26 Mayıs 2023 Cuma

Seçim öncesi ve sonrasında ekonomi: Batı'dan bir analiz - Korkut Boratav / soL

 

'Son yıllarda pervasızca ihya olan sermaye çevrelerine dönük etkili, uzun dönemli devrimci, sınıfsal bir programın tasarlanması sosyalistlere aittir.'

İktisat tarihçisi Adam Tooze Chartbook başlığı altında, dünya ekonomisinin ve belli ülkelerin güncel sorunları üzerinde odaklanan bültenler yayımlıyor. 215 sayılı bülten Türkiye’de Erdoğan döneminin iktisat politikalarına ayrılmış.1

Chartbook 215, şu gözlemlerle başlıyor: “Erdoğan’ın sicilinde ‘şapkadan çıkarılan çok sayıda tavşan’ var. Bugünkü açmazına son verecek hokkabazlık numaraları ise tükenmiş görünüyor.”

Bülten’in sonraki kesimleri, Türkiye’yi Mayıs 2023’teki ekonomik açmaza sürükleyen politikaları, makro-ekonomik sonuçlarını inceliyor; politika seçeneklerini tartışıyor. 

Batı’dan gelen bu ilginç Türkiye analizini okurlarımla paylaşmak istedim. 

Türkiye’de enflasyon

Adam Tooze’a göre “Türkiye’nin bugünkü politik iktisadını belirleyen etken enflasyondur”. Bu teşhis sonrasında bildiklerimiz tekrarlanıyor: Enflasyon, Eylül 2021’den itibaren hızlanmış; endeks iki misli artmıştır. Kasım 2022 sonrasında tartışmalı resmî verilere göre yüzde 40-50’lik bir tempoya yerleşmiştir. Daha fazla yavaşlaması şimdilik beklenemez.

Tooze’a göre Türkiye enflasyonunun nedeni Erdoğan’ın politikasıdır: “Düşük faizlerle beslenen özel kredilerde ölçüsüz genişleme…”  İsveçli iktisatçı Knut Wicksell’in geliştirdiği “denge oranının altındaki faizlerin sürüklediği kredi genişlemesinden kaynaklanan bir enflasyon türü”, Erdoğan’ın düşük faiz tutkusu sonunda Türkiye’de yaşanmaktadır. 

Buna karşılık Türkiye’de malî disiplin geçerlidir. “Sıkı maliye politikalarını” mümkün kılan belirleyici bir etken, AKP döneminde bütçeye aktarılan astronomik özelleştirme gelirleridir. Tooze 2002 sonrasında kamu açığı/millî gelir oranındaki çarpıcı düşmeyi belirliyor ama bu etkeni gözlemiyor. 

Enflasyonun hızlandığı 2020 sonrasında dahi merkezî bütçenin birincil fazla vermesi, bugünkü istikrarsızlığın maliye politikalarından kaynaklanmadığını gösteriyor. Covid 19 döneminde “yükselen ekonomilerde” bütçe harcamaları karşılaştırılıyor ve benzer bir tespite yol açıyor: Salgını telafi etmeyi hedefleyen sosyal harcamalarda Türkiye en sonlarda; bütçeden şirketlere kredi aktarımları, teşvikler vb’de ise ön saflarda yer almaktadır. 

Reel faiz, mevduat ve kredi hacmi verilerini de izledikten sonra Adam Tooze açıklıyor: “Türkiye çok cömert kredi destekleri ile çok sıkı maliye politikalarını birleştiren; bu bakımdan gerçek popülizmden ayrılan istisnaî bir örnektir.” 

Fazlası da var: Türkiye döviz fiyatlarını da denetlemeyi hedefleyen çok sayıda, karmaşık “makro ihtiyatî” (daha doğrusu “bürokratik”) önlemi de uygulamaktadır. Tooze, TCMB’den derlenen “Nisan 2021 sonrasında seçilmiş parasal önlemler” tablosunu, ayrıca Bloomberg’in bu doğrultudaki bazı tespitlerini aktarıyor. 

Tooze’un ulaştığı bilgiler birkaç değişkeni denetlemeye kalkışan bürokratik müdahaleleri eksik yansıtıyor. Son Türkçe kaynaklara, örneğin Murat Kubilay’ın 18 Mayıs tarihli tweet’lerine ve Hayri Kozanoğlu’nun 22 Mayıs’ta Birgün’de yayımlanan “Üç Perdeli Trajedi” yazısına ulaşabilseydi, Türkiye’de yaşananların “istisnaî bir politika” modeli olmaktan çoktan çıktığını, kargaşaya dönüştüğünü fark edecekti. 

Bölüşüm uzantıları

Adam Tooze politik iktisat geleneğini izlemektedir. Dolayısıyla ölçüsüz parasal genişleme ile kamu maliyesinde insafsız kemer sıkma politikalarının bölüşüm sonuçlarına bakması beklenir.

Batı dillerindeki kaynakların ve resmî istatistiklerin imkân verdiği ölçüde bunu yapıyor. Ölçüsüz kredi pompalaması kaçınılmaz olarak servet öğelerine yansıyacaktır. Tooze, 2018-2021 arasında TÜFE ile ölçülürse reel konut fiyatlarının yüzde 30 civarında tırmandığını aktarmakla yetiniyor.

Tooze, TÜİK, Tepav ve Türk-İş verilerini kullanarak ücretlilerin göreli, mutlak kayıplarını, yoksulluk göstergelerini aktarıyor.  Bu bilgilerden ve anketlerden hareketle, “Erdoğan’ın enflasyonu, onun sonunu da getirecektir” öngörüsünü yapıyor. “Onu iktidara getiren otoriter pazarlığı çiğnedi” görüşündedir.  Bu tespiti 28 Mayıs sonrasında tartışılabilir. Acemoğlu’ndan etkilenmediğini umarım.

Tooze’un “gerçek popülizmden ayrılan özgün bir model” olarak algıladığı “gevşek para, sıkı maliye politikaları”, aslında son yedi yıla odaklanan sınıfsal bir gaddarlıktır. Aşamalarını, anatomisini, nicel dökümünü çözümlemek bizlere düşmektedir.

Politika seçenekleri

Adam Tooze, 28 Mayıs sonrasındaki politika seçenekleri ile de ilgilenmektedir. Kritik açmaz dış finansman sorunları ile ilgilidir. 

2022’den itibaren döviz fiyatları enflasyonun gerisinde seyretmiş, TL reel olarak değerlenmiştir. Yukarıda değindiğim müdahalelerin katkı yaptığı söylenebilir.  Sonuç, 12 aylık dış ticaret açığının 100 milyar dolara tırmanmasıdır. 

Bu bilgilere iki eklenti yapılabilir: Cari işlem açığı Ocak-Mart 2023’te bir yıl öncesine göre üçte bir oranında artmıştır ve bu ivme devam ederse 2023 sonunda açığın 65 milyar dolara ulaşması beklenir. 12 ay içinde ödenmesi gereken dış borç yükümlülükleri de 103 milyardır. Sürdürülebilirliği   hesaplanmalıdır. 

Erdoğan’ın iktidara gelmesi halinde olası politikaları Adam Tooze bugünkü ortamdan türetmeye çalışıyor: “Erdoğan’ın aleti haline gelmiş olan Merkez Bankası dış açıkların finansmanı için çeşitli iğreti çözümlere başvurmuştur. 2023 baharında rezervler kritik düzeylere düşmüştür. Döviz piyasalarında TL göçmekte, altın talebi tırmanmaktadır. Belli bir noktada dış finansman aniden duracak, Türkiye dış borçlarını döndüremez hale gelecektir. Muhakkak, ama ne zaman?”

Saray’ın IMF’ye başvuracak esnekliği göstermesi beklenir.  Ne kadar “hüsn-ü kabul göreceği” ise belirsizdir. 

Tooze, muhalefet kazanırsa Mutabakat Metni’ndeki ekonomik programın uygulanacağını ve olumlu sonuçlar vereceğini öngörüyor: “Türkiye hızlı enflasyonlarla yaşamaya alışkın Arjantin değildir. Toplumun kalabalık bölümleri acı çekmektedir. Düşük faizli özel kredilerden kaynaklanan bir enflasyon, sıkı bir para politikası ile önlenebilir.  Deprem yıkımının gerektirdiği yeniden inşa maliyeti tahminen 100 milyar doları aşacaktır. Özel kredilerle yapılamaz.” 

Bu tespitlerden hareketle Tooze, yeni iktidar için bir devalüasyonla bütünleşecek “sıkı para ve gevşek maliye politikası” bileşkesini öneriyor. Saray iktidarının son beş yılda izlediği politikaların tam zıddı… 

Bir benzerini bu köşede ben de önermiştim“Olası bir Millet İttifakı iktidarı için en güvenli seçenek reel döviz kuru hedeflemesi olabilir. AKP’nin getirdiği KKM düzenlemesi araçlardan biri olarak korunmalıdır. Faizler bankalar-arası rekabete bırakılmalı; yükselmesi göze alınmalıdır. Depremin yarattığı zorunluluk ve emekçilerin yaygın yoksullaşması ise gevşek maliye politikalarını gerektiriyor” (soL Haber, 28 Nisan 2023).

İktidar değişikliği gerçekleşirse dış finansman sorunları konusunda Tooze iyimserdir: 

“Erdoğan’ın faiz lobisi suçlamaları adeta doğrulanacaktır; Batı’nın Citi Group ve Vanguard gibi  fon yöneticileri milyarlarca doların Türk tahvillerine geri geleceğini  vaat ediyorlar.”    

Sözü edilen “milyarlarca dolar”, aslında, 2018’den sonra borsadan çıkan sıcak paranın iktidar değişikliği ile Türkiye’ye döneceği tahminidir. Batı’nın en büyük fon yöneticisi Blackrock’un Türkiye’ye ilişkin bu iyimserliği paylaşmadığını aynı yazıda aktarmıştım ve en azından yerel seçimlere kadar “Millet İttifakı iktidarının istikrar politikalarına geçişte temkinli olmasını” tavsiye etmiştim. Kur Korumalı Mevduata bağlanmış 110 milyar dolarlık akışkan fonların tümüyle döviz piyasalarına yönelmesi, ekonomiyi krize sürükleyebilir.

Adam Tooze  neoliberal reçetelerle barışık değildir. Referans verdiği “mutabakat metni”nin içeriğine bu açıdan değinmiyor.  Türkiye’nin orta ve uzun vadeli yapısal sorunlarının çözümüyle ilgilenmesi beklenemez.  

Bu konuda 28 Nisan tarihli yazıdan bir aktarma ile yetineceğim: “Daha ötesi Saray’ın kalıcı yenilgisi sonrasındadır.  Son yıllarda pervasızca ihya olan sermaye çevrelerine dönük etkili, yüksek oranlı bir servet vergisi ile başlayan, sermaye hareketlerinin kapsamlı denetimini içeren, uzun dönemli devrimci, sınıfsal bir programın tasarlanması sosyalistlere aittir.”

Korkut Boratav / soL

  • 1.Adam Tooze, Chartbook 215, Erdogan’s Inflation: A Swedish Interpretation, 21.V.2023

Döviz sıkıntısı ve 28 Mayıs sonrası + Sayılan oylar ne kadar gerçek? (Çiğdem Toker-T24)

 


Döviz sıkıntısı ve 28 Mayıs sonrası

İktidar yanlış politikaları kabullenmediği için 28 Mayıs’ta yapılacak ikinci tur sonrasında, makro sorunları çözecek bir yol haritası da duymuyoruz doğal olarak

Bugünlerde Ankara’da döviz büroları önünde uzun sıralar oluşuyor.  Birkaç gün önce gittiğim Ulus’ta, tanınmış bir döviz bürosu önündeki sıra, neredeyse 100 metreye yaklaşmıştı.

Dün de bir ödeme için uğradığım özel banka şubesinde, -banka şubelerinin çoğu gibi açık ofis sistemi çalışıldığı için duydum- önümdeki müşteri, döviz hesabından 5 bin euro çekmek istediğini söyledi. Banka çalışanı "Yazdırmış mıydınız?" dedi. Müşteri biraz şaşırarak "Yoo" yanıtın verince, banka çalışanı müşteriye el yazısıyla tutulmuş bir A4 kâğıdı gösterdi. "İstek gelince böyle tek tek yazıyoruz. Önce bunları ödeyeceğiz".

"Peki şimdi yazdırsam bu akşama doğru alabilir miyim?" diye sordu müşteri. Banka çalışanı üzgün bir yüz ifadesiyle "Bunu şimdiden söylemek zor. Çünkü aracın ne zaman geleceğini bilmiyoruz" dedi. Müşteri daha sonra, talep ettiği tutarı 3 bin euro ‘ya düşürdü. Bunu söylerken de "Aradaki fark fazla olmasa TL’ye bozdurabilirim ama zarar çok oluyor" diye de ekledi.

"Keşke yapabileceğimiz bir şey olsaydı" diyen banka görevlisinin laf olsun diye değil, gerçekten üzüntülü olduğu yüzünden okunuyordu.

***

Büyük cirolu şirketler yöneten ticari hesap sahibi iş insanlarının döviz işlemlerinde sıkıntı yaşadığını, nakit akışlarının bozulduğunu bir süredir okuyup duyuyorduk. Dahası bankalardan dijital platformlar aracılığıyla yapılan bireysel kredi başvuruları "krediyle döviz satın almayacağım" penceresine onay verilirse kabul ediliyordu. Ancak döviz darlığının, büyük bankalarda dahi iki üç bin dolar/ euro ödeme düzeyine dayandığını görmek, önümüzdeki dönemde "Peki ne olacak?" sorusunu bütün yurttaşlar için daha acil bir hale getirdi.

Alevden top

Merkez Bankası net rezervinin AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana ilk kez eksiye düşmesi, bağımsız iktisatçıların aylardır uyarısını yaptığı ödemeler dengesi sorununun alevden bir topa dönüştüğünü gösteriyor. Ödemeler dengesindeki açığın sürekli büyümesi, özellikle ithalata dayalı temel ürünler açısından risk unsuru taşıyor.

Yetkili ve sorumlu makamlardaki -ya da öyle görünen- kişiler, gıda, akaryakıt gibi temel ihtiyaç malların ithalatı konusunda yakın gelecekte herhangi bir sıkıntı olup olmadığı, iktidarın bir plan programı olup olmadığı yönünde herhangi bir açıklama yapmıyor. Kameralar önünde bu soruları doğrudan yönelten muhabir ve gazeteci meslektaşlara rastlayamadığımızdandır belki kim bilir.

Üç aylık ihale bilançosu 322 milyar TL

Cumhurbaşkanı Erdoğan, "faiz sebep enflasyon netice" tezini sürdürüyor. İktidar yanlış politikaları kabullenmediği için 28 Mayıs’ta yapılacak ikinci tur sonrasında, makro sorunları çözecek bir yol haritası da duymuyoruz doğal olarak. Bilakis bol bol pazarlık usulü ihale yapmayı sürdürüyorlar.

Büyük deprem sonrası, depremin etkilediği illere yönelik olarak 16 Şubat’ta başlatılan, konut, geçici barınma, köy evi, ahır ihalelerini sayısı 236’ya ulaştı. Üç buçuk aydır her gün yapılan ihalelerin toplam büyüklüğü ise 322 milyar TL’ye ulaştı.

Erdoğan’ın önümüzdeki ekim kasım ayında tamamlanacağı sözünü verdiği konut projeleri için ihaleleri kazanan onlarca firmaya ödenecek yüzlerce milyar TL için, hangi kaynağın nasıl harekete geçirileceği sorusunun cevabı önemini koruyor. Reel ekonominin bir yanında üretim çarklarının yavaşlaması, finansmana erişim güçlüklerinin yaşanması, piyasada kısıtlamalar söz konusuyken, Çevre Şehircilik Bakanlığı, TOKİ’nin müteahhitlik sektörüne bu tutarları hangi bütçe kaynağından aktarılacağı önümüzdeki dönemin temel ekonomik başlıklarından birisi olacak.

Bugün yaşanan ve 28 Mayıs’ta yapılacak ikinci tur sonrası, seviyesinin nasıl tutulacağı merakla beklenen döviz darlığına AKP iktidarının yanlış ekonomi politikaları liyakatsizlik, kayırmacılık, yolsuzluk, kaynak önceliklerinin doğru yapılmaması yol açtı.

Bakalım, rakibini, medya gücüyle, , devletin bütün olanaklarını sonuna kadar kullanmasıyla, yalan, iftira ve montajlı propagandayla saf dışı etme gayretini temsil eden siyasal anlayış, 28 Mayıs’ta Erdoğan’ın kazanması halinde ekonomideki bozulmayı nasıl giderecek, nasıl kaynak bulacak ve  büyük hasar almış kredibilitenin yeniden inşasını nasıl sağlayacak.

                                                                       /././

Sayılan oylar ne kadar gerçek?

Nüfus artışında oldukça dikkat çeken bir veri, 2010 Anayasa referandumuna gidiyor. Yılda ortalama 1 milyon kişi civarında arttığı bilinen Türkiye'nin nüfusu, 2007-2010 aralığında 3,1 milyon artmış. Peki seçmen sayısı? Araştırmadan öğrendiğimiz kadarıyla 6,7 milyon. Çok yüksek bir artış değil mi? 


YSK'dan gelen seçmen verilerine odaklanmak doğru olsa bile yeterli midir?

Veriler YSK'ya gelmeden önceki nüfus verilerini incelemek, seçimin seyri ve sonuçlar konusunda farklı bir değerlendirme alanı açar mı?

Seçmen sayısına ve seçim sonuçlarına da dayanak oluşturan nüfus verileri ne kadar sağlıklı?

Seçmen sayısı ile nüfus artışı arasında kuşku doğuran oransızlıklar var mı?

Bu sorulara kafa yorulması, "münferit" hadiseler, veya "zaten sonucu etkilemez ki" diye geçiştirilmeyip kurumlardan sağlıklı veri talep edilmesi her vatandaşın meşru ve demokratik bir hakkı.

* * *

Sarp, bu araştırmadan süzdüğü "Seçmen Sayısı nüfusa göre neden 6,7 milyon fazla?" başlıklı yazısında, Türkiye nüfusunun 2007-2023 arasında, 14,6 milyon artmasına karşılık, seçmen sayısının 21,4 milyon arttığını vurguluyor. Ve bu yüksek farkın, yetkili kurum ve kişiler tarafından izaha muhtaç olduğunu dile getiriyor.

Seçmen sayısında artış söz konusu olduğunda bu sonucu, yıllar itibariyle seçme yeterliliği yaşına ulaşan bireylerin etkilediği düşünülür. Nebil'in iki uzmanla birlikte yaptığı çalışmada buna ilişkin hesaplama da yer alıyor.

Türkiye'nin 2002 ve 2023 yıllarına ilişkin yaşa göre demografik grafiklerinin de bulunduğu çalışmada, 19 yaş altı nüfus verileri de var.

  • 2002 yılında Türkiye'nin nüfusu 65,99 milyon. Bu nüfusun yüzde 40'ı yani 26,4 milyon kişi 19 yaş altı.
  • 2023 yılında Türkiye'nin nüfusu 85,8 milyon. Bu nüfusun bu defa yüzde 30,3'ü 19 yaş altında. Bu oran da yaklaşık 26 milyon kişiye karşılık geliyor.

Diğer yandan ölüm ve doğum sayılarının seçmen sayısını etkilemesine de bakılmış bu araştırmada. Türkiye'de doğum oranı düşüyor. Bu nedenle seçmene sayısının artmasını sağlayacak bir gelişme bulunmuyor. Nebil buradan hareketle "Anlayacağınız, gençlerin yaşlanması, ölüm ya da doğum sayılarında, son 16 yılda seçmen sayısını yüzde 10,5 arttıracak bir veri yok" değerlendirmesini yapıyor.

Akıl almaz artış

Nüfus artışında oldukça dikkat çeken bir veri, 2010 Anayasa referandumuna gidiyor. Yılda ortalama 1 milyon kişi civarında arttığı bilinen Türkiye'nin nüfusu, 2007-2010 aralığında 3,1 milyon artmış. Peki seçmen sayısı? Araştırmadan öğrendiğimiz kadarıyla 6,7 milyon.

Çok yüksek bir artış değil mi? 

* * *

Gazeteci Murat Ağırel de ölüm verilerine dikkat çekiyor. 2018 yılından 2023 yılına kadar geçen sürede seçmen sayısının 4,7 milyon arttığını belirten Ağırel, YSK Başkanı'nın açıklamasına göre de 4,9 milyon seçmenin ilk kez oy kullanacağının belirtildiğini aktarıyor. Ağırel, aynı dönemde ölen seçmenlerin toplama seçmen sayısından düşülmediği kuşkusunu dile getiriyor.

TÜİK'ten ve YSK'dan, partilerden bu konularda ayrıntılı açıklamalar yapılması gerekiyor.

Ağır dezenformasyon

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Hürriyet yazarı Abdülkadir Selvi'ye rakibi Kılıçdaroğlu hakkında olmayan videoyu varmış gibi söylemesi, akıllara durgunluk vericiydi. İhtimal ki, Erdoğan'ın "Ama montaj ama şu ama bu" diyerek 14 Mayıs öncesi de gösterilen bu videonun montaj olduğunu teyit eden açıklamasını o an önünde prompter olmamasına, varsa bile dikkatini oraya yöneltmeyişine. yani doğal seyrinde cevap vermesine borçluyuz.

TRT ekranlarını memleketin bütün vatandaşlarını kapsayan tarafsız, sorumlu bir kamu yayıncısı değil de kendi mikrofonu kendi mecrası olarak görmenin rahatlığı bu. Bundan daha akıl almaz olanı ise söz büyük tepki görünce yapılan, "montaj değil gerçek" açıklaması oldu.

Uzun lafın kısası seçim yarışının, devletin bütün olanaklarının bir kişinin emrine amade kılındığı bir ortamda geçtiğini hatırdan pek çıkarmamak lazım. Sadece devlet olanakları mı? Normal bir ülkede normal bir seçim atmosferinde bitmeyen İstanbul Finans Merkezi'nin bitmiş gibi, bitmeyen Hatay Defne Hastanesi'nin bitmiş gibi açılmasına o yapıları inşa eden firmaların izin vermemesi gerekirdi. Ama tabii ki burası Finlandiya değil ve tabii ki müteahhitlik şirketleri bitmemiş bir yapının bitmiş gibi gösterilmesine itiraz edemez

Bitmemiş hastaneyi bitmiş gösteren dar kadrajlı görüntüler, daha sonra gazetecilik yayıncılık yapıyormuş gibi davranan mecralarda gösterilir.

Siyasal amaçlar için gerçekte var olmayan olguların, gelişmelerin gerçekmiş gibi kurgulandığı, yayın, yapım ve dağıtım rollerinin yıllar içinde organize edildiği, hepimizin üzerinde söz sahibi olduğu Anayasal kurumların dekor edildiği, bu kötücül emele milyarlık kamu kaynaklarının aktarıldığı bir çağa tanıklık ediyoruz.

Füsun Sarp Nebil (T24 yazarı) bu sorulara geçen seneden bu yana kafa yoruyor. Mernis projesinde görev almış Prof. Dr. Turhan Menteş ve Bilgisayar Mühendisi (eski oda başkanı) Ali Rıza Atasoy ile bir araya gelip kapsamlı bir araştırma yapıyorlar.

(Çiğdem Toker-T24)

25 Mayıs 2023 Perşembe

Hizbullah dosyası(I): Milli Türk Talebe Birliği'nden Hizbullah'a uzanan yol - ÖZKAN ÖZTAŞ / soL-Özel

 


soL'un Hizbullah dosyanın ilk yazısında Hizbullah'ın ortaya çıkışını ele alıyoruz. Konuğumuz Araştırmacı-Yazar Orhan Gökdemir.


HÜDA-PAR'ın AKP listelerinden meclise girmesiyle yeniden alevlenen Hizbullah tartışması uzunca bir süredir ülkenin gündeminde. Hür Dava Partisi adıyla 2012 yılında kurulan HÜDA-PAR her ne kadar Hizbullah ile organik bir bağları olmadığını belirtse de parti kamuoyunda Hizbullah'ın legal uzantısı olarak görülüyor ve kendileri de bu ayrıntıyı reddetmiyor. 

Peki neydi bu Hizbullah? Nasıl ortaya çıktı? Bugün nasıl bir işlev edinebilir? Geçmişte yaşanmış binlerce faili meçhul cinayetle, ölüm evleriyle, aydın cinayetleriyle anılan gerici yapının tetikçileri nasıl bir gecede serbest bırakıldı? Hizbullah'ın finansal gelirlerini nereden elde ediyor? 

soL'un hazırladığı Hizbullah dosyasının ilkinde bu gerici yapının ortaya çıkışını ele alacağız. Konuğumuz ise Araştırmacı-Yazar Orhan Gökdemir.

Hizbullah'a uzanan yol

Türkiye'nin gerici ve sağcı örgütlenmelerinin kodlarından oluşturan temel zemin anti komünizm olarak karşımıza çıkıyor. Hizbullah'ın da tarihsel kökenlerinde Türk-İslamcı bir örgütlenmenin 1960'lı yıllardan itibaren sosyalist, devrimci örgütlenmelere karşı bir araya geldiği Milli Türk Talebe Birliği'nin (MTTB) içinde rastlıyoruz ilk kez Hizbullahçılara. Tabi o zamanki isimleri ise "Akıncılar" grubu. Zira talebe birliğinin içindeki Türkçü grupların seküler ve yer yer Kürt düşmanlığına varan tavırlarından rahatsızlar. Ama ortak payda sağcılık ve anti komünizm olunca ulusal kimlikler çok sorun teşkil etmiyor. 

Hizbullah'ın kurucusu olarak bilinen Hüseyin Velioğlu, Batmanlı. Öğrencilik yıllarında MTTB çevresinde görülüyor. 1980'li yıllara doğru Diyarbakır'da kurulan Vahdet Kitabevinde bir araya gelenler İslamcı örgütlenmelerin temellerini atmaya başlıyorlar. Bu dönem Hizbullah'ın kitabevleri üzerinden örgütlendiği bir dönem. 

"Hizbullah'ın kurucusu Hüseyin Velioğlu'nun yer aldığı MTTB içinde görev alan başka tanıdık isimler de var. Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan, Ahmet Davutoğlu, Numan Kurtulmuş ve Bülent Arınç bu isimlerden birkaçı"

Fidan Güngör ve Hüseyin Velioğlu önceleri bir arada yer alıyor. Bu dönem aynı zamanda 1979 yılında İran'da gerçekleşen İslam Devrimi nedeniyle Türkiye'deki İslamcıların yoğun bir tartışma içinde girdikleri döneme denk geliyor. 

Hizbullah'ın temelleri atılırken de kendilerine bir yol haritası çiziyorlar. Önce örgütlenme, buna tebliğ adını veriyorlar. Sonra toplumsallaştıkça da silahlı mücadele ve akabinde de şeriatla yönetilen bir devletin kurulması. Hizbullah'ın diğer siyasal islamcılardan farkı ise bir Kürt İslam Devleti savunusu. 

Ancak Fidan Güngör ile yollar 1981'de ayrılıyor. Ayrışmanın temel nedenlerinden birisi, Müslüman Kardeşlerin fikir babası olarak bilinen Seyyid Kutup'un düşüncelerine dair farklılıklar. Bir diğeri de örgüte dair yaklaşımdaki farklılıklar. Fidan Güngör örgütlenmenin henüz tebliğ yani örgütlenme döneminde olduklarını düşünüyor ve silahlı eylemlere geçmek için erken olduğunu belirtiyor. Hüseyin Velioğlu ise sürecin silahlı eylemlerle devam etmesinde ısrarcı. Fidan Güngör 1981'de "Menzil Kitabevi" ile yoluna devam ederken Velioğlu ise 1982'de "İlim Kitabevi'ni kuruyor ve örgüt yavaş yavaş merkezini Batman'a taşıyor. Bu da Hizbullah'ın artık bir örgüt olarak ortaya çıkışının yol haritasını oluşturuyor.

"Hizbullah için yeryüzünde aslolan tek şey Allah'ın hakimiyetidir. Dolayısıyla devletler, partiler ve benzer politik kurumlar Allah'a şirk koşmanın bir nedeni olarak görülüyor. Sloganları ise çok açık: "Hakimiyet kayıtsız şartsız Allah'ındır" 

Her ne kadar Lübnan Hizbullah'ı ile isimleri benzese de aralarında bir ilişki ya da temas yok. Dolayısıyla Türkiye'deki Hizbullah'ı Şii geleneklerden gelen Lübnan Hizbullah'ıyla karıştırmamak için örgüte "Kürt Hizbullahı" ya da "Hizbulkontra" denildiği de oluyor. Bir diğer adı ise Hizbulvahşet. Gariptir ama bu ismi zaman zaman dini olarak hataya düştükleri ifade edilen İslamcılara karşı uyguladıkları eylemler için kendilerinin de kullandıkları olmuş zaman içinde. Bu vahşeti mücadelenin bir parçası olarak gördükleri anlaşılıyor.

                                                               Hizbullah'ın kronolojik geçmişi

Vatanı kızıllara bırakmamak ve halk düşmanı eylemler


"Vatanı kızıllara bırakmamak" söylemi MTTB içinde ortaklaşılan bir slogan. Bir dönem sol, sosyalist dünya görüşüne ve örgütlenmelere karşı yola çıkan İslamcı örgütler zaman içinde halk düşmanı eylemler, binlerce faili meçhul cinayet ve aydın katliamlarıyla anılacaktı. 

Araştırmacı-Yazar Orhan Gökdemir Hizbullah'ın kuruluşunu ve HÜDA-PAR ile benzerliklerini şu sözlerle ifade ediyor:

"Hüda-Par dikkat edilirse “Hizb-ul-lah”ın bire bir çevirisi. “Hizbullah”, "hizb" ve "Allah" kelimelerinden türetildi. Allah’ın hizbi, daha doğrusu “Allah'ın partisi" anlamına geliyor. Hüda-Par da öyle. Hizbullah nihai haliyle, silahlı mücadele yoluyla cihadı hedefleyen bir örgüttü. Hüda-Par onun legal biçimi. Hizbullah ile bağlarını kopardıklarına değin en ufak bir ima yok.

Bu iki örgüt Türk Siyasal İslamcılığının içinde doğdu. Türkiye’deki İslamcılıkta, Türkçülük de, Nihal Atsız parantezini ihmal edersek, saf bir hareket değildir. İkisi de Türk-İslamcıdır. Türkçüler Türk-İslamcı, İslamcılar ise İslamcı Türkçü’dür. Hizbullah Kürt-İslamcılığını seçti. Türkçülerle sorunlu, İslamcılarla kardeştir."

'Devlet PKK karşısında Hizbullahı kullandı'


Orhan Gökdemir Hizbullah'ın 1990'lı yıllardaki işlevinde dair ise şunları söylüyor: 

"12 Eylül cuntası toplumu İslamileştirmeye karar verdiğinde, çubuğu da bu çetelerden yana bükmüş oldu. PKK’yi Türkiye solunun bir uzantısı sayıyordu ki doğrudur bu. "Bu dinsizlere" karşı güvenlik aygıtlarını Nurculara açarken, Kürt bölgesinde PKK’ye karşı ellerinde ne varsa kullandı. Hizbullah da ideolojisi gereği PKK ile mücadele içindeydi. Devlet yolu açtı, onları bizzat eğitti, ellerine silah tutuşturdu ve sahaya kolladı.

"Son seçimde Meclise de girdiler. Devletle daha bir bütünleştiler. Bu bölgede yeni çatışma ihtimallerini de güçlendirecek bir gelişme"

Hizbullah laik devletin kötü huylu urudur. Bu çeteye dayanarak Kürt hareketiyle mücadele ederken aslında kendi varlık sebeplerini de ortadan kaldırmış oluyordu. Böylece Cumhuriyetin can düşmanı olan tarikatlar devlet açısından açık bir meşruiyet kazandı. Devlete yerleşti. Hizbullah, Hüda-Par, bugün hala devletin PKK veya HDP hareketine karşı kullandığı enstrümanlardan biri. Son seçimde Meclise de girdiler. Devletle daha bir bütünleştiler. Bu bölgede yeni çatışma ihtimallerini de güçlendirecek bir gelişme. Hizbullah kendine biçilen rolü oynamaya devam ediyor."
 

Görmezden gelinen katliamlar

Gökdemir, örgütün tarihini anlatırken merkeze devlet aygıtı tarafından nasıl kullanıldıklarını koyuyor ve altını çiziyor: "Bu saldırıların failleri hiçbir zaman yakalanamadı. Devlet Hizbullah’ı görmezden geliyordu."

"Örgüt 1990'lı yıllar boyunca asıl faaliyetini Güneydoğu'da sürdürdü. Hizbullah'ın ilk hedefi geçmişte birlikte oldukları Menzilciler oldu. Grubun lideri Fidan Güngör Batman'a kaçırılıp öldürüldü. Velioğlucular, rakiplerini silahlı eylemleriyle sindirmeyi başarmıştı. Bu eylemlerinin yanı sıra bölgede hızla örgütleniyor, ele geçirdikleri camileri bir barınağa dönüştürüyorlardı. Devlet bu acımasız örgütü PKK’ya karşı kullanmaya karar vermişti.

"Saldırıların failleri hiçbir zaman yakalanamadı. Devlet Hizbullah’ı görmezden geliyordu"

Hizbullah, Güneydoğu'da en etkili eylemlerini PKK'ya karşı yaptı. PKK yandaşlarını ve sempatizanlarını sokak ortasında güvenlik güçlerinin kayıtsız bakışları altında öldürüyorlardı. Bazılarını kaçırıyor ve ağır işkenceler yapıyorlardı. Hizbullah terörü PKK terörüne galebe çalmak üzereydi. Örgütü eleştiren herkes hedeflerindeydi. Örgüt hakkındaki ilk haberlere imza atan 2000’e Doğru dergisi muhabiri Halit Güngen ve Gerçek Dergisi Diyarbakır Temsilcisi Namık Tarancı örgüt tarafından vurularak öldürüldü. Bu saldırıların failleri hiçbir zaman yakalanamadı. Devlet Hizbullah’ı görmezden geliyordu.

Devlet yetkilileri bu himayeyi saklama gereği duymuyordu zaten. Dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin “Hizbullah’ın PKK’ye karşı örgütlendiğini” söylemiş, OHAL Bölge Valisi Ünal Erkan da “PKK çökertilmedikçe Hizbullah tipi ‘militan’ örgütleri çözmeye niyetleri olmadığını” açıklamıştı. Askerler de örgütü himaye ediyordu. Askeri eğitim, silah ve mühimmat desteği bunlar arasındaydı. Dehşet saçtığı bu dönem boyunca örgütün hiçbir üyesi yakalanmadı, tutuklanmadı.

"Halkımız mecliste Hizbullah istemiyor ama meclisteki diğer tarikatları çok sorun etmiyor"

Hizbullah ile Kürt-İslamcılığı devlete taşınmış oldu. Ama burada bir meşruiyet yaratıldığını söyleyemeyiz. Türk-İslamcılara gösterilmeyen tepkinin Hizbullah’a gösterilmesinin ardında işte bu meşruiyet sorunu var. Halkımız mecliste Hizbullah istemiyor ama meclisteki diğer tarikatları çok sorun etmiyor. Ama şu var ki, bizdeki tarikatların neredeyse tamamı Süleymaniye çıkışlı. Nakşibendiliğin Halidiye kolunun uzantısı. Şeyh Halid bir Kürt. Osmanlıya döndüğümüzde İslamcılığın kökeninde Kürt şeyhleri buluruz. Cumhuriyet’e düşmanlıklarının arkasında da Osmanlıdaki ayrıcalıklarını kaybetmelerinin etkisi var. Şeyh Sait meselesi böyle. Hizbullah ise yeniden devlete yaslanarak büyüme imkanı yakaladı. Bu nereden nereye geldiğimizin de bir işareti."

'Türkiye'de artık yeni bir rejim var'


Türkiye'de artık yeni bir rejim olduğunu ifade eden Orhan Gökdemir AKP'nin gerici ve işbirlikçi politikalarına dikkat çekiyor. AKP'nin gerici yanıyla şeriatçı bir Kürt devleti kurmak isteyen Hizbullah arasında "ton farkı" olduğunu belirten Gökdemir Hizbullah'ın gerici örgütlenmesini ve Türk-İslamcılarla ilişkisini şu sözlerle aktarıyor:

"AKP’liler Kürt sorununu ümmetçilikle çözebileceklerine inanıyorlardı. Böyle bir yanı var meselenin. Ümmetçilik bütün diğer kimlikleri siler"

"Türkiye’de artık yeni bir rejim var. Ben buna 'Tayyiban Rejimi' diyorum. Bu rejim 12 Eylül cuntasının kurduğu Türk-İslam Sentezi nesilinin uzantısıdır. Generaller dinci-milliyetçilik yapmaya karar vermişti, AKP onu milliyetçi dinciliğe çevirdi. Aralarında ton farkı var. 'Tayyiban rejimi' milliyetçi-dinci bir rejimdir. Yani çok dinci az milliyetçidir. Bu az milliyetçiliği onun Hizbullah gibi örgütlerle empati yapmasını sağlıyor. Hizbullah sonuç itibariyle şeriatçı bir Kürt devleti kurmak istiyor. Şeriatçı bir Türk devleti ile çok sorunu olmayacağına inanılıyor. AKP’liler Kürt sorununu ümmetçilikle çözebileceklerine inanıyorlardı. Böyle bir yanı var meselenin. Ümmetçilik bütün diğer kimlikleri siler.

Ama “modern” bir çağdayız. Etnik kimlik o çağın bir ürünü. Milliyetçilik iki yüz yıllık bir dalga. Din hiçbir yerde bu rüzgârı kesemedi. Kaldı ki, din Arap milliyetçiliğinin bir parçası. Yani milliyetçilikten azade değil.

"Hizbullah AKP'nin arayıp da bulamadığı bir şey"

Onun ötesinde Hizbullah aynı zamanda kullanışlı bir silah. Herkese, her yere doğrultulabilir. AKP’nin arayıp da bulamadığı bir şeydi bu.

O nedenle Hizbullah daha ellerindeki kan kurumadan oy hesapları ile temizlenip arındı, Cumhur ittifakının bir parçası olmaya çağrıldı. Şartlarından biri İstanbul sözleşmesinin kaldırılmasından sonra geride kalan kadınları koruyan yasaların tamamen kaldırılması. AKP bu kez domuz bağı ve makarovların desteğinde çıkıyor yola.

Bir sonraki yazı: Hizbullah'ın cezasızlandırılması, hukukun görmezden geldikleri, cinayetler ve örgütün kitleselleşmesi

ÖZKAN ÖZTAŞ / soL-Özel


Altınordu - Mehmet Özyazanlar / EVRENSEL

 


Ülkemizde altyapı denince ilk akla gelen kulüp olan Altınordu, 9 yıl mücadele ettiği TFF 1. Lig’den, TFF 2. Lig’e düştü. İzmir ekibinin adı, altyapısından yetiştirdiği Çağlar Söyüncü, Cengiz Ünder gibi oyuncular sayesinde son dönemde çokça anılıyordu. Altyapısından yetişip daha sonra transfer oldukları takımlarda gösterdikleri başarılı performans ile milli takımın değişmez oyuncuları arasına giren ve şu anda da kariyerlerini Avrupa’da sürdüren bu iki oyuncu üzerinden kırmızı-lacivertli kulüp hep nitelikli altyapı örneği olarak gösterildi. Üretken altyapısı nedeniyle Altınordu’ya “futbolcu fabrikası” yakıştırması bile yapıldı…

Kulüp, 2012’de 3. Lig’de yer alırken, şirketleşme kararı ve Seyit Mehmet Özkan’ın kulübün çoğunluk hissesini (yüzde 51) alıp başkan olmasıyla birlikte, 10 sene içinde, Süper Lig’e yükselmek ve Avrupa kupalarında mücadele edip dünya çapında tanınırlığa erişmek gibi büyük hedefler belirleyerek yeni bir sürece girdi.

Altyapıya yaptıkları yatırımla kurulan modern tesisler, burada 4 ile 19 yaş aralığındaki gençlere verilen çok boyutlu eğitim ve Avrupa’daki modern antrenman metotlarının uygulanması sayesinde Altınordu kısa sürede mücadele ettiği liglerde fark yaratmayı başardı.

2012-2013 sezonunda şampiyon olarak 2. Lig’e yükselen Altınordu, 2013-2014 sezonunda da ipi göğüsleyerek 1. Lig’e terfi etti.

Oluşturulan model son derece umut vericiydi. Modern antrenman yöntemlerinin yanı sıra yabancı dil eğitimi, konuşma eğitimi; tarım, hayvancılık, gıda, beslenme eğitimi ve diğer spor dallarıyla ilgi eğitimi de kapsayan gelişim süreci sonunda genç oyuncular, diğer kulüplerdeki akranlarından daha ileri bir kültüre ve futbol zihniyetine sahip oluyor, bunun sonucunda da oyun daha üst seviyelere taşınıyordu. Güçlü altyapı desteğine sahip takım böylece, transfere büyük paralar harcayan rakipleriyle başa baş mücadele edebiliyordu.

Altınordu, altyapısının saçtığı ışıltıyla adeta ülke futboluna yol gösteriyordu.

Kulübün bir hedefi de yetiştirdiği ve umut vadeden genç oyuncuların satışından gelecek paralarla altyapıya dayalı mevcut düzeni aynı istikrarla sürdürmekti. Bu aslında, herkesin örnek alması gereken bir modeldi…

2013-2014 sezonunda yeniden başladığı 1. Lig macerasında başarılı performansını sürdüren Altınordu tam 4 kez play-off oynama fırsatını son anda kaçırdı.

İzmir temsilcisi 2020-2021 sezonunda play-off finaline yükselmeyi başarsa da finalde Altay’a 1-0 yenilerek Süper Lig’in kapısından döndü.

Bundan sonra ise Altınordu’da düşüş başladı. 2021-2022 sezonunda güç bela kümede kalmayı başaran İzmir temsilcisi, bu sezon ise küme düşmekten kurtulamadı…

Altınordu’nun başarılı olduğu dönemlerde, Seyit Mehmet Özkan’ın basına yansıyan tuhaf davranışları ve açıklamaları “büyünün” bozulmaya başladığının işaretleriydi. Özkan, oyuncularının özel hayatına müdahaleleri ve onları ideolojik bir kalıba sokma amaçlı icraatlarıyla yönetim bazında tipik bir tek adam modeli sergilerken, bütün bunların gidişatı olumsuz etkilemesi kaçınılmazdı.

Son olarak Seyit Mehmet Özkan, çok yorulduğu gerekçesiyle elindeki hisseleri devredeceğini, bunun için de Altınordu’nun misyonuna ve vizyonuna uygun yatırımcı aradıklarını duyurdu.

Kulüp başkanının, “Yorulmak ne kelime, ben bittim” şeklinde açıklama yapması, Altınordu’da yönetim bazında kurumsallaşmanın sağlanamadığının itirafı anlamına geliyor. Tek adam modeliyle kulüp içinde gerekli gereksiz her şeye karışan bir başkanın, sadece kendisini değil, kulübü de “bitirdiği” anlaşılıyor…  

Başarıyı istikrarlı kılabilmek için doğru bir saha içi modeli kadar, doğru bir yönetim modeli oluşturmak da büyük önem taşıyor kuşkusuz.

Her şeye rağmen Altınordu’nun, oyun seviyesinin üst seviyelere nasıl çıkarılabileceğinin bilgisini içeren modeli, önemli bir deneyim olarak ve ülkenin futbol birikimine yaptığı katkıyla özel bir konuma yerleştirilmeyi hak ediyor. Geriye, bu deneyimden gereken dersleri çıkararak altyapıya dayalı modeli daha da geliştirmek kalıyor…

Mehmet Özyazanlar / EVRENSEL

Kemal Okuyan: Özdağ Millet İttifakı’na yabancı değil - ALİ UFUK ARİKAN / soL-Söyleşi

 'Bu toplum Erdoğan’a karşı bir öfke biriktirdi, bunda hepimizin payı var, mücadelesi var. Bunun bir yere bağlanması gerekiyordu. Erdoğan durdukça daha çok Akşener, Özdağ, Babacan çıkacak heybeden.'

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ'ın Millet İttifakı'nın Cumhurbaşkanı Adayı Kemal Kılıçdaroğlu'na destek açıklamasını ve bu açıklama sonrası çeşitli kaynaklarda dile getirilen iddiaları soL'a değerlendirdi.

"Unutmayalım Özdağ Millet İttifakı’nın içinden geliyor. Düne kadar İYİP’in önemli isimlerinden biriydi. Akşener’in de İçişleri Bakanlığı’nı partisine istediğini biliyoruz. Yabancıya gitmedi yani!" diyen Okuyan, "Şu anda toplumun bir kesimi 'Erdoğan gitsin'den başka bir şey düşünmüyor. Mücadele, gri alanda, bu ilkesiz siyasal ortamda sağa sola bakınan kararsızları etkilemek için sürüyor. HDP disiplinli ve sadık bir seçmene sahip ama bu sadakat ikinci tura ne kadar yansır bunu bilemiyoruz. Burada başka olasılıklar üzerinde düşünmek gerekiyor" ifadesini kullandı.

Okuyan'ın soL'un sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

Ümit Özdağ’a iddiaya göre İçişleri Bakanlığı başta olmak üzere ciddi bazı sözler verildi, protokol imzalandı ve Zafer Partisi ikinci turda Kemal Kılıçdaroğlu’nu destekleme kararı aldı. Bu 28 Mayıs seçimini ne kadar etkiler?

Millet İttifakı içinde her şeyi barındıran bir yapıydı. Yurttaşlarımızın Erdoğan öfke ve kaygısını istismar ederek bir seçenek haline geldi. Seçimlere on gün kala Kılıçdaroğlu bir Noel Baba gibi çuvalı karıştırdı ve oradan milliyetçi bir söylem çıkardı. Ardından milliyetçilik alana bir de Ümit Özdağ hediye etti. Bunlar havadan gelmedi. Çuvalda zaten her şey vardı. Kuşkusuz atılan adımlar bir açıdan seçim öncesindeki son hamleler, biraz da çaresizlik içinde yapılıyor. Ama bundan ibaret değil. Kesinlikle sadece seçim taktiği olarak görülemez yaşananlar. Kılıçdaroğlu için öyle olabilir ama daha karmaşık sonuçları olacak.

Çaresizlik derken sonuca etki yapmaz mı?

Hiçbir ilke ve programın kalmadığı bir siyaset ortamında dengeleri her şey etkiler. Ancak şu anda Kılıçdaroğlu 28’ini kazansa, 29’unda büyük bir belirsizlikle karşı karşıya. Özdağ’ın sığınmacılara dönük söylemine alan açarak seçim kazanıyorsanız, bunun başka sonuçları da olur. Öte yandan HDP tabanının ikinci turda oy kullanma isteğinin azaldığını görüyorduk, Özdağlı bir kabinenin arkasında bütün gövdeleri ile duracaklarını düşünmek için saf olmak gerek. Üstelik bu yalnızca HDP tabanı için geçerli değil.

Peki Kılıçdaroğlu, Özdağ’ın götürdüğünden daha fazlasını getireceğini mi düşünüyor?

Unutmayalım Özdağ Millet İttifakı’nın içinden geliyor. Düne kadar İYİP’in önemli isimlerinden biriydi. Akşener’in de İçişleri Bakanlığı’nı partisine istediğini biliyoruz. Yabancıya gitmedi yani! Şu anda toplumun bir kesimi “Erdoğan gitsin”den başka bir şey düşünmüyor. Mücadele, gri alanda, bu ilkesiz siyasal ortamda sağa sola bakınan kararsızları etkilemek için sürüyor. HDP disiplinli ve sadık bir seçmene sahip ama bu sadakat ikinci tura ne kadar yansır bunu bilemiyoruz. Burada başka olasılıklar üzerinde düşünmek gerekiyor.

Ne gibi?

Kılıçdaroğlu, AKP’li bir Meclis oluşturdu. AKP Türkiyesi ile sorunu olmayan, hatta onu savunan ama daha kurallı çalışan bir iktidar arzulayan bir grup oluştu Meclis’te. Bu grup son tahlilde AKP’lidir. Millet İttifakı zaten dağılma eşiğinde. İYİP, Gelecek, DEVA, Saadet Meclis’te birçok konuda AKP ile birlikte davranacak. Bazı CHP milletvekilleri için de bu geçerli. Şimdi HDP de bu muhalefet blokundan uzaklaştırılıyor. Yıllarca “Kim müzakere masasını kurarsa biz onunla görüşürüz” diyen bir partiden söz ediyoruz. Tarih tekerrür etmez ama seçimi kazanması durumunda Erdoğan’a geniş bir uzlaşı için olanak sağlıyor bu gelişmeler.

Özdağ’ın Kılıçdaroğlu desteğinin böyle bir sonucu mu olur? Böyle bir sonuç için Özdağ çaba mı harcıyor?

Kimin hangi niyetle hareket ettiğini bilemeyiz. Ancak sonucu biliriz. Türkiye’de muhalefet seçime çok az kala heybeden çıkarılan başka kartlarla yeniden tasarlanmış oluyor ve böylece seçimi kazanması muhtemel iktidar blokunun eli güçleniyor. Bu tamamen rastlantı ya da kaderin cilvesi midir? Biz buna pek inanmayız.

TKP Özdağ’ın olası İçişleri Bakanlığı konusunda nasıl bakıyor?

Millet İttifakı’nın içiyle ilgili değiliz. Karşıyız dedik, kefil değiliz dedik. Biz Erdoğan’ın gitmesi gerektiğinden hareket ettik. Buna devam ediyoruz. Özdağ konusunda dehşete düşenler neden şimdiye kadar Davutoğlu, Akşener ya da Babacan’dan dehşete düşmediler, bunu anlamak mümkün değil. Alışırlar, Özdağ’a da alışırlar. Biz başka bir yerden bakıyoruz. Bu toplum Erdoğan’a karşı bir öfke biriktirdi, bunda hepimizin payı var, mücadelesi var. Bunun bir yere bağlanması gerekiyordu. Erdoğan durdukça daha çok Akşener, Özdağ, Babacan çıkacak heybeden.

Peki ya Erdoğan kazanırsa?

Erdoğan kazanırsa, “gerçek seçenek”i ve kolaycı çözümlerin ne kadar boş olduğunu anlatma görevimiz olacak. Anlatma örgütleme ve mücadele etme…TKP 14 Mayıs akşamı, Türkiye’de iktidar-muhalefet ayrımı yapmaksızın tek bir Meclis tablosu olduğunu ilan etti. Laiklik, bağımsızlık ve sosyalizm o Meclis’in bütününü karşıya almak zorunda. Orada hangi pazarlık ve hesaplar sürerse sürsün. Bir şey değişmez. Bugün siyaset alanı baştan aşağıya AKP tasarımıdır. Bu tasarımla kavgaya hazırlanıyoruz.

ALİ UFUK ARİKAN / soL-Söyleşi

24 Mayıs 2023 Çarşamba

Barışın, direnişin ve umudun simgesi Romain Rolland - Turgay Olcayto / Evrensel

 


Günümüzde ırkçı eylem ve söylemlerin öne çıktığı, bilimin yerini dinsel öğretilerin ağırlık aldığı bir dönemden geçiyor ülke. 14 Mayıs’tan sonra şimdi de Türkiye seçmeni ikinci turda cumhurbaşkanını seçecek. Toplumumuzdaki karmaşayı yazılı ve görsel medyadaki düzmece yayınları ve haberleri okuyan(mayan) yurttaşlarımızın bu son turda da nasıl bir karar vereceğini merakla bekliyoruz.

Yazıya oturduğumda ülkemdeki yaşamsal sorunların ağırlığını düşündüğümde aklıma ünlü Fransız Yazarı Romain Rolland geldi. Türkiye’nin günümüzde geçirdiği zorlu yılları I. Dünya Savaşı öncesi ve II. Dünya Savaşı öncesi de batı dünya ülkelerinin halkları da yaşamış unutulmaz acılara sahne olan ülkelerinden görece daha demokrat ülkelere kaçmayı yeğlemişlerdi. Romain Rolland (1866-1944) usta bir edebiyatçıydı. Romain Rolland yazar olarak ününü insanlık, iyilik ve güzellik ülkülerini yücelttiği destansı yapıtı “Jean Christophe”la duyurdu. Eser Fransa dışında da birçok dile çevrildi. Adnan Cemgil’in yetkin çalışması ve akıcı üslubuyla dilimize de kazandırıldı. Ayrıca usta yazarın Tolstoy Biyografisi de edebiyat dünyasında ilgiyle karşılanan eserlerinden biri oldu. Ama büyük yazarın belki de insanlık tarihine katkı sunanları düşündüğümüzde yalnız edebiyata değil insan hakları ve barış alanında da unutulmaz bir performans gösterdiği hatırdan çıkarılmamalı. I. Dünya Savaşı sırasında savaş karşıtı girişimleriyle kendini dünyaya tanıttı Romain Rolland. Ülkesi Fransa’da büyük tekellerin ve çıkar gruplarının kışkırttığı savaş Fransız halkını da büyük ölçüde etkilemişti. Hemen bütün Avrupa’da savaş çılgınlığı sokak gösterilerine dönüşmüştü. Kimi yazarlar, gazeteciler de milliyetçilik adına savaşın yanında yer alıyorlardı. Fransa’da bu tutuma karşı çıkan Sosyalist Lider, Bilim İnsanı Jean Jaures bir suikast sonucu öldürüldü. Savaş öncesi başlatılan bu kanlı oyunu bozmaya yönelik ilk güçlü ses Romain Rolland’dan yükseldi. Ülkesi Fransa’dan sürgün edilen İsviçre’nin Cenevre kentinden “Boğuşmanın Üstünden” başlığını taşıyan yazılarıyla savaşan, birbirinin kanını akıtan tüm ülkelerin aydınlarına, gençlerine sesleniyordu. Bu kanlı oyuna alet olmamalarını istiyordu. Savaşı yurtseverlik adına sürdürenlerin asıl amaçlarını vurguluyor, maskelerini düşürüyordu. Rolland yazılarını 1915 ağustosuna dek yılmadan sürdürdü. Fransız hükümeti onu Almanlara hizmet eden bir hain olmakla suçladı. Ne var ki bir süre sonra gerçek açığa çıktı. Savaşın getirdiği ölüm ve yıkım karşısında Rolland’ın haklılığı anlaşıldı. Yazılarından bir yıl sonra Romain Rolland Nobel Barış Ödülü ile onurlandırıldı. Adı barışın, direnişin ve umudun simgesi oldu. Yazar olarak ününü insanlık, iyilik ve güzellik temalarına ayırdı.

Romain Rolland adı, gezegenimizde bugün de süren acımasız savaşlara, yoksulluğa, insanın insana ettiği zulümlere karşı, insanlığa güç veren bir ışık olarak duruyor. Ne mutlu bu ışıktan yararlanabilenlere, daha güzel, daha adil, daha eşit bir dünya için uğraş verenlere. 

Yazıyı bir başka Fransız Yazın Ustası Jacques Prevert’in şiiriyle noktalayalım. Daha önce de okurlarla paylaştığım bu şiiri bu kez Can Yücel’in çevirisinden sizlere sunuyorum: “Harp”

Yıkıyorsunuz
bire kaz kafalılar
paslı baltanızla hep genç ağaçları
deviriyorsunuz da 
Kocamış ağaçları 
pörsümüş kökleri çürümüş dişleriyle
tutup esirgiyorsunuz yahu
Bir de üstlerine birer yafta asıp
Yok Hayır ve Şer ağacıymış
yok Hürriyet ağacı
yok Zafer ağacıymış diye
yutturuyorsunuz yahu
Ormanın kelinde leş gibi çürük odun kokarken
alıp başını gitmişken kuşlar
siz kazık kakıp orda marş söylüyorsunuz
siz kazık yutup orda 
bire kaz kafalılar
marş söyleyip kaz adımı atıyorsunuz.

                                                                                                                  Fotoğraf: Unsplash

Turgay Olcayto / Evrensel


IŞİD Kadısı’nın ballı hayatı - Timur Soykan / BİRGÜN

 Hizbullahçılar, işledikleri cinayetlere karşın salıverilip HÜDAPAR, TBMM’ye girerken IŞİD’ciler de kendilerine yeni hayat kuruyor. İstanbul’da yakalanan IŞİD’in ‘Rakka Kadısı’nın yıllardır Türkiye’de yaşadığı ortaya çıktı

Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), 2014-2018 yılları arasında IŞİD’in Telabyad, Münbiç ve Rakka Kadısı olarak görev yapan Tunuslu terörist Mohamed Mrad Bedhiafi’nin Türkiye’de olduğunu tespit etti. MİT ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü ortak operasyon başlattı.

Ekipler 23 Şubat 2023 günü sabahı ‘Rakka Kadısı’nın her gün geçtiği İstanbul Başakşehir’deki Olimpiyat Stat Metrosu yakınında bekliyordu ve ellerinde ‘Abu Huzeyfe Tunusi’ kod adını kullanan Mohamed Mrad Bedhiafi’nin fotoğrafı vardı. Fotoğraftaki adam kısa süre sonra onlara doğru yürüyordu. Onu durdurdular ve Arapça bilen tercüman vasıtasıyla fotoğraftaki kişinin kendisi olup olmadığını sordular. 1987 Tunus, Kassarin doğumlu Bedhiafi, kaçamayacağını anladı ve fotoğraftaki kişi olduğunu kabul etti. Üzerinde kimlik yoktu.

Bedhiafi etkin pişmanlıktan faydalanmak istediğini belirterek çok detaylı anlatımlarda bulundu. Onun anlatımlarına göre Tunus’taki üniversitede bilgisayar yazılımı bölümünü bitirmiş, evinin yakınındaki bir camideki eğitimler sonucunda radikalleşerek selefi görüşü benimsemişti.

YANLIŞ OTOBÜS İLE ADANA

2013 yazında IŞİD’e katılacak üç kişiyle birlikte İstanbul Atatürk Havalimanı’na geldi. Buradan taksi ile Esenler Otogarı’na gittiler. İnsan kaçakçısı ile Antakya’da buluşmak için sözleşmişlerdi. Ancak yanlışlıkla Adana otobüsüne binmişlerdi. Adana’dan Antakya’ya başka otobüsle geçtiler. Suriye’de şiddetli çatışmalar yaşandığı için 3 ay Antakya’da insan kaçakçısının gösterdiği evde kaldılar.

Mohamed Mrad Bedhiafi, ifadesinin devamında IŞİD’in kontrolündeki bölgelerde kadı olmak için eğitim aldığını ve Telabyad, Münbiç ve Rakka’da IŞİD’in kadısı olduğunu anlattı.

Rakka’da evlenmiş ve üç çocuğu olmuştu. Örgütün üst düzey yöneticileriyle kurduğu temasları ve örgüt üyelerini isim isim anlattı. IŞİD içindeki ayrışmalar ve örgüt içi infazlardan bahsetti.

MALATYA’DA TİCARETE ATILDI

IŞİD, Suriye’de hâkimiyetini kaybettikçe Türkiye sınırına yaklaşan Bedhiafi, İdlib’de 1,5 yıl yaşadı. 2019’un Aralık ayında eşi ve çocuklarını insan kaçakçıları Türkiye’ye soktu ve Malatya’ya yerleştiler. Bedhiafi, Türkiye’ye kaçak girişini şöyle anlattı:

“Türkiye’ye geçmek için 600 dolar karşılığında bir kaçakçı ile anlaştım. Kaçakçı beni HTŞ ofisine götürdü. Burada fotoğrafım çekildi. Bir belge verdiler. Bu belge sınırda yakalanıp Suriye’ye gönderilmem halinde HTŞ mensuplarınca tanınmam için düzenlendi.”

Yani İdlib’de hâkim olan HTŞ bile kendi sınır güvenliği için titiz davranıyordu.

Rakka Kadısı, Ocak 2020’de Hatay’a geçti ve ailesinin yerleştiği Malatya’ya ulaştı.

Türkiye’deki hayatını şöyle anlattı:

“Birkaç farklı firmada tekstil işlerinde çalıştım. Ancak hiç Türkçe bilmediğim ve tekstil işinde becerikli olmadığım için işten çıkartıldım. Daha sonra sebze halinde çalıştım. Bir miktar para kazanınca başka eve taşındık. Covid-19 salgını nedeniyle tekrar işten çıkartıldım.

Rakka’dan tanıdığım Suriye uyruklu ‘Ebu Mazin’den 18 bin TL’ye market devraldım. Kısa süre sonra Covid-19’a yakalandım. Hastanede 10 gün kaldıktan sonra 1 ay da evden çıkamadım. Bu nedenle marketi devrettim ve yeniden işsiz kaldım. Facebook’tan Arapça öğrenmek isteyen Avrupalılara Arapça dersleri vermeye başladım. Türkiye’de doğan Suriyeli çocuklara da Arapça dersleri verdim. Maddi durumum düzelince Suriye’den bal getirip satarak ilave gelir elde etmeye başladım. Birkaç farklı şehre kargo yoluyla bal, elbise, kitap göndererek kazanç elde ettim.”

Eski IŞİD Kadısı’nın Malatya’da 2021 yılında dördüncü çocuğu doğdu.

Peki; 10 gün hastanede tedavi gören, market açan, bal ticareti yapan, hatta çocuk sahibi olan Rakka Kadısı nasıl yakalanmamıştı? Bu sorunun yanıtı yok.


Üstelik bu sırada şifreli telefon programları üzerinde IŞİD mensuplarıyla görüşmeye devam ediyordu.

IŞİD üyesi, bir süre sonra Malatya’da yakalanma korkusu yaşadı ve Şanlıurfa’daki eşinin akrabasının yanına gittiler. Burada tarlada çalıştılar.

YAKALANDI AMA BIRAKILDI

Aralık 2022’de Şanlıurfa Yakubiye’de bir eve taşındılar. Nihayet sivil giyimli iki kişi kapılarını çaldı. Kapıyı açan kayınvalidesine Bedhiafi’nin fotoğrafını gösterip evde olup olmadığını sordular.

Eski Rakka Kadısı, İstanbul Başakşehir’e kaçmaya karar verdi. İfadesinde bunun nedenini şöyle anlattı:

“Çok fazla yabancı olduğu için Başakşehir’e gitmek istedim.”

İstanbul Başakşehir’de IŞİD’in hücre evleri daha önce tespit edilmişti.

Bedhiafi, Aralık 2022 son günlerinde Şanlıurfa’dan otobüs ile İstanbul’a doğru hareket etmişti. Otobüs Adana’da mola verdi ve buradaki polisler ondan şüphelendi. Kimliği ve ikametgâhı olmadığı için karakola götürüldü. Ancak gerçek kimliği belirlenmemişti ve Adana’daki Göç İdaresi’nin Suriyeliler kampına götürüldü. Burada Suriye uyruklu ve adının Ali Elahmed olduğunu söylemesi yetti. Parmak izleri alınarak yabancı kimlik numarasıyla kimlik çıkarıldı. Daha sonra salıverildi.

İstanbul Başakşehir’e gelen Rakka Kadısı, burada yeni hayat kurmak için çalışmaya başlamıştı. Ancak MİT ve emniyetin ortak operasyonuyla yakalandı.

İfadesinde IŞİD’ciler ile temas kurduğu telefonundaki şifreli programları 2022’de sildiğini savundu. Örgütten ayrıldığını söyledi. Ancak bir soru üzerine şöyle konuştu:

“İlerleyen süreçte IŞİD’in politikalarının değişmesi halinde tekrar IŞİD’e katılabilirim ancak bu durumun gerçekleşeceğini düşünmüyorum… Ülkeme veya başka bir ülkeye gönderilirsem benim ve ailem için sıkıntılar olacağından Türkiye’de kalmak istiyorum.”

Kendisine ait dijital materyallerde IŞİD’in propaganda görüntüleri çıkan Mohamed Mrad Bedhiafi hakkındaki istihbarat raporunda Rakka Kadısı olduğu, kararlar ve fetvalar verdiği belirtilmişti.

‘DEPREMZEDE, TAHLİYE EDİLSİN’

Silahlı örgüt kurmak ve yönetmek suçlamasıyla tutuklandı, dava açıldı. İlk duruşmada ifadesinin işkence altında alındığını ve çeviri hataları olduğunu savundu. Savcılık ve sulh ceza hâkimliğindeki ifadelerini de kabul etmedi. Sadece kadı stajyeri olarak çalıştığını öne sürdü.

İstanbul 28. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 11 Mayıs’ta yapılan duruşmada avukatı şöyle dedi:
“Ülkemizde gerçekleşen depremde ailesinin evi yıkılmıştır, ailesi çadırda yaşamaktadır. Ailesine bakacak kimse yoktur. Etkin pişmanlıktan faydalandırılması ve tahliye edilmesini talep ediyoruz.”
Mahkeme tutukluluğun devamına karar verdi. Pek çok IŞİD mensubu gibi Rakka Kadısı da hapis cezasını yattıktan sonra hayatına Türkiye’de devam etmeyi planlıyor. Kim bilir belki tahliye de edilir…

Timur Soykan / BİRGÜN