28 Ağustos 2023 Pazartesi

KISA KISA GÜNDEM (28 AĞUSTOS 2023)

 


AKP'li belediye uyarıyı dinlemedi: Bataklığa yapılan konutlar satışa çıkarıldı (soL)

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) “İlk depremde felaket yaşanır” uyarılarına rağmen AKP’li Güngören Belediyesi’nin bataklık zemine yaptığı konut projesi kapsamında inşa edilen 84 daire satışa çıkıyor. (https://haber.sol.org.tr/haber/akpli-belediye-uyariyi-dinlemedi-batakliga-yapilan-konutlar-satisa-cikarildi-383254)

Borç şampiyonu AKP'li belediyeden ihaleyle türbe gezisi (soL)

En borçlu belediyeler listesinde 941 milyon lirayla zirvede bulunan Kocaeli Büyükşehir Belediyesi gezi organizasyonları için milyonluk ihaleler yapıyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/borc-sampiyonu-akpli-belediyeden-ihaleyle-turbe-gezisi-383251)

Şırnak Valiliği sattı, AKP'li belediye başkanıyla ortağı aldı!(soL)

Zümrüt Kaplıcaları, Temmuz ayında yapılan ihaleyle AKP’li Beytüşşebap Belediyesi Başkanı Habip Aşan ve ortağı tarafından 15 milyon TL’ye satın alınarak ticarileştirildi.(https://haber.sol.org.tr/haber/sirnak-valiligi-satti-akpli-belediye-baskaniyla-ortagi-aldi-383230)

DMO alımlarında büyük kaçak (Nurcan Gökdemir-Birgün)

DMO’nun keyfiliğe varan alımları tartışma konusu. Geçen yıl 184,2 milyar TL’lik mal alımının yüzde 26’sı, DMO tarafından yapıldı. 49,3 milyar TL’lik bir büyüklüğe denk gelen alım, kamu ihale rejiminin dışında kaldı.(https://www.birgun.net/haber/dmo-alimlarinda-buyuk-kacak-464147)

Depremde kullanılmaz hale gelmişti: 'Hatay Havalimanı'nı maalesef aynı yere yapacağız'(soL)

Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Uraloğlu, Maraş merkezli depremlerde kullanılmaz hale gelen Hatay Havalimanı'nın yeniden aynı alana inşa edileceğini 'Maalesef aynı yere yapacağız' sözleriyle duyurdu.(https://haber.sol.org.tr/haber/depremde-kullanilmaz-hale-gelmisti-hatay-havalimanini-maalesef-ayni-yere-yapacagiz-383205

AKP'li Ali İhsan Yavuz: 'Özel sektör ayakta, kapanan fabrika gördünüz mü?' (Cumhuriyet)

İstanbul seçimlerinde “Hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şey oldu” sözleriyle gündem olan AKP'li Ali İhsan Yavuz, bu kez "Özel sektör ayakta. Kapanan fabrika gördünüz mü? Duydunuz mu? Allah için soruyorum yani. Herkes yeni bir fabrika eklemeye çalışıyor" açıklamasında bulundu.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/akpli-ali-ihsan-yavuz-ozel-sektor-ayakta-kapanan-fabrika-gordunuz-mu-2113254)

Endeks, her şeyin özeti (Aycan KARADAĞ-Birgün)

Verileri tartışmalı Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) açıkladığı ağustos ayına ilişkin Tüketici Güven Endeksi’ne göre, mayıs ayında yüzde 91 olan endeks, üç ayda yüzde 68’e düştü. CHP Manisa Milletvekilli ve TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu Üyesi Ahmet Vehbi Bakırlıoğlu da endeks ile AKP’nin aldığı oylara ilişkin bir çalışma hazırladı. Bakırlıoğlu, “Tüketici Güven Endeksi ile AKP’nin aldığı oy oranları arasındaki anlamlı bir ilişki var. TGE’nin yüzde 68’e düşmesi, AKP oylarının yüzde 30’un altına düştüğünü gösteriyor” dedi.Bakırlıoğlu, “Nisan 2022’de TGE, yüzde 67,3’tü. Eğer geçen yıl seçim olsaydı, AKP kaybediyordu. Anketler de bunu doğruluyordu. Uygulanan seçim ekonomisi ile asgari ücretteki artışlar, en düşük emekli maaşının 5 bin 500 liradan 7 bin 500 liraya çıkarılması,  memur ve emeklilere yüzde 41 zam ile seçimlerin yapıldığı mayıs ayında endeks yüzde 90’a kadar yükseldi. Fakat seçimin havası çabuk söndü. Ülke ekonomisindeki kriz daha da derinleşti. Yerel seçimler için ‘seçim ekonomisi’ oluşturmaya çalışılıyor. Torba kanun ve ek bütçe ile Cumhurbaşkanına 2,2 trilyon lira borçlanma yetkisi verildi. Bu yetki ile borçlanma yapılacak ve yılbaşında iktidar yine seçim ekonomisi uygulayarak yerel seçimleri kazanmayı hedefleyecek. Ama artık dere kurudu. Ülke ekonomisi büyük bir çıkmaz içine sokuldu.”

Bakırlıoğlu’nun yaptığı araştırmaya göre, oluşan tablo şu şekilde:

•Temmuz 2007 seçiminde AKP’nin oy oranı yüzde 46.58, tüketici güven endeks oranı yüzde 97.2’ydi.

•Haziran 2011 seçiminde AKP’nin aldığı oy yüzde 49.83, endeks oranı yüzde 98 oldu.

•Haziran 2015 seçiminde AKP yüzde 40.87 oy aldı. Endeks oranı yüzde 89 puandı.

•Kasım 2015 seçiminde AKP’nin aldığı oy oranı yüzde 49.49, endeks ise yüzde 95.

•Haziran 2018 seçiminde AKP yüzde 42.6 oy alırken endeks oranı yüzde 91.

Taliban, kadınların milli parka girişini yasakladı (soL)

Taliban hükümeti Afganistan'ın ilk milli parkı olan Band-e-Amir'e kadınların girişini yasakladı. Yasağın gerekçesi kadınların park içinde 'örtünme kuralları'na uymaması.(https://haber.sol.org.tr/haber/taliban-kadinlarin-milli-parka-girisini-yasakladi-383248)

Libya Dışişleri Bakanı, İsrail Dışişleri Bakanı'yla görüştüğü için açığa alındı (soL)

Libya Başbakanı Abdulhamid Dibeybe, Dışişleri Bakanı Necla el-Menguş’u, İsrail Dışişleri Bakanı'yla yaptığı görüşme nedeniyle açığa alarak hakkında soruşturma başlattı.(https://haber.sol.org.tr/haber/libya-disisleri-bakani-israil-disisleri-bakaniyla-gorustugu-icin-aciga-alindi-383253)

Yassıada haberine öfkelenen Soylu, medyayı hedef aldı (soL)

Yassıada'nın ıssız adaya dönüştüğü, sadece AKP'lilerin adaya gittiğine ilişkin habere öfkelenen eski İçişleri Bakanı, AKP'li vekil Süleyman Soylu medyayı hedef aldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/yassiada-haberine-ofkelenen-soylu-medyayi-hedef-aldi-383233)

Bodrum’da otelde silahlı çatışma: 1 ölü, 2 yaralı (Cumhuriyet)

Muğla’nın Bodrum ilçesinde bir otelde çıkan silahlı çatışmada 1 kişi öldü, 2 kişi yaralandı. Olayla ilgili soruşturma başlatıldı.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/bodrumda-silahli-catisma-1-olu-2-yarali-2113234

Üniversite mezunu İŞKUR kapısında(Mustafa BİLDİRCİN-Birgün)

İktidarın eğitim ve ekonomi politikası diplomalı işsizler ordusu yarattı. İşsizlik ödeneğine başvuran üniversite mezunu sayısı, 2023’ün ilk yarısında 6 bin 290’ı yüksek lisans ve doktora mezunlarından oluşmak üzere 187 bin 871’e çıktı.(https://www.birgun.net/haber/universite-mezunu-iskur-kapisinda-464140)

(derleyen: mstfkrc)


Yeni bir estetiğin yolunu açmak: Servet-i Fünun ve Recaizade Mahmut Ekrem - EMRE FALAY / soL-Kültür

 

Eski süslü anlatıların çoğu bu dönüşümün hikâyeleri ile doludur belki. Ancak Recaizade Mahmut Ekrem’in hikâyesi başka akar. Recaizade Mahmut Ekrem bayrağı devretmiş, yeni bir estetiğin yolu açılmıştır.

Servet-i Fünûn’un ilk sayısı 27 Mart 1891’de D. Nikolaidi’nin sahibi olduğu Servet gazetesinin fen eki olarak Ahmet İhsan tarafından yayımlanmaya başlar. Okuyuculara daha çok fennî meselelerle Avrupa’daki teknolojik gelişmeler aktarılır. Başlangıçta günlük çıkan yayın zamanla haftalık yayımlanmaya başlar ve edebî çalışmalar da dergide yer alır. 1893’ten itibaren Halit Ziya’nın hikâyelerinin yanı sıra Alexandre Dumas, Alphonse Daudet, Jules Verne gibi Batılı yazarların eserlerinden tercümeler de derginin içeriğini oluşturur.

1890’lara gelindiğinde Osmanlı’da, imparatorluk başkentinde modernitenin ve modern birey kavramı etrafında gerçekleşen değişimlerin bir izdüşümü olarak İstanbul’da edebi tartışmalar canlanmakta, edebi alanda eski ile yeni kılıçlarını çekmektedir. Divan edebiyatının Tanzimat öncesindeki egemenliği, Batı etkisinde ve yön değiştiren yeni bir edebiyat tarafından sarsılmaktadır. Eski Muallim Naci ile temsil edilmekteyken yeni olan kendisine yol aramaktadır.

Yalçın Küçük döneme dair Halit Ziya’nın şu anlatımına yer verir: “(...) denilebilir ki o devre Muallim Naci saltanatından, hatta inhisar ve istibdat esaslarına dayanan bir saltanat gürültüsünden başka bir şey değildi. (...) Bir kolu sarayın irtica ve an'ane temayülleriyle kuruntulu siyasetine uzanan, öteki kolu memlekette eskiliğe, medrese düşüncesine, Arap ve Acem bulaşığı şiire sadık ne kadar unsurlar varsa, ki zayıf bir azlığa karşı büyük bir kalabalık idi, onu kucaklayan, sırtını da Ebüsuut caddesinin bir yazı fabrikasına, Tercüman-ı Hakikat matbaasına dayayan bu kuvvet öyle bir nüfuz kazanmıştı ki Tanzimat edebiyatının ve Garp sanatı telkinlerinin İstanbul’da biricik temsilcisi olan Recaizade'yi hatta edebiyat muallimliğinden çıkartarak mektep kürsülerinde bile onun yerini almıştı.” (Aydın Üzerine Tezler II, s.427-429)

Eski ile yeni karşı karşıya

1885 yılında Recaizade Mahmut Ekrem, yeni bir anlayışla kaleme aldığı Zemzeme isimli şiir kitabını yayımlar. Üç kitap halinde yayımlanan Zemzeme’nin üçüncü kitabının önsözünde eskiye bağlı şiiri eleştirir. 1886 yılında Muallim Naci, Recaizade’nin görüşlerini eleştirdiği Demdeme isimli eleştirisini yazar. Okur için not: Zemzeme şırıltı, mecazen ise nâğmeli ve uyumlu söz anlamındayken demdeme hoşa gitmeyen söz, gürültü anlamına gelmektedir. Edebiyatımızda zemzeme-demdeme tartışması olarak yerini alan bu tartışma eski ile yeninin açık biçimde karşı karşıya gelişinin kapılarını aralar.

Tarihler 1895’i gösterdiğinde bu defa bir genç şairin Malumat dergisinde yazdığı şiirde geçen abes ve muktebes kelimelerinin kafiye olup olamayacağı tartışması başlar. Divan geleneğini benimseyen şairler sözcüklerin uyaklı sayılabilmesi için Arap alfabesine göre yazımlarındaki benzerliği zorunlu saymaktadır. Malumat yazarlarından Mehmet Tahir, muktebes ve abes sözcükleri iki ayrı harfle (se ve sin) yazıldığı için bunların uyaklı sayılamayacağını ileri sürer. Recaizade Mahmut Ekrem tartışmaya katılır ve “kafiye kulak içindir, göz için değil” görüşünü tekrarlar, Arap şiiri kurallarına göre yapılan uyakların bırakılması gerektiğini savunur. Zemzeme-demdemenin ardından abes-muktebes ile eski edebiyat ile yeni edebiyat artık karşı karşıyadır. Ancak Yalçın Küçük’ün de belirttiği gibi “Ekrem, hem bir organdan ve hem de silahşörlerden yoksun”dur.

Servet-i Fünun bir organ olarak imdada yetişir. Recaizade, daha önce tanıdığı, Galatasaray Sultanisi’nden eski öğrencisi Ahmet İhsan ile görüşerek Servet-i Fünun’da yazmaya başlar. Zamanla yeni edebiyat anlayışına yakın gençlerin dergiye katılımı gerçekleşir. Halit Ziya, Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin, Hüseyin Cahit, yine Yalçın Küçük’ün deyişiyle Ekrem’in silahşörleri olurlar. Servet-i Fünun 7 Şubat 1896 tarihli 256. sayısından itibaren sanat ve edebiyat yöneticiliğine Tevfik Fikret’in geçmesiyle birlikte edebi alanda daha da etkin bir yayın hale gelecektir. Recaizade Mahmut Ekrem bayrağı devretmiş, yeni bir estetiğin yolu açılmıştır.

Geçerken not: Eski-yeni kavgası burada son bulmayacak, bir yıl kadar sonra Ahmet Mithat Efendi, Sabah gazetesinde yayımladığı “Dekadanlar” makalesi ile Servet-i Fünuncuların karşısında olacaktır.

Recaizade’nin Öyküleri

Şiirleri ve 1896’da Servet-i Fünun’da tefrika edilen, 1897 yılında kitap halinde yayımlanan, Türk edebiyatının ilk realist romanı olarak kabul edilen Araba Sevdası eseri ile bilinen Recaizade Mahmut Ekrem’in hikâye kategorisinde üç eserinden söz etmek mümkün: Saime (1888), Muhsin Bey Yahut Şairliğin Hazin Bir Neticesi (1890), Şemsâ (1895).

Saime

Bir novella olarak değerlendirilebilecek olan Saime, genel ahlâka aykırı görülerek yayımlanması engellendiği için tamamlanamamıştır. Kitapta döneme ilişkin pek çok verinin yanı sıra kadının toplumsal konumu, eğitimin niteliği, konak yaşantısı, kahve ve tütün kültürüne ilişkin pek çok sahne yer alır. Aşçı kadın, gümrük kâtibi, hizmetçi Ferah Kadın, onun siyahî yardımcısı, mahalle bekçisi, imam, muhtar, cariye, uşak, Musullu tacir Tiryaki Memnun Efendi, hamam işletmecisi Trabzonlu Obur Usta ve eşi natır ustası Fatoş Hanım gibi tip ve karakterler karşımıza çıksalar da özel bir rolleri bulunmamaktadır. Metinde diyalogların önemli bir ağırlığı bulunur ve bu diyaloglar gerçeklikten uzak tiradlar biçiminde de değillerdir. Yine de varlık nedenlerinin hikâyeyi belli bir doğrultuda ilerletmek oldukları açıktır.

Sadık Efendi ile Saadet Hanım’ın kızları Saime’nin hikâyesi üzerinden ilerlerken, Saadet Hanım’ın vefatı ve Sadık Efendi’nin tekrar evlenme kararıyla birlikte üvey anne Binnaz Hanım ile tanışırız. Hikâye Binnaz’ın çocukluğuna uzanır. Binnaz’ın annesi Fettan Hanım ile Mahbube Hanım’ın ilişkisi üzerinden dönem için radikal bir ilişkinin edebiyata dahil olmasına tanık oluruz:

“Bir ara Fettan Hanım’ın gözleri yine yaşardı. Mahbube Hanım başta kendi mendiliyle o yaşaran gözleri sildi. Sonra koynundan misk kokulu ve kenarında beyaz ipekle şu kıtanın nakışlanmış olduğu temiz bir çevre çıkardı, açtı.

Dil-i mecrûhuma kâr eylemez timarı Lokman’ın,

Uruldum gamze-i bîdârına sen çeşme-i fettânın,

Beni terk eyleme mahrûm-ı zevk-i zahm-ı müjgânım,

Fedâ olsun eğer bir cân ise maksûd-ı çeşmânın.

(Yaralı gönlüme tedavisi fayda vermez Lokman Hekim’in. Senin gibi cilveli gözlünün gamzesine vuruldum. Kirpiklerinin açtığı yaranın zevkinden beni mahrum etme. Gözlerinin istediği bin can ise onlar da sana feda olsun.” (Saime, Sapiens Yayınları, 1. Basım, Ekim 2022, s.85)

Bu ilişki, kitapta konağa davet edilen beş altı kadının da dahil olduğu sazlı sözlü, içkili kadın eğlenceleri içinde de resmedilir. Binnaz Hanım bu ilişkilerin içinde büyür ve bu açıklıkla anlatılır. Hikâye Binnaz Hanım’ın gençlik evresinde, Mehmet Bey ile ilişkisinde uğradığı sansür ile yayımlanmasının durdurulması nedeniyle yarıda kesilir.

Muhsin Bey

Muhsin Bey Yahut Şairliğin Hazin Bir Neticesi, şiir ile düzyazının iç içe bulunması özelliği ile önem taşır. Muhsin Bey bir şairdir ve annesi ile birlikte Kadıköy’de bir köşkte yaşamaktadır. Sevgilisi Dilara’nın düğün gerçekleşmeden veremden ölmesi ile içine kapanır. Yaşam ve ölüm üzerine düşüncelerle yasını ve üzüntüsünü sürdürür, hastalanır ve ölür. Muhsin Bey’in annesi de bir süre sonra vefat eder. Metnin görece sade dili ile birlikte üslubun şairaneliği de dikkat çekicidir.

                             Servet-i Fünun, sayı 260, sayfa 412, Araba Sevdası, 1896

Şemsa

Şemsa’da Recaizade Mahmut Ekrem dört yaşında yoksul bir kız çocuğunun evlat edinilmesinin ardından hastalanıp ölmesinin hikâyesini onu evlat edinen kişinin ağzından, yine yaşam ve ölüm üzerine düşüncelerle fakat bu defa yoksulluk üzerine görüntülerle de sunar. Semsa’yı evlat edinen anlatıcının İstanbul’da yaşayan bir soylu/aydın olması, yani sınıfsal pozisyonu hikâyeye ve anlatıma rengini çalar. Şiir ile düzyazının yine iç içe geçtiği metnin kıymetli yanı her ne kadar anlatıcının bakışından ve dilinden de olsa yoksul bir çocuğun kısacık yaşantısına odaklanmış olmasıdır.

Anne babasını yitirdikten sonra yoksul dayıları tarafından bir eve manevî evlat olarak verilebileceği düşünülen Seher ve ablası, çıplak ayak ve aç biçimde Bolu’dan İstanbul’a yürüyerek gelirler. Ablası bir başka eve, Seher de hikâyenin anlatıcısının olduğu eve verilir. Anlatıcının bakışı burada devreye girer. Dönemin İstanbullu aydınının Anadolu’ya (ok da uzak olmayan Bolu’yu kastediyoruz) ve yoksul Anadolu çocuklarına bakışı daha ilk anda karşımıza çıkar:

“Memleketten getirdiği, adı Seher olan bu kızın rengi gayet esmerdi. O derece esmerdi ki, dikkatli bir göz, zavallının anne rahminden toprağa inerek toprağın üzerinde emzirilmiş, toprakta uyutulmuş, toprakta büyütülmüş, toprakta yürümüş, toprakta yuvarlanmış, nihayet yine toprakta oynayıp dururken anasını da babasını da kaybetmiş olduğuna derhal karar verirdi.

Esmerlik, kızın sadece yüzüne özgü değildi. Vücudu yukarıdan aşağıya hep o sefalet rengine boyanmıştı. (...) Bunlarla beraber vicdanın gözleri Seher’i şirin görüyor, hassas kalp sevimli buluyordu.” (Şemsa, Sapiens Yayınları, 1. Basım, Ekim 2022, s.15-16)

Esmerlik sefaletin rengidir ve yoksul Seher bitli saçları kestirilip yeni kıyafetler giydirilip yeni bir yaşama adım atacaksa ismi de değişmelidir. Seher’in Şemsa’ya dönüşmesidir. Eski süslü anlatıların çoğu bu dönüşümün hikâyeleri ile doludur belki. Ancak Recaizade Mahmut Ekrem’in hikâyesi başka akar. Seher ya da Şemsa, kısa sürede hastalanarak ölür. Bu andan sonrası anlatıcının el işleri öğrenip piyano çalacak ve entelektüel bir birikim de edinerek kendisine bahşedilen soylulaşmayı yaşayacak Şemsa’nın ümidi ile bu hayalin gerçekleşmemesi sonucu net biçimde karşısında bulunan sefalet içinde doğan ve çocuk yaşta ölen Seher’in realitesi arasında gidip gelmesidir. Burada realitenin hikâyedeki izdüşümü ağır basar. Seher ya da Şemsa’nın mezarın kazılması, tabutun getirilmesi ve cenazenin gömülmesi şiirsel fakat gerçekçi biçimde tasvir edilir. Satır aralarında önemli notlar da bulunur üstelik. Örneğin anlatıcı, ölümüne kadar Şemsa’ya dönüştürdüğü kız çocuğunu ölümünden sonra bazen Seher bazen Şemsa olarak anmaya başlar. Kurgulanan ile yaşamın gerçekliği arasında gerçeklik ağır basmaktadır. Üstelik Seher, kendisini evlat edinen anlatıcının aile mezarlığına değil anlatımdan yola çıkarak kimsesizler mezarlığı olabileceğini düşündüğümüz bir mezarlığa gömülür:

“Şemsa’nın bir yetim, bir kimsesiz, bir garip olduğunu sorup öğrenmiş olmaları doğal görünen mezarcılar, diğer garipler gibi bunun kabrine de mermerden bir alamet koyacak kimse bulunamayacağını besbelli hesap etmişlerdi!” (age, s.29)

Seher, ne olursa olsun zenginlerin/soyluların hayatının bir parçası değildir. Ne yaşarken ne de öldüğünde. Seher’den Şemsa’ya dönüşüm ancak romantik bir kurgunun sonucudur. Ölüm ölümden başka bir şey değildir, yoksul yoksuldur, mezarcı mezarcıdır, Seher de Şemsa olmayacaktır:

“Yalnız bir ara bunlardan birinin arkadaşına hitaben, “Kazmayı şuraya vur! Toprağı şuradan al!” yollu tavsiyesine arkadaşı, “Ben mezarcılığı yeni mi yapıyorum sanıyorsun? Yirmi senedir mezar kazıyorum!” şeklinde övünerek karşılık verdi. Bu durum bana Shakespeare’in Hamlet’indeki mezarcıyı hatırlattı. Evet! Ölüm her nerede olursa olsun ölümden başka bir şey olmadığı gibi, mezarcı da mezarcıdan başka bir şey olamıyor!” (age, s.27)

Recaizade Mahmut Ekrem, kitaba yazdığı “Özür Manasında Bir Uyarı” başlıklı önsözde “Şemsa, sıradan bir olayı tasvir etmektedir ki, insanlık âlemi her gün yüz binlerce örneğini görüp geçirdiğinden kamuoyu için hiçbir önem taşımamaktadır.” diye yazar. (age, s.13) Eski edebiyat için önemsiz, sıradan, “değersiz” olan, basit birer figür, bir dolgu malzemesi olanlar, yalın gerçeklikleri ile edebiyatın konusu haline gelmektedir.

EMRE FALAY / soL-Kültür

27 Ağustos 2023 Pazar

Pasifikte sular ısınıyor: 'Ilık savaş' kurumsallaşır mı? + İki haftada üç ABD savaş gemisi Türkiye'ye demir attı (soL)

 Pasifikte sular ısınıyor: 'Ilık savaş' kurumsallaşır mı?(AYHAN KESER-SOL/ANALİZ)

Pasifik’te gerilim tırmanırken ABD, Japonya ve Güney Kore arasında geçen hafta gerçekleşen Camp David zirvesi, Asya NATO'su olasılığı ve bölgedeki silahlanmanın sürmesi nedeniyle tepki çekti.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından öncelikle “iki kutuplu dünya” bakiyesi ülkelere yönelik askeri müdahale ve işgallere imza atan, eşzamanlı olarak da NATO’nun genişlemesi sürecini ilerleten ABD emperyalizmi, bir süredir temel olarak Çin’le ne yapacağına yanıt bulmaya çalışıyor. 

ABD içinde bazen gizli bazen açıktan yürüyen tartışmadaki görüşlerden biri, Çin’le anlaşmaya ve birlikte hareket etmeye dönük bir strateji oluşturulmasını savunuyor. Bir başka görüşe göreyse böyle bir olasılığın tartışılması bile ABD’nin dünya çapındaki “liderliğinin” sarsılması, hatta Çin’in liderliği savaşsız yollardan ele geçirmesi anlamına gelecek.

Bu yazının hedefi “Çin’e karşı alınacak pozisyon”a dair ABD içi tartışmalara odaklanmak değil. Şimdilik vurgulanması gereken, 2008’den beri belini doğrultamayan, pandemiyle birlikteyse bazı olanaklar yakalamakla birlikte krizi derinleşen emperyalist-kapitalist sistem içindeki herhangi bir aktörün Çin ya da benzer ölçekteki ülkeye dönük kapsamlı ve “başarılı” bir strateji geliştirmesinin bugünkü koşullarda imkânsızlığı. 

Bir süredir ısıtılan ve 18 Ağustos’ta ABD, Japonya ve Güney Kore devlet başkanlarının gerçekleştirdiği Camp David zirvesiyle bir kez daha gündeme oturan “Asya NATO’su” tartışmalarını anlamak için de henüz ortada tıkır tıkır işleyen gelişkin bir plan olmadığını not ederek başlamak gerekir.

Oyun kuran Çin

Yukarıda söylenen elbette uluslararası arenada yürüyen mücadelenin gelişigüzel hamlelerle sürdüğü anlamına gelmiyor. Henüz hiç kimsenin elinde tarafları konsolide edecek gelişkinlikte ve ikna kabiliyetinde bir yol haritası bulunmasa da dünya arenasının irili ufaklı pek çok aktörü, ufukları ve güçleri yettiğince oyun kurmaya çalışıyor. 

Bu tabloda en “rahat” görüntü veren aktörün Çin olduğunu söylemek yanlış olmaz. Temsil ettiği devasa ekonomik ve demografik gücün yanı sıra dış politika stratejisi açısından da kendinden emin bir şekilde nüfuz alanlarını genişletmeyi sürdüren Çin, uzun süredir “emek verdiği” Afrika ve Latin Amerika’nın ötesinde mevziler elde ediyor. 

Örneğin ABD’nin ev sahiplerinden biriymişçesine rahat hareket ettiği Ortadoğu’dan kısmen çekilmesiyle birlikte bölgedeki Çin etkisi sıçrama yaptı ve Suudi Arabistan-İran barışı gibi sansasyonel başarılar elde edildi. 

Bu tabloya Şangay İşbirliği Örgütü, BRICS’e dönük ilginin tavan yapması ve özellikle de Kuşak ve Yol İnisiyatifi’nin barındırdığı muazzam ekonomik potansiyelin cazibesine kapılan onlarca “batılı” ülke eklenince Çin’in neden “rahat görüntü verdiği” anlaşılabilir. Çin oyununu kurdu ve ilerletiyor…

Big Brother olmanın zor(unlu)lukları

Çin görece gelişkin bir stratejiyi adım adım uygularken ABD’nin içeride yürüyen tartışmalara rağmen daha agresif bir görüntü vermesinin sebebiyse sistem içinde üstlendiği rolle ilgili. Her ne kadar uluslararası koşullar ve kriz kimsenin her alana uzanan ve başarılı stratejiler geliştirmesine izin vermese de “Big Brother” (Büyük Birader) olarak ABD’nin etkinliğini azaltmaması ve daha sonuç alıcı hamleler yapana kadar olan süreci de iyi yönetmesi gerekiyor.

ABD hamlelerinin zikzaklı yapısında emperyalist piramidin tepesinde oturmanın getirdiği hamle mecburiyetlerinin yanı sıra Çin endişesiyle tetiklenen “boş durma koştur” mantığının da payı var. Görünen o ki, ABD herhangi bir ülke ya da bölgede bir anlık duraksama yaşarsa Çin orada bitiveriyor. Yukarıda verilen Ortadoğu örneği ve özellikle İran-Suudi barışı (Pax Sinica, Çin Barışı) bu açıdan değerlendirilebilir.

Ancak bu tablonun ABD’ye atılan bir gol olduğunu düşünmemek lazım. Çünkü içerideki tüm tartışmalara rağmen ABD stratejik olarak Çin’i önce Pasifik’te sonra her yerde baskılama doğrultusunda temel bir tercihi “inşa etmeye” çalışıyor.

2010’lardan itibaren olgunlaşan Pasifik stratejisiyse tek boyutlu ilerlemiyor elbette. İşin ekonomik boyutunda Kuşak ve Yol İnisiyatifi’nin önünü kesmek ya da en azından tüm dünyayı sarmasını engelleyecek duvarlar örmek de var, ticaret savaşları da... Ancak Çin ekonomisinin nicel ve nitel özellikleri öyle ezilip geçilmesinin pek mümkün olmadığını da gösteriyor. Örneğin ABD Ticaret Bakanlığı verilerine göre 2022 yılında iki ülkenin ticaret hacmi 690,6 milyar dolar, ki ABD, Çin’le ticaretinde 382,9 milyar dolar açık veriyor. Bütün yaygaraya rağmen Çin’den yapılan ithalatın artmaya devam etmesi ABD ekonomisinin buna mecbur olmasıyla ilgili. Üstelik konu sadece ABD ekonomisi de değil. Çin 2021 itibarıyla 695,5 milyar avroluk hacmiyle AB’nin de en büyük ticaret ortağı oldu.

Ilık da olsa...

Böylesi bir ekonomik hacimle mücadele ediyorken başat emperyalist ülkenin gerekirse “zor oyunu bozar” demesi ve sıcak savaştan kaçınmaması beklenir ancak çok sayıda ülkede nükleer silahların bulunması Ukrayna savaşına benzer şekilde farklı coğrafyalarda çok daha “sert” bir savaşı şimdilik engelliyor. 

Soğuk savaş ise farklı toplumsal düzenler temelinde oluşan iki kutuplu dünyaya ait bir kavram. Günümüzde emperyalist-kapitalist sistemin belirlediği sömürü ilişkilerinin dışında bir toplumsal düzeni temsil eden ikinci ya da “çokuncu” bir kutup olduğunu söylemek güç. Çünkü reel sosyalizmin varlığındaki iki kutbu temsil eden şey jeopolitik stratejilerden beslenen odaklar arası bir mücadele değil, sınıf mücadelesinin dünya ölçeğinde aldığı etkili biçimlerden biri olmasıydı. Uluslararası ilişkilerdeki eklemlenme biçimlerine dair yöntemsel farklar olmakla birlikte rekabet daha çok odaklar arası hegemonya mücadelesi şeklinde tezahür ediyor.

Bu mücadelede sıcak ve soğuk savaş yöntemlerinin “başlı başına” kullanılmasının güçleşmesiyse bir süredir yapılan uluslararası ilişkiler analizlerinde görmeye başladığımız “ılık savaş” kavramı üzerine düşünmeyi gerektiriyor. Her ikisi de 20. yüzyıldaki şiddetli boyutlarına kıyasla “seyreltilen” sıcak ve soğuk savaşın çeşitli yanlarının bir arada kullanılması ama asla ipin ucunun kaçmaması gibi bir tanım yapılabilir ılık savaş için. Bu terim, sıcak ya da soğuk savaşı olanca şiddetiyle yaşayamayan emperyalist-kapitalist sistemin, artık çok coğrafyada ve gerekirse aynı anda, süreklileşmiş ama aynı zamanda savaşın getirdiği “düzleyici” sadelikten de yoksun bir uluslararası atmosferi tarifte basitleştirici bir yan taşıyor.   

Bu haliyle Suriye’deki güncel durum, Ukrayna savaşı, Afrika’da bir süredir yaşanan darbeler, son NATO toplantısında sergilenen agresif tutum gibi Pasifik’te biriken silah ve gerilim de tarafların bazen vuruştuğu bazense itiştiği ama iplerin tamamen koparılmadığı dönemin özellikleriyle anlaşılabilir. 

Askeri yığınak ve Asya NATO’su: Camp David’den sonrası 

ABD emperyalizminin kendine temel rakip olarak Çin’i belirleyip ülkenin stratejik tercihlerini Çin’le mücadele eksenine yerleştirmesi doğal olarak Pasifik’teki suları ısıtmaya başladı. 

2007 yılında Japonya’nın inisiyatifiyle ABD, Japonya, Hindistan ve Avustralya tarafından oluşturulan QUAD (Dörtlü Güvenlik Diyaloğu), Pasifikteki hareketliliğin kaynaklarından biri. Burada Hindistan, Çin’le karşı karşıya geliş ihtimalini düşürmek üzere QUAD’ı güvenlik odaklı bir oluşumdan ibaret bırakmak istemiyor. Ancak yine de Çin’i hem denizden hem karadan sıkıştırmak isteyen ABD açısından işlevi genişleyebilecek bir yapıdan bahsediyoruz.

2021’de ABD, İngiltere ve Avustralya tarafından Hint-Pasifik bölgesinde nükleer denizaltılar sayesinde hegemonya kurmayı hedefleyen AUKUS adlı askeri ittifak oluşturuldu. ABD geçtiğimiz haftalarda ise kendisinin de kabul ettiği “Tek Çin” politikasına aykırı olarak Tayvan’a 345 milyon dolarlık silah göndereceğini açıkladı. 

İşte 18 Ağustos’ta Camp David’de gerçekleşen ABD, Japonya, Güney Kore zirvesi bu silsilenin bir parçası olarak değerlendirilebilir. Zirvenin ardından yapılan yorumlarda Asya NATO’su tartışmaları ağırlıklı yer tuttu ama bu fiili adımın atılıp atılamayacağından daha önemlisi, bölgenin karada ve denizde barut fıçısı haline getiriliyor olması. 

ABD yukarıda saydığım ve doğrudan dahil olduğu örneklerin ötesinde, NATO üyesi olmayan ülkelerle farklı iş birlikleri yoluyla da operasyonlarını sürdürebiliyor. Bu açıdan Çin’le olan sorunları sayesinde QUAD’ın 2021 yılındaki zirvesine Vietnam’ın da katılmasını Pasifik’teki çelişkilerin çeşitliliği açısından not etmek gerekir.

Camp David zirvesi ya da Asya NATO’su düşünüldüğünde ABD’nin Pasifik’teki askeri varlığını güçlendirmeye mecbur olduğunun altını çizmeliyiz. Japonya’nın yeniden militarizasyonu, nükleer denizaltılar dahil çok yoğun bir silah yığınağı bunun işaretlerinden ve arkasının geleceğini tahmin etmek güç değil. 

Camp David zirvesinde üç ülke, bölgede oluşacak herhangi bir güvenlik tehdidi durumunda birbirine danışmalarına yönelik bir anlaşmaya vardıklarını açıkladılar. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ve Çin’in bölgedeki faaliyetlerinin suçlandığı zirve öncesinde ve sonrasında Çin’in tepkisini çekti. 

Zirveyi değerlendiren Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Wang Wenbin “Camp David’de toplanan ABD, Japonya ve Güney Kore liderleri, Tayvan ve deniz hakları gibi konularda Çin’e mesnetsiz suçlamalarda bulundu, Çin’in iç işlerine müdahale ettiler, Çin ve komşu ülkeleri arasındaki ilişkileri bozmaya çalıştılar. Uluslararası ilişkilerin ilkelerini ihlal eden söz konusu girişimlere kararlılıkla karşı çıkıyoruz ve ilgili taraflar nezdinde ciddi girişimlerde bulunduğumuzu ifade ediyoruz” dedi.

'Ilık savaş'a alışmamak için sınıflar…

Uluslararası rekabetin yükselttiği tansiyonun ağırlık merkezi Pasifik’te kendini hissettirmeye devam edecek olsa da gerilimin Avrupa, Afrika, Latin Amerika ve Ortadoğu boyutlarının “hafif” olacağını söylemek güç. Gelişmeler dizginlerinden boşanmış bir savaşı şimdilik öteliyor ancak bu aynı zamanda insanlığın alıştırıldığı bir tür süreklileşmiş savaşlar dizisine de işaret ediyor. 

Bu tabloda emperyalist saldırganlık elbette kontrolün kaybedildiği ve insanlığa tarifsiz acılar yaşatacak bir savaşa yol açabilir. Hiroşima ve Nagazaki’de yaptıklarının beterini de yapabilirler. Böylesi bir savaşı Pasifik’ten ya da dünyanın başka bir bölgesinden uzak tutmanın yolu ise kâr hırsı ve rekabet dürtüsüyle hareket eden odaklara değil sınıflara bakmak, emekçi sınıfların inisiyatif alabilmesi için her yolu denemek elbette. “Ilık savaş” denildiğinde kulağa daha hoş gelen ve sanki bir strateji oyunu oynuyormuşuz gibi hissettiren hissizleşmenin önüne böyle geçebiliriz.

                                                         /././ 

İki haftada üç ABD savaş gemisi Türkiye'ye demir attı (soL)

Tahıl Anlaşması'nın yeniden canlandırılması için diplomatik girişimler sürerken, Karadeniz'de gerilim yükseldi. Aynı dönem içerisinde 3 ABD savaş gemisi Türkiye kıyılarına demir attı.

ABD Donanması’nın en gelişmiş uçak gemisi olan USS Gerald R. Ford, ''liman ziyareti'' çerçevesinde Antalya'ya demirledi.

ABD Ankara Büyükelçiliği tarafından yapılan açıklamada USS Gerald R. Ford uçak gemisinin, 6. Filo Komuta Gemisi USS Mount Whitney’nin İstanbul ziyaretinin ve güdümlü füze kruvazörü USS Normandy'nin Aksaz Deniz Üssü ziyaretinin hemen ardından Türkiye'ye ulaştığı vurgulandı. 

Baykar Yönetim Kurulu Başkanı ve AKP'li  Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın damadı Selçuk Bayraktar, USS Gerald R. Ford uçak gemisinde Türk Silahlı Kuvvetleri ekibiyle birlikte incelemelerde bulunmuştu


 
'Ülkemizde ABD Savaş gemisi istemiyoruz'

13 Ağustos'ta USS Normandy adlı gemi Çanakkale'deki Aksaz Deniz Üssü'ne ulaşmıştı. Milli Savunma Bakanlığı, ABD Uçak Gemisi Görev Grubu Komutanı Albay William McCormack Harkin'in, TGC Gökçeada'yı ziyaret ettiğini duyurmuştu. 

18 Ağustos'ta da ABD Donanması'nda 6. Filo'ya bağlı olarak görev yapan sancak ve komuta gemisi USS Mount Whitney, Sarayburnu'na demirlemişti. 

Yaklaşık 300 kişinin bulunduğu gemide bir resepsiyon düzenlenmesi TKP İstanbul İl Örgütü tarafından Galata Köprüsü'nde protesto edilmişti. Köprüde 'ABD defol bu memleket bizim!' pankartının açıldığı eylemde ''Ülkemizde ABD Savaş gemisi istemiyoruz'' denilmişti.

Karadeniz'de tansiyon yüksek

ABD gemilerinin art arda Türkiye ziyaretleri, Tahıl Anlaşması'nın durdurulmasının ardından Karadeniz'in en gergin olduğu döneme denk geldi.

Anlaşmanın durdurulmasına rağmen Ukrayna'nın Odessa limanından açılan sivil kargo gemisi, geçtiğimiz hafta İstanbul'a varmıştı. 

Olayın ardından Karadeniz'de devriye gezen Rus gemisi Vasiliy Bikov, Palau bayraklı Şükrü Okan adlı Türk yük gemisine uyarı ateşi açmış ve gemiyi durdurmuştu. Ukrayna’nın İzmail Limanı'na hareket ettiği belirtilen gemiye yasak kapsamına giren bir yük taşıyıp taşımadığının denetlenmesi amacıyla durması yönünde önce uyarı yapıldığı, ancak buna tepki vermediği, bunun üzerine uyarı ateşi açılarak durdurulduğu haber verilmişti.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, 25 Ağustos'ta bir Kiev ziyareti gerçekleştirdi. Bakan Fidan, üst düzey Ukraynalı yetkililerin yanı sıra Devlet Başkanı Volodimir Zelenski ile de bir görüşme yaptı. Görüşmelerde ana gündem maddesi Tahıl Girişimi oldu. Bakan Fidan'ın Rusya'ya da bir ziyarette bulunması bekleniyor.

(soL)

26 Ağustos 2023 Cumartesi

Afrika’da paylaşım savaşının altında ne yatıyor? - Erhan Nalçacı / soL

 

Yurt dışı sömürüden aldığı pay ile sermayenin işbirlikçisi haline getirilmiş ve düzen içinde tutulan Fransız işçi sınıfına bu tokadın kendine gelmesi için faydası olacağını düşünüyoruz. 

Temmuz sonunda Nijer’de gerçekleşen darbenin etkileri hala sürüyor. Burkina Faso, Gine ve Mali’den sonra Fransa’nın sömürü sistemine, genel olarak Batı emperyalizmine karşı duran Sahra Altı coğrafyada bir ülke daha belirmiş oldu. 

Batı emperyalizminin hegemonyasını sürdürmek üzere kurulmuş 15 üyeli Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu (ECOWAS) ise Nijer’e askeri müdahale kararı aldığını açıkladı ancak müdahalenin ne zaman başlayacağını belirtmedi. 

Bölgedeki devletlerin hemen hepsi ECOWAS’ın başlatacağı vekâlet savaşı ile ilgili tavır aldı. Kimisi askeri müdahalenin karşısında, Cezayir, Gine, Mali gibi, kimisi Nijerya, Benin, Fildişi Sahili gibi devletler ortak operasyona asker gönderme kararı aldılar. Arkalarında Fransa ve ABD’nin olduğunu bilmeyen yok. 

Dolayısı ile emperyalist paylaşım savaşında yeni bir cephenin Afrika’da açılması söz konusu. Bir kez kurşun atıldı mı, bütün Afrika’yı yıllarca kana bulama tehdidi barındıran bir olaydan bahsediyoruz.

Bu yazıda Nijer’e ve etrafında gelişen olaylara odaklanmak yerine Afrika’da emperyalist hegemonya krizinin arka planına bakalım. Böylece olaylar çok daha anlaşılır olacak.

1945 sonrası Afrika’da sömürgecilik çöktü. Bu sosyalizmli yüzyılın ileriye çektiği olay zenginliğine girmeyeceğiz. Ama aradan geçen 80 yıla baktığımızda şunu görüyoruz. Sömürgeciliğin çökmesi emperyalizmin yenilmesi anlamına gelmiyordu. Sömürgecilik aslında kapitalizmin ilk dönemine aitti. Emperyalizm çok daha ince mekanizmalar ve yerli sermaye sınıfının işbirlikçiliği ile ülkelere sirayet ediyordu. Özellikle Fransa, İngiltere, Portekiz, Belçika gibi eski sömürgeci ülkeler; sermaye ihracatı, borç batağı yaratma, para birimlerini ve dillerini dayatma, eşitsiz ticaret gibi yöntemlerle Afrika ülkelerini ve emekçi halklarını sömürmeye devam ettiler. Afrika’da sömürgesi olmayan ABD ise hegemon güç olarak diğer emperyalist devletleri de yöneterek Afrika’da da başat ülke haline geldi. 

Burada emperyalizmin bir ülkeye el atması ve onu yönetmeye başlamasında temel araç sermaye ihracatıdır. Aşağıdaki Şekil 2003 ve 2019 yılları arasında ABD ve Çin’in Afrika’ya sermaye ihracatlarını karşılaştırıyor.

Şekil 1: Grafik bize 2003 ve 2019 yılları arasında Çin’in ve ABD’nin Afrika ülkelerine toplam yıllık sermaye ihracatını gösteriyor. Özelikle 2012’den sonra Çin tarafından yapılan sermaye ihracatının ABD’yi geçtiği ve 2017’den sonra ABD’nin nasıl bir gerileme gösterdiği izlenebiliyor.

Şekil 1 Çin’in emperyalist dünyadaki terminolojiyle “Doğrudan Yabancı Yatırım”da, Marksist terminolojide ise “Sermaye İhracatı”nda 2012’den sonra ABD’yi nasıl geçtiğini ve adeta kıtadan dışarı ittiğini gösteriyor.

Afrika ülkeleri ile yapılan toplam ticaret hacimlerini de karşılaştırmalıyız. Burada emperyalizmin bir karakteri olan sanayi ürünü satıp ham madde alımını irdelemeyeceğiz. Son 10 yıl içinde iyice yerine oturan ama tekellerin kıyasıya rekabete devam ettiği ticaret hacimlerini karşılaştıracağız. 

Şekil 2: Grafik büyüklüğüne göre ülkelerin Afrika ile toplam ticaret hacmini sıralıyor. Yatay sütunun koyu kısmı Afrika’ya yapılan ihracatı, açık kısmı ise Afrika’dan yapılan ithalatı gösteriyor. Grafikten 2020’yılında Çin’in Afrika ile toplam ticaret hacminde açık ara önde olduğunu anlıyoruz. ABD ve Fransa gerilerken Rusya’nın ise diğer ülkelerle karşılaştırıldığında toplam ticaret hacminin çok önemli olmadığı anlaşılıyor.

Şekil 2’de görüldüğü gibi Çin’in 2020’de 120 milyar Doları geçen ticaret hacmi ile bütün geleneksel emperyalist ülkelere fark attığı görülüyor. ABD bir kez daha filli olarak hegemonya kaybına uğruyor. Onunla birlikte Avrupa’nın eski sömürgenlerinin de toplam ticareti ancak Çin’i geçiyor.

Ancak Şekil 2 daha çok şey söylüyor bize. Yeni bir emperyalist dünya düzeni oluşurken, Hindistan, BAE, Türkiye, Suudi Arabistan, Türkiye, Brezilya ve Rusya gibi ülke tekellerinin oyuna nasıl girdiği izleniyor. Burada Türkiye’nin yeri çok kafa açıcı. 

Ama daha ilginci Rusya’nın görece henüz küçük bir oyuncu olduğunu da gösteriyor. Daha önce bu konuyu ele almıştık. Rusya bütün genç kapitalist ülkeler gibi kıyasıya Afrika paylaşımına katılıyor ama hegemonya krizi demek Çin demek, bunu daha iyi anlıyoruz. Rusya Sovyetler Birliği’nden kalan ilişkileri, silah sanayisi ve paralı askeri birlikleri ile özel bir rol oynuyor ama o kadar. Çin’in sağladığı atmosferde bir güvenlik şirketi gibi davranıyor daha çok. 

Sermaye ihracatı eninde sonunda devletlerin siyasi yönelimlerine etki etmek demektir. Bunu anlamanın birçok yolu var ama biz aşağıdaki şekilden 2022’de Birleşmiş Milletler’de Rusya’nın Ukrayna’ya girmesini protesto eden önergeye Afrika devletlerinin verdiği oylara bakalım.

Şekil 3: Rusya-Ukrayna Savaşı çıktıktan sonra 2022 Mart’ında BM’de yapılan Rusya saldırısını kınayan önergeye Afrika ülkelerinin hangi yönde oy verdiği görülüyor. Çekimser oyların ve verilmemiş oyların en azından bir kısmının Çin-Rusya yanlısı siyasi yönelime işaret ettiği söylenebilir.

Çekimser oylar özellikle Çin ve Rusya’yı destekleme ve Batı emperyalizminden kopma eğilimi anlamında ele alınabilir. Haritada kırmızı lekenin nasıl yayıldığını görüyoruz. Üstelik bu denge sürekli değişiyor. Örneğin, olumlu oy veren Mısır BRICS’e üye olarak kabul edildi. Nijer daha yenini yönünü değiştirdi. Buna karşılık Nijerya’nın BRICS üyeliği bu hafta tamamlanan BRICS zirvesinde konu olmadı. Kim bilir tam olarak izleyemediğimiz ne pazarlıklar, ne tehditler, ne görüşmeler yürüyor altta.

Tabi ki bir paylaşım savaşı olasılığı karşısında işçi sınıfın kendi tarihi görev bilinciyle ortaya çıkmasını ve olanakları değerlendirmesini takip edeceğiz.

Ancak Fransız emperyalist düzeninin Afrika’da çöküşüne üzülecek değiliz, yerine başkası geliyor diye. Yurt dışı sömürüden aldığı pay ile sermayenin işbirlikçisi haline getirilmiş ve düzen içinde tutulan Fransız işçi sınıfına bu tokadın kendine gelmesi için faydası olacağını düşünüyoruz.  

Erhan Nalçacı / soL

Kör olası İttihatçılar - Orhan Gökdemir / soL

 

Karanlıkla ışıklı bir gelecek kuramazsınız, kanla yeni bir tarih yazamazsınız. Püsküllülere bakmayın siz, başka türlü bir hikâye var bütün hikayelerin içinde.

Hınçak komitesinin düzenlediği yürüyüş Babıali’ye doğru sürüyor. Komitacılar silahlı, yol boyunca taşkınlıklar yapıyor, sivil-asker herkes hedeflerinde. Çemberlitaş civarında önlerine çıkan bir jandarma binbaşısını vurup deviriyorlar. Askerler beş bin kişiye ulaşan kalabalığı durdurmak isteyince bombalar patlıyor, yürüyüş ayaklanmaya dönüşüyor. Bu olayın ardından, 1895 sonbaharında, Müslümanlar ve Ermeniler arasında üç gün süren sokak çatışmaları patlak veriyor, olaylarla ilişkisi olmayan pek çok Ermeni öldürülüyor. Padişah, Ermenilerin katlinden sorumlu tutulan Said Paşa’yı azlediyor ama nafile, ayaklanma Anadolu kentlerine sıçrıyor. İsyanı bastırmak için gönderilen Hamidiye Alaylarının uyguladığı şiddet öfke dalgasını büyütmekten başka bir işe yaramıyor, Van’da işler tamamen kontrolden çıkıyor. Bir gurup Taşnak militanı, Ermenilere yapılan eziyeti protesto etmek amacıyla Karaköy’deki Osmanlı Bankasını işgal edip çalışanları ve müşterileri rehin alıyor. Bankanın pencerelerinden meydana bombalar atılıyor. Eylem içinden çıkılmaz bir hal alınca Fransız diplomatlar araya giriyor, eylemcilerin Marsilya’ya gitmelerine izin veriliyor.

Banka baskını İstanbul’da yeni olayların fitilini ateşliyor. Çünkü baskına öfkelenen güvenlik güçleri Ermenilere yapılan saldırıları görmezden gelmeye başlıyor. Cesaret alan Kürt hamallar Ermeni hamallara saldırıyor, beş yüz civarında Ermeni hamal öldürülüyor. Şehirdeki hamallık piyasası yoksul Ermenilerden yoksul Kürtlerin eline geçiyor. Devam eden iki yıl boyunca İstanbul’da ve Anadolu’da çoğu suçsuz binlerce Müslüman ve on binlerce Ermeni hayatını kaybediyor. Bazıları din değiştiriyor, çoğunun mallarına el konuluyor. Demek tehcirden önce bir tehcir, kırımdan önce bir kırım var. 

                                                                  ***

İmparatorluğu ayaklanmalarla sarsılırken Jön Türk hareketinin güçlü bir muhalefete dönüşmesinden endişelenen padişah kullarına işaret ediyor. 1897 kışında gizli örgüt üyesi olmakla suçlanan yüzlerce talebe, genç subay, doktor, memur tutuklanıp Trablusgarp’a sürülüyor. Bu baskı aynı ortak düşmana, Abdülhamid’e, karşı mücadele eden Jön Türklerle Ermeni örgütlerini güçlerini birleştirmeye zorluyor. Artık ilk hedef Abdülhamit’tir. Ermeni militanlar, 1905’te, Cuma’dan çıkan Abdülhamid’e bombalı suikast düzenliyor. 26 kişinin öldüğü saldırıdan Abdülhamid kurtulmayı başarıyor.

Silkip ukuud-u rikba-i a'sârı, en çetin
Bir uykudan uyandırır akvâmı dehşetin.
Ey şânlı avcı, dâmını bîhûde kurmadın!
Atdın... fakat yazık ki, yazıklar ki vuramadın!

Jön Türkler Ermeni militanların bu eylemini coşkuyla selamlıyor. Büyük şair Tevfik Fikret eylemin başarısız olmasına çok üzülüyor. “Bir Lâhza-i Teahhûr”, bir anlık gecikme, adlı şiirinde, saniye farkıyla avını elinden kaçıran avcıya övgüler düzüyor; Silkip yüzyılların boyunlarındaki ilmiklerini, en çetin bir uykudan uyandırır milleti dehşetin. Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın! Attın...ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın!” Demek, geçen yüzyılın başında, devrimciler ve Ermeni militanlar aynı saflardadır. Düşman saraydadır.

Ama biliyoruz devrim evlatlarını da yer. Kütahyalı bir ailenin çocuğu olan Soğomon Soğomonyan onlardan biri. Erken yaşta öksüz-yetim kalıyor Soğomon. Babaannesi son çare ruhban okuluna gönderiyor yetimi, 1895'te, papaz oluyor. Genç papaz, bir Ermeni halk ozanı olan Katolikos Gomidas'ın ismini kendine uygun görüyor, onun da aklı müzisyenlikte çünkü. Sevenleri “Vardapet”, papaz, diye sesleniyor ona. “Gomidas Vardapet” tarih sahnesine çıkmaya hazırdır. Tiflis’e müzik eğitimine gidiyor, oradan bir hayırseverin yardımıyla Berlin'de müzikoloji öğrenmeye. Anadolu’ya dönünce köy köy dolaşıyor, binlerce Ermeni halk şarkısını derleyip notaya geçiriyor. 1912-1915 yılları arasında İttihat ve Terakki’nin Türk Ocakları’nda müzik dersleri veriyor. İttihatçıların ileri gelenlerinin ve Talat Paşa’nın katıldığı bir Türk Ocağı konserinde Hamdullah Suphi onu öven bir nutuk atıyor. Gomidas piyanosunun başına geçiyor, konseri İttihatçılarca ayakta alkışlanıyor. 

Gelin görün ki bu müzik dehası o konserden on gün sonra gözaltına alınıp, İstanbullu okur-yazar 180 Ermeni ile birlikte Çankırı'ya sürgün ediliyor. Talat Paşa'nın emriyle İstanbul'a dönmesine izin verildiğinde iş işten çoktan geçmiş. Bir daha kendini toparlayamıyor Vardapet. Nasıl toparlasın? Tanrısı, halkı büyük acılar çekerken, yardım eli uzatmamış. Yası ya da suskunluğu uzun sürmüş haliyle. Hayatının kalan 20 yılını Paris'teki bir sanatoryumda tamamlamasının nedeni bu. 

                                                                      ***

1898 sonbaharında Alman İmparatoru İstanbul-Kudüs yolculuğunda. Bu yolculuk, Afrika’nın sömürgeleştirilmesi yarışında geç kalan Almanya’da nüksetmiş müthiş Mezopotamya tutkusunun bir dışa vurumu. Almanya bölge için İngiltere ile savaş halinde. Ama bölge sadece onların değil, 1897’de Basel’de Dünya Siyonist Kongresini toplayan genç gazeteci Theodor Herzl’in de ilgi alanında. Mezopotamya’da Mezopotamyalılardan başka herkes oyuncu. 

Almanlar bu etki alanındaki halklardan Ermeniler konusunda karmaşık duygular içinde. Bazı Almanlar için onlar faydalı yardımcılar, bazıları için kendilerine rakip olabilecek bir tehlikeli bir unsur. Hıristiyan kardeşliği ile Doğuya sahip olma arzusu arasında bocalayan Almanlar sonunda “Doğu Yahudileri” olarak tanımladıkları Ermenilerin Osmanlı ekonomisini elinde tutan güvenilmez, cimri ve dolandırıcı bezirgânlar olduklarına kanaat getiriyor. 

Almanların Hicaz ve Bağdat demiryolları projesi işte bu havanın getirisi. Alman sermayesi ve Alman mühendisleri Almanya’nın Mezopotamya fethinin yollarını döşemek için harekete geçiyor. 1914 yılı itibariyle Osmanlı sınırları içinde 800 subay ve 20-25 bin askerden oluşan bir Alman askeri misyonu var. Bu misyonlardan biri Zeytun bölgesinde kendilerini savunmaya çalışan Ermenileri topa tutuyor. Demiryolu inşaatında zorla çalıştırılan Ermenilerin tehcir edilmesine de ses çıkarılmıyor. Bunlar kayda geçenlerden sadece ikisi. Yunan ve Ermeni tanıklar tehcir sırasında sahada Alman subay ve askerlerini gördüklerini anlatıyor. O dönemde Türkiye'de görev yapan Alman subaylarının çoğu daha sonranın Nazileri olacak. 

                                                                      *** 

Gericiler, 13 Nisan 1909’da, alaylı askerlerin desteğinde Hürriyet’e karşı “şeriat isteriz”, “padişahım çok yaşa” nidalarıyla ayaklanıyor. Hedeflerinde birkaç ay önce yürürlüğe konulan anayasa var. Hareket Ordusu, bu gerici isyana karşı, 19 Nisan’da, Çatalca’da. Ordunun başında Mahmut Şevket Paşa var, Enver Bey kurmay başkanı. Bir iki gün içinde Resneli Niyazi’nin Ohri Milli Taburu, Arnavut Başkim Kulübü üyeleri, eski Bulgar Komitecileri Sandanski ve Paniçe, Rum kaptanlar Keta Cevarablo ve Krayla, Arnavut Bayram Fehmi Çirçis birlikleriyle koşup geliyor. Türk, Arnavut, Rum, Ermeni, Yahudi asker ve gönüllüler Hareket Ordusu’na katılıyor akın akın. Darülfünun talebeleri, İstanbul’daki kıtalarından kaçan subaylar, İzmit’ten gelen Müslüman, Rum ve Ermeni gönüllüler Yeşilköy’e koşuyor. Bir tür isyana isyanla karşılık verme hali bu.

22 Nisan’da Yeşilköy’e gelen bir grup Ermeni kadın, Hareket Ordusu yetkililerine, üzerinde “Yaşasın Vatan, Yaşasın Kanun-ı Esasi” yazılı bir bayrak hediye ediyor. Vartkes Efendi kadınların tutumunu öven konuşmasının ardından bayrağı alan Enver Bey ve diğer zabitlerle birlikte, “Yaşasın Taşnaksutyun Cemiyeti!” diyerek alkışlarla karşılık veriyor.

24 Nisan’da birlikler İstanbul’a giriyor. Kâğıthane-Şişli üzerinden gelmekte olan birliğin kumandanı Kurmay Kolağası Muhtar Bey, Taksim Topçu Kışlası’ndan, şimdi Gezi Parkı, açılan ateşle düşüyor. Şiddetli çatışmaların ardından Babıali, Taşkışla, Taksim Topçu Kışlası ve Maçka Kışlası gibi direniş merkezleri top ateşine tutularak ele geçiriliyor. Hareket Ordusu 25 Nisan’da İstanbul’a hâkim oluyor. 31 Mart’ta başlayan gerici ayaklanmanın sonudur. 

Hareket Ordusunun kayıpları, 44 ölü, kortej eşliğinde Şişli’ye götürülüyor, Hürriyet-i Ebediye adı verilen bir tepeye defnediliyor. Toplu mezarların başında bir konuşma yapan Enver Bey, “Müslümanların ve Hıristiyanların yaşarken ve ölürken, bundan böyle hiçbir ırk ve inanç ayrımı tanımaksızın yurtsever arkadaşlar olduklarının nişanesi olarak yan yana yattıklarını” vurguluyor. 

Fakat gelin görün ki “Hürriyet” davasının birleştirdiği insanlar çok değil üç-beş yıl sonra karşı karşıya geliyor. Eski dünya hızla bir büyük savaşa doğru yuvarlanırken, şaşkın Osmanlı eliti ülkeyi elinde tutmanın paniği içinde. Emperyalist güçlerin parmağı her yerde. Sonra yine bir Nisan gününde, Hürriyet davası için İttihatçılarla birlikte omuz omuza savaşan Ermeniler bir bir toplanıp sürgüne gönderiliyor. Hürriyetin ışığını ölümün karanlığı örtüyor. Sonra ne ülke kalıyor geride ne devlet ne halk ne toprak. Kederli Anadolu’da her şey hiçbir şey yaşanmamış gibi yeniden başlıyor.

                                                                    ***

Bu acılı olaylardan 100 yıl sonra, 2016 yazı… Almanya'da Federal Meclisi "Ermeni soykırımı" iddialarını tanıyan bir tasarıya onay veriyor. Oylamada ne yağmurlu bir Nisan günü evinden alınıp Çankırı yollarına düşürülen Gomidas Vardapet’in acıklı hikâyesi, ne de Tevfik Fikret’in “Bir Lâhza-i Teahhûr”u konuşuluyor. Abdülhamit’in rolü çoktan unutulmuş. Çemberlitaş’ta öldürülen jandarma binbaşısını hatırlayan yok. Katledilen yoksul Ermeni hamalların acıklı hikayesi tarihin tozlu raflarında silinip gitmiş. Ne Osmanlı Bankasını basanlar var kararda, ne bir sabah Trablusgarp’a sürgün edilen Jön Türkler. Büyük güçlerin kışkırtmalarından eser yok. Kör olası İttihatçılar, bütün kabahat onlarda!

Ey kan içen kargalar,
bütün karanlıklar sizinle dolu!
Artık yeter fikri susturduğunuz,
yerini hiç bir şey tutamaz bu dünyada
zincirsiz, kelepçesiz yaşamanın.
Hadi gidin tarih korusun sizi,
-haydutlara en iyi sığınaktır gece-,
gidin, yok olun siz de o mezarlıkta.
İşte müjdelerin en güzeli,
işte en gerçek özgürlük
düşümüzdeki gelecek çağlarda:
Ne savaş, ne savaşan, ne salgın,
ne saltanat, ne yoksulluk, ne ezen, ne ezilen,
ne yakınma, ne de zulmün kahrı,
ne tapılan, ne tapan,
ben benim, sen de sen!

Karanlıkla ışıklı bir gelecek kuramazsınız, kanla yeni bir tarih yazamazsınız. Püsküllülere bakmayın siz, başka türlü bir hikâye var bütün hikayelerin içinde. 1915 yılının ağustos ayı ortasında kaybettiğimiz Tevfik Fikret tutanakcısıdır o başka türlü hikayelerin. Bakın dizelerine, geçmişin aydınlık yanından seslenir büyük insanlık ailesine. Milliyetçilik ve din davası böler, aydınlanma ve özgürlük mücadelesi birleştirir; istediği ve dediği budur.

Orhan Gökdemir / soL

25 Ağustos 2023 Cuma

‘Reis’iniz saçmaladı da, siz korktunuz mu uyudunuz mu? + Erdoğan’dan enflasyon yorumu: 'Tamamen açgözlülükten kaynaklanan fahiş fiyat'

 ‘Reis’iniz saçmaladı da, siz korktunuz mu uyudunuz mu? (EGE GALİP-SOL/GÖRÜŞ)

Erdoğan, 'Doğru olan milleti suçlamaktır' dedi. Hem devlet hem yandaşlar bu lafı aynen girdiler. 'Haşa dokunamayız' mı dediler, yoksa kimse yazdığını okumuyor mu?

AKP Genel Başkanı Erdoğan, partisinin Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı’nda konuştu.

“Hep söylediğim gibi, bizim siyaset anlayışımızda millete hesap sorulmaz, millete hesap verilir” diyen Erdoğan, sonra şunu söyledi:

“Milleti suçlamak yerine kabahati millette aramak AK Parti'nin değil ancak faşist CHP zihniyetinin hareket tarzıdır.”

Prompter’a danışmanlar mı yanlış yazdı, Erdoğan mı okurken saçmaladı, bilemeyiz. Kabahati millette aramak yerine, doğrudan milleti suçlamak lazım demiş oldu.

Sonuçta saçmalık ortada.

Dikte ettirme merkezi İletişim Başkanlığı, kendi sayfasında Erdoğan’ın konuşmasındaki bu kısmı aynen böyle yayımladı.

Sonra, Anadolu Ajansı da aynen kopyaladı.

Sonra, bütün yandaş medya da AA’dan aynen kopyaladı.

“Reis’in lafının üstüne laf olmaz, o ne derse, ne eylerse güzel der, güzel eyler” diye mi düşündüler?

Yoksa herkes İletişim Başkanlığı’nın dikte ettirmesine o kadar alıştı ki, okuyup anlamadan yapıştırıp geçiyorlar mı?

İşin kötüsü, ikisi de “kesin öyledir” denebilecek kadar gerçekçi duruyor. Medyada gelinen nokta bu.                           

                                                         /././

Erdoğan’dan enflasyon yorumu: 'Tamamen açgözlülükten kaynaklanan fahiş fiyat' (soL) 

AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, partisinin Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı'nda yaptığı konuşmada enflasyon mesajı verdi.

AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, partisinin genel merkezinde Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı'nda konuştu. Erdoğan enflasyona ilişkin "Özellikle bazı ürünlerde tamamen aç gözlülükten kaynaklanan, fahiş fiyat balonu söndükçe milletimiz daha çok rahatlayacaktır" dedi.

Erdoğan ayrıca "Emeklilerimizden gelen serzenişin farkındayız. Gereken adımları yıl sonuna kadar atacağız" açıklamasını yaptı.

Erdoğan'ın açıklamalarından öne çıkanlar şöyle:

"Bir 5 sene daha ülkemize hizmet etme şerefine nail olduk. 28 Mayıs'ın türk siyasetindeki sarsıntısı devam ediyor. Muhalefette hemen her gün bir skandal patlak devam ediyor. Masanın altına sayısız ihaneti, kirli pazarlığı saklamışlar. Pandoranın kutusu açıldıkça siyasi ahlak dersi verenlerin gerçek yüzü ortaya çıkıyor.

Ortaya saçılanlar buz dağının görünen yüzü. Asıl pazarlıklar asıl skandallar ortaya çıkmadı. Listede bile olmayan partiye devletin kritik makamlarını altın tepside sunan, 37 vekil kaptıran kişinin bölücü örgüt uzantılarına neler vaat ettiğini tahmin bile edemiyoruz. Seçimlerden bu yana geçen her gün ülkemizin nasıl bir uçurumdan döndüğünü bizlere hatırlatıyor.

‘Emlak ve kira piyasası yakında dengeye kavuşacak’

Enflasyonun insanımızın hayatında yol açtığı sıkıntıları giderecek adımları kararlılıkla atıyoruz. Alınan tedbirlerin olumlu sonuçlarını görmeye başladık.

Geçen aya kadar en fazla eleştiri konusu olan otomobil piyasasında fiyatlar yavaş yavaş stabilize oluyor.

Emlak ve kira piyasası da yakında dengeye kavuşacaktır. Özellikle bazı ürünlerde tamamen aç gözlülükten kaynaklanan, fahiş fiyat balonu söndükçe milletimiz daha çok rahatlayacaktır.

Emeklilerimizden gelen serzenişin farkındayız. Gereken adımları yıl sonuna kadar atacağız. 

Üniversiteli genç ve ev hanımlarına verdiğimiz sözlerin arkasındayız, yerine getireceğiz.

Seçim sonuçları ile ilgili muhasebemizi yapıyoruz. Oyunu alamadığımız her vatandaşımızla irtibat kurmak boynumuzun borcudur. Bizim anlayışımızda millete hesap sorulmaz, millete hesap verilir. Bizi eleştirenlere sabırla yaklaşıp anlayacağız. Reklam ve şov peşinde koşanlardan olmayacağız."