kuldan, abd, türetilen pek çok Arap-Müslüman adı var. En bilineni Abd-ül-ilah’tır. Yaygın kabule göre Abdullah, peygamberin babasının da adı. Ancak bu halde “abd” kökenli Allah’a atıfta bulunan isimlerin İslam öncesinde de kullanıldığını kabul etmemiz gerek. Yalnız Allah henüz bilinmiyorken, kim neden kulluk etmeye kalkışsın? Bir teze göre isminde “abd” olmakla birlikte kulluk Allah’a değildir. “Şems” var, “Kamer” ile birlikte iki önde gelen tanrıdır. Bu durumda Abdullah yerine Abdulşems daha akla yatkındır. Abdullah, Abdulşems olabiliyorsa, Abdulmenaf veya Abduluzza da olabilir. Olduğunu biliyoruz.

Abdülşems, Güneşin Kulu, Güneşe tapınmanın delilidir. “Tek tanrılı” dinlerden önce Güneş, Ay ve bilinen beş “seyyare”, gezegen, var. Tabii, gezegenlerin gezegen olduğu henüz bilinmemektedir ve hepsi birlikte tanrılar panteonundadır. Toplamı yedidir. Yedi, Arapçada heft, yedi tanrıya ayrılmış yedi günün toplamına karşılık geliyor. Pazar Güneş günüdür, Pazartesi Ay’a ayrılmıştır. Cuma’ya Venüs denk düşer. Heft-hafta panteonun Arapçasıdır.

İslam’dan sonra da varlıklarını korumayı başardıkları açıktır. Mesela Tebriz Güneş’i var; Mevlâna Celaleddin-i Rumi’den biliyoruz. Şems-i Tebrizi, Mevlana’yı çok etkiliyor ve Mevleviliğin oluşumunda önemli bir rol üstleniyor. Şems bir çeşit sofi olarak kabul görmekle birlikte inanışları konusunda bilgi sahibi değiliz. Güneş Tanrı’nın çocuklarından biri olduğunun işaretleri var ve bu yalnızca adındaki Güneş’ten kaynaklanmıyor. Güneş etrafında kendi etrafında dönerek dönme, Müslümanlıktan çok bir Güneş tapımının işaretidir. Sema, göklerdeki tanrıların hareketlerinin bir taklididir. Kullukta biat ve taklit birlikte var. Güce biat ediyorsun ve güçle özdeşleşiyorsun, esası budur. 

***

Bizde ise “abd” türevleri, Abdullah önde gidenidir, dine sonradan intisap etmeye işaret sayılıyor. Kulluk iddiası iman noktasındaki şüpheleri ortadan kaldırıyor ve o nedenle tercih ediliyor. İslam’a sonradan girenler önce girenlerden daha tutucudur, yasadır. Haliyle abd olanlar, geride başka bir inanç bırakanlardır. 

Trabzon örneğinden biliyoruz; XV. yüzyılda nüfusunun neredeyse tamamı Rum ve Hristiyan’dı. 1461 yılındaki fethinin ardından çok hızlı bir değişim yaşandı. Neredeyse bir yüzyıl içinde kentteki bütün Rum-Hıristiyanlar kaybolmuş, kent bütünüyle Müslümanlaşmış görünüyordu. Bu değişimi Hıristiyanların sürgününe veya soykırımına yoranlar oldu.

Araştırmalar yapıldı, Müslümanlaşma açık olmakla birlikte şehir nüfusunda kayda değer bir değişiklik olmamış görünüyordu. Buna karşılık kaybolduğu sanılan Hıristiyanların sayısı kadar, baba adı Abdullah olarak kaydedilenlerin sayısında bir artış olmuştu. Yani Hıristiyan Rumlar, vergi ödememek için Müslümanlığa geçmiş, baba adlarını da Abdullah olarak kaydettirmişlerdi. Heath W. Lowry’nin “Trabzon Şehrinin İslamlaşması ve Türkleşmesi 1461-1583” adlı çalışmasından özetledim. 

Demek ki Abdullahlara veya Fethullahlara bu kayıtla yaklaşmakta fayda var. Gönüllü kuldurlar ve gönüllü kul olmayanlara zulmetmeye pek yatkındırlar. 

***

Demek ki Şems’e kulluktan Allah’a kulluğa geçiş, sadece bir iman değişikliği olarak yorumlanamaz. İnançta her kümelenmenin toplumsal bir karşılığı vardır. Yeni gelenler iktisadi olarak güçlendikçe itikadi olarak da güçlenmektedir. Vergiden vareste tutulma, inancın haklılığından daha yönlendiricidir. Gerçekte kimse öteki dünyadaki cennet için bu dünyanın nimetlerinden vazgeçmeye yanaşmaz. Din bu ilişkilerden azade değildir. Alman İdeoloji’sinde denildiği gibi, “Kendisinden önce egemen olan sınıfın yerini alan yer yeni sınıf, kendi amaçlarına ulaşmak için de olsa, kendi çıkarını, toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarı olarak göstermek zorundadır… Bu sınıf, kendi düşüncelerine evrensellik biçimi vermek ve onları, tek mantıklı, evrensel olarak tek geçerli düşünceler olarak göstermek zorundadır.” Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda egemen düşüncelerdir…

Türkiye’deki İslamizasyon, iktisadi bir ağın örgütlenmesiyle birlikte ilerledi. İslamcılar devletin desteğiyle palazlandılar ve yayıldılar. Güvenlik ve eğitim aygıtı içinde örgütlendiler. “Öğrenci yurtları” bu iktisadi gücün odaklandığı mekanlar oldu. Oralardan örgütlendiler ve oralardan maddi dağıtımı yaptılar. İktidarı ele geçirince bu yolu tahkim ettiler. Devasa vakıflar yığını bu tahkimatın bir sonucudur. Sorun bu aygıtın artık sadece küçük bir azınlığın çıkarına hizmet ettiğinin kuşku götürmez bir biçimde ortaya çıkmasındadır. Vakıf, verimli bir kapitalist işletmedir. Din ise o kapitalist işletmenin toplumun yararına olduğu yanılsamasını yarattığı için işlevseldir. Din kapitalizmin örtüsüdür. 

***

Çok açıktı ve çok bulanıklaştırdılar. Sorumluluğu dine sosyal bir işlev yüklemeye çalışanların omuzlarındadır. Bir kez daha not edelim öyleyse: Kuran özel mülkiyete karşı değildir. Toplumsal eşitsizlikleri mesele etmez, hatta tavsiye eder ama bunun yanında ilahi hüküm karşısında servetin faydasızlığını vazetmekten de geri durmaz. Kölelik gibi ücretli çalışmaya da bir itirazı yoktur, ikisinde de çalıştırana veya mülk sahibine merhametli ve hakkaniyetli davranmasını öğütler. Ticaret, kazanç peşinde koşmak neredeyse kutsaldır, tabii bu işleri de dürüstçe yapan Allah katında makbul kullardandır. Muktedire toplanan vergilerin ve bağışların bir kısmını yoksullara dağıtmayı öğütler. Zengine de malının küçük bir miktarını, zenginleşmesine halel getirmeyecek bir miktardır bu, muhtaç olanlara vermesini emreder. Sonuçta hepsi sadakadır. Merhamet gibi sadaka da varsılların ve yoksulların, ezenlerin ve ezilenlerin varlığını varsayar. 

Geldiler, hızla zenginleştiler ve aynı hızla genişleyen bir sadaka dağıtım ağı kurdular. Yoksul halktan toplanan vergileri yağmalayıp, tabakta kalan artıkları yoksul halka dağıtmaya “hayır” dediler. Kızılay bile görev değil “iyilik” yapıyor artık.   
Abdullah veya Fethullah, bu sistemde yağmacıların da kullaşması esastır. Kirli peçete yiyenleri, kirli don koklayanları biliyoruz. Ardından kula kulluk edenler peyda oldu, reislerini peygamber hatta Allah ilan ettiler. Bu bir kullar düzenidir. 
Yani kurdukları düzen kitabına uygundur. Sorun bu düzenin kitaba uyması ancak hayata uymamasındadır.

***

Güya, “Allah’ın Fatihi”, Fethullah'la mücadele ediyorlardı. Fırsat o fırsat yerine bir sürü Fethullah benzeri şebeke koydular. "Tügvallahçılar" onlardan sadece biri. Daha geride Ensarullah, Türgevullah ve benzerleri var. Hepsi Allah adınadır. Tepelenmiş laikliğin yan etkileridir...

Sonucu görüyoruz: Liyakati sildiler, yurttaş olmanın temelini dinamitlediler. Bunlar basit bir hırsızlık veya haksızlık değil, bildiğiniz yıkıcılıktır. 

Ama deniz bitmek üzere. Devleti soydular, halkı yoksullaştırdılar, insanı kul, parayı pul yaptılar. Ülke idari ve iktisadi derin bir krizle karşı karşıya şimdi. Uzun gericilik döneminin son perdesidir. 

Kriz net, haliyle program sade: Ne kulluğa izin vereceğiz ne köleliğe. Ne merhamet dileneceğiz ne sadaka isteyeceğiz. Üretim araçlarının özel mülkiyetini ve haliyle ücretli çalışmayı kaldıracağız. Soymak, yağmalamak, çalmak gibi sömürmeyi de yasaklayacağız. Kitabına ister uysun ister uymasın!

Orhan Gökdemir / SOL


Yolsuzluğu anlattı: Çamlıca camisi için İBB'den 290 milyon dolar çıktı ama cami için 60 harcandı - SOL

 Eski TMSF Finansman ve Tahsilat Daire Başkanı Abdullah Güzeldülger, Çamlıca camisi için İBB kasasında 290 milyon dolar çıktığını ama bunun 60 milyon dolarının cami için kullanıldığını söyledi.

Gelecek Partisi Yolsuzluklarla Mücadele Komisyonu Başkanı ve eski TMSF Finansman ve Tahsilat Daire Başkanı Abdullah Güzeldülger, TV 5'te 4.Güç programında TMSF’nin işleyişini değerlendirerek yapılan yolsuzlukları anlattı.  

Boydak Holding’de CEO’nun yaptığı yolsuzlukları ifşa ettiğini aktaran Güzeldülger, “Bununla ilgili 4 yıl boyunca basında bir takım çırpınışlarda bulundum. Aydınlı’da, Koza’da diğer şirketlerde de bir takım yolsuzlukların yapıldığına dair bilgiler bana geliyordu. Bu yaygın yolsuzluğu engellemeye çalıştım, tabii kısmen başarılı da oldum. Nurettin Canikli, o dönemin başbakan yardımcısı ki bu yolsuzluklarda birebir sorumluluğu vardır. Çünkü bu yolsuzlukların yapılabilmesi için şirketin, yönetim kurulu başkanını baypas eden bir imza sirküleri ihdas etmiştir. Nurettin Canikli, o dönemki yönetim kurulu başkanının imza atmayacağını bildiği için bu yolsuzluklara, Muhittin Gülal’ın da başında olduğu ekibin imza atabilmesi için bakan olarak imza sirkülerine müdahale etti. Böylelikle yolsuzluklar yapılabildi. O dönemki yönetim kurulu başkanı da düzgün ahlaklı bir insandı” dedi.

Güzeldülger, "İBB’den Çamlıca camisinin yapımı için 290 milyon dolar çıktı ama caminin maliyetinin 60 milyon dolar olduğu ifade ediliyor. Dolayısıyla burada FETÖ benzeri bir mekanizmadan bahsedebiliriz” dedi.

                                                                    ***

Çamlıca Camii için İBB'nin harcadığı para 290 milyon dolar( SOL-04/06/2021)

Çamlıca’ya yapılan cami için devasa bütçe harcandığı ortaya çıktı.


AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “İstanbul’un her yerinden görünecek” talimatıyla yaptırdığı ve AKP tarafından her fırsatta övünülen Çamlıca Camisi için İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) caminin yapımından bugüne kadar harcadığı tutar ortaya çıktı.

İBB cami için aydınlatmadan temizliğe, güvenlikten bakım ve onarıma kadar toplam 290 milyon 601 bin 510 dolar harcadı. Bugünkü kurla hesaplandığında cami işleri için 2 milyar 522 milyon 421 bin 106 lirayı buluyor. Sadece cami mimari aydınlatma işinin 6 milyon 640 bin 617 dolar tuttuğu belirlenirken, caminin inşaat maliyeti ise 66.5 milyon dolar olarak hesaplanıyor. 

Doğal sit alanı olan Çamlıca Tepesi’ne Çamlıca Camisi’nin yapılacağı ilk olarak 2012 yılında dönemin başbakanı Erdoğan tarafından “Çamlıca’daki bu dev cami, İstanbul’un her yerinden görülecek” sözleriyle açıklanmıştı. 6 Ağustos 2013 tarihinde temelleri atılan cami, 2016’da ibadete açıldı. 

Camiye giden cadde boyunca 50 metre arayla 3 cami yer alıyor. Camiye giden yollar üzerinde yer alan taşınmazlar için de Bakanlar Kurulu, 4 Ocak 2016 tarihinde acele kamulaştırılması kararı aldı. Ayrıca cami inşaatı sürerken 2014 yılının kasım ayında İBB Meclisi’ne gelen teklifle “camiye rahat ulaşım sağlanması için özel tünel” projesi oyçokluğuyla kabul edildi. CHP’liler projeye itiraz etmişti. 

Tünel projesinin ardından camiye özel metro projesi de 2017 yılında duyurulmuştu. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca sunulan proje tanıtım dosyasında metronun amacı, “turizm ve ibadet amaçlı ulaşımın sağlanması” şeklinde özetlenmişti. Resmi Gazete’de geçen yıl yayımlanan Cumhurbaşkanlığı kararı ile Çamlıca Camisi’ne giden raylı sistem hattının yapımı İBB’den alınarak Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’na verilmişti. 

İşte o tablo

Cumhuriyet'ten Hazal Ocak'ın haberine göre belediye, Çamlıca Camisi’nin yapımından bugüne dek cami için yaptıkları iş ve işlemleri inceledi. Bu kapsamda hazırlanan raporda belediyenin hangi biriminin hangi işe ne kadar harcadığı kalem kalem sıralandı. Harcama tablosu şöyle:

  • Raylı Sistem Daire Başkanlığı - Altunizade - Çamlıca Raylı Sistem Hattının Uygulamaya Esas Kesin Proje Hizmetleri İşi : 721 bin 617 lira - 247 bin 129 dolar.
  • Fen İşleri Daire Başkanlığı - “İstanbul Geneli Yol, Tünel ve Köprülü Kavşak Tamamlama İnşaatı” işi kapsamında Çamlıca Tepesi’nde yapılacak imalatlar: 64 milyon 51 bin 431 lira - 11 milyon 797 bin 803 dolar.
  • Yol Bakım ve Altyapı Koordinasyon Daire Başkanlığı - Çamlıca Camisi çevresi yapılan işler - 11 milyon 105 bin 444 lira - 2 milyon 154 bin 13 dolar.
  • Enerji Yönetimi ve Aydınlatma Müdürlüğü - Çamlıca Tepesi cami mimari aydınlatma işi - 23 milyon 303 bin 920 lira - 6 milyon 640 bin 617 dolar.
  • Enerji Yönetimi ve Aydınlatma Müdürlüğü - Genel aydınlatma ve enerji tesislerinin bakım, onarım ve işletilmesi işi - 3 milyon 766 bin 964 lira - 667 bin 910 dolar.
  • Yeşil Alan ve Tesisler Yapım Müdürlüğü - Çamlıca cami yakın çevresi 1. etap düzenleme işi - 89 milyon 727 bin 335 lira - 18 milyon 682 bin 33 dolar.
  • Yeşil Alan ve Tesisler Yapım Müdürlüğü - Çamlıca Camii yakın çevresi 2. etap düzenleme işi - 81 milyon 893 bin 229 lira - 14 milyon 882 bin 738 dolar.
  • Etüd ve Projeler Daire Başkanlığı - Çamlıca Sosyal Tesisleri ve Yakın Çevresi 1. 2. ve 3. Etap Rekreasyon Projesi - 1 milyon 507 bin 933 lira - 348 bin 89 dolar
  • Destek Hizmetleri Daire Başkanlığı - Metrekare bazında temizlik hizmeti 2018 - 8 milyon 235 bin 628 lira - 1 milyon 509 bin 141 dolar.
  • Destek Hizmetleri Daire Başkanlığı - Metrekare bazında temizlik hizmeti 2019 - 35 milyon 843 bin 218 lira - 6 milyon 88 bin 927 dolar.
  • Destek Hizmetleri Daire Başkanlığı - Güvenlik hizmeti 2018 - 117 bin 341 lira - 22 bin 179 dolar.
  • Destek Hizmetleri Daire Başkanlığı - Güvenlik hizmeti 2019 - 3 milyon 304 bin 67 lira - 573 bin 661 dolar.
  • Destek Hizmetleri Daire Başkanlığı - Güvenlik hizmeti 2020 - 3 milyon 936 bin 521 lira - 560 bin 747 dolar.
  • Kültür Varlıkları Projeler Müdürlüğü - Çamlıca Camisi’nin temizlik hizmetleri - 1 milyon 350 bin 502 lira - 193 bin 985 dolar.
  • İBB ve ait Beyoğlu ilçesi 2 parseldeki arazi ile TRT’nin mülkiyetindeki Çamlıca Cami alanında kalan arazinin takası - 353 milyon 962 bin 388 lira - 65 milyon 783 bin 706 dolar.
  • Emlak Müdürlüğü Kamulaştırma Müdürlüğü Mesken Müdürlüğü - 644 milyon 668 bin 985 lira - 160 milyon 448 bin 825 dolar. 

Farklı farklı zamanlarda yapılan harcamaların toplam tutarı 1 milyar 327 milyon 496 bin 530 lira.

Harcamaların yapıldığı dönemdeki kurlardan dolar cinsinden incelendiğinde ise toplam tutar 290 milyon 601 bin 518 doları buluyor.

Bugünkü kurdan hesaplandığında ise caminin İBB’ye maliyeti 2 milyar 522 milyon 421 bin 106 lirayı buluyor. 

(SOL)