3 Kasım 2023 Cuma

KISA KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI - 3 KASIM 2023 -

 


TÜİK'e göre yıllık enflasyon yüzde 61,36 (soL)

TÜİK Ekim ayı enflasyon verilerini duyurdu.TÜİK'e göre enflasyon Ekim'de aylık bazda yüzde 3,43; yıllık bazda yüzde 61,36 oldu.

ENAG: Yıllık enflasyon yüzde 126,18 (soL)


Akademisyenlerin ve ekonomistlerin bağımsız biçimde oluşturduğu  Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG), Ekim ayına ilişkin enflasyon verilerini açıkladı. ENAG'ın açıkladığı verilere göre, Tüketici Fiyat Endeksi (E-TÜFE) Ekim ayında yüzde 5,09 arttı. E-TÜFE’nin son 12 aylık artışı yüzde 126,18 olarak gerçekleşti. 2023 yılı, Ocak-Ekim dönemi enflasyon oranı ise yüzde 105,48 oldu.

Adalet Bakanından Tolga Şardan açıklaması: 'Herkes istediğini yazabilir ama bunun da bir sınırı var' (soL)

Bakan, Şardan’ın tutuklanmasıyla ilgili, “Herkes istediğini yazabilir. Ama bunun da bir sınırı var” dedi. Gündemde olan Polat çifti soruşturmasına ilişkinse MASAK raporunu işaret etti. (https://haber.sol.org.tr/haber/adalet-bakanindan-tolga-sardan-aciklamasi-herkes-istedigini-yazabilir-ama-bunun-da-bir-siniri

'Türkiye Tek Yürek' kampanyasının üzerinden aylar geçti, 30 milyar lira hala eksik (soL)

‘Türkiye Tek Yürek’ kampanyasında taahhüt edilen bağışın 30 milyar lirasının hala toplanmadığı ortaya çıktı. (https://haber.sol.org.tr/haber/turkiye-tek-yurek-kampanyasinin-uzerinden-aylar-gecti-30-milyar-lira-hala-eksik-386168)

Başkanlık sistemi Saray'ın personel sayısını ikiye katladı (soL)

Cumhurbaşkanlığı bünyesinde 1328 yeni personel istihdam edildi. Böylelikle 2017 yılında 1266 olan Cumhurbaşkanlığı personeli sayısı, 2023 Haziran sonu itibarıyla 2 bin 594’e yükseldi. Birgün'de yer alan habere göre, 2023 itibarıyla 2 bin 594’e dayanan Cumhurbaşkanlığı personelinin 2 bin 451’inin memur, 143’ünün ise sözleşmeli olduğu bildirildi. Cumhurbaşkanlığı personeli için teklif edilen ve öngörülen bütçe de dikkat çekti. 2024 yılında Cumhurbaşkanlığı personel gideri için 2 milyar 225 milyon 960 bin lira ödenek ayrılırken 2025 ve 2026 yıllarında ayrılması planlanan personel gideri sırasıyla 2 milyar 470 milyon 863 bin lira ve 2 milyar 717 milyon 988 bin lira olarak kaydedildi.(6 yılda 2'ye katlandı)  Cumhurbaşkanlığı personel sayısında 2017-2023 döneminde yaşanan artış yıllara göre şöyle sıralandı: *2017: 1.266 *2018: 2.374 *2019: 2.687 *2020: 2.505 *2021: 2.508 *2022: 2.550 *2023: 2.594

2024 yılı yeniden değerleme oranı belli oldu! MTV çeşitli harçlar araç muayene ücreti ne kadar olacak? (Cumhuriyet)

Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) enflasyon verilerini açıklamasıyla, 2024 yılı yeniden değerleme oranları da belli oldu. AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan, Vergi Usul Kanunu kaynaklı artırma veya azaltma yetkisini kullanmazsa 2024 yılında vergi ve harçlar yüzde 58.46 oranında artırılacak. Emlak Vergisi, Çevre Temizlik Vergisi, MTV, çeşitli harçlar, araç muayene ücreti, Gelir Vergisi tarife dilimleri ve idari cezalar bu orandan zamlanacak. (https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/2024-yili-yeniden-degerleme-orani-belli-oldu-mtv-cesitli-harclar-arac-2137050)

Talimat Saray'dan... Laik eğitime yine hançer! (Sefa Uyar-Cumhuriyet)

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, aralık ayına kadar okullarda uygulanan müfredatın “sadeleştirileceğini” açıkladı. Değişiklikle ilkokul 4. sınıfta başlayan din derslerinin okul öncesi ile ilkokul 1., 2. ve 3. sınıflara kadar indirileceği kaydedildi. Tüm derslere “din” içerikli konuların da eklenmesi gündemde. Laik eğitimi hedef alan uygulama ve açıklamalarıyla gündeme gelen Tekin’e talimatın Saray’dan verildiği öne sürüldü. Talim ve Terbiye Kurulu’nun pasifize edildiği ve müfredat değişikliğinin Cumhuriyetin 100. yılına yetişmesi için özel çaba harcandığı belirtildi.
(
https://www.cumhuriyet.com.tr/egitim/talimat-saraydan-laik-egitime-yine-hancer-2136978)

BirGün yolsuzluk skandallarını ortaya çıkarmıştı: Bakanlık, 'görev değişikliğine' gitti (İsmail Arı-Birgün)

                                                                      Nadir Alpaslan
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın tatil bölgelerindeki plajları işletmek için kurduğu Turaş isimli şirketteki yolsuzluk skandallarının ardından Bakan Yardımcısı Nadir Alpaslan şirketteki yönetim kurulu üyeliği görevinden alındı. Alpaslan'ın yerine Serdar Çam geçti. Konuya ilişkin Bakanlık'tan yapılan açıklamada, "Nadir Alpaslan görevden alınmadı. Yerine Serdar Çam geçti. Bu bir görev değişikliği" denildi. (https://www.birgun.net/haber/birgun-yolsuzluk-skandallarini-ortaya-cikarmisti-bakanlik-gorev-degisikligine-gitti-480696)

BirGün yazdı, çift maaş saltanatı sona erdi (İsmail Arı-Birgün)

BirGün’ün Maliye Bakanı AKP’li Mehmet Şimşek’in Basın Danışmanı Sibel Tokgöz’ün bile çift maaşlı olduğunu ortaya çıkarmasının ardından yeni bir gelişme yaşandı. Tokgöz’ün yıllardır süren çift maaş saltanatı sona erdi. (https://www.birgun.net/haber/birgun-yazdi-cift-maas-saltanati-sona-erdi-480681)

4 bin kişi mağdur ama suçlu bulamadılar: Milyarlık vurgun (İsmail Arı-Birgün)

AKP’lilerin yönettiği Yeşil GYO, binlerce kişiye sattığı daireleri teslim etmedi. Yurttaşlardan yaklaşık 300 milyon dolar toplayan ve Halkbank’tan da 600 milyon TL kredi alan şirkete açılan soruşturma sessiz sedasız kapatıldı.
                                    Konut projesinin sadece yüze 40’ı tamamlandı. (Fotoğraf: Yeşil GYO)

Yeşil Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı A.Ş. (Yeşil GYO), İstanbul Esenyurt’ta inşa edeceğini açıkladığı Innovia isimli konut projesiyle ev sahibi olma hayali kuranlardan milyonlarca lira topladı. Hatta Halkbank’tan da milyonlarca liralık kredi kullanan şirket evleri teslim etmedi.

Yeşil GYO, 6 bin 500 konutun yer alacağını açıkladığı Innovia projesini 2010 ve 2011 yıllarında maket üzerinde sattı. Dönemin AKP’li Esenyurt Belediye Başkanı Necmi Kadıoğlu da garantör sıfatıyla projede yer aldı. Daireler, 2013 yılında tamamlanarak teslim edileceğinin belirtilmesine rağmen aradan geçen 10 yıla rağmen teslim edilmedi.

Projeden daire almak isterken mağdur olan 4 bin kişi ise hukuk mücadelesi başlattı. Dairelerin ortalama 140 bin TL’ye satıldığı ve Yeşil GYO’nun o dönem 4 bin kişiden yaklaşık 300 milyon dolar toplandığı ifade edildi. Hatta şirket bir de kamu bankası olan Halkbank’tan 600 milyon TL kredi kullanmasına rağmen inşaatları tamamlamadı, konutları teslim etmedi.

AKP’Lİ VEKİL DE YÖNETİCİ

Tüm birikimlerini ev sahibi olma hayali ile Yeşil GYO’ya verip konut mağduru olan 387 kişi 2019 yılında Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı’na giderek suç duyurusunda bulundu. Mağdurlar, dairelerin teslim edilmediğini hatta birden fazla kişiye satıldığı iddia ederek şirketin ve Halkbank yöneticilerinin “Dolandırıcılık, suç işlemek amacıyla örgüt kurma ve üye olma” gibi suçları işlediğini belirtti.

Suç duyurusunda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dostu olduğu iddia edilen Yeşil GYO’nun sahibi Kamil Engin Yeşil’in, uzun yıllar şirketin Yönetim Kurulu Üyesi olan ve 14 Mayıs seçimlerinde AKP’den Adıyaman Milletvekili olan Resul Kurt’un, şirket ile ortaklık ilişkisi kurduğu iddia edilen yandaş Türkiye gazetesi ile TGRT TV’nin bağlı olduğu İhlas Holding’in patronu Ahmet Mücahid Ören ile Halkbank’ın üst düzey yöneticilerinin de cezalandırılması istendi.

SESSİZ SEDASIZ KAPATILDI

Ancak, suç duyurusu yargıdaki çürüme en fazla görüldüğü yer olduğu öne sürülen Bakırköy Adliyesi’nde dört yıl boyunca davaya dönüşmedi. Dört yılın ardından, 19 Ekim 2023 tarihinde, “Kamu adına kovuşturmaya yer yok” kararı verilen milyarlarca liralık vurgun soruşturması sessiz sedasız kapatıldı.

Projenin mağdurlarından olan Konutla Dolandırılan Hak Sahipleri Platformu Başkanı Özlem Hanelçi BirGün’e yaptığı açıklamada, “Evleri 2011’de maket üzerinden satıp ‘2013 yılında teslim edeceğiz’ dediler. Ben de 2+1 ev için o dönem 140 bin TL ödedim. Evlerimizi teslim etmediler. 6 bin 500 dairenin yer aldığı projenin 4 bin mağduru var. Yeşil GYO’nun sahibi yurtdışında yaşarken biz burada hakkımızı arıyoruz. Yeşil GYO’nun Tuzla ve Sakarya Arifiye’deki projelerinin de çok sayıda mağduru var” dedi.

SAVCI ŞİKÂYET EDİLDİ

Konutla Dolandırılan Hak Sahipleri Platformu Sözcüsü Fahri Kaygu ise “Şirket projeyi tamamlamak için Halkbank’tan kredi çekti ama yine tamamlamadı. Sadece vatandaştan yaklaşık 300 milyon dolar gibi para toplandı. Yani hem vatandaştan hem kamu bankasından para aldıkları halde konutlar teslim edilmedi. Hatta yapılan suç duyurusunun ardından yürütülen soruşturmada gizlilik kararı dahi aldırdılar. Dört yıl önce açılan soruşturma dosyasını kapatan Cumhuriyet Savcısı da birçok yere şikâyet edildi” diye konuştu.

YÜZYILIN EN BÜYÜK SOYGUNU

AKP döneminde, ihaleler ve satılan değerli kamu arazileriyle müteahhitler zengin edildi. İktidar eliyle kasalarını doldurulan müteahhitler, ülkenin dört bir köşesinde peş peşe devasa konut projelerinin temelini attı. Ancak birçok konut projesi aradan geçen yıllara rağmen bitirilemedi. Bitirilemeyen projeler nedeniyle yüz binlerce kişinin konut mağduru olduğu tahmin ediliyor. En az 100 bin kişi ev sahibi olma hayali kurarken konut mağduru olduğu ve bu şekilde 21’inci yüzyılın en büyük soygununun yapıldığı ifade ediliyor. Soygunun 2 milyar doları bulduğu tahmin ediliyor.                                             

                                                   HATIRLATMA

AKP’linin eşinden milyarlık vurgun!(İsmail Arı-Birgün)- 28/12/2022

AKP’li Eyüpsultan Belediyesi, iki arazisini 9 ay önce AKP’li Milletvekili Asuman Erdoğan’ın eşi Fatih Erdoğan’ın şirketine 1,7 milyar TL’ye sattı. Ancak şirketin hazırlattığı rapora göre arazilerin güncel değeri tam 5,3 milyar TL.
                                                         
Fatih Erdoğan’ın Kemerburgaz’daki iki arazisi. (Fotoğraf: BirGün)

Megakent İstanbul’daki milyarlarca liralık bir kupon arazi rantı daha gün yüzüne çıktı. AKP’li Eyüpsultan Belediyesi, 2021 yılının Aralık ayında, Kemerburgaz’daki toplam 78 bin metrekare büyüklüğündeki iki arazisini tüm itirazlara rağmen satışa çıkardı.

BirGün’ün 16 Aralık 2021 tarihinde “Ballı arsalar Erdoğan’lara” başlıklı manşetiyle AKP’li Eyüpsultan Belediyesi’ne ait arazilerin AKP Ankara Milletvekili Asuman Erdoğan’ın eşi Fatih Erdoğan’a satıldığını duyurdu. Arazilerin Fatih Erdoğan’ın sahibi olduğu Pasifik Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı A.Ş.’ye toplam 1 milyar 774 milyon liraya satıldığı belirtildi. 1 Nisan 2022 tarihinde de iki arazinin tapu devri gerçekleştirildi ve arazi resmi olarak Fatih Erdoğan’ın şirketinin oldu.

                                           Tartışmalı satışı BirGün manşetten duyurmuştu.

HALKBANK AYRINTISI

Pasifik Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı’nın 23 Aralık’ta Kamuoyu Aydınlatma Platformu’na (KAP) yaptığı açıklamada ise milyarlık rant güz yüzüne çıktı. Şirket, satın aldığı iki arazinin değerini belirlemek için “Gayrimenkul Değerleme Raporu” hazırlattı. Raporda iki arsanın piyasa değerinin 5 milyar 389 milyon TL olduğu ifade edildi.

Yani rapora göre, Fatih Erdoğan’ın nisan ayında 1 miyar 774 milyon TL’ye aldığı arazilerin değeri 9 ayda 3 milyar 615 milyon TL (Yüzde 211 oranında) arttı.

Raporda, satıştan sonra arazilerin Halkbank’a ipotek ettirildiğinin belirtilmesi de dikkat çekti. Fatih Erdoğan’ın kamu bankası olan Halkbank’tan kaç milyon liralık kredi kullandığı ve arazileri kredi alarak satın alıp almadığı ise açıklanmadı.

EN DEĞERLİ ARAZİLERİ ALDI

15 Aralık’ta da kamu kuruluşu olan Emlak Konut Gayrimenkul Ortaklığı A.Ş., Muğla’nın Bodrum ilçesine bağlı Türkbükü’ndeki arsasını “Arsa Satışı Karşılığı Gelir Paylaşımı” yöntemiyle Fatih Erdoğan'a ait Pasifik GYO şirketine sattığını açıklamıştı. 39 bin 584 metrekare büyüklüğündeki araziye yapılacak projeyle toplam 7 milyar 770 milyon TL gelir elde edilmesi planlanırken projede şirketin de araziden 3 milyar 496 milyon TL kazanacağı ifade edilmişti.

akp-linin-esinden-milyarlik-vurgun-1106159-1.

İstanbul Beşiktaş'taki askeri lojman ihalesini de geçen yıl 2,6 milyar TL bedelle Pasifik GYO şirketi almıştı. Projeyle 6 askeri lojman binası yıkıldı ve arazide inşaat başladı. Ancak yan taraftaki Akademiler Sitesi ve bazı apartmanların, ana yolla tek bağlantısı olan sokak kapatıldı. Mağdur olan site sakinleri imar planlarına itiraz etti. Dava dosyasına giren bilirkişi raporu, sokağın özel mülkiyete geçmesinin hukuksuz olduğunu belirtti.

GÖKÇEK’İN DE GÖZDESİYDİ

Fatih Erdoğan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da hemşerisi. Rize Güneysu doğumlu Fatih Erdoğan, eski Ankara Büyükşehir Belediyesi (ABB) Başkanı AKP’li Melih Gökçek döneminde de belediyeden milyonlarca liralık ihaleler aldı. Erdoğan’ın Orpaş Gıda Sanayi Ve Ticaret Anonim Şirketi, 2011 ile 2014 yılları arasında tam belediyeden tam 142 milyon TL’lik dört ayrı ihale aldı.

ABB’ye ait eski EGO Garajı’nın bulunduğu 124 dönümlük arazi de, 2015 yılında Erdoğan’ın sahibi oldu Pasifik İnşaat ile Çiftay Adi Ortaklığı’na ihale edilmişti. Emlak GYO’dan hasılat paylaşım modeliyle satılan arazi tartışmalara neden olmuştu. Pasifik İnşaat, Ankara’da TOKİ’nin Ufuk Üniversitesi’nden aldığı arazi üzerine Next Level Alışveriş ve İş Merkezi’ni de kamu bankası olan Ziraat Bankası’ndan aldığı krediyle inşa etmişti. Pasifik İnşaat borçları ödeyemediği için Ziraat Bankası’nca el konulmuştu.

Şeker gibi özelleştirme (Mustafa Bildircin-Birgün)



Kütahya Şeker Fabrikası’nı 23,8 milyon TL’ye devletten satın alan ve Kiler/Torunlar ortaklığının Ocak-Eylül 2023 dönemi kârı belli oldu. Fabrika, şirketlere dokuz ayda toplam 197,5 milyon TL’lik kâr getirdi. (https://www.birgun.net/haber/seker-gibi-ozellestirme-480658)

(derleyen: mstfkrc)






Deprem öldürmez, rantiye öldürür - RİFAT KORUR*-ANIL YILDIRIM POYRAZ** / soL-Görüş

 “Deprem öldürmez bina öldürür” lafı buzdağının görünen yüzü. Son depremlerde zeminin ne kadar büyük rol oynadığını da düşünürsek bu sözü “Deprem öldürmez imar rantı öldürür” şeklinde güncellemek şart.

10 ili etkileyen depremin ardından özellikle yeni yapılmış binaların ve yeni oluşmuş mahallelerin ciddi hasar aldığı pek çok kez şaşkınlıkla ifade edildi. Benzer bir durum 2020’deki İzmir depreminde de yaşanmıştı. İzmir’in tepelerinde hiç mühendislik hizmeti almamış binalar değil, orta ve orta-üst gelirlilerin yaşadığı, eski tarla yeni mahalle yerlerde en ciddi yıkımlar yaşanmıştı. Erdoğan, 2000 sonrası yapılan yapıların tüm yıkılanlar arasında yüzde 2 olduğunu söylerken ODTÜ bunu yüzde 3 olarak ifade ediyor.1 Bunu duyunca insanın “İstatistik bir yanıltma bilimidir” diyesi geliyor. Çünkü bu yüzdeler 2000 öncesi-sonrası tartışmasında pek bir anlam ifade etmiyor. Yapılması gereken 2000 öncesi yapılmış binaların kaçta kaçının yıkıldığıyla 2000 sonrasındakileri ayrı ayrı ortaya koymaktır. Buna ek olarak, özellikle son dönemde yapılan yapıların çok katlı ve çok haneli olduğunu düşünürsek, bu binaların toplam can ve mal kaybında bu sayılardan daha fazla bir yer tuttuğunu öngörmek mümkündür.

Bu binaların hepsinde bir uygulama hatası/eksikliği ya da kolon kesme gibi usülsüzlükler var olduğunu söylemek çok iddialı ve abartı (ki eğer öyleyse vay halimize, ne yapsak ne desek anlamsız). Mimarlar Odası’nın açıklamalarında da 2000 sonrasında yapılmış ve uygulama hatası gözlenmeyen yapılarda da özellikle zemin kaynaklı ciddi yıkımlar olduğu söyleniyor. Bölgeye gerek yardım gerek gözlem amacıyla giden başka birçok mühendis ve mimardan da benzer şeyleri duyuyoruz. ODTÜ Deprem Mühendisliği Araştırma Merkezi’nin ön raporunda da belirtildiği üzere, özellikle Hatay, Kahramanmaraş ve Adıyaman’da binaların maruz kaldığı ivmeler, yönetmeliklerde öngörüleni uzun sürelerde ve fazla fazla aşmıştır.

Buradan şuna geliyoruz, bu depremin nasıl böyle bir felakete dönüştüğünü anlamak istiyorsak binalardan önce imara bakmak gerekir. Lüks konutların olduğu mahallelerin verimli ovalardaki tarlaların imara açılmasıyla2 ve özellikle 2013 yılında tüm Türkiye’de emsal artışına yol açan yönetmeliğin sonrasında oluştuğu dikkate alınması gereken bir gerçektir. Ayrıca, kat ve lüks etiketi kaynaklı ciddi rantın ve kârın olduğu bu yerlerde müteahhitlerin “demirden betondan çalmaya” pek de tenezzül etmeyeceğini işin içinde bulunmuş kişiler bilir. 

Büyük resmi oluşturan imar sürecinin arka planına bakarsak, lüks ve çok katlı konutların yükseldiği bu ovalardaki arazilerin çoğunun bu illerdeki büyük toprak sahiplerine ait olduğunu not etmemiz lazım. Bu ailelerin belediye başkanlığı, milletvekilliği, bakanlık ve benzeri etkili kademelere gelmiş evlatları, özellikle artan konut ihtiyacına ve AKP döneminde yaşanan inşaat patlamasına paralel olarak ellerindeki bu arazilerin çok katlı yapılaşmaya da izin verecek şekilde imara açılması için lobi yaptı ve sonunda da istediklerini aldı. Öyle ki daha önceden riskli bölge ilan edilmiş bölgeler bile bir cumhurbaşkanı kararnamesiyle imara açıldı. Nihayetinde şehircilik diliyle planlamadan kaynaklı bir rant artışı ortaya çıkmış oldu. 

Halbuki bu kentler gerek tarım arazilerini korumak gerek depremin etkilerinden korunmak amacıyla ana kayalara ve tepelere/dağlara doğru büyümeliydi. Sonuçta burası Fransa ya da Almanya değil, bir deprem ülkesi. Hele tarımla uğraşmayan nüfusun bu ovalarda yerleşik olması net bir bilimsizlik ve plansızlık örneği. Ancak nihayetinde uzun yıllardır buralardaki imar politikası bölgede nüfuzu olanların elinde ve onlar da dağların değil ovaların sahibiydi.

Bunun en açık örneğini Hatay’da Amik Gölü üzerinden görebiliriz. Bize plan değil pilav lazım diyen Demirel zamanında göl etrafındaki toprak sahiplerinden de gelen talep doğrultusunda kurutulan göl, önce birkaç seneliğine çok ciddi bir verimle işlendi. Ancak bir süre sonra, sürpriz olmayan bir biçimde tuzlanma gibi sorunlardan dolayı toprak işlenemez hale gelince bu sefer imara açıldı. En nihayetinde ortasına bir de havaalanı konduruldu.

Bu yazının konusu, ovalara sağlam bina yapılıp yapılamayacağı değil, kentlerdeki imar süreçlerinin nasıl da bilimsellikten, kamu yararından uzak ve riskleri artırır şekilde ilerlediğidir. Ancak özellikle inşaat mühendisi meslektaşlarımızdaki “Ne isterseniz oldururuz, nereye isterseniz oraya ‘sağlam’ bina dikeriz.” yaklaşımı çok yanlıştır. Bu yaklaşım rant için aklına esen her yeri imara açanlara da isteyerek veya istemeyerek payanda olmaktadır. Ovalarda ayakta kalmış binaları gösterip de “Bakın, doğru düzgün yapılınca oluyor” demek başlangıçta bahsettiklerimizden dolayı geçersizdir. 

Fay hattı üzerinde olup sismik izolatörlerle ayakta kalmış hastaneleri örnek gösterenler, istisnasız her yapıya aynı özenin gösterileceğini ve harcamanın yapılacağını hiçbir şekilde garanti edemezler. Kaldı ki her binaya bir hastane kadar mühendislik hizmeti ve para ayırmak kaynak israfı olur. Yüzyıllardır deprem dalgalarının özellikle alüvyal birikim olan ovalarda büyüdüğü gerçeği bilinirken, “Fay hattına da depreme dayanacak ev yapılır” diye söze başlamak sadece rantiyecilere kazandırır. 

Bütün bunlardan dolayı, ülkedeki bilim insanlarının, mimar ve mühendislerin cevabını arayıp bulması gereken soru şudur: Hangi zeminde ve ne tür yapı tekniğiyle yapılmış yapılar depremi en az hasarla atlatabilir? Bu kadar hızlı büyüyen kentlerde, her şeye rağmen binaların insanların içinden sağ çıkmasını sağlayabilecek kadar ayakta kalabilmesi için daha kökten bir yaklaşım değişimi, imar planlaması ve yapım tekniğini arayıp bulmak şarttır. 

Bu sorunun yanıtı şimdiden az çok bellidir: Sıvılaşmaya, deprem dalgalarını büyütmeye müsait, alüvyal birikim olan araziler -ki bu araziler genelde fayların takip ettiği vadiler üzerindedir- imara açılmamalıdır. Bu arazilerde özellikle betonarme karkas çok katlı yapı yapmanın riskleri net şekilde ortaya konulmalı ve “her şekilde yaparız” ısrarından vazgeçilmelidir. Ovalarda çok katlı betonarme olası mezarlar yerine deprem dalgalarını büyütmeye değil sönümlemeye daha yatkın zeminlerde proje ve uygulamada gerekli özeni göstererek yapılaşmaya gidilmesi en gerçek çözümdür. Bunun aynı zamanda bölgelerdeki iktisadi faaliyetlerle ve sosyal yaşamla uygunluk içinde planlanması, hem deprem güvenliğini hem de sürdürülebilir bir gelişmeyi beraberinde getirecektir.

Ancak yukarıdaki soruya yanıt bulmak yetmez, bunu uygulamaya müsaade edecek bir siyasal irade ve düzen gereklidir. İnşaat sektöründeki rantın; hem kamunun sektöre el atması, hem de yasal düzenleme, yönetmelikler ve planlamayla sıfırlanmasıyla bunu sağlamak mümkündür. Ekonominin, belli sektörlerde köşebaşlarını tutmuş kişileri ve grupları değil, herkesi kapsayacak şekilde ve planlı ilerlemesi de bir diğer koşuldur.

Not: Bölgeye hem arama-kurtarma hem hasar tespit için giden inşaat mühendisi dostumuz Güneş Ediz’e bizimle gözlemlerini ayrıntılı şekilde paylaştığı için teşekkür ederiz.

*Yüksek Mimar

**Yüksek İnşaat Mühendisi

  • 1.ODTÜ Deprem Mühendisliği Araştırma Merkezi, 6 Şubat Depremleri Webinarı
  • 2.Malatya’dan Hatay’a pek çok ilde, depremden en ciddi zararları görmüş mahalleler için “eskiden buralar hep dutluktu” vecizesini hatırlatır şekilde “buralar hep kayısı vs. bahçesiydi” denildiğine sık sık şahit olduk. Google Earth’te bir zaman yolculuğuyla tüm kentler etrafında kıraç tepelere değil de verimli düzlüklere yayılımı görmek mümkün.

Cumhuriyet üzerine bir söyleşi - Korkut Boratav / soL

 "Radikal bir demokratik devrim olarak başlayan Cumhuriyet, 100’ncü yılında İslamcı bir faşizme dönüşmenin eşiğindedir."

Cumhuriyet’in 100’ncü yılı üzerinde BirGün gazetesi benimle bir söyleşi yaptı. Küçük eklentilerle aşağıya alıyorum.

1- Bugün 100 önce kurulan biçimiyle hem siyasal anlamda hem de iktisadi, toplumsal temelleri bağlamında aynı cumhuriyetten bahsedilemez gibi gözüküyor. Kesintisiz bir cumhuriyet okuması yapılabilir mi?

Kesintisiz bir Cumhuriyet okuması yapılamaz; tasarlanamaz. Radikal bir demokratik devrim olarak başlayan Cumhuriyet, 100’ncü yılında İslamcı bir faşizme dönüşmenin eşiğindedir. Bu dönüşüm yumuşak bir geçişle değil, kritik adımlarla, çalkantılarla gerçekleşti.

Cumhuriyet’in gelişimi devrimci ve tutucu güçlerin mücadelesi içinde gelişti; önemli aşamalardan geçerek bugüne geldi. Siyaset sarkacı, şimdilik “sol” ve “sağ” adlandırabileceğim iki doğrultuda salındı. Yön değiştirme aşamalarına “kesinti” diyebiliriz.

Şimdilik Cumhuriyet’in ilk yarısına odaklanalım. İlk önemli kesinti, İkinci Dünya Savaşı’nın sonundadır. Dünya siyasetindeki kutuplaşmada ABD etkisi öne çıktı. 1946’da kurucu parti CHP, radikal bir adımla sağa kaydı. Cumhuriyet’in son iki devrimci atılımı olan Köy Enstitüleri ve Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu, CHP’nin yükselen sağ kanadınca baltalandı, engellendi. İki sosyalist parti ve sola dönük sendikalar, anti-komünist bir kampanya içinde kapatıldı. Türkiye çok partili demokrasiye Sol’u tasfiye ederek geçti.

Halbuki Cumhuriyet’in üstyapı devrimleri bilim, düşün, sanat ve edebiyat alanlarını zenginleştirmişti. 1946 Türkiye’sinde çoksesli bir demokrasiye dönüşüm potansiyeli oluşmuştu. Demokratik devrimi olgunlaştıracak bu adım, bu ilk kesinti ile engellendi. Demokrat Parti (DP) yönetimindeki sonraki on yıl anti-komünizmin öne çıktığı baskıcı bir dönemdir. Anti-komünizmin toplumu kuşatması Türkiye’de McCarthy Amerika’sından öncedir.

Baskıcı rejime tepki kaçınılmazdı. DP, bir “sivil darbe” ile muhalefetin tasfiyesini hedeflemekteydi. 27 Mayıs’ın karşı darbesi ile önlendi. Daha önce de CHP, bir anlamda “günah çıkarmış”; İlk Hedefler Beyannamesi ile bir demokratikleşme programı önermişti. 1961 Anayasası, siyaset sarkacının “sola” yönelmesini başlattı; Cumhuriyet devrimlerinin birikimlerini içererek genişleten 20 yıllık bir döneme damgasını vurdu. Sol siyaset, sosyalizm yasallaştı, örgütlendi, temsil edildi.

Sonrasında “devran tekrar değişti”. 1970’li yılların ikinci yarısında CHP sola dönük, sınıfsal bir platformla iktidardaydı. Parlamento-dışı devrimci, sosyalist akımlar, emekçi örgütleri ayrıca güçlenmekte; Türkiye bütün olarak sola kaymaktaydı. 1980 darbesi ve 1982 Anayasası bu büyük dönüşümü engelledi. Siyaset sarkacı bir kez daha sağa yöneldi.

Cumhuriyet tarihinin ilk yarısı bu kesintileri içeriyor.

2- 100 yıl önce kurulan cumhuriyetin bugün herhangi bir biçimiyle bir devamından bahsedilebilir mi yoksa yıkıldığını ve yeni bir rejimin kuruluşu içerisinde olduğumuzu söyleyebilir miyiz?

Cumhuriyet’in ikinci yarısına iki türlü bakılabilir: Birincisine göre, 12 Eylül darbesinin başlattığı eğilim kesintisiz süregelmiş İslamcı bir faşizme ulaşmıştır. Bu bakış açısını destekleyen belirleyici etkenleri de sıralayabiliriz: Parlamenter solu temsil eden CHP önce parçalanmış; tekrar bütünleştiğinde 1970’li yılların sınıfsal platformundan ve aydınlanmacı/Kemalist çizgisinden kopmuştur. Sol kanadı olmayan liberal bir partiye dönüşmüştür. Parlamento-dışı, devrimci, sosyalist sol ise 12 Eylül darbesinin öncelikli hedefi olmuş; çökertilmiş, dağıtılmıştır. Bir önceki dönemin yaygın, örgütlü gücüne tekrar ulaşamamış, etkisiz kalmıştır. 1970’li yıllarda CHP’yi sola çekmiş olan “mıknatıs” etkisini de yitirmiştir.

Son yarım yüzyıla alternatif bakış, önceki analizin sonucunu reddetmez; ama ara-aşamalarına dikkat çekerek bu dönüşümün kaçınılmaz olup olmadığını sorgulayarak… İslamcı faşizm ile barışık olmayan demokratik, Cumhuriyetçi ve sosyalist güçlerin hatalarını da vurgular. Bu bakış, elbette geçmişi değiştiremez; ama ilerisi için dersler içerebilir.

Burada tarihçe yapamayız. Tek bir soru ile yetinelim: Siyasal İslam, demokratik bir cephede yer almalı mı? Liberaller “evet” diye yanıtlayarak AKP iktidarını peşinen desteklemişti. Keşke AKP döneminin öncesine yoğunlaşarak Türkiye pratiği içinde sorgulasalardı...

12 Mart darbesini izleyen ilk genel seçim sonrası vurgulanmalıdır. “Demokratik sol CHP” birinci parti olur; Ocak 1974’te Ecevit’in başbakanlığında CHP-MSP koalisyonu kurulur. Koalisyon, sol çevrelerde de 12 Mart faşizminin enkazını temizleme fırsatı olarak görülmektedir.

Koalisyon hükümeti, demokratikleşme adımı olarak 12 Mart döneminin siyasî hükümlülerini, sanıklarını kapsayan bir af yasasında anlaştı: Komünizme karşı TCK’nın 141-142’nci, şeriatçı eylemlere karşı 163’ncü maddeleri kapsanacaktı. Af tasarısı TBMM’nin gündemine 15 Mayıs 1974’te getirildi. Siyasal İslam’ın o tarihlerdeki temsilcisi MSP, bu demokratik uzlaşmaya ihanet etti. Önce TCK madde 163’ü kapsayan af oylandı; kabul edildi. Sıra TCK 141-142’ye gelince “uygun sayıda” MSP milletvekili oylamaya katılmadı. Af, sosyalistleri, devrimcileri dışlayarak yasalaştı.  AYM iki ay sonra bu yanlışlığı düzeltecek; solcu hükümlü ve sanıkların da tahliyelerini, aflarını mümkün kılacaktı. Aralarında Mülkiye’den dekanımız, dostum rahmetli Mümtaz Soysal da yer alıyordu.

MSP-CHP koalisyonu bu nedenle dağıldı. MSP Milliyetçi Cephe hükümetine katıldı. Cumhuriyet tarihinde ilk kez iktidara ortak olan siyasal İslam, demokratik bir ittifakın öğesi olamayacağını Mart 1974’te ortaya koymuştu. Ecevit’in bu algılamayı yaptığını düşünüyorum. Sonraları bu hatayı tekrarlamadı.

3-Peki sizce hem içinde bulunduğumuz rejimi, hem de bir asır önceki cumhuriyeti aşabilecek bir yeniden kuruluş nasıl mümkün, ne yapmalı?

“Yeniden Kuruluş”un kitle tabanı on yıl önce, Gezi kalkışması ile kendiliğinden ortaya çıktı. Katılanlar ortak simge olarak Mustafa Kemal’in kalpaklı portrelerini seçtiler. Cumhuriyetçi, kamucu sloganları benimsediler; komünist ilkeleri keşfettiler. İşçi sınıfının nitelikli kesimlerinden, mensuplarından, yakın geleceğin işçileri olan öğrencilerden oluşmaktaydı. Liderlik, öncü örgüt yoktu; ama aranmaktaydı. Sosyalistler altı yıl önceki Cumhuriyet mitinglerinden uzak durmuşlardı. Gezi kalkışmasına katılarak liberal yanılgılardan arındılar; ama kalkışmayı siyasete taşıyamadılar.

Gezi’yi siyasete, öncelikle bir yıl sonraki yerel seçimlere etkili boyutlarda taşımanın doğal adayı, CHP’ydi. Parti yönetimi itinayla uzak durdu. Sonrasında, örneğin 2019 İstanbul seçimlerinin kazanılmasında; hatta Mayıs 2023’te Altılı Masa miting meydanlarının liderleri fazlasıyla aşan coşkusunda Gezi’nin izleri, katkıları hâlâ var. Saray iktidarına karşı çıkan 48 milyon seçmenin önemli kesimleri on yıl önceki Gezi kitlesinin türevleridir.

Yeniden inşa ve kuruluş, bugünkü Türkiye koşullarında sosyalist örgüt, partilerden kaynaklanacaktır. Onlar İslamcı faşizmin niteliğine ve neoliberalizmin ürünü olan sermayenin tahakkümüne doğru teşhis koyanlardır. Ama, bu ağır tarihsel sorumluluğu hak etmeleri gerekecektir. İslamcıların emekçi sınıflar üzerindeki ideolojik tahakkümüne son vermeyi, işyerlerinde, mahallelerde örgütlenerek başarmaları gerekecektir.

Elli yıl öncesi devrimciliğinin, yüz yıl önceki Millî Mücadele’nin mirasını, deneyimlerini, sloganlarını, türkü ve marşlarını hatırlamak, canlandırmak zamanıdır. 

Başarılmalıdır.

Korkut Boratav / soL

Kaymakam ve başkan şeyhin önünde el pençe - MÜSLÜM EVCİ / SÖZCÜ

 

Nakşibendi tarikatı şeyhlerinden Ramazan Dinç, Yahyalı Belediyesi’nin asfalt tesisini ziyaret etti. Şeyhi ağırlayan kaymakam ve belediye başkanı ‘hürmet’te kusur etmedi.

Kayseri'de AKP'li Yahyalı İlçe Belediyesi tarafından 31 milyon TL bedelle 21 Ağustos 2023'te temeli atılan Asfalt Plenti'nin önümüzdeki günlerde açılışı gerçekleştirilecek. Yaklaşık iki ayda tamamlanan tesise dikkat çeken bir ziyaret gerçekleşti.
Nakşibendi şeyhi Ali Ramazan Dinç, Yahyalı Belediyesi'nin asfalt şantiyesine Togg ile geldi. Şantiyeye kurulan özel masada ağırlandı. İlçe protokolünün büyük saygı gösterdiği şeyh, incelemeden memnun ayrıldı.
Nakşibendi Tarikatının Yahyalı ilçesi şeyhi Ali Ramazan Dinç, AKP'li Belediyenin tesisini gezdi, dua etti. Dinç'in tesis  ziyaretine ilişkin fotoğraflar ise AKP'li Yahyalı Belediyesi'nin resmi sosyal medya hesaplarından paylaşıldı.
Görüntülerde Yahyalı Kaymakamı Mehmet Kaya, AKP'li Belediye Başkanı Esat Öztürk ve belediye meclis üyelerinin şeyhin önünde el pençe divan duruşları tepkilere yol açtı.
                                                                                                   
Böyle uğurlandı…

‘YAZIK ETMEYİN EFENDİLER'

CHP Kayseri İl Başkan Yardımcısı Niyazi Ünalmış, AKP'li Belediye Başkanı ve Kaymakamı sert bir dille eleştirdi. Ülkenin devlet geleneğinin ayaklar altın alındığını ifade eden Ünalmış, şunları söyledi: “Dini bir lider asfalt tesisini ziyaret ediyor.

                                               CHP Kayseri İl Başkan Yardımcısı Niyazi Ünalmış

Belediye Başkanı, Kaymakam ve yanındaki birçok kişi el pençe divan adamın yanındalar. Adam önde yürüyor, bunlar arkasında. Protokol kuralları mı değişti? Yazık. Zamanında FETÖ'nün kurucusu Fetullah Güleni'i dini lider kabul eden ve sonrasında “bizi kandırmışlar, Allah affetsin” diyen bir AKP zihniyetinin belediye başkanı. Ama Kaymakam'a ne demeli…

Yazık etmeyin efendiler. Makamınıza gölge düşürmeyin. Yerelde belediyeyi, ilçelerde kamu kurumlarını, bu gibi adamların müritleriyle doldurmayın.”

MÜSLÜM EVCİ / SÖZCÜ





Cumhuriyetin İlk 100 yılında devlet borçları (VI): Cumhuriyetin son 21 yılında devlet borçları (2002-2023) - Binhan Elif Yılmaz / T24

 

"Cumhuriyetin ilk 100 yılında devlet borçları" yazı dizisinin altıncısı ve sonuncusunda, 2002'den günümüze 21 yılda uygulanan ekonomi politikaları ile yaşanan/yaşanmakta olan krizler ekseninde devlet borçlarını değerlendireceğim

Hangi krizler yaşandı/yaşanıyor, ekonomik görünüm nasıl şekillendi?

Yazı dizisinin beşincisi oldukça buruk sonlandı. Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizlerinin yarattığı ağır bunalım ortamında yürürlükteki Enflasyonla Mücadele Programı'nın uygulanabilirliği kalmamıştı. Mart 2021'de ekonomiyi toparlamak ve yeniden güven tesis etmek amacıyla Dünya Bankasında görevli Kemal Derviş ülkeye davet edildi, Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı uygulanmaya başladı. IMF ile anlaşmaya gidildi ancak IMF sıkı para ve maliye politikalarının yanında ayrıca yapısal reformları da reçetelendirdi. Yüksek enflasyon, mali disiplinsizlik, devlet borçları en önemli sorunlardı.

2001 krizinden çıkış politikaları olarak finansal sistemin denetim ve gözetimi ile sağlamlaştırılması ve kamu mali yönetiminin disipline edilmesi ön plana çıktı. Bankacılık sisteminde revizyon, borçları artan şirketlerin durumunun iyileşmesi bu dönemde hedeflendi.

Milli gelirin yüzde 11,6'sına kadar çıkan bütçe açığıyla mücadelede öncelikle faiz dışı fazla verilmesi gerekiyordu. Borçlanma politikaları ve bütçedeki borç faiz yükü masaya yatırıldı. Kemal Derviş'in programında faiz dışı fazla yaratmak suretiyle hazinenin borçlanma ihtiyacı azaltılarak bu şekilde reel faizlerin düşürülmesi, yeni borçlanmaların daha düşük maliyetle gerçekleştirilmesi planlanıyordu. Ayrıca kamu bankalarının görev zararlarının toplumsallaşmasının önüne geçilmesiyle de açık-borç-faiz kısır döngüsünden çıkılacaktı.

IMF destekli Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı uygulamadayken 3 Kasım 2002 seçimleriyle AKP iktidara geldi. Değerli TL - düşük kur politikası içeride enflasyonu baskılarken yabancı sermayeyi ülkeye çekmede etkili oldu. Ancak sıcak paranın Türkiye'ye girişi ithalatı artırdı ve cari açık sorunu uzun yıllar önemli bir kriz göstergesi olarak gündeme girmiş oldu. 2009'a kadar enflasyonla mücadelede başarı sağlansa da enflasyon oranı hedeflenen yüzde 5'e ulaşamadı. Emek piyasası, sanayi politikası ve verimlilikte gerekli adımlar atılmasa da dış ekonomik koşullar iyileşiyor ve ülkenin kredibilitesi yükseliyordu. Kişi başı milli gelir 2003'te 4.700 dolardan 2008'de 10.000 doların üstüne çıkabildi. 2002 yılı sonrasında bütçe harcamaları içinde borç faiz ödemeleri kademeli olarak azaldı.

2007 yılında diğer krizlerden farklı olarak bu kez gelişmiş bir ülke olan ABD'de küresel kriz baş gösterdi. Büyük oranda diğer gelişmiş ülkelerin finansal ve reel ekonomik sistemini etkisi altına aldı ve küreselleşmeyle ülkelerarası artan entegrasyon sonucu dünya piyasalarına hızla yayılmaya başladı. Türkiye dış ve iç talep daralması, dış kredi azalışı ve ekonomiye duyulan güvenin azalması kanalıyla küresel krizden etkilendi. Kriz Türkiye'yi teğet geçmedi ve 2009 yılında Türkiye ekonomisi yüzde 4,7 oranında daraldı.

İhracatının yaklaşık yarısını AB'den gerçekleştiren Türkiye'nin küresel krizin Avrupa'ya yayılmasıyla ihracat performansı zayıfladı. 2013 sonrasında küresel krizin olumsuz etkilerini üzerinden atan Türkiye ekonomisi tüm dünyaya yayılan likiditeyi kendine çekti.

Yabancı sermaye Türkiye'yi o yıllarda tercih etti. Çünkü gerek yapısal reformlarda kararlılık gerekse IMF katkılı ekonomik program uzun bir dönem portföy girişine katkı sağladı. Yabancıların hisse senedi alımı nominal değer olarak 2008'de 6,9 milyar dolardı, 2012'de 9,1 milyar dolara kadar yükseldi.

2012-2017 yılları arasında uygulanan ekonomi politikalarında öncelik para politikasınındı. 2011 yılında yüzde 11,1 oranında büyüyen ekonomimiz 2012 yılında ise sadece yüzde 4,8 oranında büyüyebildi. Enflasyon oranı 2012'de ekonomik aktivite seviyesindeki düşüş, baskılanan ücretler kaynaklı enflasyon oranı yüzde 6'ya gerilemiş olmasına rağmen 2016'da yüzde 8,5'lik düzeye yükseldi ve hedef enflasyon oranı olan yüzde 5'ten giderek saptı.

2017 yılına kadar hem dalgalı büyüme trendi hem de hedeflenen büyüme oranlarından sapmalar ortaya çıkmaya başladı. Üretimin ithalata bağımlı yapısı nedeniyle büyüme oranı 2016'da yüzde 3,2'ye geriledi.

2018 yılındaki kur sıçramaları sonucunda yetersiz büyüme oranlarının yanında çift haneli enflasyon oranlarıyla karşılaşıldı. Ardından 2020 yılında küreselleşen dünyanın tanık olduğu çok önemli bir kriz daha yaşandı; Pandemi krizi. Pandemi krizine ekonomimiz düşük büyüme ve yüksek enflasyonla yakalandı.

Pandemi krizinde para politikasının Mayıs 2020'de gevşetilmesiyle düşen kredi faiz oranları talebi canlandırdı ve enflasyon oranını yükseltti. 2021 son çeyrekten 2023 Haziran ayına kadar düşük faiz politikası, rekabetçi kur ve ihracatın teşvikine dayalı Türkiye Ekonomi Modeli uygulandı. Enflasyonda rekor kırılırken döviz ihtiyacı şiddetlendi ve cari açık verilmeye devam edildi. 2022 yılının hemen hemen tamamında gelişmiş ülke merkez bankalarının enflasyonla mücadelede para politikalarını sıkılaştırmalarıyla gelişmekte olan ekonomilere sermaye girişi yavaşladı ve daha maliyetli hale geldi.

Devlet borçlarında son görünüm

Brüt dış borç stoku 2023 ikinci çeyrekte 475,8 milyar dolara ulaşmış durumda. Bu tutarın 195 milyar doları kamu sektörüne aittir. 235 milyar doları özel sektörün, 46,2 milyar doları da TCMB'ye ait. TCMB'nin yurt dışında aldığı swapları göstermesi bakımından önemli. TCMB dış borcu sadece 3 ayda 7 milyar dolar artış göstermiştirBrüt dış borç stokunun GSYH'ye oranı da yüzde 46,5'e ulaştı.

Görüldüğü gibi brüt dış borç stokunun ana bileşeni özel sektör dış borçlarıdır. 2003'ten bu yana brüt dış borç stoku içinde özel sektör, kamu sektöründen daha borçlu durumda. Ama 2008 krizinin ardından özel sektörün uzun vadeli borçlanma olanakları daraldı.

2009 yılında Türkiye'nin brüt dış borç stokunda, 2008 yılına oranla özel sektör dış borçlarındaki azalış kaynaklı bir düşüş gerçekleşti. Küresel piyasalardaki olumsuz gelişmeler nedeniyle kredi maliyetlerinin artması ve beklentilerin kötüleşmesi yatırımları olumsuz etkiledi. Hem arz hem de talep cephelerindeki daralmalardan dolayı özel sektör daha fazla borçlanmak yerine eski borçlarını kapatmaya başladı.

2018 ikinci yarısında yaşanan kur sıçramaları nedeniyle özel sektör dış borcu gerilemeye başladı. 2018'de 314 milyar dolar olan özel sektör dış borç stoku, Dolar/TL'deki seyir sonucu 2022 ikinci çeyrekte 231 milyar dolara geriledi.

Özel sektör dış borç stoku içinde finansal kuruluşların (bankalar) payı 2011-2018 arasında artarken 2018 3. çeyrekten itibaren bankalar yerine finansal olmayan kuruluşlar daha borçlu hale geldi. Özel sektörün dış borç temin ettiği alacaklıların yüzde 70'e yakın kısmı yabancı ticari bankalardır. İkinci sırada yerli bankaların yurt dışı şube ve iştirakleri var ve 2017 yılı sonrasında ise bu kuruluşlar özel sektöre dış borç bulmada ön plana çıkmaya başladı.

Bilindiği gibi büyümeye en önemli katkıyı sağlayan özel sektördür. Ancak özel sektör büyüme amacıyla dış borçluluğundaki artışla karşı karşıya kalıyor. Bir yandan özel sektör eliyle büyüme modelinin bir sonucu olarak özel sektör yatırımlarının tasarruf yetersizliğine rağmen artma eğiliminde olması bu sektörün borçluluğunu artırmakta, bir yandan da kamu sektörü dışarıdan borçlanmak yerine daha çok iç borçlanma yoluna gitmektedir.

2000'li yıllar boyunca kamu sektörü dış borç stoku içinde yüzde 90 civarında payı olan merkezi yönetimin bu payı 2012'den sonra kamu bankalarının dış borçlanmada artan payı nedeniyle azalış trendine girdi.

İç borç stoku ise 2022'de 2 trilyon TL'den, günümüzde 4 trilyon TL'ye yaklaştı. Borcun ikiye katlanma süresi 2017-2020 arasında 4 yıla, 2020-2022 arasında ise 2 yıla indi.

2008 küresel krizinin etkisiyle dış borçlanma olanakları kısıtlanınca iç borçlanmanın önemi ve hacmi arttı. Doğru ve etkin bir kamu borç yönetimi ile düşük maliyetle borçlanmak elzemdi. Ancak Hazine'nin 2012 yılından itibaren döviz cinsi tahvil ve kira sertifikasında DİBS çeşitliliğine[1] gitmesi de iç borç stokunu tahminlerin üzerine taşıdı.

İç borçlanmadaki görünüm ve kamu borç yönetimi ilkeleri döviz, faiz ve vade yapıları itibariyle önem arz ediyor. Türkiye'de iç borçlanmada döviz riski yüksektir. 2018 yılında sadece yüzde 1 olan döviz cinsi iç borcun payı günümüzde yüzde 30'a kadar çıktı. Ayrıca TL değer kaybederken iç borç stoku da artıyor. Sadece devlet tahvilleri değil kira sertifikaları da döviz cinsinden ihraç ediliyor. Döviz cinsi DİBS'ler hem kur ataklarının varlığına işaret ediyor hem de iç borç stokunun döviz kuru riskini yükseltmeye devam ediyor.

İç borçlanmada önemli bir risk faktörü de faiz riskidir. Düşük faiz politikası sonucunda enflasyonun yükselmesiyle negatif reel faizin varlığı, yatırımcı açısından TL cinsi DİBS'lerin çekiciliğini ortadan kaldırıyor. TÜFE'ye endeksli senetlerin iç borç stoku içindeki payı yükseliyor.

Hazine'nin yüklendiği faiz maliyetinde artış yaratmaması amacıyla sabit faizli senetlerin payının artırılması gerekmekte iken 2009 sonrası tam tersine değişken faizlilerin payı artmaya başladı. İç borç faiz yapısı değişime uğradı ve iç borçlanmada faiz riski tam olarak minimize edilmesi sağlanamadı.

Ayrıca iç borçlanmada vade riski sinyal veriyor. Vadesi 12 ay içerisinde dolacak borcun iç borç stoku içindeki payı 2016'da yüzde 12 iken 2019'da yüzde 23,7'ye kadar çıktı. 2023 temmuz ayı itibariyle yüzde 26,1'e yükseldi.

İç borç servisinin gerçekleştirilmesi için yeni borçlanmalara ihtiyaç duyulması iç borç çevirme oranını yükseltiyor. İç borç çevirme oranı yükseliş yönünde olunca da iç borcun likidite riski artıyor. Hazine, her ay gerçekleştirdiği itfaya karşılık öngördüğü borçlanma tutarından daha fazla borçlanıyor. İç borç çevirme oranı Mayıs 2020'de yüzde 400'e yaklaşırken, Temmuz 2022'de yüzde 360 oldu, Aralık 2022'de yüzde 200'ün üzerine çıktı.

Hem iç hem de dış borcun yükünü azaltmak için büyüme oranını hız kesmeden yükseltmek gerekir. Ancak günümüzde büyüme oranı borç stokunun artış hızına yetişemiyor. Büyüme oranı her ne kadar 2021 yılında baz etkisiyle yüzde 11'e yükselse de 2022 yılından itibaren düşmeye başladı. OVP'de 2024 yılı büyüme hedefi yüzde 4 ve borç stokundaki artış hızı 2024 hedef büyüme oranından daha yüksek durumda.

Son söz: Ülkemizde kamu açıklarının nasıl ortaya çıktığı, nasıl finanse edildiği ve finansmanda kullanılan borçların kaynağı, risk unsurları ve borç yönetimi ekonomik göstergeler üzerinde izler bırakmaktadır. O nedenle borcun iç ya da dış kaynaklardan elde edilip-edilmediği, faiz, döviz, vade gibi unsurlarına ilişkin etkin borç yönetiminin gerçekleştirilip-gerçekleştirilmediği tüm ekonomik göstergeleri etkilemektedir. Riskleri düşürülemeyen bir borçlanma stratejisi, ülke refahının azalmasına yol açmakta ve borç yükü altından kalkılamayacak ağırlığa ulaşmaktadır.

Binhan Elif Yılmaz / T24

[1] Hazine 2013 yılından itibaren düzenli ihraç programına Kira Sertifikasını almış, uzun yıllar alıcı bulan Gelire Endeksli Senetleri ihraç programından çıkarmıştır. 2016 yılında ise DİBS'ler toplamda altı çeşide çıkmıştır. Bunlar; TL Cinsi Kuponsuz Senetler, TL Cinsi Sabit Faizli Senetler, TÜFE'ye Endeksli Senetler, TL Cinsi Değişken Faizli Senetler, Faiz Ödemesiz Senetler ve Kira Sertifikalarıdır. 2018 yılında Hazine, ekonomide yaygınlaşan dolarizasyonun önüne geçebilmek için iç borçlanma araçlarını çeşitlendirme yoluna gitmiş ve 2018 yılı sonlarına doğru ABD Doları Cinsi Devlet Tahvili ile Avro Cinsi Devlet Tahvili ihraç etmiştir. Ayrıca 2019 yılında ABD Doları Cinsi Kira Sertifikası, Avro Cinsi Kira Sertifikası ile Altın Tahvili ve Altına Dayalı Kira Sertifikası da alıcı beklemeye başlamıştır. Hazine'nin bu ihraç programı sonucu iç borç stoku hızla artmıştır.

Tolga Şardan'ın tutuklanma gerekçesi gösterilen yazıya erişim engeli - duvaR

 

Gazeteci Tolga Şardan'ın tutuklanmasına gerekçe gösterilen, MİT raporuyla ilgili yazısına erişim engeli getirildi.

T24 sitesi yazarı Tolga Şardan'ın "MİT'in Cumhurbaşkanlığı'na sunduğu 'yargı raporu'nda neler var?" yazısına erişimin engellenmesine karar verildi. 

Free Web Turkey'in aktardığına göre karar, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nın talebi üzerine İstanbul 1. Sulh Ceza Hakimliği tarafından verildi.

Dün gözaltına alınan Tolga Şardan, "halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma" suçlamasıyla tutuklanmıştı. 

2 Kasım 2023 Perşembe

Askeri alanlara bak yeni yasayı gör: Hani nerede kamu yararı? - Meltem AKYOL / EVRENSEL

 

Başlangıçta İstanbul'un çevre çeperinde olan ancak kentin aşırı büyümesiyle içeride kalan askeri alanlar ranta açıldı. Bahsi geçen alanların toplamı ise 10 bin futbol sahası büyüklüğünde.

İBB Genel Sekreter Yardımcısı Buğra Gökçe, 2009 yılından itibaren iktidarın 10 bin stadyum büyüklüğündeki alanı, askeri arazi olmaktan çıkardığını, ranta açarak yerine lüks konutların yapıldığını söyledi. Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı Doç. Dr. Pınar Giritlioğlu ekledi: “Bugüne kadar ordunun çok iyi koruduğu, büyük ölçüde de ormanlık alan olan, alanlar birdenbire yapılaşmaya açıldı, lüks konut açıldı ve biz soruyoruz, burada kamu yararı nerede?”

HANİ "HEPSİ YEŞİL ALAN OLACAK"TI…

Türkiye’nin birçok kentinde olduğu gibi İstanbul’da da geçmişte çoğunlukla şehrin çevre çeperinde oluşturulan askeri alanlar, İstanbul’un aşırı büyümesiyle şehrin içinde kaldı. 2009 yılında 1/100 bin ölçekli plana göre İstanbul’da tam 15 bin 304 hektar askeri alan vardı.

2016 yılında, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, iktidar kentlerin içindeki askeri alanların kentlerin dışına taşınmasına karar verdi.

Kentin içerisinde kalmış bu alanlar yeşil alan olarak varlığını koruyordu. Bilhassa meslek odaları rant değeri yüksek bu alanların imara açılmaması yönünde uyarılar yaptı; deprem tehdidi altındaki kentlerde de bu alanların toplanma alanı gibi kullanılabileceği önerisinde bulundu.

2017 yılında Çevre ve Şehircilik Bakanı olan isim Mehmet Özhaseki’ydi. Eleştirilere, uyarılara dair konuşuyor, “Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatı var, hepsi yeşil alan olacak” diyor ve ekliyordu Özhaseki: “Bunların içinde cüzi alanlar, depreme hazırlık için rezerv alanları olarak kullanılabilir.”

2018 yılında Çevre ve Şehircilik Bakanı artık Murat Kurum’du. Kurum, 47. Motorlu Piyade Alay Komutanlığının yer aldığı 183 dönümlük kışlada yapılan 15 Temmuz Millet Bahçesinde incelemelerde bulunduktan sonra şöyle diyordu: “Hiçbir zaman askeri arazileri biz rant olarak görmedik”.

HERKESİN BİLDİĞİ "SIR": BİR AVUÇ SERMAYEYE KONUT OLDU

Peki ne oldu bu alanlara? Bu soru ve daha fazlası Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezine (CİMER) soruldu. Yanıt Milli Savunma Bakanlığından geldi: ‘Devlet sırrı’, cevaplayamayız.

O sırların bir kısmı açıktı aslında.

Bakanlığın yanıtlamadığı soruyu İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Genel Sekreter Yardımcısı Dr. Buğra Gökçe yanıtlıyor: “Bugün itibarıyla yaklaşık 10 bin futbol sahası büyüklüğünde bir alan askeri alan olmaktan çıkartıldı. 1/1000’lik planlarla bu kadar büyük bir alanda yaklaşık 700 bin kişinin yaşaması planlandı. Tamamlanmış projelerde 39 bin kişi yaşıyor. Bu projelerin yüzde 85’i lüks konut statüsünde. Yani şu ana kadar uygulamada bu alanlar ranta açıldı. Halkın yararlanabileceği veya şehrin ihtiyacı olan yeşil alan, eğitim, sağlık tesisi alanı olmak tüm İstanbul’a hizmet etmek yerine, özel mülkiyetin konusu haline getirildi, bir avuç sermaye sahibi ikinci, üçüncü konut olarak bu çok değerli yerleri mülkleştirdi.”

DAVA SÜREÇLERİ NE DURUMDA?

Peki büyükşehir belediyesinin bu konuda hiç yetkisi yok mu, dahası belediye süreçlerin neresinde? Şehir Plancısı da olan Buğra Gökçe açılan davalara dair öneklerle yanıtlıyor: “Bu alanlar bakanlık tarafından planlandı, askıya çıkarıldı ve onaylandı. Büyükşehir Belediyesi bu süreçte devre dışı bırakıldı. Kentin planlama açısından anayasası olarak kabul edilen 2009 yılında onaylanan İstanbul çevre düzeni planı hiçe sayılarak bu alanlar planlandı. Burada tabii aslında bir diğer konuya da değinmekte fayda var, kentin gelişme dinamiklerinin belirlendiği bu üst ölçekli plan son 15 senede sürekli tadilatlar yoluyla bakanlık tarafından yok sayıldı. Kentin makrofomunu ve doğal eşiklerini olumsuz yönde etkileyecek plan tadilatları ile bu plan işlevsiz hale getirildi. Askeri alanlarda da benzer bir süreç takip edildi. İmara açılan bu alanların önemli bir kısmı da “yeşil alan” diyebileceğimiz bir özelliğe sahiptir. Dolayısıyla İstanbul kent içerisindeki nefes kaynaklarını da kaybetti. Açtığımız davaların süreçleri devam ediyor. Her davada farklı bir noktadayız, yeni açılan davalarda bilgi ve belge toplama aşamasında iken, bazı davalarda bilirkişi raporları hazırlanmakta, bazı davalarda bilirkişi raporu lehimize olmasına karşın ilgili mahkemece yürütmeyi durdurma talebimiz reddedilmiş durumda. Bazı askeri alanlar birden fazla plan bölgesine girdiği için süreçler bölünmüştür. Yargı süreci devam ediyor. Yargının kentin korunmasına katkı sağlayacak kararlarla İstanbul’un geleceğine ışık tutmasını umuyoruz.”

DEPREME HAZIRLIK İÇİN BÜYÜK KAYIP

Bu açık alanlar, afetler ve özellikle de beklenen Marmara depremi nedeniyle de büyük bir ihtiyaç. Peki iktidar bu alanları depreme hazırlık için kullandı mı, kullanamaz mı?

Gökçe, askeri alanları kent içerisinde kalanlar ve kent çeperinde kalanlar şeklinde iki gruba ayırmak gerektiğini belirterek başlıyor bu soruyu yanıtlamaya: “Kent içerisinde kalan alanlar eğer yapılaşmaya açılırsa elbette depremden sonra deprem toplanma alanı olma özelliklerini kaybedecekler. Kentin çeperinde kalan askeri alanlar ise deprem sonrası çadır kent ve geçici barınma alanları olarak kullanılabilecekken, söz konusu alanlar imara açılarak bu ihtimal de ortadan kalkmış olacak. Bir de unutulmamalıdır ki deprem sonrası geçici barınma alanlarında içme suyu, elektrik, kanalizasyon ve doğal gaz gibi altyapı ihtiyacı olacaktır. Bu alanlar askeriye tarafından kullanıldığı için bu altyapıya sahiptir. Bu alanları imara açarak aslında deprem anında afetzedeler için çok önem arz edecek belli imkanları da yok etmiş oluyoruz.”

YENİ TEKLİF: DERT GERÇEKTEN DEPREM OLSAYDI…

Bu tartışmalar devam ederken AKP’nin kentsel dönüşümde yeni düzenlemeler getiren 21 maddelik kentsel dönüşüm yasa teklifi Meclis Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonunda kabul edildi. Düzenlemeyle vatandaşın evlerinin kolluk marifetiyle boşaltılmasının önü açıldı. 6 Şubat depremlerinin ardından açılacak dava süreçlerini kısaltacak düzenlemelerin de yapıldığı teklife göre savunma süreleri kısaltılacak. Yürütmenin durdurulması kararlarına itiraz edilemeyecek.

TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı Doç. Dr. Pınar Giritlioğlu, AKP’nin hazırladığı afet alanlarıyla ilgili kanun teklini de hatırlatarak şu değerlendirmede bulunuyor:

“Bugüne kadar ordunun çok iyi koruduğu, büyük ölçüde de ormanlık alan olan, alanlar birdenbire yapılaşmaya açıldı. Lüks konut açıldı ve biz soruyoruz, burada kamu yararı nerede? Burada afet nerede? Bazı yerlere millet bahçeleri yaptılar. Bu millet bahçeleri de betonlaşmış alanlar, yani yeşil alan değil yeşil alan olsa adına park denirdi. Ki bunlar bir meşrulaştırma aracı oldu bunlarda. İstanbul için toplanma alanı olabilecek, çadır alanı ne bileyim hızlı bir müdahale için sahra hastanesi kurulabilecek çok geniş alanlar, konutu açılarak aslında elimizden alınmış oldu. Bugüne kadar kentsel dönüşüm söylemi altında yapılan uygulamaların hiçbirinin kamu yararı içermediğini, gerçekten depreme çare olamayacağını, çünkü kendi bir sistem olarak bir bütün olarak bir yaşam çevresi olarak ele almadığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla gündemdeki kentsel dönüşüm yasasıyla dayatmacı, mülksüzleştiren bir yaklaşımla ilerleyen süreçteki bazı engelleri de aşmanın yolu açılıyor.

Yeni yasa tasarısı, bakanlığın hareket alanını genişletme amacına hizmet ediyor. 6306 ile yerleşen üstenci, baskıcı, zorlayıcı, dayatmacı anlayışın etki alanı esnetiliyor, sürece hız kazandırılıyor. Dert gerçekten deprem olsaydı, 2002’den bu yana çıkartılan yasalarla, Meclisteki çoğunlukla, tanımlanan araçlarla yapılacak yapılırdı. Madem deprem gibi bir kaygınız vardı:

• Neden toplanma alanlarını yapılaşmaya açtınız?
• Neden askeri alanları lüks konut alanına döndürdünüz?
• Neden açık ve yeşil alan değil de; içi yapı dolu millet bahçeleri yaptınız?
• Neden fay hatları üzerine havalimanları, dolgu alanları üzerine apart otel kılıfı altında yüksek yoğunluklu konut alanları inşa ettiniz?
• Neden rezerv alan ilan ettiğiniz yerlerde ayrıcalıklı plan kararları üretiyorsunuz?”

Meltem AKYOL / EVRENSEL