31 Mayıs 2023 Çarşamba

soL - 31 MAYIS 2023 -

 'Batı Erdoğan’dan, Erdoğan Batı’dan razıdır' (İREM YILDIRIM)

Seçim, sadece Türkiye'nin değil dünyanın da gündemindeydi. Seçim sonuçlarına ilişkin dünyanın tavrını ve dış politikada olasılıkları emekli diplomat ve soL yazarı Engin Solakoğlu değerlendirdi.

Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turu için Türkiye sandık başına gitti. Sandıktan bir kez daha Tayyip Erdoğan çıktı. Rakibi olan Millet İttifakı adayı Kemal Kılıçdaroğlu yüzde 47,92, Cumhur İttifakı'nın adayı Tayyip Erdoğan ise yüzde 52,08 oy aldı. Türkiye'nin kilitlenerek takip ettiği, çok uzun süren bu seçim gündemi sadece Türkiye'nin değil, dünyanın da gündemindeydi.

Yurtdışından liderlerden bazıları sandıkların hepsi açılmadan bazısı ise resmi olmayan sonuçlar netleştikten sonra Erdoğan'ı adet üzere kutlamaya başladı. Kutlayanların yelpazesi ise epey geniş oldu. 21 yıllık iktidarını sürdürecek Erdoğan'ın dış politika ve Batı ile ilişkilerde yeni bir yönelime kayıp kaymayacağı konuşulanlar arasında. Avrupa medyası seçim öncesinde değişken tutum takınmakla birlikte seçimleri dönüm noktası olarak da nitelemişti.

Tüm bunların ışığında, hem Erdoğan'ın ilerideki günlerde dış politikada yönelim değişikliğine gidip gitmeyeceğini hem de Avrupa'nın seçim sonuçlarına yaklaşımını emekli diplomat ve soL yazarı Engin Solakoğlu ile konuştuk.

Seçimden hemen sonra yabancı liderlerden adet olduğu üzere tebrikler geldi Erdoğan'a. Erken yorumlar yapılmaya başlandı, ancak siz dış politikada ve özellikle Batı ile ilişkilerde yeni bir yönelim bekliyor musunuz?

İktidarda 21 yılı devirmiş ve bu süre içerisinde dış politika alanında neredeyse her türlü yaklaşımı denemiş olan AKP Genel Başkanı’nın “yeni bir yönelim”i nasıl bir şey olabilir diye düşünüyor insan ister istemez. Çok kabaca söylersek Batı’nın Erdoğan’dan, Erdoğan’ın Batı’dan razı olduğu çok açık. Bu Erdoğan gitseydi arkasından ağlayacakları anlamına gelmiyor elbette. Yedekteki aday da en az Erdoğan kadar kullanışlı olacaktı Batı için. Üstelik bir ihtimal kullanım süresi de daha uzun olacaktı.

Önümüzdeki dönemde Erdoğan-Batı ilişkilerini etkileyecek dinamiklerden bir ekonomi olacaktır. Yalnız buradan 'ekonomi öldü bitti, para için Erdoğan eğilip bükülecektir' sonucu çıkartmakta acele etmeyelim. Ekonominin kötü olduğuna, özellikle ödemeler dengesinin kaygı verici bir sarmala girdiğine kuşku yok. Yıl sonuna kadar ödenmesi/çevrilmesi gereken dış borçlar kimi uzmanlara göre 200 milyar doların üzerinde. Ancak fıkrada olduğu gibi borç belirli bir büyüklüğün üstüne çıktığında borçlu kadar hatta daha da fazla alacaklının sorunu haline gelir. Türkiye’nin uluslararası finans bakımından durumu tam da budur. O borç çevrilir. Büyür ama çevrilir. Bir taraftan da Türkiye’yi Avrupa’nın yanı başında ucuz üretim üssü olarak koruma planı yürüyecektir. Somutlaştırırsak, Türkiye ithalat için ihtiyaç duyduğu dövizi bulamaz hale gelirse Avrupa sermayesi için yapılan üretim de durur. O halde o döviz bulunacaktır bir şekilde. Elde kalan varlıkların devredilmesi karşılığında da olsa bulunacaktır. Bunun Türkiye emekçisi için anlamı ise daha yoğun ve sistematik bir sömürüdür. 

'İsveç'in NATO üyeliği konusunda pazarlık zamana yayılacak'

Erdoğan bütün bunları bilecek kadar deneyim sahibi bir siyasetçi. Yine söylem düzeyinde kimi alanlarda Batı’ya rest çekecektir ama hep masada kalacaktır. Ya da daha önce olduğu gibi rest çekme işini kimi “elemanlarına” ihale ederek kendisini anti-emperyalist olarak pazarlamayı sürdürecektir. Bunu en somut örneğini bana kalırsa İsveç’in NATO üyeliği konusunda göreceğiz. Temmuz ayındaki zirveye kadar bu meselenin çözüleceği ve Erdoğan’ın seçim kazanmış olma rahatlığıyla üyeliğe süratle onay vereceği kanısında değilim. Pazarlık zamana yayılacak, o süreçte mümkünse ABD ile olan F-16 gibi kimi meseleler üzerinden çözüm yolları aranacaktır. 

Rusya-Ukrayna tutumu ne olacak?

Rusya-Ukrayna bağlamında da ciddi bir rota değişikliği beklemiyorum. Batı’nın da Erdoğan’a çok ciddi bir baskı uygulayacağı kanısında değilim. Erdoğan o alanda vermediğini başka bir alanda telafi edecektir zira. Özellikle göçmenler meselesindeki duruşu şu an için Avrupa bakımından yeri doldurulmaz bir nitelik taşıyor. Hem işgücü ucuzluğunun korunması hem de Avrupa’nın göçmenlerden “korunması” bakımından.

Özetlemek gerekirse ben kısa dönemde Batı’yla ilişkilerde geçmişte gördüklerimizden daha kapsamlı değişiklikler beklemiyorum.

Seçim öncesi İngiltere, Fransa ve Almanya medyasından Erdoğan ve AKP iktidarına ilişkin sert yorumlar gelmişti. Bu yayınlar seçimleri bir dönüm noktası olarak değerlendirmiş ve ‘Türkiye'nin dünyada liberal düzen veya karşıtları arasına katılıp katılmayacağı da oylanacak’ denmişti. Bu değerlendirmelere nasıl yaklaşıyorsunuz?

Birçok yoldaşımın aksine ben bunlarda belirli bir “samimiyet” payı bulunabileceğini düşünüyorum. Olağan atmosfer koşullarında böyle düşünen kesimlerin Batı’da mevcut olabileceğini, orada her kalem oynatanın Türkiye’yi kandırma saikiyle hareket etmediğini kabul etmemiz gerekir. Aslında bu haftaki yazımda ağırlıkla Fransa’yı ele alarak da olsa bu konuya değinmiştim. Çok taze de olduğu için kusura bakmazsanız oradan alıntı yapacağım:

“İlk tur öncesinde Fransız televizyonlarında, radyolarında uzun uzun tartışıldı Türkiye... Fransa’da Türkiye’yi takip eden aydın, uzman ve gazetecilerin yanı sıra bir de Türkiye kökenli akademisyenler ve yazarlar var. Bunlar uzun uzun konuştular tartıştılar. Belli başlı bütün gazetelerde, hatta normalde uluslararası konulara çok bulaşmayan bölgesel gazetelerde bile Türkiye’deki seçimler ele alındı, doğru-yanlış analizler yayınlandı.

O sıradaki hâkim söylem ... “Putin dostu Erdoğan’ın ilk kez seçimleri kaybetmeye bu kadar yakın olduğu, Türklerin otokratik yönetimden bıktığı, Kürtlerin de muhalefeti destekleyeceği” şeklindeydi. Fransa’nın entelektüel atmosferine egemen olan solumtrak liberal düşünce tarzı, seçimleri muhalefetin kazanmasının “Liberal demokrasi’nin illiberal sisteme küresel çapta atacağı bir gol” olacağı perspektifinden bakıyordu seçimlere... 

İlk tur tamamlandıktan sonra manzara birden değişti. “Adam kazanıyor” duygusu öne çıktı. Örnek olsun, Jean-Dominique Merchet gibi, jeopolitik konusunda saygın kabul edilen, özellikle de askeri konulara hâkim sayılan bir gazeteci şöyle özetleyebileceğim bir yazı kaleme aldı: “Erdoğan çok güçlü bir siyasetçi, seçim kazanmayı biliyor, bizim de bu gerçek tahtında onu Putin’e/Doğu’ya kaptırmamak için çaba göstermemiz gerekir.” Merchet’nin satırlarının Fransa’daki karar vericilerin düşünce yapısını yansıttığını söylemek hatalı bir değerlendirme olmaz...Le Monde gibi bir gazetede Erdoğan’ın “aldığı” oyların ülkenin zenginleşmesinin sonucu olduğundan dem vuran O. Bouquet imzalı bir makale dahi yayınlandı...Türkiye’yi takip ederken ülkenin kuruluşunun ve yüz yıl yaşamasının aslında tarihsel bir anomali olduğunu düşünen, bu çerçevede “Ermeni” veya “Kürt” sözcüğü kullanmadan Türkiye cümlesi kurmamayı tercih eden uzman ya da gazeteciler ile bunlardan etkilenen daha deneyimsiz uzmanların bu kez Millet İttifakı’nın ikinci tur öncesinde ırkçı faşistlerin desteğini almaya yönelik manevralarına odaklandıklarını gördük... Seçimin hangi koşullarda gerçekleştiği, hile-hurda bir kenara bırakıldı.”

'Batı Erdoğan'dan, Erdoğan Batı'dan razıdır'

Bu somut örneklerden de görebileceğimiz gibi, yazının devamında da değindiğim çok istisnai örnekler dışında sorunuzda öne çıkan söylem iki tur arasında buharlaştı ve yerini daha “gerçekçi” bir “Erdoğan da fena adam değil” söylemine bıraktı. Bugün devlet destekli France24 haber kanalında yapılan bir yorumda “Erdoğan aslında kişiliğinde tam anlamıyla Türkiye’ye barındırıyor/temsil ediyor” bile denildi. Daha açık bir deyişle “Türkiye’nin, Türkiye halkının hak ettiği budur, başka ne olacaktı?” denilmiş oldu.

Sanki Türkiye’de olağan bir seçim düzenlenmiş de Erdoğan bunu daha fazla seçmenin oyuyla  kazanmış gibi yapılan yorumlar daha önceki tereddütleri, itirazları süratle bastırdı. Buradan bizim değil ama Türkiye’de aydın geçinen kimi kesimlerin çıkartacağı dersler olmalı. Batı’nın karar vericileri Türkiye halkının hangi koşullarda yaşadığını, çalıştığını, ülkede adaletin, demokrasinin olup olmadığını filan umursamıyor. Öyle bir kaygı mevcut olsaydı AİHM kararlarını ısrarla uygulamayan AKP Türkiyesi’nin şimdiye kadar çoktan Avrupa Konseyi’nden çıkarılmış olması gerekirdi. 

En başta söylediğimi yineleyerek bitireyim: Batı Erdoğan’dan, Erdoğan Batı’dan razıdır.

                                                                           /././

Vaktinde bir değerlendirme: TİP’in 'yeni' kulvarı (BERKAY KEMAL ÖNOĞLU)

TİP’in girdiği kulvarın kamuoyu önünde devrimci bir değerlendirmeye tabi tutulması solda yaygın bir dejenerasyona mahal vermemek adına kaçınılmaz hale geliyor.

Türkiye’de her seçimden sonra özellikle medyada görülen birer başarı ve başarısızlık kümesi oluşturmak ve siyasi aktörleri bu kümeler içinde değerlendirmek gibi yaygın bir alışkanlıktan söz edebiliriz. Söz konusu 14 Mayıs olduğunda geniş muhalefet cephesi içinde kısmi de olsa başarılı addedilen az sayıdaki politik aktörden biri oldu TİP. Epeyce bir süredir sahada belirgin hale gelen ve farklı değerlendirmelere konu olan bu hareket büyük oranda Gelenek-TKP çizgisinden ayrılanlardan oluşması sebebiyle olsa gerek kimi mecralarda TKP ile hiçbir sonuca götürmeyecek karşılaştırmalara tabi tutuluyor. 

Devrimci mücadele içinde kuşkusuz kaynaklarınızın verimliliğinden siyasal öngörü kabiliyetinize, kullandığınız araçlardan örgütsel kabiliyetinize, geliştirdiğiniz taktiksel açılımlara kadar pek çok başlığın yeniden ve yeniden masaya yatırılıp değerlendirilmesi gerekebilir. Bütün bu başlıklarda alacağınız kararlar sizi bazı mevzilere taşıyabilir ya da başarısızlığa götürebilir. Ancak başarı kıstaslarının farklı hareketler ve dolayısıyla farklı stratejik yaklaşımlara göre değişkenlik arz edeceği unutulmamalıdır. Stratejik farklılıklar siyasal hareketleri farklı kulvarlara taşır. Bu durumda ortak olduğu varsayılan nihai hedefe ulaşmadan önce tanımlanacak her türden “başarı” kulvar farklılığından ötürü mantıken özgünleşmiştir. Farklı stratejik yaklaşımları benimsemiş hareketlerin aynı kulvarda oldukları varsayılarak mukayese edilmesi bu yüzden sonuçsuzdur. Girilen farklı kulvarlarda elde edilen kısmi başarıların değil hangi kulvarın bizi ortak olduğu varsayılan nihai hedefe götüreceğinin değerlendirilmesinde fayda vardır. 

TİP’in girdiği kulvarın kamuoyu önünde devrimci bir değerlendirmeye tabi tutulması solda yaygın bir dejenerasyona mahal vermemek adına kaçınılmaz hale geliyor. Türkiye siyasetinin bugününe damga vuran temel meselelerden biri olan “ideolojisizleşme” olgusunun ne yazık ki TİP aracılığıyla sola da sirayet edebilecek yeni kanallar bulmuş olması ve düzen siyasetine yaklaşımda beliren arızaların fütursuzca normalleştirilmesi kabul ve göz ardı edilemez. Bunlar elbet yeni tespit olunduğu için değil ancak seçimle birlikte ortaya çıkacak olan tablonun hayal kırıklığı da bayram havası da yaratsa kısa süre sonra faydalı sorgulama süreçlerine kapı aralayacağına dönük bir inanç taşındığı için bu zamana bırakılmış değerlendirmelerdir. Kimi dönüm noktaları herkes için bir an durup geniş perspektiften bakabilmenin mümkün olduğu aralıklar sunuyor.

Duvarı yıkmak mı duvar boyamak mı?

TİP ve TKP ayrımının çeşitli çevrelerde doğru olmayan bir mukayeseye konu edildiğini ifade etmiştik. Kulvarlar farklılaşmıştır. Bununla beraber bu iki yaklaşımdan birinin çok da eski olmayan bir tarihte diğerinin içinde ancak bir eğilim olarak varlık gösterdiğini ve aynı kulvarda yürüdüğünü de unutmamak gerekiyor. O kulvar Gelenek Hareketi’nin yola çıkışı esnasında Türkiye’de henüz hiç sahibi olmamış bir kulvardır. Ve tabiatıyla geride bıraktığımız yıllarda Gelenek’le özdeşleşmiş, dinamizm kazanmış, vücut bulmuştur.

Önce adıyla müsemma bir çizgi çekmiştir Gelenek. Bu çizgi, hatasıyla sevabıyla yüzyılı aşkın tarihe sahip geleneksel sol ile ona karşı düzensizce isyan bayrağı çekegelmiş, reel sosyalizmden nedamet getiren “yenilgici” yeni sol arasındadır. “Yenilgici” diyoruz ama aynı zamanda yenildiğini yola çıkış için gerekçe gören bir yaklaşımın doğal olarak “yenme” arayışı içinde olacağının da altını çizmek gerekiyor. Taraflardan biri güçlenmenin, her ne olursa olsun iktidara gelmenin bir koşulu olarak tavizler ve geri çekilişlerin teorisini sahipleniyor diğeri ise zamanla ve pek anlaşılır biçimde iktidar fikrinden uzaklaşıyor ancak değerlerine bağlı, dürüst bir kültürel, sosyal örgütlenme biçimini alıyordu. Geleneksel solun iktidar fikrinden uzaklaşma serüvenini anlayan ancak kabul etmeyen, iktidar perspektifinin değerlerden verilen tavizler olmaksızın canlı tutulabileceğine dönük bir iddia ile oluştu bu kulvar.

Türkiye’de işçi sınıfı hareketinin bir ön koşulu olarak Türkiye sosyalist hareketinin bağımsız bir politik güç haline gelmesi mutlak zorunluluktur. Sol ancak temel ilkelerinden taviz vermeden taşıyacağı özgül ağırlıkla Türkiye devriminin yolunda misyon üstlenebilir. Bağımsızlık ön şartını taşımaksızın düzen içi unsurların oluşturduğu dengelerde yer edinmek ise sol için teorik planda verilen tavizlerden bile öngörülemeyecek kadar feci politik sonuçlar doğuracaktır. Örneğin, sosyalizmi ve solun namusunu dert edinip “yetmez ama evet” çizgisiyle hesaplaşma iddiası taşıyanların güncel hesaplarda seçime girmedikleri şehirlerde “yetmez ama evetçi”lere oy istemesi feci bir sonuçtur. Çelişkili bir pozisyona sürükleneceği gerçeğini göz ardı edecek kadar büyük bir fayda beklentisi ile “yetmez ama evetçi”nin söz ve müziğiyle seçim sürecini başlatma kararı ise içine düşülen sarmalda ne kadar etken ya da edilgen olunabildiğinin vahim bir göstergesidir. İşte o sarmalın dengelerinin izin verdiği derecede “sol” olabilmek bu demektir.

TİP’in tutum ve eylemlerinde kendisini gösteren bu kulvar değişikliğinin elbette pek çok gerekçesi olabilir. Takip edilen yolun devrime uzandığını bildiğimiz kadar yolun engellerle, duvarlarla örülü olduğunu da bilerek o yola çıkıyoruz. Gelenek’in yürüdüğü yolda engeller, duvarlar boy gösteriyorsa yolun devrime uzandığına inanmış devrimci için yola çekilmiş duvarları yıkmak görevdir. Duvar yıkanların yolundan çıkıp duvar boyayanların yoluna girmek olumlu anlamda iktidar arayışıyla gerçekleştirilmiş bir eylem de olabilir. Ancak yazık ki o iktidar “sosyalist” olma niteliğini yitirmiştir. Erken bir değerlendirme olduğunu düşünmeyin. Çünkü hem ülkemiz hem de dünya sosyalist hareketi içinde mahkûm ettiğimiz bu yol asla yeni değildir. Gerçekliğin değiştirilmesi iddiasından vazgeçiş “gerçekçi politikalar” masalının ardına gizlenir. Maalesef bu “gerçekçi politikalar” da bugün kirli siyaset atmosferinin kabulü ve ideolojisizleşme trendine uyum sağlanması ile sonuçlanıyor. TİP kendini ne pahasına olursa olsun “oy verilecekler” kategorisine almak üzere ideolojisizleşiyor. Nasıl olduğuna bakalım.

'Oy Verilecek Partiler' kategorisi

Bir işçi aynı anda hem bireysel hak ve özgürlüklerin garanti altına alınmasını hem Amerikan emperyalizmine karşı olunmasını istiyor. Hem laik bir toplumsal yaşamın tesis edilmesini hem uluslararası tekellerin egemenliğinden çıkmış bir ekonomik yapıyı önemsiyor. Hem geçim derdinden kurtulmayı, pazar arabasını gönlünce doldurabilmeyi hem de güvencesiz çalışma koşullarından, yoğun emek sömürüsünden kurtulmayı hayal ediyor.

Bütün bu taleplerin ideolojik olmadığı iddia olunabilir mi? Ama tamamı ideolojik bütünlük arz eden bu siyasal duruş örnekleri bilinçli ve sistematik biçimde önemsizleştirip siyaset dışı ilan ediliyor. Siyaset bizzat düzen partileri ve bu gerçekliğe gözünü kapamış diğerleri tarafından mezata dönüştürülüyor. Parti liderleri de bu mezatta pazarlamacı rolünü üstleniyor. Bir partinin “ideolojik” olarak tanımlanması, bu özelliğin ayırt edici olarak işaretlenmesi ve genellikle dışlayıcı bir dille kullanılması o partiyi seçimlerde oyun dışı görmek için bile geçerli bir sebep olarak sunulabiliyor. Çünkü siyaset kurumu ideolojisizleşmeyle eş zamanlı yalnızca sandığa endekslenerek kötürümleştiriliyor. Bu durumda ideolojilerden arındırılmış bir siyasetin ne işe yaradığı bilinmeden başvurulan tek aracı olarak geriye seçimler kalıyor. Tıpkı çaresiz hastalığa yakalanmışların üfürükçülerden medet umduğu gibi…

Seç birini! Laiklikten yana isen CHP’ye, uluslararası tekellere karşı isen AKP’ye oy vereceksin. Peki CHP’nin ağzından laikliğe, AKP’nin ağzından uluslararası tekellerin egemenliğine ilişkin tek bir sözcük bile duydun mu? Duymasan da vereceksin… Ya da bireysel hak ve özgürlüklere önem veriyorsan, tutuklu gazetecilere özgürlük istiyorsan, medya sansürüne karşı isen aynı anda emperyalizme karşı olamaz mısın? Sen olursun belki ama senin oyunu isteyenler emperyalizmin bölgesel planlarında kendilerine rol kapmaktan, şeytanla işbirliğinde fayda aramaktan geri durmayacak…

TİP’in bu ideolojisizleşme akımında kendine edindiği misyon “gerçekçi” ve ideolojik olmamakla malul, “oy verilecekler” kategorisine kendisini atabilmiş partilerin “seç birini” politikasının siyasal alanda yarattığı dejenerasyonun en açık örneklerinde karakterize oluyor.

İdeolojik bütünlük arz eden taleplerin siyasal alanı domine eden “dükkan” partileri tarafından bütünlükten yoksun bırakıldığına şahit oluyoruz. Boşluk doğuyor. AKP karşıtı geniş muhalefet cephesi içindeki boşluk iktidar cephesinde tespit edilebilenden daha büyük ve göze batar oluyor. Ana belirleyen AKP karşıtlığı olunca bambaşka ideolojik yaklaşımlara sahip geniş seçmen kitlesinin tümünün içini rahat ettirebilecek geniş bir tedarik zincirine ihtiyaç duyuluyor. En belirgin boşluk sofistike orta sınıf hassasiyetlerine Türkiyelileşme sancıları dinmemiş HDP’de yanıt bulmakta zorlanan toplumsal kesimler için hissediliyor. “Bölücü” diye tek kalemde mahkûm edilebilmenin ağırlığını hassas kalplerinde daha fazla taşıyamayacak ve sahada şiddetle savunabileceği belirgin, bütünlüklü siyasal fikirlere sahip olmaktan uzak orta sınıfımız CHP’nin yakın dönemde izlediği “banal” stratejiyi benimsememekte ısrar ediyor. Ve böylece CHP ve HDP kitleleri arasında oluşan bu belirgin boşluğun olduğu gibi kabulü ve basit bir sözcülük işlevi ile burjuvazi adına önemli bir misyon başarılmış oluyor. O zaman gelsin boğazda lüfer ziyafeti…

Şimdi söyleyin TKP’nin “oy verilecek partiler” algısını yıkması mı gerekir yoksa “oy verilecek partiler” arasına girmek için ilkelerini bir kenara bırakması mı? Bu koşullar altında ikincisini bekleyenlerin TKP’den artık devrimciliği bırakmasını istediği açıktır.

Öncülükle mi sözcülükle mi?

Açık ki ideolojiler toplumdan silinip atılmadı. Ancak ideolojisizleşme olgusu bir işçinin bir siyasi partiye oy vereceğini tüm kaygılarından arınmış olarak, göğsünü gere gere ilan edememesi sonucunu doğurdu. İdeolojisizleşme bizi kuşatmıştır ve kuşatmayı delmeden düzen içi dengelerde oluşan boşlukları doldurmak bizi kuşatan duvarı boyamak anlamına gelir. Sosyalizmin yolunu açmak için duvarı yıkıp, doldurulacak boşluğu önce yaratmak icap eder. Boyacılık Türkiye’nin çok da uzak olmayan geleceğini belirleyecek esas kırılmada öncülük iddiası taşıyan bir aktör olmaktan uzaklaşma anlamını taşır. Çünkü bu kırılmanın eksenini belirleyecek ve temel paradigmayı değiştirecek güç çemberin içinden devşirerek değil çemberin dışında yaratarak oluşur. Başka bir deyişle, şeklini alarak değil şekil vererek, dışarıya çekip yeni ufuklar kazandırarak…

Devrimci siyasetin yol haritasına ilişkin, devrimcilerden muhalefete muhalefet etmeme tutumunu benimsemeleri ve o geniş bulaşığın içinden şekilsiz bir parsel koparma çabası içine girmeleri beklenmediğinde ancak verimli bir tartışma mümkün olacaktır. Çünkü sosyalizm iddiası ile yola çıktığınızda gerçekliğin bir yüzüne gözlerinizi tamamen kapamanın yani muhalefete muhalefet etmemenin etik dışı olduğu kadar sosyalizme hizmet etmeyeceği de açıktır. Üstelik hem şirin görünüp hem tırmalamanın yani “hem karnım doysun hem pastam dursun” tutumunun o dünyadaki ortaklıklar içinde değerlendirildiğinde bile oldukça antipatik bulunduğu ortadadır.

Son çıkışa çağrı

Yaygın olarak birbirinin yerine kullanılsa da “savrulma” ve “dönme” eylemleri etkenlik-edilgenlik bağlamında birbirinden tamamen ayrı anlamlara sahiptirler. TİP’in eylemlerinde çeşitli açılardan kendisini yoğun şekilde hissettiren özellik edilgenlik olarak karşımıza çıkıyor. Siyasal varlığını devam ettirebilme güdüsüyle, taviz vermeksizin dahil olunamayacak boşluklara dolduğunu nasıl görüyorsak, TİP’in uzunca bir süredir gündeminin varlık-yokluk olmadığını ve içine girdiği dünyanın ihmal edilemeyecek bir aktörüne dönüştüğünü de görüyoruz. Bu yazıya konu olma sebebi de budur. Söz konusu hareket tepeden tırnağa dönme eylemine bulaşmış bir topluluktan değil süratle savrulmakta olan bir topluluktan oluşuyor. Bu durumda devrimcilik iddiasına sahip olanlar için görülmesi hiç de zor olmayan tehlikelerin altını çizmek ve devrimci iddialarından vazgeçmemiş olanları duvarları yıkmaya çağırmak görevimiz oluyor. 

İşçi sınıfı siyaseti bazılarının iddia ettiği gibi yerinde saymıyor. Aksine pek çok olanağı barındıran yeni bir döneme giriyor. Düzen cephesindeki onca çabaya rağmen ortaya çıkan kısır meclis yapısı ve bu siyaset atmosferi, toplumda seçimler söz konusu olduğunda vazgeçilmeye zorlanan ideolojik bütünlük beklentisini daha şiddetli hale getirecektir. Görülüyor ki ortaya çıkan kısır meclis yapısı burjuvazinin hesaplarını dahi boşa düşürecek denli önemli bir temsil problemini beraberinde getirmiştir. Ortaya çıkan denklemin dışında kalan bütün kesimlerle geniş bir toplumsal ittifak yaratılabilmesinin koşulları oluşmuştur. 

Türkiye’de kamu kaynaklarının yağmalanması karşısında “devletleştirme” politikasının arkasında duracaklar yalnızca komünistler değildir. Dinsel tahakküm araçları karşısında tarikat ve cemaatlerin dağıtılması gerekliliğini savunanlar da öyle. Laik bir toplumsal sistemin inşa edilmesi için mücadele edecek olan herkes henüz “komünist” olmasalar da bu yolda komünistlerle beraber yürüyecekler. Türkiye dış politikasının emperyal eğilimler taşıdığını görenler Amerikan emperyalizminin saldırganlığına, kirli planlarına da gözlerini kapatmadıkları ölçüde komünistlerle yan yana duracaklar.

Bu koşullar altında sözünü ettiğimiz kuşatmayı yarmak üzere, daha geniş toplumsal kesimlerle komünistlerin güç birliğinde oluşturulacak bir cephenin öncüsü olma iddiasını en gerçek şekilde taşıyan TKP’ye Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aldığı tutumdan yola çıkarak yöneltilen apolitik eleştirileri ise “soldan” eleştiri olarak görmek mümkün görünmüyor. Bunlar “ideolojisi olanlar siyaset dışıdır” tezinin başka bir açıdan yeniden üretilmesidir. Bir dünyada "ideolojik parti" ancak bir “demokratik” unsur, idealist fikirler taşıyan, saygıyı hak eden ancak küçük kalmaya mahkûm parti olarak görülürken başka bir dünyada siyasetsizlik ideolojik olarak steril kalmanın tek yolu olarak benimseniyor. 

Bu ikincilere, çok temel bir doktrinden hareketle TKP’nin ne çocuk ne de hasta olduğunu, dimdik yola devam ettiğini hatırlatmak gerekiyor. Ancak bu hatırlatma da yeri gelirse başka bir yazının konusu olacak.

                                                                    /././

TKP: Seçim stratejistlerini boş verin, Gezi'yi hatırlayın…(soL)

Gezi Direnişi'nin 10. yıl dönümüne ilişkin açıklamada bulunan TKP, 'Seçim stratejistlerini, oy analistlerini, anket sevdalılarını boş verin; Gezi’yi hatırlayın…' çağrısında bulundu.

Türkiye Komünist Partisi (TKP), Gezi Direnişi'nin 10. yıl dönümüne ilişkin açıklamada bulundu.

TKP tarafından yapılan açıklamada, "AKP’nin sandıkta yenileceğini söyleyerek halkın siyaset yapma hakkını sandığa sıkıştıran tüm siyasi partiler, AKP’nin iktidarda kalışının sorumlusudur" ifadelerine yer verildi.

TKP'nin sosyal medya üzerinden yayımladığı açıklama şöyle:

"10 yıl önce milyonlarcamız haklarımıza, yaşamımıza, ülkemize ve geleceğimize sahip çıkmak için meydanları doldurduk; AKP Türkiyesi’ne boyun eğmeyeceğimizi gösterdik.

Aradan geçen 10 yılda yapılan hiçbir seçim Erdoğan’ı Haziran günlerindeki kadar korkutmadı, kurulan hiçbir sandık AKP’yi Haziran günlerindeki kadar sarsmadı. AKP’nin sandıkta yenileceğini söyleyerek halkın siyaset yapma hakkını sandığa sıkıştıran tüm siyasi partiler, AKP’nin iktidarda kalışının sorumlusudur.

Seçim stratejistlerini, oy analistlerini, anket sevdalılarını boş verin; Gezi’yi hatırlayın… AKP’den kurtulmanın anahtarı orada… Boyun eğmeyeceğiz, ayağa kalkacağız ve AKP’yi hep birlikte yollayacağız."

                                                                /././

Seçim sonuçları: 'Millet' kazandı, 'halk' kaybetti (Fatih Yaşlı)

'Yazının başlığını 'millet kazandı, halk kaybetti' koymuştuk. Bir kolektif kimlik olarak 'millet'in kazandığı yerde halk kaybeder.'

İktidarın seçim tarihi olarak 14 Mayıs’ı belirlemesi elbette ki nedensiz değildi. 14 Mayıs 1950 seçimlerinde “yeter söz milletindir” denilerek 27 yıllık CHP iktidarına son verilmişti ve şimdi 14 Mayıs 2023’te “Cehape zihniyeti”nin yeniden iktidarı ele geçirmesine fırsat verilmemeli, “millet” bu bilinçle sandığa gitmeliydi.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci tura kalmasıyla birlikte Türkiye 28 Mayıs’ta bir kez daha sandığa gitti. 28 Mayıs tarihinin Türk sağı açısından sembolik bir önemi yoktu ama bir gün öncesinin, yani 27 Mayıs’ın vardı. 14 Mayıs 1950’de “yeter söz milletindir” diyerek iktidar olanlar 27 Mayıs 1960’ta “ordu-millet el ele” sloganıyla devrilmişti.

Tam da bu nedenle Erdoğan 27 Mayıs günü yaptığı konuşmalarda “yarın itibariyle darbeler dönemini kesin olarak kapatıyoruz” mesajı verdi ama bununla da yetinmedi. Menderes’in, Özal’ın ve Erbakan’ın mezarlarını ziyaret etti. Menderes için “bu milletin adamıydı” tabirini kullandı. Tabir elbette ki boşuna kullanılmamıştı; geçtiğimiz yıllarda hazırlanan kimi propaganda afişlerinde bu üçlü “milletin adamları” olarak anılmış, Menderes’ten Erdoğan’a uzanan bir siyasal hat çizilmişti.

Peki Türk sağının kutsalı olan, “yeter söz milletindir” diyerek iktidara gelmesini sağlayan, “milli irade” fetişizminin temelini oluşturan bu kolektif özne, yani “millet” kimdir? Türk sağı, “millet” adına konuşma yetkisini nereden almaktadır ve onun adına ne söylemektedir?

Demokrat Parti’nin “yeter söz milletindir” sloganı boş, temelsiz bir slogan değildi, bir tarih okumasına dayanıyordu. Buna göre Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde elitlerin “millet”e uzaklığı değişmemiş, Cumhuriyet’i kuran kadrolar “millet”in değerlerine yabancılaşmış oldukları için o değerlere aykırı bir modernleşme programı izlemişlerdi.

Peki bu kadroların yabancılaştığı iddia edilen “millet”in değerleri neydi? Burada açık bir şekilde dine işaret ediliyordu elbette; yabancılaşma ile kastedilen ise laikleşmeye/sekülerleşmeye yönelik adımlardı. DP, yoksul halkın sınıfsal öfkesini aldı, zenginlikle seküler hayatı özdeşleştirdi, balolar, smokin, tuvalet, içki sofraları, kadınların kamusal alanda görünür hale gelmesi vs. üzerinden dinselleşmeye ve laiklik düşmanlığına tahvil etti.

Yani halkın sınıfsal öfkesi sağcı manipülasyonla Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecine yönlendirildi, gericilik buradan palazlandırıldı ama bununla da yetinilmedi; buna eşlik edecek bir şekilde Türk sağı milletin değerlerinin temsilciliğini de üstlendi ve “yeter söz milletindir” diyen bu formül 1950 seçimlerinden beri hep işe yaradı, kimi istisnai durumlar dışında Türkiye’yi hep sağ yönetti.

Aslında elitlerle mücadele ettiklerini söyleyenlerin hepsi başka bir elitizmin temsilcisiydi. Örneğin Bayar-Menderes ikilisi kendilerinin de dâhil oldukları toprak ağalarının sınıfsal temsilciliğini üstlenmişlerdi ve iktidarlarında bunu ticaret ve sanayi sermayesine doğru genişlettiler. Demirel 1960’lar ve 70’ler boyunca Türkiye sermaye sınıfının çıkarlarını temsil etti. Özal 24 Ocak Kararları’nın mimarı ve 12 Eylül’ün başbakanı olarak Türkiye’yi neoliberalizme açtı. Ve Erdoğan son 20 senedir Türkiye’nin sermaye düzeninin ihtiyaçları ve çıkarları doğrultusunda hareket etti.

Dünyada da böyledir ama Türkiye’de sağın işlevi budur. Sermayenin ajandasını uygularken ve programını hayata geçirirken esas çelişkinin, yani emek-sermaye çelişkisinin üzerini örtmek, esas meseleyi, yani sömürüyü görünmez kılmak, bunun için de toplumu dinle ve milliyetçilikle afyonlamak, “ezan susmaz, bayrak inmez” hamasetiyle ahmaklaştırmak, “vatan, millet, Sakarya” edebiyatıyla sürüleştirmek ve böylelikle sömürü düzeninin meşruiyetini ve bekasını tesis etmek… Evet, sağın işlevi tam olarak budur.

Dolayısıyla Türkiye toplumunun “özü itibariyle” sağcı olduğu iddiası bir zırvadan ibarettir; Türkiye toplumu özü itibariyle sağcı değildir, bu ülke çok büyük, çok organize, çok bilinçli bir sağcılaştırma operasyonuna maruz bırakılmıştır ve özellikle 12 Eylül darbesiyle derinleşen, süreklilik kazanan bu operasyon on yıllardır devam etmektedir.

Bugün AKP’nin oyu deposu olarak görülen toplumsal kesimler, yani alt sınıflar, kent ve taşra yoksulları, enformel sektörde çalışanlar, onlarca gazeteyle, radyoyla, internet sitesiyle, tarikatlarla, cemaatlerle, vakıflarla, imam-hatiplerle, Kuran kurslarıyla kuşatılmış durumdadır. Ortalama bir yoksul Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bu devasa şebekenin, böylesine derin bir kuşatılmışlığın içine doğmakta, bu kuşatılmışlığın içerisinde büyümekte, sosyalleşmekte ve politik bilincini bu sosyolojik- politik iklimin içerisinde edinmektedir.

Yani “vatan, millet, Sakarya” hamaseti boşlukta oluşmamakta, sağın ideolojik aygıtları ve hegemonya mekanizmaları bireyi sarıp sarmalamakta, kopkoyu bir karanlıkla onu kuşatmakta ve “millet”in bir ferdi, yani Türk sağının tabanı, kadrosu, militanı haline getirmektedir. Bu kuşatma halinden bir sağcı olarak çıkmamak ise çok esaslı, çok büyük bir mucizedir.

Düzen muhalefetinin seçimlerde aldığı yenilginin temel nedenlerinden biri bu şebekeyi çözündürecek, bu toplumsallığa müdahale edecek araçları geliştirmekten yoksun oluşu ya da daha doğrusu geliştirmek istemeyişidir. Yani Türk sağının yarattığı kolektif kimliğin karşısına başka bir kimlik konulamamış, bilakis o kimlik veri kabul edilerek, oradan oy alınacağı ve iktidar olunacağı hesabı yapılmıştır.

CHP’nin kurduğu ittifakın adının “millet” olması tesadüf değildir; CHP’nin geleneksel terminolojisinde geçmişten bugüne hep ulustan, halktan, yurttaştan söz edilmiştir ama partiyi sağa çekme sürecinin bir parçası olarak Türk sağının inşa ettiği kimlik, yani “millet”, sorgusuz sualsiz kabul edilmiş ve AKP’yle sağcılık yarıştırarak, sağın diliyle konuşularak seçim kazanılacağı varsayılmıştır. Sonuç ise ortadadır; aslı varken suretini kimse bir kez daha tercih etmemiştir ve bu da hiç şaşırtıcı değildir.

Yazının başlığını “millet kazandı, halk kaybetti” koymuştuk. Bir kolektif kimlik olarak “millet”in kazandığı yerde halk kaybeder. Çünkü tarihsel olarak “millet” dincilik ve milliyetçilik hamasetiyle inşa edilmiştir, lidere tapar, biat eder, hakkının, hukukunun peşinde koşmaz. Onun kazanması ise halk adlı kolektif kimliğin kaybetmesi demektir; çünkü hamaset büyüdükçe halkın ekmeği küçülmektedir. Ama mesele sadece bu değildir; “millet”in kazandığı yerde örgütlü, hakkını, hukukunu savunan, politik bir bilince sahip, ortak akılla hareket eden ve bunlar üzerinden kendini inşa eden bir kolektif özne, yani halk yoktur. Halkın olmadığı yerde ise sömürü düzeni yoluna dizginsiz bir şekilde devam eder, zengin daha da zenginleşirken yoksul daha da yoksullaşır.

O halde mesele “millet”i inşa eden ve onu oy deposu haline getiren sağ siyasetle nasıl mücadele edileceği meselesidir. Dinciliğin, milliyetçiliğin ve piyasacılığın karşısına bunların farklı versiyonlarıyla çıkmak, bunlarla yarışmaya kalkışmak kimseye bir şey kazandırmamaktadır. Dolayısıyla ihtiyacımız olan şey halk adlı kolektif öznenin inşa edilmesidir. Bu ise ancak halkla birlikte hareket eden, halkın taleplerini siyasallaştıran, halkı doğrudan siyasal alana taşıyan bir siyasetle mümkün olabilir.

Türkiye’de sol bugün gelinen noktada, seçimlerin ve sandığın ötesine uzanan, CHP ve HDP’nin gölgesinin düşmeyeceği, “ekmeği nasıl bölüşeceğiz” sorusunun merkeze yerleştiği, yeni kanallar ve araçlar geliştirmiş, yeni örgütlenme modelleri oluşturmuş, iktidar stratejisi belli bir şekilde halka gitmeli ve tüm bunlar üzerinden bir kolektif özne olarak halkı inşa etmenin yollarını aramalıdır.

Bu yapılmadığı sürece “millet” hep kazanmaya, halk ise hep kaybetmeye devam edecektir.

                                                                   /././

Seçimin gölgesinde kalanlar (Kadir Sev)

'Ülkenin, insana değen ne kadar sorunu varsa seçimin gölgesinde kaldı. Çoğu gündeme bile giremedi. Bu kargaşada atı alan Üsküdar’ı geçti: kamu malları hızla el değiştiriyor.'

Bu memlekette aylardır, Cumhurbaşkanı ve Parlamento seçimleri tartıştırıldı. Ne tür bağdaşıklıklar kurulursa kazanma şansının artacağı üzerine çeşitlemeler yapıldı, kafalar yoruldu. Bu arada ülkenin, insana değen ne kadar sorunu varsa seçimin gölgesinde kaldı. Çoğu gündeme bile giremedi.

Bu kargaşada atı alan Üsküdar’ı geçti: kamu malları hızla el değiştiriyor.

Ülkede, maden, enerji, ticaret ve konut alanı terörü estiriliyor. Kaz dağları, İkizdere maden arama ve işletme avcılarına; Doğu Akdeniz, nükleer santral yapımcılarına teslim edildi. Karadeniz sırada bekletiliyor. Jeotermal Enerji üretmek adına tarım toprakları verimsizleştiriliyor. Ellerine bir biçimde HES ruhsatı geçirenler, derelerin başına çöküyor.

Turizm alanlarının bütüncül planlanması adına Kapadokya ve Uludağ Alan Başkanlıkları kuruldu. Kamu kurumu özelliği bile tartışmalı bu örgütler, çevre koruma yasalarına uymaksızın İmar planı ve uygulama yetkileriyle donatıldı. Yetkilerini doğayı ve tarihsel dokuyu bozacak bir anlayışla kullanmaktan çekinmiyorlar.

Bu arada deprem de fırsat bilindi: afet bölgesi ilan edilen yerlerde yapılaşma için alınması gereken izinlerden vazgeçilmesinin öngörüldüğü bir Cumhurbaşkanı Kararı yayımlandı. Depremzedelerin, kendilerine sorulmadan haklarında alınan kararlara itiraz etme olanakları ya kısıtlandı ya da bütünüyle ellerinden alındı.

Depremin yaralarını sarmak adına Afet Yeniden İmar Fonu adlı bir örgüt kurularak yurt içinde / yurt dışında dilediği tutarlarda borçlanma yetkisi verildi. Yasada yetkinin ölçüsü, sınırları çizilmedi; alabilecekleri borcun üst sınırı da öngörülmedi. Bakanlardan oluşan Fon yöneticileri, yasal engellere takılmadan dayatılacak koşullarla diledikleri kadar borç alabilecekler. Böylelikle hesap sorulabilme yolu da kapatılmış oldu. Sorumluluktan kurtulabilmeleri için daha uygun koşullarda borç bulamadıklarını söylemeleri yetecek.

Kamu taşınmazları hızla el değiştiriyor. Üstelik seçimin gölgesinde ivme kazandı. Kamu İdarelerinin 27- 30 Mayıs günleri arasındaki son dört gün içinde Resmi Gazetede yayımlanan ihale ilanlarına bakıldığında 857 milyon lira beklenen gelir üzerinden çok sayıda taşınmazını satmaya giriştiği görülüyor.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Antalya, Milas ve Kocaeli il Başkanlıkları Milli Emlak Mülkiyetindeki taşınmazlarını yaklaşık 115 milyon lira; İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile Bakırköy ve Üsküdar Belediye Başkanlıkları, 755 milyon lira; İzmir/Dikili Belediye Başkanlığı, yaklaşık 7,8 milyon lira beklenen gelir üzerinden satışa çıkardı.

Milli Emlak ve Belediyeler, taşınmazlarını sattıkça kentlerin planlanması üzerindeki güç ve etkilerini yitiriyorlar. Kentleri, sermayenin kâr güdüsü biçimlendiriyor.

Muhalefet olarak kodlanan partiler/ittifaklar aylardır, iktidar olurlarsa yapacaklarını sıraladılar. Ne hikmettir bilinmez; yukarıdaki sorunları gündemine alan olmadı.

Sermayenin kâr güdüsü yüzünden, zehirleniyoruz; kentler nüfusa boğuldu; doğal, kültürel, tarihsel varlıklarımızı hızla yitiriyoruz; tarıma elverişli topraklarımızı verimsizleştiriyoruz; kentler gökyüzüne ulaşmaya çalışan konutlarla dolduruldu.

Meclis muhalefeti seçimde beklediği başarıyı yakalayamadı. Üstelik, CHP’nin parlamentodaki üye sayısı daha da azaldı. Yasa teklifleri ile denetim raporlarının görüşmelerinde hiç sözü geçmiyordu. Sayılarının yetersizliği gerekçesine sığınıyorlardı. Olanakları daha da kısıtlandı.

Parlamentoya tutsak edilmiş muhalefetin çıkar yol olmadığını öğrenmiş olmalıyız. Hele bir üye sayıları artsın, iktidar olsunlar bakalım ne yapacaklar diye 5 yıl daha bekleyemeyiz; beklememeliyiz.

Meclis muhalefeti de toplumun yaşam alanlarına kılcal damarlarına değin işleyecek yöntemler geliştiremezlerse siyasette sözlerinin geçmeyeceğini öğrenmiş olmalıdır. İkizdere’deki; Kaz dağlarındaki; Yatağan’daki; Aydın ve Manisa’daki yıkımlarını önleyebilecek güçte yerel direniş odakları örgütlenir ve ve yerel örgütlerine yeterli destek verilirse Parlamentodan çok daha etkili sonuçlar alınması işten bile değildir.

Parlamento, siyasi mücadeleden kaçma organı olarak kullanılmamalıdır.










30 Mayıs 2023 Salı

BİRGÜN - 30 MAYIS 2023 -

 


Ülkenin karpuz gibi ortadan yarıldığı görülüyor. Olumsuz faktörlere karşın Kılıçdaroğlu’nun oylarının artması muhalefet bloğunun rejime karşı direnmekte ne denli kararlı olduğunu kanıtlaması açısından da umut veriyor.

28 Mayıs seçiminin özeti: Katılımda sınırlı bir düşüş oldu, herkes 14 Mayıs’taki pozisyonunu korudu. Basit bir hesapla, Kılıçdaroğlu’nun yüzde 44.88’lik oy oranını yüzde 50’ye çekebilmesi için; Oğan+İnce’nin yüzde 5,60’lık oylarının yüzde 95’ini alması gerekiyordu, böyle bir mucize gerçekleşmedi. CHP Genel Başkanı oylarını yüzde 2.96 yükseltirken, Erdoğan’ın oylarının yüzde 2.64 artışı, kabataslak yüzde 55-45 gibi bir dağılım olduğunu gösteriyor.Ülkenin bir kez daha karpuz gibi ortadan yarıldığı görülüyor. Bir yanda özgürlükten, demokrasiden, laiklikten, kadın-erkek eşitliğinden, bir arada yaşamdan yana bir Türkiye var. Öte yanda da tek lidere biata, itaata amade; din ve mezhebin yaşamında önemli yer tuttuğu, dış tehdit, terör, güvenlik, korkusunun teslim aldığı; memleketteki tüm olumsuzlukları dış güçlere bağlama demogojisine teşne bir Türkiye…

***

Türkiye’nin aydınlık yüzü, tüm olumsuz koşullara karşın ikinci turda da sandık başına gitti. Sayım sonrasında üzüldüyse de, yılgınlığa, boş vermişliğe, umutsuzluğa prim vermedi. Sonunda sosyal-demokratların, solcuların, sosyalistlerin, Kürt muhalefetinin, laiklerin, liberallerin, merkez sağın burjuva demokrasisinden kopmamış kesimlerinin oluşturduğu geniş bir blok söz konusu. Ülkede fikir üreten, sanat üreten, farklı kültürlere açık insanlar burada yoğunlaşmış durumda.

Elbette son tahlilde muhalefet açısından bir yenilgi söz konusudur. Ancak tüm dünyada sağ popülist, otoriter rejimler bir kez iktidara geldiler mi; partiyle devleti özdeşleştirmekte, kendi müşteri-çıkar ilişkilerini yerleştirmekte, devletin tüm propaganda aygıtlarını kendi ideolojilerini yaygınlaştırmak için seferber etmektedirler. Türkiye’de bu anlamda tarikat ve cemaat yapıları, MHP gibi faşist hareketin merkezi siyasi aktörler de mevcut İslami rejimin organik parçalarıdır. Bu nedenlerle ne yazık ki bu tip baskıcı rejimleri alaşağı etmek kolay olmamaktadır.

***

Kemal Kılıçdaroğlu’nun ismi etrafında birleşen muhalefet bloku seçimlerde üç büyük dezavantajla yarışmak zorunda kaldı. Birincisi, devletin tüm olanakları, hiçbir yasa ve kural tanımaksızın, cunta dönemlerinde bile görülmemiş bir biçimde Erdoğan için kullanıldı. Başta valiler, mülki idare amirleri, tüm güvenlik güçleri, yargı, din görevlileri partizanca siyasi faaliyet yürüttü. Bakanlık binaları bile AKP’nin il örgütü gibi karargâh olarak kullanıldı. Seçimlerde en etkin rol oynayacak üç kurumsal yapı; TRT, YSK ve RTÜK tamamen ‘Reis’e hizmet amacıyla devreye girdi.

İkincisi; bütçe olanakları, sosyal yardımlar öncelikle Cumhur İttifakı seçmenini hoşnut edecek şekilde, adeta adrese teslim kullanıldı. Asgari ücretin enflasyona paralel artırılması, en düşük emekli maaşının 7 bin 500 TL’ye çekilmesi, kamu işçilere sözleşmesinin seçim öncesi fena sayılamayacak koşullarda bağıtlanması, elden nakit ödeme dahil parti kanalıyla seçmene doğrudan fonlama sağlanması, özellikle Anadolu’nun muhafazakar kentlerinde yaşayan, kira ödemeyen, ulaşım masrafına katlanmayan, tüm gereksinimlerini piyasadan karşılamak zorunda kalmayan seçmenin enflasyondan fazla zarar görmesini, yaşam standartlarının düşüş göstermesini engelledi. Metropol kentlerde yaşayan, beyaz yakalı, eğitim düzeyi daha yüksek geçimi piyasa fiyatlarına endeksli orta/orta üst gelir kategorisindeki insanlar, özellikle Eylül 2021 faiz indirim süreçleri sonrası ekonomik anlamda en fazla kaybeden kesim oldular. Ne var ki onların da zaten büyük ölçüde AKP rejimine itibar etmeyen seçmenler grubunda bulunması, hoşnutsuzluklarının oy dengesine yansımasını engelledi. Aslında artan gıda enflasyonuyla tencere boş değilse de, artık o tencereye daha az et, taze sebze giriyor, masaya daha az taze meyve konuluyordu. Ancak satın alma gücünde bu düşüş seçmenin oy tercihini değiştirmesine yol açacak, kültürel-siyasi yönelimini değiştirecek ölçüde güçlü değildi. 2018’deki “Patates, soğan, güle güle Erdoğan” sloganı gibi. 2023 “TOGG mu, soğan mı” tartışması da bir hoş seda olarak kaldı, yeterince oy tercihlerine yansımadı.

***

Üçüncüsü, TBMM’nin çoğunluğunun Cumhur İttifakı’na geçmiş olması, Kılıçdaroğlu’nun seçilmesi halinde yasama ile yürütme arasında bir uyumsuzluk yaratma potansiyeli taşıyordu. Belki daha da önemlisi, Millet İttifakı’nın baştan beri vaat ettiği parlamenter demokrasiye geçiş planının en az 5 yıl ertelenmesi anlamına geliyordu. Zaten yapısı oldukça karışık 6’lı İttifak’a en son Ümit Özdağ’ın da eklemlenmesi, yetkilerin ve sorumlulukların nasıl dağıtılacağı, bakanlıklar ve bürokraside sorumlulukların ne şekilde üstlenileceği konusunda şüpheler doğuruyordu. Ayrıca Özdağ gibi aşırı sağ, şovenist bir figürün koalisyona ortak edilmesi Kürt seçmende ve sosyalistlerde tepki yaratabilirdi. Her ne kadar tüm bunları seçim öncesi telaffuz etmekten kaçınsak da, gerçek orta yerde duruyordu.

Bütün bu olumsuz faktörlere karşın Kılıçdaroğlu’nun oylarının artması; kendisinin seçim sürecinde iyi bir performans sergilemesi, güven aşılaması yanında muhalefet blokunun AKP rejimine karşı direnmekte ne denli kararlı olduğunu kanıtlaması açısından da umut veriyor. Kılıçdaroğlu’nun yüzde 47,84 oyu; 2018 seçimlerinde İnce (yüzde 30.64), Demirtaş (yüzde 8.40), Akşener (yüzde 7,29) ve Karamollaoğlu’nun (yüzde 0.89), toplamda yüzde 47.22 oyunu kıl payı geride bırakıyor. Bu bir yanıyla, Kılıçdaroğlu’nun yeterli olmasa da bu oyları tek bir adayda toplama becerisini gösteriyor, bir yanıyla da köprünün altından bunca sular akmasına karşın bloklar arasında geçişkenliğin ne kadar sınırlı kaldığını…

***

Kılıçdaroğlu CHP belediyesi bulunan tüm illerde ipi önde göğüsledi. Ancak ilk turdaki yüzde 4.66 farkın kapanması için oylarını ortalama bu oranda artırması gerekiyordu. Hiçbir metropol ilde bunu başaramadı. İstanbul’da fark yüzde 1.86’dan yüzde 3.56’ya; Ankara’da yüzde 1.32’den yüzde 2.46’ya yükseldi. İzmir, Adana, Antalya, Eskişehir, Mersin’de de benzer sıçrama eğilimi gözlendi. Kürt seçmenlerin çoğunlukta bulunduğu illerde oy yüzdeleri Diyarbakır’da yüzde 0.30, Mardin’de yüzde 0.87, Siirt’te yüzde 0.82, Şanlıurfa’da yüzde 0.94 olmak üzere sınırlı bir düşüş gösterdi. Ancak burada Kürtler, Kılıçdaroğlu’na belirgin biçimde oy vermedi yorumu abartılı olur. Çünkü batı illerindeki daha yüksek oranlı artışlar daha çok Oğan+İnce oylarının yönlenmesinden kaynaklandı. Hâlbuki Kürt illerinde Oğan’ın oyları ancak yüzde 1’in üzerindeydi. Dolayısıyla buralarda da sonuçları belirleyecek bir oy değişimi gözlenmedi.

Son tahlilde AKP’nin baskıcı başkanlık rejimi devam ediyor. Bu kez, “domuz bağı” infazlarıyla hatırladığımız Hüda-Par, aşı karşıtlığı ve kadın hakları düşmanlığıyla bilinen Yeniden Refah da Cumhuriyet tarihinin bu en gerici koalisyonunun organik bileşeni... Söz konusu rejime en kararlı, en tutarlı direnme potansiyeli sosyalistlerde bulunuyor. 28 Mayıs sürecinde de sandıklara fedakârca sahip çıkarak, muhalefetin adayı Kılıçdaroğlu’nun disiplinli bir biçimde arkasında durarak tüm muhalefet çevrelerine güven ve umut verdiler. Önümüzdeki dönem, yerel seçimler süreci; bizleri bir yandan bağımsız bir sosyalist odak inşasında yol alırken, diğer yandan geniş muhalefet blokunun bir parçası olmak, fikri ve programatik anlamda anti-faşist, laik cepheye daha fazla yön vermek sorumluluğuyla karşı karşıya bırakıyor.

Bir sonraki yazımızda ayrıntılı işleyeceğimiz gibi, ülkeyi çok daha çetin ekonomik bir çalkantı bekliyor. Bu dönemin gereklerine uygun talepler ve örgütlenmeler de büyük önem taşıyor.

Neyse ki 12 Eylül 1980’den beri 40 yıldır yaşadıklarımız, asla pes etmemeye ilişkin inancımız bizi ayakta tutuyor!

                                                                 /././

Merve Dizdar: Kadın olmanın ne kadar zor olduğunu biliyoruz, ben de bu konuda bir konuşma yaptım

76. Cannes Film Festivali'nde Nuri Bilge Ceylan'ın yönetmenliğini yaptığı "Kuru Otlar Üstüne" filmindeki rolüyle en iyi kadın oyuncu ödülünü alan Merve Dizdar, AKP'liler tarafından hedef gösterilmesine dair konuşmada "Kadın olmanın ne kadar zor olduğunu biliyoruz ve ben de bu konuda bir konuşma yaptım” ifadelerini kullandı.(https://www.birgun.net/haber/merve-dizdar-kadin-olmanin-ne-kadar-zor-oldugunu-biliyoruz-ben-de-bu-konuda-bir-konusma-yaptim-441236)

RTÜK Başkan Yardımcısı Uslu, oyuncu Merve Dizdar'ı hedef aldı: 'Tebrik edilesi bir yanı yok'

Radyo ve Televizyon Üst Kurulu Başkan Yardımcısı İbrahim Uslu, "Kuru Otlar Üstüne"deki performansıyla 76. kez düzenlenen Cannes Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü'nün sahibi olan Merve Dizdar'ı sosyal medyadan yaptığı paylaşımla hedef aldı. Uslu, "Önce kendi ülkene saygı duymayı öğreneceksin Merve Dizdar" diye yazdı.(https://www.birgun.net/haber/rtuk-baskan-yardimcisi-uslu-oyuncu-merve-dizdar-i-hedef-aldi-tebrik-edilesi-bir-yani-yok-440831)

Sosyal medyada gündem oldu: Anadolu Ajansı'na Merve Dizdar tepkisi


76'ncı Cannes Film Festivali'nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü'nü Merve Dizdar kazandı. Dizdar'ın 76. Cannes Film Festivali'nde kazandığı ödüle, ilgili haberinin en sonunda yer veren Anadolu Ajansı sosyal medyada tepki çekti.(https://www.birgun.net/haber/sosyal-medyada-gundem-oldu-anadolu-ajansi-na-merve-dizdar-tepkisi-441103)

AKP'li isimden Cannes'da en iyi kadın oyuncu ödülünü alan Merve Dizdar'a çirkin sözler: "Batının ezik kölelerinden biri"

AKP Merkez Karar Yönetim Kurulu (MKYK) Üyesi Emre Cemil Ayvalı, Cannes Film Festivali’nde 'En İyi Kadın Oyuncu' ödülünün sahibi olan Merve Dizdar'ın ödül konuşmasından rahatsız oldu. Ayvalı, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımla hedef gösterdiği Dizdar hakkında, "Batının ezik kölelerinden biri daha" dedi.(https://www.birgun.net/haber/akp-li-isimden-cannes-da-en-iyi-kadin-oyuncu-odulunu-alan-merve-dizdar-a-cirkin-sozler-batinin-ezik-kolelerinden-biri-440800)

AKP'li Külünk, Merve Dizdar'ı tebrik eden Bakan Ersoy'un eşini hedef aldı: CHP'li eşi gibi, kabul edilemez!

AKP Merkez Karar Yönetim Kurulu (MKYK) üyesi Metin Külünk, Cannes Film Festivali'nde ödül alan oyuncu Merve Dizdar'ı tebrik eden Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy'un eşi Pervin Ersoy'u "CHP'li eşi gibi, kabul edilemez!" ifadeleri ile hedef aldı.(https://www.birgun.net/haber/akp-li-kulunk-merve-dizdar-i-tebrik-eden-bakan-ersoy-un-esini-hedef-aldi-chp-li-esi-gibi-kabul-edilemez-441205)

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, İstanbul’un Fethi’nin 570. yıl dönümü kutlamalarında konuştu. İmamoğlu, seçim sonuçlarıyla ilgili yaptığı açıklamada "Birisi hala bir seçim kazansa da İstanbul'un iradesine saygı duymayabilir. Ne sen ne uydurma yargı kararları İstanbul'u asla teslim alamayacak" dedi.(https://www.birgun.net/haber/imamoglu-ne-sen-ne-uydurma-yargi-kararlari-istanbulu-asla-teslim-alamayacak-441291)

AGİT ve AKPM seçim gözlemlerini açıkladı: İktidar haksız avantaja sahipti


AGİT ve Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nin seçim gözlem heyeti, Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turuna ilişkin tespitlerini açıkladı. AGİT Parlamenter Asamblesi’nin Heyet Başkanı Farah Karimi, “Birinci turda, şartların eşit sağlanmadığı ve kampanyanın adil olmadığı yönündeki endişeler devam etmiştir. Görevdeki cumhurbaşkanı haksız bir avantajdan yararlanmaya devam etti” değerlendirmesinde bulundu. AGİT Seçim Gözlem Heyeti Başkanı Jan Petersen ise, “Gözlemciler, ailece gruplar halinde oy kullanıldığını ve bazı seçim merkezlerinin düzeninden dolayı oy gizliliğinin potansiyel olarak tehlikeye girdiğini belirtmiştir” dedi.(
https://www.birgun.net/haber/agit-ve-akpm-secim-gozlemlerini-acikladi-iktidar-haksiz-avantaja-sahipti-441284)

Erdoğan ve Kılıçdaroğlu en yüksek oy oranlarını hangi kentlerden aldı?

AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan, Cumhurbaşkanı Seçimi'nin ikinci turunda en fazla oyu Bayburt'tan, CHP lideri Kılıçdaroğlu ise en fazla oyu Dersim'den aldı.

Cumhurbaşkanı Seçimi'nin ikinci turunda AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan en yüksek oy oranını Bayburt'tan, Millet İttifakı'nın Cumhurbaşkanı Adayı Kemal Kılıçdaroğlu ise memleketi Dersim'den aldı. İki adayın en yüksek oy oranları kentlerde şöyle kayda geçti:

Erdoğan: Bayburt: Yüzde 82.45, Gümüşhane: Yüzde 78.54, Çankırı: Yüzde 76.76, Yozgat: Yüzde 76.36,Rize: Yüzde 75. 86

Kılıçdaroğlu: Dersim: Yüzde 82.81, Şırnak: Yüzde 76.29, Hakkari: Yüzde 72.09,Diyarbakır: Yüzde 71.61, Kırklareli: Yüzde 68.42

YSK'nin açıkladığı resmi olmayan sonuçlara göre, seçimi yüzde 52 oy oranı ile kazanan AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan, ülkenin 13. Cumhurbaşkanı oldu. 

 ANKARA İLÇELERE GÖRE OY DAĞILIMI 





 İSTANBUL İLÇELERE GÖRE OY DAĞILIMI 



 İZMİR İLÇELERE GÖRE OY DAĞILIMI 










CUMHURİYET - 30 MAYIS 2023 -

 


Meşru, gayri meşru (Özdemir İnce)

İki tanım:

Meşru: Anayasanın, yasaların, genel ahlakın doğru bulduğu.

Gayri meşru: Meşru olmayan. Anayasanın, yasaların, genel ahlakın doğru bulmadığı.

Temel değerler:

Vatan: Bir ulusun üzerinde egemenlik kurduğu, üzerinde özgür bir şekilde yaşadığı ülke, topraklar. Türkiye ithal vatandaşların vatanı değildir.

Vatandaş: Bir ülkenin vatandaşlık haklarına sahip kişi. Seçme ve seçilme hakkı, (erkek için) askerlik yapmak ve vergi vermekle görevli kişi. Erdoğanistan’ın özel vatandaşları Türkiye’ye vergi veriyor mu? Türkçe bilmeden seçme hakkına sahip kişiyi milletvekili ya da cumhurbaşkanı seçer misiniz?

Millet (Ulus): Genel olarak bir toprak, vatan üzerinde yaşayan homojen insan topluluğu. Aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, ülkü, duygu, gelenek ve görenek birliği olan insanların oluşturduğu topluluk...

İthal vatandaşlar “millet”ten değildir.

AKP döneminin geçer akçeleri:

Yalan: Aldatmak amacıyla ve gerçeğe aykırı olarak söylenen söz. Doğru ve gerçek olmayan, uydurma, asılsız (söz, haber vb.) İktidar büyüklerinin varoluş nedeni, yatırım ve sermayesi!

İftira: Bir kimseye gerçek olmayan bir kötülüğü, ayıbı, utancı ve suçu, amaçlı olarak, bilerek yükleme, kara çalma. Gafillerin, yurttaşlık bilincinden yosunların afyonu.

Müfteri: İftiracı. Kötülük kumkuması, insan onurundan yoksun aşağılık kişi.

Rüşvet: Bir kamu görevlisinin, kendisine bir yarar sağlamak amacıyla, görevinin gereklerine aykırı olarak bir işi yapması veya yapmaması için biriyle vardığı anlaşma uyarınca aldığı para ya da karşılık.

Liyakat: Layık olma, yaraşma, yaraşırlık, uygunluk, yeterlilik, yetenek. AKP saltanatında aranmayan, kötü sayılan nitelik.

Nepotizm: Akraba ve arkadaş kayırma. İltimas geçmek, torpil yapmak.

İki şey:

Bilinçsiz gençlik: İki yerde işe yarar: sporda ve yatakta. İkisinde de yetenek gerekir.

Lümpen proletarya (Marx’a göre): Marx’ın Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i (1852) adlı kitabında tanımlamasına göre toplumun sınıfları tarafından istenmeyenler tanımında dolandırıcılar, itimat hilebazları, genelev sahipleri, çaput ve kemik tüccarları, laternacılar, dilenciler ve toplumun diğer kimsesizleri...

Yurtdışında yaşayanlar oy vermemeli: Vatandaşlık bilinci erozyona uğramayan, bizimle kader ortaklığını yitirmeyen, eğitimli ve aydın nitelikli ve yol arkadaşlarımız dışında kalan, Türk Lirası yabancı ülkeler parası karşısında değer yitirdikçe semirip zenginleşen bu lümpen kitlenin bizimle herhangi bir kader ortaklığı yoktur. Çağının çağdaşı, demokrasi aşığı kitleyi gücendirmek pahasına da olsa, yurtdışında yaşayanlara oy hakkı tanınması ülkemizin geleceği için zararlı ve tehlikeli olmuştur.

Türkçe bilmeyen ithal yurttaşlar: Tamamı asalak ve mesleksiz olup siyasal İslamcıdır, Cumhuriyet düşmanıdır. R.T. Erdoğan’ın paralı paramiliter gücü ve seçmen deposudur. Ülkemiz için büyük bir tehlikedir. Gelecek seçime kadar en az 10 milyon yabancı ayaktakımı vatandaş yapılacaktır.

Sonuç: Bu seçimin, Türkiye sınırları içinde meşru galibi Kemal Kılıçdaroğlu’dur. Cumhurbaşkanlığı “gayri meşru” tarafından çalınmış ve despotizm kazanmıştır. Ancak despotizm fani, demokrasi ölümsüzdür.

Bu seçimin gayri meşru galibi R.T. Erdoğan’dır. Seçimi yurtiçindeki kadrolu seçmenler, yurtdışında yaşayan ve enflasyon sayesinde zenginleşen, vatandaşlık ruhundan yoksun, tuzu kuru, ülkemizin geleceğini umursamayan, dolar ve Avro’nun tutsağı olmuş Türkiyeliler ve Türkçe bilmeyen, TC vatandaşı olup Türk olmayan, Cumhuriyet ve demokrasi düşmanı bir güruhun verdiği oylar sayesinde kazanmıştır.

Acıyan kadınlarımıza acısın! Ama onlar kendilerine acınsın istemezler, milletvekili kontenjanı isterler. Kendilerini tanımlayamayan yoksullara kimse acımasın, nasıl olsa onların Allah’ı var ama Allah’ın defter ve kitabında onların yeri ve adı yok.

Türkiye’de yaşayan Türkler R.T. Erdoğan’ı seçmedi! Yurtdışı oylar ile ithal vatandaşlığın oylarını toplamdan düşün, anlarsınız! Yazık oldu, Türkiye artık ipotek altında, yakında icraya verilirse hiç şaşmam!

Bana gelince: Bir kez daha seçim kaybettim ama yenilmedim, pes etmedim! Zamanında yapılırsa gelecek seçimde 92 yaşımda olacağım. Kazanmak için çalışacağım!

Haydi, şu melun teröristlerin işini bitirin de seçime benzer bir seçim yapalım!

                                                           /././

Montaj kazandı (Murat Ağırel)

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları cumhurbaşkanını seçti. Resmi olmayan sonuçlara göre Recep Tayyip Erdoğan kâğıt üzerinde yenilgisiz olarak siyasi kariyerini noktalamaya doğru gidiyor.

Bu dönemde iktidarı; bir darbe girişimi, bir muhtıra, (2008) küresel ve (şu anda devam eden) büyük ekonomik kriz, birçok bombalı saldırı, başta 6 Şubat depremi olmak üzere sayısız doğal afet atlattı.

Bu bir başarı mıdır, kesinlikle başarıdır. Önce muhalif kesimin bahanelere sığınmadan bu gerçekle bir yüzleşmesi gerekiyor. Çünkü bahaneleri bertaraf edecek zaman da vardı imkân da vardı. Uyarılar dinlenilmedi, önemsenmedi, uyaran kişilere şimdi zamanı değil denildi ve mahalle baskısı ile susturuldu. Ecevit’ten bu yana, bizim gibi yarı gelişmiş feodal toplumlarda net bir lider çıkaramamanın acısı çekiliyor.

Türk halkına teşekkür etmek gerekiyor. Şanlıurfa’daki aşiretlerin eski çağdan kalan alışkanlıkları ve kendini bilmez kişilerin yaptığı vandallık haricinde bu kadar gergin ve başa baş giden bir seçimde demokratik bir olgunluk gösterildi. Seçim sonrasında ise Ordu’da öldürülen İYİ Partili vatandaşımız hayatını kaybetti.

Bakın, aynı durum çoğu Avrupa ve ABD’de olsa senatolar basılır kavgalar çıkardı. Latin Amerika ülkelerini söylemiyorum bile. Brezilya’da son seçimlerde seçimi kaybeden taraf Meclis binasını bastı. 

Tabii bu durum ülkemizdeki muhaliflerin de olgunluğunu gösterir. Yoksa AKP’liler kaybetseydi neler olurdu diye de düşünmemiz gerek.

Öte yandan seçim üzerine yüzlerce analiz yapılacak. Ben burada uzun uzadıya şöyle olsaydı böyle olurdu diye bir çabaya girişmeyeceğim.

Kılıçdaroğlu kuşkusuz Türk siyasetinin en dürüst, en temiz insanlarından birisi. Seçimde de elinden geleni yapmaya çalıştı. Türkiye’nin bu döneminde, üzerinde mutabakat sağlayabileceği ihtiyacı olan da bir adaydı. Ancak Kılıçdaroğlu’nun bir “lider” olmadığını artık senelerden bu yana herkes söylüyor zaten.

Niye aday oldu, İmamoğlu aday olsaydı kazanırdı, Mansur Yavaş tek aday olmalıydı” kolaycılığına girmeyeceğim. 

Eleştirdiğim nokta, ilk turda elimizle kalp yapana kadar ikinci turda yapılan seçim kampanyasını baştan sona gerçekleştirememek...

Yazılı ve görsel medyanın yüzde 90’ını elinde bulunduran, devletin tüm kurumlarını parti teşkilatı gibi kullanan ve kurumların tüm imkânlarını teşkilatlarına kullandıran, camilerde miting yapan bir rakibe karşı alınması gereken hiçbir önlem alınmadı.

Altılı masanın her şey kontrol altında söylemlerinin hepsinin boş olduğunu çok net gördük. Her şey kontrol altında dedikleri TBMM’de alınacak milletvekili sayısından ibaret olduğunu görmüş olduk.

Seçmen sayısındaki tuhaflıklara dikkat çektik umursanmadı, ev alma ve şirket kurma karşılığı dağıtılan yüz binlerce vatandaşlık ile ilgili yazılar yazdık, belgeleri sunduk, “Seçimi etkileyecek sayıda değil” denildi.

Anlatamadık ve sonuçta 2018’de nasıl “Adam kazandı” ise 2023’te de “Montaj kazandı.

Gerçek, yalanlara yenildi. Erdoğan, “Bakın PKK’lilerle alkış yapıyor” dedi kazandı. “Dış güçler bize saldırıyor soğan o yüzden pahalı” dedi inandırdı. Çözemeyeceğini bildiği halde “Sıkın dişinizi ben seçilirsem ekonomik krizi çözerim” dedi inandırdı. Önceden miting meydanlarında elinde Kuran sallıyordu. Bu seçimde onu yapmaya bile gerek duymadı. 

Bunun karşılığında Kılıçdaroğlu’nun “Emeklilere 15 bin liralık ikramiye” ile “Öğretmenlere 100 bin atama” vaadi dışında tutan bir sloganı olmadı. 

418 milyar doları geri alacağına” kimse inanmadı. “En düşük memur maaşı net 21 bin 265 lira seviyesinde olacak” vaadine karşılık Erdoğan’ın “22 bin lira olacak” vaadi gelince bu da geçersiz kaldı. 

Kılıçdaroğlu’nun yanındaki Batı aşığı neoliberal tayfa yüzünden Putin’e sert çıkışları onu, “Rusya karşıtı, ABD’nin emrinde” bir çizgiye oturttu. 

Halbuki Erdoğan’a buradan vuracak o kadar çok malzeme vardı ki... Ecevit’in “Biz milliyetçiliği; sokak duvarlarına değil, Kıbrıs’ın topraklarına, Ege’nin deniz yataklarına yazmışız. Biz milliyetçiliği Batı Anadolu’nun haşhaş tarlasına yazmışız” çizgisini savunsa bile yetecekti. Ama Batı yanlılığı buna engel oldu. “Selo’yu çıkaracağız” söylemi ağır bastı. 

Şu anlaşılamadı... Türk milletinin büyük bir bölümünün 21 yıldır öncelikleri değiştirildi. Vatandaş yalandan da olsa imaj olarak direnen mücadele eden bir lider istiyordu. Kılıçdaroğlu hem Putin’e hem Batı’ya çakarak bunu başaracakken aşırı bir Batı yanlısı çizgi çizdi. Halbuki bu toprakların bilinçaltında Demokrat Parti iktidarında bile Batı’ya bir hayranlık olmadı, iktidarların Batı’ya hayranlığı oldu ama Anadolu halkının olmadı. 

Haliyle bu politikalara karşı Erdoğan, “Lider benim o emir alıyor” dedi, “Nükleer santral” dedi, “Togg” dedi, “TCG Anadolu” dedi, “Kızılelma” dedi istediğini aldı. 

Şimdi Erdoğan’ın en büyük sınavı başlıyor. Yok olmuş bir ekonomi, ağır bir döviz kıtlığı, para basmaya dayanan bir düzen ve ödenmesi için kapıda bekleyen borçlularla dolu olan bir yakar top var kucağında. 

Tek ümidi ise önümüzdeki aylarda gelmeye başlayacak olan turizm gelirleri. Artık montaj vs. gibi yalanın eğilip büküldüğü görüntüler de işe yaramayabilir. 

Başarabilecek mi çok sanmıyorum ama göreceğiz.

Artık seçim bitti. Şimdi özeleştiri yapma zamanı. 

Eksiklikler hatalar “Şimdi zamanı değil” demeden dürüstçe masaya yatırılmalı ve değişim sağlanmalı. Umutsuzluğa yer yok değerli dostlar. Kaybedilen hiçbir şey yok. Erdoğan yüzde 52 oy aldı. Bu oran sandığa giden seçmenlerin yüzde 52’si... Sandığa gitmeyen/gidemeyen yüzde 15 var ve bu yönetimi desteklemeyen 25 milyon 432 bin seçmen var. 

Cumhuriyeti ve devrimlerini, terör örgütlerine ve tarikatlara karşı korumaya, mücadele etmeye devam edeceğiz.

Son seçim mi, seçimler bir son mu? - Kemal Okuyan / soL

 Türkiye’de bu kadar derin bir sömürü varken, büyük şirketler bu kadar kâr ediyorken işçi sınıfı neden bu kadar hareketsiz, neden bu ülkede yaygın işçi grev ve direnişleri olmuyor sorusu daha önemlidir

Toplumların tarihinde seçimler değildir tayin edici olan. “Hitler de seçimle iktidara geldi” dediğimizde teknik anlamda belki bir doğruya işaret ediyoruz ama tarihi bayağı çarpıtmış oluyoruz. Hitler’in iktidar yürüyüşünde seçimler bir ayrıntıydı. Naziler iktidara büyük Alman tekellerinin kararlı desteği, İngiliz ve Fransız emperyalizminin açgözlülüğü, sosyal demokrasinin ihaneti ve komünistlerin yetersizliği nedeniyle geldi. 

Tersinden de söyleyebiliriz. Seçim manevralarının ürünü, ucu ucuna sandıktan çıkan sonuçlarla elde edilen “başarı”ların hiçbiri kalıcı olmadı. Latin Amerika solunun seçim “zafer”leri kesin sonuç vermemekte, kıtanın gereksindiği köklü dönüşümlerin üzerini örten dengelere takılıp kalmakta, çoklukla büyük hayal kırıklıklarına yol açmakta.

Genel oy hakkı insanlığın bir büyük kazanımıdır ama o kazanımın kendisi de seçimle elde edilmedi. Sadece zenginlerin, sadece mülk sahiplerinin, sadece erkeklerin oy kullanabildiği bir “demokrasi”ye karşı isyan edilmeseydi kimse “halk iradesi” diye bir olgudan söz edemeyecekti.

1789’da Fransız Devrimi, 1917 Rus Devrimleri, 1919-1923 Anadolu’daki Milli Mücadele, Çin ve Küba Devrimleri… Tarih bu büyük dönüşümlerin hiçbirinde sayı saymadı, mükerrer oy derdine düşmedi, ıslak tutanaklarla uğraşmadı.

1848 yılının Şubatı’nda Fransa’da Cumhuriyetçi kitleler Kral Louis-Philippe’i tahtan indirdiklerinde devrimin asıl sokak gücü olan işçi sınıfı devrimin ilerlemesi için seçimlerin ertelenmesini isterken, muhafazakarlar “derhal seçim” talep ediyordu.

1923 yılında Anadolu’da bir referandum yapılsaydı Cumhuriyet ilan edilmezdi. 

Peki insanlığın ileriye doğru önemli sıçramalarının hiçbiri sandığın ürünü olmadıysa neden “genel oy hakkı” bu kadar önemli?

“Genel oy hakkı” emekçi halkın siyaset yapma ve örgütlenme hakkının kısıtlanmaması için önemli. Ezilenlerin kendilerini ifade etmesi, kendi temsilcilerini seçmesi, aday olması, bunlar nasıl küçümsenebilir?

Sonra en gelişkin demokrasi olan sosyalizmde genel oy hakkı eşitlikçi ve özgürlükçü bir düzenin en önemli silahlarından ve de göstergelerinden biri olacak.

Ama “genel oy hakkı” işçi sınıfının mücadelesinde özgürlüklerin zirve noktası asla değildir. Emekçi kitleler geride bıraktığımız iki yüz yıl boyunca genel oy hakkını devasa gösterilerle, grevlerle, direnişlerle, barikatlar kurarak elde ettiler. 

Ne hakla!

Ne hakla mücadele ettiler?

Grev hakkını, gösteri hakkını, direniş hakkını da onlara kimse vermedi. Haksızlığa, sömürüye, zulme, işgale karşı mücadele her zaman meşruydu ve bu meşruiyetle hareket eden kitleler mücadele ettikçe özgürleştiler. 

Bu anlamda grev hakkı, gösteri hakkı genel oy hakkından daha önemsiz değildir. Hatta şu söylenebilir: Halkın başka haklarını kullanmadığı durumlarda genel oy hakkı halkın karşısında bir enstrümana dönüşür.

Çünkü insanın insanı sömürmesinin, din ve diğer kutsallıkların istismarıyla bu sömürünün gizlenmesinin, uluslararası tekellerin düzeni emperyalizmin savaşlar, işgaller ve türlü bağımlılık mekanizmalarıyla uluslararası alanı domine etmesinin sandıktan hangi sonuç çıkarsa çıksın bir meşruiyeti yoktur. Eğer bir halk bu bilinçle hareket etmiyorsa, sandığı haklılık-haksızlığın ya da başarı-başarısızlığın belirlendiği temel kriter olarak bakıyorsa zaten sandıkta kaybetmeye mahkumdur.

Laikliğin, cumhuriyetin, bağımsızlığın, eşitliğin oy hesabı olur mu?

Türkiye’de 28 Mayıs’ta ülkeyi 21 yıldır karartan bir iktidar ile ona öykünerek, ona benzeyerek, onun artıklarıyla hareket eden bir muhalefet karşı karşıya geldi. “Türkiye’nin son seçimi” dedi kimileri. 

Sonuç onlar için büyük hayal kırıklığı oldu.

Son seçimi filan geçelim.

“Erdoğan sandıktan nasıl çıktı” sorusunun yerine başka sorular koymamız gerekiyor.

Türkiye’de bu kadar derin bir sömürü varken, büyük şirketler bu kadar kâr ediyorken işçi sınıfı neden bu kadar hareketsiz, neden bu ülkede yaygın işçi grev ve direnişleri olmuyor sorusu daha önemlidir.

Emperyalizm bölgemizi hallaç pamuğu gibi atmışken, NATO sürekli genişleme peşindeyken, ABD emperyalizminin bu ülkenin yakın tarihindeki uğursuz rolü ortadayken bağımsızlıkçı bir çizgi yurtsever bir duruşu çağdışı bir ayrıntı olarak görenleri bastıracak bir güce neden kavuşmadı sorusu da sandık sonucundan daha önemlidir.

İşçileri örgütsüz, öğrencileri dağınık, aydını savruk bir toplumun laikliği, bağımsızlığı, eşitliği kazanması tarihin bir şakası olur ancak.

Peki ya özgürlük?

Öne özgürlüğü koymaktan vazgeçerek başlamalı işe…

Eşitliği geleceğe havale edip özgürlük ve adalet peşinde koşmak imkansızı denemektir.

Bundan 200-250 yıl kadar önce “özgürlük” ateşi sokakları aydınlattığında o ateşi harlayanlar eşitlik talep eden yoksul kitlelerdi, onlar eşitlik kavgasında özgürlük istiyordu.

Kemal Okuyan / soL