3 Ekim 2023 Salı

Devlet okullarında 'kayıt parası' çakallığı: Hatay’da depremzedenin de parasına göz koydular + Devlet okullarında kayıt parası skandalı: 60 bin liraya kayıt! (soL)

 Devlet okullarında 'kayıt parası' çakallığı: Hatay’da depremzedenin de parasına göz koydular (İrem Yıldırım-soL/Özel)

Devlet okullarında "iyi" öğretmen ve temizlik gerekçeleriyle alınan "kayıt parası" adı altındaki esnaf pazarlığının son adresi depremden en çok etkilenen Hatay oldu.

Devlet okullarında yurdun dört bir yanında bağış adı altında fahiş miktarda kayıt parası talep ediliyor. Kayıt parasının dışında temizlik vb. malzemeler sebep gösterilerek alınan paralar da uzun süredir gündemde. “Zorunlu bağış” adı altında istenen paralar daha önce İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne şikayet edilmişti.

Bu sefer yasaya aykırı şekilde toplanan paraların adresi Kahramanmaraş depreminde en çok yıkıma uğrayan Hatay oldu. Antakya’daki depremzede bir veli, kayıt formunda aile birliği hesap numarası gördü ve sorduğunda okul müdüründen aldığı yanıt, “temizlik, güvenlik ve benzeri amaçlı malzemeler için bağış yapılması gerektiği” ayrıca, “bağış yapılması durumunda öğrencinin hem güzel bir sınıfa hem güzel bir öğretmene verileceği” oldu. 5 bin liralık bağışta bulunan veli, konuyu CHP Hatay Milletvekili Nermin Yıldırım Kara’ya ulaştırdı. Cumhuriyet'e konuşan Kara, maddi durumu kötü olan ailelerden de bin liralık ödemeler alındığını paylaştı.

Devlet okullarında çoğunlukla müdürler tarafından yapılan bu esnaf pazarlığı, eğitimdeki fırsat eşitliğini tamamen yok ediyor. Eğitim kurumlarında “bağış” adı altında toplanan paraların yol açtığı bir diğer şey, öğrencileri ekonomik durumlarına göre yani sınıfsal bir şekilde sınıflara yerleştirilmesi oluyor.

                                            TÖB-SEN Örgütlenme Sekreteri Hizam Hasırcı

Veliler çocuklarının eğitim hayatından endişe duyup şikayetçi olmuyor

Bağışa göre eğitimin durumunu, yıkımın en büyük adreslerinden biri olan Hatay’daki boyutlarını irdeledik. TÖB-SEN Örgütlenme Sekreteri Hizam Hasırcı’nın soL’a verdiği bilgiler çarpıcı. Okul içinde sınıf seçme yöntemiyle, okul dışındaysa adres değişikliği üzerinden velilerden para alınıyor. Velilerin çocuklarının eğitim hayatından endişe duyması sebebiyle, şikayetçi olma noktasında geri durdukları bir gerçek. Bazı okul müdürlerinin işini adaletli yaptığını da vurgulayan Hasırcı bazı öğretmenlerin pazarlandığını ve bunun üzerinden “iyi öğretmen” algısıyla velilerden para alındığını ifade etti. Okullarda bağış pazarlığının ortalama miktarı 10 bin lira. Öğretmen pazarlama üzerine kurulan bu gelir kapısı tek yol değil. Bir diğer yol da adres değişikliği üzerinden gerçekleştiriliyor. Hasırcı durumu şöyle özetliyor: “Okul müdürlerine adres dışı kontenjan alma yetkisi verilmiş ve bazı müdürler kontenjanları satıyorlar.”

Bu sorunun kaynağındaki temel problemi anlatan Hasırcı durumu şöyle özetliyor: Sebep denetimsizlik, yapılan şikayetlerin ciddiye alınmaması, soruşturmaların düzgün ilerletilmemesi. Yetkililer çıkıp ‘Kayıt parası alınamaz’ açıklamaları yapmasına rağmen, ceza verilmiyor. Göz yumulmasının sebebiyse okullara verilen ödeneklerin çok düşük olması. Fakat toplanan paraların bir kısmı okula aktarılırken, bir kısmı müdürlerin cebine giriyor.”

Tadilatlar okulların açılmasıyla başladı

Defne, Antakya, Samandağ ve Kırıkhan ilçelerinde durumun çok kötü olduğunu ifade eden Hasırcı, hasarlı olmayan okulların sabahçı-öğlenci olarak ikiye bölündüğünü hasarlı okulda olanların da öğlenci olarak eğitim gördüğünü söyledi. 7 aydır tek bir tadilat işlemi yapılmayan okullarda tadilat işlemleri okulların açılmasıyla başladı. Yani eğitim-öğretim sürerken bir yandan da tadilat yapılıyor.

Öğretmenler norm fazlası oldu: Öğrencilerin nakilleri yapılmamış, vefat edenler sistemden düşürülmemiş

Vefat eden öğrenciler ve göç eden öğrenciler sistemden düşürülmemiş, atamalar eski öğrenci sayılarına göre yapılmış. Hasırcı, bu plansızlık sebebiyle atanan öğretmenlerin norm fazlası olduğunu da söyledi. Göç ve vefat sebebiyle bazı okullarda öğrencilerin yarısı yokken, başka okullarda da sınıflar en az 40 kişilik.

Hatay’da plansızlık, denetimsizlik, iş bilmezlik ve liyakatsızlığın sonucunda eğitim-öğretim sistemi bu sebeple arap saçına dönmüş hâlde. Deprem öncesinde de zaten yürüyen düzgün bir sistemin olmadığının da altını çizen Hasırcı; “Eğitimle ilgili vizyonu olmayan, diğer meslektaşlarından onu ayıran tek özelliği yandaş olması olan insanların il milli eğitim yöneticileri olması bu durumu bu hale getiriyor” dedi.

                                                        /././

Devlet okullarında kayıt parası skandalı: 60 bin liraya kayıt! (soL)

İstanbul'da devlet okullarındaki kayıt ücreti 60 bin liraya kadar dayandı. Oysa anayasaya göre eğitim ücretsiz, kayıt parasının zorunlu kılınması yasak.

Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı anaokulu, ilkokul ve ortaokullarda bağış adı altında fahiş miktarda kayıt parası talep ediliyor. Okul idareleri tarafından yasaya aykırı bir şekilde zorla toplanan bu kayıt paraları velilerin tepkilerine neden oluyor.

Devletin kendi haline terk ettiği ve sağlaması gereken temel ihtiyaçlardan yoksun bıraktığı okullarda veliler çocuklarının eğitim hakkının engellenmesi tehdidiyle karşı karşıya bırakılıyor. 

Devlet okulunda esnaf pazarlığı: Kardeş indirimi yaparız

İstanbul Şişli’de bulunan Hüseyin Avni Kurşun İlkokulu ve Ortaokulu  örneklerden biri. Bu okulda ortaokul kademesi için 40 bin lira, ilkokul kademesi için 30 bin lira talep ediliyor.

Ancak okul yönetimi, çocuklarını zorunlu eğitimlerini almaları için okula kaydettirmek isteyen velilerle esnaf pazarlığı yapmaktan kaçınmıyor. Kayıt ücretlerinde, "ikincisi yüzde 25 indirimli" kampanyası başlatıldı.

soL'un görüştüğü bir veli, Hüseyin Avni Kurşun'a biri ilkokul, biri ortaokul çağındaki iki çocuğunu yazdırmak istedi. Okul idaresi tarafından veliden toplam 60 bin lira talep edildi. 

Bir diğer veli, İstanbul Maçka'daki Pakmaya Hüsamettin Ziler Ortaokulu için 60 bin lira bağış talep edildiğini belirtti.

Yine İstanbul Şişli'de bulunan Talatpaşa İlkokulu, kayıt için fahiş miktarda para isteyen okullardan bir diğeri. Burada velilerden istenen kayıt ücreti 30 bin lira.

40 bin lira verin veya iki sınıfa klima taktırıverin!

soL'un görüştüğü bir diğer veli, bağış adı altında talep edilen kayıt paralarının okulun bulunduğu semte, ailenin maddi durumuna göre değişkenlik gösterdiğini dile getirdi. Çocuğunu şu anki okulundan başka bir ilkokula nakletmek istediğini, fakat gittiği ilkokulda kendisine ya 40 bin lira ödeme ya da iki sınıf için klima bağışlama seçenekleri sunulduğunu belirtti. Veli, "Nakil yaptıramadım" dedi.

Tüm bu gayriresmi haraç uygulaması, kayıt yaptırdıktan sonra da bitmiyor. Bazı okullarda, kayıtlı çocuğunuz için sınıf ve öğretmen seçiminde bulunmak istediğinizde, tüm kayıt ücretlerine ek olarak 20 bin lira talep ediliyor.

Ailesi para ödemeyen çocuğu, arkadaşlarının önünde tahtaya kaldırdılar!

Kayıt parası ödemeyi kabul etmeyen bir aile, çocuklarına yönelik ayrımcılık uygulandığı aktardı.

Ailenin çocuğu, İstanbul Beyoğlu’nda bir ilkokula gidiyor. Aile kayıt parası ödemeyince, çocuk, arkadaşları önünde tahtaya kaldırılarak aşağılanıyor: “Gerek kayıt süreçlerinde gerekse sonrasında devlet görevini yerine getirmiyor. Devlet okullarında para talep edilmesi anayasaya aykırı. Okul idarecileri devletten yardım alamıyoruz diyerek el altından bağış adı altında yüklü kayıt paraları talep ediyor."

Aile, kendisini iki arada bir derede kalmış hissediyor: "Bu masrafları karşılayabilir durumda değiliz. Öte yandan bu paraları ödeyemediğimiz için çocuklarımız huzursuz ediliyor.”

Uygulama anayasaya aykırı

Avukat Volkan Bora Uğur, konuyla ilgili olarak soL'a yaptığı değerlendirmede, olayın yasalara aykırılığına dikkat çekti: “Anayasanın 42. maddesinde ‘İlköğretim kız ve erkek çocuklar için zorunludur ve devlet okulları parasızdır’ ibaresi yer almaktadır. Ayrıca MEB Okul Aile Birliği Yönetmeliğinde velilerin hiçbir şekilde bağış yapmaya zorunlu tutulamayacağı da yazmaktadır."

Söz konusu yönetmelik, okul aile birliklerinin bağış toplamasını yasaklamıyor, bağışın zorunlu kılınmasını yasaklıyor. Av. Uğur'a göre burada iki noktanın altını çizmek gerekiyor: "Birincisi, Okul Aile Birliği çoğu örnekte okulun ihtiyaçlarını karşılamak için bağışlarla bir bütçe yaratmaya çalışıyor. Ancak hijyen, güvenlik, kırtasiye gibi temel ihtiyaçların karşılanması kimsenin inisiyatifine bırakılmamalı, velilerin sırtına bir yük olarak bindirilmemelidir. Okulların ihtiyaçları için Bakanlık bütçe aktarmalıdır. Burada sosyal devlet ilkesi gereği devlet, öğrencilere eğitimde fırsat eşitliği ve çağdaş standartlarda bilimsel, laik parasız eğitim alma hakkını sunmak zorundadır. Bu çok temel bir insan hakkı olup devletin uluslararası hukuktan ve Anayasa’dan kaynaklanan sorumluluğunu ısrarla vurgulamalıyız."

Zorunlu bağışın okul idareleri tarafından suistimal edildiğini söyleyen Av. Uğur şunları ekledi: "Ortaya çıkan fahiş rakamlar ve usulsüzlükler bunun en büyük kanıtıdır. Aileler hiçbir şekilde hukuksuz olarak talep edilen bu bağışları ödemek zorunda değiller."

İmam hatipleşme kayıt parası çılgınlığının önünü açtı

Devlet okullarında ortaya çıkan bu tablonun sebebi, yalnızca AKP hükümetinin okullara gerekli bütçeyi aktarmaktan kaçınması değil. Bir diğer sebep, AKP'nin uzun yıllara yayılmış olan, çocukları imam hatip okullarına gitmeye mecbur bırakma politikası.

Mevcut durumda İstanbul'da aileler, çocuklarını ancak ikamet ettikleri bölgelerdeki okullara kaydedebiliyor. Fakat yıllar içinde çok sayıda okulun imam hatibe çevrilmesi nedeniyle birçok aile için bu okullar, tek erişilebilir seçenek. Servis paralarının fahiş fiyatlara ulaşmış olması da bu durumu tetikliyor.

Bu yüzden aileler yakın bölgelerdeki okullara yöneliyor. Fakat kayıt parasındaki "esnaflık" içgüdüsü burada da devreye giriyor. İkamet ettiği bölgedeki imam hatip okulundan kaçınmak için, çocuğunu yakındaki bir başka okula kaydettirmek isteyen ailelerden talep edilen kayıt parası da daha fazla oluyor.






3 Ekim bayramı: 'Büyük Almanya'nın benzersiz yağması- CEMİL FUAT HENDEK / soL-Özel

 Birilerine göre “iki Almanya’nın birleşmesi”... Aslına bakılırsa, Alman işçi ve köylülerinin ilk sosyalist devletini, Alman Demokratik Cumhuriyeti’ni (ADC) emperyalist Almanya’nın işgali!

3 Ekim! Federal Almanya Cumhuriyeti’nin tek ulusal bayramı. Hazırlığına hesapsız paralar dökülmüş merasimlerle, heyecanlı nutuklarla, her yıl biraz daha artan askersel resmigeçitlerle ve en başta ısrarlı yalanlarla kutlanan nedir? Birilerine göre “iki Almanya’nın birleşmesi”... Aslına bakılırsa, Alman işçi ve köylülerinin ilk sosyalist devletini, Alman Demokratik Cumhuriyeti’ni (ADC) emperyalist Almanya’nın işgali!

Bu yıl, ADC’nin kapılarını açarak emperyalist saldırganların talanına teslim olmasının 33’üncü yılını kutluyorlar... 33 yıl önce Sosyalist Almanya’nın emperyalizme, faşizme, insanın insanı sömürüsüne karşı ördüğü duvar, senaryosu önceden kurgulanmış tiyatral bir eylemle yıktırıldı. “18 milyon 'hürriyet' diye bağırıyormuş”... “ADC zaten ekonomik olarak çoktan yıkılmışmış”... Geçiniz! 

Bu propaganda mugalatasını kanıtlayacak tek bir somut veri yok elde.

Emperyalizm, Alman Demokratik Cumhuriyeti’ni ne ekonomik, ne de askersel olarak yıkabilecek güce sahipti. Sosyalist devlet, federal casuslarla el ele veren, yıllardır uykuya yatmış azılı antikomünistler ve bir kısmı satın alınmış, gerisi kullanışlı aptallardan oluşan birkaç bin aktivistin köpürttüğü ideolojik saldırı karşısında yenildi. Bir yanda iktidardaki kadroların önemli bir kısmı, öte yanda hain Gorbaçov kliği... 

Bunlara dayanarak Sovyetler Birliği’nden sonra dünyanın en gelişkin sosyalist devletini, hatta bazı çevrelerde dünyanın en büyük 10 sanayi ülkesinden biri olarak değerlendirilen Alman Demokratik Cumhuriyeti’ni yerle bir ettiler. Bu rakamın abartılı bir propaganda olduğuna yönelik büyük bir popaganda makinesi çalıştırıldı yıllarca, ama BM verilerinde bile ADC’ye dünyanın en büyük 15-20 ülkesi arasında yer veriliyordu. Bonn-Berlin yıllarca bu “komünist propaganda” ile yayılan verilerin sahte olduğunu ileri sürdü. ADC çöken bir ekonomiye sahipti, onun için yıkılmıştı. Hâlâ da bu kapitalist yalan makineleri toplumu buna inandırmak için dört koldan çalışıyor.

Elmayla armudu toplamak

Gerçekten de, yıkıcılar sadece “özgürlük” ve “demokrasi” çığlıkları atmadılar. Başka bir koca yalan daha saldılar ortalığa: Herkesin okulun ilk sıralarında öğrendiği bir aritmetik kuralını hiçe sayarak “elmayla armudu topladılar!” Paylaşmacı kamu düzeninin işletmelerini, pazar ekonomisinin sömürüyü artırarak kârı yükseltmeye dayalı ölçütleriyle değerlendirmeye ve var olanı eleştirmeye başladılar. “Kârlılığı artırma”, “pazarda rekabeti teşvik”, “gereksiz istihdama son vererek zararı önleme” gibi lâflar dolaşıma soktular. 

Ülkedeki özelleştirmeler ihanet  fırtınası esmeye başladıktan sonra, fakat henüz ADC tamamen yıkılmadan önce başlatılmıştı. Batı’dan her türlü desteği almakta olan, “Demokrasi, şimdi!” sloganı altında sosyalist sistemi çökertmeye yeminli güruhun dayatması üzerine, Modrow yönetimi altındaki ADC Bakanlar Kurulu 1 Mart 1990’da bir karar aldı: Ülkede yeterince yatırım yapılmadığı için üretimi aksamakta olan ve rekabet gücü kalmamış işletmeler, “kamusal düzene uygun olmak koşuluyla” yatırıma açılarak modernleştirilecek, bu mümkün olmazsa kapatılacaktı. Bu karar Temmuz 1990 tarihinde Halk Meclisi’nce onaylandı, yasa olarak yürürlüğe kondu. Bu yasayla birlikte ülkedeki işletmelerden 8 bini mercek altına alındı ve o yılın sonuna dek 500 işletme özelleştirildi.

Görünen o ki, bir kısmı ihanet içinde olan, geri kalanların çoğunluğunun da beyin felcine uğradığı anlaşılan ADC yönetimi 1990 yılında “barışçıl bir geçişle iki Almanya’nın birleşeceğini” sanıyordu. O nedenle bütün sınır kapılarının açılmasını da emrettiler. Ne var ki, sonuç hiç de emperyalistlerin onlara söz verdiği gibi olmadı. Kapıların açılmasıyla birlikte emperyalist yağmacılar Portekizli “Konquisdator”ların İnka altınlarına hücum ettiği gibi ADC topraklarına daldılar. Alelacele “Kayyum Dairesi”ni ele geçirdiler. Bu dairenin başkanına işten el çektirerek “pazar ekonomisinde uzmanlaşmış bir kişi gerektiği” savıyla uluslararası bir tekelin, Hoesch AG’nin Yönetim Kurulu Başkanı Detlev Karsten Rohwedder’i o göreve getirdiler. “Planlı ekonomiden pazar ekonomisine geçişi sağlamak üzere” ADC’deki devlete ait eksiksiz tüm mal varlığını da bu idarenin tasarrufuna bıraktılar.

Bire kadar kırmak: Büyük talan

Böylece yakın tarihin gördüğü -SSCB’de olana benzer- en büyük yağma başladı. Dev boyutlarda bir yağmaydı bu. Göreve getirildikten birkaç ay sonra Rohwedder’in Kızıl Ordu Fraksiyonu tarafından öldürülmesinin ardından onun koltuğuna oturan Hıristiyan Demokrat politikacı Birgit Breuel’in başkanlığındaki Kayyum İdaresi 1991’den 1995’e dek, tamamiyle halkın malı olan ADC’den kalma serveti -geriye hiçbir şey bırakmamacasına- yok etti. Dev kombinaları parçaladı. Bir kısmını haraç mezat sattı. Diğer kısmını doğrudan kapattı. Tarım arazilerinin, devlet çiftliklerinin bir kısmını eski büyük toprak sahibi Junker’lerin torunlarına iade etti. Geri kalanları tarım tekellerine neredeyse bedavaya devretti.

Talan gerçekten büyüktür. Deyim yerindeyse, ülkeyi tarumar ettiler, taş üstünde taş bırakmadılar. Sadece 3 Ekim 1991 - 31 Aralık 1992 arasında 11 bin 43 işletme, 10 bin 311 gayri menkul ve  27 bin 807 hektar tarım arazisi satıldı. Kimisi dünya çapında kaliteli ihraç malı üreten 23 bin 500 işletme bu tırpanlamaya kurban gitti. Bunlardan 19 bin 500’ü içindeki 15-20 bin işçi çalıştıran dev kombinalar küçük parçalara ayrılarak özel kişilere ve şirketlere devredildi. 2,4 milyon hektar ekilebilir arazi ranta açıldı. Dev kombinalar etrafında oluşmuş on binlerce nüfusa sahip kasabalar boşaldı. 4 bin orta ve küçük işletme ise tamamen kapatıldı. Bugün çoğunun yerinde yeller esiyor. Ayrıca 25 bin dükkân ve otel, ADC Halk Ordusu’na ait 42 bin taşınmaz da yok pahasına satıldı.

Rantçı çekirgeler

Bu sırada alıcıların kim olduğuna, amacına bakılmadığı gibi, 1 Alman Mark’ına satılan işletmeler bile oldu. Aralarına bazı büyük şirketlerin de karıştığı dolandırıcılar güruhu, neredeyse bedava ele geçirdikleri bu işletmeler üzerinden büyük krediler aldıkları halde fabrikaları kapatarak, tesisleri yıkarak arazilerinden rant elde etmeye yöneldiler. Bu özelleştirmelerin başında, her iki ülkenin ekonomi bakanlıkları arasında değeri 600 milyar Alman Markı olarak anlaşmaya varılmış olan ”her şey”den elde edilen sadece 67 milyar Alman Markı oldu.

Ya zarar? Sadece mal varlığı mı? Olan, asıl sosyalizmin koruyucu şemsiyesi altında refah içinde yaşayan 18 milyon insana oldu. İşsizlik nedir bilmeyen, bedava sağlık hizmeti alan, çocuklarını bedava anaokullarına, orta eğitime ve üniversitelere gönderen, gelecek kaygısı duymayan insanlar... Bir anda dünyaları yıkıldı. Milyonlarcası işsiz kaldı. Örneğin, 1991 başında var olan 4,1 milyon işyerinden 1994 sonunda sadece 1,5 milyon işyeri kalmıştı. Bu sayı sonraki yıllarda daha da azaldı. (Gerçek sayılar artık sansür altındadır.) Ve fakat...

Ey özgürlük!

ADC yurttaşları emperyalistlerin söz verdiği özgürlüğe kavuştular! Diplomaları yırtılan doktorlar hastabakıcı olarak çalışma, mühendis ve mimarlar inşaatlarda iş arama özgürlüğüne kavuştular. Fizikçiler, kimyagerler kamyon şoförü, sıradan fabrika işçisi olabildilerse sevindiler. Bir zamanlar 80 ADC Markı kira verdikleri 80 metrekare konutları 800 Alman Markı’na kiralamakta özgür oldular. (Bu sayılar 1990’ların sonunda reel sayılardı; şimdilerde sözde modernleştirilen aynı evlerin kirası yaklaşık 1200-1500 avro.) Batı’ya iş aramaya gidenler, üstüne üstlük “Ossi” (Doğulu) olarak aşağılanmaya tahammül etme özgürlüğünü de elde ettiler.

Dahası da var: Bir milyondan fazla insan, ülke çapında ADC gizli servisi “Stasi” çalışanlarına ve aktif komünist parti üyelerine karşı başlatılan cadı avından kurtulma mücadelesi verme, kendisini savunmak için belge arama, avukat tutma özgürlüğünü tattı. Bunların çoğunun emeklilik hakları da bu arada budandı, çoğu sosyal yardıma muhtaç hale düşürüldü. Bir zamanlar olimpiyatlarda madalya koleksiyonu yapan sporcu ulusun gençlerine de, spor sahalarından uzaklaşarak “ot içme”, “diskoteklerde azma” ya da “televizyon karşısında köhneme” özgürlüğü armağan edildi.

Başlarda bütün olan bitenleri eli böğründe seyreden bu insanlar, başlarına gelenin bilincine vardıklarında, grev yapmaya, açlık grevine çıkmaya kalktıklarında, artık çoktan iş işten geçmişti. Hani şu ”özgürlükler ülkesi” Almanya medyasında en ufak bir şikâyet bile sansüre takılıp kaldı. Doğu Almanya sessizliğe gömüldü... Bu baskı karşısında oluşacak tepkiye karşı önlem olarak da ülkenin doğusunu AfD (Almanya için Alternatif) adındaki faşist partiye teslim ettiler.

Sosyalist Almanya’daki yaşamı özleyen insanlar halen bu ”barışçıl birleşme” yalanını içlerine sindirmiş değiller. Bu nedenle 33’üncü yıl kutlamalarında halkın birleşmek için cesaret göstermesi çağrıları devam ediyor. Yeniden büyüyen ve kimi çevrelerde “Büyük Almanya” olarak nitelenen Federal Almanya, ADC’yi yuttuktan sonra, neredeyse kapısının önünde, Ukrayna’daki bir savaşta, ABD emirleri doğrultusunda yangına körükle gitmeyi, halka kabul ettirmeye çalışıyor. 

33 yıl, şiirimizdeki Ahmed Arif imzalı “33 Kurşun” gibi bir acıyı hatırlatıyor. 

Avrupa’nın ortasında, eski sosyalist coğrafyalarda yeni felaketler pişiriliyor. Bunu yapabilmek için Avrupa’dan sosyalizmin ve onun en başarılı örneklerinden ADC’nin ortadan kaldırılması gerekiyordu.

2023’te buradayız.

CEMİL FUAT HENDEK / soL-Özel

Devlet korumasındaki çocukların götürüldüğü tarikat kampında şiddete uğradıkları ortaya çıktı! - BURCU GÜNÜŞEN/soL-Özel

 

İstanbul'da devlet korumasındaki çocukların tarikat kampına götürülmesi skandalının ardından çocukların kampta fiziksel ve psikolojik şiddete de uğradıkları ortaya çıktı.

İstanbul Aile ve Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü sorumluluğundaki Çocuk Evlerinde kalan devlet korumasındaki çocukların tek bir kamu görevlisinin bile refakati olmaksızın, Mutlu Yuva Derneği’nin düzenlediği 40 günlük eğitim kampına alındığını soL haberleştirmişti.

Nur Cemaati’nin bir kolu olan Suffa Vakfı’yla ilişkili derneğin 3 Temmuz - 11 Ağustos tarihleri arasında vakfın Güngören ilçesinde faaliyet gösteren Özel Gündüzalp Erkek Öğrenci Yurdu’nda planlanan kampı soL'un haberinin ardından kamuoyundan gelen tepkiler üzerine bir hafta erken sona erdirilmiş ve çocuklar çocuk evlerine geri teslim edilmişti.

Kampla ilgili haberi yazısında değerlendiren Cumhuriyet yazarı Zülal Kalkandelen'e soruşturma açılırken, bu skandala imza atan yetkililer hakkındaysa herhangi bir soruşturma henüz açılmış değil.

Öte yandan kampta çocukların yaşadıklarıyla ilgili yeni bilgiler ortaya çıkmaya devam ediyor.

Tekme tokat, psikolojik şiddet

soL'un edindiği bilgiye göre tarikat kampına götürülen çocuklar burada fiziksel ve psikolojik şiddete uğradılar. Kurum çalışanları ise halen suç duyurusunda bulunup bulunmamak konusunda tereddüt ediyorlar.

Kampa gönderilen 30 çocuğun arasında Eyüp Çocuk Evleri Koordinasyon Merkezi Müdürlüğü, Atatürk Çocuk Evleri Koordinasyon Merkezi Müdürlüğü'ne bağlı çocuk evlerinde kalan korunma katındaki çocuklar ile çevre muhitte oturan ailelerin çocuklarının da olduğunu öğrendik.

Edindiğimiz bilgiye göre çocuklar kampta bulundukları süre boyunca hem fiziksel hem de psikolojik şiddete uğradılar.

Buna göre kamptaki çocuklar tekme ve tokatla fiziksel şiddete maruz kaldılar.

Çocuklara ceza olarak tuvalet temizliği yaptırıldığı, aynanın karşına geçip “benden adam olmaz” diye tekrar etmelerine yönelik öz benliklerini zedeleyen "ceza yöntemleri"nin de uygulandığı edindiğimiz bilgiler arasında.

Çocuklara birbirlerine de şiddet uygulattırıldı

Yine edindiğimiz bilgilere göre bununla da kalınmadı, çocuklar birbirlerine de şiddet uygulamaya teşvik edildi.

Buna göre çocuklardan ayna karşısına geçirip gözlerini kaçırmamaları istendi, başka çocuklar gözlemci olarak başlarına dikildi ve onlardan çocuk gözlerini kaçırırsa kafasına vurması istendi. Bu, bir tür "ceza" yöntemi olarak uygulandı.

Çocuklara uygulanan "ceza yöntemleri" arasında yerde sürünme de yer alırken, yine çocuklara "kemerle dövülenlerin olduğu şiddet videoları" izletildi.

Toplu olarak namaz kıldırılan, sabah namazına kaldırılan çocuklara kampta salık verilenlerden biri de çocuk evlerinde satranç oynamamaları oldu. Çocuklara "o oyunlar putlara tapanların oyunu" denildiği de gelen bilgiler arasında.

Kurum yetkilileri suç duyurusunda bulunacak mı?

Peki tüm bu yaşananların ardından kurum yetkilileri bir suç duyurusunda bulunacaklar mı?

Kurumda bu skandalı kapatma telaşı olduğu, yetkililerin çocukların başına gelenleri düşünmek yerine kendi memuriyetlerini "yakmak"tan çekindikleri için yasanın gereğini yapmaktan bile geri durdukları belirtiliyor.

Tarikat ve cemaatlerle iç içe bir devlet yapılanmasında kamu görevlilerinin kanunun gereğini yapmaları dahi bir cesaret işine dönüşmüş durumda.

Suffa Vakfı'nda da telaş hakim

Öte yandan tarikat kampının gerçekleştirildiği yurdun bağlı olduğu Suffa Vakfı'nda da bir telaşın hakim olduğu internet sitesinde daha önce soL tarafından gündeme getirilen "lise eğitimi" bölümünün tamamen kaldırılmasından anlaşılıyor.

Vakfın İkitelli'de Külliye adlı merkezinde kaçak lise eğitimi verdiğini haberleştirmemizin ardından vakıf internet sitesinde "Anadolu Lisesi" statüsünde diye tanıttığı "lise eğitimi" bölümünü önce kaldırmış, daha sonra "lise projesi" şeklinde yeniden yayımlamıştı.

soL'un bu değişikliği kamuoyuna duyurduğu haberinin ardından bu kez vakfın sitesindeki "eğitim" bölümünde "lise" ve hatta "lisans ve lisans üstü" eğitim iddialarına dair yer alan bilgilerin tamamı silindi. 

Vakfın internet sitesindeki "eğitim" faaliyetleri başlığında artık sadece "Gündüzalp Erkek Öğrenci Yurdu" ile "Hayrunnissa Hanım Eğitim Merkezi"ne bağlantı veriliyor.

Vakfa ait kulliye.org adresine giden internet kullanıcısınıysa sadece şöyle bir görsel karşılıyor:


BURCU GÜNÜŞEN/soL-Özel

Bakanlıktan Phaselis raporu: İnşaat arkeolojik zemine zarar vermiyor - Ceren Deniz / duvaR

 

Phaselis'teki günübirlik tesis projesine açılan davaya Kültür ve Turizm Bakanlığı 'uzman görüşü' sundu. 3 profesör tarafından hazırlanan raporda, "İnşaatlar arkeolojik zemine zarar vermiyor" denildi.

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Alacasu ve Bostanlı koylarına günübirlik tesis kurmak için yürütülen, 'Phaselis Antik Kenti Ören Yeri ve Bütünleyici Kıyı Alanı Çevre Düzenlemesi' projesine karşı Antalya 3’üncü İdare Mahkemesi’nde açılan davaya uzman raporu sundu. Pamukkale Üniversitesi’nden Prof. Dr. Bilal Söğüt, Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi’nden Prof. Dr. A. Şevki Duymaz ve Burdur Mehmet Akif Üniversitesi’nden M. Rafet Kıstır’ın imzasını taşıyan raporda, "Mimari imalatlar, arkeolojik zemine zarar vermemektedir" görüşü yer aldı.

Phaselis Antik Kenti’ne yapılmak istenen projeye karşı Antalya Mimarlar Odası tarafından açılan davaya uzman görüşü sunan Bakanlık, iptal davasının reddedilmesini ve yürütmeyi durdurma kararının kaldırılmasını istedi.

'İNŞAAT YASAL MEVZUATA UYGUN'

Mahkemeye sunulan raporun sonuç bölümünde, "Proje kapsamında özellikle Alacasu ve Bostanlık koylarında yapılan mimari imalatlar, Phaselis Antik Kenti dışında ve etkileme alanında yer almaktadır. Mimari imalatlar arkeolojik zemine zarar vermemektedir. Tüm arkeolojik alanlarda bulunan, zorunlu ihtiyaçlardan kaynaklanan uygulamalardır. Çevre ve peyzaj düzenlemesine bağlı üretimlerin, yasal mevzuat ve izinler çerçevesinde ortaya konduğu ve bilimsel anlamda olumsuz bir etkisi olmadığı kanaatindeyiz" ifadeleri yer aldı.

'PROJEYİ KAZI BAŞKANI YÖNLENDİRDİ'

Phaselis Kazı Başkanı Prof. Dr. Murat Arslan’ın günübirlik tesis ve plaj projesinin antik kente faydalı olacağına dair görüş yazısı verdiğinin belirtildiği raporda, "Başlangıç aşamasında onun yönlendirmeleri doğrultusunda proje şekillenmiştir. Ayrıca, kurul toplantıları, kendisinin eşliğinde yapılmıştır" denildi.

Arkeolog olmadan kazı yapıldığı suçlamasına karşı tüm zemin uygulamalarının Antalya Müze Müdürlüğü’nün denetiminde yapıldığına ve alanda herhangi bir arkeolojik tahribatının söz konusu olmadığına dair belgeler olduğundan söz edilen Bakanlık raporunda, bölgede yürütülen derin kazıların ise zorunlu altyapı kazısı olduğu ve Koruma Kurulu’ndan onaylı projeye uygun şekilde sürdürüldüğü bilgisi verildi.

YÖRÜK İŞİ Mİ, ANTİK KALINTI MI?

Bakanlığın hazırlayıp mahkemeye sunduğu rapora ilişkin itirazlarını sıralayan Phaselis İnisiyatifi, şu açıklamayı yaptı:

"Raporda imzası olan uzmanlardan biri Bostanlık ve Alacasu koylarında yüzeydeki kilise kalıntılarından bahsederken, 'Yörükler mi yapmış yoksa antik döneme mi belli değil' yorumunda bulunuyor. Kazı Başkanı Prof. Dr. Murat Arslan’ın, hazırladığı bilimsel çalışmalarda, kilise yapısı olduğunu belirttiği bu kalıntıların hangi yıla tarihlendiğinin henüz saptanamadığına dair görüşü var. Son bilirkişi raporuna da bu kalıntılar kilise kalıntısı olarak işlendi. Bilirkişi raporunu hazırlamak üzere antik kenti incelemeye gelen uzman heyet, bu kilise kalıntılarına dair tespitlerini tutanağa işledi."

'KİTLE TURİZMİNE AÇMA ÇABASI VAR'

Antik kentlere inşa edilen tuvalet ünitesi gibi yapıların maksimum binde 2 büyüklüğünde olabileceğinin belirtildiği açıklamada, "Bu konuda uluslararası standartlar var. Phaselis Antik Kenti’nin içindeki tuvalet ünitesi, bu standarda uyuyor. Antik kent içindeki bu tuvalet, Bostanlık Koyu’na yapılan ünitenin 10’da biri kadar. Günde ortalama 7–8 bin ziyaretçisi olan Phaselis’teki tuvalet yaklaşık 40 metrekarelik bir alanı kaplıyorken, Bostanlık Koyu’na 400 metrekarelik bir yapı konuldu. İlke kararlara göre, sit alanının önce kazılması, arkeolojik açıdan ziyarete açılması ve standartlara uygun büyüklükte kullanım alanlarıyla hizmet sağlanması gerekiyordu. Ama bir metre altında ne var bilinmeden üstüne beton döküldü. Burada bir tuhaflık var. Alan önce temizlenmeyip bakımsız bırakıldı, sonra kirlilik projeye gerekçe olarak gösterildi. Birinci derece doğal sit alanını kitle turizmine açma çabası var" denildi.

ŞEMSİYELER SIRALANDI SONRA KALDIRILDI

Bakanlığın ilk projesinde Alacasu Koyu’na 140, Bostanlık Koyu’na 240 şezlong ve şemsiye yerleştirilecek şekilde alanın planlandığını hatırlatan inisiyatif, yeni projede bu sayı azaltıldı mı yoksa aynı mı kaldı sorusuna yanıt alamadıklarını ifade etti: "Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na dilekçe ile başvurarak yeni proje ile ilgili bilgi talep ettik ancak alamadık. Onay verdiği projenin kendisinde olmadığını belirten kurul, bizi Yatırım ve İşletmeler Genel Müdürlüğü’ne yönlendirdi. Bu konudaki bütün girişimlerimiz sonuçsuz kaldı. Ağustos ayında henüz mahkeme sonuçlanmadan koylara şezlong ve şemsiyeler yığıldı ve şemsiyeler sahile yerleştirilmeye başlandı. Tepkiler üzerine tamamı kaldırıldı."

Ceren Deniz / duvaR

                                                               /././

Phaselis davasında bilirkişi keşfi yapıldı - 30 Temmuz 2023

YUSUF YAVUZ / AÇIK GAZETE – Günlerce gece gündüz nöbet tutarak proje alanındaki kumsaldaki Caretta caretta yuvalarını ve yavru çıkışlarını belgeleyerek Mahkeme heyetine sundular…

Antalya’nın Kemer ilçesinde bulunan Phaselis antik kentinin koruma alanı içerisinde Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından başlatılan iki ayrı halk plajı projesine karşı açılan davada Mahkeme tarafından keşif yapıldı. Mahkemenin daha önce yürütmeyi durdurma kararı vermesinin ardından yerinde keşif yapılarak yeniden bir karar alınıncaya kadar alandaki inşaat çalışmaların durdurulması gerekiyordu. Ancak yargı kararına uyulmadığını gören davacılar alana giderek çalışmaların durdurulmasını sağlamıştı. Davanın görüldüğü Antalya 3. İdare Mahkemesi’nin atadığı bilirkişi heyeti Phaselis antik kenti ve projenin uygulandığı Bostanlık ve Alacasu koylarında inceleme yaptı. Tekirova’da yaşayan davacıların da katıldığı keşif sırasında halk plajı yapılmak istenen Bostanlık koyu kumsalında varlığı belgelenen Caretta caretta yuvaları ve yavruların görüntüleri de Mahkeme heyetine sunuldu. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın üç ayrı akademisyene hazırlatarak Mahkemeye sunduğu raporda ise yapılan işlemlerin bilimsel bir sakıncası olmadığının savunulması dikkati çekti.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Phaselis antik kentinin koruma sınırları içinde bulunan 1. Derece arkeolojik sit alanı niteliğindeki koylarda geçtiğimiz Şubat ayında başlattığı projeye karşı açılan davada bugün bilirkişi keşfi yapıldı. Antalya 3. İdare Mahkemesi’nin baktığı davada olayla ilgili yerinde keşif yapan bilirkişi heyeti önce Phaselis ören yerinde, ardından da Bostanlık ve Alacasu koylarında inceleme yaptı. Phaselis’e Dokunma Hareketi ve Antalya Ekoloji Kolektifi üyeleri ile Tekirova’da yaşayan davacı vatandaşların da katıldığı bilirkişi keşfi sırasında Mahkeme heyetine projenin yarattığı tahribata ilişkin bilgiler aktarıldı.

GECE GÜNDÜZ NÖBET TUTARAK YUVALARI TESPİT ETTİ

Tekirova’da yaşayan ve davacılardan biri olan Sami Adaletli, Bostanlık koyunda daha önce yapılan bilimsel çalışmalar kapsamında da varlığı bilinen Caretta caretta (İribaş kaplumbağa) türü Akdeniz kaplumbağalarının yuvalarını tespit etmek için iki hafta boyunca gece gündüz alanda nöbet tuttu.

BAKANLIK HALK PLAJI UĞRUNA CARETTALARI GÖRMEZDEN GELİYOR

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın geçtiğimiz Şubat ayında uygulamaya koyduğu ‘Phaselis Antik Kenti Ören Yeri ve Bütünleyici Kıyı Alanı Çevre Düzenlemesi’ projesinin uygulandığı iki koydan biri olan Bostanlık Koyu’nda daha önce de nesli tehlike altındaki türlerden biri olan Caretta carettaların varlığı biliniyordu. Ancak arkeolojik sit statüsündeki Bostanlık koyunun Caretta caretta kumsalı olarak ayrı bir tescili bulunmuyor. Bu yönde bir koruma statüsü olmadığı için de Bakanlık projenin uygulanması sırasında koruma altındaki bu türün kumsaldaki varlığını görmezden gelmeyi tercih ediyordu. Keşif sırasında da Bakanlık avukatı ile davacılar arasında bu yönde kısa bir tartışma yaşandı.

DAVACILARDAN SAMİ ADALETLİ: ‘TOPLAM 15 YUVA TESPİT ETTİK’

Beydağları Sahil Milli Parkı sınırları içerisinde bulunan Bostanlık koyunda yaklaşık iki haftadır gece gündüz nöbet tutan Sami Adaletli, “Burada 5 Temmuz’dan bu yana tespit yapıyorum. Toplam 15 civarında yuva oldu. Bir haftadır da daha önce tespitini yapamadığımız yuvalardaki yavru çıkışlarını görmeye başladık. Ancak yuvaların üzerinden araçlar geçmeye başlamış. Ölen yavrular da var. Aslında bu sahil de Caretta caretta yuvalama alanı olarak daha önce koruma altına alınmış olsaydı bugün daha fazla yuva tespiti yapmış olacaktık. İnşaat çalışmaları, gürültü, ışık kirliliği ve araç trafiği canlının yaşam alanı için tehdit oluşturuyor. Tekirova halkı olarak yıllardır burada yuvalama ve yavru çıkışı olduğunu biliyoruz. Biz burada tespit ettiğimiz yuvaları ve yavruların çıkışlarını fotoğraflayarak mahkeme heyetine sunduk. Daha önce de bilimsel bir çalışma yapılmıştı bunu da mahkemeye sunduk” dedi.

TEKİROVA SAHİLİ OTELLERLE DOLDU, CARETTALAR BURAYA SIĞINDI

Yaklaşık 3 kilometre uzunluğundaki Tekirova sahilinde 13 tane otel ve tatil köyünün yer aldığına işaret eden Adaletli, “Tekirova sahilindeki yoğun kullanım baskısı yüzünden Caretta carettalar hemen yakınındaki Bostanlık koyunu bir sığınak gibi kullanıyor. Başka gidebilecekleri yer yok burada, hep kayalık. Geri kalan sahiller de otellerle çevrili olduğu için yaklaşamıyorlar. Bu canlılar yumurtalarını bırakmadan önce gündüz keşif yapıyorlar, tehlike varsa oraya yaklaşmıyorlar” diye konuştu.

BU KOYLAR BİLİMSEL ÇALIŞMALAR İÇİN AYRILMALI

Bostanlık ve Alacasu koylarının hem milli park hem de arkeolojik sit olması nedeniyle özellikli alanlar olduğuna işaret eden Sami Adaletli, “Bu özellikleri taşıyan, kendine özgü doğal peyzajı olan çok az alan var. Buralar daha fazla insan baskısına maruz kalmamalı. Bu tür alanlar bilimsel çalışmalar için ayrılmalı ve bir laboratuvar gibi korunmalı. Ticari alanlara dönüştürülmesi durumunda kısa sürede özelliğini kaybeder burası” görüşünü dile getirdi.

BAKANLIK ÜÇ PROFESÖRE RAPOR HAZIRLATIP MAHKEMEYE SUNDU

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Phaselis davası için üç akademisyene hazırlatarak Mahkemeye sunduğu ‘bilimsel’ araştırma ve inceleme raporunda ise proje kapsamında uygulanan işlemlerin “bilimsel anlamda olumsuz bir etkisi olmadığı kanaatindeyiz” görüşüne yer verilmesi dikkati çekti.

‘BİLİMSEL ANLAMDA OLUMSUZ ETKİSİ YOK KANAATİNDEYİZ’

Pamukkale Üniversitesi’nden Arkeolog Prof. Dr. Bilal Söğüt, Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi’nden Sanat Tarihi uzmanı Prof. Dr. Abdullah Şevki Duymaz ve Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi’nden Prof. Dr. Mehmet Rafet Kıstır (Mimar) tarafından hazırlanan raporun sonuç bölümünde şu ifadelere yer veriliyor: “Her iki koydaki mimari imalatların bulunduğu alanın SİT durumu bir antik yerleşim dokusundan daha ziyade birinci derece arkeolojik sit alanı koruma bandını oluşturacak yer konumundadır. İnceleme alanının proje uygulama aşamasında özellikle arkeolojik alanın olumsuz etkilerinin ortaya çıkması durumunda yasal mevzuata göre ilgili kurumların müdahalesi zaten söz konusu olacaktır. Proje uygulama aşamasında tescilli alanlara fiziki müdahale koşulları yasa ve yönetmeliklere tabi olarak yürütülüyor ve tescilli alanların tescil niteliği yasal koruma devamlılığı içerisindedir. Sonuç olarak ‘Phaselis Antik Kenti Ören Yeri ve Bütünleyici Kıyı Alanı Çevre Düzenlemesi Projesi’ yapım işi kapsamında devam etmekte olan özellikle Cennet ve Bostanlık koylarındaki mimari imalatlar, Phaselis antik kenti dışında ve etkileme alanında yer almaktadır. Mimari imalatlar arkeolojik zemine zarar vermemektedir. Tüm arkeolojik alanlar ve ören yerlerinde bulunan zorunlu ihtiyaçlardan kaynaklanan uygulamalar çevre ve peyzaj düzenlemesine bağlı üretimlerdir. Üretimlerin yasal mevzuat ve izinler çerçevesinde ortaya konulduğu ve tesis edilen işlemlerin bilimsel anlamda olumsuz bir etkisi olmadığı kanaatindeyiz.”

‘ARKEOLOJİK ALANLAR ÇEVRESİYLE BİRLİKTE BİR BÜTÜNDÜR’

Üç akademisyenin imzasını taşıyan Bakanlık raporunda Phaselis’teki Bostanlık ve Alacasu (Cennet) koylarındaki arkeolojik verilerin yetersiz olduğu iddiasını değerlendiren Davacılardan Sami Adaletli ise şu görüşleri dile getirdi: “Arkeolojik alanlar çevresiyle birlikte bir bütündür ve ayrı ayrı değerlendirilemez. Bu tür değerlendirmeleri art niyetli yorumlar olarak görüyoruz. Bu tavrı akademisyenlere yakıştıramıyoruz. Buraların ranta açılması için gerçeğe aykırı raporlar düzenliyorlar. Bir vatandaş gitse bir çivi bile çaksa hapse atıyorlar. Ama ranta açılınca her şeyi normalleştiriyorlar. Burada kişilerin unvanlarının arkasına saklanarak süreci sonlandırmaya çalışıyorlar.”

BOSTANLIK KUMSALI CARETTALAR İÇİN NEDEN ÖNEMLİ?

Caretta carettalar tüm Akdeniz’de yalnızca belirli alanlarda yuvalama yaparak varlığını sürdürebilen bir canlı türü. Türkiye’nin yanı sıra, Yunanistan, Tunus, Libya, Mısır ve Kıbrıs kıyılarındaki kumsalları üreme alanı olarak seçen koruma altındaki türün varlığı, yuvalama ve yavrulama kumsallarının bilinçli ve kontrollü kullanımına bağlı. Akdeniz sahillerinde yoğun insan baskısı altındaki kumsallarda turizm faaliyetleri ve Caretta caretta varlığının aynı anda sürdürebilmesi için yıllardır kapsamlı çalışmalar yürütülüyor ancak farkındalıkla birlikte kullanım baskısı da giderek artıyor. Bir kilometrelik kumsalda ortalama 20 Caretta caretta yuvasının bulunması o alanın yuvalama kumsalı olduğunun işaretlerinden biri. Yaklaşık 400 metre uzunluğundaki Bostanlık koyunda 15 civarında yuvanın tespit edilmesi bu bakımda kayda değer bir gösterge olarak kabul ediliyor. Daha önce alanda yürütülen bilimsel çalışmada, Bostanlık koyunda benzer sayıda yuva tespit edilmiş, alanın bu yönüyle de korunması için çalışma yapılması önerilmişti. Türkiye’de yerel halk ve kamu işbirliği ile önemli bir koruma faaliyetinin yürütüldüğü 3 kilometrelik Çıralı kumsalında ortalama 108 Caretta caretta yuvası bulunuyor. Bu veriler göz önüne alındığında Bostanlık koyu kumsalının tür açısından önemi daha da artıyor.

YUSUF YAVUZ / AÇIK GAZETE





2 Ekim 2023 Pazartesi

'Trol ordusu' Ebabil Harekâtı, Ali Yerlikaya'yı hedef aldı: "Soylu'ya çay verenleri sürmekle meşgul olunca..." - BİRGÜN

 CHP Grup Başkanı Özgür Özel'in, eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'ya bağlı olduğunu iddia ettiği "Ebabil Harekâtı" isimli sosyal medya hesabı, Ankara'da bombalı saldırı girişimine ilişkin İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'yı hedef aldı. Yapılan paylaşımda, "Soylu'ya çay veren çaycıları tespit edip sürmekle çok meşgul olunca ülkenin tam merkezine, evinin önüne gelen teröristleri takip etmeyi ihmal ettiler" dedi. Daha sonra bir paylaşım daha yapan Ebabil Harekâtı, hesabı kapatacağını duyurdu.

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, Emniyet Genel Müdürlüğü giriş kapısı önüne gelen 2 saldırganın bombalı saldırı eyleminde bulunduğunu bildirdi.

Saldırganlardan birinin kendini patlattığını aktaran Yerlikaya, diğer saldırganın etkisiz hale getirildiğini açıkladı.

Yerlikaya, "Açılan ateş sırasında 2 Emniyet mensubumuz hafif biçimde yaralanmıştır. Kahramanlarımıza acil şifalar diliyorum" açıklamasını yaptı.

Bombalı saldırı girişiminin ardından yandaş sosyal medya hesabı, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'yı hedef aldı.

2023'te CHP Grup Başkanı Özgür Özel'in, eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'ya bağlı olduğunu iddia ettiği "Ebabil Harekâtı" isimli sosyal medya hesabı, Yerlikaya'ya yüklenerek şu paylaşımı yaptı: ""Soylu'ya çay veren çaycıları tespit edip sürmekle çok meşgul olunca ülkenin tam merkezine, evinin önüne gelen teröristleri takip etmeyi ihmal ettiler.  Son teröriste kadar öldürecekmiş. Yok valla, terörist kendi kendini patlattı, sana zahmet olmasın. Sen bakanlığa geri dön, Soylu'yla çalışmış bürokrat avına devam et."

Ebabil Harekâtı, gelen tepkilerin ardından başka bir paylaşımda bulunarak, kendi hesabından atılan tweetin kabul edilemez olduğunu söyledi.

Yapılan paylaşımda, "Bugün Ebabil Harekatı hesabından atılan tweet kabul edilemez! Bir çok arkadaşın admin olduğu bu hesap milletimizin ülkemizin ve devletimizin hassasiyetlerine sahiptir. Alçak terör saldırısı sebebiyle sosyal medyada bizi birbirimize düşürmeye çalışan fitnecilere alet olmak en son bizim işimizdir. Bunu asla kabul etmiyor ve Ebabil hareketinin sosyal medya hesabını kapatıyoruz. Allah fitneye fırsat vermesin" ifadelerini kullandı.

ERDOĞAN: İÇİŞLERİ BAKANI GÖREVİNİ YAPTI

TBMM Genel Kurulu, 28. Dönem 2. Yasama Yılı açılışı dolayısıyla TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş başkanlığında toplandı.

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Genel Kurul'da milletvekillerine hitap etti.

BMM’den ayrılırken şeref holünde basın mensuplarının sorularını yanıtlayan Erdoğan,  "İçişleri Bakanlığı’nın hedef alınması açısından bir değerlendirme alabilir miyiz" sorusuna, “İçişleri Bakanı görevini yaptı” cevabını verdi.

EBABİL HAREKÂTI HAKKINDA

CHP Grup Başkanı Özgür Özel, 12 Ocak 2023'te Meclis'te düzenlediği basın toplantısında Ebabil Harekâtı hakkında açıklamalarda bulunmuştu.

"Ebabil kuşları, Süleyman Soylu'nun trol ordusudur" diyen Özel, "Ama maaşını kendisi değil İçişleri Bakanlığı, eski dönemde Çalışma Bakanlığı, bakanlıkların bağlı kuruluşları ve birkaç tane belediye yapmaktadır" ifadelerini kullanmıştı.

Ebabil Harekatı Telegram kanalı hakkında da bilgi veren Özel, "Eminimsi'nin (Emin Şen'in sosyal medya hesabının kullanıcı adı) yönettiği kanallar bunlar. Ebabil Hareketi, Derin Kuvvetler, İBB Kandil kadrosu hesaplarının yönetildiği gizli kanal ve orada hazırlanan içeriklerin 8 bin sosyal medya trole servis edilen bilgiler" demişti.

BİRGÜN

Hizbullah'a yakın Alimler ve Medreseler Birliği laiklik karşıtı çalıştay düzenledi... Topluma 'baskı artsın' mesajı -Aytunç Ürkmez / Cumhuriyet

 

Hizbullah’a yakın Alimler ve Medreseler Birliği, Irak, İran ve Mısır’dan gelen dinci isimlerle çalıştay düzenledi. HÜDA PAR’ın Genel Başkanı Yapıcıoğlu, “Ulema sınıfı, sosyal hayata daha güçlü tesir etmeli, idarecileri yönlendirmeli” dedi.

Başkanlığını Hizbullah’ın eski İran sorumlusu Enver Kılıçarslan’ın yaptığı ve yasadışı medrese faaliyetleri yürüten Alimler ve Medreseler Birliği, önceki gün ve dün Irak, İran ve Mısır’dan gelen dinci isimlerle Diyarbakır’da “8. Alimler Buluşması” düzenledi. Çalıştay, söz konusu birliğin merkez medresesinde düzenledi. 

‘AKTİF ROL ALMALIYIZ’

Çalıştaya katılan isimler arasında HÜDA PAR Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu, Irak’ın Kürt partilerinden Adalet Topluğu Partisi’nin genel başkanı Ali Bapir, Dünya Müslüman Alimler Birliği Genel Sekreteri Ali Muhyiddin el-Karadaği yer aldı. İhvancı HAMAS’ın liderlerinden Halid Meşal ise çevrimiçi olarak konuştu. Çalıştayda Yapıcıoğlu, “Ulema sınıfı, enerjisini sadece eğitim faaliyetlerine hasretmeden içtimai, iktisadi ve siyasi meselelere daha güçlü bir şekilde tesir etmeli. Ulema, Müslümanların kalkınması için idarecileri yönlendirme hususunda aktif bir rol üstlenmeli” dedi. Karadaği de konuşmasında, “Kudüs’ün özgürleşmesi yolunda mücahit âlimler ve ilim okuyan mücahitlere ihtiyacımız var” ifadelerini kullandı. 

LAİKLİK VE KADIN HEDEF

Bapir ise İslam âlimlerinin toplum hayatındaki olumlu rolünde gerileme nedenine ilişkin “Bazılarının dünyevi hayata odaklanan laik materyalist akımdan etkilenmesi” olarak gösterdi. Programa İran’dan katılan Uşnevye Cuma İmamı Mustafa Hatemi konuşmasında, “İfade özgürlüğü, kadın hakları gibi bazı sloganlarla İslam’a zarar vermeye çalışıyorlar” dedi. Ali Bulaç da ulemanın toplum hayatında peygamberin rolünü üstlenmesi gerektiğini belirterek, “Sivil alanı ıslah eden, siyasi iktidarları dönüştürme yolunu tutan bir ulemaya ihtiyacımız var” diye konuştu. Prof. Dr. Imad Muhammed Kerim, “kavmiliyetçiliğin” kimlik belirlemede önemli olgulardan olduğunu söyledi. Dr. Talat Fehmi de Batı’nın aile ve kadını hedef aldığını belirtti. Fehmi, bu soruna ilişkin çözümün ise “Eğitim ve ders programlarını düzenlemek, dini ve ahlakı yok eden uluslararası anlaşmalardan çekilmeyi talep etmek” olduğunu iddia etti.

‘BM GİBİ TOPLANALIM’

Çalıştayın sonuç bildirgesinde dikkat çeken maddeler yer aldı. Bildirgede “İslami uyanışa yönelik tehditler aşılmalı. Bunun için Müslümanlar arasında BM Genel Kurulu’nu andıran büyük istişare buluşmaları gerçekleşmeli. Medreseler desteklenmeli. İslamın kadına verdiği miras gibi maddi haklar için fiilen mücadele edilmeli. Aile bireylerinin görevleri arasındaki dengeye ilişkin hükümleri ebeveynlere ve kurumlara kavratacak bir tedrisat ve irşad programı geliştirilmeli, eğitim sisteminin de bu yönde değişmesi için her tür çalışma gecikmeden yapılmalı” denildi.

Aytunç Ürkmez / Cumhuriyet





Büyük iddia ve uyum (II)- Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

 

(Ortakyaşam-Simbiyoz)(I)

Yüzüncü yıla devam ediyoruz. “1980” keskin bir karşıtlık ilanıdır. Özünde, “büyük iddia”ya, hem de bir tür Atatürkçü söylem yaratıp buna sığınarak! 

YALNIZ VE SAF DIŞI

Emeği saf dışı bırakmazsan sermayenin yolu açılmaz! Darbenin çıplak mesajıydı. Buradan başladı. Kendinden sonrakilere “Bu ‘elde var bir’dir, sakın unutma!” dedi. Sermaye büyük soluk aldı, ferahladı. 2023’e uzanan kırk yılın ana damarı doğdu. Emek, geleceğin yolunda “Hükmen yenik” sayıldı, saf dışı bırakıldı. Cumhuriyetçi orta sınıfla bağlantısı kesildi. Cumhuriyetçi orta sınıfa da gözdağı verildi, hırpalandı. Entelektüel birikimi çökertilmeliydi. Şaşmaz bir pratikle yapıldı ve emekle buluşmaktan uzaklaştırıldı; “kırk yıllık yalnızlığı”na başladı. Darbe temele indi, “1961”in içini boşalttı. Devlet Planlama Teşkilatı’nı 1982’de “anayasal” olmaktan çıkardı. Zamanla önemsizleşmeliydi. “Ekonomi artık sermayeye göre düzenlenir” düsturu başlıyordu ve zaten dünyanın “iyi saatte olsunları”nın bilinen ricalarındandı. Kısaca, 1961’de ekin tutan toprak bir sermaye rejimi için nadaslandı. Bugünün “sivil Bonapartizmi”ne, birbirine eklemlenen geçişlerle, bir süreklilik içinde oradan geliyoruz. 

                                                     ‘Yalnız ve saf dışı’ 

TÜM İKTİDAR

1961 Anayasası’nın 20. yüzyıl ve gelecek için hazırladığı giysi sermaye sınıfına bol gelmişti. Sermaye “1961”in içinde küçük kalıyordu. 1980’le, “tüm iktidar sermayeye zamanı” açılınca görüldü ki darbenin kendisine sunduğu tarihi giysi de sermayeye bol gelmiştir. “Tüm iktidar” çok yönlü, büyük işti. Sermaye ülkeyi yönetecek donanıma sahip değildi. Kayda değer entelektüel birikimi yok gibiydi. Ufku dardı. Hep güvende olma güdüsünün ağırlığı altındaydı. Şirketleri zaten devlette birikim ve ustalık kazanmış kişileri alarak yönetiliyordu. Ama sınıfsal içgüdüsü ekonomik ve yönetsel kapasitesinin üzerindeydi. Bu profiliyle, sınıf olarak dünya sermayesine sığınma arzusu, talebi gitgide büyüdü. Talep de arzını yaratacaktır! Böylece iki benzemez süreç yan yana işlemeye başladı: Yıpranan birikimiyle Cumhuriyetçi orta sınıf ve çökertilmiş örgütlenmesiyle emek gitgide zayıf düşüyor, sermaye, güçlenebilmek için kayıtsız şartsız destek alıyor. Ama iktisat politikaları “Şunu yapalım, o olmazsa bunu yapalım” çizgisinden öteye gidemiyor. Yeni, reel (gerçek) kaynak yaratılamıyor. Açıklar büyüyor. 1988’de enflasyon yüzde 75’i vuruyor.

                                                       Tüm İktidar

TANIŞTI, ÖMRÜ DEĞİŞTİ

1990’larda sermaye sınıfı “dolar” ile tanıştı. 1980’lerin tablosundan taşınan yükler devletin ekonomisine yığılmıştı. Başvurulan iç borçlanma çare olmuyordu. Kamu açıkları büyürken enflasyon tırmanıyordu. Çare sermaye giriş-çıkışlarını serbest bırakıp dış borç aramakta arandı. Dünya finans piyasasına ilk çıkışlar gösterdi ki dünyada faizler yüzde 3 mertebesinde iken kemiksiz yüzde 30 dolar faizinden daha azı ile Türkiye borç bulamıyor! “Dolar”la tanışmak bedava olmazdı! Tanışmanın bedeli ne ise toplum elbette öderdi! 1990’ların yüksek enflasyonunda “dolar” için aracılıkta ezilen küçük ve orta boy bankaların sıra sıra tarihe gömülüşü yaşandı. Çelimsiz şirketler de onları izlerken “dolar” yavaş yavaş TL’yi saf dışı etmeye başladı. 

1990’ların dünyası Amerika’nın başını çektiği geniş çaplı bir harmanlanma içine (“küreselleşme” başlığıyla kutsanarak) girerken Türkiye ne olduğunu tam kavrayamadı. Sürüklenerek tuhaf ve yıpratıcı bir anafor içinde “küreselleşme”nin uvertürünü yaşamaya koyuldu. Alışılmış politika levyelerinin işlemez hale geldiği, acil kararların “güm, güm” diye birbirini kovaladığı bir cümbüş. Acayip bir diskotek ortamı gibi! Sermaye “dolar” ile orada tanıştı, onu çok sevdi ve artık ömrünün değiştiğine, güçlenmeye başladığına inandı. Yeni hayaller kurdu. Eklemeye gerek yok ki enflasyon ile “dolar”ın kesintisiz çapraz ateşi altında TL ile yaşayan emek bu cümbüşte daha da zayıfladı.

Ömrünün değiştiğine inanmak medyasız olmaz. Yeni sesler lazım. Sözün gelişi, medya hamamında yankılananlar gibi. O süslenmiş sesler inancı takviye eder, yayılır. 1990’larda, sermayenin tek sesli ezgileri ortalığı kapladı. Bunlar 1980’lerde alçak sesliydi, “piano” düzeyindeydi. 1990’larda “forte, fortissimo” oldu. “Efendim, eski kafayla olmaz. Dünyaya uymak lazım” ile başlayan, “piyasalar, piyasalar”, “Piyasa serbestlik demektir, yani demokrasi demektir”e uzanan sololar ve koroların zamanına geldik. Teknik düzeyde de takviye yapıldı. “Dolar” ekonomide yer tutmaya başlarken “ana akım”dan meslektaşlar da TL’nin artık “dandik para” olduğunu, bilirkişi jargonuyla vurguladılar. Sermayenin ömrü değişirken özgün bir entelektüel birikim mi oluşmaktaydı, yoksa sadece bizim “Şikagolu çocuklar” mı “sahne alıyordu”? 

Daha önemlisi, 1990’larda sermaye sınıfı artık ergenliğe vardığına inanarak “tüm iktidar” için siyasette “biyolojik” eş aramaya başlıyor. Arayış on yılda kızışıyor. Ve bir “görücü”nün aracılığına başvurmak şart oluyor. Sonraki yılların kapısı buradan açılacaktır.

                                  Tanıştı, Ömrü Değişti ve Modern Zamanlara Girdi

MODERN ZAMANLAR VE NİKÂH

Emperyalizm ciddi iştir. Dünya haritaları vardır. Onlara iyi bakar. Eskinin tozunu alır, kaldırır, zamanı gelince çıkarır. Sykes-Picot (1915) bunlardandır. İngiltere’nin BOP’u idi. 1923 Lozan’da kullanışsız hale gelince rafa kalktı. 1990’larda raftan indirildi, Amerika’nın “BOP 2.0”ı yapıldı. Coğrafya yeniden düzenlendi. “BOP 2.0”ın eş başkanları atandı. “Büyük iddia”yı sonlandırarak Ortadoğu devletliğine uyum kabiliyeti araştırılan bir Türkiye için ön proje yapıldı. “BOP 2.0” için özel düzenlenen siyaset “ılımlı” etiketiyle tedavüle çıktı. Sermayenin aradığı “biyolojik eş” olmaya hak kazanacaktı. Bütün bunlar “modern zamanlar”a gelişin işaretleriydi. “Efendim, dünyaya uymak lazım” söylemi bu frekansa ayarlıydı.

“BOP 2.0” ile doğan jeopolitik yeni “büyük alan” tasarımına oturuyordu. Kapsamlıydı. Karadeniz’den Akdeniz’e, oradan Sykes (1915) “alanı”na, Kuzey Afrika’ya uzanarak bir bütün oluşturuyordu. O “bütün”ü de NATO Avrupa’sı ile bütünleştirmek gerekiyordu. Bu yeni senaryoda Türkiye’nin konumu hem dünya sermayesi, hem de kapitalizmin “ağa devleti” ve “abi devletleri” için yeniden ağırlıklandırıldı, değerlendirildi. Sahneye konulabilir, sonucuna varıldı. Ancak “büyük iddia”nın Türkiye’si yeni haritaya mutlak ve tartışmasız uyumu sağlayacak yapı değildi. Bağımsızlığı öğrenmişti. Unutmalıydı. Değişmeliydi.

NİKÂH

Cumhuriyet ne zaman doğmuştu? Toplumlar hak sahibi olduklarını göstermek üzere devrimlerle ayağa kalktıkları zaman! “Büyük iddia”ya son vermek üzere dünya kapitalizmine ayarlanan Türkiye tablosu ne zaman doğdu? Kapitalizm dünyayı karşıdevrimlerle hallaç pamuğu gibi atmaya başladığı zaman!

Dünya sermayesi ve “ağa devlet” için “yeni Türkiye” sadece iki “değere” sahip olabilirdi. O kadar. Bir, büyük ve artan nüfusu ile kârlı bir “market” olması. İki, 1990 sonrası coğrafyada genişleyecek bir NATO’yu Ortadoğu ile birleştirebilecek mevkide eşsiz jeopolitik konuma sahip olması. Bunlar yeni senaryoda başat öğelerdi. Sermaye dünyayı harmanlamaya başlayarak çığır açmış, ülkeleri “emerging market” yapmaya başlamıştı. Türkiye’nin sermaye sınıfı da ülkeyi o “market”liğe terfi ettirme misyonunu üstlendi. Artık yeni bir dille konuşacaktı: “Market dili”. Onu öğrendi. Repliklerle. En çok kullanılanı “Reform lazım” idi. Böylece 2000’in dönemecinde 15 günde 15 yasa çıkarıldı. Cumhuriyetin henüz tümüyle değişmemiş ekonomik yapısından reel kapitalizme geçişin ilk adımı atıldı.

İşçi sınıfı ülke gündemini etkilemekten artık iyice uzak kalmıştı. “Büyük iddia” ise iyice geride kalmış, Cumhuriyetçi orta sınıfın geçen zamanda biraz da kafası karışmıştı. Tarih sermaye sınıfının bir yeni rejim kurması için adeta nadir koşullar yaratmıştı. Şimdi aranan, sermayenin “biyolojik eşi” olacak bir kalıcı hareketti. Siyasetin eski kadroları eskiyerek tükenirken BOP 2.0 “ılımlı” etiketli harekete can verdi. Hareket başat işlevini ezberine aldı. Bir, işçi sınıfını gündemde yer almaktan olabildiğince uzak, parçalı ve zayıf tutmak. İki, “büyük iddia”yı kesintisiz polemikler yaratarak yıpratmak, sıradanlaşan bir gündemin sıradan malzemesi yapmak. Bunları değişmez görev edinmek. Cumhuriyetin toplumda yerleşmiş ve henüz değişmemiş kurumsal yapısından reel kapitalizmin siyasal kararlar yapısına geçişin öteki ilk adımı atıldı. 

“Yeni Türkiye” modeli bu “başat”lar üzerine kurulabilirdi. O ikisinin su geçirmez uyumu ile. Ve ikisinin dünya sermayesi ve “ağa devlet”in jeopolitik ufkuna uyumu ile. 2002 seçimi bu “büyük uyum” zeminini güzelce hazırladı. “Ilımlı” etiketiyle servis edilen hareket sermaye sınıfıyla buluştu. “Ağa” görücü ve aracı sıfatıyla buluşturdu. Birbirlerini besleyecek bir “ortakyaşam” (Simbiyoz) kurmak üzere nikâhlandılar. Aile içinde imam nikâhıydı. Nikâh çıkışında çiftin üzerine onlara bereket getirmesi için, daha önce görülmemiş cömertlikle “dolar” serpildi. Kambersiz düğün olmaz. Sağdıç sıfatıyla “Avrupalı abiler” de oradaydılar. Onlar demokrasi jargonuyla konuşurlardı. Kutladılar ve “İşte, bu demokrasi” dediler! Şimdi olgunlaşmış olarak yirminci yılını idrak eden karşıdevrimin başlangıcıydı. Siyaset topluluğundan bir itiraz sesi duyulmadı. Memnuniyet sesleri duyuldu.

Bilsay Kuruç / Cumhuriyet


GELECEK YAZI: BÜYÜK İDDİA VE UYUM (ORTAKYAŞAM–SİMBİYOZ) II