29 Mayıs 2023 Pazartesi

TKP'den seçim açıklaması: Karamsarlığa yer yok, mutlaka kazanacağız + TKP Genel Sekreteri Okuyan'dan seçim sonuçlarına ilişkin ilk açıklama (soL)

 TKP'den seçim açıklaması: Karamsarlığa yer yok, mutlaka kazanacağız 

Türkiye Komünist Partisi, cumhurbaşkanı seçiminin ardından yayımladığı açıklamada 'Bu memleket bizim ve mutlaka kazanacağız' ifadelerine yer verdi.

Cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turunu resmi olmayan sonuçlara AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan önde tamamladı. Seçim sonuçlarını yayımladığı açıklama ile değerlendiren Türkiye Komünist Partisi (TKP) umudun sandığa sığmayacağını vurgulayarak 'Karamsarlığa yer yok, mutlaka kazanacağız' mesajını paylaştı. 

TKP'den yapılan açıklama şöyle: 

"Bu halkın mücadelesini sandığa sıkıştırmaya çalışanlar artık sussun! 

Cumhurbaşkanlığı ikinci tur seçim sonuçları büyük oranda netleşmiş bulunuyor. Türkiye’nin kaderini belirleyeceği söylenen seçimlerin sonunda ortaya çıkan tablonun aydınlık yarınlar için umut olduğu elbette söylenemez.

Ancak, 
Bütün siyasal hakları budanmış, 
Grev hakkı elinden alınmış, 
Örgütlenme araçları gasp edilmiş, 
Mücadele azmi iktidar ve muhalefetin el birliğiyle kırılmış,
Diğer bir deyişle silahsızlandırılmış bir halkın bu büyük karanlık karşısında başarı kazanabilmesi mümkün müydü?

20 yıldır iktidarını işçi sınıfı ve yoksullara dönük baskıyla, cumhuriyet değerlerine dönük saldırılarla sürdüren bir iktidara karşı, o iktidarın üzerinde yükseldiği kolonlara dokunmadan, laiklik demeden, bağımsızlık demeden, devletleştirme demeden zafer kazanılabilir miydi?

Erdoğan’ın yenilmesi gerçek bir ihtimaldi. Bu ihtimal hayat bulmadıysa sebebi Erdoğan’ın yenilmezliğinde değil muhalefetin Erdoğan karşıtlığını kişiliksizleştiren siyaset tarzında aranmalıdır. Yalnızca sandığa sıkıştırılarak kötürümleştirilmiş bir siyaset atmosferinde emekçiler zafer kazanamaz.

Umut sandığa sığmaz. Bu halkın mücadelesini sandığa sıkıştırmaya çalışanlar artık sussun! 

Bilinsin ki Erdoğan zayıftır ve yenilmeye mahkumdur. Yeter ki halkımız bundan on yıl önceki gibi kendine güvensin ve ayağa kalksın.

Türkiye Komünist Partisi emekçi halkı laiklik, bağımsızlık ve sosyalizm için yalnızca AKP iktidarına karşı değil tüm düzen içi çözüm arayışlarına ve sahte muhalefete karşı da örgütlenmeye çağırmaktadır. Karamsarlığa asla yer yok. 

Bu memleket bizim ve mutlaka kazanacağız."

                                                                     /././

TKP Genel Sekreteri Okuyan'dan seçim sonuçlarına ilişkin ilk açıklama 

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan 'Seçim tüm sonuçlarıyla kaderine terk edilmeli. İsteyen düzen içi dengelerle, Meclis aritmetiğiyle ilgilensin. Hayat ve mücadele sürecek' dedi.

Türkiye Komünist Partisi (TKP) Genel Sekreteri Kemal Okuyan, cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turunun sonuçlarına ilişkin bir açıklama yaptı.

Okuyan Twitter hesabından yaptığı açıklamada "Toplumu sandığa hapsederek özgürleştirmek ne kadar imkansızsa, sandık sonucu ile o toplumu mutlak karanlığa mahkum etmek de o kadar imkansız. Seçim tüm sonuçlarıyla kaderine terk edilmeli. İsteyen düzen içi dengelerle, Meclis aritmetiğiyle ilgilensin. Hayat ve mücadele sürecek" diye belirtti.

'Türkiye'de işçi sınıfının ayağa kalkması lazım'

Kemal Okuyan paylaşımının ardından Evrensel Gazetesi'nin canlı yayınına katıldı. Seçime ilişkin değerlendirme yapan Okuyan, "Bu ülkeden, halktan umudu kesmemek gerekiyor. Artık düzen içi ve kolaycı çözümlerden umudu kesmek gerekiyor" dedi.

Okuyan'ın konuşmasından öne çıkanlar şöyle:

"Elbette biz de farklı bir sonuç için çabaladık ama beklemediğimiz bir sonuç değildi. Dünyanın hiçbir yerinde dönüşüm sadece ve sadece sandıktan çıkmamıştır. Gezi Direnişi'nde ayağa kalkan toplum nasıl bu hale dönüştürüldü onu düşünmemiz lazım.

'Mücadeleye devam ediyoruz'

Biz komünistler olarak üzerimize düşeni yaptık. Türkiye toplumunun karamsarlığa kapılmaması ve Erdoğan'dan kurtulması için oy istedik. Artık Türkiye'de işçi sınıfının, emekçi halkın ayağa kalkması lazım ki, bu halkın yeniden var olduğunu görelim. 'Bu seçim o seçim değil' diyenler de kaybetti. Ancak biz mücadeleye devam ediyoruz. Bu ülkeden, halktan umudu kesmemek gerekiyor. Artık düzen içi ve kolaycı çözümlerden umudu kesmek gerekiyor.

'Şimdi umudu nasıl büyütebiliriz bunun değerlendirilmesi gerekiyor'

AKP'ye oy verenler Erdoğan'dan başka alternatif görmedikleri için oy verdiler. Bu kadar ağır bir ekonomiye rağmen yüzde 40 almaları bile başarıdır. Toplum şu anda alternatif görmüyor. Bu alternatif yaratmaya çalışan komünistlerin üzerine 'Şimdi zamanı değil' diye baskı yapıldı. Bu ülkede şimdi umudu nasıl büyütebiliriz bunun değerlendirilmesi gerekiyor."

soL

28 Mayıs 2023 Pazar

Ayvalık çemeni nerede yaşasın? - Özer Akdemir / EVRENSEL

 

Balıkesir Ayvalık’ın dünyaca ünlü Sarımsaklı Plajı ciddi bir yıkımla karşı karşıya. Ayvalık’ı dünya markası yapmak ve turizmi geliştirmek adı altında ne yazık ki güzelim Sarımsaklı Plajı’nın kumsallarına beton dökülüyor. Üstelik 2017 yılında Sarımsaklı Plajı’nda keşfedilen ve dünya üzerinde sadece bu plajda yetiştiği için “Ayvalıkensis” adıyla literatüre kazandırılan Ayvalık çemeninin çiçekleri üzerine dökülüyor betonlar! Bu kadarı da olmaz mı diyorsun? Oluyor, maalesef!..

BİTKİLERİN İSİM ANASI

2017 yılında Balıkesir Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Gülendam Tümen, Öğretim Üyesi Prof. Dr. Fatih Satıl ve Altınoluk Meslek Yüksekokulu Müdürü Doç. Dr. Selami Selvi tarafından başlatılan ‘Balıkesir’in biyolojik çeşitliliği, biyolojik zenginliği’ projesinde keşfedilen bir bitkinin o güne kadar bilinen hiçbir türe ait olmadığı ortaya çıktı. Bitkiye “Ayvalıkensis” (Ayvalık çemeni) adı verilirken bitkinin Latince adı ise litratüre ‘Trigonella coerulescens ayvalikensis’ olarak kaydedildi.

Prof. Dr. Gülendam Tümen neredeyse yarım asrı bulan (46 yıl) akademik yaşamı boyunca yaptığı araştırmalar ve buluşlarla “bitkiler isim anası” olarak anılan bir bilim insanı. Yaptığı çalışmalar ve keşfettiği türler nedeniyle Tümen’in adı birçok bitkiye verildi. Nepeta argolica subsp. tumeniana (Gülnanesi), Sideritis gulendamiae (Hanımçayı), Stachys gulendamii ve Taurocletodes tumenae sp. Nov bunlardan sadece birkaçı. Tümen ve ekibinin son buluşu ise dünya literatürüne  “Ayvalıkensis” (Ayvalık çemeni) adı ile geçti.

2020 yılında emekli olan Tümen’in de içinde bulunduğu öğretim üyeleri tarafından keşfedilen bu bitki dünyada sadece Ayvalık’ın Sarımsaklı Plajı’nda, çok dar bir alanda yetişiyor. Yaşam alanı son derece kısıtlı olduğu için nesli tehlike altında olan bu nadir bitkinin fotoğrafı 2018 yılında basılan “Ayvalık Adaları Tabiat Parkı Çiçekli Bitkileri” kitabının da kapak resmi olarak kullanıldı. Türünü devam ettirebilmesi için gözümüz gibi korumamız gereken bu bitkinin tam da yayılım gösterdiği alanlara ne acıdır ki “Turizmi geliştirme” adı altında bir süredir beton yollar, parke taşları döşeniyor!..

                                                   

SAHİL YAPILAŞMAYA NASIL AÇILDI?

Endemik bitkinin yaşam alanını tehdit eden bu süreç 2014 yılında, yerel seçimlerinden hemen sonra başladı. Sarımsaklı Plajı’nda 230 dönümlük alanın Balıkesir Büyükşehir Belediyesine kiralanması sonrası belediyenin plajda yapılacağını duyurduğu proje Ayvalıklıların yoğun tepkisi ile karşılaşınca geri çekilmişti. Yine de sermaye açısından rantı son derece iştah kabartıcı olan bu projeden vazgeçilmedi.

Bölgenin statüsünün “Doğal Sit-Sürdürülebilir Koruma ve Kontrollü Kullanım Alanı” olarak tescil edilmesinin ardından da düğmeye basıldı. Bu statü değişikliği bölgeyi “Niteliğini Kaybetmiş Kumsal Alan” olarak yapılaşmaya açık hale getirdi ve “rekreasyon alanı” adı altında, ÇED muafiyetinin de arkasına sığınılarak sahilde betonlaşma ve yapılaşmayı başlatan proje uygulanmaya başlandı.

Bu proje öncesi Ayvalık halkı, meslek kuruluşları, sivil toplum örgütleri ve üniversitelerin hiçbirinden görüş alınmış değil. Hal böyle olunca proje kapalı kapılar arkasında, halkın çıkarı değil bir grup sermayedarın çıkarı için pişirildi. Dolayısıyla Ayvalıklıların kıyı yasası, planlama, şehircilik ilkeleri ve kamu yararına aykırı olduğu yönünde ciddi eleştirileriyle birlikte tepkilerin de odağı oldu.

MİLYON YILDA OLUŞAN KUMSALA TAŞ VE BETON DÖKÜLÜYOR

17 Mayıs’ta Sarımsaklı Plajı’nda bir araya gelen Ayvalıklılar Türkiye’nin en uzun kumul ekosistemleri arasında yer alan kumsalın Madra Çayı’nın Kozak’tan taşıdığı granit kumuyla milyonlarca yılda oluştuğuna dikkat çektiler. Yurttaşlar Sarımsaklı kumsallarının taş ve betonla kaplanarak şantiye alanına çevrilmesinden duydukları rahatsızlığı dile getirdiler.

Bu rahatsızlıklardan bazıları şöyleydi;

  • - Halka ait olması gereken Sarımsaklı Plajı’nda sahil şezlongculara, işletmelere kiraya verilerek halkın olması gereken plaj yok edilecek
  • - Nicedir işgal altında olan, kavgaların, hak ihlallerinin yaşandığı Sarımsaklı Plajı’nda artık para ödenmeden havlu bile serilemeyecek, bir sonraki aşamada denize bile girilemeyecek
  • - Temel ihtiyaç olan duş, tuvalet, soyunma kabini gibi yapılar da parayla kullanılacak
  • - Güya halkın yararı için yapılan bisiklet yolu, yürüyüş yolu, konser alanı gibi alanlar rantiyenin elinde ticaret malzemesi haline gelecektir.

ULUSLARARASI SKANDAL!

Gelelim işin belki de tüm dünyada tepki uyandıracak boyutuna. Kendine has florasıyla, endemik türlerin yaşam alanı olan plajda 2017 yılında keşfedilen endemik “Ayvalıkensis” bitkisinin dünyada tehlike altındaki türlerin kırmızı listesine (IUCN) göre, “Zarar görebilir” türler içerisinde yer alması sahildeki yıkımı uluslararası bir tartışmanın konusu da yapabilir. Dünya üzerinde türü tehdit altında olan ya da zarar görebilir notuyla koruma listesine eklenen türler, bu özellikleriyle sadece bizleri değil tüm dünyayı ilgilendiren bir niteliğe bürünürler. Türkiye de, bu koruma altına alınan türlerle ilgili Basel ve Bern Sözleşmeleri gibi uluslararası sözleşmelere taraf olduğu için söz verdiği şekilde bu türleri korumakla mükellef. Bununla birlikte, sadece Sarımsaklı Plajı’nda yaşayabilen “Ayvalıkensis” bitkisinin sahile turistik tesis, duş, spor alanı, gezi yolu yapılacağı gibi gerekçelerle kamyonlar altında ezilmesi, yaşam alanlarına beton dökülmesi Türkiye’nin imza attığı bu uluslararası anlaşmalara tamamen aykırı davrandığı anlamına gelir.


DÜNYA İNSANLARIN BABASININ ÇİFTLİĞİ DEĞİL!

Dünya insanların babasının çiftliği değil! Tüm canlı türlerinin en az insanlar kadar yaşama, soylarını devam ettirme hakları var. İnsanlar, kendi yaşam koşullarını iyileştirmek ya da Sarımsaklı Plajı’nda yapılan projede olduğu gibi küçük bir grubun kasasına para akıtmak için endemik bir türün yaşam alanını yok edemez, türe zarar veremez.

Bu, deprem ve seçimler nedeniyle ikinci planda kalan ancak şu sıralarda yeniden gündeme gelen “ekokırım yasası” kapsamında tartışılması gereken bir konu aslında. Bir türün yaşam hakkını yok etmenin insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamına alınması ve ekokırım olarak nitelenerek en ağır şekilde cezalandırılmasını öngören yasa teklifi önümüzdeki günlerde kamuoyunda daha çok tartışılacaktır. Bu açıdan da gerek Balıkesir Büyükşehir Belediyesini, gerekse bu yıkım projesinin altında imzası olan ya da yetkisi olduğu halde bu yıkıma karşı koymayan tüm kurum-kuruluş ve hatta bizleri, yani yurttaşları ilgilendiren bir durum söz konusu.

Adımızın gelecekte “ekokırımcı” olarak anılmasını istemiyorsak “Ayvalıkensis”i mutlaka korumak zorundayız. Bu, bizim gelecek kuşaklara karşı sorumluluğumuz ve dünya üzerindeki tüm türlerin yaşam hakkı için bugünden yapmamız gereken bir ödevdir…

Özer Akdemir / EVRENSEL

Fotoğraflar: Günerkenayvalık


James Ensor’un maskeleri neyi gizliyor? - FİDE LALE DURAK/ soL-Kültür

 

'Ensor’un içe dönük karakteri sorunun kaynağını yine insanın içinde aramasına sebep olur. Ancak, rahatsız olduğu şeyleri değiştirme sorumluluğu hissetmediği için haklılık arayışı hep eksik kalır'

                           James Ensor, 1890, “Entrika”, Anvers Kraliyet Güzel Sanatlar Müzesi – Belçika

Belçikalı ressam James Ensor, 1860 yılında ömrünün neredeyse tamamını geçireceği Ostend’de doğar. İngiltere ve Almanya’da mühendislik eğitimi almış olan babası, Ensor’un öğrenimini aynı yönde olması için desteklese de, Ensor 15 yaşında okulu bırakır ve iki yerel ressam yanında sanat eğitimine başlar. 1877-80 yılları arasında Brüksel Kraliyet Sanatlar Akademisi’nde sanat eğitimi görür. 1917 yılına kadar aile evinin çatı katında kurduğu atölyesinde çalışır. Dönemin sanat merkezi bohem Paris düşünüldüğünde korunaklı bir yaşamı olur. Zaten karakteri de korunaklı alandan ayrılmamak ve kendi iç dünyasıyla uğraşmak üzerinedir. 

Ensor, ilk sergisini 1881 yılında mezun olur olmaz açar. Bu yıllarda yaptığı resimlerinde henüz kendine özgü dışavurumcu fırçası oluşmamış, maskeli insanlar resimlerine girmemiş ve ölüm temasıyla içli dışlı olmamıştır. Resimleri daha çok akademinin belirleniminde, empresyonistlerin etkisindedir. Empresyonistlerin önemli ismi Renoir’dan, modern sanatta kendine özel bir yer açabilmiş olan Degas’dan ve özellikle renklerini kendi paletine de yansıttığı Van Gogh’dan beslenir. Akademi sonrasında, kurucularından olduğu sanat grubu Les XX içinde yer alır. “Lambacı Çocuk (1880)”, “Sarhoşlar (1883)” gibi erken dönem işlerinde kasvetli gerçekçi sahneleri resimlerken, giderek paletindeki renkler parlaklaşır ve konuları tuhaflaşır. “Skandal Maskeler (1883)” yeni tarzının ilk örneklerindendir. Ancak resimlerine girmeye başlayan ürkütücü maskeler ve ele aldığı konular fazla cüretkâr bulunur. Bunun sonucunda hem kurucusu olduğu sanat grubunun dışına düşer hem de sanat çevrelerince küçümsenerek eleştirilir. 

Aslında Ensor’un ilham kaynağı, Ostend’de her yıl düzenlenen karnaval sırasında annesinin hediyelik eşya dükkanında sattığı maskelerden gelir. Bu çocukluk anısı, resminde denemek istediği yeni yol için özgürleşme aracı olur. Ensor’un olgun eserlerinde karnavallar, maskeler, kuklalar, iskeletler, fantastik konular ve alegoriler hakimdir. Çatı katındaki atölyesinde iskeletleri inceler, kuru kafalara gövde yapıp giydirir, kuklalar ile teatral kompozisyonlar yaratır ve maskelerin parlak renklerinden, plastik formundan, psikolojik etkisinden faydalanarak resimlerindeki ürkütücü atmosferi oluşturur. 

1890 yılında yaptığı “Entrika” resmi, toplumdaki ırkçılığa, dedikodu merakına ve yabancı düşmanlığına dikkat çektiği, gerçek olaya dayanan bir resimdir. Resimdeki yeşil kıyafetli kadın kız kardeşi Mariette, yanındaki ise Çin asıllı nişanlısı Tan Hee Tseu’dur. Çift Ostend şehrine ziyarete geldiklerinde, mahalle sakinlerinin özellikle nişanlısı üzerinde yoğunlaşan yadırgayıcı bakışları, çevrelerini kuşatarak oluşturdukları tekinsiz ortam ve maskelerle altı çizilen alaycı ve iğneleyici tepkiler ele alınmaktadır. Mariette, doğup büyüdüğü şehrin insanlarına alışkın olmanın verdiği umursamazlık içinde olsa da nişanlısı tedirgin görünmektedir.  Resim, grotesk bir grup portresidir. Kontrast renkler bir aradadır ama en çok beyazın yoğun kullanımı ile dikkat çeker. Fırça vuruşları da empresyonistlerin yumuşaklığından kopmuş, sertleşmiştir. Genelde duyguyu saklamak ya da yüze sabit bir ifade yerleştirmek amacıyla kullanılan maskelerin Ensor’un resimlerinde kullanımı farklıdır.  Gerçek yüzlerini gizleyenlerin aslında neye benzediğini, ne düşündüğünü göstermek, çirkinliği deşifre etmek için kullanır.

                       James Ensor, 1888, “İsa’nın 1889’da Brüksel’e Girişi”, Paul Getty Müzesi - LA

Ensor, Munch ile birlikte ekspresyonizmin önemli bir temsilcisidir. Diğer taraftan kendine çizdiği resimsel yolculuğun çapasını tarihsel olarak biraz daha geriye atarak, estetik anlamda Bruegel ve Bosch’un izinden gider. Özellikle “İsa’nın 1889’da Brüksel’e Girişi” resminde bu mirasın izi daha kolay fark edilir. Geniş bir perspektifle ele alınan, gerçek boyutları 2,5 metreye yaklaşık 4,5 metre olan bu devasa resimde İsa, Kudüs’e yaptığı giriş gibi eşek sırtında ama bu defa modern bir toplumun yaşadığı Brüksel’e gelir. Karnaval alayının içindeki kalabalık, merkezde gizlenmiş sarı haleli, kırmızı ceketli, bir elini kendilerini kutsamak için kaldırmış olan Mesih’e aldırış etmemektedir. Kırmızı pankartta “Yaşasın Toplumsal (…)” yazmaktadır. Resmin bir yorumu modern toplumda önemsiz bir konuma düşmüş olan dinsel öğretiler olabilir ama daha büyük olasılıkla Ensor, modern toplumu başka bir yönden eleştirmektedir. İsa, tarihsel anlatısına uygun bir şekilde halesiyle belirmiş ama toplum çirkin maskeleriyle hiçbir şeyi önemsemeyen bir güruha dönüşmüştür. Toplumun bencilleşen, çirkinleşen yüzü, kuru kafa ve iskelet imgeleriyle birlikte ve ölümle iç içedir. Ensor, figürleri ele alış biçimiyle Bruegel’e göz kırpar.

                                 James Ensor, 1899, “Maskelerle Otoportre”, Menard Sanat Müzesi

Ensor yaşadığı topluma yabancı hissediyordu. Toplumun iki yüzlülüğünden, ırkçılığından, çürümüşlüğünden rahatsızdı ve bu çirkinliklerin maskelerle örtülmeye çalışıldığını göstermek istiyordu. Duygularının en güzel anlatısını, bir otoportresinde görmek mümkün. Maskelerle Otoportre, halkına yabancılaşmış ya da kendini halkına yabancı hisseden bir sanatçının otoportresidir. Kötücül maskeler arasında çiçekli, tüylü kırmızı şapkasıyla, omzunun üzerinden dönüp seyircinin gözünün içine bakmakta ve maskelerle çevrelenmiş dünyasını seyirciyle paylaşmaktadır. Sanki, böyle bir güruhun içinde başka türlü hissedilemeyeceğinin haklılığının, kendisine teslim edilmesinin arzusundadır. 

Sonuçta, Ensor’un içe dönük karakteri sorunun kaynağını yine insanın içinde aramasına sebep olur. Ancak, rahatsız olduğu şeyleri değiştirme sorumluluğu hissetmediği için haklılık arayışı hep eksik kalır.

FİDE LALE DURAK/ soL-Kültür



Hizbullah dosyası (III): Şimdi Meclis'teler... Türkiye'yi bekleyen tehlike-ÖZKAN ÖZTAŞ/soL-Özel

 Hizbullah dosyasının son yazısına SCP'den Önder Kırmızıtaş, Akademisyen Fatih Yaşlı, Avukat Müjde Tozbey, YSP Milletvekili Meral Danış Beştaş ve KDK'dan Serap Emir konuk oluyor.

Hizbullah Dosyasının ilk iki bölümünde tarihini, gelişimini, gerçekleştirdiği cinayetleri ve hukukun Hizbullah'ı nasıl görmezden geldiğini ele almıştık. Dosyasının bu yazısında da nasıl legal alanda devindiğini, hangi kaynaklarla gelir elde ettiğini ve kamuoyunda Hizbullah'ın devamı olarak anılan ve tarif edilen Hüda-Par'ın önümüzdeki süreçte nasıl bir işlev kazanacağını ele alacağız.

Hizbullah'ın maddi gelirini ne oluşturuyordu?

Hizbullah 1990'lı yıllarda en etkin olduğu dönemde bölgede birçok militan besliyor ve eğitim süreçlerini finanse ediyordu. Bazı kaynaklara göre Hizbullah üyelerini İran'da eğitiyordu. Ancak dönemin 2000'e Doğru Dergisi, Hizbullah'ın Diyarbakır'daki Çevik Kuvvet birimlerince eğitildiğini duyuruyordu.

Hizbullah'ın örgütlenme mekanlarından olan kitabevleri aynı zamanda gelir kalemlerinden biriydi. Ancak buradan elde edilen gelir daha çok sembolik bir değer taşıyordu. 

Hizbullah öncelikle kendi cemaatine bağlı üyelerden gelirleri oranında aidat alıyordu. Bu da kabaca her üyesinin gelirinin % 10'nuna tekabül ediyordu. Bunun yanı sıra yine örgütlenme alanlarından biri olan camilerde toplanan fitre ve zekatlar yine örgüte aktarılıyordu. Hizbullah'ın o dönem sadece Diyarbakır'da imamı ve cemaatini kendisinin yönlendirdiği yirmiden fazla camii olduğu biliniyordu. Kendisiyle birlikte hareket etmeyi reddeden imamların öldürüldüğü örnekler de mevcuttu. Tüm bu gelirlerin yanı sıra örgüt Kuran kursu öğrencilerine ya da genel bir söylem olarak "talebelere" burs ya da katkı adı altında köylerden hububat topluyor ve harman zamanı köylerde kamyon ya da traktörler ile gezerek mahsulleri alıyordu. Topladığı tonlarca buğdayı da pazarda satarak yine gelir elde ediyordu. Bu aynı zamanda Hizbullah'ın köylere gittiği ve tebliğ yaptığı olanakları da yaratıyordu.

Örgütün dönüm noktası: Beykoz Operasyonu

Hizbullah, devlet için PKK'ye karşı kullanılan bir aparat görevi görüyordu. Militanları PKK'ye karşı örgütlendiğini ifade ediyor, kamuoyunda da gerçekleştirilen eylemler bu şekilde lanse ediliyordu. Örgüt bunun dışında hem bir düşman olarak tarif ettiği toplumun laik kesimlerini hem de kendisine muhalif olan İslamcıları da hedef tahtasına yerleştiriyordu. 

Hizbullah'ın esas dönüm noktası 2000 yılındaki "Beykoz Operasyonu" olarak bilinen operasyonda kurucu lider Hüseyin Velioğlu'nun öldürülmesiydi. Bu dönem aynı zamanda PKK'nin strateji değiştirdiği, silahlı eylemlerinin azaldığı, Öcalan'ın yakalandığı bir dönemdi. Yani Hizbullah'ın dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin'in ifadesiyle "PKK karşısında" kullanışlı bir aygıt olma işlevi artık manasını yitiriyordu. 

Özellikle dönemin Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan'ın Hizbullah karşısında yaptığı operasyonlar yeni sonuçlar doğuruyordu. Bu sonuçlardan biri de Beykoz'daki bir evin örgütün merkezi tarafından kullanıldığı ve liderlerinin burada konuşlandığıydı. İşte bu operasyon sonucunda sadece kurucu lideri öldürülmemiş aynı zamanda ele geçirilen yüzlerce CD, kaset ve döküman ile ölüm evleri, domuz bağları ve örgütün içinde yapılan yargılamalar ortaya çıkmıştı. Bir anda İstanbul, Adıyaman, Konya, Diyarbakır ve Batman'da kazılar yapılıyor ve yüzlerce cesede ulaşılıyordu. 

Hizbullah'ın bir karşılık olarak planladığı düşünülen Gaffar Okkan cinayeti, örgüte açılan alanın kapatılmasına vesilen olan adım olacaktı. Artık örgüt illegal alanda devinmekte zorlanıyor ve farklı bir mücadele yöntemi belirlemek zorunda kalıyordu. 

Legal alana geçiş ve gericiliğin toplumsallaşması: Mustazaf-Der

2000'li yıllar aynı zamanda AKP'nin iktidara geldiği ve sermayenin ülke yönetiminde gerici argümanları tercih ettiği, cumhuriyet değerlerinin tasfiye edildiği, laikliliğin sadece anayasada bahsi geçen bir kavram haline geldiği döneme denk düşüyordu. Bu dönem illegal alanda devinme şansı bulamayan Hizbullah'a yeni bir alan sunuyordu.

Bu dönemin ilk örneklerini, Hizbullah'ın devamı olarak nitelenen Mustazaf-Der örgütlenmesi oluşturuyordu. Hizbullah'ın devamı olarak tarif edilen dernek örgütlenmesi ile örgüt artık sahaya çıkıyor, paneller ve konferanslar gerçekleştiriyor ve üniversitelerde gençlik içinde yayılmaya çalışıyordu. Mustazaflar, yani mazlumlarla dayanışma derneği manasına delen Mustazaf-Der kurucuları, üyeleri, önde gelenleri arasında vaktiyle Hizbullah'tan yargılananların olması, derneğin panellerine Hizbullah taraftarlarının ilgi göstermesi ve söylemlerinin Hizbullah'ın söylemleri ile kesişmesi, örgütlenmenin Hizbullah'ın devamı ya da legal alandaki yansıması olarak yorumlanmasına neden oluyordu. 

Peygamber Sevdalıları Platformu ve kitlesel mitingler

Örgütlenme aynı zamanda farklı platformlar oluşturarak kitlesel temaslar kuruyordu. 2005 yılında Danimarka'da ortaya çıkan karikatür krizi ve 'Peygambere hakaret' gündeminin ardından yola çıkan Peygamber Sevdalıları Platformu özellikle 2006 yılında Peygambere Saygı mitingleri düzenliyor ve örgüt Diyarbakır ve Batman'da on binlerce kişinin katıldığı buluşmalar gerçekleştiriyordu. 

2012 yılına gelindiğinde dernek kapatıldı. İçinde dernek ve çevresinde yer alan isimlerin olduğu bir ekibin Hüda-Par'ın kuruluş dilekçesini İçişleri Bakanlığı'na teslim etmesi de aynı yıla denk geliyor. Kurucu kadrolarının benzer isimlerden oluşması, Hizbullah'a duyulan saygı ve hayranlık, tabanının oluşturduğu siyasal kompozisyon ve siyasal söylemler Hizbullah'tan Hüda-Par'a bir süreklilik olarak yorumlanıyordu. Zaten Hizb, ve Allah kelimeleri ile Hüda ve Parti kelimeleri de birbirinin aynı manasına geliyordu: Allahın partisi. 

    Mustazaf-Der ya da HÜDA-PAR yan yana gelen ve birlikte anılan yapılar olarak ele alınıyordu

Önümüzdeki dönemde bizleri ne bekliyor? Hüda-Par nasıl bir işlev görecek?

                       Sosyalist Cumhuriyet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Önder Kırmızıtaş

Sosyalist Cumhuriyet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Avukat Önder Kırmızıtaş  Hizbullah'a vaktiyle karşı çıkanların bugün onun siyasal olarak devamı niteliğinde olan HÜDA-PAR ile yan yana gelmesine dikkat çekiyor. Kırmızıtaş'ın bu yorumu akıllara ilk olarak olarak Vatan Partisi'ni getiriyor. Zira kamuoyundan da birçok gazeteci ve yazar 2000'e Doğru Dergisi'nin Diyarbakır temsilcisi olan Halit Güngen katliamını hatırlatıyor ve Perinçek'in bugün iktidar lehine aldığı pozisyonu eleştiriyordu.

Önder Kırmızıtaş bu süreci şu sözlerle anlatıyor: "Devlet içinde yerleşmiş CIA işbirlikçileri elleriyle eğitip, büyüttükleri katilleri sokağa salmışlardı. Özellikle Diyarbakır’ın her küçesi (sokağı) hain pusulara teslim edilmişti. 

İşte böyle bir hercümerç içinde genç, cesur, gözü kara 21 yaşında delikanlıydı Halit Güngen…O dönem yaptığı haberlerle ülke gündemini belirleyen 2000’e Doğru dergisinin Diyarbakır temsilcisiydi.

Hizbullah çevik kuvvet merkezinde eğitiliyor! 16 Şubat 1992 tarihli 2000’e Doğru dergisinin kapak haberiydi bu. Halit’in haberi, yaptığı araştırmalar Hizbullah’ı o tarihte artık Hizbul-Kontra diye tanınacak olan teröristleri devlet bizzat Çevik Kuvvet merkezinde eğitiyordu.

"Dün Halit Güngen'in yanında olanlar bugün ona kurşun sıkanların yanına düştü"

Çevik Kuvvet merkezi; Diyarbakır’da yaşadığım 90’lı yıllarda bizzat yaşadıklarımdan da bildiğim üzere bölgenin işkence merkeziydi. Halit, bu gerçeği öğrenmiş ve bir dakika tereddüt etmeden araştırmış ve haber yapmıştı. Haber ülkenin gündemine oturdu. En az ‘beyaz renolar’ kadar bilinen bir gerçekti. Dile getirmeye Halit cesaret etti. Haberin yayınlanmasının üzerinden iki gün geçmişti ki sahipleri ve yuvaları ifşa edilen katiller bu defa doğrudan 2000’e Doğru dergisinin Diyarbakır bürosunu hedef aldılar.

18 Şubat 1992 günü büroyu basan teröristler Halit’i katlettiler. Bu örgüte ‘yakın’ isimler 2012 yılında HÜDA PAR’ı kurdular… Genel Başkanlığa ise Zekeriya Yapıcıoğlu seçildi. Şimdi ise meclisteler. Kendilerine verilecek görevlere hazırlanıyorlar. 28 Mayıs günü yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi 2. turunda Tayyip Erdoğan’ı destekleyecekler. Söz ise burada biter, kalem durur, dil susar…

Meğer ki dün yanındakiler bugün sana kurşun sıkanların yanına düştü. Her söz kifayetsiz kalır, hiçbir kalem yazamaz olanı biteni anlatmaya. Halit mi? Halit’in yaraları halen kanıyor.!"

"Ülke tarihinin en gerici ittifakı kuruldu”

                                                     Akademisyen-Yazar Fatih Yaşlı

HÜDA-PAR'ın mevcut durumda iktidarla kurduğu ilişkiyi ve içinden geçtiğimiz süreci ülkenin en gerici ittifakının kuruluşu olarak yorumlayan Fatih Yaşlı süreci şu şekilde ele alıyor:

"AKP, MHP ve BBP’den müteşekkil Cumhur İttifakı’na Yeniden Refah Partisi ve HÜDA-PAR’ın katılımı sonrası sosyal medyadan yaptığım paylaşımda “ülke tarihinin en gerici ittifakı kuruldu” şeklinde bir yorum yapmıştım. Sahiden de bu ittifakın 70’lerin Milliyetçi Cephe hükümetlerinden çok daha gerici, çok daha karanlık bir karakteri olduğunu söylemek zorundayız. Karşımızda sadece bir hükümet yok çünkü; devletleşmiş, rejim inşa eden bir parti var ve şimdi o parti ittifaklarını kendi sağına doğru genişletiyor.

"Meclis’te ezici çoğunluğu 12 Eylül generallerinin rüyası olan Türk-İslam sentezcilerden oluşan bir toplam ortaya çıktı. Buna Saadet Partisi, Deva ve Gelecek Partileri de dahil"

Bu ittifak eğer temsilcilerini 14 Mayıs seçim sonuçlarının ortaya koyduğu üzere bu çoğunlukla Meclis’e göndermeseydi etkilerinin daha sınırlı kalabileceğini düşünebilirdik ama Yeniden Refah’ın 5, HÜDA-PAR’ın da 4 vekilinin aralarında bulunduğu 322 vekil Meclis’e girmiş oldu. Ancak mesele sadece bununla sınırlı değil. Millet İttifakı bünyesinde ve CHP listelerinden Deva, Gelecek ve Saadet Partisi de Meclis’te 33 sandalye aldı. Dolayısıyla Meclis’te ezici çoğunluğu 12 Eylül generallerinin rüyası olan Türk-İslam sentezcilerden oluşan bir toplam ortaya çıktı. MHP’li vekilleri bir kenara bırakırsak; AKP, HÜDA-PAR, Saadet, Deva ve Gelecek, yani Türkiye İslamcılığının ve Milli Görüş ekolünün farklı fraksiyonları Meclis’te çoğunluğu ele geçirmiş oldular.

Burada kuşkusuz HÜDA-PAR’a özel bir yer açmak gerekiyor; çünkü Hizbullah’ın bir uzantısı olarak HÜDA-Par Türkiye İslamcılığının şiddetle kurduğu ilişkinin en uç örneğini oluşturuyor. Hizbullah’ın özellikle 90’lı yıllarda devletin koordinasyon ve gözetimi altında Kürt siyasetine karşı izlediği şiddet siyasetinin vahşeti aleni bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor. HÜDA-PAR ise Hizbullah’la olan organik bağını inkâr etmediği gibi şiddet siyasetine dair herhangi bir özeleştiriye ya da hesaplaşmaya girişmiş değil; bilakis o dönemi açık bir şekilde sahipleniyor.

28 Mayıs sonrası gericiliğe karşı Türkiye’yi çok güçlü bir laiklik mücadelesi beklemektedir"

Elbette ki HÜDA-PAR’ın 4 vekilinin Meclis’teki asli görevi bu şiddeti komisyonlara ya da genel kurula taşımak olmayacak; HÜDA-PAR AKP İslamcılığının daha da sağında yer alacak ve Meclis’te açtığı gündemlerle, yasa teklifleriyle, kürsü konuşmalarıyla siyasi alanı daha da İslamize etmenin koçbaşılığı görevini üstlenecek. Yani yeniden Refah’la birlikte AKP’nin “ılımlı” İslamcılığının “radikal” versiyonunu siyasete taşıyacak. AKP topluma bu iki partinin radikalizmini gösterip kendi ılımlılığına ikna etmeyi bir strateji olarak belnimseyecek.

Bu radikalizmin mahiyetini anlamak için HÜDA-PAR’ın programına bakmak yeterli.

Velhasıl, yeni yasama döneminde Meclis’te göreceğimiz şey HÜDA-PAR’la benzer bir programı olan Yeniden Refah’ın ve HÜDA-PAR’ın benim “fiili şeriat rejimi” olarak adlandırdığım rejimin hukuki zeminini tesis etmek adına bolca adım atacak, yasa teklifi verecek, bunları kamuoyunun gündemine getirip tartıştıracak olmasıdır. Bu nedenle de 28 Mayıs sonrası gericiliğe karşı Türkiye’yi çok güçlü bir laiklik mücadelesi beklemektedir.

'Kadın hareketi buna şerbetli. Dişliyiz. Şimdi her zamankinden daha fazla diş göstereceğiz'

                                 Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği Başkanı Müjde Tozbey

Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği Başkanı Avukat Müjde Tozbey, konunun sadece Hüda-Par ile sınırlanmaması gerektiğine dikkat çekiyor. Aynı zamanda Yeniden Refah Partisi'nin (YRP) de söylemlerinin önümüzdeki dönem kadın mücadelesi açısından belirleyeci olduğunu vurguluyor.

"Bu ülke seçimle kurulmadı, seçimle de yok olmaz"

Tozbey, "Elbette bu şeriatçıların meclise girebilmeleri, meşru olduklarını göstermez. Vekil de olsalar cumhurbaşkanı da olsalar gayrimeşrular ve biz bunu her yerde haykıracağız. Canımız sıkkın mı, evet sıkkın, keşke mecliste olmasalar mıydı, evet olmasalardı.

Ama hatırlatalım. Bu ülke seçimle kurulmadı, seçimle de yok olmaz.

Kadınlar da mevcut hiçbir kazanımlarını seçime borçlu değiller. Dişe diş mücadeleyle elde ettik haklarımızı. O yüzden vay öldük bittik, bu son seçimdi, artık her şey sona erdi gibi bir şey söz konusu olamaz. Ne yazık ki muhalefetin de biraz bu korku siyasetinden medet umduğunu görüyor ve üzülüyoruz. Böyle bir şeyi kabul etmiyoruz. Üzüldük, öfkelendik ama hiçbir şey bitmedi. Mücadeleyi daha yüksek perdeden sürdüreceğiz .Hatta umuyoruz ki meclise doluşan bu şeriatçılar biraz da ders olur ve laiklik mücadelesinin öyle korka korka verilemeyeceği biraz anlaşılmıştır.

"Cemaatlere şirin görünelim diyerek şeriatçılıkla mücadele edilemez"

Biz zaten korkmuyorduk, bu konuda hiç de geri basmadık. Kadın hareketi bu konuda tavizkar değil. Vay bize oy vermezler vay cemaatlere şirin görünelim diyerek şeriatçılıkla mücadele edilemez. Bu konuda hep örnek verip methiyeler düzdükleri ama hiç benzemeyi başaramadıkları ülkenin kurucu liderinin faaliyetlerine bir göz atmalarını öneririz. Biraz dişli olunacak. Kadın hareketi buna şerbetli. Dişliyiz. Şimdi her zamankinden daha fazla diş göstereceğiz" sözleriyle anlatıyor yeni açılan süreci.

'Karşımızda kadın düşmanı bir ittifak var'

                                       Yeşil Sol Parti Erzurum Milletvekili Meral Danış Beştaş

Yeşil Sol Parti Erzurum Milletvekili ve Hukukçu Meral Danış Beştaş ise Cumhur İttifak'ı bileşenlerinin kadın düşmanı özelliğine dikkat çekiyor. Beştaş yaptığı açıklamada "Karşımızda kadın düşmanı bir ittifak var. Kadınların bugüne kadar canıyla ödediği bedelleri ve kazanımları yok etmek istiyorlar. Buna geçit vermeyeceğiz, buna asla izin vermeyeceğiz. Bu kadın düşmanı ittifaka kadınlar sessiz kalamaz. 

Bu çağrım sadece muhalif kadınlara da değil. Tüm kadınlara. Bugün ortak paydamız olan şeyde buluşmamı gerekiyor. Çünkü bu ittifak sadece muhalif kadınlara değil kendi tabanındaki kadınların da özgürlüğünü ve kazanımlarını tehdit ediyor. 

Zira bugünün yaşanan meydana gelen bu gerici, kadın düşmanı ittifakın arasındaki anlaşmaları, Avrupa İnsan Haklar Mahkmesi kararlarının nasıl sadece Hizbullah üyeleri için uygulandığının, AKP ile yaşanan anlaşmalar ve yakınlaşmalar ile cezaevindeki Hizbullahçıların nasıl serbest bırakıldığını biliyoruz. Bu da AKP ve Hizbullah arasındaki ilişkiyi gözler önüne seriyor" diyor. 

'İyi tarikat, kötü tarikat ayrımı yapmadan, tüm tarikat ve cemaatlerin dağıtılmasını talep edeceğiz'

                                     TKP MK ve Kadın Dayanışma Komiteleri Üyesi Serap Emir

Oy hesaplarının, laiklikten taviz verilmenin ülkeyi getirdiği sonuçlardan birisi olarak karşımızda HÜDA-PAR'ın çıktığını ifade eden TKP MK Üyesi Serap Emir, Kadın Dayanışma Komiteleri adına yaptığı açıklamada şöyle diyor:

"HÜDAPAR’ın meclise girmesi, kadınlar ve ülkenin geleceği açısından büyük bir tehdittir; ama mesele yalnızca bu boyutuyla ele alınırsa kendi ülkemizde yeni bir IŞID miti yaratmış oluruz ve korkuyu büyütürüz. Bizim esas sorgulamamız gereken bana kalırsa buraya nasıl geldiğimiz, HÜDA-PAR’ın nasıl olup da 30 yıl sonra yeniden gündeme gelebildiğidir. Din üzerinden yapılan siyaset, tarikatlara ve cemaatlere alan açılması, siyasetin oy hesapları üzerinden yapılır hale gelmesi, laikliğin üzerinin çizilmesi…  Bunların tümüne amasız fakatsız karşı çıkmadan verilecek mücadele her zaman yeni HÜDA-PAR’ları karşımıza çıkaracak. Bu gerçek bu ülkede yaşayan tüm kadınlara, kendi yaşamlarımızı ve haklarımızı savunmanın ötesinde, yeni bir toplumsal düzen için verilecek mücadelenin öncüleri olma sorumluluğunu da yüklüyor. Kadın Dayanışma Komiteleri olarak bizler önümüzdeki dönem bu meclisin ensesindeyiz, attıkları her adımı yakından takip edeceğiz. Ama mevzilerimizi bu meclisten bize gelecek saldırılar üzerinden, bir savunma hattından kurmayacağız. O mecliste temsil edilmeyen laiklik, bağımsızlık ve emekçiler üzerinden yeni bir mevzi kuracak, bu mevziyi büyütmeye çalışacağız. O meclise kendisine yabancı hisseden tüm kadınları mücadeleye, kendi toplumsal mevzilerimizi büyütmeye çağırıyoruz.

Kadın Dayanışma Komiteleri geçmiş mücadele döneminde laikliği kadın mücadelesinin ana ekseni haline getirmeye çabaladı, sık sık laiklikten verilen tavizler ile kadına yönelik şiddetin artışı arasındaki bağlantıya dikkat çekti. 14 Mayıs’ta ortaya çıkan meclis tablosu, laikliğin önemini bir söylemin veya kadınların kendi deneyimlerinden çıkardıkları derslerin çok ötesine taşıdı. Bir tarafta 6284’ü tartışmaya açabilecek nicelikte bir meclis ve diğer tarafta bu meclis tablosuyla taban tabana zıt, kadınların eşitliğini, özgürlüğünü, isteyenlerin çoğunlukta olduğu bir toplumsal zemin var ve kadınlar bu zeminin en diri unsurlarından biri. Kadınlar için kavga buradan kurulacak gibi görünüyor. Biz kadınlar için bu meclisi ve orada temsil olunanları toptan karşımıza aldığımız, mücadelemizin ve taleplerimizin ülke ölçeğinde genişleyeceği bir dönem olacak. Ve aynı zamanda bu mücadele, toplumsal mücadele açısından da belirleyici olacak. Laiklik bir yaşam tarzı veya özgürlükçü bir talep olmanın ötesinde bir toplumsal düzen olarak, yeni bir yaşamın yapı taşı olarak kendisini dayatıyor bugün. Kadınların yaşam hakkından yana mısınız değil misiniz? Cevabımız evetse o zaman iyi tarikat, kötü tarikat ayrımı yapmadan, tüm tarikat ve cemaatlerin dağıtılmasını talep edeceğiz. Kadınların yaşam hakkından yanaysak, neye inandığımızdan bağımsız, din üzerinden yapılan siyasete amasız fakatsız karşı çıkacağız. Bu sadelikte olacağımız bir dönem bizi bekliyor."

Hizbullah dosyasında ele aldığımız konular ve katkı sunan konukların tamamının ortaklaştığı nokta ise önümüzdeki dönem aydınlanma mücadelesinin öneminin daha çok anlaşılacağı ve mücadelenin ise sadece meclis kürüsüleriyle sınırlanamayacağı oluyor. İlerleyen günlerde ülkenin aydınlarına, emekçilerine, gençlerine ve kadınlarına ise büyük sorumluluk düşüyor.

ÖZKAN ÖZTAŞ/soL-Özel





27 Mayıs 2023 Cumartesi

Allende’yi mezarında ters döndüren liberal sol + ‘Müdahale, darbe, milliyetçilik, sol’… + Lula’nın gürlemesi…(Ceyda Karan-BİRGÜN)

 


Allende’yi mezarında ters döndüren liberal sol (27/05/2023)

Amerika’nın iki önemli ülkesi Meksika ve Kolombiya’nın sosyal demokrat liderinin başında dolaşan kara bulutları ve ABD’deki Biden yönetiminin uzun gölgesinin görünümünü geçen haftaki yazıda aktarmıştım. Amerikan tipinde liberal “sol” lider Gabriel Boric’in başa geçtiği Şili’de ise Meksika ve Kolombiya’daki türden müdahalelere hiç gerek yok. Salvador Allende’nin ülkesinde tam manasıyla bir dram yaşanıyor.

Sebastián Piñera’nın neoliberal modeline karşı görülmemiş protestoların patlak verdiği Ekim 2019 ve pandemi isyanlarıyla geçen 2020’nin ardından Şili solunun birleşmesi umut olmuştu. Ancak Boric’in başa geçmesinden bir yıl geçmeden aşırı sağ, Şili siyasetinde itici gücü haline geldi.

Gabriel Boric, “ilerlemeci” “Şili İçin Birlik” ittifakı desteğiyle girdiği seçimleri, Aralık 2021’deki ikinci turda yüzde 55,8 oranıyla kazanmış, 35 yaşında ülkenin en genç başkanı olmuştu. Rakibi aşırı sağcı Jose Antonio Kast yüzde 44,1’de kalmıştı.

2010’ların başında öğrenci protestolarında yer almış Boric’in vaatleri “ekonomik büyüme, sosyal haklar, kadınların özgürlüğü, huzurlu ve güvenli hayat” gibi temalar üzerineydi. Piñera’nın neoliberal modelini ne kadar zorlayabileceği baştan soru işaretiyken, ekonomik planda madenleri kamulaştırmama tutumu ile kıtanın diğer sol ve sosyal demokrat liderlerinden ayrıldığı söylenebilir.

BORIC’IN İLK ENGELİ

Boric, Mart 2022’de devlet başkanı olarak görevine başladı. Kendisini destekleyen “ilerlemeci” hareketin bir yıl bile geçmeden çarptığı ilk duvar, Eylül 2022’de ülkenin Pinochet diktatörlüğünden kalma 1980 Anayasası’nı değiştirme girişimi oldu. Amerikan tipinde “eko-feminist, yerlici” temalı Anayasa teklifi, yüzde 62 oranında oyla reddedildi. Aşırı sağ, “çok solcu, çok radikal” diyerek yürüttüğü ve ana akım medya ile sosyal ağlarda yer alan sahte haberlerden faydalandığı kampanyayla referandumdan galip çıktı.

Boric’in, içinde komünist ve sosyalistler bulunsa bile çerçevesini sosyal hareketlerin belirlediği koalisyonunu iktidara taşıyan; düşük ücretler, özelleştirilmiş sosyal güvenlik sistemi, çevre tahribatı, emek yerine sermayeyi kayıran düzenlemeler, Venezuelalı göçmenlerin yarattığı göç sorunu eşliğinde Piñera’nın neoliberal ekonomik modelinin krizi olmuştu. Ancak “sosyal haklar” ve “ilerlemecilik” iddiasındaki hareket, “toplumsal cinsiyet, çevre ve yerli hakları ile özerkliğe” odaklandı. Kimlik siyaseti yani... Kapitalizmin yapısal eşitsizliklerinin ülkedeki tezahürleri yerine “cumhuriyetçi eşitliğin” eleştirildiği tuhaf tartışmalar öne çıktı. Devlet ve cumhuriyetin egemenlerinin “baskıcı yapıları” nedeniyle “yerli atalardan miras kimlikleri daralttığı” iddiaları üzerinden ülkenin birliğini sorgulayan, “yerel halklar için ayrı ayrı adalet sistemleri” taleplerini yükselten temalara yöneldiler. Tabii yaşananlardan en fazla faydalanan aşırı sağ oldu.

Boric’in rakibi Kast, bu girişimleri “Kongre’yi itibarsızlaştırma” olarak sundu, ana akım ve sağcı medyaya “meze” yaptı. Kast ve Cumhuriyetçileri, Şili sermayesinin gerici kesimlerinden gelen cömert fonlarla “sosyal bozulma” temasını milyonlarca oya dönüştürmeyi başardı. Sadece Kast’ın temsil ettiği aşırı sağ ve geleneksel sağ güçlenmekle kalmadı, demagojik yanı güçlü sağ popülist Halk Partisi (PDG) de güçlendi.

SAĞIN HÂKİMİYETİ

Eylül 2022 anayasa referandumu yenilgisinin ardından Aralık 2022’de yeni anayasa taslağı anlaşması yapıldı. Buna göre yeni anayasayı seçilecek 51 kişilik Anayasa Konseyi grubu ile Kongre’nin atayacağı 24 uzman hazırlayacaktı.

İşte Anayasa Konseyi seçimleri bu aybaşında gerçekleştirildi. Ve 7 Mayıs’taki seçimlerde aşırı sağcılar büyük zaferle çıktı. “Şili’nin Bolsonaro’su” diye anılan Kast’ın Cumhuriyetçi Partisi oyların yüzde 34,3’ünü alırken, Boric’in “liberal solu” Şili İçin Birlik yüzde 27,7’de kaldı. Kast’ın tamamlayıcısı geleneksel sağ partilerin yer aldığı ve oy oranı yüzde 20,4’ü bulan “Güvenli Şili” oldu. Şimdi 51 kişilik Anayasa Konseyi’nde Cumhuriyetçi Parti 23 üyeyi, diğer sağ partiler 11 üyeyi belirleyecek, 16 sandalye Boric’in blokuna giderken bir de yerli listesi temsilcisi yer alacak. Uzmanlar Konseyi’ne ise şimdiden Pinochet diktatörlüğünü desteklemiş eski Naziler atanmış durumda. Konsey kasım ayına kadar çalışacak ve taslak 17 Aralık’ta referanduma sunulacak.

Konsey seçimleri Amerikan tipinde “ilerlemeci” liberalliğin ikinci şoku oldu. Oluşan bu tablo karşısında eleştirileri ne dersiniz? “Medyanın oynadığı sağcı rol”, “halkın anlayış eksikliği”, “halkın neyin kendi çıkarlarına olduğunu bilmemesi”…

Boric, Latin Amerika’da Banderacı Zelenski ile video konferansla düzenli iletişim kuran tek lider. Kaynaklar el vermediğinden Kiev’e askeri desteğe yanaşmıyor. Nikaragua’nın Amerikan baskısı ve sağcı çetelerle uğraşan lideri Ortega’ya saldırmayı ihmal etmiyor. Komşu Peru’da Aralık 2022’de demokratik yollarla seçilmiş solcu Devlet Başkanı Pedro Castillo bir kongre darbesiyle devrilip, ordu tarafından tutuklanıp yasal süreç bile olmadan mahkûm edildiğinde gıkı çıkmayan tek Latin lideri oldu. ABD, Kanada ve yabancı maden şirketlerinin desteklediği, onay oranı yüzde 15’i geçmeyen atanmış Dina Boluarte’le sorunu yok.

Unidad Popular demokratik-sosyalist hükümetini deviren darbenin 50’nci yıldönümünde Şili, Salvador Allende’yi mezarında ters döndürecek halde.

                                                                   /././

 ‘Müdahale, darbe, milliyetçilik, sol’…(19/05/2023)

Türkiye’deki gerilimli seçim süreci kimsede başını kaldırıp dünyaya bakacak hal bırakmadı. Mayıs ayında havalar hala soğuk ve ‘bahar’ da bir türlü gelmiyor. Ancak gündemde ‘dış müdahaleler’, ‘darbe söylemleri’, ‘aşırı sağcılık’, ‘milliyetçilik’ ve ‘sol’ tartışmaları’ havada uçuşunca, başımızı kaldırıp Latin Amerika’da olup bitenlere bakmakta fayda var. Meksika, Kolombiya ve Şili… Son yıllarda sosyal demokrat ağırlıklı liderlerin başa geçtiği üç ülkede yaşananlar değerlendirilmesi gereken ilginç örnekler sunuyor.

MEKSİKA:

Meksika’nın sosyal demokrat Başkanı Andres Manuel Lopez Obrador (AMLO) 2019’dan bu yana iktidarda. Meksika’nın uzun ve karanlık neoliberal sağcı dönemine son verme vaadiyle başa gelmişti. Obrador, Meksika’nın lityum rezervleri ve elektrik şebekesini kamulaştırdı, petrol endüstrisinin özelleştirmesini en azından tersine çevirdi. Sosyal harcamaları artırdı ve asgari ücreti yükseltti. Latin Amerika’nın diğer solcu yönetimleriyle dayanışmaya yöneldi. Sorunlarla yüklü ülkesinde genel olarak sosyal demokrat bir çizgi izledi. Bir yandan da tehditkar kuzey komşu ABD ile göçten uyuşturucuya uzanan meseleleri hassasiyetle ele almak durumunda.

Ancak ABD Kongresi’ndeki sağcıların saldırgan retoriği ve liberal medya eşliğinde Amerikan devlet aygıtının uzun kollarını Meksika üzerinden hiç çekilmedi. Son aylarda özellikle ABD’li Cumhuriyetçi Kongre üyeleri ‘uyuşturucu kartelleri’ gerekçesiyle alenen Meksika’yı işgal etme önerisinde bulundular. Hatta bu konuya yönelik bir yasa teklifi bile sundular! Liberal Amerikan medyası oxycontin gibi bağımlılık yaratan ilaçların ABD’deki yasal düzenlemelerdeki yerini anımsatmak yahut muazzam karlar elde eden Sackler ailesi ve Purdue Pharma şirketinin üzerine gitmek yerine Meksika’ya hücum korosuna katıldı.

Obrador 18 Mart’ta başkentteki mitinginde patladı: "Bu ikiyüzlü ve sorumsuz politikacılara Meksika'nın bağımsız ve özgür bir ülke olduğunu, ABD'nin bir sömürgesi olmadığını hatırlatıyoruz!" dedi. Öfkesini tweet’e döktü: “İşgal etmekle tehdit ediyorlar; pazarlarında yüksek güçlü silahlar satıyorlar; gençleri için hiçbir şey yapmıyorlar; korkunç ve ölümcül fentanil salgınından muzdaripler, ancak bunun nedenlerini ele almıyorlar. Refah umurlarında değil, sadece para.”

Obrador, mart başlarında başka ülkelerin iç işlerine karışmayı kendine doğal bir hak gören ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Meksika seçim reformuna eleştirilerini “Kendi işinize bakın” diye yanıtlamıştı. Hatta iğneleyici bir dille “Tüm saygımla, Bay Blinken’e Meksika’da şu anda ABD’den daha fazla demokrasi olduğunu söylüyorum” bile dedi.

Aralık ayında ABD, Peru oligarşisinin Pedro Castillo’ya darbesini alkışlayıp atanmış lideri tanırken, Obrador Castillo’nun meşru başkan olduğunu vurgulamıştı.

Bu meydan okumalardan bu yana ABD medyası artık sosyal demokrat liderden ‘otokrat’ ve ‘diktatör’ diye bahsetmekte. Yalnız anlaşılan o ki, mesele bunu aşıyor. Mayıs başında Obrador bu kez açık mektup taktiğini benimsedi, Biden’a bir kınama mektubu yazdı. 3 Mayıs’da basın toplantısı ile dünyaya ilan etti.

Mektupta seçilmiş hükümeti istikrarsızlaştırmaya çalışan sağcı grupların ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı USAID tarafından finanse edildiğini ve bunun ‘uluslararası hukuku ihlal eden bir müdahalecilik eylemi’ olduğunu belirtti. Yakın zamandaki ABD’nin bu konudaki bütçe artırımına atıf yapan Obrador, “Bunun çok küstahça, çok saldırgan olduğunu hissediyorum ve sessiz kalamam" dedi. İlişkilerin işbirliği ve dostluk temelinde olması gerektiğini belirtip, "Göç meselesi, uyuşturucu kaçakçılığı, özellikle fentanil gibi sorunlarla birlikte mücadele etmeliyiz" vurgusu yaptı.

Mevzu sadece Nikaragua’da ‘insani yardım’ kılıfıyla Contralara silah taşıdığı bilinen, Venezuela’da 2019’daki darbe girişimindeki rolünü BM ve Kızılhaç’ın bile kınadığı USAID değil. ABD, NED ve Ford Vakfı dahil STK’larla sağcı gruplara fonlar akıtıyor. Sadece bir örnek aşırı sağcı multimilyoner oligark Claduio X. Gonzales’in ‘Yolsuzluk ve Cezasızlığa Karşı Meksikalılar’a 2019-21 yıllarında tahsis edilen 2.8 milyar dolar.

Tabii Biden 9 Mayıs’ta Obrador’u aradı. Resmi açıklamada göç krizi dışında bir mevzuya yer verilmedi.

KOLOMBİYA…

Kolombiya ABD’nin Güney Amerika’daki sağcı kalesiydi. O kaleyi Haziran 2022’de yine sosyal demokrat Gustavo Petro devirdi. Henüz 9 aydır iktidarda ve şimdiden darbe söylemleriyle karşı karşıya.

ABD’de eski bir gerilladan ılımlı bir sosyal demokrata dönüşmüş Petro’dan daha seçilmeden önce rahatsızlık vardı. Şubat 2022’de ABD medyasında ‘Kolombiya seçimine Rus müdahalesi’ başlıkları görülürken ‘Putine’e dost olabilir’ temaları işlenmişti. Hatta hiçbir kanıta dayanmadan ‘Rusya’nın online operasyonlarla seçime müdahale edeceği’ bile öne sürüldü. Kendi hükümetlerinin ölüm mangalarını desteklediğini, Latin Amerika siyasetine mütemadiyen sağcı odaklar lehine müdahale ettiğini uçan kuşun bildiği ABD medyası ‘Rusya Güney Amerika’da huzursuzluk yaratabilir!’ görüşünü yazıyordu.

Fayda etmedi. Petro seçildi ve ağustosta göreve başlar başlamaz ülkesinde solcu gerilla örgütü ELN ile ateşkes görüşmeleri başlattı. Yüzünü Latin Amerika’daki sol eğilimli hükümetlere döndü. Sağcı selefi ABD kuklası Juan Guaido’yu desteklemiş, terörist kamplarına ev sahipliği yapmışken Pero işleri tersine çevirdi. Geçen eylülde Venezuela ile üç yıldır kapalı sınırı açtı. Kasım başında da Venezuela lideri Maduro’ya konuk oldu. Ziyaretinde "Kolombiya ve Venezuela'nın birbirinden ayrılması doğal değildir, daha insani bir tabirle tarihe aykırıdır” dedi, birlik sözü verdi.

Petro geçen hafta itibarıyla artık ordu ve askeri çevrelerin açık hedefi olmuş vaziyette. 10 Mayıs’ta 3 bin emekli ordu mensubu hükümetin barış politikasını protesto edip Petro’nun görevden alınması çağrısı yaptı. Ayrıca sağlık ve işgücü alanında reformlarını eleştirdiler. Ertesi günü emekli subaylar derneğinin eski başkanı John Marulanda bir radyo söyleşisinde Petro’yu ‘yolsuzlukla’ suçlayıp “Biz burada gerilla olan bir adamı devirmek için elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışacağız" dedi. Başsavcılık hakkında soruşturma açınca şimdilik çark ediverdi.

Petro altta kalmadı ve bir tweet attı: “Neden bir darbe için komplo kuruyorlar? Çünkü cezasızlığa son vereceğimizden korkuyorlar. Gerçekler onları o kadar korkutuyor ki umutsuzluğa kapılıyorlar. Toplumun zaten bildiği bir şeyi mahkemelerden saklıyorlar: devletteki muazzam yolsuzluk ile halka uygulanan soykırım, şiddet ve terör aynı madalyonun iki yüzüdür.”

Petro yaptığı açıklamada da, "İlk defa bir devlet başkanı toprağı köylülerin elinden almaya ya da arkadaşlarına vermeye çalışmak yerine toprağı geri vermeye çalışıyor. Ve şimdi eski bir albay bunun bir darbeyi hak ettiğini söylüyor... Bu darbelere karşı direnilir ve yurttaşların seferberliği ile üstesinden gelinir" yanıtını yapıştırdı.

Petro’un işi zor. ABD katkılarıyla yıllarca hegemonya kurmuş büyük toprak sahipleri, ordu, sigorta şirketlerinin çıkarları mevzu bahis.

ŞİLİ

Amerikan tipi liberal sol hareket ve lideri Gabriel Boric’in başa geçtiği Salvador Allende’nin ülkesinde ise bir dram yaşanıyor. Yine ‘tanıdık gelecek’ bu vakayı da gelecek haftaki yazıya bırakalım…      

                                                                     /././

Lula’nın gürlemesi…(21/04/2023)

Doğrusu bu kadarını beklemiyordum. Brezilya Devlet Başkanı Luiz Inácio Lula da Silva, ABD’nin ‘arka bahçesi’ gördüğü Latin Amerika’da ‘itaatkar kul’ olmayacağını dünyaya ilan etti. Hem de Biden yönetiminin Rusya’dan sonra yeni çatışma için kılıçları bilediği Çin’den...

Lula, 12-16 Nisan’daki ‘tarihi’ Çin ziyaretinde ‘çok kutupluluk’ eğilimi ile ‘Küresel Güney’in sesi oldu. ABD hegemonyası için dünya barışını riske atan Ukrayna çatışmasını, Avrupa’nın oynadığı rolle birlikte sorguladı. Ve herkesi şoke edecek şekilde ABD dolarına meydan okudu.

Lula sonbaharda sandıkta neofaşist Bolsonaro’nun bileğini bükmüş, ocakta göreve başlamıştı. Bir hafta sonra darbe girişimiyle karşılaştı. Rakibi, ABD’de ‘Trumpçılığa’ daha yakınken, yeni darbe Biden’ın ‘demokrasi’ resmine uymuyordu. Tabii Lula ‘ABD destekli darbe deneyimli’ bir lider. Obama döneminde, ABD Adalet Bakanlığı’nın önayak olduğu düzmece iddialarla hapis yattı. Elbette aklandı. Halefi Dilma Rousseff de ‘Wall Streetçilerin’ bile saçma bulduğu ve yalan çıkan ‘bütçe yamama’ ithamlarıyla devrilmişti. Dolayısıyla Lula’nın ‘ABD’nin suyuna gideceği’ beklentisi hakimdi.

Lula ocak sonunda ilk ziyaretini komşu Arjantin’e yaptığında, ABD dolarına bağımlılığını azaltma hedefli ‘Sur’ isimli Latin para birimi için planlar duyuruldu. Lula 9-10 Ocak’ta bir günlüğüne ABD’ye gitti, Biden’la görüşmesi sönük geçti. Mart sonunda ‘zatürre’ gerekçesiyle ertelenmiş Çin ziyaretinde ise ‘zımba gibiydi’.

YENİ DÜZEN KARŞILAMASI

Lula, Pekin’de Çin lideri Xi Jinping ile kırmızı halıda askeri bandonun 1980’lerin Brezilyası’nda ABD destekli diktatörlüklerine karşı protestolarla özdeşleşen 'Novo Tempo' (Yeni Düzen) şarkısıyla yürüdü. İki lider yoksullukla mücadeleden, araştırma-geliştirmeye ve gıda standartlarına, uydu inşasından yatırımlara uzanan 15 anlaşmaya imza attı. Ford fabrikası da Çin’in elektrikli otomobil üreticisi BYD’ye geçiyor. Lula "Hiç kimse Brezilya'nın Çin ile ilişkilerini geliştirmesini engelleyemez" vurgusu yaptı. Şanghay’da kurucusu olduğu ve artık başına Dilma’nın geçiği BRICS’in Yeni Kalkınma Bankası’ndaki (NDB) mesajları ‘afallatıcıydı’:

“Her gece kendime şu soruyu soruyorum: Neden tüm ülkeler ticaretlerini dolara dayandırmak zorunda? Neden kendi para birimimizle ticaret yapamıyoruz? Altın standardının kalkmasından sonra doların (rezerv) para birimi olduğuna kim karar verdi? BRICS bankası neden Brezilya ile Çin ve diğer üyeler arasında ticareti finanse edecek bir para birimine sahip olamıyor? Bugün ülkeler, ihracat için dolar peşinde koşmak zorunda kalıyor."

Lula, Arjantin gibi IMF ‘kurtarma kredileriyle boğulan’ ülkeleri andı. “Hiçbir lider ülkesi borçlu diye boğazına bıçak dayalı çalışamaz” dedi. 2008 mali krizinin ‘açgözlülük’ ve riskli mali spekülasyondan çıktığını belirtip NDB’nin dünya için ‘olağanüstü bir umut’ olduğunu söyledi. Asıl paraya en ihtiyacı olan ülkelere hizmet gerektiğini söyledi. “Küçük bir azınlığın sorumsuzluğu ve açgözlülüğünün gezegenin ve tüm insanlığın hayatta kalmasını tehlikeye atması kabul edilemez” vurgusu yaptı. “Brezilya geri döndü” dedi. "Yoldaş Dilma" dediği Rousseff’in 1970’lerde ‘daha iyi bir dünya hayalini için devrimci mücadelesine de selam durdu.

Siyasi mesajlarında ‘Çin ile birlikte dünya jeopolitiğini dengelemek’ yer aldı. Çin’in Latin Amerika yatırımları için "Dürüst olmak gerekirse bir sömürgecilik görmüyorum" dedi. BM’de Küresel Güney’i de kapsayan bir modelin vaktinin geldiğini söyledi. Ukrayna’da çatışmanın sebebinin NATO genişlemesi olduğu tespitini yaptı, ABD’nin savaşı teşvikini, Avrupa’nın da doğrudan müdahilliğini eleştirdi. ‘Barış klübü’ önerdi.

ABD’Yİ ÇOK ÖFKELENDİRDİ

Beyaz Saray Lula’yı ‘Rus ve Çin propagandasını tekrarlamakla’ suçladı. ABD diplomasisi Lula’nın dış politika danışmanı Celso Amorim’i ‘ulusal güvenlik danışmanı’ diye takdim edecek denli ‘afallamış’ göründü. Cumhuriyetçi Senatör Marco Rubio “Doların etrafından dolaşacaklar” deyip ‘yaptırım silahını yitireceklerinden’ yakındı!

Washington Post analizinde Lula ‘ABD’yi kışkırtmakla’ suçlandı. Gazete, "Batı Lula'nın ortak olacağını umdu. Onun kendi planları var' diye başlık attı. Brezilya’nın Amerikancı sağı da harekete geçti. ABD ile serbest ticaret anlaşmalarının alkışçıları, Çin’e gelince ‘tecritçi’ kesiliverdi. Bakalım ABD ‘arka bahçesinde’ demokrasiye ne kadar tahammül edecek…

(Ceyda Karan-BİRGÜN)